Aşkların en güzeli

yağmur

Geçen gün yolda yürürken karşıdan gelen yaşlı bir çifte gözüm takıldı. Muhtemelen 80 küsurlu yaşlarda şirin mi şirin tontonlar… El ele tutuşmuş yürüyorlardı. Konuşurken durup, birbirlerinin gözlerine bakarak dinliyorlardı. Güldüklerinde gözlerinin içi gülüyordu. Yüzlerindeki derin kırışıklıkların ayrı hatırası var gibiydi…

Hayran kaldım bu tontonlara. Birbirlerine duydukları sevgi çok netti. Besledikleri aşk hissediliyordu dışarıdan. Ve içten içe de imrendim açıkçası. Kıskandım bu sevgiyi belki de… Hani eski aşklar derler ya, öyleydi bu tontonlar.

Aşkın eski mi olur derseniz, evet olur! Aşkı nasıl hissettiğin değil, nasıl yaşadığın anlamlı kılar. Nedense fast food gibi hızlı tüketir olduk aşkı. Gördün, tanıdın, yaşadın ve bitti! Sonra hoop gelsin yenisi! Bu mudur yani aşk? Bu kadar kolay mıdır?

Okul zamanlarımızda sınıftaki askılara, hoşlandığımız çocuğun (hoşlanmak vardı o zamanlar) paltosunun üstüne asardık kendimizinkini. Onun kokusunu içimize çekmek diye bir şey vardı çünkü…

Teneffüste bahçede karşılaşmak için can atardık. Yanımızdan geçerken gözlerimizin içine bakması bile yeterliydi…

Öyle buluşmak, birlikte bir yerlere gitmek falan neerdee… En fazla, sınıfla birlikte pikniğe gidersin, o da annen izin verirse tabi! Oynadıkları top güümm diye senin masana gelir, dağıtır tüm sofrayı ama sen mutlu olursun. Niye; çünkü topu almaya o gelmiştir! Senin için gelmiştir ya gerisi önemli değildir…

Senin için…

Konuşmadan, oracıkta öyle bakışabilmek bile mutluluk vermiştir ya başka bir şey istemezsin. Neticede konuşmak sadece sözle olmaz ki. Gözlerle de pek ala konuşulabilir…

Özlediğini de kızdığını da anlarsın gözlerinden. Bir bakışla çok şey anlatırsın. Kirpiklerinin sayısını ezberlemişsindir ya, gözlerine nasıl baktığını o düşünsün artık…

Kimseler görmesin istersin gözlerinizin buluştuğunu… Baş başa bir yere gitmek mümkün değildir o eski aşklarda. İlla arkadaşlarla topluca gidilecek her yere.

Nereye gittiğinin de bir önemi yoktur aslında, o varsa sen mutlusundur. Yan yana da oturamazsın, kimseler bilmesin anlamasın dersin. Sen bir köşede, o başka bir köşede oturursunuz öylece…

Kalabalık içinde bile onun sesini ayırt edersin. Şen kahkahasını duyarsın o uğultuda, dudaklarında müstehzi bir gülümseme oluşur. O keyifliyse, sen de keyiflisindir…

Yan yana oturamasan bile aynı mekânda olmanın sevinci vardır içinde. Aynı şeyleri yiyip içmek bile mutlu eder. Duvardaki aynadan, çaktırmadan buluşur gözleriniz.

Bilirsin ki senin için gelmiştir oraya. Yağmurlu bir akşamdı ama içimiz sıcacıktı dersin…

Eskileri eksilttiğimizden midir içimizdeki bu boşluk? Yoksa zamane aşklarının tatsızlığından mıdır eskiye bu özlem?…………………….

Ya özlersem…

ya özlersem

 

Evim…

Bütün odalar bomboş… Kutular, koliler üst üste…

Yere kadar uzanan organze tüllerim camlarda değiller…

Mumlarım, süslerim, tütsülerim, her birinin ayrı hatırası olan antinkuntin objelerim yerinde değiller…

Ailemle mutlu anlarımın olduğu (kendimce çok çirkin çıktığım) ve her baktığımda o günü hatırlayıp gülümsediğim fotoğraf çerçevelerim yoklar…

Kitaplarım kolilerin içinde. Kitaplığımı biraz önce nakliye kamyonuna indirdiler…

Duvarımdaki kocaman Atatürk tablomun yeri boş…

Marilyn Monroe bana öyle uzaktan hisli hisli bakmıyor artık…

Gittiğim restaurantta o çok beğendiğim ve satın alabilmek için, yediğim yemeğin 5 katı kadar bahşiş bıraktığım kahve fincanım artık yok…

Duştan çıkıp bornozuma sarıldığım, ayaklarımı uzatıp izlediğim televizyonum kutusunda…

Üzerinde “Biricik vefalı dostuma” yazan çay bardağım mutfağımda değil artık…

Buzdolabımın üstünü çıfıtçı çarşısına çeviren dünyanın her yerinden hediye gelen magnetlerim, kardeşimin el yazı notu yok…

Acaba ne giysem diye saatlerce önünde durduğum gardrop çoktan aşağı indi bile…

 

Boş evle vedalaşma…

İnsan evinin duvarını, kapısının kolunu sever mi? Ben sevdim. O ev benim huzurlu yuvamdı. Mutluluk kaynağımdı… Kapısında kalp çarpıntısıyla beklediğim yerdi…

O duvarlar yalnızlığımı, gözyaşlarımı, sevinçlerimi, deliliklerimi, delirmelerimi, isyanımı, şükürlerimi, umutlarımı, hayallerimi gördü. Tanıklık etti…

Bugün vedalaştım evciğimle. Odalarımla, duvarlarımla… Kapıların kollarını öptüm.

“Sen beni çok mutlu ettin teşekkür ederim” dedim usulca ve helalleştik…

Kamyona doldurulan eşyalarıma baktım, kafamı kaldırıp balkonuma baktım… Gözümden akan yaşı içime çektim sessizce… Eşyalarım başka yerlere, ben başka yere ayrıldık…

Şimdi yeni evime, yeni eşyalarıma, yeni hayatıma geçeceğim hayırlısıyla.

 

Ya özlersem?

Ama korkuyorum… Korkuyorum çünkü ya evimi özlersem?

Saçmalama kızım yaa fıstık gibi evin var diyorum içimden ama ya özlersem işte?

Özlersem yalnız uyumayı?

Özlersem ayaklarımı uzatıp kitabımı okumayı?

Ya alışamazsam yeni evime?

Bu kadar kocaaa sene yalnız yaşadıktan sonra alışamazsam?

Gece uyurken tık olduğunda uykum kaçarsa?

Lavabodaki macun kırıntısına, aynadaki su damlasına uyuz olursam mesela?

