27.03.2017 Views

ÂŞIK VEYSEL

Marti%20Mart%20Sayisi

Marti%20Mart%20Sayisi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Mart 2017<br />

Sayı: 03<br />

ÜCRETSİZDİR<br />

SARIYER BELEDİYESİ KENT KÜLTÜRÜ VE YAŞAM DERGİSİ<br />

“Koyun kurt ile gezerdi<br />

Fikir başka başk’olmasa”<br />

<strong>ÂŞIK</strong> <strong>VEYSEL</strong><br />

l Zülfü Livaneli l İbrahim Baştuğ l Vecdi Çıracıoğlu l Metin Yeğin l Salih Bolat l Halil Genç l Aslan Özdemir<br />

l Mesut Kara l Cem Gürdeniz l Setenay Özbek l Gülşen İşeri l Erkan Doğanay l İsmail Bakar l Zeynep Şen


“DÖRT MEVSİM<br />

YAŞAYAN SARIYER”<br />

SARIYER BELEDİYESİ<br />

ÖDÜLLÜ FOTOĞRAF YARIŞMASI<br />

www.sariyer.bel.tr<br />

Sariyerbld SariyerBelediye Sariyer.tv.tr<br />

ÇAĞRI MERKEZİ<br />

4441<br />

722<br />

SON BAŞVURU TARİHİ<br />

11 Ağustos 2017


editör<br />

Aslan yazacak<br />

Başlık<br />

ŞÜKRÜ GENÇ<br />

Sarıyer Belediye Başkanı<br />

YAZI GELİYOR<br />

Mart 2017<br />

Sayı: 03<br />

ÜCRETSİZDİR<br />

SARIYER BELEDİYESİ KENT KÜLTÜRÜ VE YAŞAM DERGİSİ<br />

Yeşil<br />

yesilmarti@sariyer.bel.tr<br />

Mart 2017<br />

Sayı: 03<br />

Sahibi: T.C. Sarıyer Belediyesi adına ŞÜKRÜ GENÇ<br />

“Koyun kurt ile gezerdi<br />

Fikir başka başk’olmasa”<br />

<strong>ÂŞIK</strong> <strong>VEYSEL</strong><br />

l Zülfü Livaneli l İbrahim Baştuğ l Vecdi Çıracıoğlu l Metin Yeğin l Salih Bolat l Halil Genç l Aslan Özdemir<br />

l Mesut Kara l Cem Gürdeniz l Setenay Özbek l Gülşen İşeri l Erkan Doğanay l İsmail Bakar l Zeynep Şen<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

CENGİZ KAHRAMAN<br />

kahramance@gmail.com<br />

Genel Koordinatör<br />

İSMAİL ERDEM<br />

ismailerdem67@gmail.com<br />

Yayın Kurulu<br />

Halil Genç<br />

Vecdi Çıracıoğlu<br />

Filiz Coşkun<br />

Cengiz Kahraman<br />

Aslan Özdemir<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

ÖNDER KÖMÜR<br />

onderkomur1983@gmail.com<br />

Adres: Yaşar Kemal Kültür Merkezi, Derbent Mahallesi<br />

Akgün Caddesi No: 1 Sarıyer / İstanbul www.sariyer.bel.tr<br />

Editör<br />

ASLAN ÖZDEMİR<br />

aslan.ozdemir@gmail.com<br />

Yapım: MAVİ MEDYA<br />

Kreatif Yönetmen<br />

MUSTAFA GÖKMEN<br />

mustafagokmene@gmail.com<br />

Yayın Koordinatörü<br />

VECDİ ÇIRACIOĞLU<br />

aslan.ozdemir@gmail.com<br />

Halaskargazi Cad. Badur İşhanı No:20 K:7<br />

Şişli 34371 İSTANBUL Tel: 0212 241 21 39<br />

Baskı<br />

Turkuvaz<br />

Haberleşme<br />

ve Yay. A.Ş.<br />

Sabah Matbaa<br />

Tesisleri<br />

Sancaktepe /<br />

İstanbul<br />

Tel:<br />

0216 585 90 00<br />

Aylık süreli yayındır.<br />

Kapak Resmi: Hüseyin Işık<br />

3


Yeşil<br />

DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />

4<br />

İBRAHIM BAŞTUĞ<br />

Halk şairi mi,<br />

halkevi şairi mi?<br />

Âşık Veysel<br />

Âşık Veysel’in 5 Kasım 1931’de Sivas’ta katıldığı Âşıklar Bayramı’nda çekilen fotoğrafı.<br />

SIVAS’IN Şarkışla ilçesine bağlı<br />

Sivrialan köyünde yaşayan Gülizar<br />

her zamanki gibi Ayıpınar merasına<br />

koyunların sütünü sağmaya gitti.<br />

Karnında taşıdığı bebeğin doğum<br />

zamanının gelmesi, Gülizar’ın koyun<br />

sağması kadar doğal ve sıradandı.<br />

Gülizar doğurduğu oğlanın göbeğini,<br />

ihtimal taşı taşa vurarak kesmiş, yine<br />

muhtemeldir ki entarisinden yırttığı bir<br />

bez parçasına sararak köye dönmüştü.<br />

Yürüyerek tabii!<br />

Büyüyüp eline aldığı sazla<br />

bütünleşince “Üçyüzonda gelmiş idim<br />

cihana” diyecek çocuğun adı Veysel’di.<br />

Eski takvim hesabıyla 1310 yeni takvimde<br />

1894’e denk düşmektedir. Uzun ince,<br />

hazin ve incelikli ol hikâyat böyle başladı.<br />

Veysel de bütün yaşıtları gibi, dağılma<br />

sürecine girmiş imparatorluğun ücra bir<br />

köyünde düşe kalka okul çağına geldi.<br />

Tam okula başlayacakken köyü çiçek<br />

salgını bastı; Veysel’in sol gözü görmez<br />

oldu. Çok geçmeden öteki gözünü de bir<br />

kazada... küçük Veysel görme yetisini<br />

tamamen yitirdi.<br />

Denir ki: “Babası da şiire meraklı,<br />

bir saz vermiş Veysel’in eline. Halk<br />

ozanlarından da şiirler okuyup<br />

ezberleterek avutmağa çalışmış oğlunu.”<br />

Sivas’ın Divriği ilçesine bağlı Çamşıhı<br />

köyünden Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) ders<br />

aldı. Ali Ağa, Veysel’in babası Ahmet<br />

Ağa’nın arkadaşıydı. Veysel Pir Sultan<br />

Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati gibi<br />

ustaların deyişlerini çalıp söylemeye<br />

başladı.<br />

Birinci Dünya Savaşı, imparatorluğun<br />

dağılışını hızlandırmış, elde kalan son<br />

topraklarda yeni bir devlet, yeni bir<br />

dünya kurma mücadelesi başlamıştır.<br />

Yani 1920’li yıllar... Veysel o yılları şöyle<br />

anar:<br />

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet<br />

Düşmanı denize dökerken millet<br />

Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet<br />

Kılıç vurmak için düşman başına.”<br />

Genç Veysel’i akrabalarından Esma<br />

ile evlendirdiler. Bir kızları, bir oğulları<br />

oldu. Oğlan daha on günlükken öldü.<br />

Genç Veysel bu yıllarda peşi peşine<br />

annesini ve babasını da kaybetti. Küçük<br />

kızı henüz altı aylıktı; eşi Esma evlerinin<br />

yanaşmasıyla kaçtı. Yapayalnız kalan<br />

Veysel küçük kızını iki yıl yaşatabildi.<br />

İkinci kez evlendiğinde yıl 1928’di.<br />

Yaşamını sonuna dek paylaşacağı,<br />

kızlarının ve oğullarının anası Gülizar,<br />

Hafik’in Karayaprak köyündendi.<br />

YILDIZININ PARLADIĞI AN<br />

Cumhuriyet kurulmuş, genç ve<br />

idealist öğretmenler Anadolu’ya<br />

dağılmıştı. Bunlardan biri de 1930-1934<br />

yılları arasında Sivas Lisesi’nde görev<br />

yapan Ahmet Kutsi Tecer’di. Bugün<br />

neredeyse bir vecizeye dönen ünlü<br />

“Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim<br />

köyümüzdür/ Gezmesek de, tozmasak<br />

da/ O köy bizim köyümüzdür” şiirinden<br />

tanıdığımız Ahmet Kutsi Tecer, 37 yaşına<br />

geldiği halde köyünden dışarı çıkmayan<br />

Veysel’in yaşamında bir dönüm noktası<br />

oldu. Sivas’ta il milli eğitim müdürlüğü<br />

de yapan Ahmet Kutsi Tecer, kenti<br />

karış karış dolaşıp folklorik derlemeler<br />

yapıyordu. O sıralar Sivas’ta bulunan<br />

Muzaffer Sarısözen ile Halk Şairleri<br />

Koruma Derneği’ni kurdu. Dernek<br />

ilk iş olarak 5 Kasım 1931’de Sivas’ta<br />

“Halk Şairleri Bayramı”nı düzenledi.<br />

Sivas ve çevresinden 15 halk şairinin<br />

katıldığı etkinlik üç gün sürdü. Basının<br />

da ilgi göstermesiyle yurt çapında yankı<br />

uyandıran etkinlik nedeniyle Devlet<br />

Demiryolları’nın Ankara-Sivas arasındaki<br />

tren biletlerinde indirimli tarife uyguladığı<br />

edebi kaynaklara geçti. Bayramın iki<br />

yıldızı vardı: Âşık Veysel ve Talibi Coşkun.<br />

Ahmet Kutsi Tecer, Veysel’in<br />

köyünden çıkmasına vesile olan etkinliği<br />

düzenlemekle kalmayıp daha sonra<br />

yükseköğretim genel müdürü olunca<br />

onun köy enstitülerinde saz öğretmenliği<br />

yapmasını da sağladı.<br />

Ankara’da Folklor Araştırmaları<br />

Kurumu’nun 1980 Nisan’ında düzenlediği<br />

Ahmet Kutsi Tecer’i anma gününde eşi<br />

Melahat Tecer’in anlattığına göre; Sivas<br />

Halk Şairleri Bayramı’na katılan halk<br />

şairlerine dernekçe yolluk ve harçlık<br />

niyetine bir miktar para verilir. Sıra<br />

Veysel’e geldiğinde “Bizim derneğe<br />

para vermemiz lazım, çünkü bize değer<br />

verdiniz, köyümüzden buraya getirip<br />

dinlediniz, dinlettiniz” diyerek paranın<br />

yarısını derneğe bırakır. Yine Melahat<br />

Tecer anlatmıştır: Sık sık Tecer’leri<br />

ziyarete gelen Veysel, Melahat Hanım’ın<br />

temizliğe düşkünlüğünü bildiğinden<br />

yanında daima yedek bir çift çorap<br />

bulundurur, kapının önünde değiştirir.<br />

Yeri gelmişken değinmeden<br />

geçemeyeceğim: Kül (Can Yay., 2001) adlı<br />

kitabımdaki “İnce âşıktır, çantasında bir<br />

çift yedek çorapla dolaşır Veysel” şiirini<br />

(tek dizelik bir şiir) bu olayın esiniyle<br />

yazmış, ustayı selamlamıştım.<br />

YENI BIR OZAN İMGESI<br />

YARATTI<br />

Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri,<br />

Cumhuriyetin onuncu yılı için söylediği<br />

“Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası” dizesiyle<br />

başlayandır. Bu tarihe kadar kendisinden<br />

önceki saz şairlerinin deyişlerini çalıp<br />

söyleyen Veysel artık kendi sözünü<br />

sazına katık etmeye başlar.<br />

Atatürk’e yazdığı destanı huzurda<br />

okumak arzusuyla köyünden yola düşen<br />

Veysel’in Ankara’ya varması üç ay sürer.<br />

Yanında arkadaşı İbrahim’le Ankara’da<br />

aylarca bekler Atatürk’ün huzuruna kabul<br />

edilmeyi ama olmaz. Hakimiyet-i Milliye<br />

(sonraki adıyla Ulus) gazetesinde üç<br />

gün yayımlanan destanına Atatürk’ten<br />

herhangi bir tepki gelmeyince Ankara’dan<br />

ayrılır.<br />

Veysel’in gerçek bir saz şairi gibi<br />

köy köy dolaşarak deyişlerini çalıp<br />

söylemesi bundan sonradır. Öte yandan<br />

Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla köy<br />

enstitülerinde saz öğretmenliği yapması<br />

birçok aydın sanatçıyla tanışmasına<br />

neden oldu ve tabii şiirini etkiledi. Veysel<br />

sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler,<br />

Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar köy<br />

enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı.<br />

Veysel şiirlerini ilk kez 1944’te<br />

Deyişler adıyla kitaplaştırdı. Sazımdan<br />

Sesler (1950) ikinci kitabı. Daha sonra<br />

şiirleri toplu basıldı: Âşık Veysel-Hayatı<br />

ve Şiirleri (1963), Dostlar Beni Hatırlasın<br />

(1970). İzleyen dönemde türküleri


Ara Güler’in 1961 yılında çektiği fotoğrafta Veysel ve köyü…<br />

Cahit Külebi<br />

“Veysel’in<br />

şiirlerinde, gerek<br />

halkevleri ve<br />

devlet ozanlığı,<br />

gerekse Köy<br />

Enstitüleri<br />

konuları açıkça<br />

görülmektedir”<br />

diyor. Külebi, bir<br />

başka yazısında<br />

ise Veysel’i<br />

“Cumhuriyetin<br />

ozanı” dediği<br />

Behçet Kemal<br />

Çağlar ile<br />

kıyaslıyor:<br />

“Veysel bütün<br />

halk ozanları<br />

gibi, halk şiirinin<br />

geleneğinden,<br />

söz haznesinden,<br />

imge dünyasından<br />

yararlanmıştır.<br />

Hatta dindışı<br />

ozanlar gibi, dinsel<br />

temellerden de<br />

zaman zaman<br />

yararlanmıştır.<br />

plaklara alındı. 1952 yılında Veysel’e büyük<br />

bir jübile düzenlendi. Türkiye Büyük Millet<br />

Meclisi, Veysel’e “Anadilimize ve milli<br />

birliğimize katkılarından dolayı” 1965<br />

yılında aylık bağladı.<br />

Âşık Veysel şiirlerinde ağırlıklı olarak<br />

Atatürkçülüğü işledi ve gezdiği her yerde<br />

Atatürkçülüğü yayma çabasıyla dikkat<br />

çekti. Bu tavrı nedeniyle “Halkevi şairi”<br />

diye nitelendi. Bu bir yönüyle Veysel’in<br />

Cumhuriyet değerlerini yücelten şiirlerine<br />

yaslanıyor, bir yönüyle de onun “halk<br />

şairi” olmadığı yargısını içeriyor. Ortalama<br />

bir halk şairi olmadığı doğru; iktidar el<br />

değiştirip köy enstitüleri kapatıldıktan,<br />

Halkevleri işlevsizleştirildikten sonra da<br />

onun yıldızı parlamaya devam etti. Demek<br />

ortada başka bir şey vardı. Bir başkalık,<br />

özgünlük!<br />

Başta Ülkü olmak üzere, zamanının<br />

dergilerinde yayımladığı şiirlerdeki tavrıyla<br />

âşık tarzını modern şiire yaklaştıran<br />

başarılı örneklere imza attı. Doğayı konu<br />

alan şiirlerindeyse lirizmin doruklarına<br />

ulaştı. Ahmet Kutsi Tecer “Âşık Veysel’in<br />

kanımca en büyük özelliği burada<br />

geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk<br />

dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır<br />

didaktik yan da böylece arınıyor” diye<br />

değerlendirirken sözü Enver Gökçe’ye<br />

bırakıyor: “Halk şairlerimizin eserlerinde<br />

ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı<br />

klasik şark edebiyatının estetiğinde<br />

önemli bir yer tutan idealizm meyli ve bu<br />

meylin halk şiirinde işleyen mücerretlik<br />

vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen<br />

unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı<br />

duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı<br />

egemen bir karakteri olmamasına rağmen<br />

mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış<br />

anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”<br />

(Âşık Veysel, Kültür Bakanlığı, s. 26,<br />

Ankara 1999)<br />

Cahit Külebi’ye göreyse o halk şiiri<br />

geleneğinin en büyük beş isminden<br />

biridir: “XIII. yüzyılda Yunus Emre<br />

ile başlayıp, XVI. yüzyılda Pir Sultan<br />

Abdal’da, XVIII. yüzyılda Karacaoğlan’da,<br />

XIX. yüzyılda Dadaloğlu’nda ortaya<br />

çıkan odaklaşmanın son halkası<br />

olarak, toplumsal oluşum, Veysel’i<br />

kendi koşulları ve yeteneği ölçüsünde<br />

yaratmıştır.” (Şiir Her Zaman, Başak<br />

Yay., 1985)<br />

Öte yandan Külebi aynı yazıda<br />

“Veysel’in şiirlerinde, gerek halkevleri ve<br />

devlet ozanlığı, gerekse Köy Enstitüleri<br />

konuları açıkça görülmektedir” diyor.<br />

Külebi, aynı kitaptaki bir başka yazısında<br />

ise Veysel’i “Cumhuriyetin ozanı” dediği<br />

Behçet Kemal Çağlar ile kıyaslıyor:<br />

“Veysel bütün halk ozanları gibi, halk<br />

şiirinin geleneğinden, söz haznesinden,<br />

imge dünyasından yararlanmıştır. Hatta<br />

dindışı ozanlar gibi, dinsel temellerden<br />

de zaman zaman yararlanmıştır. Ama,<br />

bütün bunların yanı sır bütün halk<br />

ozanlarımız içinde, 20. yüzyıl Türkiye<br />

Cumhuriyetinde yaşadığını Veysel kadar<br />

belirleyen hiçbir kimse yoktur. Hatta,<br />

denilebilir ki, Cumhuriyetin ozanı Behçet<br />

Kemal Çağlar bile Veysel ölçüsünde o<br />

çağı yansıtamamıştır. Bir başka deyimle<br />

Veysel, halk geleneğine dayalı bir<br />

aydın gibi yazmıştır. Elbette yazabildiği<br />

ölçüde.”<br />

“Halk geleneğine dayalı bir aydın<br />

gibi” tanımlaması Veysel’in serüveninin<br />

özeti sayılabilir. Ahmet Kutsi Tecer<br />

tarafından keşfedildikten sonra<br />

genç Cumhuriyetin hem derlemeler<br />

yoluyla halk kültürü araştırmalarını<br />

özendirdiği, hem de Veysel gibi ozanları<br />

eğitim sitemi içinde değerlendirdiği<br />

bir süreçte, bu etkileşim kaçınılmazdı.<br />

Neredeyse kırk yaşına kadar hiç<br />

kendi imzasını taşıyan şiir çalıp<br />

söylememiş olan Veysel’in ilk şiirleri<br />

bu etkileşimden dolayı Cumhuriyet,<br />

Atatürk ve uygarlık konuluydu. Bu ilk<br />

şiirlerin yer yer pırıltılı dizelere karşın<br />

didaktik üretimler olduğunda herkes<br />

birleşiyor. Bu anlaşılabilir bir durum.<br />

Anlaşılması zor olan şu ki; kırkından<br />

sonra şiir yazmaya başlayan bir saz<br />

şairi, üstelik küçüklüğünden beri iki gözü<br />

de görmediği için bilgiye yalnızca kulakla<br />

ulaşabildiği halde böylesine özgün bir<br />

şiire nasıl ulaşabildi? Onun özgünlüğü<br />

işte burada gizli.<br />

Külebi onun bu özgünlüğünü,<br />

şiirlerinin giriş dizelerinden seçtiği<br />

örneklerle şöyle gösteriyor:<br />

“Saklarım gözümde güzelliğini<br />

Aşkın beni ilden ile gezdirdi<br />

Dünyada tükenmez bir murad imiş<br />

Dalgın dalgın seyreyledin alemi<br />

Şu geniş dünyaya uymayan gönlü<br />

Bir hayal peşinde dolandım durdum<br />

Dünya geniş idi şimdi daraldı<br />

Asırlar elinde bir tesbih gibi<br />

Hayal bana yakın, yar bana uzak<br />

Bir kökte uzamış sarmaşık gibi<br />

Çırpınıp içinde döndüğüm deniz<br />

Türlü türlü seda verir ağaçlar<br />

Türküz türkü çağırırız<br />

Gine mi ağladın kirpikler nemli<br />

Ağlayı ağlayı vardım pınara<br />

Yıllarca aradım kendi kendimi<br />

Bir küçük dünyam var içimde benim”<br />

Ölümcül hastalığı 1971 yılında<br />

başladı; 21 Mart 1973’te yaşama<br />

veda etti. “Mezarımın üzeri betonla<br />

kapatılmasın, ot bitsin, koyun yesin,<br />

süt olsun, kuzu olsun, et olsun,<br />

memlekete hizmet olsun” demişti;<br />

doğduğu köyde toprağa verildi. Uzun<br />

ince yolunu incelikli sözlerle bezedi.<br />

Hazin hayatından şaşılası bir sevecenlik<br />

damıttı. Fötr şapkası, kucağında sazı,<br />

kapalı gözleri ve açık gönlüyle yepyeni<br />

bir ozan imgesi yarattı. Heykelleri ve<br />

mum canlandırmaları yurdun dört bir<br />

köşesinde bu imgeyi çoğaltıyor. n<br />

5


Yeşil<br />

DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />

ERKAN DOĞANAY<br />

‘Dostlar beni hatırlasın’<br />

Aşık Veysel’in şiirlerinin konuları, “Aşk”, “Din ve Tasavvuf”, “Tabiat”, “Gurbet ve Ayrılık” ve “Sosyal Konular”<br />

ana başlıkları altında toplamak mümkündür. “Benim sadık yarim kara topraktır” diyen Aşık Veysel hayatı<br />

boyunca, toprakla insanın bağı üzerinde durdu... Büyük halk ozanını ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.<br />

İKI yıl önceydi; Aşık Veysel’in hayatını<br />

anlatacak belgesel bir sergi düzenleyecektim.<br />

Ozan’ın yaşadığı köyü<br />

görebilmek, şimdilerde müze olan<br />

evini incelemek, bulunduğu çevreyi soluyabilmek<br />

için ve birazda bu sergiye<br />

malzeme toparlayabilmek umuduyla<br />

Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan<br />

Köyü’ne gitmiştim. Yanılmıyorsam<br />

Aralık ayının son günleriydi, sisli ve<br />

soğuk havada iki günümü geçirmiştim.<br />

Elimde kendi anlatımlarından hayatını<br />

okuduğum Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hazırlamış<br />

olduğu “Dostlar Beni Hatırlasın”<br />

adlı kitap, bir yanda ise akrabaları<br />

ile konuşmalarımdan edindiğim notlar.<br />

Büyük Ozan’ın köye tepeden bakan<br />

mezarı başında 1894 Sonbaharını<br />

düşündüm. Muhtemelen yine böylesi<br />

sisli ve soğuk bir hava olmalıydı diye<br />

geçti aklımdan. Oturdum saz işlemeli<br />

mezar taşının yanına ve onun içinde<br />

bir sigara tüttürdüm.<br />

İşte o binsekizyüzdoksandört<br />

yılının sonbaharında, Karacaahmet’le<br />

Gülizar’ın bir oğulları olmuştu. Gülizar,<br />

o kesif havada koyun sağmaktan<br />

dönerken doğurmuş oğlunu. Kadınlık<br />

o zamandan beri zor zanaattır<br />

Anadolu’da. Veysel koymuşlar oğlanın<br />

adın. Yedi yaşına kadar tüm çocuklar<br />

gibi koşmuş, oynamış Veysel. Kendisi<br />

de böyle anlatır çocukluğunu. O<br />

masum çocukluk günlerinde çiçek<br />

salgını ortalığı kırıp geçirmekteymiş.<br />

İki kız kardeşi çiçek hastalığı yüzünden<br />

hayatını kaybetmiş. Derken Veysel de<br />

bu melun hastalığa yakalanmış.<br />

O günleri şöyle anlatıyor Büyük<br />

Ozan: “Çiçeğe yatmadan evvel anam<br />

güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek<br />

beni çok seven Muhsine kadına<br />

göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O<br />

gün çamurlu bir gündü, eve dönerken<br />

ayağım kayarak düştüm. Bir daha<br />

kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım...<br />

Çiçek zorlu geldi. Sol gözümde çiçek<br />

beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun<br />

zorundan olacak, perde indi. O gün<br />

bugündür dünya başıma zindan”.<br />

Veysel’in sol gözünü, babası tedavi<br />

ettirmek ister; ancak bir kaza sonucu<br />

Veysel bu gözünü de kaybeder. Küçük<br />

kız kardeşidir artık Veysel’in gözü.<br />

Nereye gitse Elif yanındadır. Artık<br />

okuyamayacak olan Veysel’i, babası,<br />

üç telli kırık sazıyla Ortaköy’deki<br />

Mustafa Abdal tekkesine götürür.<br />

Veysel ilk başlarda çok acemidir.<br />

Zaman zaman şevki kırılır ve sazını<br />

bırakır. Babasının da ısrarıyla sazı<br />

“Gözlerimi<br />

kaybettiğim zaman babam<br />

elime saz verdi, ‘çocuk<br />

varsın oyalansın’ dedi.<br />

Sonra da Pir Sultan Abdal,<br />

Hüseyin, Kul Sabri, Veyselî,<br />

Kemter Baba, Veli ve<br />

Sıtkı’dan demeler söyleyip<br />

ezberletti.<br />

eline yeniden alır. Bu konula ilgili de<br />

şöyle der: “Gözlerimi kaybettiğim<br />

zaman babam elime saz verdi, ‘çocuk<br />

varsın oyalansın’ dedi. Sonra da Pir<br />

Sultan Abdal, Hüseyin, Kul Sabri,<br />

Veyselî, Kemter Baba, Veli ve Sıtkı’dan<br />

demeler söyleyip ezberletti. İşte ilk<br />

tanıdığım şairler bunlardır.” Veysel’e,<br />

ilk derslerini Molla Hüseyin verir.<br />

Veysel’in ustalaşmasındaysa sık sık<br />

Emlek yöresine gelen Divriği’nin<br />

Çamşıhı yöresi saz ustalarından Ali<br />

Resim: Bahri Genç<br />

Ağa’nın büyük oranda rolü vardır.<br />

Veysel, yirmili yaşlarında, artık<br />

iyi bir saz ustasıdır. Önceleri çevre<br />

köylerde düğünlere saz çalmaya<br />

gider; daha sonraları da çevre<br />

illerin köylerine. 1919’da yirmi beş<br />

yaşındayken evlenir. Bunu takip eden<br />

iki yıl içinde de anne ve babasını<br />

kaybeder Veysel. İlk karısıyla sekiz<br />

yıl evli kalır ve karısı onu terk eder.<br />

Bu evlilikten doğan ilk çocuğu on<br />

6


Dostlar Beni<br />

Hatırlasın<br />

Ben giderim adım kalır<br />

Dostlar beni hatırlasın.<br />

Düğün olur bayram gelir<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Can kafeste durmaz uçar<br />

