You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Mart 2017<br />
Sayı: 03<br />
ÜCRETSİZDİR<br />
SARIYER BELEDİYESİ KENT KÜLTÜRÜ VE YAŞAM DERGİSİ<br />
“Koyun kurt ile gezerdi<br />
Fikir başka başk’olmasa”<br />
<strong>ÂŞIK</strong> <strong>VEYSEL</strong><br />
l Zülfü Livaneli l İbrahim Baştuğ l Vecdi Çıracıoğlu l Metin Yeğin l Salih Bolat l Halil Genç l Aslan Özdemir<br />
l Mesut Kara l Cem Gürdeniz l Setenay Özbek l Gülşen İşeri l Erkan Doğanay l İsmail Bakar l Zeynep Şen
“DÖRT MEVSİM<br />
YAŞAYAN SARIYER”<br />
SARIYER BELEDİYESİ<br />
ÖDÜLLÜ FOTOĞRAF YARIŞMASI<br />
www.sariyer.bel.tr<br />
Sariyerbld SariyerBelediye Sariyer.tv.tr<br />
ÇAĞRI MERKEZİ<br />
4441<br />
722<br />
SON BAŞVURU TARİHİ<br />
11 Ağustos 2017
editör<br />
Aslan yazacak<br />
Başlık<br />
ŞÜKRÜ GENÇ<br />
Sarıyer Belediye Başkanı<br />
YAZI GELİYOR<br />
Mart 2017<br />
Sayı: 03<br />
ÜCRETSİZDİR<br />
SARIYER BELEDİYESİ KENT KÜLTÜRÜ VE YAŞAM DERGİSİ<br />
Yeşil<br />
yesilmarti@sariyer.bel.tr<br />
Mart 2017<br />
Sayı: 03<br />
Sahibi: T.C. Sarıyer Belediyesi adına ŞÜKRÜ GENÇ<br />
“Koyun kurt ile gezerdi<br />
Fikir başka başk’olmasa”<br />
<strong>ÂŞIK</strong> <strong>VEYSEL</strong><br />
l Zülfü Livaneli l İbrahim Baştuğ l Vecdi Çıracıoğlu l Metin Yeğin l Salih Bolat l Halil Genç l Aslan Özdemir<br />
l Mesut Kara l Cem Gürdeniz l Setenay Özbek l Gülşen İşeri l Erkan Doğanay l İsmail Bakar l Zeynep Şen<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
CENGİZ KAHRAMAN<br />
kahramance@gmail.com<br />
Genel Koordinatör<br />
İSMAİL ERDEM<br />
ismailerdem67@gmail.com<br />
Yayın Kurulu<br />
Halil Genç<br />
Vecdi Çıracıoğlu<br />
Filiz Coşkun<br />
Cengiz Kahraman<br />
Aslan Özdemir<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
ÖNDER KÖMÜR<br />
onderkomur1983@gmail.com<br />
Adres: Yaşar Kemal Kültür Merkezi, Derbent Mahallesi<br />
Akgün Caddesi No: 1 Sarıyer / İstanbul www.sariyer.bel.tr<br />
Editör<br />
ASLAN ÖZDEMİR<br />
aslan.ozdemir@gmail.com<br />
Yapım: MAVİ MEDYA<br />
Kreatif Yönetmen<br />
MUSTAFA GÖKMEN<br />
mustafagokmene@gmail.com<br />
Yayın Koordinatörü<br />
VECDİ ÇIRACIOĞLU<br />
aslan.ozdemir@gmail.com<br />
Halaskargazi Cad. Badur İşhanı No:20 K:7<br />
Şişli 34371 İSTANBUL Tel: 0212 241 21 39<br />
Baskı<br />
Turkuvaz<br />
Haberleşme<br />
ve Yay. A.Ş.<br />
Sabah Matbaa<br />
Tesisleri<br />
Sancaktepe /<br />
İstanbul<br />
Tel:<br />
0216 585 90 00<br />
Aylık süreli yayındır.<br />
Kapak Resmi: Hüseyin Işık<br />
3
Yeşil<br />
DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />
4<br />
İBRAHIM BAŞTUĞ<br />
Halk şairi mi,<br />
halkevi şairi mi?<br />
Âşık Veysel<br />
Âşık Veysel’in 5 Kasım 1931’de Sivas’ta katıldığı Âşıklar Bayramı’nda çekilen fotoğrafı.<br />
SIVAS’IN Şarkışla ilçesine bağlı<br />
Sivrialan köyünde yaşayan Gülizar<br />
her zamanki gibi Ayıpınar merasına<br />
koyunların sütünü sağmaya gitti.<br />
Karnında taşıdığı bebeğin doğum<br />
zamanının gelmesi, Gülizar’ın koyun<br />
sağması kadar doğal ve sıradandı.<br />
Gülizar doğurduğu oğlanın göbeğini,<br />
ihtimal taşı taşa vurarak kesmiş, yine<br />
muhtemeldir ki entarisinden yırttığı bir<br />
bez parçasına sararak köye dönmüştü.<br />
Yürüyerek tabii!<br />
Büyüyüp eline aldığı sazla<br />
bütünleşince “Üçyüzonda gelmiş idim<br />
cihana” diyecek çocuğun adı Veysel’di.<br />
Eski takvim hesabıyla 1310 yeni takvimde<br />
1894’e denk düşmektedir. Uzun ince,<br />
hazin ve incelikli ol hikâyat böyle başladı.<br />
Veysel de bütün yaşıtları gibi, dağılma<br />
sürecine girmiş imparatorluğun ücra bir<br />
köyünde düşe kalka okul çağına geldi.<br />
Tam okula başlayacakken köyü çiçek<br />
salgını bastı; Veysel’in sol gözü görmez<br />
oldu. Çok geçmeden öteki gözünü de bir<br />
kazada... küçük Veysel görme yetisini<br />
tamamen yitirdi.<br />
Denir ki: “Babası da şiire meraklı,<br />
bir saz vermiş Veysel’in eline. Halk<br />
ozanlarından da şiirler okuyup<br />
ezberleterek avutmağa çalışmış oğlunu.”<br />
Sivas’ın Divriği ilçesine bağlı Çamşıhı<br />
köyünden Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) ders<br />
aldı. Ali Ağa, Veysel’in babası Ahmet<br />
Ağa’nın arkadaşıydı. Veysel Pir Sultan<br />
Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati gibi<br />
ustaların deyişlerini çalıp söylemeye<br />
başladı.<br />
Birinci Dünya Savaşı, imparatorluğun<br />
dağılışını hızlandırmış, elde kalan son<br />
topraklarda yeni bir devlet, yeni bir<br />
dünya kurma mücadelesi başlamıştır.<br />
Yani 1920’li yıllar... Veysel o yılları şöyle<br />
anar:<br />
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet<br />
Düşmanı denize dökerken millet<br />
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet<br />
Kılıç vurmak için düşman başına.”<br />
Genç Veysel’i akrabalarından Esma<br />
ile evlendirdiler. Bir kızları, bir oğulları<br />
oldu. Oğlan daha on günlükken öldü.<br />
Genç Veysel bu yıllarda peşi peşine<br />
annesini ve babasını da kaybetti. Küçük<br />
kızı henüz altı aylıktı; eşi Esma evlerinin<br />
yanaşmasıyla kaçtı. Yapayalnız kalan<br />
Veysel küçük kızını iki yıl yaşatabildi.<br />
İkinci kez evlendiğinde yıl 1928’di.<br />
Yaşamını sonuna dek paylaşacağı,<br />
kızlarının ve oğullarının anası Gülizar,<br />
Hafik’in Karayaprak köyündendi.<br />
YILDIZININ PARLADIĞI AN<br />
Cumhuriyet kurulmuş, genç ve<br />
idealist öğretmenler Anadolu’ya<br />
dağılmıştı. Bunlardan biri de 1930-1934<br />
yılları arasında Sivas Lisesi’nde görev<br />
yapan Ahmet Kutsi Tecer’di. Bugün<br />
neredeyse bir vecizeye dönen ünlü<br />
“Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim<br />
köyümüzdür/ Gezmesek de, tozmasak<br />
da/ O köy bizim köyümüzdür” şiirinden<br />
tanıdığımız Ahmet Kutsi Tecer, 37 yaşına<br />
geldiği halde köyünden dışarı çıkmayan<br />
Veysel’in yaşamında bir dönüm noktası<br />
oldu. Sivas’ta il milli eğitim müdürlüğü<br />
de yapan Ahmet Kutsi Tecer, kenti<br />
karış karış dolaşıp folklorik derlemeler<br />
yapıyordu. O sıralar Sivas’ta bulunan<br />
Muzaffer Sarısözen ile Halk Şairleri<br />
Koruma Derneği’ni kurdu. Dernek<br />
ilk iş olarak 5 Kasım 1931’de Sivas’ta<br />
“Halk Şairleri Bayramı”nı düzenledi.<br />
Sivas ve çevresinden 15 halk şairinin<br />
katıldığı etkinlik üç gün sürdü. Basının<br />
da ilgi göstermesiyle yurt çapında yankı<br />
uyandıran etkinlik nedeniyle Devlet<br />
Demiryolları’nın Ankara-Sivas arasındaki<br />
tren biletlerinde indirimli tarife uyguladığı<br />
edebi kaynaklara geçti. Bayramın iki<br />
yıldızı vardı: Âşık Veysel ve Talibi Coşkun.<br />
Ahmet Kutsi Tecer, Veysel’in<br />
köyünden çıkmasına vesile olan etkinliği<br />
düzenlemekle kalmayıp daha sonra<br />
yükseköğretim genel müdürü olunca<br />
onun köy enstitülerinde saz öğretmenliği<br />
yapmasını da sağladı.<br />
Ankara’da Folklor Araştırmaları<br />
Kurumu’nun 1980 Nisan’ında düzenlediği<br />
Ahmet Kutsi Tecer’i anma gününde eşi<br />
Melahat Tecer’in anlattığına göre; Sivas<br />
Halk Şairleri Bayramı’na katılan halk<br />
şairlerine dernekçe yolluk ve harçlık<br />
niyetine bir miktar para verilir. Sıra<br />
Veysel’e geldiğinde “Bizim derneğe<br />
para vermemiz lazım, çünkü bize değer<br />
verdiniz, köyümüzden buraya getirip<br />
dinlediniz, dinlettiniz” diyerek paranın<br />
yarısını derneğe bırakır. Yine Melahat<br />
Tecer anlatmıştır: Sık sık Tecer’leri<br />
ziyarete gelen Veysel, Melahat Hanım’ın<br />
temizliğe düşkünlüğünü bildiğinden<br />
yanında daima yedek bir çift çorap<br />
bulundurur, kapının önünde değiştirir.<br />
Yeri gelmişken değinmeden<br />
geçemeyeceğim: Kül (Can Yay., 2001) adlı<br />
kitabımdaki “İnce âşıktır, çantasında bir<br />
çift yedek çorapla dolaşır Veysel” şiirini<br />
(tek dizelik bir şiir) bu olayın esiniyle<br />
yazmış, ustayı selamlamıştım.<br />