Ya özlersem…….

 

 

 

 

 

Bu havalarda…

image

Havalar böyle soğuk ve yağmurlu olunca, olmayı istediğim tek yer köy evidir…

Tek katlı düzayak, üç göz odalı bir evcik. Bahçesinde yer yer çimenlerin arasında biten papatyaların olduğu, kedilerin dolaştığı bir yer…

Sessiz sedasız… Gürültü yok… Araba sesi yok… İnsan sesi bile yok… Sadece kuş cıvıltısı ve arada duyulan tavuk gıdaklaması…

Duvarları miss gibi kireç kokan odalardan birindeki sedire uzanacaksın boylu boyunca. Başını koyduğun yastık sabun kokacak… Üstüne inceden bir battaniye alacaksın… Odaya ışık getiren küçük camları kapatan ince perdeleri de çekeceksin ki oda loş olsun…

Yattığın sedirin yanında alçakcana bir maşınga olacak… İçindeki çam kozalakları yandıkça çıtır çıtır ses çıkartacak. Üstünde konan güğümüm kapağından su damlacıkları taştıkça cızırdayacak…

Uyuyacaksın oracıkta öylece… Zaman mefhumun olmadan ruhunu dinlendireceksin… Burnuna gelen kızarmış ekmek kokusuyla uyanacaksın…

Usulca yerinden kalkıp bahçeye çıktığında puslu havayı ve karşındaki yeşil dağları göreceksin. Çiğ damlaları yüzü okşarken, Sarıkız’dan tazecik sağıp kaynattığı sütü getirecek babannen… Üstünde bir parmak kaymak olacak… “Hade bakeem iç bunu şimdicik, sırtına da şu fistanı alıver gızannımm” diyecek…

İşte böyle bir yerde uyuyacaksın bu havalarda…

24 Kitchen

jamie-oliver-680x450

 

 

Bu aralar yemek programlarına sardım nedense… Değişik mutfaklar, farklı tatlar denemeyi seviyorum napiim.. Güzel bulduklarımı da deniyorum tabi.

24 Kitchen kanalında biri var. Adı Jamie. Bu abi şahsına münhasır bir aşçı.  Özelliği de 30 dakikada yemekler yapmak.

İlk başta hahh işte tam bana göre bu dedim. Çalışan kadın olunca her gün ne yemek yapacağım derdindesin neticede. Bu Jamie benim imdadıma yetişir, az zamanda farklı lezzetler yaparım sayesinde dedim ve izlemeye başladım.

Tarifleri güzel gerçekten. Kolay, pratik ve hızlı. Üstelik de evde her zaman bulunabilecek malzemelerden değişik şeyler yapıyor. Ancak tarzı biraz değişik bu abinin. Ya da bana mı öyle geldi bilemiyorum..

Jamie çalışmaya bir başlıyor ki görmen lazım! Accayip dağınık bir adam!30 dakikada yemek yapacağım diye mutfağın içine diyor resmen! Tezgah falan çıfıtçı çarşısına dönüyor! Önce bi sinir oldum sonra dur kızım izle bak dedim kendime…

Sarımsakları falan soymadan koyuyor. Iyyhhh…. Brokoli yapacak, haşlamadan çiğ çiğ koyuyor. İnek mi yiyecek onu be!

Mutfağının yanında küçük bir balkondan bozma bahçe yapmış kendine, oradan kopardığı nane (bu arada bu Jamie nane manyağı, her şeye nane falan koyuyo) ve türevi yeşillikleri tazecik kopartıp YIKAMADAN doğruyor!!!

Limon sıkacağı yok bu garibimin! Elleriyle sıkıyor salataya falan. Ayy o nee??? Tırnaklarını mı yiyor bu adam, o tırnaklar ne öyle? Parmaklarında falan ince (muhtemelen bıçak) kesikler var… Ayy midem kalktı yeminle! Her şeye elini sokuyor bi de! Parmağıyla tadına falan bakıyor!

30 dakikada yemek yapacağım diye sofraya tencereyle tavayla getiriyor yaptıklarını….

İzlerken gerim gerim gerildim valla.  Sinirden iştahım da kaçtı! Ayy ben bunu döverim dedim… Böylesini değil mutfağa sokmak.. Aman tövbeler olsun…. Ben mutfağı böyle dağıtsam anamdan yiyeceğim azarın haddi hesabı olmaz!

Allahtan hepsi böyle değil o kanaldakilerin. Monica Belluci’ye benzeyen bir afeti-i devran var ki sorma… Off off off…. Hatun sürekli çikolatalı pastalar kekler falan yapıyor… Değişik değişik soslar, bilmem ne likörleri falan kullanıyor, pastayı süslerken kendinden geçiyor… Bak bunu seviyorum işte yalan yok…

Gece Gezmesi…

Gece Gezmesi

 

Arkadaşlarım sağ olsunlar benimle gece eğlencelerine bayılırlar. Hele ki kalabalık bir yerlere gidilecekse illa ki olmalıyım yanlarında! Çünkü  canlı navigasyon görevi gören Zoi, rezervasyonsuz halde girilen mekanda cillop gibi yer bulan Zoi, arabayı en yakın yere park eden Zoi, dağ gibi gelen hesabı yarıya indiren Zoi, müesseseden içkiler-meyveler getirten Zoi, çantalara sahip çıkan Zoi, nasılsa fazla içmez diye çıkışta araba kullanmaya zorlanan Zoi…

Bu hep böyle olmuştur bizim ekipte. Ben de şikâyetçi değilim yalan yok. Eğlenmeyi sevdiğimden sesimi çıkartmam. Gece dışarı çıktığımda otokontrol manyaklığım had safhaya çıkar. Yanımdakilerin kafalarını saymadan rahat edemem, millet sağlam mı diye illa ki kontrol ederim. İtinayla tuvalete götürür, ağlayanı da kusanı da yatıştırırım. Bizim kızlardan birine rahatsızlık verene de hiç düşünmeden dalarım o da ayrı mevzu tabi. Sokakta köpek sürüsü varken ortalarına girip, bizim eğlence tayfasına yol da açarım.  Ortamda herkes kafayı bulurken ben illa ki ayık kalmalıyım. Ne me lazım (kaza olur deprem olur kavga olur) ben ayık kalayım ki milleti toparlayabileyim! Böyle bi manyaklığım var işte benim, naapiim.

Geçenlerde bizim kızlar aradı, hadi hazırlan çıkıyoruz dediler. İşten gelmişim zaten geberik haldeyim, çıkmayalım falan desem de dinlemediler zorla bindirdiler arabaya. Falancanın konseri varmış, acayip ciks mekândaymış, ben de zaten çok severmişim o adamı illa gitmeliymişiz. İyi tamam dedim azcık kafamız dağılır. Ama dedim bir şartla; bu sefer arabayı bana kitleyemeceksiniz! Hepiniz kendinize sahip çıkacaksınız bu sefer ben kafa dağıtacağım ona göre! Tamam, kabul dediler ve gittik.