Dünya bir han, konan göçer<br />

Ay dolanır yıllar geçer<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Can bedenden ayrılacak<br />

Tütmez baca yanmaz ocak<br />

Selam olsun kucak kucak<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Ne gelsemdi, ne giderdim<br />

Günden güne arttı derdim<br />

Garip kalır yerim yurdum<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Açar solar türlü çiçek<br />

Kimler gülmüş kim gülecek<br />

Murat yalan ölüm gerçek<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Gün ikindi akşam olur<br />

Gör ki başa neler gelir<br />

Veysel gider adı kalır<br />

Dostlar beni hatırlasın<br />

Aşık Veysel ŞATIROĞLU<br />

Aşık Veysel ve Ümit Yaşar Oğuzcan, Sivrialan Köyü.<br />

Aşık Veysel’in “Dostlar<br />

Beni Hatırlasın” adlı<br />

şiirine karşılık, Ümit Yaşar<br />

Oğuzcan, cevap niteliğindeki<br />

“Dostlar Seni Unutur Mu?”<br />

adlı şiiri yazmıştır.<br />

günlükken ölür. Karısının, Veysel’i<br />

terk ettiğinde, kucağındaki altı<br />

aylık kızı da daha sonra hastalığa<br />

yakalanıp vefat eder. İkinci karısının<br />

ismi Gülizar’dır. Veysel’le Gülizar’ın<br />

ikisi erkek, dördü kız altı çocukları<br />

olur. Aşık Veysel’in, 1930’lu yıllarda<br />

Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan<br />

Ahmet Kutsi Tecer ile tanışması<br />

hayatına yeni bir yön verir. 1933’e<br />

kadar Veysel, usta ozanların şiirlerini<br />

okur. Bu tarihte, Cumhuriyetin 10.<br />

Yılı sebebiyle Ahmet Kutsi Tecer<br />

yönetiminde, bütün halk şairleri<br />

şiirler yazarlar. Bunların içinde Aşık<br />

Veysel’in de “Atatürk’tür Türkiye’nin<br />

ihyası”... dizesiyle başlayan bir şiiri<br />

vardır. Böylelikle Aşık Veysel’e de<br />

ülkeyi dolaşma fırsatı doğar.<br />

Hakkında yazılan kitaplardan<br />

en bilineni Ümit Yaşar Oğuzcan’ın<br />

hazırladığı “Dostlar Beni Hatırlasın”<br />

adlı kitaptır. Aşık Veysel’in şiirlerinin<br />

toplandığı, dikkate değer bir yayındır.<br />

Kitabın, ilki 1970 tarihini taşıyan,<br />

toplam dokuz baskısı var. Kitabın<br />

başında, Aşık Veysel Şatıroğlu’nun<br />

yaşam öyküsünün anlatıldığı,<br />

Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından<br />

hazırlanmış dört sayfalık bir metin<br />

bulunur. Bu metnin arkasından,<br />

“Halk Şiiri ve Aşık Veysel” başlığı<br />

altında Aşık Veysel’in sanatının ele<br />

alındığı, Sabahattin Eyüboğlu’nun<br />

makalesi gelir.<br />

Dönemin gazetelerinde Aşık Veysel....<br />

Dostlar seni<br />

unutur mu?<br />

Doldurulmaz yerin senin<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Hiç sönmezdi nurun senin<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Tertemiz bir özün vardı<br />

Apaydınlık yüzün vardı<br />

Söylenecek sözün vardı<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Her gerçeği gören sendin<br />

Aşk sırrına eren sendin<br />

Gönüllere giren sendin<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Çektin, yazdın ve söyledin Verdin,<br />

almak istemedin<br />

Sadık yarim toprak dedin<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Hiç kimseyi incitmedin<br />

Kalp kırmadın,<br />

kin gütmedin Dostlarını<br />

unutmadın<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Şiirde sağlam temeldin<br />

İnsanlıkta en güzeldin<br />

Biz bir UMİT,<br />

sen <strong>VEYSEL</strong>’DİN<br />

Dostlar seni unutur mu?<br />

Ümit Yaşar Oğuzcan<br />

7


Yeşil<br />

DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />

ZÜLFÜ LİVANELİ<br />

Resim: Abdullah Sarışen<br />

Aşık Veysel’in şiirlerinin konuları, “Aşk”,<br />

“Din ve Tasavvuf”, “Tabiat”, “Gurbet ve<br />

Ayrılık” ve “Sosyal Konular” ana başlıkları<br />

altında toplamak mümkündür. “Benim<br />

sadık yarim kara topraktır” diyen Aşık<br />

Veysel hayatı boyunca, toprakla insanın<br />

bağı üzerinde durur. İnsanların yaşamda<br />

acı çekmeden; “Öz”e ulaşamayacaklarını<br />

düşünür ve şöyle der: “Farzedin ki içinde<br />

cevher olan bir dağ var. Dağın cevherini<br />

meydana çıkarmak için onu kazmak,<br />

yaralamak lazım. Aynı şekilde insan da büyük<br />

ıstıraplar ve yaralara maruz kalırsa aynı<br />

şekilde, o da ‘eğer varsa’ cevherini meydana<br />

çıkarır.”<br />

Aşık Veysel, TRT repartuarına girmiş bir<br />

ozan ve günümüzde şiirlerinin, türkülerinin<br />

unutulmadığı bir halk şairidir. Bedri Rahmi<br />

Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı, Metin<br />

Erksan’ın ilk filmi olarak Veysel’in hayatını<br />

anlatan Karanlık Dünya/Aşık Veysel’in<br />

Hayatı adlı film 1952 yılında çekilir. Fakat<br />

filmin birçok sahnesi sansüre uğrar ve kesilir,<br />

ancak sonrasında gösterim izni verilir. Köy<br />

Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine<br />

Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla<br />

Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu,<br />

Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz<br />

öğretmenliği yapar. 1965 yılında Türkiye<br />

Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Aşık<br />

Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize<br />

yaptığı hizmetlerden ötürü”, 500 lira aylık<br />

bağlar.<br />

8<br />

960 ve 70’li yıllarda<br />

müziğe yön veren önemli<br />

isimlerden Fikret Kızılok ve Erol<br />

Büyükburç Aşık Veysel’i köyünde<br />

ziyaret ederler. Fikret Kızılok,<br />

Aşık Veysel’den o kadar etkilenir<br />

ki, sonrasında yaptığı pek çok<br />

albümünde onun bestelerine ve<br />

şiirlerine yer verir.<br />

1960 ve 70’li yıllarda müziğe yön veren<br />

önemli isimlerden Fikret Kızılok ve Erol<br />

Büyükburç Aşık Veysel’i köyünde ziyaret<br />

ederler. Fikret Kızılok, Aşık Veysel’den o<br />

kadar etkilenir ki, sonrasında yaptığı pek<br />

çok albümünde onun sözlerine, bestelerine<br />

ve şiirlerine yer verir. Hatta kazanmış<br />

olduğu müzik ödüllerini bile Veysel’e<br />

vermek ister. Çünkü ona göre tanıştıktan<br />

sonra albümüne yön veren Büyük Ozan’ın<br />

sözleri ve türküleri olmuştur. Kızılok, Aşık<br />

Veysel öldüğünde de mezarı başındadır<br />

ve ozanın sazını da bir daha çalınmamak<br />

üzere mezarı başında Kızılok parçalamıştır.<br />

Aşık Veysel, son konserini 15 Ağustos<br />

1971’de Hacıbektaş’ta verir. Aynı tarihlerde<br />

yapılan bir sağlık kontrolünde Aşık<br />

Veysel’in, akciğer kanseri olduğu anlaşılır.<br />

Ozan, 21 Mart 1973 günü sabaha doğru saat<br />

3.30’da vefat eder. n<br />

Aşk olmasa<br />

ANKARA yazlarının güneşli ve tembel öğle<br />

sonlarından biri. Saate bakıyorum: 3. Jean Paul<br />

Sartre’ın o sıralarda kahverengi kapaklı Bulantı<br />

romanını okuyorum. Kitabın bir yerinde şöyle<br />

bir cümle geçiyor: “Öğleden sonra 3, bir şey<br />

yapmak için ya çok geçtir ya da çok erken”<br />

İlerki yıllarda bu kuralın, dünyanın birçok ülkesi<br />

için geçerli olduğunu görüp hayretten hayrete<br />

düşeceğim. Ama o gün, akıp giden zamanın<br />

anlamsızlığını bozmak için 33 devirli kara bir<br />

plağı çekip, Dual pikaba yerleştiriyorum. O<br />

zamanlar Dual pikap sahibi olmak, bugün<br />

müzik mikserlerinin Rolls Royce’u olan Solid<br />

State Logic’e ulaşmak gibi bir şey. Dual’in zayıf,<br />

kırılgan kolunu kaldırıp, tozları üflüyorum ve<br />

kristal iğneyi binbir itinayla, siyah PVC’nin ses<br />

çizgilerinin başlamamış olduğu parlak bölüme<br />

bırakıyorum. Dual hoporlör cızırdamaya<br />

başlıyor.<br />

Bugünün dijital<br />

ses ortamına hiç<br />

benzemeyen,<br />

dip sesler<br />

dolduruyor<br />

odamı. Daha<br />

sonra da yaşlı,<br />

yorgun ama<br />

bir o kadar da bilge bir ses; “Yedi yaşına<br />

kadar ben de herkes gibi güldüm, seğirttim,<br />

oynadım” diyor. “Yedi yaşında çiçekten iki<br />

gözlerimi kaybettim.” Konuşma bitince sazının<br />

tellerine dokunuyor ve inim inim inleyen bir<br />

sesle söylemeye başlıyor “Murat yalan, ölüm<br />

gerçek / Dostlar beni hatırlasın.” Sazı bir başka<br />

çalıyor. Saz Veysel’in elinde dile geliyor ve<br />

“İçim oyuk / Derdim büyük!” diyerek neden<br />

inlediğini anlatmaya çalışıyor. Büyük bir zevkle<br />

Veysel dinlemeye başlıyorum. Ankara Maarif<br />

Koleji’ne geldiği günü hatırlıyorum. Yanında<br />

Küçük Veysel diye tanıttığı bir âşık daha var.<br />

İkisi beraber çalıyorlar ve nedense benim<br />

duygu dünyamda büyük yer tutan bu olaya<br />

öğrenci arkadaşlarım aldırmıyor. Oysa koca<br />

Veysel bir efsane benim için. Onun gibi saz<br />

çalmaya uğraşan çocuk, o gün büyük Veysel’le<br />

tanışmanın heyecanını yaşıyor. 33 devirli plakta<br />

ezgiler birbirini kovalıyor. Anadolu bilgesi<br />

Veysel, “Muhabbet, bir ekin ekip yeşertmek”<br />

diyor. “Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı”<br />

dedikten sonra avına kıyamıyor ve avcının<br />

zalim tüfeği yerine sazını koyarak ekliyor:<br />

“Avlasam çöllerde saz ile seni / Bulunmaz<br />

dermanı yoktur ilacı / Vursam yaralasam söz<br />

ile seni.” Yüreğimin kökünde, Veysel’in ve<br />

Anadolu’nun büyüklüğünü hissediyorum.


Sarıyer’de Yaşar Kemal<br />

Sempozyumu gerçekleşti<br />

SARIYER Belediyesi, edebiyatımızın<br />

koca Çınarı Yaşar KEMAL’i ölümünün<br />

2.yılında, bir sempozyumla andı. Yaşar<br />

Kemal Kültür Merkezi’nde gerçekleşen<br />

sempozyumun açılış konuşmasında<br />

Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç<br />

Yaşar Kemal’in usta bir röportajcı,<br />

büyük bir edebiyatçı ve barışın simgesi<br />

olduğunu vurguldaı.<br />

Başkan Genç, bir sohbetinde<br />

Yaşar Kemal’in kendini anlatmak için<br />

kullandığı, “…Kendimi biIdim biIeIi<br />

zuIüm görenIerIe, hakkı yenenIerIe,<br />

sömürüIenIerIe, acı çekenIerIe,<br />

yoksuIIarIa birIikteyim…” sözlerinin<br />

binlerce süslü cümleden anlamlı<br />

olduğunu belirterek, “Koca Çınar’ı<br />

anlatmak için yazılacak binlerce süslü<br />

cümlenin, belki de kitabın çok daha<br />

üzerinde ve deyim yerindeyse tam da<br />

‘Yaşar Kemal’ce bir tanımlama değil<br />

mi?” diye sordu.<br />

Ardından, “Değişimin romancısı<br />

Yaşar KEMAL” temalı bir oturum<br />

gerçekleştirildi.<br />

Üç oturumdan oluşan oturumda<br />

konuşan Yaşar Kemal’in eşi<br />

akademisyen Ayşe Semiha Baban’ın,<br />

korkmadan gerçeğin üstüne yürürken<br />

yargılanan gazetecileri kastederek<br />

ve Büyük Usta’ya atıfta bulunarak<br />

söylediği, “İnsan soyu tükenirken,<br />

en kutsanacak olan onlardı” sözü<br />

oturuma damga vurdu.<br />

Yazar Asuman Kafa Bükeoğlu,<br />

Feridun Andaç, Burhan Sönmez,<br />

Mahmut Temizyürek, Altan Öymen,<br />

Ferhat Boratav, Zeynep Oral, Ali Kırca,<br />

Şeyhmus Diken sempozyumda birer<br />

konuşma gerçekleştirirken yazarın<br />

eşi Ayşe Semiha Baban ise Yaşar<br />

Kemal’in 2011 yılında Gazeteciler<br />

Cemiyeti’nde yaptığı konuşmayı<br />

hatırlattı. n<br />

YAŞAR KEMAL<br />

remiyor. Gazetecilik bir yaratıcılıktır.<br />

Gazete, okuyucusunu kendi yetiştirir.<br />

Politika bir dedikodu arenasına dönerse,<br />

gazeteler de gece gündüz aynı<br />

kişilerin aynı tür sözlerini, dedikodularını,<br />

küfürlerini yazar, bol üstsüz, bol<br />

bol ilanla gazete yerine cıncık boncuk<br />

verirse milleti canından bıktırır.<br />

Gazete haber verir. Gazete öğretir.<br />

Gazete okuyucunun nabzına göre<br />

şerbet vermez. Gazete okuyucularını<br />

kışkırtmaz. Kol gibi harflerle manşetler<br />

vererek, bir spor karşılaşmasını en<br />

büyük ulusal olay durumuna sokmaz.<br />

Kürt sorunu gibi büyük ulusal sorunlarla<br />

oynamaz. Doğa kırımı gibi<br />

ülkenin geleceğiyle ilgili konularda<br />

gerçekleri saptırmaz.<br />

Basın zanaat değil sanattır, yaratıcılıktır,<br />

dirençtir. Basın hiç bir çıkarın<br />

1952 yılının son günlerinde Aşık<br />

Veysel’i görmeye gitmiştim, köyüne.<br />

Tam dönecekken büyük bir deprem<br />

haberi geldi, 3 Ocak 1952, Erzurum,<br />

Hasankale yerle bir olmuş. Yakında<br />

olduğum için ilk giden gazeteci ben<br />

oldum. Çok büyük acılar yaşanıyordu.<br />

Depremden sağ çıkanlar eksi 30 derecede<br />

incecik çadırlarda yaşam savaşı<br />

verirken çoğu ‘keşke ölseydik, bu<br />

halimizden daha iyi olurdu’ diyordu.<br />

Taş kesilmiş insanlar, donmuş toprak,<br />

gömülemeyen ölüler ve bilen bilir<br />

anlatılmaz bir koku… Sakıp Hatunoğlu<br />

adında bir arkadaşla birlikte dolaşıyorduk.<br />

Bir donmuş bebek gördük,<br />

yaşıyor gibiydi. Ben röportajları<br />

aktarıyorum telefonla, gazete filan<br />

gördüğümüz yok. Günler sonra elimize<br />

gazete geçti, benim röportajda<br />

o bebeği anlatmışım. Okurken önce<br />

arkadaşım ağlamaya başladı, sonra<br />

ben… O gün bir kez daha anladım<br />

sözün gücünü.<br />

Basının gücü sözün gücüdür. Onun<br />

için de basın her zaman büyük baskı<br />

altında kalmıştır. Yazarları, gazetecileri,<br />

gazeteleri satın alma o batan Osmanlıdan<br />

kalma bir gelenektir. Daha<br />

da yoğunlaşarak sürüyor. . . . .<br />

Bizde basından gereğinden fazla<br />

korkuluyor. Basın da kendisinden<br />

korkuyor. O da kendi kendini eleştiyanında<br />

olmamalıdır, kendi çıkarı<br />

olsa bile. İşte basının özgür olması<br />

budur.<br />

Özgürlük düşüncesi sınırsızdır.<br />

Basın, dünyamızdaki pek çok kötülüğün<br />

bilinmesini, duyulmasını sağlayarak<br />

önemli savaşımlar vermiştir,<br />

kahramanlar yetiştirmiştir.<br />

Düşünceyle uğraşmak, düşünceye<br />

önem vermek baskıcı düzenlerde<br />

her insanın başını belaya sokuyor.<br />

Bugüne kadar basın şöyle bir doyasıya<br />

özgürlük yüzü göremedi. Hep<br />

baskı, hep baskı, hep satın alma...<br />

İşte bugünlere geldik.<br />

Hani eskiden bir güç vardı, ona<br />

ilerici güç diyorduk ya hepimiz<br />

karanlık bir duvarın önüne geldik<br />

başımızı son hızla vurmak üzereyiz.<br />

Yargı mekanizması adalet yerine<br />

öfke ve korku kaynağı olursa işte bir<br />

ülke böyle olur.<br />

Hapisane kötüdür, ölüm gibi.<br />

Bilincine varınca, düzleşir, olağanlaşır.<br />

İnsan soyunu zulüm kadar<br />

hiçbir şey küçültmez. Ne derler,<br />

zulmün artsın ki tez zeval bulasın...<br />

Zulüm aşağılık, insanlık dışı bir şeydir,<br />

ölümden de beterdir. Bilincine<br />

varınca olağanlaşır. Hepsinden<br />

beteri de insan soyunun yakasına<br />

yapışmış korkudur. İnsan korkusunun<br />

üstüne yürüdükçe, korku<br />

azalır, gücünü yitirir, insan soyu korkuda<br />

çürümez. Zulüm zulüm değildir<br />

aslında, zulüm korkudur. Her şeyin<br />

temeli, beteri korkudur.<br />

Diyorum ki, korkulmasın, bugünkü,<br />

bu gelip geçici duruma bakıp<br />

umutsuzluğa düşmenin bir gereği<br />

yok...<br />

Bugün hapisanelerde, mahkeme<br />

kapılarında veya mahkeme kapılarına<br />

gitmeyi beklerken mesleğinin<br />

ve insanlık onurunun hakkını verenler<br />

var. Onlar ve onların hakları<br />

için omuz omuza yürüyen, sesini<br />

yükseltenler insanlığımızın daha<br />

bitmediğini, vurdumduymazlığımızın<br />

bizi öldürücü hale getirmediğini<br />

kanıtlıyorlar.<br />

İnsanoğlu umutsuzluktan umut<br />

yaratandır. Demokrasiyi yaratmak<br />

insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok<br />

söyledim, tekrar söylüyorum. Ya<br />

demokrasi ya hiç… Ve Türkiye ‘hiç’e<br />

layık değildir.<br />

Selam olsun düşünce özgürlüğü<br />

ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma.<br />

Selam olsun, korkunun<br />

üstüne yürüyenlere. Selam olsun insanlık<br />

toptan tükenmedikçe umudun<br />

da tükenmeyeceğini gösterenlere.<br />

İnsan soyu içinde en güzelleri, en<br />

kutsanacak olanları onlardır.<br />

28 Mart 2011<br />

9


Yeşil<br />

KISA ÖYKÜ - ÇİZGİ<br />

HALİL GENÇ<br />

Damlalar<br />

SEN bir damlasın, ben bir damla. Bir araya geliyoruz,<br />

oluyoruz iki damla. Sonra ayrılıyoruz ama<br />

olmuyoruz iki damla! Birinde çok, diğerinde daha<br />

çok...<br />

O geçen haftaki yağmurları anlatmıştım ya<br />

sana, hani ben yağmurda dolaşırken sen usulcacık<br />

gelip girivermiştin koluma. Sokulup birbirimize,<br />

yürümüştük bir hayli. İşte, hatıra olsun diye iki<br />

damlayı alıp cebime atıvermiştim. Kokun sinmiş<br />

üzerlerine. Büyüyüp çoğalmış, çok çok olmuşlar.<br />

Akşam onlarla yunup paklandım, misler gibi<br />

koktum ve yattım. n<br />

Efsane<br />

DENIZIN ufkunda yanan<br />

bulutlara teslim olmuştunuz.<br />

Keten bir şapka giymişti ve<br />

at kuyruğu yaptığı saçları<br />

şapkadan dışarı taşıyordu.<br />

Anlatıyordu, “Efsanedir,<br />

güneş, ışıklarını her gece bu<br />

koylarda yıkar ve yeniden<br />

yeryüzüne gönderirmiş.”<br />

Koylarda kümelenmiş ağaçlardan,<br />

adalar yönünde<br />

alçalan güneşin kınaladığı<br />

derin yamaçlara doğru bakıyorum<br />

ve bakışlarım usul usul<br />

kıpırdanan dalgalara karışıyor.<br />

Yıkanan ışık, renkler ve<br />

kirlenmeyen sular! Efsane,<br />

efsanedir. Dünyanın onca<br />

denizi, karı, buzu, buzulu ve<br />

suyu dururken, güneşin bu<br />

koyları seçmesi kulağa hoş<br />

geliyordu. “Balıklar ışıltılarını,<br />

yosunlar yeşilini o renklerden<br />

alıyor,” dedi ve denize döndü<br />

yeniden.<br />

Elimin içindeki eli yumuşacıktı.<br />

O anlatırken, ben,<br />

güneşten kıpkırmızı olan<br />

yanaklarına bakıyordum.<br />

Adaların, iyice seçilmeye<br />

başlayan ışıklarını gösterdi,<br />

sessizce. Birazdan inci gibi<br />

duracaklarmış karanlığa, öyle<br />

dedi. Bense o yöne değil, o<br />

yönü gösteren incecik parmağına<br />

bakıyordum.<br />

Nerede okuduğumu anımsamıyorum<br />

şimdi, radyodan<br />

da duymuş olabilirim, “İnsanlar<br />

birbirine dokunduklarında<br />

ilk, sıcaklıklarını bırakırlar,”<br />

diyordu. Dokunduğum her<br />

insanda anımsar olmuştum<br />

içimi ısıtan bu ayrıntıyı. Ama<br />

şimdi çok daha özel bir şey<br />

var. Kokusu! Bir parfüm değil<br />

hayır. Krem de değil. Kokusu<br />

işte.<br />

Süzülen sular, ince kumlarda<br />

derin izler bırakıyor.<br />

Birbirine karışacak anılarımız<br />

yoktu daha, tanışalı birkaç<br />

gün oldu. Ve ben, ufka dalıp<br />

giden gözlerine teslim olmuşken<br />

onun, sevebileceğim son<br />

insan olduğunu düşünüyordum.<br />

n<br />

Halil Genç’in yakında çıkacak “Damlalar” isimli kitabı...<br />

SARTRE: CEHENNEM BAŞKALARIDIR!<br />

Metinler: Aslan Özdemir / Çizimler: Utkucan Akyol<br />

Bir akşamüzerini daha giyinir<br />

İstanbul. Şehir üstündeki yorgunluğu<br />

silkelerken, alesta’daki yolcu vapuru<br />

yol alır. Şehir yeni renkler dener;<br />

mesela denizin laciverti veya<br />

köpüklerden beyaz bir dalga.<br />

Umduğunu bulamamış martılar gökyüzüne<br />

estetik hatlar çizerek uzaklaşır. Sonra yine bir<br />

dinginlik çöker. Düşler kurulur gelecek için;<br />

mutluluk oyunu oynanır. Bu, kurulmuş sahte<br />

bir uyumdur sunulan hayat tasarımında...<br />

Birden bir ses bozar vaadedilen huzuru. Şehrin karanlık<br />

yüzü kendini gösterir. Martı sesleri vapur seslerine karışır!<br />

Geceye çığlık sesleri düşerken, karanlıkta acının efekti patlar!<br />

Bir gün daha eksilir hayattan. Bin gül daha eksilir umudun<br />

bahçesinde. Dünyaya sürgünlerin yeridir burası; geride<br />

kalanların da yaşam sevincini yitirdiği cehennem!<br />

10


SALİH BOLAT<br />

KARDEŞ KENTLER<br />

Çukurova Orhan Kemal Edebiyat Festivali<br />

ADANA’NIN Çukurova Belediyesi<br />

tarafından düzenlenen “Orhan Kemal<br />

Edebiyat Festivali” nin ikincisi, 17-18-<br />

19 Şubat 2017 günlerinde gerçekleşti.<br />

Giderek bir geleneğe dönüşmek<br />

üzere olan en kapsamlı edebiyat<br />

etkinliklerinden Orhan Kemal Edebiyat<br />

Festivali, bir edebiyat buluşması<br />

niteliğinde geçti. Festivalin Onur<br />

Konuğu Muzaffer İzgü rahatsızlığı<br />

nedeniyle festivale katılamadı ancak<br />

Adanalılara duygu dolu bir mesaj<br />

gönderdi. Doğu Akdeniz Belediyeler<br />

Birliği (DABB) ve Çukurova Belediye<br />

Başkanı Soner Çetin, “Bu bereketli<br />

toprakların bir evladı olarak, bu<br />

bereketli topraklarda doğmuş Orhan<br />

Kemal’e borcumuzu ödüyoruz” dedi.<br />

İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa,<br />

Antakya, Antalya, Mersin, Tarsus ve<br />

Mut’tan altmış kadar yazar ve şairin<br />

okurlarıyla buluştuğu festivale Adanalı<br />

sinema sanatçısı ve şair Menderes<br />

Samancılar, Türkiye’nin önde gelen<br />

karikatürcülerinden yazar Semih<br />

Poroy, Adanalı öykücü-romancı Özcan<br />

Karabulut, akademisyen yazar Özgür<br />

Mumcu, yazar ve aktivist İhsan Eliaçık,<br />

Yazar Halil Genç, Adanalı şair-yazar<br />

ve akademisyen Salih Bolat katıldı. 2.<br />

Orhan Kemal Edebiyat Festivali’ne bu<br />

yıl çocuklar ve gençler de renk ve neşe<br />

kattı.<br />

2.Orhan Kemal Edebiyat<br />

Festivali’nde bu yıl “Çukurova” konulu<br />

bir şiir yarışması da düzenlendi.<br />

Türkiye genelinden gönderilen yüzlerce<br />

eser arasından ikisi Adana dışından<br />

olmak üzere üç eser, başkanlığını<br />

Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat<br />

Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çetin<br />

Derdiyok’un yaptığı jüri tarafından<br />

ödüle değer görüldü.<br />

Festival’de Orhan Kemal ödüllü kitap<br />

kapakları, Varlık Yayınları ve “Yaşar<br />

Kemal’den Muzaffer İzgü”ye adlı mozaik<br />

sergilerinin açılmasıyla başladı. Eski<br />

TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk<br />

Akalın, Türkçenin söz varlığını anlattı,<br />

çeşitli konuşmacılar Orhan Kemal’i,<br />

Salih Bolat ve Halil Genç ile Özcan<br />

Karabulut öykü türünü tartıştılar.<br />

“Eskici ve Oğulları” filminin kısa<br />

gösterimine oyuncu-sanatçı Menderes<br />

Samancılar katıldı ve filmlke ilgili<br />

anılarını anlattı.<br />

Orhan Kemal’in anılarının zikredildiği<br />

bir yerde olmaktan çok mutlu olduğunu<br />

söyleyen yazar ve aktivist İhsan<br />

Eliaçık, festivalin “muhteşem bir<br />

edebiyat geçidi” olduğunu söyleyerek,<br />

“din, tarihinde hiç bu kadar istismar<br />

edilip ayaklar altına alınmamıştı. Ülke<br />

monarşiye ve tek adamlığa doğru<br />

götürülmek isteniyor. Bu tarihin akışına<br />

terstir” ifadelerini kullandı. Türkiye’nin<br />

çağdaş birikiminin bu geriye gidişe,<br />

tarihin ters akışına izin vermeyeceğini<br />

de söylemesi, salondakilerden büyük<br />

alkış aldı.<br />

Festivalin Onur Konuğu, Türk<br />

edebiyatının kilometre taşlarından<br />

Çukurova Edebiyat Festivali’nde Sarıyer Belediyesi de yer aldı. Soldan sağa(İsmail Başkan,<br />