YENI BIR OZAN İMGESI<br />
YARATTI<br />
Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri,<br />
Cumhuriyetin onuncu yılı için söylediği<br />
“Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası” dizesiyle<br />
başlayandır. Bu tarihe kadar kendisinden<br />
önceki saz şairlerinin deyişlerini çalıp<br />
söyleyen Veysel artık kendi sözünü<br />
sazına katık etmeye başlar.<br />
Atatürk’e yazdığı destanı huzurda<br />
okumak arzusuyla köyünden yola düşen<br />
Veysel’in Ankara’ya varması üç ay sürer.<br />
Yanında arkadaşı İbrahim’le Ankara’da<br />
aylarca bekler Atatürk’ün huzuruna kabul<br />
edilmeyi ama olmaz. Hakimiyet-i Milliye<br />
(sonraki adıyla Ulus) gazetesinde üç<br />
gün yayımlanan destanına Atatürk’ten<br />
herhangi bir tepki gelmeyince Ankara’dan<br />
ayrılır.<br />
Veysel’in gerçek bir saz şairi gibi<br />
köy köy dolaşarak deyişlerini çalıp<br />
söylemesi bundan sonradır. Öte yandan<br />
Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla köy<br />
enstitülerinde saz öğretmenliği yapması<br />
birçok aydın sanatçıyla tanışmasına<br />
neden oldu ve tabii şiirini etkiledi. Veysel<br />
sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler,<br />
Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar köy<br />
enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı.<br />
Veysel şiirlerini ilk kez 1944’te<br />
Deyişler adıyla kitaplaştırdı. Sazımdan<br />
Sesler (1950) ikinci kitabı. Daha sonra<br />
şiirleri toplu basıldı: Âşık Veysel-Hayatı<br />
ve Şiirleri (1963), Dostlar Beni Hatırlasın<br />
(1970). İzleyen dönemde türküleri
Ara Güler’in 1961 yılında çektiği fotoğrafta Veysel ve köyü…<br />
Cahit Külebi<br />
“Veysel’in<br />
şiirlerinde, gerek<br />
halkevleri ve<br />
devlet ozanlığı,<br />
gerekse Köy<br />
Enstitüleri<br />
konuları açıkça<br />
görülmektedir”<br />
diyor. Külebi, bir<br />
başka yazısında<br />
ise Veysel’i<br />
“Cumhuriyetin<br />
ozanı” dediği<br />
Behçet Kemal<br />
Çağlar ile<br />
kıyaslıyor:<br />
“Veysel bütün<br />
halk ozanları<br />
gibi, halk şiirinin<br />
geleneğinden,<br />
söz haznesinden,<br />
imge dünyasından<br />
yararlanmıştır.<br />
Hatta dindışı<br />
ozanlar gibi, dinsel<br />
temellerden de<br />
zaman zaman<br />
yararlanmıştır.<br />
plaklara alındı. 1952 yılında Veysel’e büyük<br />
bir jübile düzenlendi. Türkiye Büyük Millet<br />
Meclisi, Veysel’e “Anadilimize ve milli<br />
birliğimize katkılarından dolayı” 1965<br />
yılında aylık bağladı.<br />
Âşık Veysel şiirlerinde ağırlıklı olarak<br />
Atatürkçülüğü işledi ve gezdiği her yerde<br />
Atatürkçülüğü yayma çabasıyla dikkat<br />
çekti. Bu tavrı nedeniyle “Halkevi şairi”<br />
diye nitelendi. Bu bir yönüyle Veysel’in<br />
Cumhuriyet değerlerini yücelten şiirlerine<br />
yaslanıyor, bir yönüyle de onun “halk<br />
şairi” olmadığı yargısını içeriyor. Ortalama<br />
bir halk şairi olmadığı doğru; iktidar el<br />
değiştirip köy enstitüleri kapatıldıktan,<br />
Halkevleri işlevsizleştirildikten sonra da<br />
onun yıldızı parlamaya devam etti. Demek<br />
ortada başka bir şey vardı. Bir başkalık,<br />
özgünlük!<br />
Başta Ülkü olmak üzere, zamanının<br />
dergilerinde yayımladığı şiirlerdeki tavrıyla<br />
âşık tarzını modern şiire yaklaştıran<br />
başarılı örneklere imza attı. Doğayı konu<br />
alan şiirlerindeyse lirizmin doruklarına<br />
ulaştı. Ahmet Kutsi Tecer “Âşık Veysel’in<br />
kanımca en büyük özelliği burada<br />
geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk<br />
dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır<br />
didaktik yan da böylece arınıyor” diye<br />
değerlendirirken sözü Enver Gökçe’ye<br />
bırakıyor: “Halk şairlerimizin eserlerinde<br />
ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı<br />
klasik şark edebiyatının estetiğinde<br />
önemli bir yer tutan idealizm meyli ve bu<br />
meylin halk şiirinde işleyen mücerretlik<br />
vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen<br />
unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı<br />
duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı<br />
egemen bir karakteri olmamasına rağmen<br />
mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış<br />
anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”<br />
(Âşık Veysel, Kültür Bakanlığı, s. 26,<br />
Ankara 1999)<br />
Cahit Külebi’ye göreyse o halk şiiri<br />
geleneğinin en büyük beş isminden<br />
biridir: “XIII. yüzyılda Yunus Emre<br />
ile başlayıp, XVI. yüzyılda Pir Sultan<br />
Abdal’da, XVIII. yüzyılda Karacaoğlan’da,<br />
XIX. yüzyılda Dadaloğlu’nda ortaya<br />
çıkan odaklaşmanın son halkası<br />
olarak, toplumsal oluşum, Veysel’i<br />
kendi koşulları ve yeteneği ölçüsünde<br />
yaratmıştır.” (Şiir Her Zaman, Başak<br />
Yay., 1985)<br />
Öte yandan Külebi aynı yazıda<br />
“Veysel’in şiirlerinde, gerek halkevleri ve<br />
devlet ozanlığı, gerekse Köy Enstitüleri<br />
konuları açıkça görülmektedir” diyor.<br />
Külebi, aynı kitaptaki bir başka yazısında<br />
ise Veysel’i “Cumhuriyetin ozanı” dediği<br />
Behçet Kemal Çağlar ile kıyaslıyor:<br />
“Veysel bütün halk ozanları gibi, halk<br />
şiirinin geleneğinden, söz haznesinden,<br />
imge dünyasından yararlanmıştır. Hatta<br />
dindışı ozanlar gibi, dinsel temellerden<br />
de zaman zaman yararlanmıştır. Ama,<br />
bütün bunların yanı sır bütün halk<br />
ozanlarımız içinde, 20. yüzyıl Türkiye<br />
Cumhuriyetinde yaşadığını Veysel kadar<br />
belirleyen hiçbir kimse yoktur. Hatta,<br />
denilebilir ki, Cumhuriyetin ozanı Behçet<br />
Kemal Çağlar bile Veysel ölçüsünde o<br />
çağı yansıtamamıştır. Bir başka deyimle<br />
Veysel, halk geleneğine dayalı bir<br />
aydın gibi yazmıştır. Elbette yazabildiği<br />
ölçüde.”<br />
“Halk geleneğine dayalı bir aydın<br />
gibi” tanımlaması Veysel’in serüveninin<br />
özeti sayılabilir. Ahmet Kutsi Tecer<br />
tarafından keşfedildikten sonra<br />
genç Cumhuriyetin hem derlemeler<br />
yoluyla halk kültürü araştırmalarını<br />
özendirdiği, hem de Veysel gibi ozanları<br />
eğitim sitemi içinde değerlendirdiği<br />
bir süreçte, bu etkileşim kaçınılmazdı.<br />
Neredeyse kırk yaşına kadar hiç<br />
kendi imzasını taşıyan şiir çalıp<br />
söylememiş olan Veysel’in ilk şiirleri<br />
bu etkileşimden dolayı Cumhuriyet,<br />
Atatürk ve uygarlık konuluydu. Bu ilk<br />
şiirlerin yer yer pırıltılı dizelere karşın<br />
didaktik üretimler olduğunda herkes<br />
birleşiyor. Bu anlaşılabilir bir durum.<br />
Anlaşılması zor olan şu ki; kırkından<br />
sonra şiir yazmaya başlayan bir saz<br />
şairi, üstelik küçüklüğünden beri iki gözü<br />
de görmediği için bilgiye yalnızca kulakla<br />
ulaşabildiği halde böylesine özgün bir<br />
şiire nasıl ulaşabildi? Onun özgünlüğü<br />
işte burada gizli.<br />
Külebi onun bu özgünlüğünü,<br />
şiirlerinin giriş dizelerinden seçtiği<br />
örneklerle şöyle gösteriyor:<br />
“Saklarım gözümde güzelliğini<br />
Aşkın beni ilden ile gezdirdi<br />
Dünyada tükenmez bir murad imiş<br />
Dalgın dalgın seyreyledin alemi<br />
Şu geniş dünyaya uymayan gönlü<br />
Bir hayal peşinde dolandım durdum<br />
Dünya geniş idi şimdi daraldı<br />
Asırlar elinde bir tesbih gibi<br />
Hayal bana yakın, yar bana uzak<br />
Bir kökte uzamış sarmaşık gibi<br />
Çırpınıp içinde döndüğüm deniz<br />
Türlü türlü seda verir ağaçlar<br />
Türküz türkü çağırırız<br />
Gine mi ağladın kirpikler nemli<br />
Ağlayı ağlayı vardım pınara<br />
Yıllarca aradım kendi kendimi<br />
Bir küçük dünyam var içimde benim”<br />
Ölümcül hastalığı 1971 yılında<br />
başladı; 21 Mart 1973’te yaşama<br />
veda etti. “Mezarımın üzeri betonla<br />
kapatılmasın, ot bitsin, koyun yesin,<br />
süt olsun, kuzu olsun, et olsun,<br />
memlekete hizmet olsun” demişti;<br />
doğduğu köyde toprağa verildi. Uzun<br />
ince yolunu incelikli sözlerle bezedi.<br />