Kopp koppp…

Mekan tıklım tıklım dolu. Millet sürtünerek geçiyor o derece. İçerisi zaten karanlık, spotlar olmasa duvara toslayacağım. Gümbür gümbür sesten zaten sağır olmuş durumdayım. Her yerde sahne alan sanatçının posterleri var. Adamın sesine hayranım, şarkılarının hepsini biliyorum ama yüzünü ilk kez görüyorum çünkü ben televizyon izlemem. Magazin programıyla falan işim olmaz. Radyoda denk gelirse severek dinlerim o ayrı. Neyse, geçtik yerimize içkilerimizi aldık. Bu arada konserin başlamasına daha bir süre var.

Kızlarla gırgır şamata devam ederken yanımda bir topluluk oluştu. Hemen sağ omuz hizamda birileri toplandı. Kalabalık gittikçe artmaya başladığından ben rahatsız oldum. Sürekli bir itiş kakış durumu var yanımda. Biri kafama çarpıyor, biri sırtıma vuruyor istemeden. Baktım yanımda, hemen dibimde bir adam. Benden azcık uzun, temiz yüzlü biri. Her temasta pardon ay çok özür falan diyor ama her darbede üstüme içki dökülüyor.  Bir iki üç beş derken sinir oldum döndüm yanımdakine -epey de yüksek sesle- “dikkat etsene kardeşim” dedim. Adamcağız çok mahcup halde tekrar özür diledi, kıyamadım o tavrından dolayı sesimi çıkartmadım. Bu arada, bana sürekli çarpan o adamın yanına her gelen onunla selfie çektiriyor…

Bunlar ne yapıyor acep diye ben bakınırken etrafa, adam bana bir daha çarptı ve bir yudum bile alamadığım içkim üstüme boca edildi! Sinir tepeme zıpladı haliyle ve adama dönüp “ehh yetti bee! Sizin selfieleriniz yüzünden içki kovasına döndüm be!” diyip adamı kollarından tutarak duvara yasladım! “Sabit dur burda bana çarpma!” dedim! Adamcağız neye uğradığını şaşırdı çok özür dilerim falan derken bizim kızlar kollarıma girip “Aaa falanca bey kusura bakmayın noolur arkadaşımız sizin hayranınız!” demesinler mi!!!!

Yer yarılsın şu an içeri gireyim noolurrr…

Benim kolundan tutup duvara yasladığım adam meğerse dinlemeye gittiğimiz sanatçı değil miymiş!!! Ay ben öleyim yaaaa… Yer yarılsın şu an içeri gireyim noolurrr…. Mal Zoi!! İnsan dinlemeye gittiği adamın neye benzediğini bi araştırır dimi! Hay ben kafama yaa… Hayır arkadaş bi de haklıyken haksız duruma düştüm iyi mi! Bu sefer ben özür diledim tabi. Ay karanlıktan fark etmedim de, sizin olduğunuzu anlamadım da falan da filan… Saçmalamanın dik alasını yaptım yani…

Neyse konser başladı, bizimkiler yerlere yatıyor gülmekten ama görmen lazım. Masaya 3 koca buzlu kova içinde en pahalısından içkiler geldi! Meyveler çerezler falan filan. Dedik bu ne, biz istemedik bunu hayırdır? Tam o sırada sahneden falanca bey elindeki mikrofona “hayatım boyunca bilerek hiçbir kadını kırmadım ama bu gece Zoi’yi sinirlendirdim bunun için üzgünüm, affedersiniz!” dedi ve elindeki kadehi bana doğru kaldırmaz mı!!!

Şok şok şok!!!! Bütün gözler ve tam ortadaki devasa spot ışık bana doğru dönmez mi!!! Ben de tam o sırada telefonumun ışığıyla rujumu tazeliyorum iyi mi!!! Allahçım öldür beni yaa işkence yapma! Işınlanma makinesine şu anda ne kadar ihtiyacım var bilemezsiniz! Sevimli hayalet Casper gibi görünmez olmak istiyorum tam şu anda! Dudaklarımı büzüştürmüş halde rujumu sürerken tüm gözlerin bana bakması ne demek bilir misiniz? Yavrusunu kartal kapmış Fatma Girik gibi bakıyorum etrafa… Yanımdan geçenler de önümde duranlar da “aaa sevgilisiymiş!” demezler mi!! Beynimdeki sinir hücrelerim harakiri yapıyorlar resmen…

Rezil oldum rezil. Hadi dedim kızlara gidiyoruz… Daha da buraya gelmem… Bizimkilerin gülme krizinden başıma ağrılar girdi. Bir daha mı???? Aslaaa…. Yani en azından konserine gideceğin sanatçıyı tanıyıncaya kadar!

 

Okul Zili…

okul zili

 

Geçen sabah kulağımda bir müzikle uyandım. Delinin teki sabahın köründe son ses Ahmet Kaya çalıyor sandım önce. Bi hışımla doğruldum yatakta, kulak kabarttım gelen sese: “Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!”

Eyvahh dedim, kesin darbe oldu!!! Yok yaa, bu Hasan Mutlucan’ın sesine de hiç benzemiyor ki! Biraz daha dinledim, çalan ilahi tarzında bişi… Uyku semesi kalktım cama çıktım, dinledim iyice. Meğerse bu müzik yan sokaktaki okulun ziliymiş!

Okul dönemi benim için “bitse de gitsek!” modu olmuştur. İyi ki bizim zamanımızda böyle okul zili yoktu dedim içimden. Biz şanslı nesildik bence, en azından Mozart çalıyordu zilimizde. Şimdi de bacak kadar çocukları “Kızım sen de Fatih’ler doğuracak yaştasın!” diyen marşlarla derse sokuyorlar!

Uykumu alamadan uyanmanın verdiği sinirle çay demleyeyim de kendime geleyim dedim. Kahvaltıyı hazırlarken duygusallaştım çok fena. Çünkü benim çocukluk yıllarıma dair en büyük özlemim, kahvaltıda sıcak çay içmekti. Evet, sadece sıcak çay!

 

Sıcak çay…

Annem çalışan bir kadındı. Sabah işe giderken kahvaltıyı hazırlar, çaydanlığı ocaktan alıp masanın üstüne koyardı. Bıdık kadar boyumuzla mutfak tezgâhına yetişemiyorduk çünkü. Oradan alırken üstümüze dökmeyelim diye düşünürdü. Biz kalkıp kahvaltı yapıncaya kadar da o çay soğurdu.