İsmail Erdem, Cengiz Kahraman, Menderes Samancılar, Halil Genç, Önder Kömür)<br />

ve bir Adanalı olan Muzaffer İzgü<br />

rahatsızlığı nedeniyle festivale<br />

katılamadı ancak salonda kendisini<br />

bekleyen Adanalılara mesajıyla seslendi.<br />

İzgü, “Orhan Kemal, Yaşar Kemal<br />

ve ben üçümüz bileşken insanlardık.<br />

Üçümüz de emek kenti Adana’yı<br />

anlattık. Adana anlatılmayı hak eden<br />

bir şehir. Biz o güzel şehrin dramlarını,<br />

öykülerini, yaşamlarını yazdık. Bizden<br />

sonra da yazanlar oldu ve hala olacak”<br />

dedi.<br />

2.Orhan Kemal Edebiyat Festivali’ne<br />

gösterilen yoğun ilgi için Adana halkına<br />

teşekkür eden Çukurova Belediye<br />

Başkanı Soner Çetin, “Adana, kültür<br />

ve sanat etkinliklerine aç bir kentti.<br />

Biz bunu bilerek göreve geldiğimiz<br />

günden bu yana kültürel etkinliklere<br />

büyük önem veriyoruz. Orhan Kemal<br />

Edebiyat Festivalimiz her geçen yıl<br />

içerik olarak zenginleşiyor ve kalite<br />

kazanıyor. Festivalde emeği geçen<br />

tüm ekip arkadaşlarıma ve Adanamıza<br />

şeref veren konuklarımıza teşekkür<br />

ediyor ve kendilerini yürekten<br />

ORHAN KEMAL KİMDİR?<br />

15 EYLÜL 1914’te Adana’nın Ceyhan<br />

ilçesinde doğdu. 2 Haziran 1970’te<br />

yaşamını yitirdi. Toplumsal gerçekçi<br />

romanın usta kalemi, öykü ve<br />

roman yazarı. Asıl adı Mehmet Raşit<br />

Öğütçü İlk Büyük Millet Meclisi’nde<br />

Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği<br />

Adalet Bakanlığı’ndan 3 gün sonra<br />

istifa ettirilip yargılanan Abdülkadir<br />

Kemali Bey’in oğlu. Babasının, 1930’da<br />

Ahrar Fırkası’nı kurmak ve gazete<br />

çıkarmak yüzünden öldürülme<br />

korkusuyla Suriye’ye geçmesi üzerine,<br />

ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda<br />

bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye<br />

ve Lübnan’da yaşadı. 1932’de Adana’ya<br />

döndü. İşçilik, dokumacılık, ambar<br />

memurluğu, katiplik yaptı.1939’da ilk<br />

şiirlerini de yazdığı askerliği esnasında,<br />

komünizm propagandası yapmak<br />

suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkum<br />

oldu. Kayseri, Adana ve Bursa<br />

cezaevlerinde yattı.Bursa Cezaevi’nde<br />

Nâzım Hikmet’le tanışması yaşamının<br />

ve yazarlığının dönüm noktası oldu.<br />

1943’te salıverildikten sonra Adana’ya<br />

döndü. Amelelik, sebze nakliyeciliği,<br />

Adana Verem Savaş Derneği’nde<br />

katiplik yaptı.1950’de İstanbul’a<br />

yerleşti, hayatını yazılarıyla kazandı.<br />

1966’da bir lokantadaki konuşmasında<br />

komünizm propagandası yaptığı<br />

suçlamasıyla yargılandı, beraat<br />

etti. Yaşamının son döneminde<br />

Bulgaristan ve Romanya Yazarlar<br />

Birliği’nin davetlisi olarak, daha çok<br />

da tedavi amacıyla Soyfa’ya gitti. 2<br />

Haziran 1970’te Sofya’da tedavi edildiği<br />

hastanede beyin kanamasından öldü.<br />

İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nda<br />

toprağa verildi.<br />

Hece ölçüsüyle Kayseri<br />

Cezaevi’nden yazıp gönderdiği ilk şiiri<br />

“Duvarlar” 1939’da Yedigün dergisinde<br />

“Reşad Kemal” imzasıyla yayınlandı.<br />

“Raşid Kemali” takma adıyla yazdığı<br />

şiirler Yedigün ve Yeni Mecmua’da<br />

çıktı. İlk romanı “Babaevi”nin<br />

bir bölümünü oluşturan “Balık”<br />

öyküsü, Yeni Edebiyat dergisinde<br />

1940’ta yayınlandı. Bundan sonra<br />

çalışmalarını öyküde yoğunlaştırdı.<br />

“Orhan Kemal” adını ilk kez 1942’de<br />

“Yürüyüş” dergisinde yayınlanan şiir<br />

ve öykülerinde kullandı. Öyküleri,<br />

Varlık, Seçilmiş Hikayeler, Yeditepe<br />

başta olmak üzere dönemin tüm<br />

dergilerinde yer aldı. Gazetelere tefrika<br />

romanlar ve film senaryoları yazdı.<br />

Geçimini sağlamak, para kazanmak<br />

amacıyla durmadan yazdı.<br />

72. Koğuş, Murtaza, Eskici ve<br />

Oğulları, Kardeş Payı adlı eserleri<br />

tiyatroya uyarlandı. Doğrudan oyun<br />

olarak 1964’te yazdığı tek eseri<br />

“İspinozlar”, “Yalova Kaymakamı” adıyla<br />

sahnelendi.<br />

Öykü ve romanlarında günlük<br />

yaşamın değişik yönlerini işledi.<br />

Kahramanlarını çoğunlukla<br />

sömürülen, yoksul insanlardan<br />

seçti. Bu insanların yaşamlarını,<br />

selamlıyorum. Orhan Kemal bu<br />

bereketli topraklardan çıkan en nadide<br />

değerlerimizden biri. Orhan Kemal’e<br />

borcumuzu ödüyoruz” dedi. Yakın<br />

zamanda Çukurova’ya “Bülent Ecevit<br />

Sanat Parkı” kazandıracaklarını aktaran<br />

Çukurova Belediye Başkanı Soner<br />

Çetin, “Parkımıza piyano şeklinde bir<br />

kütüphane yapacağız ve o kütüphaneye<br />

Muzaffer İzgü’nün adını vereceğiz.<br />

Değerli sanatçılarımıza yaşarken hak<br />

ettikleri değeri vermek lazım” diye<br />

konuştu. n<br />

sorunlarını, iç dünyalarını yansıtırken<br />

kinsiz, sevecen, umutlu bir yaklaşım<br />

benimsedi. “Babaevi”nde çocukluk<br />

yıllarını, “Avare Yıllar”da gençliğini<br />

anlattı. Eserlerinin hemen hepsinde<br />

toplumsal yapıdaki çelişkileri ustaca<br />

vurguladı. Güçlü gözlem gücüyle,<br />

özgün ve yalın anlatımıyla hâlâ çok<br />

okunan ve sevilen eserler yarattı.<br />

Eselerinde hızlı bir olay akışı ve<br />

devingenliğin yanısıra “diyaloglara”<br />

ağırlık verdiği dikkat çeker. Sanatının<br />

olgun döneminde daha çok Adana<br />

yöresindeki toprak ve fabrika işçilerini<br />

konu aldı. Çukurova’nın toplumsal<br />

ekonomik yapısındaki değişimin yöre<br />

halkı üzerindeki etkilerini inceledi.<br />

Ailesi 1971’den itibaren adına “Orhan<br />

Kemal Roman Armağanı” vermeye<br />

başladı.<br />

11


Yeşil<br />

8 MART<br />

“İş ve ekmek istiyoruz, ama gül de istiyoruz”<br />

8 MART<br />

Dünya Emekçi<br />

Kadınlar Günü<br />

ZEYNEP ŞEN<br />

PEK çok insan Dünya Kadınlar Günü’nün<br />

mart ayında bir feminist hareket<br />

olarak başladığını zanneder.<br />

Rivayete göre grev yapıp haklarını<br />

savunan 140 kişilik bir grup işçi kadının<br />

“şüpheli” bir yangında ölmesi üzerine<br />

başlatılmıştır. Sözde kadınların cenazesine<br />

20.000’den fazla kişi katılmıştır<br />

da cenaze katılımının etkisiyle böyle bir<br />

gün ilan edilmesine karar verilmiştir. Bu<br />

yanlış bir söylentidir. Tarihte böyle bir<br />

yangın olduğu doğrudur. Ancak yangın,<br />

dünyadaki ilk Uluslararası Kadınlar<br />

Günü’nden birkaç yıl sonra gerçekleşmiştir.<br />

Üstelik bu kadınlar “şüpheli”<br />

koşullar altında” değil de iş yerlerindeki<br />

güvenlik önlemlerinin eksikliği ve yetersizliğinden<br />

dolayı hayatlarını kaybetmişlerdir.<br />

Bu durum da Dünya Kadınlar<br />

Günü’nü çıkış sebepleriyle daha doğrudan<br />

ilişkilidir. Zira Dünya Kadınlar Günü<br />

çalışan, emekçi kadınların korkunç<br />

çalışma koşullarını, mesai saatlerinin<br />

uzunluğunu ve kadın-erkek işçiler<br />

arasındaki ücret eşitsizliğini protesto<br />

etmek için çıkarttıkları sosyalist-politik<br />

bir hareket olarak başlamıştır.<br />

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ<br />

TARIHÇESI<br />

1908’de 15.000 kadın dokuma<br />

işçisinin kadınların çalışma hakkını savunmak,<br />

daha iyi maaş, daha makul (10<br />

saatlik) çalışma saatleri ve kadınlara oy<br />

hakkı talep etmek üzere protesto yürüyüşüne<br />

çıkmışlardır. Bundan bir sene<br />

sonra, 1909’da Amerikan Sosyalist Partisi<br />

protestodan beri pek bir şeyin değişmemiş<br />

olmasına, emekçi kadınların<br />

hâlâ sömürüldüklerine dikkat geçmek<br />

için New York’ta dünyanın ilk Kadınlar<br />

Günü’nü organize etmiştir. Sanılanın<br />

aksine bu kutlama mart ayında değil de<br />

şubat ayında gerçekleştirilmiştir.<br />

Ağustos 1910’da Almanya‘daki<br />

Sosyal Demokratik Parti’nin Kadınlar<br />

Ofisi’nin başı sosyalist Clara Zetkin<br />

Kopenhag’da 1. Uluslararası Kadınlar<br />

Konferansı’nı organize etmiştir. Konferansa<br />

17 ülkeden 100 kadın katılmıştır.<br />

Clara Zetkin’in her sene Dünya Kadınlar<br />

Günü’nü kutlayıp kadın işçilerin<br />

hakların sahip çıkma fikri oy birliğiyle<br />

kabul edilmiştir.<br />

1911’de ilk uluslararası Dünya Kadınlar<br />

Günü organizasyonları görülmüştür.<br />

19 Mart’ta Avusturya, Danimarka,<br />

Almanya ve İsveç gibi ülkelerde kadın<br />

işçilerce grevler ve protestolar düzenlenmiştir.<br />

Bu etkinliklere dünya çapında<br />

kadınlı-erkekli 1 milyondan fazla kişi<br />

katılmıştır.<br />

1911 Kadınlar Günü’nden bir hafta<br />

sonra Dünya Kadınlar Günü’nün başlangıcı<br />

zannedilen ama aslında olmayan<br />

Triangle Dokuma Fabrikası yangını<br />

gerçekleşmiştir. Fabrikada kapana<br />

kısılan 140 kadın acil durum çıkışları<br />

olmadığından ve hırsızlık olmasını önlemek<br />

için fabrika kapıları kilitli tutulduğundan<br />

yanarak ölmüşlerdir. Fabrikada<br />

güvenli iş koşullarının sağlanamaması<br />

ve bu yüzden bunca insanın hayatını<br />

kaybetmesi da daha iyi iş koşulları için<br />

çalışan emekçi, işçi kadınlar için önemli<br />

bir sembol haline gelmiş ve gelecekteki<br />

protestoları önemli sembollerinden birine<br />

dönüşmüştür.<br />

1912 Kadınlar Günü’nde “Ekmek<br />

ve Güller” kampanyası başlatılmıştır.<br />

Lawrence, Massachutes’de yapılan bir<br />

dokuma işçileri protestosunun parçası<br />

olan kampanyada “Ekmek” kadınların<br />

adil maaş talebini dile getirirken “Güller”<br />

düzgün, güvenli çalışma koşulları<br />

isteklerini ifade ediyordu. Kampanya<br />

sloganını sosyalist, feminist sendikacı<br />

Rose Schneiderman’ın The American<br />

Magazine adlı bir dergiye verdiği bir<br />

konuşmasından alınmıştır. Schneiderman<br />

konuşmasında sloganı, yazar<br />

ve şair James Oppenheim’ın “Ekmek<br />

ve Güller” adlı şiirinden türetmiştir.<br />

Slogan emekçi kadınların düzenledikleri<br />

protestolara hızla yayılmıştır.<br />

1913-1914 yılları arasında yine şubat<br />

ayında Rus kadınları Dünya Kadınlar<br />

Günü’nün 8 Mart’a alınması gerektiğine<br />

karar vermişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nın<br />

ilk gecesinde alınan bu kararın sebebi<br />

zannedilenin aksine Triane Fabrikası<br />

Yangını’nın 8 Mart’ta gerçekleşmiş<br />

olması değil de (yangın 25 Mart’ta<br />

çıkmıştır) 8 Mart’ın o sene çoğu ülkede<br />

Clara Zetkin<br />

12


tatil kabul edilen pazar gününe denk<br />

gelmesiydi.<br />

1914’te barışı savunmak ve dünyanın<br />

her yerindeki kadınlar arasında, savaşa<br />

rağmen bir birliktelik olduğunu vurgulamak<br />

için her zamankinden geniş ve<br />

kapsamlı protestolar düzenlenmiştir.<br />

Örneğin Londra’da yapılan eylemlerde<br />

oy hakkını talep eden kadınlar o kadar<br />

çoktular ki Trafalgar Meydanı’ndan<br />

Bow’a kadar uzanmıştır, sokaklar kapatılmıştır.<br />

1917’de Rus kadınları “Ekmek ve<br />

Barış” için 4 günlük greve girmişlerdir.<br />

1. Dünya Savaşı’nda 4 milyon Rus askerinin<br />

ölmesi üzerine greve giren, barış<br />

ve adil maaş talep eden işçi kadınlar,<br />

eylemlerine ancak Çar tahttan çekilince<br />

son vermişlerdir. Çar’ın çekilmesiyle<br />

kurulan geçici hükümet kadınlara oy<br />

hakkını verdiği gibi Dünya Kadınlar<br />

Günü’nü resmi tatil ilan etmiştir.<br />

1975’te Dünya Kadınlar Günü ilk<br />

defa Birleşmiş Milletler tarafından<br />

kutlanmıştır. Bu tarihte İzlanda Kadınlar<br />

Grevi gerçekleşmiştir. Greve İzlanda<br />

işçi kadın popülasyonun %90’ı katılmış,<br />

ülkenin ekonomisi bir günlüğüne<br />

resmen durmuştur. Devasa bir hareket<br />

olan Kadınlar Grevi Dünyanın ilk kadın<br />

cumhurbaşkanı olan Vigdis Finnbogadottir’in<br />

başkanlığa seçilmesinin de<br />

yolunu açmıştır.<br />

1996’da Birleşmiş Milletler her sene<br />

Dünya Kadınlar Günü’ne bir tema seçmeye<br />

karar vermiştir. Yıllar geçtikçe<br />

Kadınlar Günü bir emekçi kadın hareketinden<br />

ziyade feminizm hareketi olarak<br />

algılanmaya başlamıştır.<br />

2011’de Dünya Kadınlar Günü’nün<br />

100. Yıldönümü kutlanmıştır. ABD’nin<br />

o zamanki başkanı Barack Obama mart<br />

ayını “Kadınlar Tarihi Ayı” ilan etmiştir.<br />

2015’te filozof ve yazar Simone de<br />

Beauvoir’ın feminist kitabı İkinci Cins’in<br />

kısaltılmış bir şekli Dünya Kadınlar<br />

Günü Anısına özel olarak yayınlanmıştır.<br />

Günümüzde Dünya Kadınlar Günü<br />

çoğu yerde bir feminist hareket olarak<br />

kutlanmaktadır. Türkiye dahil pek çok<br />

ülkede hâlâ kadın-erkek ücret eşitsizliği<br />

görüldüğünden Dünya Kadınlar Günü<br />

1996’da<br />

Birleşmiş Milletler<br />

her sene Dünya<br />

Kadınlar Günü’ne<br />

bir tema seçmeye<br />

karar vermiştir.<br />

Yıllar geçtikçe<br />

Kadınlar Günü<br />

bir emekçi kadın<br />

hareketinden ziyade<br />

feminizm hareketi<br />

olarak algılanmaya<br />

başlamıştır.<br />

bu konunun üzerine eğilmeye devam<br />

etmekte olsa da artık yalnızca bununla<br />

ilgilenmekte değildir. Birleşmiş Milletler’in<br />

ve Kadınlar Günü’nün hedef aldığı<br />

konular arasında kadın eğitimi, kadına<br />

şiddet ve kadın hakları gibi çeşitli konular<br />

da vardır. Bu sene Birleşmiş Milletler’in<br />

Kadınlar Günü teması, insan ve<br />

milletleri radikal değişimler yapmaya<br />

çağıran “Değişim İçin Cesur Olmak”tır.<br />

KADINLARA OY HAKKI<br />

Kadın-erkek ücret eşitsizliği dünyanın<br />

çoğu yerinde hâlâ devam etmek-<br />

KADIN MÜCADELESINDE EMEK<br />

VEREN TÜRK YAZARLAR<br />

Sabiha Sertel<br />

Türkiye’nin ilk gazetecisidir.<br />

Selanik’te doğmuş, 1912’de ailesiyle<br />

İstanbul’a göç etmek zorunda<br />

kalmıştır. Türkiye’de feminizmin<br />

öncülerinden biri olarak bilinir. Eşi<br />

Zekeriya Sertel ile Büyük Mecmua<br />

adlı dergiyi başlatmış, burada<br />

kadın hakları ve sorunlar üzerine<br />

yazılar kaleme almıştır. Halide<br />

Edip Adıvar’ın önerisiyle New<br />

York’taki Columbia Üniversitesi’ne<br />

gitmiş, sosyal hizmetler dalından<br />

mezun olmuştur. 1924-1931 yılları<br />

arasında Resimli Ay Dergisi’ni<br />

çıkarmış, burada işçi sınıfı haklarını<br />

savunan, dönemi eleştiren<br />

sosyal-politik yazılar yazmıştır.<br />

1929’da Savulun Geliyorum yazısı<br />

sebebiyle mahkemeye sevk<br />

edilmiştir. Böylece de Türkiye’de<br />

mahkemeye sevk edilen ilk<br />

kadın olarak tarihe geçmiştir.<br />

1945’te Tan Gazetesi’nde çıkan<br />

Muvafakatin Feryadı adlı yazısı<br />

sebebiyle tutuklanmıştır. 4 Aralık<br />

1945’te çıkan Tan olayları sırasında<br />

eşiyle birlikte neredeyse linç<br />

edilmişlerdir. Olaydan kendileri<br />

sorumlu tutulmuş, 3 ay boyunca<br />

hapiste kalmışlardır. Beraat ettikten<br />

sonra, 1950’de ülkeyi terk etmiş,<br />

Paris, Budapeşte, Moskova ve<br />

Bakü’de sürgün hayatı yaşamıştır.<br />

Yaşamının son yıllarında Türkiye’ye<br />

dönmek istemiştir ama buna izin<br />

verilmemiştir. 1968’de Bakü’de<br />

ölmüştür.<br />

Halide Edip Adıvar<br />

1884’te doğan yazar, siyasetçi,<br />

akademisyen ve onbaşıdır.<br />

1919’da İstanbul’un işgali<br />

sırasında, işgal karşıtı yaptığı<br />

etkileyici konuşmalarla ön plana<br />

çıkmıştır. Düzenlediği mitingler<br />

sebebiyle kocası Adnan Adıvar<br />

ile birlikte İngilizler, hakkında<br />

idam kararı çıkarmıştır. Neyse ki<br />

karar çıkmadan önce Anadolu’ya<br />

kaçmış, Kurtuluş Savaşı’na destek<br />

olmuştur. Mustafa Kemal’in<br />

yanında görev yapan bir sivil<br />

olmasına karşın onbaşı unvanını<br />

kazanmış, bir savaş kahramanı<br />

olarak bilinmeye başlamıştır.<br />

Savaş sırasında karargâhta görev<br />

yapmış, Anadolu Ajansı’nı kurmuş,<br />

Mustafa Kemal’in yazı işleriyle<br />

ilgilenmiş, yabancı haberleri takip<br />

edebilmesini sağlamış, Eskişehir’de<br />

hastabakıcılık yapmış ve gazetecilik<br />

yapmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan<br />

sonra Ankara’ya gitmiştir. Kocasının<br />

kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet<br />

Fırkası’nın kapatılması üzerine<br />

birlikte yurt dışına kaçmışlardır. 4<br />

yıl İngiltere’de, 10 yıl da Fransa’da<br />

yaşamışlardır. 1928’de ABD’deki<br />

Williamstown Siyaset Enstitüsü’nde<br />

yuvarlak masa başkanlığı yapan ilk<br />

kadındır. Yazarlığa 2ç Meşrutiyet<br />

sırasında başlamış, eserlerinde<br />

kadın eğitimine, haklarına ve<br />

kadının toplumdaki yerine yer<br />

vermiştir. 1964’te hayata gözlerini<br />

yummuştur.<br />

13


Yeşil<br />

8 MART<br />

tedir. Hatta 2015’de yapılan incelemelere<br />

göre bu problem dünya çapında<br />

düzeltilmesi yaklaşık 118 yıl sürebilir.<br />

Ancak neyse ki kadınlara oy hakkı<br />

konusunda aynı şey söylenemez. Birkaç<br />

yer haricinde çoğu ülkede kadınlar<br />

bu hakkı elde etmiştir. Bunda kısmen<br />

Dünya Kadınlar Günleri’nde ve Kadınlar<br />

Günü’nden bağımsız yapılan eylemlerin<br />

etkisi vardır.<br />

Kadınlara oy hakkı 19. Yüzyılın sonları<br />

ve 20. Yüzyılın başlarından beri tartışılan<br />

bir konuydu. Konunu dünyanın<br />

dört bir yanına sıçraması ve kadınlara<br />

hak verilmeye başlamasında İngiltere’de<br />

görülen direniş etkinliklerinin<br />

büyük bir rolü vardır. Zira İngiltere’de<br />

hem John Stuart Mills gibi yazarlar ve<br />

politikacılar kadın haklarını savunmuştur<br />

hem de çeşitli protestocular militan<br />

yöntemlere başvurarak dikkatleri<br />

üzerlerine toplamışlardır.<br />

1897’de İngiltere’de Kadınlara Oy<br />

Hakkı Birliği Sendikası kurulmuştur.<br />

İmza toplamak ya da kampanayalar yürütmek<br />

gibi yöntemler kullanan sendika<br />

maalesef pek yol kat edememişlerdir.<br />

1903’te pasif yönetmelerin sonu<br />

getirmediğine kanaat getiren Emmelline<br />

Pankhurst “Kadınların Sosyal ve<br />

Politik Sendikası” adlı bir organizasyon<br />

kurmuştur. Organizasyon, İngiltere’ye<br />

çardan kaçma için gelen sürgünlerden<br />

öğrendikleri protesto yolu olan açlık<br />

grevleri gibi radikal yollarla eylemler<br />

sergilemeye başlamışlardır.<br />

KADIN HAREKETININ GELIŞMESINDE ÖNEMLI ROL OYNAYAN KADIN YAZARLAR<br />

Simone de Beauvoir<br />

Bilinen en önemli feminist yazarlardan biri olan<br />

Simone de Beauvoir aynı zamanda önemli bir<br />

filozof ve öğretmendir. 1908’de Fransa’da doğmuştur.<br />

Sorbonne’dan mezun olmuş, üniversite yıllarında hayat<br />

boyu yoldaşı olacak olan filozof Jean-Paul Sartre ile<br />

tanışmıştır. Beauvoir Agregasyon başaran en genç<br />

öğrencidir. Sınavda Sartre ile aynı notu almış olmasına<br />

rağmen Sartre’a birincilik verilirken kendisine ikincilik<br />

verilmiştir. Sorbonne’da kendisine “Cesur” anlamına<br />

gelen “Castor” lakabı verilmiştir. Hayatı boyunca bu<br />

lakapla bilinecektir. 1943’te ilk kitaplarından biri olan<br />

ve Olga Kosakiewicz adlı bir kızla yaşadığı lezbiyen<br />

ilişkisini ve Sartre ile olan karmaşık ilişkisini konu alan<br />

Konuk Kız’ı yazmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında politik<br />