Hazin hayatından şaşılası bir sevecenlik<br />
damıttı. Fötr şapkası, kucağında sazı,<br />
kapalı gözleri ve açık gönlüyle yepyeni<br />
bir ozan imgesi yarattı. Heykelleri ve<br />
mum canlandırmaları yurdun dört bir<br />
köşesinde bu imgeyi çoğaltıyor. n<br />
5
Yeşil<br />
DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />
ERKAN DOĞANAY<br />
‘Dostlar beni hatırlasın’<br />
Aşık Veysel’in şiirlerinin konuları, “Aşk”, “Din ve Tasavvuf”, “Tabiat”, “Gurbet ve Ayrılık” ve “Sosyal Konular”<br />
ana başlıkları altında toplamak mümkündür. “Benim sadık yarim kara topraktır” diyen Aşık Veysel hayatı<br />
boyunca, toprakla insanın bağı üzerinde durdu... Büyük halk ozanını ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.<br />
İKI yıl önceydi; Aşık Veysel’in hayatını<br />
anlatacak belgesel bir sergi düzenleyecektim.<br />
Ozan’ın yaşadığı köyü<br />
görebilmek, şimdilerde müze olan<br />
evini incelemek, bulunduğu çevreyi soluyabilmek<br />
için ve birazda bu sergiye<br />
malzeme toparlayabilmek umuduyla<br />
Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan<br />
Köyü’ne gitmiştim. Yanılmıyorsam<br />
Aralık ayının son günleriydi, sisli ve<br />
soğuk havada iki günümü geçirmiştim.<br />
Elimde kendi anlatımlarından hayatını<br />
okuduğum Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hazırlamış<br />
olduğu “Dostlar Beni Hatırlasın”<br />
adlı kitap, bir yanda ise akrabaları<br />
ile konuşmalarımdan edindiğim notlar.<br />
Büyük Ozan’ın köye tepeden bakan<br />
mezarı başında 1894 Sonbaharını<br />
düşündüm. Muhtemelen yine böylesi<br />
sisli ve soğuk bir hava olmalıydı diye<br />
geçti aklımdan. Oturdum saz işlemeli<br />
mezar taşının yanına ve onun içinde<br />
bir sigara tüttürdüm.<br />
İşte o binsekizyüzdoksandört<br />
yılının sonbaharında, Karacaahmet’le<br />
Gülizar’ın bir oğulları olmuştu. Gülizar,<br />
o kesif havada koyun sağmaktan<br />
dönerken doğurmuş oğlunu. Kadınlık<br />
o zamandan beri zor zanaattır<br />
Anadolu’da. Veysel koymuşlar oğlanın<br />
adın. Yedi yaşına kadar tüm çocuklar<br />
gibi koşmuş, oynamış Veysel. Kendisi<br />
de böyle anlatır çocukluğunu. O<br />
masum çocukluk günlerinde çiçek<br />
salgını ortalığı kırıp geçirmekteymiş.<br />
İki kız kardeşi çiçek hastalığı yüzünden<br />
hayatını kaybetmiş. Derken Veysel de<br />
bu melun hastalığa yakalanmış.<br />
O günleri şöyle anlatıyor Büyük<br />
Ozan: “Çiçeğe yatmadan evvel anam<br />
güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek<br />
beni çok seven Muhsine kadına<br />
göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O<br />
gün çamurlu bir gündü, eve dönerken<br />
ayağım kayarak düştüm. Bir daha<br />
kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım...<br />
Çiçek zorlu geldi. Sol gözümde çiçek<br />
beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun<br />
zorundan olacak, perde indi. O gün<br />
bugündür dünya başıma zindan”.<br />
Veysel’in sol gözünü, babası tedavi<br />
ettirmek ister; ancak bir kaza sonucu<br />
Veysel bu gözünü de kaybeder. Küçük<br />
kız kardeşidir artık Veysel’in gözü.<br />
Nereye gitse Elif yanındadır. Artık<br />
okuyamayacak olan Veysel’i, babası,<br />
üç telli kırık sazıyla Ortaköy’deki<br />
Mustafa Abdal tekkesine götürür.<br />
Veysel ilk başlarda çok acemidir.<br />
Zaman zaman şevki kırılır ve sazını<br />
bırakır. Babasının da ısrarıyla sazı<br />
“Gözlerimi<br />
kaybettiğim zaman babam<br />
elime saz verdi, ‘çocuk<br />
varsın oyalansın’ dedi.<br />
Sonra da Pir Sultan Abdal,<br />
Hüseyin, Kul Sabri, Veyselî,<br />
Kemter Baba, Veli ve<br />
Sıtkı’dan demeler söyleyip<br />
ezberletti.<br />
eline yeniden alır. Bu konula ilgili de<br />
şöyle der: “Gözlerimi kaybettiğim<br />
zaman babam elime saz verdi, ‘çocuk<br />
varsın oyalansın’ dedi. Sonra da Pir<br />
Sultan Abdal, Hüseyin, Kul Sabri,<br />
Veyselî, Kemter Baba, Veli ve Sıtkı’dan<br />
demeler söyleyip ezberletti. İşte ilk<br />
tanıdığım şairler bunlardır.” Veysel’e,<br />
ilk derslerini Molla Hüseyin verir.<br />
Veysel’in ustalaşmasındaysa sık sık<br />
Emlek yöresine gelen Divriği’nin<br />
Çamşıhı yöresi saz ustalarından Ali<br />
Resim: Bahri Genç<br />
Ağa’nın büyük oranda rolü vardır.<br />
Veysel, yirmili yaşlarında, artık<br />
iyi bir saz ustasıdır. Önceleri çevre<br />
köylerde düğünlere saz çalmaya<br />
gider; daha sonraları da çevre<br />
illerin köylerine. 1919’da yirmi beş<br />
yaşındayken evlenir. Bunu takip eden<br />
iki yıl içinde de anne ve babasını<br />
kaybeder Veysel. İlk karısıyla sekiz<br />
yıl evli kalır ve karısı onu terk eder.<br />
Bu evlilikten doğan ilk çocuğu on<br />
6
Dostlar Beni<br />
Hatırlasın<br />
Ben giderim adım kalır<br />
Dostlar beni hatırlasın.<br />
Düğün olur bayram gelir<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Can kafeste durmaz uçar<br />
Dünya bir han, konan göçer<br />
Ay dolanır yıllar geçer<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Can bedenden ayrılacak<br />
Tütmez baca yanmaz ocak<br />
Selam olsun kucak kucak<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Ne gelsemdi, ne giderdim<br />
Günden güne arttı derdim<br />
Garip kalır yerim yurdum<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Açar solar türlü çiçek<br />
Kimler gülmüş kim gülecek<br />
Murat yalan ölüm gerçek<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Gün ikindi akşam olur<br />
Gör ki başa neler gelir<br />
Veysel gider adı kalır<br />
Dostlar beni hatırlasın<br />
Aşık Veysel ŞATIROĞLU<br />
Aşık Veysel ve Ümit Yaşar Oğuzcan, Sivrialan Köyü.<br />
Aşık Veysel’in “Dostlar<br />
Beni Hatırlasın” adlı<br />
şiirine karşılık, Ümit Yaşar<br />
Oğuzcan, cevap niteliğindeki<br />
“Dostlar Seni Unutur Mu?”<br />
adlı şiiri yazmıştır.<br />
günlükken ölür. Karısının, Veysel’i<br />
terk ettiğinde, kucağındaki altı<br />
aylık kızı da daha sonra hastalığa<br />
yakalanıp vefat eder. İkinci karısının<br />
ismi Gülizar’dır. Veysel’le Gülizar’ın<br />
ikisi erkek, dördü kız altı çocukları<br />
olur. Aşık Veysel’in, 1930’lu yıllarda<br />
Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan<br />
Ahmet Kutsi Tecer ile tanışması<br />
hayatına yeni bir yön verir. 1933’e<br />
kadar Veysel, usta ozanların şiirlerini<br />
okur. Bu tarihte, Cumhuriyetin 10.<br />
Yılı sebebiyle Ahmet Kutsi Tecer<br />
yönetiminde, bütün halk şairleri<br />
şiirler yazarlar. Bunların içinde Aşık<br />
Veysel’in de “Atatürk’tür Türkiye’nin<br />
ihyası”... dizesiyle başlayan bir şiiri<br />
vardır. Böylelikle Aşık Veysel’e de<br />
ülkeyi dolaşma fırsatı doğar.<br />
Hakkında yazılan kitaplardan<br />
en bilineni Ümit Yaşar Oğuzcan’ın<br />
hazırladığı “Dostlar Beni Hatırlasın”<br />
adlı kitaptır. Aşık Veysel’in şiirlerinin<br />
toplandığı, dikkate değer bir yayındır.<br />
Kitabın, ilki 1970 tarihini taşıyan,<br />
toplam dokuz baskısı var. Kitabın<br />
başında, Aşık Veysel Şatıroğlu’nun<br />
yaşam öyküsünün anlatıldığı,<br />
Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından<br />
hazırlanmış dört sayfalık bir metin<br />
bulunur. Bu metnin arkasından,<br />
“Halk Şiiri ve Aşık Veysel” başlığı<br />
altında Aşık Veysel’in sanatının ele<br />
alındığı, Sabahattin Eyüboğlu’nun<br />
makalesi gelir.<br />
Dönemin gazetelerinde Aşık Veysel....<br />
Dostlar seni<br />
unutur mu?<br />
Doldurulmaz yerin senin<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Hiç sönmezdi nurun senin<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Tertemiz bir özün vardı<br />
Apaydınlık yüzün vardı<br />
Söylenecek sözün vardı<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Her gerçeği gören sendin<br />
Aşk sırrına eren sendin<br />
Gönüllere giren sendin<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Çektin, yazdın ve söyledin Verdin,<br />