Çoğu zaman evde soğuk çayla kahvaltı yapmak yerine, okulda kahvaltı yapardım. Kahvaltı dediysem de öyle gözünüzde büyütmeyin! Bizim zamanımızda okul kantininde sadece simit ve ayran vardı. Çook sonraları tost girdi kantine. Hamburgerle cipsle falan hiç müşerref olmayan nesiliz biz. Bence de en iyisiydi zaten. Sıkıntı yok!

Neyse, bizim arkadaşlarla kahvaltımız okulun tam karşısındaki fırından taze çıkan, dumanı üstünde ekmek yemekti. El dayanmazdı sıcaklığına. Ekmeği memesinin ucundan zar zor tutup elimizle bölerdik. Külah yaptığımız gazete kâğıdının içinde evden getirdiğimiz bazen tuz, bazen toz şekeri sıcak ekmeğin içine serpip yerdik. Off yaa.. Onun tadı hiçbir şeyde yok valla…

 

Pak fırın…

Fırından aldığımız ekmeğin içinden bir gün çuval ipi çıktı. Evet, bildiğin çuval ipi! Gittik fırına, dedik bu ip ne? İp çıktı ekmekten dedik, burma bıyıklı fırıncı bizi kovdu! Ertesi gün de taş çıktı ekmekten iyi mi! Yaa arkadaş zaten gariban çocuklarız, bir ekmeği üç kişi bölüşüyoruz on dakikalık teneffüste ve üstelik de en büyük zevkimiz o sıcak ekmeği yemekken neden böyle pislik yapıyorsunuz dimi! Sinir olduk haliyle.. Ve çocuğuz diye fırıncının bizi dinlememesine, üstelik de küfür ederek kovmasına acayip gıcık olduk. “Ekmekten çıkan bu iple taşı Uğur Dündar’a göndercemm görücen sen gününü ayııı!” diye bağırdım kıllı fırıncıya!

Yaş sekiz, boy zaten mercimek tanesi gibi ama ben bildiğin Kalemiti Ceyn!! Ruhum isyankâr kardeşim naapiim? Haksızlığa gelemiyorum işte! O zamanlar öyle şikâyet etmek, belediye kapısına gitmek falan neerrdeeee… Ben taktım ama kafayı, bulucam bi çaresini ve dersini vereceğim o herifin.

Arkadaşlarla düşündük, plan yaptık ve harekete geçtik! Elimde kalın bir mendil, ankesörlü telefon kulübesine gittik. Çevirdim fırının telefonunu, ahizeye de mendili yerleştirdim ki sesim kalın çıksın!

“Aloooğğ!”

“İyi günler. Pak Fırın mı?”

“Buyur bacım hee!”

“Ben Uğur Dündar’ın Baş Asistanı Süheyla. Hakkınızda şikâyet var. Ekmeklerinizde taş çıkıyormuş. Hijyen kurallarına dikkat etmeden üretim yapıyormuşsunuz. Siz utanmıyor musunuz milletin sağlığıyla oynamaya? Suss konuşma! Cevap verme bana!! Kim bilir ne pislik var o dükkânda haa! Fareler cirit atıyordur orada! Allah kahretsin sizi utanmazlar! Uğur Bey ve ekibi bugün size baskına gelecek! Rezil olacaksınız tüm Türkiye’ye”

 

Süheyla da kim?

Çatt diye kapattım telefonu. Elim ayağım zangır zangır titriyor ama. Hayatımda ilk defa sahtekarlık yapıyorum boru mu! Bendeki cesarete bak yaa! Gerçi bu adam bunu hak etmişti ama olsun.. Süheyla da kim ayrıca? Amann neeyysee..

Bitirim arkadaşlar ekibi olarak olay mahallinde yerimizi aldık. Okulun yanındaki banka oturup, elimize çekirdekler alıp fırıncıyı izlemeye başladık. Adam resmen yemiş!!! Valla billa yemiş bizim telefon şakasını!

Fırında bir hareket bir telâşe ama görmen lazım!  İçeriden habire çuvallar çıkarttılar. Çuvallar, kasalar, tenekeler… Köpüklü sularla yıkadılar fırını, tüm sokak köpük oldu. Fırının camlarını sildiler. Biz banktan bunları gülerek izliyoruz o sırada. En son binanın dış duvarlarını yıkıyorlardı, o sırada ders zili çaldı sınıfa girdik.

Derste gülmekten ve meraktan duramadık. Dışarıda ne oluyor acaba diye fısır fısır aramızda konuşurken de öğretmenden fırça yedik tabi! Zil çalar çalmaz hemen fırına koştuk. Ahannda şokk!!!!

Fırındaki bütün adamlar sinekkaydı traş olmuşlar! Hepsinin elinde eldiven! Başlarında bone! Ağızlarında maske! Hatta biri bonenin üstüne maske takmış kafaya! Tezgâh pırıl pırıl parlıyor! İçeriden buram buram klorak kokusu geliyor bi de… Gülmekten ekmeği zor aldık ve kaçtık. Bu salaklar Uğur Dündar’ın korkusundan şimdi de çamaşır suyu yüzünden zehirleyecekler milleti diye günlerce güldük.

Gel zaman git zaman, yıllar geçti ben bir gün iş görüşmesi için İstanbul’a geldim. Görüşmenin yapılacağı otele girdim, asansöre yöneldim. Kapı açıldı, daaadaannnn!!! Uğur Dündar çıktı asansörden! Ben şok! Taş gibi kaldım orda! Gözümün içine baksın mavi mavi de ben bir merhaba diyeyim diye içim gitti. Nerden görsün beni o dev gibi adam, zaten yanında birileri vardı, çekti gitti. Ben çıktım görüşmenin yapılacağı kata. Ama aklım hala aşağıda. Aradan on dakika falan geçti, ortamın elektriği de sarmadı beni. “Amaann iş yine bulunur ama Uğur Dündar’la bir daha karşılaşılmaz!” dedim ve benim acil çıkmam lazım kusura bakmayın dedim ve çıktım. Paldır küldür indim aşağıya, belki lobide falan görürüm diye ama maalesef çoktan gitmiş…

Göremedim diye çok üzülmüştüm o gün. Bir merhaba demek ve çocukluğuma dair bu saçma sapan olayı anlatmak istemiştim sadece. Çünkü o bizim çocukluğumuzun kahramanıydı. Kanlı canlı görünce çok heyecanlanmıştım. İşi de kaçırdım iyi mi!