bir dergi olan Modern Zamanlar’ı Jean-Paul Sartre ve<br />

Maurice Merleau-Ponte ile başlatmıştır. Yazdığı Kadın:<br />

Efsane ve Gerçek adlı denemesinde erkeklerin, kadınları<br />

yanlış havalara, izlenimlere sokup onları “ötekine”<br />

dönüştürdüklerini söylemiş, kadın-erkek ilişkilerinde<br />

“öteki” kavramını incelemiştir. Denemenin oldukça ilgi<br />

görmesi üzerine, biraz da Sartre’ın teşvikiyle feminist<br />

şaheseri olan İkinci Cins’i yazmıştır. 1949’da basılan<br />

İkinci Cins “Kadın doğulmaz, olunur” fikrini ortaya<br />

koymuştur. Kadınların, erkeklerin ulaşmaları gereken bir<br />

ideal olmaları fikrinin, kadınlara kendilerini dışta kalan<br />

biri gibi hissettirdiğini savunmuştur. Bu sebeple de<br />

kadınlar daima normale ulaşmaya çalışan bir yaratık gibi<br />

hissetmeye başlamışlardır. Beauvoir eserinde feminizmin<br />

bu düşünceyi çöpe atması gerektiğini anlatmıştır. İkinci<br />

Cins sayesinde 1968’ler feminizminin kurucusu olarak<br />

bellenmiştir. 1981’de Sartre’ın ölümünü anlatan Veda<br />

Töreni adlı bir eser ortaya koymuştur. Kendi vefatından<br />

sonra da Sartre’ın yanına gömülmüştür.<br />

Mary Wollstonecraft<br />

1759’da doğan Mary Wollstonecraft önemli<br />

bir İngiliz yazar ve filozoftur. Kadın Haklarının<br />

Gerçekleştirilmesi adlı kitabıyla ün kazanmıştır.<br />

Kitabında kadınların toplumun her alanında<br />

eşitliğe kavuşmasının tek yolunun onlara,<br />

erkeklerle aynı eğitim hakkının tanınması<br />

olduğunu ileri sürmüştür. Mantık üzerine<br />

kurulu sosyal bir düzeni savunmuştur. 20.<br />

Yüzyılın ortasında doğup gelişen feminist<br />

hareketinin merkezine oturmuştur. 1787’de<br />

çok az kadının cesaret edebildiği bir şeyi<br />

yapıp geçimini kalemiyle kazanmaya karar<br />

vermiştir. Bu uğurda muvaffak da olmuştur.<br />

Fransız Devrimi sırasında Paris’e taşınmıştır.<br />

Hayatının tehlikeye girmesi üzerine sevgilisi<br />

Gilbert Iman onu karısı gibi göstermiştir.<br />

Fransız Devrimi’nden sonraysa Iman,<br />

Wollstonecraft’i terk etmiştir. Daha sonradan<br />

William Goodwin ile evlenen Wollstonecraft,<br />

1797’de ikinci çocuğunun doğumu sırasında<br />

çıkan komplikasyonlar sebebiyle hayatını<br />

kaybetmiştir.<br />

14


1912’de istenilen sonucun hâlâ alınamamış<br />

olması sebebiyle yöntemler<br />

gitgide radikalleşmiştir. Militanlar<br />

posta kutularını ateşe verme, kendilerini<br />

demir parmaklıklara zincirleme<br />

ya da bombalı saldırılar gibi yollar<br />

kullanmaya geçmişlerdir. Saldırılarında<br />

en az 7 kilise bombalanmıştır.<br />

1 Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere<br />

hükümeti militan kadınları hep<br />

tutuklamıştır. Ancak savaşın çıkmasıyla<br />

militanlar harcayabilecekleri<br />

enerji azalmıştır. Hükümet militanları<br />

hapsetmeyi kesmiş, militanlarsa<br />

enerjilerini bir süre savaş çabasına<br />

adamışlardır.<br />

Birinci Dünya Savaşı sonunda,<br />

1918’de İngiltere’de kabul edilen yasa<br />

tasarısıyla 30 yaşın üstünde olan birtakım<br />

kadınlara oy hakkı tanınmıştır.<br />

1928’deyse bu hak 21 yaşının üstünde<br />

olan tüm kadınlara verilmiştir.<br />

ABD’deyse oy hakkı 1920’de<br />

kabul edilmiştir. Bu uğurda Susan<br />

B. Anthony gibi pek çok kişi 1800’lü<br />

yıllardan beri çalışmıştır. Hatta günümüzde<br />

ABD’nin en önemli eylemcilerinden<br />

ve düşünürlerinden biri<br />

kabul edilen Susan B. Anthony oy<br />

hakkı kampanyasına ilk başladığında<br />

çoğu kişi tarafından alaya alınmıştır.<br />

Buna karşın Amerikalı kadınların oy<br />

hakkını alabilmesini yolunu açmayı<br />

başarmıştır. 80. Yaş günü Beyaz Saray’da<br />

kutlanmış, Susan B. Anthony<br />

yüzü Amerikan para birimine basılan<br />

JAMES OPPENHEIM<br />

Ekmek Ve Gül<br />

ilk kadın olmuştur. 1820’de doğan<br />

Anthony kampanyasına başladığında<br />

senede konuyla 75 ile 100 konuşma<br />

verir olmuştur. Bir yandan eyalet<br />

eyalet gezmiştir bir yandan da bir<br />

kadın hakları dergisi olan The Revolution’ı<br />

çıkarmıştır. 1872’de, kadınlara<br />

henüz oy hakkının verilmediği bir<br />

tarihte, başkanlık seçimlerinde oy<br />

kullandığı için tutuklanmıştır. Davası<br />

sırasında konuşmasına izin verilmemiştir.<br />

Dava sonrasında yaptığı konuşma<br />

ise tarihe geçmiştir. 1906’da<br />

hayatını kaybeden Susan B. Anthony,<br />

ABD’de kadınlara oy hakkının<br />

tanınmasına şahit olamamıştır. Zira<br />

Amerikalı kadınlar bu hakkı 1920’de<br />

elde etmişlerdir.<br />

Türkiye’deyse kadınlara oy hakkının<br />

tanınması Cumhuriyet’in kurulmasını<br />

bulmuştur. Kadınlar siyasi<br />

hayata 1923’te girebilmeye başlamışlardır.<br />

3 Mart 1924’te Tevhid-i<br />

Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle<br />

kızlara, erkeklerle eşit eğitim<br />

hakkı tanınmıştır. 1930’da kabul<br />

edilen Belediye yasasıylaysa kadınlara<br />

siyaset kapısı açılmış, kadınlar<br />

hem belediye seçimlerine aday<br />

olabilmeye hem de oy kullanabilmeye<br />

başlamışlardır. 1933’deyse köy<br />

muhtarı seçilebilmeye ve ihtiyarlar<br />

meclisine girebilmeye başlamışlardır.<br />

1953’te 17 kadın milletvekili ilk defa<br />

TBMM’ye girmişlerdir. n<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />

Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />

Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />

Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara<br />

‘Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! ‘<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz<br />

Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar<br />

Ve biz hâlâ analık ederiz onlara<br />

En zorlu iş, en ağır emek<br />

Ve çalışmak doğuştan mezara dek<br />

Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz<br />

Yaşamak için ekmek<br />

Ruhumuz için gül istiyoruz!<br />

Yürüyoruz yürüyoruz kol kola<br />

Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız<br />

Ve türkümüzde onların kederli ‘Ekmek! ‘ çığlıkları<br />

Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar<br />

Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun<br />

Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz<br />

İş ve ekmek istiyoruz<br />

Ama gül de istiyoruz<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına<br />

Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz<br />

Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa<br />

Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları<br />

İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden<br />

Bu ekmek ve gül türküleri<br />

Ve yineliyoruz hep bir ağızdan<br />

‘Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! ‘<br />

Çeviri: Metin DEMİRTAŞ<br />

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÇERÇEVESINDE<br />

ÖNE ÇIKAN ÖNEMLI İSIMLER<br />

Vigdis Finnbogadottir<br />

1930’da doğan Vigdis Finnbogadottir<br />

İzlanda’nın dördüncü cumhurbaşkanı ve<br />

dünyanın ilk kadın cumhurbaşkanıdır. Aynı<br />

zamanda ülkesinin en uzun süre güçte kalan<br />

yöneticisidir. Grenoble Üniversitesi’nden<br />

Fransızca ve Fransızca Edebiyat dallarından<br />

mezun olan Vigdis 41 yaşındayken bir<br />

kız çocuğunu evlat edinmiştir. Bu şekilde<br />

de ülkesinde bekar bir kadın olarak bir<br />

çocuk evlat edinebilen ilk kişi olmuştur.<br />

Uzun zamandır politikayla içli dışlı olan<br />

Vigdis, 1975’te kadınlarının işerimin takdir<br />

edilmesinin önemini göstermek üzere yapılan<br />

genel greve katılmıştır. Greve ülkenin kadın<br />

popülasyonunun %90’ı katılmıştır. Bundan<br />

beş yıl sonra yapılan seçimlerde ülkedeki<br />

kadın harekâtı, bir kadın cumhurbaşkanının<br />

seçilmesinin gerektiğine karar vermiş,<br />

Vigdis’ten başkanlığa aday olmasını<br />

istemişlerdir. Öneriyi kabul eden Vigdis üç<br />

erkek rakibi olmasına karşın seçimlere katılmış,<br />

oyların %33.6’sıyla cumhurbaşkanı seçilmiştir.<br />

Bundan sonraki 3 seçime katılan Vigdis, her<br />

birini kazanmış, 1984 seçimlerinde oyların<br />

%94.6’sını toplamıştır. 1996’daysa seçimlere<br />

tekrar girmemeye karar vermiştir.<br />

Clara Zetkin<br />

1857’de doğan Clara Zetkin Alman Sosyal-<br />

Demokrat Parti’nin üyesi bir Marksist, eylemci<br />

ve kadın hakları savunucusudur. 1878’de<br />

Bismark’ın, Almanya’da sosyalist aktiviteleri<br />

yasaklaması üzerine kendini önce Zürih’e,<br />

sonra da Paris’e sürgün etmiştir. Paris’te<br />

Uluslararası Sosyalist Grubu’nu kurmuş,<br />

Almanya’daki sosyal-demokrat kadınlar<br />

hareketini başlatmıştır. 1891-1917 yılları<br />

arasında Sosyal Demokrat Parti’nin çıkardığı<br />

Die Gleincheit (Eşitlik) adlı kadın gazetesinn<br />

editörlüğünü yapmıştır. 1ğustos 1910’da ilk<br />

Uluslararası Kadınlar Konferansı’nın yapılmasını<br />

önermiş, 1. Dünya Savaşı sırasında da çeşitli<br />

savaş karşıtı konferanslar düzenlemiştir. Bu<br />

sebeple defalarca tutuklanmış, en sonunda<br />

1916’de söze “koruyucu gözaltına” alınmıştır.<br />

Neyse ki yaşadığı sağlık problemleri sebebiyle<br />

özgür bırakılmıştır. 1932’de Sovyetler Birliği’nin<br />

Al Sancak Nişanı’na, 1933’de de Lenin Nişanı’na<br />

laik görülmüştür. 1933’de Hitler’in Almanya’ya<br />

egemen olup komünist partiyi yasaklamasıyla<br />

kendini son bir defa sürgün edip Sovyetler<br />

Birliği’ne kaçmıştır. Burada, 76 yaşındayken,<br />

hayatını kaybetmiştir.<br />

Rose Schneiderman<br />

1882’de doğan Rose Schneiderman sosyalist<br />

ve feminist bir eylemciydi. New York Kadınlar<br />

Ticari Birliği Ligi’ne üye olan Schneiderman<br />

özellikle kadınları güvensiz iş koşullarına dikkat<br />

çekmiştir. Bu konuyu meydanalar taşımış,<br />

Traingle Fabrikası Yangını’ndan sonra oldukça<br />

ilgi görmesini sağlamıştır. Bu amaçla yaptığı<br />

“Ekmek ve Güller” konuşması fabrikalarda<br />

güvenlik önemlerinin alınmaya başlamasına,<br />

güvenli çalışma koşullarının yaratılmasına<br />

aracı olmuştur. 1908’de sendikanın New<br />

York branşının başına getirilmiştir. 1917’de<br />

kadınlara oy hakkının verilmesini sağlayacak<br />

olan referandumun geçmesine yardım etmiştir.<br />

1972’de hayata gözlerini yummuştur.<br />

15


Yeşil<br />

AY’IN<br />

HALLERİ<br />

01<br />

02<br />

03<br />

04<br />

05<br />

06<br />

07<br />

08<br />

09<br />

10<br />

11<br />

12<br />

13<br />

14<br />

MART TAKVIMİ<br />

AYIN DENIZ FIRTINALARI<br />

AYIN balığı<br />

AYIN<br />

şİİrİ<br />

6 Mart : 3. Cemre (Şubat 29 çektiğinde 5 Mart)<br />

10 Mart : Husum Fırtınası<br />

12 Mart : Kocakarı Fırtınası<br />

24 Mart : Kozkavuran Fırtınası<br />

25-26 Mart : Çaylak Fırtınası<br />

BENIM ADIM DÜLGER BALIĞI<br />

Kocareis: Yelken gemicileri arasında<br />

büyük yelkenlilerde ikinci kaptan görevine<br />

bakanlara denir.<br />

Kolcu Sandalı: Deniz kolcuları tarafından<br />

izlemede kullanılan sandallardır.<br />

Lagerta: Hafif çam serenlerinden yapılan<br />

usturmaçalardır.<br />

Maçuna: Çalışma düzeni stimle(buhar)<br />

hareket eden iki ayak ve bir dayanaktan<br />

oluşan makaslara denir. Bunların<br />

karada bulunanlarına (sabit maçuna),<br />

duba üzerine bindirilenlere (gezen maçuna)<br />

denir. Gezen maçunaya (maçuna<br />

gemisi) de denilmektedir.<br />

HALK arasında “peygamber balığı”<br />

olarak da adlandırılırım. Akdeniz,<br />

Ege ve Marmara denizleri<br />

yurtlarımdır. Buralarda 90 metre<br />

derinlikteki sularda yaşarım. Mayıs<br />

ayı benim Karadeniz’e göç<br />

ayımdır. Bu göç balıkçı ağzında<br />

“anavaşya” olarak adlandırılır.<br />

Karadeniz’de ürerim. Kasım ayında<br />

ise ılık sularda kışı geçirmek<br />

için yeniden Marmara’ya inerim.<br />

Bu göçü de balıkçılar “katavaşya”<br />

olarak dillendirirler. Boyum 50-<br />

60 santime, ağırlığımsa 7-8 kilograma<br />

kadar ulaşır.<br />

En büyük özelliğim avlanırken<br />

heyecanlanmamdır. Avımı izlerken<br />

heyecandan sırt yüzgeçlerim<br />

dikleşir. Diğer yüzgeçlerim de<br />

titremeye başlar. Rengim de ya<br />

kızarır ya da açılır. Böylece önden<br />

bakıldığında bir çizgi gibi görünürüm.<br />

Heyecanım beni bulanıklaştırır.<br />

Böylece küçük avlarım beni<br />

görmez ve kaçmaz. En temel besinlerim<br />

istavrit, sardalye, hamsi<br />

ve kıracadır.<br />

Etim kalkanınki gibi lezizdir. Filetomu<br />

una batırılarak yapılan tavam<br />

çok lezizdir. Filetom haşlama<br />

ve kâğıtta buğulama olarak da yapılır.<br />

Tavsiye ederim.<br />

Esas olarak ağla (manyat ve<br />

fanyalı) yakalanırım. Nadiren de<br />

akyem takılmış oltalara gelirim.<br />

Oltaya geldiğimde sakince tekneye<br />

çekilmem gerekir. Yoksa kaçarım!..<br />

Ölümümü usta yazar Sait Faik<br />

yazarak meşhur olmuştur! Bunu<br />

da belirtmeden kendimi tanıtmayı<br />

bitirmeyeyim!<br />

AYIN DENİZCİLİK TERİMLERİ<br />

Pala: Filika ve benzeri araçlarda kullanılan<br />

küreklerin denize daldırıldıkları<br />

tarafın sonundaki enli kısımlardır.<br />

Rivago: Bir palanga donanımında, halatın<br />

makara bülbülüne bağlanan çımasıdır.<br />

Ters Maymun: donanımları yekdiğerinin<br />

karşı yönüne komuta etmek üzere<br />

başbaşa bağlanmış iki adet tornodan<br />

oluşan makaralardır.<br />

Tirim: Bir geminin kıça çektiği suyu<br />

belirtmektedir. Başı batık olan bir gemi<br />

için (Başa tirimli) kıçı batık bir gemi için<br />

(kıça tirimli) deyimi kullanılır.<br />

(Bu ayın şiiri Erdal Alova’dan)<br />

Dinle denizi<br />

Dinle rüzgârı dinleyen denizi<br />

Dinle devinip dinleyen rüzgârı dinleyen denizi<br />

AYIN yalnız gemİsİ<br />

ERIŞILMESI olanağı olmayan veya<br />

su üzerinde bulunan eşyanın üzerine<br />

atıp çekmekte kullanılan ve çektikçe<br />

sıkışacak biçimde düzenlenen bağdır.<br />

Buna “suğalı izbarço bağı” da denir.<br />

SAVANORA Yatı 1931 yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde<br />

