Ljubljana ve Bled Gölü

Ljubljana’nın en meşhur meydanı, bir aşk hikâyesinin sahnesi. Slovenya’nın milli kahramanı ile bir ömür, karşılıksız aşkla bağlandığı güzel kadına ait hikâyenin anıtı, bu meydan. Hikâyeyi anlatacağım ama önce Slovenya’dan söz etmeliyim. En büyük kahramanı –ne bir kral, ne bir asker- âşık bir şair olan bu küçük, muhteşem ülkeden…

Orta Avrupa, Akdeniz ve Balkanlar’ın kesiştiği yerde, iki milyonluk nüfusuyla, avuç içi kadar bir ülke Slovenya. Eski Yugoslavya’yı meydana getiren altı cumhuriyetin ‘’en Alman ruhlusu’’ diye niteleniyor. Bu nitelemenin öne çıkan sebebi, Sloven halkının çalışkanlığı. Öyle ki Yugoslavya’nın parçasıyken nüfusun yalnızca yüzde onunu oluşturmalarına rağmen, gayrisafi milli hasılanın yüzde otuzunu, ihracatın ise yarısını yüklenmişler. ‘’Baksana şu zavallı Sloven’e’’ dermiş komşuları, ‘’Alman gibi çalışıyor!’’

eşmeli meydan
Çeşmeli meydanlar, Ljubljana’ya bir İtalyan şehri havası katıyor.

Slovenya hâlâ çalışkan. Avrupa’nın eski komünistleri içinde, bugün en başarılı ekonomiye sahip olan ülke o. Eğitim ve sağlık sistemi, İskandinav çıtasını bile aşmış durumda. Öte yandan ‘’Alman’’ olduğu kadar hem Slav hem İtalyan. Arabayla yalnızca bir saat içinde, Alp Dağları’nın karlı tepelerinden Adriyatik’in güneşli sahillerine inebileceğiniz kadar küçük ama Cermen kültüründen Romantiklere, Balkan renklerinden Osmanlı’ya kadar çeşitlilik barındıran dopdolu bir ülke.

Slovenya’nın renkleriyle tanışmak için en doğru adres, ruhu genç bir Ortaçağ şehri olan başkent Ljubljana. Öyle güzel ki! Gördüğüm en göz alıcı Avrupa şehirlerinden biri. İnsanı ihtişamıyla, gizemiyle ürperten bir güzellik değil bu; gönlünü ısıtan, cana yakın bir güzellik.

Tanışma hissinden çok, kavuşma hissi yaratan bir güzellik…

Ljubljana’ya bu davetkâr cazibeyi kazandıran türlü unsurlar var. Bana kalırsa bunlardan biri, en başta söz ettiğim o âşık şairle ilgili. İsmi France Preseren. 19. Yüzyıl’ın başında, bir dağ köyünde doğmuş. Babası çiftçiymiş, annesi kitap kurdu. Aklıyla, hayalleriyle, hayallerinin gücü ile dünyalara sığmayan bir kadın… Bebek yaşta okuma-yazma öğrettiği, hikâyelerle büyüttüğü oğlu, gün gelmiş, yalnızca Sloven edebiyatının kurucusu değil, Sloven kimliğinin sembolü olarak tarihe geçmiş. Preseren, kırk dokuz yaşındayken hayata veda ettiğinde, ölüm günü olan 8 Şubat, ülke tarihinin en önemli günü olarak kabul görmüş ve ‘’Sloven Kültür Günü’’ ilan edilmiş. Başkentin kalbindeki meydana onun ismi verilmiş, onun heykeli dikilmiş.

panorama-of-ljubljana-slovenia-europe-picture-id494314515
Şehrin ortasından akıp giden Ljubljanica Nehri ve çevresi, başkentte sosyal hayatın merkezi.