Olssun.. Allah büyük, belki bir gün karşılaşma ve anlatma fırsatım olur…

 

 

Küçüklüğümün Yılbaşıları…

yılbaşı

 

Yılbaşının ertesi sabahı benim en sevdiğim sabahlardandır. Çünkü akşamdan kalan harika yemekleri sabah kahvaltısında da yersin. Zeytinyağlı yaprak sarması, mercimekli köfte, patlıcan közlemesi, içli köfte, ıspanaklı börek, kakaolu kek oofff yeme de yanında yat ya.. İnce belli bardakta dumanı üstünde tavşankanının yanında nasıl gider ama… Haa bir de karar verin kardeşim şu mayonezli bezelye havuç karışım salatanın adına, Amerikan mı Rus mu? Polemiğe girmem ben yerim o ayrı…

Eskiden biz çocukken annem, günler öncesinden yılbaşı alışverişi yapardı. Mutfakta yer kalmayınca poşetler balkonu doldururdu. Maaile evde olurduk her yılbaşı. Çoğu zaman dostlarımız da olurdu o akşam. Kardeşim Pitik ile ben evin salonunu süslerdik büyük bir heyecanla. Salon dediysem de nohut oda bakla sofa kutu gibi bir evcikti bizimki. Renkli gramafon kâğıtlarından kedi merdivenleri yapardık El İşi dersinden öğrendiklerimizle. Hakket haa, eskiden El İşi diye bir ders vardı dimi bak şimdi hatırladım! Balonlar, burgulu yanardönerler falan ev bildiğin çam ağacına dönerdi. Çam ağacı alınmazdı bizim eve. Ağaç kesilmez, günahtı bizde. Gerçi şimdilerde de ağaçları savunuyoruz ama bu sefer de adımız başka oluyor ya neysssee….

 

Karpuz kolanın muadili midir?

Annemin çeyizlik sandığından çıkan sakız gibi bembeyaz dantelli masa örtüsü özenle serilirdi. Misafir tabakları itinayla yerleştirilirdi sofraya. Saatlerce binbir emekle hazırlanan yiyecekler teker teker gelirdi masaya. En ortada da nar gibi kızarmış kocaman bir tavuk, bazen de hindi olurdu. O geceye özel, annem kola içmemize izin verirdi. Normalde annemden kola istesek “dolapta karpuz var” derdi. Karpuz kolanın muadili midir anlamadım ki? Kola o zamanlar 1,5 litrelik ince belli cam şişelerdeydi. Ayşe’nin kepek sorununun olmadığı o dönemlerde bizim bildiğimiz tek şampuanın tırtıklı mavi plastik şişesi olan Blendax’dı yani…

Babamın tabağının yanında rakı kadehlerini görünce Pitik’le ben kıskıs gülerdik. Çünkü babam öyle alkol alan bir adam değildir. Sadece yılbaşında iki kadeh parlatır, eğer dostları da varsa belki dört olur o kadar. Zaten üçüncü kadehten sonra Balkan Harbi’nden başlar, Çanakkale Savaşı’ndan çıkar, finalde türkü söylerdi. Tabi Büyük Nutuk’tan hatırlatmalar illa ki olurdu. Çakırkeyifken babamın şen kahkahaları çok tatlı olurdu.

O dönemlerde öyle herkesin arabası yoktu. Dolmuşlar vardı, otobüsler vardı. Minibüse de neden dolmuş denir ayrıca hiç anlamam! Neyse.. Ancak çok özel bir gece olursa taksiye binilirdi. O yılbaşı gecesinde aile dostlarımız bize geldiler. Kulakları çınlasın annemin arkadaşı Melek Teyze, çok şık bir kadındı ki hala da öyledir canım benim, o dönemlerin meşhur astragan kürkünü giymiş saçlar falan fönlü full makyaj binmişler taksiye. Kocası dünya şekeri Ali amca da taksicinin yanına, öne oturmuş. Ali amca demiş “Çek Sinek Pavyona!” Taksici dikiz aynasından arkada oturan Melek teyzeye yanyan bakmaya başlamış. Kasette de son ses Bergen’i açmış. “Sizin hayat da zor be bilader!” demiş taksici. Ali amca anlamamış tabi taksicinin niye böyle dediğini “Eee naapacaksın bilader ekmek parası işte, uğraşıyoruz!” demiş. Melek teyze tabi cin kadın, hemen kapmış olayı ama kocasına anlatamamış durumu. Cep telefonu falan yok ki o zamanlar mesaj atasın! Taksici Sinek Pavyon’un önünde caartt dize durunca, pavyonun korumaları gelmiş arabanın yanına.

 

Murat Sokak…

Taksici bizimkileri pavyon çalışanı sanmış iyi mi! Melek teyze bi hışımla dönüvermiş taksiciye “dön kardeşim şurdan sola Murat sokağa, arkadaşlarımıza gidiyoruz biz Allah allaahhhh konsomatris mi sandın bizi kırarım kafanı!” diye çemkirmiş adama. “Pardon appllaa” demiş dangalak taksici. Kapıdan girdiğinde Melek teyzenin yüzü sinirden kıpkırmızıydı. Abartısız yarım saat “taksiciye öyle yol mu tarif edilir” diye kavga ettiler. Olayı anlatırken gözlerimizden yaş geldi gülmekten. Kahkahalardan kapının sesini zor duydum, koştum açtım. Elinde kocaman bir tabakla kapıda bekleyen Dursune teyzeleri görünce çok sevindim. Çünkü benim için Dursune teyze demek, muzlu rulo pasta demekti. Ahh be kadın öyle pasta mı yapılır yaa.. Nasıl bir lezzetti o anlatamam. Olsa da yesek şimdi… Dursune teyzenin kızları da bizim akranlarımızdı. En büyüğümüz Arzu abla deli gibi ders çalışırdı. Ortanca olan, benle yaşıt Tuba da onun gibi çok çalışkandı ve maalesef her sınav döneminde bizimkiler tarafından onunla kıyaslanırdım ve içten içe gıcık olurdum. Kızın bi kabahati yok tabi eşeklik bende, otur da kerat cetvelini ezberle de kafanda cetvel kırmasınlar dimi! Ezberleyemedim naapiim, hala altılara kadar biliyorum yalan yok! En küçükleri Elif de bizim Pitik’in yaşıtıydı ve görünüşte çok iyi anlaşıyorlarmış gibi yapıp, odalarında oynarlarken her seferinde illa ki kavga ederlerdi. Kavgalarının sebebi de bebekle sen oynayacaksın yok ben oynayacağım! İkisi de inatçı keçi anacım, inatlarından hırkalarının düğmelerini sökerlerdi sıpalar.