almak istemedin<br />
Sadık yarim toprak dedin<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Hiç kimseyi incitmedin<br />
Kalp kırmadın,<br />
kin gütmedin Dostlarını<br />
unutmadın<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Şiirde sağlam temeldin<br />
İnsanlıkta en güzeldin<br />
Biz bir UMİT,<br />
sen <strong>VEYSEL</strong>’DİN<br />
Dostlar seni unutur mu?<br />
Ümit Yaşar Oğuzcan<br />
7
Yeşil<br />
DOSYA: AŞIK <strong>VEYSEL</strong><br />
ZÜLFÜ LİVANELİ<br />
Resim: Abdullah Sarışen<br />
Aşık Veysel’in şiirlerinin konuları, “Aşk”,<br />
“Din ve Tasavvuf”, “Tabiat”, “Gurbet ve<br />
Ayrılık” ve “Sosyal Konular” ana başlıkları<br />
altında toplamak mümkündür. “Benim<br />
sadık yarim kara topraktır” diyen Aşık<br />
Veysel hayatı boyunca, toprakla insanın<br />
bağı üzerinde durur. İnsanların yaşamda<br />
acı çekmeden; “Öz”e ulaşamayacaklarını<br />
düşünür ve şöyle der: “Farzedin ki içinde<br />
cevher olan bir dağ var. Dağın cevherini<br />
meydana çıkarmak için onu kazmak,<br />
yaralamak lazım. Aynı şekilde insan da büyük<br />
ıstıraplar ve yaralara maruz kalırsa aynı<br />
şekilde, o da ‘eğer varsa’ cevherini meydana<br />
çıkarır.”<br />
Aşık Veysel, TRT repartuarına girmiş bir<br />
ozan ve günümüzde şiirlerinin, türkülerinin<br />
unutulmadığı bir halk şairidir. Bedri Rahmi<br />
Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı, Metin<br />
Erksan’ın ilk filmi olarak Veysel’in hayatını<br />
anlatan Karanlık Dünya/Aşık Veysel’in<br />
Hayatı adlı film 1952 yılında çekilir. Fakat<br />
filmin birçok sahnesi sansüre uğrar ve kesilir,<br />
ancak sonrasında gösterim izni verilir. Köy<br />
Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine<br />
Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla<br />
Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu,<br />
Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz<br />
öğretmenliği yapar. 1965 yılında Türkiye<br />
Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Aşık<br />
Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize<br />
yaptığı hizmetlerden ötürü”, 500 lira aylık<br />
bağlar.<br />
8<br />
960 ve 70’li yıllarda<br />
müziğe yön veren önemli<br />
isimlerden Fikret Kızılok ve Erol<br />
Büyükburç Aşık Veysel’i köyünde<br />
ziyaret ederler. Fikret Kızılok,<br />
Aşık Veysel’den o kadar etkilenir<br />
ki, sonrasında yaptığı pek çok<br />
albümünde onun bestelerine ve<br />
şiirlerine yer verir.<br />
1960 ve 70’li yıllarda müziğe yön veren<br />
önemli isimlerden Fikret Kızılok ve Erol<br />
Büyükburç Aşık Veysel’i köyünde ziyaret<br />
ederler. Fikret Kızılok, Aşık Veysel’den o<br />
kadar etkilenir ki, sonrasında yaptığı pek<br />
çok albümünde onun sözlerine, bestelerine<br />
ve şiirlerine yer verir. Hatta kazanmış<br />
olduğu müzik ödüllerini bile Veysel’e<br />
vermek ister. Çünkü ona göre tanıştıktan<br />
sonra albümüne yön veren Büyük Ozan’ın<br />
sözleri ve türküleri olmuştur. Kızılok, Aşık<br />
Veysel öldüğünde de mezarı başındadır<br />
ve ozanın sazını da bir daha çalınmamak<br />
üzere mezarı başında Kızılok parçalamıştır.<br />
Aşık Veysel, son konserini 15 Ağustos<br />
1971’de Hacıbektaş’ta verir. Aynı tarihlerde<br />
yapılan bir sağlık kontrolünde Aşık<br />
Veysel’in, akciğer kanseri olduğu anlaşılır.<br />
Ozan, 21 Mart 1973 günü sabaha doğru saat<br />
3.30’da vefat eder. n<br />
Aşk olmasa<br />
ANKARA yazlarının güneşli ve tembel öğle<br />
sonlarından biri. Saate bakıyorum: 3. Jean Paul<br />
Sartre’ın o sıralarda kahverengi kapaklı Bulantı<br />
romanını okuyorum. Kitabın bir yerinde şöyle<br />
bir cümle geçiyor: “Öğleden sonra 3, bir şey<br />
yapmak için ya çok geçtir ya da çok erken”<br />
İlerki yıllarda bu kuralın, dünyanın birçok ülkesi<br />
için geçerli olduğunu görüp hayretten hayrete<br />
düşeceğim. Ama o gün, akıp giden zamanın<br />
anlamsızlığını bozmak için 33 devirli kara bir<br />
plağı çekip, Dual pikaba yerleştiriyorum. O<br />
zamanlar Dual pikap sahibi olmak, bugün<br />
müzik mikserlerinin Rolls Royce’u olan Solid<br />
State Logic’e ulaşmak gibi bir şey. Dual’in zayıf,<br />
kırılgan kolunu kaldırıp, tozları üflüyorum ve<br />
kristal iğneyi binbir itinayla, siyah PVC’nin ses<br />
çizgilerinin başlamamış olduğu parlak bölüme<br />
bırakıyorum. Dual hoporlör cızırdamaya<br />
başlıyor.<br />
Bugünün dijital<br />
ses ortamına hiç<br />
benzemeyen,<br />
dip sesler<br />
dolduruyor<br />
odamı. Daha<br />
sonra da yaşlı,<br />
yorgun ama<br />
bir o kadar da bilge bir ses; “Yedi yaşına<br />
kadar ben de herkes gibi güldüm, seğirttim,<br />
oynadım” diyor. “Yedi yaşında çiçekten iki<br />
gözlerimi kaybettim.” Konuşma bitince sazının<br />
tellerine dokunuyor ve inim inim inleyen bir<br />
sesle söylemeye başlıyor “Murat yalan, ölüm<br />
gerçek / Dostlar beni hatırlasın.” Sazı bir başka<br />
çalıyor. Saz Veysel’in elinde dile geliyor ve<br />
“İçim oyuk / Derdim büyük!” diyerek neden<br />
inlediğini anlatmaya çalışıyor. Büyük bir zevkle<br />
Veysel dinlemeye başlıyorum. Ankara Maarif<br />
Koleji’ne geldiği günü hatırlıyorum. Yanında<br />
Küçük Veysel diye tanıttığı bir âşık daha var.<br />
İkisi beraber çalıyorlar ve nedense benim<br />
duygu dünyamda büyük yer tutan bu olaya<br />
öğrenci arkadaşlarım aldırmıyor. Oysa koca<br />
Veysel bir efsane benim için. Onun gibi saz<br />
çalmaya uğraşan çocuk, o gün büyük Veysel’le<br />
tanışmanın heyecanını yaşıyor. 33 devirli plakta<br />
ezgiler birbirini kovalıyor. Anadolu bilgesi<br />
Veysel, “Muhabbet, bir ekin ekip yeşertmek”<br />
diyor. “Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı”<br />
dedikten sonra avına kıyamıyor ve avcının<br />
zalim tüfeği yerine sazını koyarak ekliyor:<br />
“Avlasam çöllerde saz ile seni / Bulunmaz<br />
dermanı yoktur ilacı / Vursam yaralasam söz<br />
ile seni.” Yüreğimin kökünde, Veysel’in ve<br />
Anadolu’nun büyüklüğünü hissediyorum.
Sarıyer’de Yaşar Kemal<br />
Sempozyumu gerçekleşti<br />
SARIYER Belediyesi, edebiyatımızın<br />
koca Çınarı Yaşar KEMAL’i ölümünün<br />
2.yılında, bir sempozyumla andı. Yaşar<br />
Kemal Kültür Merkezi’nde gerçekleşen<br />
sempozyumun açılış konuşmasında<br />
Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç<br />
Yaşar Kemal’in usta bir röportajcı,<br />
büyük bir edebiyatçı ve barışın simgesi<br />
olduğunu vurguldaı.<br />
Başkan Genç, bir sohbetinde<br />
Yaşar Kemal’in kendini anlatmak için<br />
kullandığı, “…Kendimi biIdim biIeIi<br />
zuIüm görenIerIe, hakkı yenenIerIe,<br />
sömürüIenIerIe, acı çekenIerIe,<br />
yoksuIIarIa birIikteyim…” sözlerinin<br />
binlerce süslü cümleden anlamlı<br />
olduğunu belirterek, “Koca Çınar’ı<br />
anlatmak için yazılacak binlerce süslü<br />
cümlenin, belki de kitabın çok daha<br />
üzerinde ve deyim yerindeyse tam da<br />
‘Yaşar Kemal’ce bir tanımlama değil<br />
mi?” diye sordu.<br />
Ardından, “Değişimin romancısı<br />
Yaşar KEMAL” temalı bir oturum<br />
gerçekleştirildi.<br />
Üç oturumdan oluşan oturumda<br />
konuşan Yaşar Kemal’in eşi<br />
akademisyen Ayşe Semiha Baban’ın,<br />
korkmadan gerçeğin üstüne yürürken<br />
yargılanan gazetecileri kastederek<br />
ve Büyük Usta’ya atıfta bulunarak<br />
söylediği, “İnsan soyu tükenirken,<br />
en kutsanacak olan onlardı” sözü<br />
oturuma damga vurdu.<br />
Yazar Asuman Kafa Bükeoğlu,<br />
Feridun Andaç, Burhan Sönmez,<br />
Mahmut Temizyürek, Altan Öymen,<br />
Ferhat Boratav, Zeynep Oral, Ali Kırca,<br />
Şeyhmus Diken sempozyumda birer<br />
konuşma gerçekleştirirken yazarın<br />
eşi Ayşe Semiha Baban ise Yaşar<br />
Kemal’in 2011 yılında Gazeteciler<br />
Cemiyeti’nde yaptığı konuşmayı<br />
hatırlattı. n<br />
YAŞAR KEMAL<br />
remiyor. Gazetecilik bir yaratıcılıktır.<br />
Gazete, okuyucusunu kendi yetiştirir.<br />
Politika bir dedikodu arenasına dönerse,<br />