Preseren Meydanı –Slovence adıyla Presernov Trg, şehrin buluşma adresi. Ljubljana’nın tam ortasından akıp giden Ljubljanica Nehri’nin batı kıyısında; 19. Yüzyıl’dan kalan Art Nouveau binalarla çevrili bir meydan burası. Bir yanı, başkentin mimari sembolü sayılan Üçlü Köprü’ye açılıyor; bir yanında somon rengi endamıyla Fransiskan Kilisesi yükseliyor. Slovenya’nın en ünlü alışveriş mağazası Galerija Emporium da burada, turkuaz rengi mozaiklerle süslü eski bir malikâne olan Hauptman da…

köprüde adam.jpg
Ljubljana’da sabahın ıssız saatleri

Meydanın odak noktası ise Preseren Anıtı. 1905’in sonbaharında açılan anıtta, şair Preseren’in bronz heykeli, elinde bir defne dalı tutan şiir perisiyle birlikte görülüyor. Heykelin eteğine sokulup, gözlerinizi Preseren’in gözlerini kilitlediği yöne çevirirseniz eğer, Julija Primic’i bulacaksınız. Meydana açılan sokaklardan biri olan Wolfova Ulica’nın hemen girişinde, 4 numaralı binanın cephesine konmuş olan terrakotta figür, Preseren’in büyük aşkı Julija’yı resmediyor.

Şair, tıpkı yaşarken olduğu gibi, geriye bıraktığı hatırasında da gözlerini Julija’dan ayıramıyor.

Preseren, varlıklı bir tüccarın kızı olan Julija Primic ile bir kilise töreninde tanışmış ve kadına ilk görüşte âşık olmuş. ‘’Hayatımın en mutlu günü’’ dediği gün, hayatının en derin kederine dönüşecek olan karşılıksız aşkın filizlendiği gün. Julija bir prensle evlenip artık ulaşılamaz olduğunda bile ömrü boyunca aklından çıkmamış şairin. Hayallerinde onu aramış, şiirlerini ona ithaf etmiş: ‘’Şiirim, bir türbe gibi senin ismini taşısın Julija…’’ Hiçbir şey ve hiç kimse unutturmamış Julija’yı. Senelerce birlikte olduğu Ana Jelovsek bile… Preseren, üç çocuğunun annesi olan Ana ile hiç evlenmemiş. Benim için hikâyenin en dramatik yanı ise şu: Ana Jelovsek’in annesi, Julija’nın annesinin hizmetkârı. Tüm bu hikâyeye Preseren isminin Slovencede ‘’mutlu’’ anlamına geldiğini de eklersek… Bazı hayatlar hakikaten roman.

ljubljana castle
Kaleden kuşbakışı Ljubljana

Tanrı Tüm Ulusları Korusun

Slovenya’ya dair okuduğum neredeyse her şey, Sloven kültürünün barışseverliğinden söz ediyor. Ljubljana caddelerinde kısa bir yürüyüş bile bu özelliği doğrular nitelikte. Bir başkent burası ama ne anlı şanlı heykellere rastlamak mümkün, ne savaş anıtlarına… En çarpıcı olanı ise Sloven milli marşının dizeleri. Marşın yazarı elbette büyük şair France Preseren. Preseren’in Özgürlük Kadehi adlı şiirinden alıntılanan marş, Slovenya’ya ve Sloven milletine değil; dünya barışına bir övgü niteliğinde. Dostluğun kazandığı, herkesin özgür olduğu, savaşsız bir dünyanın hayalini kuruyor dizeler. ‘’Tanrı tüm ulusları korusun’’ dileğinde bulunan başka bir milli marş var mıdır?

sarmaşıklı.jpg
Ljubljana’yı süsleyen birbirinden güzel köprülerden biri

Bir Ljubljanalıdan şunu öğrendim: Milliyetçi değiller; doğru. Bir istisna hariç: Avusturya ile olan spor karşılaşmaları. Rakip Avusturya ise işte o zaman milliyetçi damarları bir nebze kabarırmış zira Avusturya, Sloven milletinin hafızasında ayrı bir yere sahip. Neden mi? Cevabı bulmak için şehrin tarihi merkezinin herhangi bir noktasında durup, başınızı hafifçe göğe yükseltmeniz yeterli. 400 metre yüksekliğinde bir tepeye kurulu olan Ljubljana Kalesi, Slovenler için Avusturya hükmünde geçen bin yıllık tarihin anıtı.