Kavga bağırış harala gürele kahkaha derken, o dönemlerin meşşhuurr Schaup Lorenz marka renkli televizyonumuzda TRT1 ekranlarında yılbaşı özel programını mandalina soyarak izlerdik. Çerez tabağındaki Antep fıstığının kabuğu en açılmayanı bana denk gelirdi hep ve uyuz olurdum. Kabak çekirdeğini yerken annem gözlerini belertirdi “sakın yere düşürmeyin halıyı daha yeni sildim kırarım kafanızı” bakışıydı bu. Halit Kıvanç, Gülgün Feyman, İlhan İrem, Ersen ve Dadaşlar ve tabi ki Zeki Müren… Hayranlıkla ve gıptayla izlediğimiz sanatçılar. Tek kanallı dönem… Efsane…

Saatin 12’ye yaklaştığını babamın elindeki portakal kabuğu mumu ile anlardık. Hiç üşenmez, tam o saatte gider mutfağa bir portakalı kabuğunu uzun şerit halinde soyar, içine özenle mumu yerleştirir ve ışıkları kapatırdı. Hepimiz 3-2-1 diye sayardık. Alkış kıyamet, birbirimize sarılmaca öpmece… Vee saat tam 12’de Nesrin Topkapı sahnede…

Tombalaydı çinkoydu gülüştü cümbüştü derken gecenin ilerleyen saatlerinde konuklarımızı yolcularken ahaandaa gecenin sürprizi! Ayakkabılar çalınmış!!! Mehmet amcanın caanımm yepisyeni iskarpinleri gitmiş kapıdan! “Bunları içeri alalım demiştim dimi Dursunee!” diyen can insan Mehmet amcanın çaresiz bakışları hala gözümün önündedir.

Yıllar geçtikçe insan eskileri daha çok özlüyor. Ya ailemi çok özlediğimden ya da yaşlandığımdan mıdır bilemem… Artık yılbaşının falan bir önemi yok benim için. İşten eve yorgun argın gelip, ayağımı uzatıp yatıp uyumak istiyorum. Haa bu arada Amerikan mıdır Rus mudur hala muamma olan o salatadan sabah da yerim mümkünse, benim için bir sakıncası yok…

 

Hayırlısı…

Screenshot_2015-12-13-13-27-25 (2)

 

Hayırlısı…

Hani hep dua edersin ya karşıma şöyle biri çıksın, şöyle olsun böyle olsun diye… Hayatında birini istersin mesela.. Tarif edersin ya, kaşı gözü böyle olsun, huyu suyu şöyle olsun diye… İyice düşündüm de benim hiç böyle bir duam olmamış…

Allah iyi ki de benim Hıdrellezde kâğıtlara çizdiğim gibi birini çıkartmadı karşıma zira çöp adam bile çizemeyenlerdenim. Yumurta kafalı, kolları uzun, bacakları yamru yumru bir oğlancık çizerdim hep ve her seferinde de duam yanlış anlaşılmasın diye çöpten sevgilimin yanına kocaman bir parantez açıp şunu yazardım: “Allahcım sen benim saftirikliğimi boşver, burada aslında sanatçının anlatmak istediği uzun boylu mavi gözlü geniş omuzlu azıcık da adonisli, güzel yüzlü güzel gülüşlü bir melek olsun emi piiliissss çok amin!!!”

İstisnasız her seferinde bunu yazardım ve denize atardım… Seneler geçti, kaç Hıdrellez kaç sevgililer günü işkencesi kaç yılbaşı geçti ve hepsinde ben o çöp adamı aradım… Bulamadım… Buldum sandım, hahh o işte dedim ama o olmadığını anladığımda hep üzüldüm içten içe. Yok artık dedim… O kadar eşsiz bir ruhum var ki, ruh eşim bile yok naapiimm dedim.

 

Yutturmayın şu kurdeleyi be kardeşim…

Arkadaşlarımın düğünlerinde yutturdukları kırmızı kurdeleler yüzünden kabız oldum. Gel gezmeye gidiyoruz diyerek zorla bindirdikleri arabada kendimi Telli Baba’larda tel sararken mi bulmadım… Ada havası alalım diye götürdükleri yerde sabaha karşı Aya Yorgi’ye mi çıkmadım… Bu kızın kısmeti mi kapalıdır nedir diye başımdan kurşun mu dökmediler… Mükerrem Hanımgillerin bebek mevlüdü var gel mutlaka yoksa çok ayıp olur diye kandırılıp zorla görücüye mi çıkartılmadım… Kız kıza toplanıp iki muhabbet edelim dediğimde illa ki takım elbiseli seme bir oğlanla beni zorla tanıştırmaya mı kalkmadılar….

Tabi arada zavallı iyi niyetli o çocuklara oldu bak yalan yok! Kendimden soğutmak için bazen deli taklidi yaptım, bazen bön bön bakıp ağzımın kenarından salyalarımı akıttım, bazen fal bakıyorum ayağına üç harfliler arkadaşım dedim, bazen hiç adımımı bile atmadığım ciks mekânların müdavimi gibi gösterip hoppa bu kız dedirttim, bazen ukalalık yapıp ezdikçe ezdim karşımdakini…

İlla ki her Türk kızının başına gelenler benim de başıma geldi tabi ki. Bazı girişimleri kahkahayla bazılarını da çemkirerek başımdan savurmayı bildim çok şükür. En sonunda çevremdekiler bezip, aman ne halt edersen et dediler ve ben deriinn bir ohh çektim… İlla biri olmak zorunda değildi bana göre. Ben gayet memnundum bu durumdan. Sevgilim yok oh derdim yok dünya bana güzel modundaydım.

 

Ve bir gün….

Biri çıktı karşıma… Hiç beklemediğim bir anda hazırlıksız yakalandım. Cesaretliydi, dimdik durdu karşımda… Buluşmaya giderken “aman yaa ne olacak sanki tepemi attıracak bir şey yaparsa üstüme kahve dökerim ayy gitmem lazım diyip kaçarım bir daha da görmem!” dedim içimden…

Kaçamadım… Kaçmak istemedim belki de… Ruhumun güven bulduğu o mavi gözlerden kaçmak istemedim. Huzur buldum yanında… Ve o bir çift mavi göz beni sakinleştirdi, ehlileştirdi… Nasıl oldu, ne zaman oldu, hangi ara oldu hiç ama hiç bilmiyorum fakat zaman su gibi akıp geçti ve şu anda sağ elimde alyans var…

Teşekkür ederim mavi gözlü dev adam…

 

Müşteri Dialogları…

müşteri dialogları 1

 

Her işin bir zorluğu vardır derler ki doğrudur da. Ancak her işe özgü zorluk kadar, o mesleğe ait komiklikler ve sektörel jargon da ilginçtir. Pazarda limon satanın da, masa başında oturup proje çizenin de, sanayideki tornacının da aslında en temel işi insandır.  Hal böyle olunca ve memleketimin renkli mozaği de eklenince ortaya şahane anekdotlar çıkıyor.