gazeteler de gece gündüz aynı<br />
kişilerin aynı tür sözlerini, dedikodularını,<br />
küfürlerini yazar, bol üstsüz, bol<br />
bol ilanla gazete yerine cıncık boncuk<br />
verirse milleti canından bıktırır.<br />
Gazete haber verir. Gazete öğretir.<br />
Gazete okuyucunun nabzına göre<br />
şerbet vermez. Gazete okuyucularını<br />
kışkırtmaz. Kol gibi harflerle manşetler<br />
vererek, bir spor karşılaşmasını en<br />
büyük ulusal olay durumuna sokmaz.<br />
Kürt sorunu gibi büyük ulusal sorunlarla<br />
oynamaz. Doğa kırımı gibi<br />
ülkenin geleceğiyle ilgili konularda<br />
gerçekleri saptırmaz.<br />
Basın zanaat değil sanattır, yaratıcılıktır,<br />
dirençtir. Basın hiç bir çıkarın<br />
1952 yılının son günlerinde Aşık<br />
Veysel’i görmeye gitmiştim, köyüne.<br />
Tam dönecekken büyük bir deprem<br />
haberi geldi, 3 Ocak 1952, Erzurum,<br />
Hasankale yerle bir olmuş. Yakında<br />
olduğum için ilk giden gazeteci ben<br />
oldum. Çok büyük acılar yaşanıyordu.<br />
Depremden sağ çıkanlar eksi 30 derecede<br />
incecik çadırlarda yaşam savaşı<br />
verirken çoğu ‘keşke ölseydik, bu<br />
halimizden daha iyi olurdu’ diyordu.<br />
Taş kesilmiş insanlar, donmuş toprak,<br />
gömülemeyen ölüler ve bilen bilir<br />
anlatılmaz bir koku… Sakıp Hatunoğlu<br />
adında bir arkadaşla birlikte dolaşıyorduk.<br />
Bir donmuş bebek gördük,<br />
yaşıyor gibiydi. Ben röportajları<br />
aktarıyorum telefonla, gazete filan<br />
gördüğümüz yok. Günler sonra elimize<br />
gazete geçti, benim röportajda<br />
o bebeği anlatmışım. Okurken önce<br />
arkadaşım ağlamaya başladı, sonra<br />
ben… O gün bir kez daha anladım<br />
sözün gücünü.<br />
Basının gücü sözün gücüdür. Onun<br />
için de basın her zaman büyük baskı<br />
altında kalmıştır. Yazarları, gazetecileri,<br />
gazeteleri satın alma o batan Osmanlıdan<br />
kalma bir gelenektir. Daha<br />
da yoğunlaşarak sürüyor. . . . .<br />
Bizde basından gereğinden fazla<br />
korkuluyor. Basın da kendisinden<br />
korkuyor. O da kendi kendini eleştiyanında<br />
olmamalıdır, kendi çıkarı<br />
olsa bile. İşte basının özgür olması<br />
budur.<br />
Özgürlük düşüncesi sınırsızdır.<br />
Basın, dünyamızdaki pek çok kötülüğün<br />
bilinmesini, duyulmasını sağlayarak<br />
önemli savaşımlar vermiştir,<br />
kahramanlar yetiştirmiştir.<br />
Düşünceyle uğraşmak, düşünceye<br />
önem vermek baskıcı düzenlerde<br />
her insanın başını belaya sokuyor.<br />
Bugüne kadar basın şöyle bir doyasıya<br />
özgürlük yüzü göremedi. Hep<br />
baskı, hep baskı, hep satın alma...<br />
İşte bugünlere geldik.<br />
Hani eskiden bir güç vardı, ona<br />
ilerici güç diyorduk ya hepimiz<br />
karanlık bir duvarın önüne geldik<br />
başımızı son hızla vurmak üzereyiz.<br />
Yargı mekanizması adalet yerine<br />
öfke ve korku kaynağı olursa işte bir<br />
ülke böyle olur.<br />
Hapisane kötüdür, ölüm gibi.<br />
Bilincine varınca, düzleşir, olağanlaşır.<br />
İnsan soyunu zulüm kadar<br />
hiçbir şey küçültmez. Ne derler,<br />
zulmün artsın ki tez zeval bulasın...<br />
Zulüm aşağılık, insanlık dışı bir şeydir,<br />
ölümden de beterdir. Bilincine<br />
varınca olağanlaşır. Hepsinden<br />
beteri de insan soyunun yakasına<br />
yapışmış korkudur. İnsan korkusunun<br />
üstüne yürüdükçe, korku<br />
azalır, gücünü yitirir, insan soyu korkuda<br />
çürümez. Zulüm zulüm değildir<br />
aslında, zulüm korkudur. Her şeyin<br />
temeli, beteri korkudur.<br />
Diyorum ki, korkulmasın, bugünkü,<br />
bu gelip geçici duruma bakıp<br />
umutsuzluğa düşmenin bir gereği<br />
yok...<br />
Bugün hapisanelerde, mahkeme<br />
kapılarında veya mahkeme kapılarına<br />
gitmeyi beklerken mesleğinin<br />
ve insanlık onurunun hakkını verenler<br />
var. Onlar ve onların hakları<br />
için omuz omuza yürüyen, sesini<br />
yükseltenler insanlığımızın daha<br />
bitmediğini, vurdumduymazlığımızın<br />
bizi öldürücü hale getirmediğini<br />
kanıtlıyorlar.<br />
İnsanoğlu umutsuzluktan umut<br />
yaratandır. Demokrasiyi yaratmak<br />
insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok<br />
söyledim, tekrar söylüyorum. Ya<br />
demokrasi ya hiç… Ve Türkiye ‘hiç’e<br />
layık değildir.<br />
Selam olsun düşünce özgürlüğü<br />
ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma.<br />
Selam olsun, korkunun<br />
üstüne yürüyenlere. Selam olsun insanlık<br />
toptan tükenmedikçe umudun<br />
da tükenmeyeceğini gösterenlere.<br />
İnsan soyu içinde en güzelleri, en<br />
kutsanacak olanları onlardır.<br />
28 Mart 2011<br />
9
Yeşil<br />
KISA ÖYKÜ - ÇİZGİ<br />
HALİL GENÇ<br />
Damlalar<br />
SEN bir damlasın, ben bir damla. Bir araya geliyoruz,<br />
oluyoruz iki damla. Sonra ayrılıyoruz ama<br />
olmuyoruz iki damla! Birinde çok, diğerinde daha<br />
çok...<br />
O geçen haftaki yağmurları anlatmıştım ya<br />
sana, hani ben yağmurda dolaşırken sen usulcacık<br />
gelip girivermiştin koluma. Sokulup birbirimize,<br />
yürümüştük bir hayli. İşte, hatıra olsun diye iki<br />
damlayı alıp cebime atıvermiştim. Kokun sinmiş<br />
üzerlerine. Büyüyüp çoğalmış, çok çok olmuşlar.<br />
Akşam onlarla yunup paklandım, misler gibi<br />
koktum ve yattım. n<br />
Efsane<br />
DENIZIN ufkunda yanan<br />
bulutlara teslim olmuştunuz.<br />
Keten bir şapka giymişti ve<br />
at kuyruğu yaptığı saçları<br />
şapkadan dışarı taşıyordu.<br />
Anlatıyordu, “Efsanedir,<br />
güneş, ışıklarını her gece bu<br />
koylarda yıkar ve yeniden<br />
yeryüzüne gönderirmiş.”<br />
Koylarda kümelenmiş ağaçlardan,<br />
adalar yönünde<br />
alçalan güneşin kınaladığı<br />
derin yamaçlara doğru bakıyorum<br />
ve bakışlarım usul usul<br />
kıpırdanan dalgalara karışıyor.<br />
Yıkanan ışık, renkler ve<br />
kirlenmeyen sular! Efsane,<br />
efsanedir. Dünyanın onca<br />
denizi, karı, buzu, buzulu ve<br />
suyu dururken, güneşin bu<br />
koyları seçmesi kulağa hoş<br />
geliyordu. “Balıklar ışıltılarını,<br />
yosunlar yeşilini o renklerden<br />
alıyor,” dedi ve denize döndü<br />
yeniden.<br />
Elimin içindeki eli yumuşacıktı.<br />
O anlatırken, ben,<br />
güneşten kıpkırmızı olan<br />
yanaklarına bakıyordum.<br />
Adaların, iyice seçilmeye<br />
başlayan ışıklarını gösterdi,<br />
sessizce. Birazdan inci gibi<br />
duracaklarmış karanlığa, öyle<br />
dedi. Bense o yöne değil, o<br />
yönü gösteren incecik parmağına<br />
bakıyordum.<br />
Nerede okuduğumu anımsamıyorum<br />
şimdi, radyodan<br />
da duymuş olabilirim, “İnsanlar<br />
birbirine dokunduklarında<br />
ilk, sıcaklıklarını bırakırlar,”<br />
diyordu. Dokunduğum her<br />
insanda anımsar olmuştum<br />
içimi ısıtan bu ayrıntıyı. Ama<br />
şimdi çok daha özel bir şey<br />
var. Kokusu! Bir parfüm değil<br />
hayır. Krem de değil. Kokusu<br />
işte.<br />
Süzülen sular, ince kumlarda<br />
derin izler bırakıyor.<br />
Birbirine karışacak anılarımız<br />
yoktu daha, tanışalı birkaç<br />
gün oldu. Ve ben, ufka dalıp<br />
giden gözlerine teslim olmuşken<br />
onun, sevebileceğim son<br />
insan olduğunu düşünüyordum.<br />
n<br />
Halil Genç’in yakında çıkacak “Damlalar” isimli kitabı...<br />
SARTRE: CEHENNEM BAŞKALARIDIR!<br />
Metinler: Aslan Özdemir / Çizimler: Utkucan Akyol<br />
Bir akşamüzerini daha giyinir<br />
İstanbul. Şehir üstündeki yorgunluğu<br />
silkelerken, alesta’daki yolcu vapuru<br />
yol alır. Şehir yeni renkler dener;<br />
mesela denizin laciverti veya<br />
köpüklerden beyaz bir dalga.<br />
Umduğunu bulamamış martılar gökyüzüne<br />
estetik hatlar çizerek uzaklaşır. Sonra yine bir<br />
dinginlik çöker. Düşler kurulur gelecek için;<br />
mutluluk oyunu oynanır. Bu, kurulmuş sahte<br />
bir uyumdur sunulan hayat tasarımında...<br />
Birden bir ses bozar vaadedilen huzuru. Şehrin karanlık<br />
yüzü kendini gösterir. Martı sesleri vapur seslerine karışır!<br />