Emily Roebling Cadwallader tarafından yaptırıldı. Döneminin en<br />

büyük özel yatıydı. Türkiye hükümeti Savanora’yı 1938 yılında<br />

Cumhurbaşkanlığı yatı olarak satın aldı. 1 Haziran 1938 günü Dolmabahçe<br />

Sarayı’nın önünde demirledi. Atatürk rahatsızlığı döneminde<br />

Savanora’da sadece 54 gün geçirdi. 1951 yılında Deniz Kuvvetleri<br />

Komutanlığı’na devredilip okul gemisi olarak kullanılmaya<br />

başladı. 1979 yılında yandı. 1989 yılında özel bir şirkete devredildi.<br />

Halikarnas<br />

Balıkçısı<br />

Yol Ver Deniz<br />

AYIN BALIKÇI DÜĞÜMÜ<br />

LEŞ BAĞI<br />

AYIN DENİZ KİTAPLARI<br />

Jules Verne<br />

Deniz Altında 20<br />

Bin Fersah<br />

SAVANORA<br />

AYIN DENİZCİLİK ARAÇ-GERECİ<br />

Ernest Hemingway<br />

Yaşlı Adam ve<br />

Deniz<br />

ANALE<br />

Halat veya parima<br />

bağlamak<br />

için yapılmış bir<br />

mapa içinden<br />

geçirilmiş çelik<br />

halka.<br />

15<br />

16<br />

BÜYÜMESİNİ İSTİYORSAN<br />

KÜÇÜKKEN ÖLDÜRME...<br />

16


HAZIRLAYAN: VECDİ ÇIRACIOĞLU<br />

AYIN balık yemeğİ<br />

MART ayında kefal, levrek ve kalkanın en<br />

lezzetli zamanıdır. Uskumru çiroz olmaya<br />

yüz tutmuştur. Tavası ve pilakisi yapılabilir.<br />

Gümüşbalığı fazlaca çıkmaya başlar.<br />

Lüfer ve palamut yağını kaybettiğinden<br />

sadece tava ve pilaki yapılmaya elverişlidir.<br />

Kofananın ızgarası olur. Minakop, tekir<br />

her zaman olduğu gibi lezzetlidir. Midyenin<br />

türlü türlü yemeği yapılır.<br />

Kalkan Balığı Izgarası:<br />

Bir parmak genişliğinde ve porsiyonluk halinde<br />

unca kesilmiş balık parçalarına tuz ve<br />

karabiber sürülür. 15 dakika kadar bunları<br />

içmesi için bir kapta bekletilir. Bundan sonra<br />

balıklar teker teker alınıp üzerleri mısır<br />

yağı ile yağlanarak tel ızgaraya yerleştirilir.<br />

Izgaranın üst kanadı kapatılır. İyice yanmış<br />

odun kömürlü mangalda veya köfteci<br />

ocağında3-4 parmak yukarıda olmak suretiyle<br />

birkaç kez çevrilerek her iki tarafı<br />

pişirilir. Pişirme esnasında kemik halindeki<br />

kılçıklarının yanmasını önlemek için ara<br />

sıra mısır yağı sürülür. Sıcak olarak yenir.<br />

Limon sıkılır.<br />

2. Tarif: Önce ızgaranızı kızdırınız. Kalkan<br />

dilimlerini iyice yıkayıp kağıt peçeteyle kurulayınız.<br />

Kalkanları genişçe bir tabağa ya<br />

da tepsiye koyup rafine yağla yağlayarak<br />

tuzunu serpiniz. Genişçe bir tabağa unu<br />

yayınız. Yağlanmış kalkan dilimlerini una<br />

buladıktan sonra fazla ununu silkeleyiniz.<br />

Kızgın ızgaraya koyup her iki yanlarını 2,5<br />

dakika pişiriniz. Kalkan dilimlerini, yanında<br />

limonla servis ediniz.<br />

AY’IN<br />

HALLERİ<br />

17<br />

18<br />

19<br />

Ayın Maceraperestİ<br />

AYIN denİz yazarı<br />

20<br />

21<br />

İNEBOLU KÜTÜĞÜ VE TAKA<br />

KURTULUŞ Savaşı’nda İnebolu ve Kastamonu<br />

yöresi silah, mühimmat ve malzeme<br />

ikmali açısından çok önemli bir rol oynadı.<br />

Gece vapur, gemi, motor, hatta yelkenliyle<br />

getirilen malzemeler kayıklarla kıyıya<br />

taşınırdı. İnebolu’ya özgü bir yük kayığı olan<br />

İnebolu kütüğünün ikmal açısından en büyük<br />

özelliği her an denize indirilip çekilmeye<br />

hazır bir tekne olmasıydı. Kıyıya yanaşan<br />

kayıklar baştankara edilir ve yükü derhal<br />

Anadolu’ya gönderilmek için hayvanlara ve<br />

kağnılara aktarılırdı.<br />

İnebolu kayığı, denk kayığı, kütük kayığı,<br />

taş kayığı veya pereme de denen İnebolu<br />

kütüğü iki omurgalı sağlam bir dip üzerine<br />

inşa edilir ve felengin üstünde denizden<br />

pazar yerine kadar metrelerce çekilebilirdi.<br />

Teknenin önce kabuk kısmı (dışı), yukarıdan<br />

aşağıya doğru, büyük kesme çivilerle çakılır,<br />

sonra içine kaburga tahtaları çakılırdı. 10-13<br />

ton yük taşıyabilen kayıkların büyükleri<br />

yelkenle İstanbul, hatta Rusya’ya sefer<br />

yaparlardı. Piyade denilen daha küçükleri<br />

İngiliz işgali altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya<br />

subay kaçırdığı gibi, İnebolu’ya mermi<br />

taşımada da kullanılmıştır.<br />

Karadeniz’in sembolü, hırçın bir denizle mücadelenin<br />

kayığı olan kürekli, kırma direkli,<br />

aşırma yelkenli, dar ve geniş çubuklar halindeki<br />

rengârenk takalar da kurtuluş Savaşı’nda<br />

cephelere her türlü ikmal malzemesi<br />

yetiştirdiğinden bu iki Karadeniz teknesi<br />

taka ve İnebolu kütüğü ayın maceraperestleri<br />

seçilmişlerdir.<br />

CEVAT ŞAKIR<br />

KABAAĞAÇLI<br />

(HALIKARNAS<br />

BALIKÇISI)<br />

“… babamın o kadar övdüğü<br />

toprak adamları bile, boş<br />

vakitlerinde Bodrum’daki kıyı<br />

kumsalına gelirler ve bir iki<br />

saat önce ufkun ötesinde kendi<br />

kendine haşırdayıp durmuş<br />

olan dalgalar, açıklıkların engin<br />

ıssızlığını kıyıya yayarken, taş<br />

kesilmiş nöbetçiler gibi, saatlerce<br />

kıpırdamadan, denizi seyre<br />

dalarlardı. Bu kara insanlarının<br />

seyredecek yeşil çayırlık ve<br />

çimenleri, serinleyecek bahçe<br />

gölgelikleri –ne bileyim?- havuz<br />

sefaları yok muydu ki başıboş<br />

vakitlerinde kıyıya gelip put gibi<br />

oturuyorlardı.<br />

“Su, akar; toprak, durur. Akıp<br />

gitmek isteyenlerin halinden anlayan<br />

hareket halindeki sudur.<br />

Su, hep bu kırgın çocuklarını<br />

koynuna sokmaya çağırır. Kim<br />

bilir, belki bu yüzden her deniz<br />

kıyısında yeryüzünün mutlaka<br />

yalnız ve sessiz birileri durur.<br />

Kıyıdan uzaklaşamayan insanlar<br />

hep yalnız buruk, hep biraz<br />

yurtsuzdur.”<br />

22<br />

23<br />

24<br />

25<br />

26<br />

27<br />

28<br />

29<br />

30<br />

31<br />

17


Yeşil<br />

SİNEMA<br />

MESUT KARA<br />

Türk sinemasının güleç yüzü:<br />

Şener Şen<br />

Köy öğretmenliğinden oyunculuğa, figüranlıktan zirveye<br />

büyülü bir yolculuk. Can verdiği, canlandırdığı unutulmaz<br />

karakterleriyle sinemamızın en önemli ve değerli usta<br />

oyuncusu Şener Şen Martı’nın bu ayki sinema konuğu.<br />

SINEMA tarihimizin son 50 yılına<br />

damgasını vuran bir oyunculuk<br />

destanı. Hababam Sınıfı’nın Badi<br />

Ekrem’i, Süt Kardeşler’in Kumandan<br />

Hüsamettin’i, Tosun Paşa’nın Tellioğlu<br />

Lütfü’sü, Gülen Gözler’in Vecihi’si,<br />

Kibar Feyzo’nun Maho Ağa’sı, Çiçek<br />

Abbas’ın Şakir Serengil’i, Şekerpare’nin<br />

Ziver’i, Namuslu’nun Mutemet<br />

Ali Rıza’sı, Züğürt Ağa’nın Ağası,<br />

Çıplak Vatandaş’ın İbrahim’i, Değirmen’in<br />

Kaymakam Hilmi’si, Milyarder’in<br />

Mesudiyeli Mesut’u, Selamsız<br />

Bandosu’nun Latif Şahin’i, Arabesk’in<br />

Şener’i, Zengin Mutfağı’nın Lütfü<br />

Usta’sı. Gölge Oyunu’nun Abidin’i,<br />

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin<br />

Haşmet Asilkan’ı, Amerikalı’nın<br />

Şeref’i, Eşkıya’nın Baran’ı, Gönül<br />

Yarası’nın Nazım’ı, Kabadayı’nın Ali<br />

Osman’ı, Av Mevsimi’nin Fermanı,<br />

avcısı…<br />

Köy öğretmenliğinden oyunculuğa,<br />

figüranlıktan zirveye büyülü bir<br />

yolculuk. Can verdiği, canlandırdığı<br />

unutulmaz karakterleriyle sinemamızın<br />

en önemli ve değerli usta oyuncusu<br />

Şener Şen.<br />

Oyunculuğu ve sinemayı ciddiye<br />

alan Şener Şen sinema hayatı boyunca<br />

kendisini keşfedip zirveye ulaşmasına<br />

vesile olan ‘yetenek avcısı’<br />

Ertem Eğilmez gibi, sonraki yıllarda<br />

birçok projede birlikte çalışacağı<br />

Arzu Film ekolünden/okulundan<br />

Yavuz Turgul gibi hem kaliteli hem<br />

de seyircisine ulaşabilecek filmlerin<br />

peşinde/içinde oldu.<br />

1964 yılından itibaren Hizmetçi<br />

Dediğin Böyle Olur, Dokuzuncu<br />

Hariciye Koğuşu, Sözde Kızlar gibi<br />

filmlerde figüranlıkla başlayan sinema<br />

serüveninde yeteneği, başarısı<br />

onu daha yan rollerdeyken, ikinci,<br />

üçüncü adamı oynarken yıldızlaştırmış,<br />

aranan oyuncu olmasını sağlamıştır.<br />

Ertem Eğilmez’in keşfi yıldızını<br />

parlatır, yolunu açar. Sonrasında<br />

kendi çabası ve yeteneğiyle başrole<br />

tırmanır, yıldızlaşır, sinema tarihine<br />

adını yazdırır ve sinemamızın yarım<br />

asrına damgasını vurur. Sinemamızda,<br />

oyunculukta ulaşılması zor bir<br />

zirvedir Şener Şen.<br />

Şener Şen’in hayat hikâyesi 26<br />

Aralık 1941 tarihinde, Adana’da başlar.<br />

Babası sonraki yılların unutulmaz<br />

oyuncusu marangoz Ali Şen’dir.1950<br />

yılında İstanbul’a taşınırlar. Yoksul<br />

aile çocuğudur. Zeytinburnu’na<br />

yerleşirler. Gecekondu’da büyür.<br />

Baba Ali Şen Adana’da marangozluk<br />

yaparken dekor yapmak için gittiği<br />

halkevinde tiyatroyla ilgilenir, sahneye<br />

çıkar. Yeteneklidir. İstanbul’a<br />

taşın wdıktan sonra da hem marangozluk<br />

hem de tiyatro devam eder.<br />

Adana’dan tanışıklığı olan Muammer<br />

Karaca’nın desteğiyle tiyatro devam<br />

ederken sinema oyunculuğuna da<br />

başlar.<br />

Hayat derdindedir; ekmek parasını<br />

kazanmak için şoförlük, pazarlamacılık,<br />

işportacılık gibi birçok iş yapar.<br />

Oynadığı bütün<br />

bu filmlerde<br />

ikinci adam da<br />

olsa sergilediği<br />

performansla,<br />

büyük kentlerde<br />

de, Anadolu’da<br />

da seyircinin<br />

kalbini fetheder,<br />

yıldızlaşır.<br />

Kepirtepe Öğretmen Okulu’nu bitiren<br />

Şener Şen üç yıl kadar öğretmenlik<br />

yapar. Gönlünde tiyatro ve oyunculuk<br />

vardır. Sinemayı istemiyordur<br />

çünkü babasının yaşam koşullarını,<br />

çalışma şartlarını görüyordur. O yıllarda<br />

sinema parasız pulsuz sadece<br />

sevgiyle yapılan koşulları ağır bir<br />

iştir. Düzenli gelir düşüncesiyle şehir<br />

tiyatrolarına girmek ister.<br />

1967 yılında, kalabalık sahnelerde<br />

arkalarda yer alan figüran olarak<br />

başlar İstanbul Şehir Tiyatrosu’na.<br />

Dönemin ünlü oyuncularıyla repliksiz<br />

ya da birkaç cümlelik rollerde oynar.<br />

Kısa sürede kendini gösterir Şener<br />

Şen ve iyi oyunlarda, iyi rollerde oynamaya<br />

başlar. Başrole tırmanmıştır<br />

yeteneğiyle. Yıllar sonra sinemada<br />

da oynayacağı Vasıf Öngören’in<br />

Zengin Mutfağı’nda oynar şehir tiyatrosunda.<br />

Tiyatroda da, sinemada da<br />

yönetmen Başar Sabuncu’dur.<br />

FİGÜRANLIKTAN<br />

YILDIZLIĞA<br />

Sinema serüveni de küçük rollerle,<br />

figüranlıkla başlar. Bir yandan da<br />

setlerde çalışıyor, seslendirme yapıyordur.<br />

1975 yılı Şener Şen için bir<br />

dönüm yılıdır. Sinemada geç gelen<br />

şöhretin, zirveye, yıldızlığa giden<br />

yolun kapıları açılır. Seslendirme<br />

devam ederken 1975 yılında Ertem<br />

Eğilmez’le, Arzu Filmle çalışmaya<br />

başlar. Ertem Eğilmez, Bizim Aile<br />

ve Hababam Sınıfı’nda seslendirme<br />

yapan Şener Şen’e Hababam Sınıfı<br />

Sınıfta Kaldı’da (1975) Badi Ekrem’i<br />

oynatır. Devam filmi Hababam Sınıfı<br />

Uyanıyor (1976) ve Hababam Sınıfı<br />

Tatilde (1977) ve Hababam Sınıfı<br />

Dokuz Doğuruyor (1978) filmlerinde<br />

Badi Ekrem’i oynayan Şener Şen bir<br />

süre Kemal Sunal’lı, İlyas Salman’lı<br />

filmlerin ikinci adamı olarak görünür<br />

beyazperdede.<br />

1978 yılında Kartal Tibet’in yönettiği<br />

Türkan Şoray’lı, Bulut Araslı<br />

Sultan filminde Bakkal Bahtiyar’ı<br />

oynadıktan sonra Ertem Eğilmez’in<br />

yönettiği Erkek Güzeli Sefil Bilo’da<br />

(1979) İlyas Salman’ın karşısında<br />

Maho Ağa’yı canlandırır. 1980 yılında<br />

yine Ertem Eğilmez’in yönettiği<br />

İlyas Salman’lı Banker Bilo’da Banker<br />

Maho’dur ve unutulmaz bir oyunculuk<br />

sergiler. Kartal Tibet’in yönettiği<br />

Kemal Sunal’lı Davaro’da (1981)<br />

Süleyman Hıyarto, İlyas Salman’lı<br />

Dolap Beygiri’nde (1982) Banker<br />

Yakup, Çiçek Abbas’da (1982) İlyas<br />

Salman’ın karşısında Şakir Serengil,<br />

İlyas Salman’lı Şekerpare’de (1983),<br />

Ziver’dir.<br />

Oynadığı bütün bu filmlerde ikinci<br />

adam da olsa sergilediği performansla,<br />

büyük kentlerde de, Anadolu’da<br />

da seyircinin kalbini fetheder, yıldızlaşır.<br />

Artık seyirci de, filmleri iş<br />

yapan, yapımcı da, salonları dolan<br />

işletmeci de Şener Şen’li filmler istiyordur.<br />

Bu sevgi ve istek Şener Şen’e<br />

başrol kapılarını açar.<br />

BAŞROLDEN EFSANEYE<br />

1964 yılından itibaren sinemada<br />

olan Şener Şen zoru başarmış başrol<br />

oynamadan yıldız olmuştur. 1984<br />

yılına gelindiğinde bir Ertem Eğilmez<br />

filmi olan Namuslu’nun başrolünde<br />

oynar Şener Şen. Bu bir kırılma<br />

noktasıdır. Canlandırdığı karakter<br />

Mutemet Ali Rıza’dır. Ali Rıza Bey, bir<br />

işyerinde veznedar olarak çalışan,<br />

kendi halinde, az gelirli ama namuslu<br />

bir vatandaştır. Namuslu ve dürüst<br />

olmanın karşılığını hor görülerek,<br />

itilip kakılarak almaktadır. İşyerindeki<br />

herkes bin bir dolap çevirip para<br />

18


kazanırken o dürüstlükten ayrılmaz.<br />

Günün birinde işyerinin büyük miktarda<br />

parasını soygunculara kaptırır.<br />

Ancak saldırıya uğradığına ve masum<br />

olduğuna bir türlü inandıramaz.<br />

Çevresindeki herkes, ailesi bile, onun<br />

nihayet gözünün açıldığını ve parayı<br />

zimmete geçirdiğini düşünmektedir.<br />

Üstelik bu inançla ona olan itibarları<br />

birdenbire artmıştır.<br />

Şener Şen Uğur Vardan’la yaptığı<br />

söyleşide bu kırılma noktasını,<br />

başrole çıkışını şöyle anlatır: “Onun<br />

hikâyesi de aslında bir hayli ilginç.<br />

Şimdilerde nasıl TV’ciler oyunculara<br />

iş yazıyorsa o zaman da işletmeciler<br />

böyle bir misyonu üstlenirlerdi.<br />

Bölge işletmecileri Ertem abiye baskı<br />

yapıyor, beni kastederek ‘Bu adam<br />

işte çok güzel kırsal kökenli tiplemeleri<br />

oynuyor, işte ‘Banker Bilo’daki<br />

Maho ağada çok iyiydi. Ona öyle<br />

bir başrol yap’ diyorlar. Ertem abi<br />

beni yanına çağırıp durumu aktardı,<br />

aslında açıkça ‘Ben seni başrol falan<br />

düşünmüyorum ama işletmeciler<br />

istedi, ben de mecburum oynatayım<br />

dedim’e getiriyor konuyu. Benim<br />

oynadığım karakterler kötüdür ama<br />

sevimlidir. Her ailede, her çevrede<br />

öyle tatlı üçkâğıtçılar vardır. Ya<br />

amca öyledir, ya komşusu öyledir, ya<br />

bakkal öyledir vs. Hem kızarlar hem<br />

gülerler, ‘Ne sahtekâr adam’ derler,<br />

‘namussuz orayı burayı dolandırdı<br />

ama işini de yürütüyor...’ Hep öyle<br />

bir hoşgörü payı vardır.” (Hürriyet,<br />

01 Aralık 2014)<br />

1985 yılında sinema tarihimizin en<br />

ayrıcalıklı, önemli ve sevilen ödüllü<br />

filmi Züğürt Ağa’da oynar. “Haraptar<br />

adlı köyün haşmetli ağası (Şener<br />

Şen), her gün yeni bir kan isteyen<br />

babası Abdo’yla yaşadığı yörede<br />

egemenliğini sürdürürken her şey<br />

Hani bazı<br />

yönetmenler<br />

vardır, belli yerlere<br />

geldikten sonra<br />

Tarkovski olmak<br />

isterler, oyuncusu da<br />

De Niro. Ben buraya<br />

aidim, Züğürt Ağa’yı<br />

oynayan adamım.<br />

Bana ne<br />

De Niro’dan.<br />

tersine gelişir. Yanaşmalarının küçük<br />

kızıyla gerdeğe giren baba, yaşamını<br />

yitirir. Köylüler ağanın ürünlerini<br />

çalıp satarlar. Kuraklık nedeniyle<br />

topraklarını da baraj yapmak isteyen<br />

politikacılara satarak kendini kente<br />

atan ağa, burada da tutunamayacaktır.<br />

Karısına varıncaya kadar herkesin<br />

terk ettiği ağaya sadık kalan<br />

yalnızca yanaşmanın kızı Kiraz’dır.<br />

Filmi Yavuz Turgul’un senaryosuyla<br />

Nesli Çölgeçen yönetir.<br />

Türkiye’de feodalizmin çöküşünü<br />

konu alan filmde Şener Şen Haraptar<br />

köyünün ağasıdır. Yağmur yağmaması<br />

ve kuraklığın başlaması üzerine<br />

köylüler ağanın ürünlerini çalıp<br />

satar ve İstanbul’a kaçarlar. Ağa da<br />

topraklarını satarak, İstanbul’a göç<br />

eder. Fakat şehir yaşamına ayak<br />

uyduramayan ağa elinde, avucunda<br />

ne varsa yiyip tüketir. Karısı da evi<br />

terk eder. Sonunda onu yalnız bırakmayan<br />

Kiraz ile yaşamaya başlar ve<br />

en iyi bildiği iş olan çiğ köfte yapma<br />

işine başlar.<br />

Badi Ekrem’le başlayan ve oynadığı<br />

her filmiyle seyircinin beğeni<br />

çıtasının sürekli yükseldiği Şener<br />

Şen, başrol filmleriyle yıldızlaşmakla<br />

kalmaz nasıl büyük bir oyuncu olduğunu<br />

da gösterir, efsaneleşir.<br />

Şener Şen bir söyleşisinde şunları<br />

söyler: “İçten olduğumu söyleyebilirim<br />

ve bu topraklara ait bir sentezim.<br />

Hani bazı yönetmenler vardır, belli<br />

yerlere geldikten sonra Tarkovski<br />

olmak isterler, oyuncusu da De Niro.<br />

Ben buraya aidim, Züğürt Ağa’yı<br />

oynayan adamım. Bana ne De Niro’dan,<br />

bana ne oynadığı rollerden.<br />

Ben Şener’im ve Şener olarak kalmak<br />

istiyorum.”<br />

1985’te Âşık oldum ve Çıplak<br />

Vatandaş’ta da oynar. Çıplak Vatandaş’ın<br />

İbrahim’i (Şener Şen) “Dört<br />

çocuklu ve beşincisine de karısı<br />

hamile olan dar gelirli, limon satıcılığı,<br />

bulaşıkçılık gibi ek işler yapmasına<br />

karşılık yine de ailesini doyuramaz.<br />

Yorgunluk ve bunalım giderek ruhi<br />

dengesini bozar. Çırılçıplak kendini<br />

sokaklara atar. Olay gazete manşetlerine<br />

çıkınca İbrahim büyük reklam<br />

şirketlerinden aldığı tekliflerle yıldız<br />

olup çıkar.”<br />

Şener Şen 1986 yılında Atıf Yılmaz’ın<br />

yönettiği Değirmen ve Kartal<br />

Tibet’in yönettiği Milyarder filmlerinde<br />

oynar.<br />

1987 yılında sinemamızın başyapıtlarından<br />

Muhsin Bey’de ve yine<br />

önemli bir film olan Selamsız Bandosu’nda,<br />

1988’de Arabesk ve Zengin<br />

Mutfağı’nda oynar. Yıl 1990’dır ve<br />

yine bir başyapıt gelir Şener Şen ve<br />

Yavuz Turgul ikilisinden. Bu kez Aşk<br />

Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni<br />

filminin Haşmet Asilkan’ıdır. İkilinin<br />

1992 yapımı filmi Gölge Oyunu’nda<br />

başrolü Şevket Altuğ ile paylaşır.<br />

Mahmut (Şevket Altuğ) ve Abidin<br />

(Şener Şen) bir pavyonda çalışmaktadırlar.<br />

Mahmut dürüst bir gençtir.<br />

Abidin ise tersine hırsız, yalancı ve<br />

çapkındır.<br />

SEYİRCİ YENİDEN<br />

SİNEMAYLA BULUŞUR<br />

1980-1990 yılları arasında yaşanan<br />

bunalımlı dönemin atlatılmaya<br />

çalışıldığı 1990’lı yılların ilk yarısında<br />

gerçekleştirilen iyi filmler,<br />

seyirciyi salonlarda yerli filme de<br />

yönlendirebilme kaygısındaki filmler<br />

seyirciyle sınırlı da olsa ilişki kurabilmeyi<br />

başarır. Yeşilçam dönemiyle<br />

kıyaslanamasa da, salonları işgal<br />

eden Amerikan filmlerine rağmen<br />

‘iş yapan’ filmler sinemacıları umutlandırır.<br />

Öncesinde de gişe yapan filmler<br />

olmasına karşın, 1993 yılında Şerif<br />

Gören’in yönettiği Şener Şen’li<br />

Amerikalı filmi önemli bir seyirci<br />

patlaması oluşturur. Yılın gişe rekorunu<br />

kıran film, sinemacıların uzun<br />

süredir hasretini çektiği seyirciyi<br />

salonlara çekmeyi başarır.<br />

1996 yılındaysa hem popüler,<br />

ticari sinema hem de yönetmen<br />

sineması açısından önemli gelişmelere<br />

yol açabilecek, bir dönüşümü<br />

sağlayacak başlangıçlar yaşanır.<br />

1980 sonrasının rekor sayılan ilk büyük<br />

gişe patlaması, Yavuz Turgul’un<br />

1996 yılında yönettiği Şener Şen’li,<br />

Uğur Yücel’li Eşkıya filmiyle gerçekleşir.<br />

Seyircisiz yıllarda Muhsin<br />

Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />

Yönetmeni gibi önemli filmler yapsa<br />

da Eşkıya’yla gişede de büyük bir<br />

başarı elde eder Yavuz Turgul.<br />

Şener Şen’in Şener Şen efsanesini<br />

sürdürdüğü, ustalık döneminin<br />

son filmleri Gönül Yarası (2004),<br />

Kabadayı (2007) ve Av Mevsimi’ydi.<br />

(2010). n<br />

19


Yeşil<br />

RÖPORTAJ<br />

Murat Uyurkulak: “Laikler bugünün<br />

Ermenileri, Rumları gibi artık”<br />

Karanlık günlerden<br />

geçtiğimiz, ölümlerin yanı sıra<br />

gazeteciler ve yazarların hapse<br />

atıldığı şu günlerde yeni çıkan<br />

kitaplar/romanlarla nefes<br />

almaya çalışıyoruz... Siyasi<br />

konjonktür ne kadar bizi esir<br />

alsa da, referandum kıskacına<br />

sürüklese de “bu ülkede iyi<br />

şeyler olacağına” inancımızı<br />

kitaplar pekiştiriyor.<br />

Bugünlerde elimden<br />

bırakmadığım ‘Merhume’<br />

kitabı için Murat Uyurkulak’la<br />

bir araya geldik. Kitap çıkalı<br />

epey oluyor ama biz biraz da<br />

nefes almak için, dertleşmek<br />

için yan yana geldik. ‘Tol’ ve<br />

‘Har’dan, yaklaşık 10 yıl sonra<br />

(aradaki öykü kitabı Bazuka’yı<br />

saymazsak) Merhume’yi<br />

okuyucusuyla buluşturdu.<br />

Merhume aslında hepimizin<br />

içinde bulunduğu süreci<br />

edebi bir şekilde anlatıyor<br />

Uyurkulak. Kitapta şiddet<br />

sarmalından, yoksulluğa,<br />

acıya Türkiye’nin adeta<br />

panoramasını sunuyor<br />

önümüze... Murat’la kitabı<br />

vesile ettik çünkü konuşacak<br />

çok şeyimiz vardı...<br />

GÜLŞEN İŞERİ<br />

Tol ve Har’dan sonra üçüncü<br />

romanın ‘Merhume’ çıktı... Her iki<br />

romanında çok özel romanlardı.<br />

‘Merhume’ için aradaki zamanı nasıl<br />

değerlendiriyorsun?<br />

Teşekkür ederim. O senin gözünün<br />

güzelliği ve özelliği. Araya çok fazla<br />

zaman girmesinin öyle çok önemli<br />

sebepleri yok. Herkesin başında olan<br />

meseleler. Geçim derdi, memleket<br />

ahvali, şahsi sorunlar, ağır içkiyle<br />

geçen dönemler, tutulma, yazamama,<br />

tıkanma, açılma, umutsuzluk, daimi<br />

özgüven eksikliği, özgüven krizleri...<br />

Saymakla bitmez. Ama bu yeni bir<br />

şey değil benim için. Diğer romanların<br />

yazılma süreçleri de uzun sürmüştü.<br />

Bir çeşit tercih meselesi aynı zamanda.<br />

Başka mesailerden para kazanıp, yazı<br />

alanında özgür hissetmek, sipariş<br />

üzerine, belli zaman sınırlamalarını<br />

öngören anlaşmalara, taahhütlere<br />

girmeden yazabilme arzusu. Yani vakit<br />

kaybederken özgürlük kazanmak gibi<br />

bir strateji... Bu stratejinin işe yarayıp<br />

yaramadığından emin değilim, ama<br />

şikayetçi de değilim.<br />

-Uzun bir yazma süreci oldu<br />

Merhume için... Bu zaman diliminde<br />

Türkiye’de çok şey değişti ama<br />

roman bugünün Türkiye’sini<br />

anlatıyor gibi, sezgisel bir durum<br />

değil mi?<br />

Bilmiyorum. Çok şey değişti<br />

mi emin değilim. Sadece ülkenin<br />

damarlarında her daim dolaşan,<br />

hiçbir zaman dışarı atılmamış, asla<br />

yüzleşilmemiş bozukluklar, hastalıklar<br />

daha görünür hale geldi, daha rahat<br />

ifade alanı buldu gibi geliyor bana.<br />

Yüz sene önce İstanbul gazetelerinin<br />

çevirdiği yalan çarkı eşliğinde<br />

Ermenilerin boğazına çökülüyordu,<br />

şimdi de Kürtlerin boğazına çökülüyor.<br />

Yüz senedir kadınlar öldürülüyor,<br />

çocuklar tecavüze uğruyordu, şimdi<br />

de öyle. Aynı seferberlik hali, aynı<br />

pervasız, milliyetçi, erkek egemen<br />

taarruz... Belki de değişen tek şey,<br />

cumhuriyet rejiminin aksak topal<br />

sağladığı bir gıdım hukuki güvencenin<br />

de ortadan kaldırılmış olması...<br />

Mazlumların, mağdurların hakkını<br />

arama, hesap sorma kanallarının<br />

giderek tıkanması... Devletin ayan<br />

beyan yağmacının, tecavüzcünün,<br />

saldırganın yanında saf tutması, bunu<br />

gizleme lüzumu bile duymaması...<br />

Çocukları tecavüzcüleriyle evlendirmek<br />

istiyorlar... Oralardan hesap et artık...<br />

-Erkek dünyasını, ya da<br />

cehennemi diyelim... Kadına şiddet,<br />

tecavüz, ensest vs.. Son bir kaç<br />

yıldır bunlarla mücadele ediyoruz...<br />

Ne düşündürttü?<br />

Bunlarla çok daha uzun süredir<br />

mücadele ediliyor. Bu mücadelenin,<br />

şükür ki, dozu ve gücü arttı. Evet,<br />

Merhume bu mücadelenin yükseldiği<br />

bir döneme denk gelmiş oldu.<br />

Bilinçli bir şey değildi bu benim için.<br />

Neredeyse 10-12 senedir kafamda<br />

gezdirdiğim bir kitaptı Merhume.<br />

-Toplumsal travmalarımızın gün<br />

yüzüne çıktığı bir dönem... 3. Sayfa<br />

haberleri kan gölü adeta... Neler<br />

oluyor?<br />

Yoksulluğun öfkesi, gerici, faşist bir<br />

hükümetin bilinçli yönlendirmesiyle,<br />

“milli ve yerli değerlere yabancı”<br />

addedilen toplulukların üzerine sevk<br />

ediliyor. Görece laik hayat tarzına<br />

sahip, “müreffeh” deniz kenarlarını<br />

mesken tutmuş, “hayatın keyfini<br />

“Sınıf nefreti,<br />

“dinsiz, ahlaksız,<br />

sömürücü,<br />

elit, imtiyazlı”<br />

addedilenlere<br />

karşı kontrolsüz,<br />

milliyetçi bir<br />

seferberliğe<br />

tahvil ediliyor.<br />

Hayatı kaderine<br />

isyan etmekle<br />

geçmiş insan,<br />

o kaderin<br />

müsebbibi<br />

saydığı insanlara<br />

istediğini<br />

yapmakta<br />

kendini özgür<br />

hissediyor.”<br />

20


ŞİİR<br />

çıkardığı” düşünülen topluluklar<br />

memleketin yeni Ermenileri, Rumları<br />

gibi artık. Sınıf nefreti, “dinsiz,<br />

ahlaksız, sömürücü, elit, imtiyazlı”<br />

addedilenlere karşı kontrolsüz,<br />

milliyetçi bir seferberliğe tahvil<br />

ediliyor. Hayatı kaderine isyan etmekle<br />

geçmiş insan, o kaderin müsebbibi<br />

saydığı insanlara istediğini yapmakta<br />

kendini özgür hissediyor. Halbuki en<br />

tepedeki zenginlere dokunan yok,<br />

hedef bellenenler de sıradan insanlar,<br />

bu ülkenin sade vatandaşları... Güçlü<br />

bir sosyalist hareketin cephanesi<br />

sayılabilecek, ülkeyi daha özgür, eşit ve<br />

demokratik bir geleceğe taşıyabilecek<br />

sınıfsal öfke, tam tersi yönde işletiliyor.<br />

Bir başbakan düşünün ki, “Yol ver<br />

gidelim, Gezi’yi ezelim” sloganı atan<br />

bir kitleyi, sessiz kalarakonaylayabildi.<br />

Bugün aynı minval üzere devam ediyor.<br />

Koca koca şehirler dümdüz edildi. Sırf<br />

iktidar uğruna. Çatışma yükseldikçe<br />

güçlenecek çünkü, durursa, yatıştırırsa,<br />

normalleştirirse sendeleyecek.<br />

- Zor konular. Bu seni korkutmadı<br />

mı? Hele de Türkiye’de....<br />

Mümkün mertebe iyi yazabilmek<br />

dışında bir düşüncem olmadı. Becerip<br />

beceremediğimi bilmiyorum.<br />

-Erkek dünyasının eleştirisi bir<br />

yana siyasi eleştiri de var... İnce<br />

göndermeler yapıyorsun. Peki<br />

bu göndermelerle nereye varmak<br />

istiyorsun?<br />

Bir yere varmak için yazmıyorum.<br />

Sonunda bir durağa varacak olduktan<br />

sonra yazmanın keyfi yok. Yazmak<br />

daimi bir yolculuk olduğunda güzel. O<br />

yolculukta insan dert ettiği, öfkelendiği<br />

meseleleri de toplayarak ilerliyor.<br />

Kimi zaman haykırıyor, kimi zaman<br />

göndermelerle anlatıyor, kimi zaman<br />

susmak ve derin bir nefes almak da bir<br />

şeyler anlatmak anlamına geliyor.<br />

-Türkiye’de çok şey değişti. Her<br />

şey anlamsızlaştı. Yazmak bile...<br />

Gazetecilik ve yazarlığını sorsam,<br />

umutsuzluğa kapılıyor musun?<br />

Umutsuzluğa kapılmak gibi bir<br />

lüksüm yok. Bulunduğumuz her yerde,<br />

gücümüz yettiğince demokrasiden,<br />

özgürlükten yana direnmek, mücadele<br />

etmek dışında bir seçeneğimiz<br />

yok. Elbet bu günler de geçecek,<br />

mesele freni patlamış devasa bir tır<br />

gibi üzerimize gelen bu çılgınlığın<br />

önünden ne kadar insanı, ne kadar<br />

canı kurtarabileceğimiz. Günün<br />

birinde bütün bunlar sona erdiğinde,<br />

başımızı kaldırıp etrafa baktığımızda<br />

kucaklaşabilecek ne kadar insan<br />

bulabileceğimiz.<br />

-Edward Said’i İsrail tarafına taş<br />

atarken gösteren fotoğrafı yüzünden<br />

pek çok tartışma yaşanmıştı. Yazar<br />

bağımsız mı olmalı? Sen de taş atar<br />

mıydın?<br />

Said’in İsrail askerlerine taş<br />

atmasının bir meşru müdafaa eylemi<br />

olduğunu demeye getirdi. Evet, ben<br />

de atardım. Yazar bağımsız mı olmalı<br />

sorusunun kendisi bile keder veriyor.<br />

Bu sorunun sorulması bile gerekmez<br />

normal koşullarda. Yazar bağımsız<br />

olmalı, ama tarafsızlık dersen, orada<br />

başka bir alan açılır. Mazlumdan<br />

yana olmak taraflılık değildir çünkü.<br />

Mazlumdan yana olduğunu söyleyip de<br />

ortalığı kana, şiddete boğanlara karşı<br />

çıkmak... İşte o bağımsızlık gerektirir.<br />

-Ki bu ülke de en ufak seste<br />

‘terörist’ oluveriyorsun... Neye tepki<br />

gösterseniz ‘teröristsiniz’... Neye<br />

bağlıyorsun tüm bunları?<br />

“Terör: Zalimlerin Jokeri” başlıklı bir<br />

yazı yazmıştım Radikal Kitap’ta yıllar<br />

önce. Terör kavramı muktedirlerin,<br />

zalimlerin işlerine gelmeyen herkesi,<br />

her şeyi, her hareketi aynı torbaya<br />

tıkıştırabilmelerini sağlayan bir joker<br />

gibi. Kimse cani, deli, ruh hastası olduğu<br />

için silaha sarılmaz, canını tehlikeye atıp<br />

savaşmaz. Bunu yapanların bir hedefi,<br />

talebi, şikayeti, derdi vardır... Yoktan<br />

var olmamışlardır... Kimi barbarca<br />

yöntemler kullanır, kimi şiddete<br />

başvurur, kimi katliamlar yapar, kan<br />

döker... Onaylamak, savunmak mümkün<br />

değildir bu eylemleri. Ama basitçe<br />

terörist deyip kenara atmak da mümkün<br />

değildir. Bu çözüm değildir. Siyasi<br />

yollarla, çok daha kapsamlı ve derin<br />

politikalarla, müzakereyle, diplomasiyle<br />

iştigal edilmeleri gerekir. Yoksa bire<br />

kadar kırsanız bile yenisi er geç ortaya<br />

çıkar.<br />

-“Devrim bir ihtimaldi ve çok<br />

güzeldi” diyordu Tol’un giriş<br />

cümlesinde... Şimdi ihtimal olanlar<br />

neler? Ya da ihtimal olarak<br />

gördüklerin?<br />

Lenin’in bir sözüydü sanırım,<br />

“Devrim aktüel bir meseledir” diyordu.<br />

Yani her daim bir ihtimaldir. Ne zaman,<br />

hangi kıvılcımın çakmasıyla, nerede<br />

ortaya çıkacağı belli olmaz. Mesele<br />

devrime ve mücadeleye dair bir<br />

farkındalığı, eylemliliği, dirayeti, sabrı<br />

gösterebilmekte. Ve bunu mümkün<br />

olan en geniş kesimleri kapsayarak, her<br />

daim bir birlik gayretini öne koyarak<br />

yürütebilmekte. Gezi’nin patlayacağını<br />

kim tahmin edebildi ki?<br />

-Bazen insanlığın can çekiştiği<br />

yerde yazarlık ne ki diyor musun?<br />

Elbette, her zaman. Çok duygusal<br />

bir laf gibi algılama: Bir çocuğun hayatı<br />

kurtulacak, ama sen artık tek bir harf<br />

yazmayacaksın, hatta bütün yazdıkların<br />

da belleklerden silinip gidecek deseler<br />

hiç tereddütsüz ikincisini seçerim...<br />

-Yazarlık dışında dizi işlerine de<br />

bulaştın. En azından senaryoyla bu<br />

serüveni devam ettirdin.. İnsan kitap<br />

yazarak geçinemiyor değil mi?<br />

En azından ben geçinemiyorum. Ama<br />

az öncede dediğim gibi, bu bir tercih....<br />

Yakınmaya hakkım yok. Halimden<br />

şikayetçi değilim.<br />

-Yazıp yazıp attığın oldu mu?<br />

Benim işim yazmaktan çok<br />

yazdıklarımı atmaktır zaten. n<br />

İBRAHİM BAŞTUĞ<br />

Bir Göçmen Kuştur Martı da<br />

Nimet’e<br />

Gözlerinin bittiği yerde deniz başlar<br />

yorgundur kanatların-uzun yola çıkamazsın<br />

Çatlar tohum-iyi işlenmemiş bir mozaiğin<br />

iğreti cam kırıklarını savurur devran<br />

Yarım kalmış ıslak bir park buluşmasını<br />

Vapur işletmez bir sis sabahının buruk sevincini<br />

Çınaraltı’nda yarım kalmış çay içimlerini<br />

ve gururunu yaşlı sahafı bir kez daha yola getirmenin<br />

Sakarya’nın yeni güvercinleri ve dilenen eski çocuklar<br />

Ucuz biracılarda unutulmuş soluk resimler<br />

Yeni korkular-adi suçlularla paylaşılan koğuşta<br />

Sönmesi yasak ampulün sağırlığına gömülen çığlıklar<br />

Çatlar tohum-iki lezbiyen yakalanır üst ranzada<br />

Gece vardiyasının yapışkan yorgunluğu-uykusuzluk<br />

ve ezberlenmiş adımlara öfkesi betonun<br />

Yorgundur kanatların<br />

Buzul sofalarında kapı aralarında konuklukların<br />

Halden anlamaz gece iner erkenden<br />

Kentler de büyük değil artık o kadar<br />

Kaçamaklarında sabahlayasın-bir adın çıkmış serseriye<br />

Öbür adın<br />

Bıraksalar ah bir örselemeseler, itip kakmasalar<br />

bir ad bulacaktın elbet. Kuşanacaktın<br />

Öbür adın<br />

Ezberlenmiş adımlara öfkesi betonun<br />

İki lezbiyen yakalanır üst ranzada<br />

Yine zarfsız gelen mektubun baş döndüren sevinci<br />

Bulvarlar, pasajlar, mevsim değiştiren vitrinleri kentin<br />

Tahtakale’de bitmez pazarlıklar, Ulus’ta bitmez<br />

Dağılan pazaryerlerinin istilası, yitirilmiş bir şeyler ve ilhak<br />

Samanpazarı’ndan alınıp yeniden boyanmış ve eskitilmiş pantolon<br />

Kaç kez geçtiğini unutmuş anesteziden, yeni bir cebe kavuşmak için<br />

ve artık dikiş kabul etmeyen derisi<br />

Ve ezberlenmiş ritmi umudun<br />

Her gün tozunu almalısın yine de<br />

Ayırabildiğin son parçaya dek söküp parlatmalı<br />

Yağlayıp yeniden birleştirmelisin<br />

Tohumların tohumu olmalısın<br />

En bayramlık sevincini takınıp çıkmalısın<br />

İddianameyi bir kez daha dinleyip sonuna kadar<br />

bir kez daha reddetmek için<br />

İfadenin baskı altında alınmış olduğu gerekçesine<br />

adli tabibe sevkin talebini de ekleyerek<br />

yumruğunu gülümsetmelisin bir kez daha<br />

Sorgulamada bulunduğunu sesinin çamurundan tanıdığın<br />

şehremininin karşısında-gözünün içine baka baka<br />

Ve ezberlenmiş ritmi hayatın<br />

Sönmesi yasak ampulün sağırlığına gömülen çığlıklar<br />

Sakarya’nın yeni güvercinleri ve dilenen eski çocuklar<br />

Ve ertelenmez ritmi hayatın<br />

Aradasın-vapur işletmez bir sis sabahının buruk sevinci<br />

Çınaraltı’nda yarım kalmış çay içimleri<br />

Ucuz biracılarda unutulmuş soluk resimler<br />

Aradasın<br />

Ne karasın artık ne su<br />

Teknen yok uzun yola çıkamazsın<br />

Kaçamak bir zaman aralığında<br />

Bir ad bulur yakıştırırsın kendine<br />

Ve sonra öğrenir şaşar kalırsın<br />

Bir göçmen kuştur martı da<br />

(Çalınmış Kuyuları Babil’in)<br />

21


Yeşil<br />

SARIYER’İN SEMTLERİ: BÜYÜKDERE<br />

İSMAİL BAKAR<br />

Bir Zamanlar Büyükdere<br />

Tabiatın en fazla kayırdığı, Boğaziçi’nin en nitelikli ve en keyifli bölgesi<br />