Hep demişimdir; “Bir gün şu mesleği bırakırsam bunlardan kitap yapacağım!” diye. Mesleği bırakmadım çok şükür ve çok da severek yapıyorum. Kitap da çıkartmadım henüz ama bu yaşanılanları paylaşmanın zamanı geldi sanırım. Uzun yıllardır “satış”cıyım! Ne sattığımın, materyalin bir önemi yok aslında. Önemli olan her gün her çeşit insan tipiyle muhatap olmam.

Yıllarca öyle farklı insanlar tanıdım ki, bazıları oldu beni kendilerine hayran bırakan, bazıları oldu, insanlığımdan utandıran… Hepsine sonsuz teşekkürler.. İyi ki onları tanımışım ki bu kadar çok anı biriktirebilmişim.

Haa baştan uyarayım da sonra tepemde boza pişirmesin bazıları: Burada yazılanların gerçek kurum ve kuruluşlarla ilgisi yoktur. Blogdaki hikâyeler Zoi’nin günlüğünün ve hayal gücünün üründür 🙂 Burada beni yazmış ya da burada anlatılan olay şurada yaşanmış diyen varsa, bu da senin kendi hayal dünyandır cicim 🙂

  MÜŞTERİ DİALOGLARI

Olay 1: Yohh dinine yandımının yastığı!

Yaşlı karı-koca son model sıfır km araçlarını bayiden akşamüstü güle oynaya teslim alırlar. Ertesi gün sabahın köründe, yaşlı adam bayiye bir hışımla girip, yeni arabasının anahtarını satış danışmanı kızcağızın yüzüne fırlatır:

Yaşlı Adam:                “Bu arabada fabrikasyon hatası var, al bunu geri!”

Satış Danışmanı:        “Hayırdır beyefendi sorun nedir?”

Yaşlı Adam:                “O kadar saydın, bu kadar hava yastığı var dediydin ama yohh!”

Satış Danışmanı:        “Nasıl yok?!! Kaza mı yaptınız?”

Yaşlı Adam:                “Yoohh yaaww niye kaza yapayım! Yengenle                     aaaşamleğin baktık yoh! Ora bahtık bura bahtık yohh ulen! Arka koltukların altına da bahhtık bağğaaja da bahtıh yok dinine yandımının yastığı!”

 

Olay 2: Gitmiyor bu araba!

Genç adam yeni evlendiği eşine doğum günü hediyesi olarak otomatik vites bir araba alır. Büyük sürprizler hazırlayarak aracı eşine teslim ettirir. Ertesi gün sabah saatlerinde satış danışmanı kızcağızın telefonu çalar:

Genç Kadın:               “Eşim dün sizden bir araba almış. Bozuk bu araba! Siz insanları kazıklamaya utanmıyor musunuz? Sizi şikâyet edeceğim!”

Satış Danışmanı:        “Hanımefendi yerinizi bildirin servisi göndereyim hemen. Sorun nedir?

Genç Kadın:               “Otomatik vites çalışmıyor!”

Satış Danışmanı:        “Nasıl çalışmıyor? Problem nedir?”

Genç Kadın:               “Arabaya biniyorum. Gideceğim yerin adresini navigasyona yazıyorum ama gitmiyor!”

Satış Danışmanı:        “Sorun navigasyonda mı? Adresi mi bulamıyor?”

Genç Kadın:               “Hayır sorun arabada! Girdiğim adrese beni götürmüyor bu araba.”

Satış Danışmanı:        “Motor da mı problem var? Yoksa gaz yada fren mi? Direksiyonda mı sorun? Şanzıman sorunu mu yaşıyorsunuz peki?”

Genç Kadın:               “Ben o dediklerini bilmiyorum küçük hanım! Ben ehliyetimi yeni aldım tamam mı! Ben bu arabaya oturduğumda gideceğim yeri navigasyona gireceğim ve araba beni oraya götürecek. Ben koltuğumda ojemi sürerken o dediğin zımbırtılar beni istediğim yere götürecek ama bu araba bunu yapmıyor!”

Satış Danışmanı:        “Direksiyonu çevirmeden, gaza frene basmadan mı istediğiniz yere gitmek istiyorsunuz yani?”

Genç Kadın:               “Hahh nihayet anladı o kuş beynin! Senin gibileri de oraya oturtuyorlar yaa pess!”

Satış Danışmanı (Laahavlee çekiyor içinden)“O dediklerinizi ancak siz yan koltukta otururken sadece eşiniz yapabilir hanımefendi. Mümkünse eşinizin aracıyla seyahat edin!”

 

Olay 3: Günaha mı sokacaksın sen beni!

Yaşlı hacı amca arabası teslim alırken, satış danışmanı aracın özellikleri anlatmaktadır. Radyoyu açar yaşlı hacı amca ve radyoda yabancı müzik kanalı denk gelir. Ve o sakin munis adam birden deliriverir.

Yaşlı Hacı Amca:       “Kapaa şunu kapaaa! Tövleler olsun Ya Rabbi”

Satış Danışmanı:        “Noldu hacı amca niye sinirlendin?”

Yaşlı Hacı Amca:        “Sen beni günaha mı sokacaksın? Ecnebi şeyler çalıyo burda! Anama mı küfrediyo karıma mı belli değil tövbeler olsun! Almıyom ben bu arabayı gavurca çalıyo bu meret! Verin benim paramı geri!”

Satış Danışmanı:        “Gel hacı amca ben sana bir kahve söyleyeyim azcık sakinleş bakarız bir çaresine!”

Zavallı paratoner satış danışmanı kızcağız, yaşlı hacı amca kahvesini içerken internetten ilahiler indirir bilgisayarına ve hemen oracıkta bir ilahi CD’si doldurup, arabanın CD playerine yerleştirir. Dini yayın yapan radyoları da kanal hafızasına kaydeder.

Satış Danışmanı:        “Gel hacı amca bir daha bakalım şu arabaya. Aç bakalım şimdi radyoyu, dinle bakalım bu CD’yi!”

Yaşlı Hacı Amca:       “Hahh be gızanım hay Allah razı olsun senden!”

 

Olay 4: O kadar para verdik!

Genç delikanlı yeni almaya düşündüğü aracıyla test sürüşü yapar. Hız ibresi 180’leri falan geçmeye başlayınca zavallı satış danışmanı kızcağız korkudan kapının koluna daha sıkı yapışır. Genç delikanlı bu arada sürekli konuşup, sorular sorar.

Genç Delikanlı:           “Hava yastıklarını da denesek mi!”