Geceye çığlık sesleri düşerken, karanlıkta acının efekti patlar!<br />
Bir gün daha eksilir hayattan. Bin gül daha eksilir umudun<br />
bahçesinde. Dünyaya sürgünlerin yeridir burası; geride<br />
kalanların da yaşam sevincini yitirdiği cehennem!<br />
10
SALİH BOLAT<br />
KARDEŞ KENTLER<br />
Çukurova Orhan Kemal Edebiyat Festivali<br />
ADANA’NIN Çukurova Belediyesi<br />
tarafından düzenlenen “Orhan Kemal<br />
Edebiyat Festivali” nin ikincisi, 17-18-<br />
19 Şubat 2017 günlerinde gerçekleşti.<br />
Giderek bir geleneğe dönüşmek<br />
üzere olan en kapsamlı edebiyat<br />
etkinliklerinden Orhan Kemal Edebiyat<br />
Festivali, bir edebiyat buluşması<br />
niteliğinde geçti. Festivalin Onur<br />
Konuğu Muzaffer İzgü rahatsızlığı<br />
nedeniyle festivale katılamadı ancak<br />
Adanalılara duygu dolu bir mesaj<br />
gönderdi. Doğu Akdeniz Belediyeler<br />
Birliği (DABB) ve Çukurova Belediye<br />
Başkanı Soner Çetin, “Bu bereketli<br />
toprakların bir evladı olarak, bu<br />
bereketli topraklarda doğmuş Orhan<br />
Kemal’e borcumuzu ödüyoruz” dedi.<br />
İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa,<br />
Antakya, Antalya, Mersin, Tarsus ve<br />
Mut’tan altmış kadar yazar ve şairin<br />
okurlarıyla buluştuğu festivale Adanalı<br />
sinema sanatçısı ve şair Menderes<br />
Samancılar, Türkiye’nin önde gelen<br />
karikatürcülerinden yazar Semih<br />
Poroy, Adanalı öykücü-romancı Özcan<br />
Karabulut, akademisyen yazar Özgür<br />
Mumcu, yazar ve aktivist İhsan Eliaçık,<br />
Yazar Halil Genç, Adanalı şair-yazar<br />
ve akademisyen Salih Bolat katıldı. 2.<br />
Orhan Kemal Edebiyat Festivali’ne bu<br />
yıl çocuklar ve gençler de renk ve neşe<br />
kattı.<br />
2.Orhan Kemal Edebiyat<br />
Festivali’nde bu yıl “Çukurova” konulu<br />
bir şiir yarışması da düzenlendi.<br />
Türkiye genelinden gönderilen yüzlerce<br />
eser arasından ikisi Adana dışından<br />
olmak üzere üç eser, başkanlığını<br />
Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat<br />
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çetin<br />
Derdiyok’un yaptığı jüri tarafından<br />
ödüle değer görüldü.<br />
Festival’de Orhan Kemal ödüllü kitap<br />
kapakları, Varlık Yayınları ve “Yaşar<br />
Kemal’den Muzaffer İzgü”ye adlı mozaik<br />
sergilerinin açılmasıyla başladı. Eski<br />
TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk<br />
Akalın, Türkçenin söz varlığını anlattı,<br />
çeşitli konuşmacılar Orhan Kemal’i,<br />
Salih Bolat ve Halil Genç ile Özcan<br />
Karabulut öykü türünü tartıştılar.<br />
“Eskici ve Oğulları” filminin kısa<br />
gösterimine oyuncu-sanatçı Menderes<br />
Samancılar katıldı ve filmlke ilgili<br />
anılarını anlattı.<br />
Orhan Kemal’in anılarının zikredildiği<br />
bir yerde olmaktan çok mutlu olduğunu<br />
söyleyen yazar ve aktivist İhsan<br />
Eliaçık, festivalin “muhteşem bir<br />
edebiyat geçidi” olduğunu söyleyerek,<br />
“din, tarihinde hiç bu kadar istismar<br />
edilip ayaklar altına alınmamıştı. Ülke<br />
monarşiye ve tek adamlığa doğru<br />
götürülmek isteniyor. Bu tarihin akışına<br />
terstir” ifadelerini kullandı. Türkiye’nin<br />
çağdaş birikiminin bu geriye gidişe,<br />
tarihin ters akışına izin vermeyeceğini<br />
de söylemesi, salondakilerden büyük<br />
alkış aldı.<br />
Festivalin Onur Konuğu, Türk<br />
edebiyatının kilometre taşlarından<br />
Çukurova Edebiyat Festivali’nde Sarıyer Belediyesi de yer aldı. Soldan sağa(İsmail Başkan,<br />
İsmail Erdem, Cengiz Kahraman, Menderes Samancılar, Halil Genç, Önder Kömür)<br />
ve bir Adanalı olan Muzaffer İzgü<br />
rahatsızlığı nedeniyle festivale<br />
katılamadı ancak salonda kendisini<br />
bekleyen Adanalılara mesajıyla seslendi.<br />
İzgü, “Orhan Kemal, Yaşar Kemal<br />
ve ben üçümüz bileşken insanlardık.<br />
Üçümüz de emek kenti Adana’yı<br />
anlattık. Adana anlatılmayı hak eden<br />
bir şehir. Biz o güzel şehrin dramlarını,<br />
öykülerini, yaşamlarını yazdık. Bizden<br />
sonra da yazanlar oldu ve hala olacak”<br />
dedi.<br />
2.Orhan Kemal Edebiyat Festivali’ne<br />
gösterilen yoğun ilgi için Adana halkına<br />
teşekkür eden Çukurova Belediye<br />
Başkanı Soner Çetin, “Adana, kültür<br />
ve sanat etkinliklerine aç bir kentti.<br />
Biz bunu bilerek göreve geldiğimiz<br />
günden bu yana kültürel etkinliklere<br />
büyük önem veriyoruz. Orhan Kemal<br />
Edebiyat Festivalimiz her geçen yıl<br />
içerik olarak zenginleşiyor ve kalite<br />
kazanıyor. Festivalde emeği geçen<br />
tüm ekip arkadaşlarıma ve Adanamıza<br />
şeref veren konuklarımıza teşekkür<br />
ediyor ve kendilerini yürekten<br />
ORHAN KEMAL KİMDİR?<br />
15 EYLÜL 1914’te Adana’nın Ceyhan<br />
ilçesinde doğdu. 2 Haziran 1970’te<br />
yaşamını yitirdi. Toplumsal gerçekçi<br />
romanın usta kalemi, öykü ve<br />
roman yazarı. Asıl adı Mehmet Raşit<br />
Öğütçü İlk Büyük Millet Meclisi’nde<br />
Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği<br />
Adalet Bakanlığı’ndan 3 gün sonra<br />
istifa ettirilip yargılanan Abdülkadir<br />
Kemali Bey’in oğlu. Babasının, 1930’da<br />
Ahrar Fırkası’nı kurmak ve gazete<br />
çıkarmak yüzünden öldürülme<br />
korkusuyla Suriye’ye geçmesi üzerine,<br />
ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda<br />
bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye<br />
ve Lübnan’da yaşadı. 1932’de Adana’ya<br />
döndü. İşçilik, dokumacılık, ambar<br />
memurluğu, katiplik yaptı.1939’da ilk<br />
şiirlerini de yazdığı askerliği esnasında,<br />
komünizm propagandası yapmak<br />
suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkum<br />
oldu. Kayseri, Adana ve Bursa<br />
cezaevlerinde yattı.Bursa Cezaevi’nde<br />
Nâzım Hikmet’le tanışması yaşamının<br />
ve yazarlığının dönüm noktası oldu.<br />
1943’te salıverildikten sonra Adana’ya<br />
döndü. Amelelik, sebze nakliyeciliği,<br />
Adana Verem Savaş Derneği’nde<br />
katiplik yaptı.1950’de İstanbul’a<br />
yerleşti, hayatını yazılarıyla kazandı.<br />
1966’da bir lokantadaki konuşmasında<br />
komünizm propagandası yaptığı<br />
suçlamasıyla yargılandı, beraat<br />
etti. Yaşamının son döneminde<br />
Bulgaristan ve Romanya Yazarlar<br />
Birliği’nin davetlisi olarak, daha çok<br />
da tedavi amacıyla Soyfa’ya gitti. 2<br />
Haziran 1970’te Sofya’da tedavi edildiği<br />
hastanede beyin kanamasından öldü.<br />
İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nda<br />
toprağa verildi.<br />
Hece ölçüsüyle Kayseri<br />
Cezaevi’nden yazıp gönderdiği ilk şiiri<br />
“Duvarlar” 1939’da Yedigün dergisinde<br />
“Reşad Kemal” imzasıyla yayınlandı.<br />
“Raşid Kemali” takma adıyla yazdığı<br />
şiirler Yedigün ve Yeni Mecmua’da<br />
çıktı. İlk romanı “Babaevi”nin<br />
bir bölümünü oluşturan “Balık”<br />
öyküsü, Yeni Edebiyat dergisinde<br />
1940’ta yayınlandı. Bundan sonra<br />
çalışmalarını öyküde yoğunlaştırdı.<br />
“Orhan Kemal” adını ilk kez 1942’de<br />
“Yürüyüş” dergisinde yayınlanan şiir<br />
ve öykülerinde kullandı. Öyküleri,<br />
Varlık, Seçilmiş Hikayeler, Yeditepe<br />
başta olmak üzere dönemin tüm<br />
dergilerinde yer aldı. Gazetelere tefrika<br />
romanlar ve film senaryoları yazdı.<br />
Geçimini sağlamak, para kazanmak<br />
amacıyla durmadan yazdı.<br />
72. Koğuş, Murtaza, Eskici ve<br />
Oğulları, Kardeş Payı adlı eserleri<br />
tiyatroya uyarlandı. Doğrudan oyun<br />
olarak 1964’te yazdığı tek eseri<br />
“İspinozlar”, “Yalova Kaymakamı” adıyla<br />
sahnelendi.<br />
Öykü ve romanlarında günlük<br />
yaşamın değişik yönlerini işledi.<br />
Kahramanlarını çoğunlukla<br />
sömürülen, yoksul insanlardan<br />
seçti. Bu insanların yaşamlarını,<br />
selamlıyorum. Orhan Kemal bu<br />
bereketli topraklardan çıkan en nadide<br />
değerlerimizden biri. Orhan Kemal’e<br />
borcumuzu ödüyoruz” dedi. Yakın<br />
zamanda Çukurova’ya “Bülent Ecevit<br />