Slovenlerin İlkçağlarda başlayan hikâyesi ise bir efsane barındırıyor.

eda meydan
Kongre Meydanı ve Ljubljana Kalesi

Yunan mitolojisinde, Altın Post adıyla bilinen meşhur bir efsane vardır. Truva Savaşı’ndan önceki zamanlarda yaşamış olan Argonotların, zenginliğin ve iktidarın sembolü Altın Post’u arayış hikâyelerini anlatır efsane. Ljubljana’nın, Altın Post’un peşine düşen bu kahraman denizciler tarafından kurulduğu düşünülüyor. Karadeniz’den Tuna’ya, Tuna’dan Ljubljanica Nehri’ne ulaşan denizciler, bataklıkta yaşayan bir ejderhayla karşılaşırlar. Önderleri İason, ejderhayı öldürmeyi başarır ve nehrin çevresine Ljubljana’nın ilk temelini atar. Ejderha artık yoktur ama efsane yaşar ve ejderha sureti, Ljubljana’nın sembolü haline gelir. Ljubljana Kalesi’nin her köşesinde, ejderha figürüyle süslü hanedanlık armaları göze çarpıyor. Şehrin en güzel köprülerinden biri ise iki ucunda bronz ejderhaların yükseldiği Ejderhalı Köprü. Ljubljana’nın Ortaçağ şehirlerine has masalsı atmosferine, dramatik bir etki katıyor ejderhalar. Şehrin sakin güzelliği, masal canavarlarının varlığıyla beklenmedik bir güce kavuşuyor.

parkta.jpg
Ljubljana’nın Central Parkı Tivoli’de bir dinlenme köşesi

Ljubljana’nın esas kurucuları, İS 6. Yüzyıl’da Batı’ya göç eden Sloven-Slav kavimleri. Kale, 12. Yüzyıl’da inşa edilmiş ve bir asır sonra Habsburgların mülkü haline gelmiş. 15. Yüzyıl’dan itibaren ise Slovenya, Habsburg İmparatorluğu’nun resmen bir eyaletiymiş artık. Habsburg Hanedanlığı, zaman içinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na dönüşecek. Sloven askerleri, imparatorluğun emrinde defalarca cepheye gönderilecek, Avusturya-Macaristan için savaşıp ölecekler. Ta ki I. Dünya Savaşı’nın sonundaki mağlubiyete dek… Slovenya’nın bağımsızlığa uzanan engebeli yolculuğu, Avusturya-Macaristan’ın çöküşüyle başlayacak. Önce Yugoslavya’nın parçası olacak. II Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline uğrayacak. Savaşın ardından Tito önderliğinde İkinci Yugoslavya ve nihayet 1991’de, Sovyetler’in yıkılmasından altı ay sonra, artık özgür bir ülke, Slovenya. Neredeyse on beş yıldır Avrupa Birliği ülkesi.

open kitchen
Cuma günleri düzenlenen Açık Mutfak etkinliği, Slovenya lezzetleriyle buluşmak için harika bir fırsat.

Ljubljana Kalesi, şehri kuş bakışı görmek için en ideal yer. Eski Şehrin göbeğinde kurulan pazar yerinin hemen yanından fünikülere atlayıp, birkaç dakika içinde kaleye çıkmak mümkün. Kalenin sunduğu manzarayı seyrederken, ta aşağıda bir oyuncak şehir beliriyor. Yeşil bir kurdele gibi uzayıp giden nehrin iki yakasında; kiremit çatılar, meydanlar, meydanların ortasında yükselen minyatür çeşmelerle; dört bir yanı gür yeşilliklerle çevrili, oyuncak güzelliğinde bir şehir…

Kaleden şehre inerken, tekrar fünikülere binmek yerine, yürümenizi tavsiye ederim. Arnavutkaldırımı patikalar manzaralı parklara; parklar gölgeli sokaklara, kilise avlularına, çiçekli bahçelere açılıyor. Hiç bitmese diyeceğiniz on beş dakikalık yürüyüşün sonunda, ıhlamur kokusuyla mest olmuş halde tekrar Eski Şehir’desiniz. Ljubljana’nın parfümü, ıhlamur kokusu. Şehrin köşe bucağı, ıhlamur ağaçlarıyla kaplı. Slovenya’nın sembolü, ıhlamur ağacıymış.