Satış Danışmanı:        (Kısacık hayatı film şeridi olarak gözlerinin önünden geçerken

içinden dua eder “Allahcım acı bana, ölümüm bu manyağın elinden olmasın piiliss”)

“Hava yastıklarını denemek mi???!!! Hava yastıkları sadece kaza anında açılır! Lütfen yavaşlayın rica ediyorum!”

Genç Delikanlı:           “O kadar para verecez ne yani hava yastıklarını denemez miyim!”

…………………………………………….

Ömür biter müşteri dialogları bitmez… Daha neler var neler… Devamı gelecek 🙂

 

Bayram…

bayram

Bayramlar benim için çok özeldir. Bütün aile bir arada oluruz. Annemle babam kapıda beklerler gelişimizi. Uzakta olmak zor bee… (Neyse sulu gözlülüğüm tutmasın şimdi.) Bayramı bayram gibi yaşamayı severim ben. Öyle tatile gitmek falan içime sinmez nedense. Neticede her zaman tatile gidilebilir ama bayram sadece 2 defadır yılda. Allah anneme babama sağlıklı uzun ömürler versin, onlar sağ oldukça bayramın tadı var zaten. O yüzden ben de elimden geldiğince kıymetini bilmeye, tadını çıkartmaya çalışıyorum.

Eskiden, babaannemle dedem hayattayken daha neşeliydi bayramlar. Ya da biz çocuktuk da belki de o yüzden öyle geliyordur bilemiyorum… Arife gününden giderdik köyümüze. Çok kalabalık bir aileydik. Amcalar, yengeler, halalar, enişteler, kuzenler kocaman bir aileydik. Dedemin 13 torunuyduk. Rahmetli dedem her torununu ayrı severdi elbette ama nedense sanki beni ayrı tutar gibi hissederdim. Bayram sabahı erkenden kalkardık, dedemi bayram namazı için camiye gönderirken öperdik elini. Dedem kapıdan çıkınca babaannem bütün çocuklarını tek tek uyandırmaya çalışırdı. “Kallkınn leennn buubanız gelmeden giyinin!!” dedi rahmetli. Çok cefakâr kadındı Kara Ayşe. Minnacık boyuyla her şeye koşardı, yetişirdi. Sabah dedem evden çıkarken o çoktan börekleri yapmış olurdu. El açması yufkayla kırma yapardı, maşıngada dızmana pişirirdi (eminim birçoğunuz bunları bilmiyorsunuzdur. Tarifini isterseniz veririm cicim.) Taze sağılmış süt kaynatırdı, bir parmak kaymak olurdu bardakta. Hele bir burun kıvır da o sütü içme!!! “Sarı gıızza süülerim seni teepeeleee!!” derdi.  Sarı kız da babaannemin ineği olur kendisi!

Sofra duası…

Dedem camiden gelmiş, maaile yer sofrasında oturmuş kahvaltı yapardık. Soframızda kendi ağacımızdan zeytinimiz (mutlaka katık edilecek, bir kerede yiyemezsin), babaannemin yaptığı peynir ve bayram sabahına özel sıcacık, dumanı üstünde börekler olurdu. Yer sofrasında oturmanın adabını bileceksin mutlaka yoksa kıçın da bacağın da uyuşur! Sofrada yemeği beğenmeyen birileri olduğunda dedem kinayeli biçimde öksürürdü. Uyarıydı bu! Doysan bile kalkamazsın, önce dedem kalkacak. Yemek bitince de sofra duası okurdu dedem. (İşte onu ezberleyemedim diye çok üzülüyorum. Arapça bir şeyler okurdu, başını bilirdim ama sonunu hep kaçırırdım. Ben de yarım yamalak okurdum. Allahcım günah yazma emi piiliisss)

Sonra sıra en sevdiğim bölüme gelirdi… Bayram harçlığı! Dedemin mendil içine sarıp da verdiği o paranın sevincini asla unutamam. Çok büyük para değildi ama onu harcamaya kıyamazdım, hep saklardım. Babaannemin harçlığı da pötibör bisküvi arasında sıkıştırılmış lokumdu. Hepsini tek tek hazırlar, bazen güllü bazen de sade lokumlu bisküvileri bize verirdi. O tat hala damağımda. Kuzenlerle kavga ederdik seninki sade benimki güllü diye. Sonra da bütün akrabalara bayramlaşmaya, şeker toplamaya giderdik. Babaannem arkamızdan bağırırdı, koşmayın demek isterdi “Siittiirrmeyinnn düşşceenizzz kızannımmm!!” (Off be Kara Ayşe ağlattın beni….)

Dedemle babaannem Anadolu insanıydılar. İkisi de okuma yazma bilmezlerdi. Eskiden okumak kızlara ayıp diye babaannemi okutmamışlar. Dedem de yoksulluktan okuyamamış garibim. Hayatları boyunca hep çalışmışlar, tarlalarda çapa yaparak alın terleriyle çocuklarını okutmuşlar, helal lokma yedirmişler. Hiç okula gitmemelerine rağmen babaannem ve dedem, hayatımda gördüğüm en kültürlü insanlardı. Karıncayı bile incitmezler, yalan söylemezler, acayip dürüst insanlardı. Çok çalışkandılar. Ne zaman bir cizlavet görsem aklıma dedem gelir… Nur içinde yatsınlar…

Şimdiki bayramlar…

Şimdi de bayramlarda çok şey değişmedi aslında. Aynı koşturmaya devam ediyor. Ailenin büyükleri bu dünyadan göç edince telâşe sırası bize geliyor haliyle. Her bayram aynı senaryo değişmiyor. Çay demle, kahve pişir, hangisi orta hangisi sade karıştırma, baklava koy, sarma koy, sofra hazırla, bulaşık yıka, kapıya gelen çocuklara çikolata ver, misafirle sohbet et… Klasik bayram muhabbeti işte… Yaşlı teyzeler en büyük kâbusumdur bayramda. Elimde tepsiyle fırr dönerken etrafta, illa biri kıçımı çimdikler! “Damat yok mu damat, nerde damat?? Ne duruyon sen hala??” Bizimkilerin evlenmiyor musun diye soruşu budur! Geçen bayramda dayanamadım artık tak etti bana, “Eehh yetti bee!!” dedim, dönüverdim kıçımı çimdikleyen hacı teyzeye “Cenazelerde de ben sizi çimdiklicem, ne duruyon sen gitmiyon mu diye!!” dedim!!! Yüzleri kıçımdan daha mor oldu yeminle oohh olsun iyi oldu! Beyaz yerim kalmadı be çimdiklenmekten! Tabi annemden de azarı yemiştim o da ayrı..

Bakalım bu bayramda beni ne sürprizler bekliyor… Ama sürprizin kralını ben anneme yapacağım sanırım. Büyük bomba var bayramda… Tansiyonu şekeri falan fırlamasa bari… Bakalım neler olacak….