Sanat Parkı” kazandıracaklarını aktaran<br />
Çukurova Belediye Başkanı Soner<br />
Çetin, “Parkımıza piyano şeklinde bir<br />
kütüphane yapacağız ve o kütüphaneye<br />
Muzaffer İzgü’nün adını vereceğiz.<br />
Değerli sanatçılarımıza yaşarken hak<br />
ettikleri değeri vermek lazım” diye<br />
konuştu. n<br />
sorunlarını, iç dünyalarını yansıtırken<br />
kinsiz, sevecen, umutlu bir yaklaşım<br />
benimsedi. “Babaevi”nde çocukluk<br />
yıllarını, “Avare Yıllar”da gençliğini<br />
anlattı. Eserlerinin hemen hepsinde<br />
toplumsal yapıdaki çelişkileri ustaca<br />
vurguladı. Güçlü gözlem gücüyle,<br />
özgün ve yalın anlatımıyla hâlâ çok<br />
okunan ve sevilen eserler yarattı.<br />
Eselerinde hızlı bir olay akışı ve<br />
devingenliğin yanısıra “diyaloglara”<br />
ağırlık verdiği dikkat çeker. Sanatının<br />
olgun döneminde daha çok Adana<br />
yöresindeki toprak ve fabrika işçilerini<br />
konu aldı. Çukurova’nın toplumsal<br />
ekonomik yapısındaki değişimin yöre<br />
halkı üzerindeki etkilerini inceledi.<br />
Ailesi 1971’den itibaren adına “Orhan<br />
Kemal Roman Armağanı” vermeye<br />
başladı.<br />
11
Yeşil<br />
8 MART<br />
“İş ve ekmek istiyoruz, ama gül de istiyoruz”<br />
8 MART<br />
Dünya Emekçi<br />
Kadınlar Günü<br />
ZEYNEP ŞEN<br />
PEK çok insan Dünya Kadınlar Günü’nün<br />
mart ayında bir feminist hareket<br />
olarak başladığını zanneder.<br />
Rivayete göre grev yapıp haklarını<br />
savunan 140 kişilik bir grup işçi kadının<br />
“şüpheli” bir yangında ölmesi üzerine<br />
başlatılmıştır. Sözde kadınların cenazesine<br />
20.000’den fazla kişi katılmıştır<br />
da cenaze katılımının etkisiyle böyle bir<br />
gün ilan edilmesine karar verilmiştir. Bu<br />
yanlış bir söylentidir. Tarihte böyle bir<br />
yangın olduğu doğrudur. Ancak yangın,<br />
dünyadaki ilk Uluslararası Kadınlar<br />
Günü’nden birkaç yıl sonra gerçekleşmiştir.<br />
Üstelik bu kadınlar “şüpheli”<br />
koşullar altında” değil de iş yerlerindeki<br />
güvenlik önlemlerinin eksikliği ve yetersizliğinden<br />
dolayı hayatlarını kaybetmişlerdir.<br />
Bu durum da Dünya Kadınlar<br />
Günü’nü çıkış sebepleriyle daha doğrudan<br />
ilişkilidir. Zira Dünya Kadınlar Günü<br />
çalışan, emekçi kadınların korkunç<br />
çalışma koşullarını, mesai saatlerinin<br />
uzunluğunu ve kadın-erkek işçiler<br />
arasındaki ücret eşitsizliğini protesto<br />
etmek için çıkarttıkları sosyalist-politik<br />
bir hareket olarak başlamıştır.<br />
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ<br />
TARIHÇESI<br />
1908’de 15.000 kadın dokuma<br />
işçisinin kadınların çalışma hakkını savunmak,<br />
daha iyi maaş, daha makul (10<br />
saatlik) çalışma saatleri ve kadınlara oy<br />
hakkı talep etmek üzere protesto yürüyüşüne<br />
çıkmışlardır. Bundan bir sene<br />
sonra, 1909’da Amerikan Sosyalist Partisi<br />
protestodan beri pek bir şeyin değişmemiş<br />
olmasına, emekçi kadınların<br />
hâlâ sömürüldüklerine dikkat geçmek<br />
için New York’ta dünyanın ilk Kadınlar<br />
Günü’nü organize etmiştir. Sanılanın<br />
aksine bu kutlama mart ayında değil de<br />
şubat ayında gerçekleştirilmiştir.<br />
Ağustos 1910’da Almanya‘daki<br />
Sosyal Demokratik Parti’nin Kadınlar<br />
Ofisi’nin başı sosyalist Clara Zetkin<br />
Kopenhag’da 1. Uluslararası Kadınlar<br />
Konferansı’nı organize etmiştir. Konferansa<br />
17 ülkeden 100 kadın katılmıştır.<br />
Clara Zetkin’in her sene Dünya Kadınlar<br />
Günü’nü kutlayıp kadın işçilerin<br />
hakların sahip çıkma fikri oy birliğiyle<br />
kabul edilmiştir.<br />
1911’de ilk uluslararası Dünya Kadınlar<br />
Günü organizasyonları görülmüştür.<br />
19 Mart’ta Avusturya, Danimarka,<br />
Almanya ve İsveç gibi ülkelerde kadın<br />
işçilerce grevler ve protestolar düzenlenmiştir.<br />
Bu etkinliklere dünya çapında<br />
kadınlı-erkekli 1 milyondan fazla kişi<br />
katılmıştır.<br />
1911 Kadınlar Günü’nden bir hafta<br />
sonra Dünya Kadınlar Günü’nün başlangıcı<br />
zannedilen ama aslında olmayan<br />
Triangle Dokuma Fabrikası yangını<br />
gerçekleşmiştir. Fabrikada kapana<br />
kısılan 140 kadın acil durum çıkışları<br />
olmadığından ve hırsızlık olmasını önlemek<br />
için fabrika kapıları kilitli tutulduğundan<br />
yanarak ölmüşlerdir. Fabrikada<br />
güvenli iş koşullarının sağlanamaması<br />
ve bu yüzden bunca insanın hayatını<br />
kaybetmesi da daha iyi iş koşulları için<br />
çalışan emekçi, işçi kadınlar için önemli<br />
bir sembol haline gelmiş ve gelecekteki<br />
protestoları önemli sembollerinden birine<br />
dönüşmüştür.<br />
1912 Kadınlar Günü’nde “Ekmek<br />
ve Güller” kampanyası başlatılmıştır.<br />
Lawrence, Massachutes’de yapılan bir<br />
dokuma işçileri protestosunun parçası<br />
olan kampanyada “Ekmek” kadınların<br />
adil maaş talebini dile getirirken “Güller”<br />
düzgün, güvenli çalışma koşulları<br />
isteklerini ifade ediyordu. Kampanya<br />
sloganını sosyalist, feminist sendikacı<br />
Rose Schneiderman’ın The American<br />
Magazine adlı bir dergiye verdiği bir<br />
konuşmasından alınmıştır. Schneiderman<br />
konuşmasında sloganı, yazar<br />
ve şair James Oppenheim’ın “Ekmek<br />
ve Güller” adlı şiirinden türetmiştir.<br />
Slogan emekçi kadınların düzenledikleri<br />
protestolara hızla yayılmıştır.<br />
1913-1914 yılları arasında yine şubat<br />
ayında Rus kadınları Dünya Kadınlar<br />
Günü’nün 8 Mart’a alınması gerektiğine<br />
karar vermişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nın<br />
ilk gecesinde alınan bu kararın sebebi<br />
zannedilenin aksine Triane Fabrikası<br />
Yangını’nın 8 Mart’ta gerçekleşmiş<br />
olması değil de (yangın 25 Mart’ta<br />
çıkmıştır) 8 Mart’ın o sene çoğu ülkede<br />
Clara Zetkin<br />
12
tatil kabul edilen pazar gününe denk<br />
gelmesiydi.<br />
1914’te barışı savunmak ve dünyanın<br />
her yerindeki kadınlar arasında, savaşa<br />
rağmen bir birliktelik olduğunu vurgulamak<br />
için her zamankinden geniş ve<br />
kapsamlı protestolar düzenlenmiştir.<br />
Örneğin Londra’da yapılan eylemlerde<br />
oy hakkını talep eden kadınlar o kadar<br />
çoktular ki Trafalgar Meydanı’ndan<br />
Bow’a kadar uzanmıştır, sokaklar kapatılmıştır.<br />
1917’de Rus kadınları “Ekmek ve<br />
Barış” için 4 günlük greve girmişlerdir.<br />
1. Dünya Savaşı’nda 4 milyon Rus askerinin<br />
ölmesi üzerine greve giren, barış<br />
ve adil maaş talep eden işçi kadınlar,<br />
eylemlerine ancak Çar tahttan çekilince<br />
son vermişlerdir. Çar’ın çekilmesiyle<br />
kurulan geçici hükümet kadınlara oy<br />
hakkını verdiği gibi Dünya Kadınlar<br />
Günü’nü resmi tatil ilan etmiştir.<br />
1975’te Dünya Kadınlar Günü ilk<br />
defa Birleşmiş Milletler tarafından<br />
kutlanmıştır. Bu tarihte İzlanda Kadınlar<br />
Grevi gerçekleşmiştir. Greve İzlanda<br />
işçi kadın popülasyonun %90’ı katılmış,<br />
ülkenin ekonomisi bir günlüğüne<br />
resmen durmuştur. Devasa bir hareket<br />
olan Kadınlar Grevi Dünyanın ilk kadın<br />
cumhurbaşkanı olan Vigdis Finnbogadottir’in<br />
başkanlığa seçilmesinin de<br />
yolunu açmıştır.<br />
1996’da Birleşmiş Milletler her sene<br />
Dünya Kadınlar Günü’ne bir tema seçmeye<br />
karar vermiştir. Yıllar geçtikçe<br />
Kadınlar Günü bir emekçi kadın hareketinden<br />
ziyade feminizm hareketi olarak<br />
algılanmaya başlamıştır.<br />
2011’de Dünya Kadınlar Günü’nün<br />
100. Yıldönümü kutlanmıştır. ABD’nin<br />
o zamanki başkanı Barack Obama mart<br />
ayını “Kadınlar Tarihi Ayı” ilan etmiştir.<br />
2015’te filozof ve yazar Simone de<br />
Beauvoir’ın feminist kitabı İkinci Cins’in<br />
kısaltılmış bir şekli Dünya Kadınlar<br />
Günü Anısına özel olarak yayınlanmıştır.<br />
Günümüzde Dünya Kadınlar Günü<br />
çoğu yerde bir feminist hareket olarak<br />
kutlanmaktadır. Türkiye dahil pek çok<br />
ülkede hâlâ kadın-erkek ücret eşitsizliği<br />