Almanların dünyaya meydan okuyan görkemli meşesine karşı, dostluğun ve sadakatin sembolü ıhlamur…

Sakinliğin Neşesi

günesli
Nehir kıyısındaki Kapalı Pazar, Ljubljana’nın yaratıcısı mimar Joze Plecnik’in eseri.

 

Gittiğim her yeni şehirde bana en çok zevk veren, sabahın ıssız saatlerinde tek başıma çıktığım yürüyüşler. Şehirle baş başa kalabildiğim saatler bunlar. Gezdiğim her şehir, en çok bu yürüyüşlerin hatıralarıyla zihnime yerleşiyor ve çoğu zaman bu hatıralardan biri –kim bilir hangi sebepten ötürü- benim için o şehrin kartpostalına dönüşüyor. Gri-beyaz parke taşlarıyla kaplı geniş bir meydan; Kongre Meydanı. Meydanın sonunda, Slovenya Filarmoni Orkestrası’nın kiremit çatılı, pastel sarısı binası görülüyor. Binanın arkasında, yemyeşil tepenin üzerinde, Ljubljana Kalesi; kalenin ardında, güneş yükseliyor. Sabahın simli ışığıyla örtülü bu manzara, benim Ljubljana kartpostalım. Bir cumartesi sabahı bu. Sıcak, cıvıl cıvıl bir yaz günü başlayacak ama henüz çok erken. Havada hâlâ dağ serinliği var. Tenha meydanlardan geçiyorum. Süslü çeşmelerde kuşlar şakıyor. Etraf durgun. Köprüler boş. Gün boyu çağıldayan nehir bile uyku sersemi gibi, sessiz sedasız akıyor. Ljubljana’nın güzelliğine kapılmış halde avare yürürken, zaman zaman Trieste’de olduğum hissine kapılıyorum, zaman zaman Salzburg’ta.

melania
Bugünün en meşhur Slovenyalısı, Melania Trump

Avrupa’nın depremler tarihinde, ‘’Paskalya Depremi’’ adıyla anılan bir felaket var. 14 Nisan 1895’te, altı şiddetinde bir deprem, Slovenya’yı vurmuş; Ljubljana’yı yakıp yıkmış. Harap haldeki şehir, o zamanlar Avusturya’da popüler olan Art Nouveau ve Art Deco üsluplarıyla yeniden inşa edilmiş. Ljubljana’ya Salzburg havası katan bu binalar. Gotik malikâneler ve kiliseler ile çeşmeli-heykelli meydanlar ise şehrin İtalyan yüzü. Öte yandan Ljubljana’ya bugünkü çehresini esas kazandıran, 20. Yüzyıl’ın en önemli mimarlarından biri kabul edilen Joze Plecnik. Barselona için Gaudi, Roma için Bernini ne ifade ediyorsa, Plecnik de Ljubljana için aynı öneme sahip. Şehrin sembolü sayılan Üçlü Köprü, Avrupa’nın en göz alıcı kütüphanelerinden biri kabul edilen Ulusal Kütüphane, Kunduracılar Köprüsü, Zale Mezarlığı ve Antik Yunan tapınaklarını andıran Kapalı Pazar binası; hepsi onun eseri.