EĞER İstanbul’un en güzel yeri Boğaziçi<br />

ise kuşkusuz ki Boğaz’ın en güzel<br />

yerlerinin başında da Büyükdere<br />

gelmektedir. Büyükdere gezginler için<br />

okadar farklı görünümler sunmaktadır<br />

ki her gezgini yakından etkilemiştir.<br />

Melling’in birbirinden güzel gravürlerini<br />

Büyükdere tarihi ve yaşantısıyla<br />

gözler önüne sunan Charles Lacretelli<br />

“Bunlar, bu olağanüstü yer hakkında<br />

genel bir fikir verir. Körfeziyle birlikte<br />

kapladığı alanda semti, rıhtımı<br />

ve özellikle çayırlarıyla, öylesine çok<br />

sayıda hoş görünüm çıkar ki, sanat<br />

tüm bunları tek bir tabloda bir araya<br />

getirmek isteseydi, tabir-i caizse<br />

tabiata ihanet etmiş olurdu. Kim bilir,<br />

insan acaba yöreye ve göreneklere<br />

dair özgün detaylar yığını arasında<br />

kaybolmaktansa, en büyüleyici teferruatları,<br />

hatta yalnızca binaların arz<br />

ettiği çeşitliliği sunmakla da yetinebilir<br />

miydi?” diyerek bu duyguyu en iyi<br />

şekilde açıklamaktadır.<br />

Geçmişinin Bizans dönemine kadar<br />

gittiği sanılan Büyükdere, Belgrad<br />

Ormanı’ndaki Valide Bendi’nin doğusundaki<br />

tepelerden doğan ve Kefeliköy’le<br />

Kalafatyeri arasından Büyükdere<br />

Koyu’na dökülen Bakla Deresi de<br />

denen Büyük Dere çevresinde, sahilde<br />

kurulmuş küçük bir balıkçı köyüydü.<br />

Semte adını veren derenin ağzında<br />

bulunan Büyükdere Köyü’nün sonunda,<br />

kümeler halinde bulunan büyük<br />

çınarlardan dolayı kırağaç denilen yer<br />

gelirdi. Evliya Çelebi, padişahların ava<br />

gittiği, yerli ve yabancı zenginlerin<br />

sevdiği bu güzel ve gölgeli yerde yüksek<br />

kavakların, selvi, söğüt ve diğer<br />

ağaçların bulunduğunu; ağaçların<br />

ve yapraklarının sıklığından güneşin<br />

yere düşmediğini anlatır. “Büyükdere<br />

kasabasının imaretlerini bildirir. Bu da<br />

Yavuz Sultan Selim ve II.Selim Han’ın<br />

eğlence yeri, av mekânı ve gezinti<br />

yeri olduğundan, dağlık bir dere içinde<br />

gölgelik ve ormanlık bir yerdir ki,<br />

orada bir harman büyüklüğünde yere<br />

güneş etki etmez. Bu derede olan<br />

Tanrı vergisi çınar, kavak, selvi, salkımsöğüt<br />

ve diğer büyük ağaçlar var<br />

ki, herbiri gökyüzüne uzanmıştır. Çeşit<br />

çeşit yeşilli sofalar ve akarsular ile<br />

yaratılmış gezinti yeridir. Bu mesiregahın<br />

sebebiyle yakınında Büyükdere<br />

kasabası imar olunmuştur. Hepsi bin<br />

kadar küçük evlerdir. Bir müslüman<br />

mahallesi, yedi mahalle balıkçı, gemici<br />

ve bağban kefere evleridir. İskele<br />

Bağ’ında Koca Defterdar Mehmed<br />

Paşa Camii var. Ve bir hamamı ve<br />

birkaç ufak dükkânları vardır. Ancak<br />

bağı ve bahçesi oldukça çoktur.”<br />

Boğaziçi Şikret-i Hayriye adlı<br />

sâlnamede Büşyükdere için şu bilgiler<br />

yazılıdır: ”Büyükdere’de Rumlar<br />

4300, İslâmlar 700, Museviler 300<br />

ve Ermeniler 180 nüfusdur…Büyükdere’de<br />

adedi onbire varan tuğla fabrikaları<br />

ile bir bira fabrikası, otelleri,<br />

gazinoları ve Fıstık Suyu, Ali Ağa’nın<br />

Bağı, Karakahya Bahçesi, Sultan<br />

Suyu, nectar Bahçesi namlarındaki<br />

mesireleri ile de meşhurdur.”<br />

Büyükdere’yi anlatan İnciciyan ise<br />

burasının Boğaz’ın Rumeli yakasının<br />

son padişah binişi olduğunu, güzel bir<br />

vadi içinde Hünkâr Suyu denilen suyu<br />

olduğunu anlatır ve kökleri birbirine<br />

karışmış on altı çam ağacından dolayı<br />

Yedikardeşler denilen Kırkağaç’ın<br />

da burada olduğunu söyler. Büyükdere’nin<br />

yanındaki güzel düzlükte<br />

ağaçların arasında yıkılmış bulunan<br />

padişah köşkünün temelleri göründüğünden,<br />

vadinin içinde birçok çeşmesi<br />

bulunan bir padişah bahçesi bulunduğundan<br />

ve sahilden oraya padişah için<br />

yapılmış bir yol olduğundan sözeder.<br />

Buradan Fener’e kadar uzanan sık<br />

ormanlık arazinin, padişahın av sahası<br />

olduğunu bildirir.<br />

Büyükdere’nin şenlenmesi, İstanbul’un<br />

fethinden sonra başlamıştır.<br />

Sıra sıra dağların, kol kola girmiş tepelerin,<br />

mor, yeşil, kül renkli vadilerin<br />

kuşattığı Büyükdere Bahçesi, II.Sultan<br />

Selim’in pek hoşlandığı bir mevkiydi.<br />

Kavak, servi, sögüt, meşe, çınar ve<br />

ıhlamur ağaçlarının gölge düşürdüğü<br />

bahçe, gerek sarayın gerek halkın can<br />

attıkları bir av ve eğlence mahalliydi.<br />

Sultan II. Mahmud 1829 yılında<br />

kurban bayramı muayedesini burada<br />

yapmış; çayıra büyük çadırlar<br />

kurulmuş, bayram tahtı getirilmiş ve<br />

padişah murassa fesi ile bayram tebriklerini<br />

kabul etmiştir. Bu törene İran<br />

elçisi de katılmıştır. Aynı yıl Sultan<br />

II.Mahmud burada bir divan kurdurmuş<br />

ve İngiliz büyükelçisinin huzura<br />

kabulünü de burada yapmıştır.<br />

Hele II.Sultan Abdülhamid, Şişli-Maslak<br />

yolunu açtırdıktan sonra<br />

sefaret arabaları buralara adeta akar<br />

olmuş ve elçiliklerin baloları, Kabul<br />

resimleri, çayları bu köylere, yerli<br />

halka temâsı olmayan kozmopolit bir<br />

koloninin parlak ve şâşalı gidiş gelişleriyle<br />

bir nevi hareket vermiştir.<br />

Büyükdere, padişahlar kadar<br />

yabancı elçiliklerin de rağbet ettiği<br />

bir yerdir. 1830-35 yıllarında buraya<br />

Rus ve Felemenk sefaretlerinin yazlık<br />

binaları inşa edilmiştir. Moltke İstanbul’da<br />

görev yaptığı sırada Büyükdere’de<br />

kalmıştır. Burada kaldığı evi<br />

anlatırken çiçeklere değinir. “Çok<br />

geniş olan dam, galerinin dış tarafına<br />

sıralanmış olan karanfil ve şebboy<br />

saksıyarına gölge verir. Moltke, anılarında<br />

tekrar Büyükdere’deki yaşamına<br />

döner ve anlatır:”…Bir sürü penceremin<br />

hangisinden dışarı baksam,<br />

geniş bir deniz tablosunu, bir dağ<br />

manzarasına ya da çiçekler, güller ve<br />

zakkumlarla dolu, etrafı duvarlarla<br />

çevrili daracık bir bahçenin ihtişamını<br />

seyrediyorum. Küçük çim tarhın etrafı<br />

çiçek saksılarıyla çevrilmiş, aralarında<br />

yollara sanatlı süsler meydana getirecek<br />

şekilde deniz kabukları serpilmiş.<br />

Mis gibi kokan yaseminler pencere<br />

kafeslerinden içeri sokuluyor, hanımelleriyle<br />

yaban asmaları duvarlara<br />

sarılıp örtüyor…”<br />

Büyükdere demek, biraz da Bentler,<br />

Kemerler ve ormanlar demek<br />

diyen Sâmiha Ayverdi Büyükdere’yi<br />

anlatmaya devam eder: “Fatih Sultan<br />

Mehmed’in başlatıp III.Sultan Ahmed’in<br />

ilaveler yaptırdığı Büyük Bent;<br />

suyunu büyük Bent’e veren Kömürcü<br />

Bendi, bu su ve yeşillik semtinin<br />

ilk âbidesi sayılır. Büyükdere Koyu,<br />

bilhassa cenup rüzgârlarının estiği<br />

akşamlar, erimiş bir lâl gibi morarır,<br />

kızarır, erguvanlaşır ve günün son<br />

ışıkları karanlıkta yer değiştirirken<br />

de, yavaş yavaş benzi atarak solan<br />

sular, gide gide karanlıklara gömülüp<br />

kuzgunileşir. Büyükdere’den Sarıyer’e<br />

giderken, Osmanlı sarayı ile Mısır<br />

sarayı arasındaki politik faâliyetiyle<br />

Kârun misâli zengin olan bir vezirin,<br />

İstanbul sarraflarından Kevork Aramyan’ın<br />

oğlu Abraham Paşa’nın yalısı<br />

vardı. Bugün Rus sefârethânesinin<br />

eline geçmiş olan arâzisi, Karadeniz’e<br />

kadar uzanan İstanbul korularının en<br />

müstesnâlarının başında gelir.”<br />

Ruşen Eşref Ünaydın ise “Boğazi-


çi” adlı eserinde şöyle diyor: “Boğaziçi’nin<br />

mehtaplı gecelerinde içinden<br />

biran bile aydınlığı eksik olmayan<br />

nadir yerlerinden biri, belki de en bellibaşlısı<br />

Büyükdere Koyu’dur. Yusâ’nın<br />

üstünden ya da bir kenarından akşam<br />

üzeri doğduğu andan Büyükdere<br />

sırtlarında battığı zamana kadar ayın<br />

ışığı, o Koy’un şu veya bu yanında hiç<br />

eksik olmaz.”<br />

Boğaziçi’nde Kireçburnu ile Büyükdere<br />

arasında Büyükdere Çayırı’nda<br />

bulunup dünya ağaç literatürüne “Büyükdere<br />

Çınarı” adı ile geçmiş olan bu<br />

çınar Türkiye’nin değil yeryüzünün en<br />

büyük ve en uzun ömürlü çınarı idi.<br />

Bir rivayete gore 4000 yaşını aşmış<br />

bu ağaç I.Dünya savaşından sonra<br />

heder edilmiştir. Avrupalılar bu ağaca<br />

“Platane de Godefroy de Bouillon”<br />

adını verirler. Çünkü 1096 yılında haçlı<br />

ordusu kumandanı G. De Bouillon bu<br />

çınarın altında karargâh kurmuştu. II.<br />

Sultan Mahmud, Çayırdaki ulu çınarın<br />

altında yeniçerilerin kaldırılmasından<br />

önce arasıra burada tokmak oyunu<br />

oynatırmış. Neyazı ki bu ulu çınar 32<br />

gövdesi olduğu ve içinde kahvehane<br />

yaıpılarak ateş yakılması yüzünden<br />

yandığı Ziraat Mektebinin eski muallimlerinden<br />

Hüdaverdi Efendi tarafından<br />

söylenmiştir.<br />

Büyükdere dalyanı ile de meşhurdu.<br />

Büyükdere’deki Kalafatyeri<br />

önünde kurulurdu; sınırları, geçen<br />

asrın meşhur sarraflarından Kamanto’nun<br />

yalısı önünden Mercan Sokağı<br />

hizasına kadardı.<br />

Büyükdere Koyu Karadeniz boğaz<br />

tarafında en güzel demir yeridir.<br />

Osmanlı Donanması Karadeniz seferlerine<br />

çıktığında, Beşiktaş önünden<br />

kalktıktan sonra Büyükdere koyunda<br />

demirler ve Boğazdan Karadeniz’e<br />

çıkmak için müsait havayı burada beklerdi.<br />

Büyükdere koyu Boğaziçi’nde<br />

mehtabı ile de meşhurdur. Ülkemizin<br />

ilk kibrit fabrikası da Büyükdere Tekel<br />

Kibrit Fabrikası’dır. Büyükdere’deki<br />

fabrikanın inşaatına 1930 senesinde<br />

başlamış olan Amerikan şirketi ilk<br />

Türk kibritini piyasaya 1932 senesinde<br />

vermiştir.<br />

İstanbul’un hemen her köşesi<br />

gibi Büyükdere de yangın felaketleri<br />

görmüştür; 1872 de 6 bina, 1872 ikinci<br />

bir yangında 38 bina, 1873 de 6 bina,<br />

1876’da Maltız Caddesi’nde 11 bina<br />

yanmıştır. En büyük yangın olan 1898<br />

yılında ki yangında 400’den fazla ev<br />

ve dükkan yanmıştır.<br />

Yabancıların bölgeye yerleşmeleri,<br />

elçilik ve konsoloslukların yazlıklarının<br />

Büyükdere çevresine dizilmeleri,<br />

Fransa Elçisi Comte de Vergennes’in<br />

1757’de Büyükdere ve çevresinde yabancıların<br />

da oturabilmesi için gerekli<br />

izni almasıyla başlamıştır. Fransızlar,<br />

Almanlar ve İtalyanlar daha çok Tarabya’yı<br />

tercih ederken, Ruslar Büyükdere’yi<br />

seçmişlerdir. 1828-1829’da ilk<br />

buharlı geminin, 1850’den sonra da<br />

Şirket-i Hayriye vapurlarının Boğaziçi’ne<br />

seferlere başlamasından sonra,<br />

diğer boğaziçi köyleri gibi Büyükdere’ye<br />

de vapurların yanaşabileceği bir<br />

iskele yapılmış; yolcu ve yük indirim<br />

Osmanlı<br />

Donanması<br />

Karadeniz<br />

seferlerine<br />

çıktığında, Beşiktaş<br />

önünden kalktıktan<br />

sonra Büyükdere<br />

koyunda demirler<br />

ve Boğazdan<br />

Karadeniz’e<br />

çıkmak için müsait<br />

havayı burada<br />

beklerdi.<br />

bindirimi için kullanılan bu iskelelerin<br />

meydanları ve meydan çevresinde<br />

gelişen yeni fonksiyonlar, arazi kullanımına<br />

da değişiklikler getirmiştir.<br />

Söz konusu iskele meydanlarında<br />

köy toplumunun ticari ve sosyal ilişki<br />

ve iletişimlerini sağlayan işlevler yer<br />

almıştır. Başta kahvehaneler, balıkçılar,<br />

berber, manav, bakkal, ayakkabıcı,<br />

züccaciye, tuhafiye dükkânları;<br />

terzilik, marangozluk, oymacılık,<br />

demircilik vb sanatkâr işlikleri, köy<br />

toplumunun gündelik ihtiyaç, dostluk,<br />

yardımlaşma ve haberleşme etkinliklerinin<br />

oluştuğu mekânlardır. Büyükdere<br />

İskelesi ve çevresi de böyle bir<br />

gelişmeye sahne olmuş 1853-1856<br />

Kırım Savaşı sırasında, İstanbul’a<br />

kimisi ailesiyle birlikte gelen Fransız,<br />

İngiliz ve İtalyan askerlerinin oldukça<br />

önemli bir bölümünün Boğaziçi’nde,<br />

özellikle de Büyükdere’de ev kiralayıp<br />

savaş sonuna kadar kalmaları, 19.yy<br />

ortalarında Büyükdere’yi ekonomik<br />

ve sosyal açıdan hareketlendirmiştir.<br />

20.yy’ın başında Büyükdere semtinde,<br />

eski Abrahampaşa Korusu sınırından<br />

başlamak üzere güneye doğru sahil<br />

boyunca Avusturya, Rusya, Danimarka,<br />

İspanya, Portekiz ve Hollanda sefarethanelerinin<br />

yazlık binaları vardı.<br />

1936’da Fransız şehircilik uzmanı<br />

Prof.Prost ile başlatılmış olan İstanbul<br />

planlama çalışmaları çerçevesinde<br />

1948 ve 1949’da Boğaziçi’ndeki diğer<br />

bazı köylerle birlikte Büyükdere köy<br />

içi imar planları da yapılmıştır. 1952-<br />

1956 arasında çalışan müşavirler<br />

heyeti , Prost planlarının uygulanmış<br />

kısımlarını kabul etmiş, ancak<br />

planlama alanını Sarıyer’i de içine<br />

alacak şekilde genişletip “Beyoğlu<br />

Nâzım Planı” adıyla 1954’te yürürlüğe<br />

koymuştur. Plana göre Büyükdere<br />

sahil şeridi eski ahşap binalar restore<br />

edilmek suretiyle korunacak, balıkçı<br />

yerleri, lokanta ve gazinolar turistik<br />

özellikte olmak üzere iyileştirilecektir.<br />

Yine aynı plana göre bir yandan<br />

Tophane’den başlayıp Sarıyer’e kadar<br />

devam edecek 30 m genişliğinde sahil<br />

yolu, öte yandan Zincirlikuyu, Levent,<br />

Maslak’tan geçecek Büyükdere’ye<br />

ulaşacak Büyükdere asfaltı Büyükdere’nin<br />

değişmesinde ve gelişmesinde<br />

etkili olmuşlardır.<br />

Uzun süreler boyunca çeşitli<br />

dinlerden ve etnik gruplardan meydana<br />

gelen karışık bir nüfusun bir arada<br />

yaşaması, semtte farklı kültürlerin yarattığı<br />

yumuşak ve hoş bir atmosferin<br />

hâkim olmasına yol açarken camilerle<br />

kiliseler de yanyana yaşamışlardır.<br />

Büyükdere’de halen Kara Kethüda<br />

Camii (Büyükdere Camii), ve Cerrah<br />

Mahmud Efendi Camii olmak üzere iki<br />

cami, bir Rum Ortodoks kilisesi (Ayios<br />

Paraskevi) bir Ermeni Gregoryan kilisesi<br />

(Surp Hripsimyantz), bir Ermeni<br />

Katolik kilisesi (Surp Boğos) ve bir<br />

İtalyan katolik kilisesi (Santa Maria)<br />

bulunmaktadır.<br />

18.yy sonu yapısı Keçecizade<br />

Fuad Paşa Yalısı (halen otel) ve halen<br />

Sadberk Hanım Müzesi adıyla müze<br />

olarak kullanılan Azaryan Yalısı semtteki<br />

önemli tarihi eserlerden ve tek<br />

tük kalmış eski yalılardan ikisi olup,<br />

asıllarına uygun restorasyon görerek<br />

günümüze kadar gelmiştir.<br />

Dilerseniz yazımızı Fransız gezgin<br />

Theophile Gautier’in tasviriyle sonlandıralım:<br />

“Tarabya’nın taraçasından<br />

görülen Büyükdere, dünyanın en zarif,<br />

en iç açıcı köylerinden biri. Deniz,<br />

burada, içeriye doğru bir oyuk çizerek,<br />

suların gevşek kıvrımlarla çarpıp<br />

öldüğü bir kavis teşkil eder, aralarında<br />

Rusya’nın yazlık sarayı görülen<br />

şık evler, deniz kenarında, Boğaz’ın<br />

yatağı olan son tepelerin eteğinde<br />

ve yeşilliklerle dolu bir bahçeler fonu<br />

üstünde sıralanırlar.” n<br />

Kaynakça<br />

l Atasoy, Nurhan. Hasbahçe. İstanbul:Aygaz,<br />

2002<br />

l Ayverdi, Sâmiha. Boğaziçi’nde Tarih. İstanbul:Kubbealtı,<br />

2002<br />

l Aysu, Çiğdem “Büyükdere” İstanbul Ansiklopedisi<br />

cilt 2 s.359-362<br />

l Freely, John. Evliya Çelebi’nin İstanbul’u.<br />

İstanbul:YKY, 2002<br />

l Gülersoy, Çelik; İstanbul’un Anıtsal Ağaçları.<br />

İstanbul: TTOK, 1984<br />

l Koçu, Reşad Ekrem. “Büyükdere”maddesi,İstanbul<br />

Ansiklopedisi cilt 6, İstanbul,<br />

1994<br />

l Melling, Antoine Ignace; İstanbul<br />

Kıyılarına Pitoresk Seyahat. metin: Charles<br />

de Lacretelle İstanbul: Denizler Kitabevi,<br />

2010<br />

l Onat, Deniz.”Derin Vadi”nin Dünü ve Bugünü”.<br />

İstanbul Dergisi 1998, sayı:24, s.33-40<br />

23


Yeşil<br />

ISTANBUL’UN ILKLERI<br />

VECDI ÇIRACIOĞLU<br />

İstanbul’da<br />

ilk otomobil<br />

OTOMOBILIN İstanbul’a ilk getirilişi ve<br />

halk tarafından ilk görülüşü, 2. Meşrutiyet<br />

(1908) ilanıyladır. Otomobil, gerek<br />

Avrupa’da, gerekse Amerika’da bir çok<br />

kentlerde atlı arabanın yerini almasına<br />

karşın, 2. Abdülhamit’in arttıkça artan,<br />

kılı kırk yaran şüpheleri yüzünden<br />

Osmanlı sınırları içine bir türlü girememiştir.<br />

Padişahın görüşüne göre tehlikeli bir<br />

araç olan otomobil, saltanatın aleyhine<br />

kullanılması ve hatta kendine karşı bir suikastte<br />

kullanılması olanağı mümkündü.<br />

21 Temmuz 1905, Cuma günü Yıldızdaki<br />

Hamidiye Cami’nde Selamlık Resmi<br />

yapıldığı sırada ansızın patlayan, asker<br />

ve toplanan halktan birçok insanı öldüren<br />

bomba olayından sonra her taraf<br />

padişah tarafından bir kat daha fazla<br />

denetim altına alınmış, ortalık bütünüyle<br />

baskıyla kasılıp kavrulmuştu. Otomobilin<br />

yurt dışından ithali şöyle dursun, adı bile<br />

insanlar tarafından anılamıyordu.<br />

Meşrutiyet ilan edildi ve çok geçmeden<br />

ilk otomobil İstanbul’a geldi.<br />

Yıldız Sarayı’nın Operetçibaşı, Mızıkayı<br />

Hümayunlu Kaymakam Stravolo, ilk<br />

arabayı İtalya’dan ısmarladığını çevresine<br />

söylemesine karşın, zamanın elitleri<br />

ilk otomobil siparişinin Basra eşrafından<br />

Züheyirzade Ahmet Paşa tarafından<br />

yapıldığını çok iyi biliyorlardı.<br />

İlk araba olması dolayısıyla kendisinin<br />

tanımlanması da bir hayli güç olmuştur.<br />

İthal edilen arabanın gümrükten geçirilme<br />

kısmı geldiğinde ise memurlar<br />

bu cisme verecek isim bulamamışlar<br />

ancak kendilerine yapılan açıklamalar<br />

neticesinde “zatü’l-hareke” araba, yani<br />

kendiliğinden hareket eden araba olarak<br />

kayıt etmişlerse de bu isim güç olduğu<br />

için kullanımı yaygınlaşmamış, bunun<br />

yerine otomobil denmesi daha uygun<br />

görülmüştür.<br />

Ahmet Paşa, Şurayı Devlet Tanzimat<br />

Dairesi azalarından ve Rumeli Beylerbeyi<br />

görevinde bulunmuş yüksek dereceden<br />

bir devlet memuru olup, Kalamış’ta yaptırdığı<br />

cicili bicili köşkünde tüm ailesiyle<br />

otururdu.<br />

Ahmet Paşa, Kalamış’ta kalırken iki<br />

karısı otomobile biner ve yan yana otururlardı.<br />

Kadınlar, sırtlarında bir örnek<br />

çarşaf, yeldirme veya kaşpuşyer ile<br />

dolaşır, onları görenler tarafından “Çifte<br />

Kumrular!..” adlandırılırlardı.<br />

Ahmet Paşa’nın aldığı otomobil, o zamanlar<br />

‘Landaulet’ denilen, siyah renkte<br />

Fransız Renault marka, pırıl pırıldı. Eski<br />

sultan efendilerin seyir ve seyrana giderken<br />