basamaklar.jpg
Bled Gölü’ndeki adanın, kiliseye çıkan basamakları

İnsanı hem upuzun yürüyüşlere hem upuzun keyif molalarına davet eden bir şehir, Ljubljana. Nehir kıyısında sıralanan kafelerden birine oturup, gelen geçeni seyretmek bir zevk. Süzülüp giden bulutların gölgesinde asırlık binalar, Ljubljanica’nın üzerinde kanat çırpan martılar, ta uzakta Alp Dağları’nın göğe çizili silueti ve sakin şehrin mutlu cıvıltısı… Hem neşelendiren hem dinlendiren bir şehir burası. Güzelliği ise kendi güzelliği ile sınırlı değil. Başka hiçbir başkentin sahip olmadığı bir hazineye sahip. Şehir sınırlarının yalnızca elli kilometre ötesinde, büyüleyici bir doğa harikasına. ‘’Cennetin ikiz kardeşi’’ Bled Gölü’ne…

Rüyalı Göl

kuğu
Slovenya Alpleri’nin koynunda Bled Gölü

Hiç süslemeden, en sade şekliyle tanımlayacağım: Gördüğüm en güzel yer, Bled Gölü. Renkleriyle sarhoş eden, âşık eden, rüya hissi bırakan eşsiz bir yer.

Onunla ilk kez karşılaştığım anı hiç unutmayacağım. Ta yüksekten, yalçın kayalıkların üzerine kurulu Bled Kalesi’nin surlarından gördüm gölü. Alp Dağları’nın görkemli manzarasıyla çevrili, safir mavisi bir enginlikti. Güneş nadiren bulutların arkasına çekildiğinde, durduğu yerde derinleşiyor sanki. Hemen sonra, bulutlar açıldığında, güneşle büyüyüp saydamlaşıyor. Öyle pürüzsüz bir durgunluğu var ki gölün tenhalığındaki gezinti tekneleri, cam üzerindeymiş gibi kayıp gidiyor.

bledde ben
Bled Kalesi’nden eşsiz göl manzarası

Bled, Slovenya’da güzelliğin sembolü. Şair Preseren, ‘’cennetin ikiz kardeşi’’ diye tanımlamış onu. Triglav Milli Parkı’nın kıyısında, dört kilometrekare genişliğinde, otuz metre derinliğe sahip bir buzul gölü burası. Slovenya’nın tek adası, Bled’in ortasında. Adanın üzerinde bir kilise yükseliyor. İlk kez pagan Slavlar zamanında türbe haline gelen ada, Hristiyanlıkla birlikte bir Katolik mabedine dönüşmüş.

Bled’i ünlendirip Avrupa’ya tanıtan ise ‘’Güneş Doktoru’’ lakabıyla tanınan İsviçreli doktor Arnold Rikli. Rikli’nin, 1855’te kurduğu Doğal Şifa Merkezi, Bled’e turizmin kapılarını aralamış. Orman içinde ahşap kulübeler, yürüme yolları, manzaraya nazır dinlenme durakları ve kaplıcalar, bir süre sonra yalnızca şifa arayan hastaların değil; şifayı güzellikte arayan gezginlerin de uğrak yeri haline gelmiş. Bled’in hayranlarından biri de Yugoslavya’nın kurucusu Mareşal Tito. Tito’nun göl kıyısındaki yazlık konutu Vila Bled, otuz odalı lüks bir otel bugün. Göl kıyısındaki mâlikaneler içinde en görkemlisi o. Gezinti teknesiyle yol alırken, Vila Bled’in önünden geçiyoruz. Tarihi evin gölü kucaklayan bahçesinde, ağaçların altında, siyahlar giymiş bir adam oturuyor. Geçmişin eski bir resmi gibi…

bled 2
Bled Gölü, Slovenya’da güzelliğin sembolü

Bled’in billur sularında sessizce süzülüyoruz. Adaya yaklaştığımızda, kıyıda kuğular karşılıyor bizi. Birazdan doksan dokuz basamakla kiliseye tırmanan yolu çıkacağız. Kestane ağaçlarının gölgesinden, bir kez daha seyredeceğiz Bled’i. Uzak dağların karlı tepeleri, kartal yuvası Bled Kalesi, gölün sihirli mavisi, çan sesleri… Bir rüya mı bu, yoksa gerçek mi?