kuruldukları has ahır landonlarını<br />

andırıyordu. Arka körüğü açılır kapanırdı.<br />

Şoförüne gelince, kafasında kasket, şakaklarında<br />

zülüf, kıvrık bıyıklı bir Rum’du.<br />

Otomobili kullanan Rum şoförün<br />

lastik kornayı “Vart vart!..” diye, öttürmesine<br />

gerek kalmaz, motorun gürültüsü<br />

çok uzaklardan duyulurdu. Çifte<br />

kumrular, Fenerbahçeye gidecekleri<br />

zaman yarımadanın geçidindeki dar yolu<br />

tutarlarken, çıkan ‘pata küte’ler kulakları<br />

doldurur, piknik yerindekilerin etekleri<br />

tutuşurdu:<br />

“Başbelası sökün etmiş geliyor!..”<br />

Konak, kira, göçmen arabacıları<br />

kantarlıları savura savura acele oturma<br />

yerlerinden aşağıya atlar, atların önüne<br />

dikilerek, okun başına yapışır, atlar ürkmesin<br />

diye, çala kamçı arabayı güzergâhtan<br />

uzaklara sürer, Fenerkulesi’nin<br />

dibine, iskelenin yamacına çekerlerdi.<br />

İşte bu zamanlarda at arabalarının<br />

içindeki hanım ve beylerin durumu görülmeye<br />

değerdi. Yüzler balmumu sarısı,<br />

yürek hezar yaprağı, el ayak buz gibi<br />

olurdu. Çünkü, atlar bu şakaya gelmez,<br />

huylanacağı, kuzu gibi en uslusunun bile<br />

gemi azıya alacağı tutabilirdi ki, bu arada<br />

bir böyle de olurdu.<br />

Faytonların içlerindekiler söylene<br />

söylene tenteden fırlayarak: “Kahrolası!..<br />

Sağlık selametle gelmez olaydı!..”<br />

derlerdi.<br />

Ahmet Paşa’nın Çifte Kumruları<br />

Fenerbahçeye damlar, şoför, caka atmak<br />

amacıyla egzoz borusunu inadına açar,<br />

kasketi sola kaşına yıkık, sanki otomobilin<br />

sahibiymiş gibisinden, tüm görkemiyle<br />

kalabalığa karıştığında, atlar dizginlerini<br />

adeta parçalayıp dingilleri hurdahaş<br />

eder, kolan kayışlarını kopararak alabildiğine<br />

azarlardı.<br />

Çırpına çırpına at arabalarından<br />

kendini dışarıya atan tazelerden bayılan<br />

bayılana, külçe gibi olduğu yere yığılan<br />

yığılana, göğüslerini, bileklerini kolonyayla<br />

ovan ovana olurdu. Yaşlı hatunlar,<br />

salavat getirip dua okuyarak onlara<br />

katılırdı. Bu arada, devletlilere adak<br />

adayanlar seslerini yükselterek, “Şu<br />

netameli musibet başımıza bela kesildi.<br />

Hangi kefere icat ettiyse, tez günde tez<br />

saatte künfeyekün olsun, sürüm sürüm<br />

sürünsün inşallah!..” derlerdi.<br />

İşte o zamanlar, zıpçıktı otomobil,<br />

mükellef konak at arabaların fiyakasını<br />

bozmuş, gölgede bırakmıştı. Eski zenginlerden<br />

bazıları ve miras yedi bir kaç genç<br />

Fenerbahçe’deki piknik yerine sürekli<br />

gelirlerdi. Örneğin, Ali Saip Paşa’nın<br />

ortanca torunu Osman Bey, babası Sadi<br />

Paşa’dan bir iki yıl öncesinde mirasa<br />

konmuş, varlığını har vurup harman savuruyordu<br />

ki, Topal Rauf Paşa’nın dillere<br />

destan İngiliz tarzı yarım kupasının bir<br />

eşini Paris’in Bender fabrikasından satın<br />

alarak getirtmişti. Boyuna onunla dolaşır,<br />

yeni moda otomobile rağbet etmez, Çifte<br />

Kumrularla aşık atmaya yanaşmazdı.<br />

Sultan Hamid’in tahtan düşürülmesinden<br />

sonra İstanbul’un dillere destan<br />

bu otomobili Harbiye Nazırı Mahmut<br />

Şevket Paşa’nın ermine verilerek, Paşa’yı<br />

İstanbul’un dört bir yanına taşımıştır.<br />

Caddelerdeki halk, o geçtiğinde, itişe<br />

kakışa yaya kaldırımlarına kaçışır, “Boru<br />

değil, saatte 70 kilometreyi haklıyormuş.<br />

Beyazıt Meydanı’nda makinasını istop<br />

etse, ancak Divan Yolu’nda durabiliyormuş…”<br />

derlerdi.<br />

Meraklısına not 1.<br />

İstanbul’a gelen ilk otomobilden sonra çok geçmeden<br />

günümüzde taksi olarak kullanılan arabalar ithal edilmeye<br />

başlandı. Taksiler ateş pahasına kiralanırdı. Bu<br />

arabalarda hepsinde şoförün yanına muavin olarak mal<br />

sahibi oturur, yakın yerlere müşteri almaz (günümüz<br />

İstanbul’unda olduğu gibi), “Müşterim var!” diyerek, Büyükdere,<br />

Sarıyer gibi uzak yerlere 15 sarı lira karşılığında<br />

hizmet verirlerdi.<br />

O zamanlar taksilerin en meşhuru Acem’in iki adet<br />

Mercedes marka otomobiliymiş. Acem, Sutanahmet<br />

Meydanı’nın karşısındaki tütün dükkânın sahibi Abdüselam<br />

Efendi’ydi. Arabaları getirdiği ilk zamanlar, Bağlarbaşı<br />

düzlüklerinde bir türlü kullanmayı öğrenemediği ve sık<br />

sık kaza yaptığı için beceriksizlere o günden sonra, “Acemi<br />

gibi kullanıyor!..”, “Acemi!..” yakıştırması yapılmıştır.<br />

Meraklısına not 2.<br />

O Tarihlerde en çok rastlanan otomobil markaları söyle<br />

sıralayabiliriz. Fransa’nın Panhard, Delahey, Renault, Delonay<br />

Belleville, Delage, De Dion-Boutoim; Hollanda’nın<br />

Minerva; İtalya’nın Fiat markalarıyla Amerika’nın Ford’u.<br />

Bu arabaları kullanan namlı şoförler ise, Semih Yürüten,<br />

Beyoğlu’nda Mehmet ve Hamid Efendi, Pangaltılı Apik,<br />

Laz Yani ve Ayıboğan Mustafa.<br />

Meraklısına not 3.<br />

İstanbul’un kayıtlara geçen ilk araba kazası Balkan<br />

Savaşı (1912) yıllarında meydana geldi. Sıkıyönetimin<br />

hüküm sürdüğü Ocak ayının bir gecesi saat 22:30’da<br />

Zincirlikuyu yönünden hızla gelen otomobil, bir Arnavut’a<br />

çarparak yaralanmasına sebep olur ve yaralı Şişli<br />

Hamidiye Hastanesine kaldırılır. Kazayı yapan otomobil<br />

şoförü İtalyan Sefaretine mensup bir İtalyan idi. Arabasıyla<br />

birlikte kaçmaya çalışan şoför Pangaltı\Şişli polisleri<br />

tarafından yakalanmıştır. n<br />

24


MAVİ VATAN<br />

PASIFIK Okyanusu’nda Hawaii<br />

Adası’nın 600 mil kuzeyinde,<br />

Türkiye büyüklüğünde yeni bir<br />

ada oluştu. 1970 ‘li yıllardan<br />

itibaren oluşmaya başlayan bu<br />

ada plastik çöplerden oluşuyor.<br />

Endüstriyel medeniyetin insanlığa<br />

büyük armağanı. Denizler ve<br />

okyanuslardaki katı atıklar son 40<br />

yılda 100 kat arttı. Yapılan bilimsel<br />

çalışmalara göre günümüzde<br />

dünya okyanus ve denizlerinde<br />

her 3 km²’ye 40,000 plastik<br />

çöp düşüyor. Sadece Pasifik’te<br />

18 milyon plastik çöpün dolaştığı<br />

değerlendiriliyor. Denizlere ve<br />

okyanuslara her saat başı, yarısı<br />

plastik olan 700 ton çöp atılıyor.<br />

Sadece katı atıklar değil,<br />

denizleri sıvı atıklar, özellikle<br />

kimyasal atıklar da mahvediyor.<br />

Her yıl 450 milyar m³ arıtılmamış<br />

endüstri atığı deniz suyuna<br />

salınıyor. Okyanus ve denizlerdeki<br />

bu kirliliğin bir çok nedeni var.<br />

Endüstri atıkları arasında petrol/<br />

gaz sondaj tesisleri (özellikle<br />

oluşan kazalar sonucu) ile<br />

kara içlerinde nehirlere verilen<br />

kimyasal ve biyolojik atıklar<br />

öne çıkarken, katı atıklar içinde<br />

tsunamiler sonrası denize çekilen<br />

materyal; denizlerde dolaşan<br />

yaklaşık 50 bin civarındaki büyük<br />

tonajlı ticaret gemisinin katı<br />

atıkları ile Amazon, Missisipi,<br />

Yangtze, Nil, Hindus, Ganj,<br />

Tuna gibi dünyanın sayılı büyük<br />

nehirlerine, kara içlerinde bırakılan<br />

katı atıklar rol oynuyor. Bu arada<br />

denizin üzerinde görülen çöplerin<br />

yaklaşık 10 katı deniz ve okyanus<br />

diplerinde davetsiz misafir olarak<br />

bekliyor. Bir plastik su şişesinin<br />

denizde 200 yılda çözülebildiğini<br />

hatırlarsak bu misafirlik biraz uzun<br />

sürecek gibi.<br />

Üç okyanusu kürekle geçen,<br />

rekor sahibi Türk kürekçi,<br />

yakın dostum Erden Eruç<br />

bir sohbetimizde okyanus<br />

geçişlerinde en yakın karanın 1500<br />

milde olduğu alanlarda bile plastik<br />

çöpler gördüğünü söylemişti.<br />

Atıkların okyanusların ortasında<br />

oluşma nedeni de akıntılar. Biriken<br />

bu atıklar doğaya zararlı yeni<br />

bir habitat oluşturarak, deniz ve<br />

okyanuslardaki besin zincirini<br />

ve dengeleri alt üst edecek<br />

yeni mikrobiyolojik bir dünya<br />

kurulmasına da neden oluyor.<br />

Bunun dışında insanoğlunun aç<br />

gözlülüğü ve zengin ülkelerdeki<br />

hedonistlerin sınır tanımaz ve<br />

tatmin edilemez haz ihtirasları<br />

sonucu okyanus ve denizlerdeki<br />

balıklar da tükenme aşamasına<br />

geldi. 1950 yılından bu yana<br />

denizlerdeki ticari değeri olan<br />

balık stokları % 90 oranında<br />

düştü. 2012 yılında 250 kiloluk bir<br />

mavi kanat orkinos Japonya’da<br />

1,5 milyon dolara alıcı buldu. Balık<br />

AMİRAL CEM GÜRDENİZ<br />

Deniz Bitiyor<br />

kaynaklarını sınırsızca kullananlar<br />

arasında lider ülkenin Japonya<br />

olduğunu ekleyelim.<br />

Doğal Denge Bozuluyor.<br />

İnsanoğlu son 50 yılda milyonlarca<br />

yılda oluşan okyanuslardaki doğal<br />

dengeyi bozmayı başardı. Kirlilik,<br />

aşırı avlanma, habitat yıkımı<br />

ve iklim değişikliği okyanus ve<br />

denizlerdeki canlı hayatını yok<br />

ediyor. Endüstriyel medeniyet,<br />

daha çok kazanmak, daha<br />

çok yemek ve tüketmek için<br />

torunlarımızın yaşayacağı dünyayı<br />

mahvediyor. BM’ye bağlı 194 üyeli<br />

Hükümetlerarası İklim Değişikliği<br />

Panelinin geçen ay yayınlanan<br />

raporu, son derece moral<br />

bozucu. Bu rapor özellikle CO2<br />

salınımlarının doğaya verdiği zararı<br />

ortaya koyuyor. Son 50 yılda CO2<br />

salınımları her 10 yılda bir, ikiye<br />

katlanarak büyümüş. Bunun ana<br />

nedeni, fosil yakıt kullanımı. Bu<br />

salınımda en büyük katkıyı ABD ve<br />

Çin sağlıyor. ABD, önlem alınması<br />

için gerekli bağlayıcı tedbirleri<br />

dikte eden Kyoto Protokolü’nün<br />

onayını Senatosunda bekletiyor.<br />

Çin, devasa sosyal projeleri içinde<br />

en çok hava kirliliği, su kıtlığı ve<br />

çevre felaketleri ile uğraşıyor.<br />

CO2 salınımlarının önlenemez<br />

yükselişi, sadece iklim değişikliğine<br />

neden olmuyor. Okyanus ve<br />

denizlerde asitleşmeyi de artırıyor.<br />

Bu da, soluduğumuz havadaki<br />

oksijenin % 75’ini sağlayan<br />

deniz/okyanus dibi planktonların<br />

yok olmasına neden oluyor.<br />

Aşırı asitleşme ve özellikle suni<br />

gübre atıklarının nehirler yolu ile<br />

okyanus ve denizlere karışmasının<br />

büyük rol oynadığı kirlenme<br />

nedeniyle, Meksika Körfezi’nden<br />

Baltık Denizi’ne kadar halen<br />

okyanus ve denizlerin 600 değişik<br />

bölgesinde, her biri Hollanda<br />

büyüklüğünde biyolojik hayat<br />

olmayan, çöl alanlar oluştu.<br />

Zenginler doğayı katlediyor.<br />

Dünya nüfusu her hafta 1,5<br />

milyon artıyor. İnsanların sürekli<br />

tükettiği doğal kaynakların<br />

yenilenme hızı ise geride kalıyor.<br />

Bugünkü tüketim seviyesi<br />

böyle devam ederse, çok değil<br />

15 yıl sonra çok ciddi kaynak<br />

sorunları ile karşılaşılacak. Zira<br />

tarım alanları, otlaklar, balıkçılık<br />

alanları ve ormanlar doğanın<br />

yaşam kaynakları olarak hızla<br />

tükeniyor. Bu kaynakları bazı<br />

ülkeler hoyratça kullanıp, diğer<br />

ülkelerin haklarını dolaylı olarak<br />

gasp ediyor ve böylece toplumlar<br />

arası sözleşmeyi de yok ediyorlar.<br />

Gelişmiş ülkeler gelişmekte olan<br />

ve gelişmemiş ülkelere nazaran,<br />

doğayı 5 kat daha fazla kullanıyor<br />

ve tahrip ediyor. Dünya Doğal<br />

Hayatı Koruma Vakfına (WWF)<br />

göre, fert başına en çok CO2<br />

salınımı yapan ilk üç ülke Katar,<br />

Kuveyt ve BAE. Dünya uygarlığına<br />

hiçbir katkıları olmaksızın, sadece<br />

petrol ve doğal gaz ihraç eden<br />

bu orta çağ devletleri, deniz<br />

suyundan tatlı su yapmak için<br />

bile petrol kullanıyor. Bu üç ülke<br />

insanının ortalama CO2 salınımını<br />

dünyadaki her insan yapsaydı,<br />

yaşam için 5 yeni gezegene<br />

ihtiyacımız olurdu.<br />

Özetle, doğal sermaye hızla<br />

tükeniyor. Son 40 yılda gelir<br />

eşitsizliği, fakirlik ve doğanın<br />

emsali görülmemiş boyutlardaki<br />

tahribatı, neo-liberalizmin<br />

insanlığa armağanı oldu. Tek<br />

kutuplu düzenin artık ortadan<br />

kalktığı yeni dünya düzeninde,<br />

insanlığın en acil sorunu doğayı<br />

yeniden kazanmak olmalıdır. n<br />

25


Yeşil<br />

GEZİ<br />

METİN YEĞİN<br />

Zil, şal ve gül<br />

yahut<br />

Sevilla’da<br />

Flamenko<br />

Flamenko, dünyanın birçok yerindeki bazıları<br />

benzerleri gibi, turistlerin ağına düşüp,<br />

‘mutenalaşıp’ Sevilla halkından hiç kopmadı.<br />

Sevilla’nın zengin mahallelerinde,<br />

sokaklarında, gecekondularda, parklarında<br />

her yerde dinlenmeye devam ediyor.<br />

SEYAHAT sizi eğer dans etmeye<br />

taşımıyorsa seyahat sayılabilir mi?<br />

Yani seyahat insanın, daha doğrusu,<br />

hayatı otomobil ve telefon markası<br />

olarak görmeyenin bir ütopyası ise,<br />

bu ütopya, Emma Goldman’ın ‘Dans<br />

edilmeyen bir devrim, devrim değildir’<br />

ile Subkumandan Marcos’un ‘Biz iktidarı<br />

değil dans edilecek bir yer istiyoruz’u<br />

değil mi? Bu yüzden İspanya’da<br />

Sevilla’nın sokaklarını dolaşalım birlikte<br />

ama sadece turistlerin rotasında değil,<br />

ne de günlük koşturmacaların…<br />

–Yazar ‘Endülüste Raks’ı dinleyerek<br />

bu yazıya başlamanızı tavsiye eder.–<br />

Yine de Calle Constitución’dan.<br />

başlamak gerekir anlatmaya Sevilla’da<br />

Flamenko’yu. Ne güzel ki otomobillerin<br />

dışarı atıldığı bu yaya sokağında,<br />

tramvayların gürültüsüz geçişlerinde<br />

günün her saati Flamenko’nun topuk<br />

ritimlerini, kastanyet vuruşlarını<br />

duyabilirsiniz. Çoğu zaman sırtlarını<br />

kentin en büyük katedrali Santa<br />

Maria’ya veren Flamenkocular,<br />

biraz sokak usulü ile, burada ‘raks’<br />

ederler. Sokak usulünden kastım,<br />

çaldıkları parçalar biraz daha kısa ama<br />

vurucudur. Gitarcı, kapalı bir mekânda<br />

ya da klasik bir Flamenko parçasından<br />

daha çok, ‘Golpe-darbe’ ile çalar.<br />

Yani gitarın bütün tellerinin üzerinde<br />

birlikte daha sıkça dolaşır parmakları.<br />

Gitarın bedeninde daha çokça ritim<br />

tutulur. Dansçının topukları acelesi<br />

varmışçasına, biraz önce kucağında<br />

taşıyıp yanında getirdiği tahta ızgaranın<br />

tepesini döver. İşe de yarar bu. Turistler<br />

bu ritmin büyüsüne kapılıp, belki kısa da<br />

olsa yakalanırlar. Sokak müzisyenlerinin<br />

kendi yaptıkları korsan kayıtlarını<br />

satın alırlar ya da birkaç Euro atarlar<br />

şapkanın içine…<br />

26


GEZİ<br />

Sadece sesler değildir burada<br />

insanı çeken. Flamenko dansçısının<br />

yukarı kalkmış kollarıyla estetik<br />

görünüşü yeryüzüne inmiş bir<br />

gökkuşağı gibidir. – Ah sevgili okur<br />

daha fazla mutlu edemeyeceğim<br />

sizi. Uçak yolculuklarında önümüze<br />

bırakılmış, sadece gülümseyen insan<br />

fotoğraflarıyla dolu bir dergi değil<br />

Martı. Bu yüzden Sevilla’dan sadece<br />

92 kilometre ötede, şişme motorlarla<br />

karaya çıkmaya çalışan mültecileri<br />

hatırlatmam gerekiyor. Kadınları,<br />

çocukları ve hiçbir zaman, hiçbir yerde<br />

nedense pek kayıptan sayılmayan<br />

erkekleri. Okyanusun med ve cezir<br />

saatlerine ve ödeme güçlerine göre,<br />

bazen sürat motorları, bazen lastik<br />

şambrellerle geçilmeye çalışılan<br />

bu okyanus, öte kıyının insanlarını,<br />

Afrika’yı ve onun kaderini küçük<br />

parçalar halinde buraya taşır ve<br />

aslında unutmayın ki ülkelerin sınırları<br />

yoktur, devletlerin sınırları vardır.<br />

–Yazarın tavsiyesi artık burada,<br />

grup ‘Radio Tarifa’dan ‘Sin Palabras’<br />

dinlemektir.–<br />

Bu hatırlatmamın nedeni aslında<br />

Flamenko’yu anlatmak. Çünkü<br />

Flamenko eğer sadece turist<br />

fotoğraflarında kalsaydı, yüzeysel<br />

ve geçici o zamanda, içindeki derin<br />

hüznün farkına varılmayabilirdi.<br />

Flamenko, bu topraklarda<br />

yaşayanların, göçenlerin, geçenlerin,<br />

kaçışların, ganimetlerin birbirine<br />

karışmasının eseridir. Bu yüzden hem<br />

bu toprakların, hem de Afrika’nın,<br />

Asya’nın, Latin Amerika’nın rengini<br />

içinde taşır. Farklının ironisidir. Sevilla,<br />

537 yıl Müslümanların hakimiyetinde<br />

olmuş bir şehirdir. İstanbul bu süreyi<br />

henüz yakında geçmiştir. Ancak çok<br />

önemli bir Katolik merkezdir de. Bu iki<br />

etki, neredeyse her yerde yan yana,<br />

iç içedir. Mesela Sevilla’yı anlatırken,<br />

duvarının önünden başladığımız<br />

Santa Maria Katedrali’nin çan kulesi<br />

‘Giralda’, daha önce aynı yerde olan<br />

caminin dönüştürülmüş mağrip usulü<br />

minaresinden başka bir şey değildir.<br />

Yine mutlaka ki turistlerin rotası<br />

olan Alcázar Sarayı da Müslüman<br />

muvahhitler tarafından başlanıp ve<br />

Hıristiyanlar tarafından bitirildiğinden<br />

bu birlikteliği içinde taşır. Belki bu<br />

tanımlama size garip gelecek ama<br />

‘mütevazı bir görkemi’ vardır. Ne<br />

bugünün dikey çölleri camdan plazalar<br />

gibi gökyüzünü böler ne de herhangi<br />

bir ülkedeki devlet binalarının resmi<br />

ceberut suratını taşır. Dış cephesindeki<br />

çini işlemeler, sadece bu sarayı değil,<br />

onları yapan ustaları, yapı işçilerini<br />

bugüne getirir. Krallar, sultanlar tarih<br />

kitaplarının bir köşesinde unutulmuş<br />

isimleriyle yok olurken, bu maharetli<br />

ustaların, işçilerin çini resimleri<br />

yüzyıllara meydan okur.<br />

–Yazar burada bir Sevilla Flamenko<br />

parçası , ‘salta la reja almonteño’<br />

dinlemenizi tavsiye eder.–<br />

Flamenko, dünyanın birçok<br />

yerindeki bazıları benzerleri gibi,<br />

turistlerin ağına düşüp, ‘mutenalaşıp’<br />

Sevilla halkından hiç kopmadı.<br />

Sevilla’nın zengin mahallelerinde,<br />

sokaklarında, gecekondularda,<br />

parklarında her yerde dinlenmeye<br />

devam ediyor. Bir piknikte birisinin<br />

gitarla Flamenko çalıp söylediğini,<br />

otobüste bir genç kadının<br />

kulaklığından dışarı ezgilerinin<br />

taştığını ya da gençlerin omuzlarında<br />

taşıdıkları, koca bir müzik çalarla her<br />

yere ritimlerini saça saça dolaştıklarını<br />

görürsünüz. Bu yüzden Flamenko<br />

okulları, sadece kent merkezinde<br />

pahalı binalarda turistlere hizmet<br />

etmez. Mahalle aralarında ya da<br />

mesela Almadia Meydanı’nın dar<br />

sokaklarında, avlulu evlerin kıyısında,<br />

insanı güneşten kurtaran pasajlarda,<br />

insanlar nereye sızmışsa orada<br />

vardır. Ayrıca Flamenko sadece<br />

okullarda tedrisat ile de yaşamaz.<br />

Neredeyse her mahallede Flamenko<br />

kulüpleri vardır. Buralarda birlikte<br />

olmak, Flamenko yapmak, festivallere<br />

hazırlanmak, şarkılar söylemekten<br />

ibaret değildir bu kulüplerin işlevi.<br />

Komşuluk dayanışmasıdır bu,<br />

sevinçlerin ve üzüntülerin paylaşıldığı.<br />

Çok aşklar yaşanır, çok evlilikler.<br />

Çocukların vaftiz aileleri buradan olur,<br />

doğum günleri birlikte kutlanır. Her<br />

hafta bir bahane ile mangallar kurulur<br />

kulüp bahçelerinde. İnsani ilişkilerin<br />

iyice çözüldüğü 21. yüzyılda buna<br />

direnir Flamenko ve insanlar hâlâ<br />

birbirine dokunabilir buralarda…<br />

Sevilla’da Flamenko dediğinizde<br />

Çingeneleri ayrıca anmadan<br />

geçilemez. İspanya’nın en büyük<br />

Çingene mahallelerinden bir kısmı<br />

buradadır. Onların sokaklarında<br />

müzik, bu kulüplerden de ibaret<br />

değildir. Daha doğrusu Sevilla’da<br />

insanların yaşamlarının önemli<br />

bir kısmında müzik yer alır ama<br />

Çingenelerde böyle değildir. Çünkü<br />

onlarda müzik hayatın ta kendisidir,<br />

ayrılamaz. Flamenko dilini tam<br />

anlamaya başladığınızda, her<br />

bir gitar vuruşu, topukların yere<br />

dövüşünün neredeyse her birinin<br />

farklı olduğunu görürsünüz. Bunların<br />

içinde Afrika’nın, Asya’nın, Latin<br />

Amerika’nın izleri vardır ama içinde ki<br />

derin hüzünde bile açığa çıkan neşe,<br />

mutlaka dünyanın her yerini mekân<br />

eylemiş, mekânsızların, Çingenelerin<br />

önlenemez neşesinden başka bir şey<br />

değildir.<br />

Ve yazar tavsiyelerine devam<br />

eder ve bu sefer bir şarkı önermekle<br />

yetinmez; Eğer İspanyolca öğrenmek<br />

istiyorsanız aldırmayın dil okullarına,<br />

dünyanın dört bir ucundan, aynı<br />

sizin gibi İspanyolcayı bilmeyenler<br />

gelir oraya ama Flamenko okuluna<br />

giderseniz hem İspanyolcayı<br />

öğrenirsiniz hem de Flamenko’yu.<br />

Eğer öğrenmeseniz de dans ederek<br />

geçer hayatınız bu kısmı.<br />

Başka ne ister ki insan… n<br />

27


Yeşil<br />

KİTAP<br />

SETENAY ÖZBEK<br />

Azra Erhat’ın<br />

izinde kültürel bir<br />

Mavi Yolculuk<br />

YEREL değerlerden evrensel ilkelere<br />

ulaştığı ve batı kültürleri ile Anadolu kültürleri<br />

arasında köprü kurduğu metinleriyle<br />

hümanist görüşün temsilcilerinden,<br />

çevirmen, deneme ve inceleme yazarı<br />

Azra Erhat’ın “Mavi Yolculuk” adlı kitabı,<br />

bir keşif, gezi kitabı olma özelliğiyle<br />

öne çıkar. ilk olarak 1957’de, daha sonra<br />

daha kapsamlı olarak 1962 ve 1979’da<br />

tekrar yayınlanmıştır. Öylesine içten,<br />

öyle severek anlatır ki onun bu sahiplenişi<br />

eninde sonunda size onunla birlikte bu<br />

yolculuğa çıktığınızı hissettirir.<br />

“İlk demir alma olayı, büyük bir<br />

olaydır, kaptan dümeni başına geçer,<br />

yardımcılarına emirler yağdırır, yolculardan<br />

erkekler ve özellikle delikanlılar<br />

demir almaya yardım ederler. Herkes<br />

heyecan içindedir, deniz masmavi<br />

parlar, bir dünya açılmaktadır gözlerinizin<br />

önünde, bir mutluluk denizi pırıl<br />

pırıl bir güneşin altında ufuklara dek<br />

uzanır, neler görülecek, neler yaşanacak<br />

merakı yeni yeni göz önüne serilen<br />

güzel görüntülerden bir şey kaçırmamak<br />

çabasına karışarak, yolcuların<br />

gemide koşuşmasına, fır dolanmasına<br />

yol açar…” A.E<br />

“Mavi Yolculuk” kitabının hemen her<br />

sayfasında size gizemli ve keşfedilmemişi<br />

sunarken, yol boyunca size rehberlik<br />

eder. Okurken nefesinizde yosun<br />

kokusuna, iyot kokusu karışır. Kıyıda<br />

kayaların keskin sırtlı, terli bedenlerini,<br />

cam gibi berrak denizi kucaklarsınız.<br />

Yolculuğunuzda yelkenin içine dolan<br />

rüzgârla, bembeyaz köpüklü dalgalarda<br />

doğanın gücünü iliğinizde, kemiklerinizde,<br />

ruhunuzda hissedersiniz.<br />

“Mersincik koyunu dönünce Arşipel’e<br />

girdik. Türkçe’ye Adalar Denizi<br />

diye çevirdiğimiz bu Arşipel (İtalyanca<br />

arcipelago, Fransızca archipel) sözü<br />

denize serpili birçok adalar anlamına<br />

gelen bir coğrafya terimidir. Kuruluşu<br />

özbeöz Yunanca: arkhi – üstünlük gösteren<br />

ek – pelagos (deniz). Ama eski<br />

Yunanca’da bu terime bir kere olsun<br />

rastlanmaz. Sözü ilk kullanan 16’ncı<br />

yüzyılda bir İtalyan’mış.”<br />

Kitabında bize böyle seslenen Azra<br />

Erhat, “Halikarnas Balıkçısı” adıyla<br />

anılan Cevat Şakir Kabaağaçlı ve<br />

Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte “Mavi<br />

Yolculuk” kavramını Türk ve dünya<br />

edebiyatına kazandırmıştır. Sabahattin<br />

Eyüboğlu, Gökova Körfezi’ nde önceleri<br />

çok mütevazı koşullarda başlayan sonra<br />

bir gelenek haline gelen, bu tarih ve<br />

Mavi Yolculuk - Azra Erhat<br />

134 sayfa, Cem Yayınevi, 1979<br />

kültür yolculuklarına “Mavi Yolculuk”<br />

ya da “Mavi Gezi” adını takmıştı. Bu<br />

geziler 1950 yılının ortalarından itibaren<br />

diğer hümanist aydınlarla birlikte, küçük<br />

balıkçı veya süngerci tekneleriyle itibaren<br />

her yıl artan sayıda insanın katılımı<br />

ile yıllarca sürdü. Amaçları dünyadan<br />

kaçmak ve medeniyetten uzak olarak<br />

kafa dinlemek ve Anadolu’nun geçmişine<br />

sahip çıkma düşüncesidir.<br />

“Batı uygarlığının kaynağı Anadolu’dadır,<br />

en değerli kanıtları bizdedir.<br />

Bu gerçeği dünyaya yaymak, kafalara<br />

yerleştirmek için gösterdiğimiz çabalar<br />

yetersizdir. Kendimiz yeterince<br />

bilmiyor, ilgilenmiyor, uğraşmıyoruz ki<br />

başkalarına anlatalım.”<br />

Azra Erhat’ın kitabında yazdığı gibi<br />

Ege kıyılarında mavi yolculuğa elverişli<br />

iki bölge vardır. Karya yöresini kapsayan<br />

Gökova körfezi ya da Likya yöresini kapsayan<br />

Marmaris ile Antalya arasındaki<br />

kıyılar yolculuk güzergâhlarıdır.<br />

“Batı uygarlığının kaynağı Anadolu’dadır,<br />

en değerli kanıtları bizdedir.<br />

Bu gerçeği dünyaya yaymak, kafalara<br />

yerleştirmek için gösterdiğimiz çabalar<br />

yetersizdir. Kendimiz yeterince<br />

bilmiyor, ilgilenmiyor, uğraşmıyoruz ki<br />

başkalarına anlatalım.” Azra Erhat<br />

luklarda yanlarına sadece Peynir, su,<br />

İstanköy peksimeti, tütün ve rakı alırlar<br />

ve gazete okumaz radyo dinlemezlerdi.<br />

“Fırtınadan sonra şaşakalır insan,<br />

anlayamaz o azgın denizin ne kerametle,<br />

nasıl durulduğunu.”der Azra<br />

Erhat kitabında.<br />

Böylesi yolculuklar doğayı ve kendinizi<br />

keşfetmeye götürür. Mavi yolculuğa<br />

çıktıysanız, bilin ki o masmavi denizde<br />

yaşanan her şey, sizi günlük hayatın<br />

tekdüzeliğinden, hırpalayıcı çaresizliğinden,<br />

yabancılaşmadan kurtarıp, beyaz<br />

bir teknenin üstünde büyülü güzellikteki<br />

kıyılara, koylara taşıyacaktır.<br />

“Likya bölgesini denizden gezmek<br />

için aşağıda özetlemeye çalışacağımız<br />

güzergâh izlenir. Haritada gösterilen<br />

durak yerleri, limanlar ve koylar<br />

hakkında kısaca bilgi vereceğimiz gibi,<br />

buralarda nerelere nasıl gidilebileceği<br />

de belirtilecektir.”<br />

“Ağustos’un on beşiydi, ayın bir<br />

gümüş şeridi gibi uzanan ışını ilkçağ<br />

limanının sular altında kalmış beyaz<br />

mendireğine paralel bir çizgi çiziyordu.<br />

Kıyıda kayalara dayalı, çalılıklara<br />

karışmış birkaç evin kapkara pencereleri<br />

kör gözler gibi bakıyordu bize.<br />

Behramkale – Assos’un bugünkü adı<br />

– Edremit körfezinde Midilli adasına en<br />

yakın köyümüzdür.”<br />

Azra Erhat, mekân ve olayları<br />

Siz bu mavi yolculukta özgürleştikçe,<br />

deniz de size daha azla yetinmeyi ve<br />

yaşanan her deneyimde doğaya saygı<br />

duymayı öğretir. Onlar bu Mavi yolcukendine<br />

göre değerlendirerek deneyimledikleriyle<br />

harmanlayarak metne<br />

aktarır. Yazılarında öyküleyici, açıklayıcı<br />

ve betimleyici anlatımdan yararlanmaktadır.<br />

Anlatımı açık, yalın, duru, akıcı ve<br />

sürükleyicidir. Kendi dediği gibi kuru<br />

kuruya coğrafya ya da tarih olgularını<br />

sıralamaz o. İyi bir gözlemci olması<br />

ile birlikte bilgi veren yönü ağır basan<br />

kitabında aynı zamanda kişisel yaşamı<br />

da konu alan metinler yazmıştır.<br />

Azra Erhat ve arkadaşlarının<br />

başlattıkları Mavi Yolculuk geleneği<br />

bugünkü güneybatı Türkiye’nin denize<br />

dair yaşantısında derin izler bırakmış<br />

ve entelektüel zümreye ait bir yaşam<br />

tarzı olarak benimsenmiştir. Yaşadığımız<br />

yıllarda her yaz düzenli aralıklarla denize<br />

açılan yüzlerce yelkenli Azra Erhat ve<br />

arkadaşlarının yolundan giderek Mavi<br />

Tur yapmakta ve denizle, doğayla barışık<br />

bir yaşamın tadını insanlara sunmakta,<br />

mutluluğunu yaşatmakta. Bu nedenle<br />

Azra Erhat’ı Türkiye’deki deniz sevgisini<br />

ve denizle içli dışlı hayatı, büyük felaket<br />

yıllarından sonra yeniden canlandıran<br />

sayılı kişilerden biri olarak tanımlamak<br />

abartı olarak görülmemelidir.<br />

Doğaya ve üzerinde yaşadığınız<br />

coğrafyaya âşıksanız, iyi ya da kötü bu<br />

değişimlere direnirsiniz. Önceleri başkaları<br />

da görsün, değerini bilsinler diye<br />

çabaladığınız, anlata anlata bitiremediğiniz<br />

saklı kıyıları, tertemiz mavi denizleri,<br />

keşfedilmemiş koyları yıllar sonra<br />

korumak için çırpınıp durursunuz<br />

“Mavi yolculuk bitmemişti, mavi<br />

yolculuk bitmeyecekti. On yedi mavi<br />

yolcu on yedi mavi dost olmuştu.”<br />

(Azra Erhat) n<br />

28


ETKİNLİK / KONSER<br />

SARIYER BELEDIYE TIYATROSU NEJAT UYGUR SAHNESI MART AYI PROGRAMI<br />

ÜLKENIN RENKLERI<br />

Düşler ülkesinde bir krallık ve oldukça<br />

yaşlı fakat bir o kadar da sevimli<br />

kralı. Artık yaşlandığı için ülkeyi<br />

güzel bir şekilde yönetemediğini<br />

düşünür ve bir karar verir. Tahtını<br />

oğulları Büyük Prens veya Küçük<br />

Prens’ten birine bırakacaktır. Bunun<br />

için, bir yarışma düzenler ve oğullarına<br />

bir ay süre verir. Bu süre içinde<br />

ülkenin en güzel dört rengini getiren<br />

tahtın sahibi olacaktır. Bakalım yarışma nasıl sonuçlanacak.<br />

Büyük Prens mi yoksa Küçük Prens mi kral olacak?<br />

Yazanlar: Nursel Çetin-Eşref Karadağ<br />

Yöneten: Tuna Öztunca<br />

Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />

3-10-17-24 Mart Cuma<br />

4-18 Mart Cumartesi Saat: 13.30<br />

ESKİCİNİN TAZESİ<br />

İspanyol sair ve oyun yazarı Federico<br />

Garcia Lorca’nın yazmış olduğu<br />

Eskicinin Tazesi, küçük bir kasabada,<br />

kocasıyla arasındaki bir hayli yaş<br />

farkına ve çevrenin dedikodusuna<br />

rağmen evliliğini ayakta tutmaya<br />

çalışan bir genç kadının toplumsal<br />

kurallara ve baskıya direnişini anlatır.<br />

Genç kadının, taşranın bağnaz,<br />

erkek egemen ve müdahaleci insanına<br />

karşı sergilediği bu şiirsel direnişi ve Lorca’nın büyülü<br />

dilini, ünlü şairimiz Can Yücel’in incelikle işlenmiş çevirisiyle<br />

sahneledik. Iyi seyirler...<br />

Yazan: Federico Garcia Lorca<br />

Yöneten: Abdullah Alparslan<br />

Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />

4-11-25 Mart Cumartesi<br />

17 Mart Cuma Saat: 20.00<br />

UMUDUMUZ AYAK TOPU<br />

MOMO<br />

Geçim sıkıntısı çeken Şakir ,karısı , kaynanası ve tek<br />

çocuğu ile birlikte yaşamaktadır. Televizyonun taksidi<br />

, ev kirası , oğlunun okulu,pabucu derken borç batağına<br />

sürüklenmiştir. Bir gün rüyasında oğlu Ferruh’un<br />

futbolcu olduğunu görür ve uyanmasıyla beraber<br />

karar verir. “ Bu çocuk futbolcu olacak! “ Ve Ferruh’un<br />

futbolcu olabilmesi için çalışmalara başlar. Fakat Ferruh<br />

isteksiz ve kabiliyetsizdir. Bakalım Şakir’in umudu<br />

nereye kadar devam edecek ?<br />

Yazan: Ferhan Şensoy<br />

Yöneten: M.Gökhan Bulut<br />

Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />

10 Mart Cuma<br />

18 Mart Cumartesi Saat: 20.00<br />

Momo bir şehrin amfitiyatro yıkıntıları arasında aniden<br />

belirip yaşamaya başlayan bir kız çocuğudur. Kocaman<br />

bir ceketi ve ceplerinde birçok ıvır zıvırı vardır.<br />

En önemli özelliği insanları dinlemesidir. O, sakince<br />

dinlediği zaman insanlar arasındaki tüm sorunlar çözülmektedir..<br />

O sırada şehirde gri adamlar belirmeye<br />

başlar. Gri adamlar yaşamın tüm eğlencesini insanlardan<br />

alıp karşılığında onlara zaman vaat etmektedirler.<br />

Böylece insanlar donuk ve mekanik hale gelirken, yaşamlarının<br />

eğlencesinden kalan zamanlar gri adamların<br />

olmaktadır. Gri Adamlar ,Momo haricinde şehirdeki<br />

herkesi yakalamış ve değiştirmiştir. Momo, tanıdığı<br />

insanları arar ama hepsinin değiştiğini ve artık onu<br />

dinlemediğini görür ve Kassiopeia’nın da yardımıyla<br />

usta Hora’nın dediklerini yapar ve insanları kurtarır.<br />

Yazan: Michael Ende<br />

Yönetmen :M. Gökhan Bulut<br />

Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />

5-26 Mart Pazar Saat: 13.30<br />

KONSER: ALLEGRA ENSEMBLE<br />

Yaşar Kemal Kültür Merkezi 7 Mart Saat: 20.00<br />

8 KADIN. 8 konservatuar kökenli<br />

müzisyen. Birlikte müzik yapmanın<br />

keyfini yaşama ve dinleyicilerle<br />

paylaşma heyecanıyla bir ayara<br />

gelmiş 8 ayrı dünyayız aslında.<br />

Sloganımız “ Bi’ Dünya Müzik’’. Bu<br />

başlık altında tek bir dünyayı 8 kadın<br />

olarak tüm renkleriyle yansıtma<br />

çabası içindeyiz. Öncelikle kendi<br />

kültürümüzden kopmadan türkülerimizi<br />

repertuara aldık. Ardından<br />

dünya müziğinin seçkin örneklerinden<br />

yola çıkarak tangolar, müzikaller,<br />

fadolar, şansonlar ve klasik caz<br />

parçalarını repertuarımıza ekledik.<br />

Bütün bu bilinen müzik örneklerini<br />

klasik müzik enstrümanları ile çok<br />

sesli olarak icra ederek Türkiye’de<br />

bu anlamda yoruma önemli bir<br />

yenilik getirdik.<br />

Grubumuzun ilk oluşum zamanları<br />

ise aslında 2005 yılında başladı.<br />

O zamanlar Allegra Yaylı Quartet<br />

olarak doğan grubumuz, o dönemde<br />

kendi özel konser organizasyonlarının<br />

yanı sıra Devlet Opera ve Balesi<br />

bünyesindeki çeşitli konser programlarında<br />

da yer aldı.<br />

Son 1 yıldır 8 kadından oluşan son<br />

şekline ulaşan Allegra Ensemle olarak<br />

yurtiçi ve yurtdışında birçok konser<br />

verdik. Her konserde öncelikle<br />

kendi yüreklerimize dokunabilmeyi<br />

sonrasında da bu samimiyetin gücüyle<br />

seyirciyle bütünleşmeyi arzuladık<br />

ve bunu gerçekleştirdik. Kendi<br />

ayakları üzerinde durmayı bilen,<br />

birlikte müzik yapmaktan, bir araya<br />

gelip çağdaş Türk kadınları olarak<br />

kadının gücünü her zaman inandık.<br />

Bunun verdiği güçle her zaman daha<br />

da iyi işler yapmayı hedefledik. Tüm<br />

bilgilerin ışığında müziğimizi sizlerle<br />

paylaşmaya devam ediyoruz.<br />

29


Yeşil<br />

BULMACA<br />

SARIYER KÜLTÜR BULMACASI<br />

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

8<br />

9<br />

10<br />

11<br />

12<br />

13<br />

14<br />

15<br />

SOLDAN SAĞA<br />

1. Resimdeki korunun bulunduğu Sarıyer semti –<br />

Sarıyer’in bir semti – Bir çiçek türü. 2. Sarıyer’in<br />

içindeki bir semt – “… Kalesi” (Uskumruköy’deki tarihi<br />

kale) – Brülör. 3. Medeni Hukuk (kısa) – “… Suyu Piknik<br />

Alanı” (Zekeriyaköy’deki mesire yeri) – Milattan Sonra<br />

(kısa) – Sarıyer’in karşısındaki ilçe. 4. Altay ve Türk<br />

mitolojisinde korkunç dev balık – Voleybol, tenis<br />

bölümü – Demirciköy’deki bir beach – Uluslararası<br />

Bakalorya (kısa). 5. “Boğaz’ın İncisi” – Gemi mürettebatı<br />

– Para yardımı. 6. İçecek kokusu – Milimetre (kısa) – Bir<br />

şarkının istek üzerine tekrarlanması. 7. Temel, esas –<br />

Olumsuzluk veren bir önek – Erler. 8. Karaciğer sıvısı<br />

– İlişkin – Sarıyer’in bir mahallesi. 9. Eski bir tahıl ölçüsü<br />

– Ödünç alınan ya da verilen şey – Fena değil. 10. İlave<br />

– “Kum…” (Kilyos’un diğer adı) – Şehzade eğitmeni.<br />

11. Deney hayvanı – Faal, aktif – Lale’nin ünsüzleri<br />

– Nazım Hikmet’in soyadı. 12. Kampana – Sarıyer’in<br />

ünlü ormanı – Kuzu sesi – Sarıyer’de yer alan bir<br />

üniversite. 13. En güzelleri resimdeki parkta açan çiçek<br />

– “Kenzaburo …” (Japon yazar) – “…cıköy” (Sarıyer’in bir<br />

semti) – Bir takımın gözde oyuncusu – Rusçada evet.<br />

14. Abide – Bir meyve – Sarıyer’i eylül başında<br />

sevindiren balık. 15. Hile, entrika – Sarıyer’deki<br />

arboretum – Sarıyer’in en güzel koylarından biri.<br />

YUKARIDAN AŞAĞIYA<br />

1. “… Kum Plajı” (Rumelikavağı’nda bir plaj) – Sarıyer’in ünlü yemeği –<br />

“…berk Hanım Müzesi” (Büyükdere’deki, Türkiye’nin ilk özel müzesi).<br />

2. Kanlıca sırtlarındaki ünlü koru – Sarıyer’de bulunan bir üniversite –<br />

Bir soru sözü. 3. Parola – Divan edebiyatı nazım ölçüsü – Sarıyer’deki<br />

restoranlarda en çok yenen special. 4. Bir makyaj malzemesi – “Ali …<br />

Anadolu Lisesi” (Sarıyer’de bir lise). 5. Bir Afrika antilobu – Sarıyer’in<br />

bir semti. 6. Londra Ekonomi Okulu (kısa) – “Falih Rıfkı … Tabiat Parkı”<br />

(Belgrad Ormanı içinde yer alan dokuz adet tabiat parkından biri) – “…<br />

ler” (Belgrad Ormanı içinde yer alan dokuz adet tabiat parkından biri).<br />

7. Bazı işlemlere geçerlilik kazandıran bir hukuki görevli – Demirin<br />

simgesi – Bir haber ajansı. 8. Saniyede bir jullük iş yapan bir motorun<br />

güç birimi – İngiltere’de bir soyluluk sanı. 9. Garez – Bir deniz adı.<br />

10. İlkel benlik – Su – Türkiye’nin plaka işareti – Praseodimin simgesi.<br />

11. Küçük bir limon türü – Sarıyer’in ünlü böreği. 12. “… Ziya Öniş<br />

Stadı” (Sarıyer futbol takımının maçlarını yaptığı stadyum) – Put,<br />

tapılan şey. 13. Osmiyumun simgesi – Güney Afrika Cumhuriyeti plaka<br />

imi – Özel gezinti gemisi. 14. Bir işaret sıfatı – Bebek yiyeceği.<br />

15. Sarıyer’in bir mahallesi – Tümör. 16. “Ömer …” (İranlı şair) – “…<br />

Ataman Klasik Otomobil Müzesi” (Ferahevler’deki müze) – Cet.<br />

17. Lenf – Öncesizlikr – Sahip, iye. 18. Üreticilerin ürünlerini satın alan<br />

ofis – Bir tür kağıt süslemeciliği sanatı – Askerlikte “yürü” komutu –<br />

Dünyanın uydusu. 19. Geçmiş – Ödünç verme – Uluslararası Kalkınma<br />

Örgütü (kısa). 20. Dahil – İstinye’de bulunan borsa – “… Suyu Mesire<br />

Yeri” (Sarıyer’deki bir mesire alanı).<br />

HAZIRLAYAN: ILKER MUMCUOĞLU<br />

30


ERHAN CANDAN<br />

MIZAH

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!