görüldüğünden Dünya Kadınlar Günü<br />
1996’da<br />
Birleşmiş Milletler<br />
her sene Dünya<br />
Kadınlar Günü’ne<br />
bir tema seçmeye<br />
karar vermiştir.<br />
Yıllar geçtikçe<br />
Kadınlar Günü<br />
bir emekçi kadın<br />
hareketinden ziyade<br />
feminizm hareketi<br />
olarak algılanmaya<br />
başlamıştır.<br />
bu konunun üzerine eğilmeye devam<br />
etmekte olsa da artık yalnızca bununla<br />
ilgilenmekte değildir. Birleşmiş Milletler’in<br />
ve Kadınlar Günü’nün hedef aldığı<br />
konular arasında kadın eğitimi, kadına<br />
şiddet ve kadın hakları gibi çeşitli konular<br />
da vardır. Bu sene Birleşmiş Milletler’in<br />
Kadınlar Günü teması, insan ve<br />
milletleri radikal değişimler yapmaya<br />
çağıran “Değişim İçin Cesur Olmak”tır.<br />
KADINLARA OY HAKKI<br />
Kadın-erkek ücret eşitsizliği dünyanın<br />
çoğu yerinde hâlâ devam etmek-<br />
KADIN MÜCADELESINDE EMEK<br />
VEREN TÜRK YAZARLAR<br />
Sabiha Sertel<br />
Türkiye’nin ilk gazetecisidir.<br />
Selanik’te doğmuş, 1912’de ailesiyle<br />
İstanbul’a göç etmek zorunda<br />
kalmıştır. Türkiye’de feminizmin<br />
öncülerinden biri olarak bilinir. Eşi<br />
Zekeriya Sertel ile Büyük Mecmua<br />
adlı dergiyi başlatmış, burada<br />
kadın hakları ve sorunlar üzerine<br />
yazılar kaleme almıştır. Halide<br />
Edip Adıvar’ın önerisiyle New<br />
York’taki Columbia Üniversitesi’ne<br />
gitmiş, sosyal hizmetler dalından<br />
mezun olmuştur. 1924-1931 yılları<br />
arasında Resimli Ay Dergisi’ni<br />
çıkarmış, burada işçi sınıfı haklarını<br />
savunan, dönemi eleştiren<br />
sosyal-politik yazılar yazmıştır.<br />
1929’da Savulun Geliyorum yazısı<br />
sebebiyle mahkemeye sevk<br />
edilmiştir. Böylece de Türkiye’de<br />
mahkemeye sevk edilen ilk<br />
kadın olarak tarihe geçmiştir.<br />
1945’te Tan Gazetesi’nde çıkan<br />
Muvafakatin Feryadı adlı yazısı<br />
sebebiyle tutuklanmıştır. 4 Aralık<br />
1945’te çıkan Tan olayları sırasında<br />
eşiyle birlikte neredeyse linç<br />
edilmişlerdir. Olaydan kendileri<br />
sorumlu tutulmuş, 3 ay boyunca<br />
hapiste kalmışlardır. Beraat ettikten<br />
sonra, 1950’de ülkeyi terk etmiş,<br />
Paris, Budapeşte, Moskova ve<br />
Bakü’de sürgün hayatı yaşamıştır.<br />
Yaşamının son yıllarında Türkiye’ye<br />
dönmek istemiştir ama buna izin<br />
verilmemiştir. 1968’de Bakü’de<br />
ölmüştür.<br />
Halide Edip Adıvar<br />
1884’te doğan yazar, siyasetçi,<br />
akademisyen ve onbaşıdır.<br />
1919’da İstanbul’un işgali<br />
sırasında, işgal karşıtı yaptığı<br />
etkileyici konuşmalarla ön plana<br />
çıkmıştır. Düzenlediği mitingler<br />
sebebiyle kocası Adnan Adıvar<br />
ile birlikte İngilizler, hakkında<br />
idam kararı çıkarmıştır. Neyse ki<br />
karar çıkmadan önce Anadolu’ya<br />
kaçmış, Kurtuluş Savaşı’na destek<br />
olmuştur. Mustafa Kemal’in<br />
yanında görev yapan bir sivil<br />
olmasına karşın onbaşı unvanını<br />
kazanmış, bir savaş kahramanı<br />
olarak bilinmeye başlamıştır.<br />
Savaş sırasında karargâhta görev<br />
yapmış, Anadolu Ajansı’nı kurmuş,<br />
Mustafa Kemal’in yazı işleriyle<br />
ilgilenmiş, yabancı haberleri takip<br />
edebilmesini sağlamış, Eskişehir’de<br />
hastabakıcılık yapmış ve gazetecilik<br />
yapmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan<br />
sonra Ankara’ya gitmiştir. Kocasının<br />
kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet<br />
Fırkası’nın kapatılması üzerine<br />
birlikte yurt dışına kaçmışlardır. 4<br />
yıl İngiltere’de, 10 yıl da Fransa’da<br />
yaşamışlardır. 1928’de ABD’deki<br />
Williamstown Siyaset Enstitüsü’nde<br />
yuvarlak masa başkanlığı yapan ilk<br />
kadındır. Yazarlığa 2ç Meşrutiyet<br />
sırasında başlamış, eserlerinde<br />
kadın eğitimine, haklarına ve<br />
kadının toplumdaki yerine yer<br />
vermiştir. 1964’te hayata gözlerini<br />
yummuştur.<br />
13
Yeşil<br />
8 MART<br />
tedir. Hatta 2015’de yapılan incelemelere<br />
göre bu problem dünya çapında<br />
düzeltilmesi yaklaşık 118 yıl sürebilir.<br />
Ancak neyse ki kadınlara oy hakkı<br />
konusunda aynı şey söylenemez. Birkaç<br />
yer haricinde çoğu ülkede kadınlar<br />
bu hakkı elde etmiştir. Bunda kısmen<br />
Dünya Kadınlar Günleri’nde ve Kadınlar<br />
Günü’nden bağımsız yapılan eylemlerin<br />
etkisi vardır.<br />
Kadınlara oy hakkı 19. Yüzyılın sonları<br />
ve 20. Yüzyılın başlarından beri tartışılan<br />
bir konuydu. Konunu dünyanın<br />
dört bir yanına sıçraması ve kadınlara<br />
hak verilmeye başlamasında İngiltere’de<br />
görülen direniş etkinliklerinin<br />
büyük bir rolü vardır. Zira İngiltere’de<br />
hem John Stuart Mills gibi yazarlar ve<br />
politikacılar kadın haklarını savunmuştur<br />
hem de çeşitli protestocular militan<br />
yöntemlere başvurarak dikkatleri<br />
üzerlerine toplamışlardır.<br />
1897’de İngiltere’de Kadınlara Oy<br />
Hakkı Birliği Sendikası kurulmuştur.<br />
İmza toplamak ya da kampanayalar yürütmek<br />
gibi yöntemler kullanan sendika<br />
maalesef pek yol kat edememişlerdir.<br />
1903’te pasif yönetmelerin sonu<br />
getirmediğine kanaat getiren Emmelline<br />
Pankhurst “Kadınların Sosyal ve<br />
Politik Sendikası” adlı bir organizasyon<br />
kurmuştur. Organizasyon, İngiltere’ye<br />
çardan kaçma için gelen sürgünlerden<br />
öğrendikleri protesto yolu olan açlık<br />
grevleri gibi radikal yollarla eylemler<br />
sergilemeye başlamışlardır.<br />
KADIN HAREKETININ GELIŞMESINDE ÖNEMLI ROL OYNAYAN KADIN YAZARLAR<br />
Simone de Beauvoir<br />
Bilinen en önemli feminist yazarlardan biri olan<br />
Simone de Beauvoir aynı zamanda önemli bir<br />
filozof ve öğretmendir. 1908’de Fransa’da doğmuştur.<br />
Sorbonne’dan mezun olmuş, üniversite yıllarında hayat<br />
boyu yoldaşı olacak olan filozof Jean-Paul Sartre ile<br />
tanışmıştır. Beauvoir Agregasyon başaran en genç<br />
öğrencidir. Sınavda Sartre ile aynı notu almış olmasına<br />
rağmen Sartre’a birincilik verilirken kendisine ikincilik<br />
verilmiştir. Sorbonne’da kendisine “Cesur” anlamına<br />
gelen “Castor” lakabı verilmiştir. Hayatı boyunca bu<br />
lakapla bilinecektir. 1943’te ilk kitaplarından biri olan<br />
ve Olga Kosakiewicz adlı bir kızla yaşadığı lezbiyen<br />
ilişkisini ve Sartre ile olan karmaşık ilişkisini konu alan<br />
Konuk Kız’ı yazmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında politik<br />
bir dergi olan Modern Zamanlar’ı Jean-Paul Sartre ve<br />
Maurice Merleau-Ponte ile başlatmıştır. Yazdığı Kadın:<br />
Efsane ve Gerçek adlı denemesinde erkeklerin, kadınları<br />
yanlış havalara, izlenimlere sokup onları “ötekine”<br />
dönüştürdüklerini söylemiş, kadın-erkek ilişkilerinde<br />
“öteki” kavramını incelemiştir. Denemenin oldukça ilgi<br />
görmesi üzerine, biraz da Sartre’ın teşvikiyle feminist<br />
şaheseri olan İkinci Cins’i yazmıştır. 1949’da basılan<br />
İkinci Cins “Kadın doğulmaz, olunur” fikrini ortaya<br />
koymuştur. Kadınların, erkeklerin ulaşmaları gereken bir<br />
ideal olmaları fikrinin, kadınlara kendilerini dışta kalan<br />
biri gibi hissettirdiğini savunmuştur. Bu sebeple de<br />
kadınlar daima normale ulaşmaya çalışan bir yaratık gibi<br />
hissetmeye başlamışlardır. Beauvoir eserinde feminizmin<br />
bu düşünceyi çöpe atması gerektiğini anlatmıştır. İkinci<br />
Cins sayesinde 1968’ler feminizminin kurucusu olarak<br />
bellenmiştir. 1981’de Sartre’ın ölümünü anlatan Veda<br />
Töreni adlı bir eser ortaya koymuştur. Kendi vefatından<br />
sonra da Sartre’ın yanına gömülmüştür.<br />
Mary Wollstonecraft<br />
1759’da doğan Mary Wollstonecraft önemli<br />
bir İngiliz yazar ve filozoftur. Kadın Haklarının<br />
Gerçekleştirilmesi adlı kitabıyla ün kazanmıştır.<br />
Kitabında kadınların toplumun her alanında<br />
eşitliğe kavuşmasının tek yolunun onlara,<br />
erkeklerle aynı eğitim hakkının tanınması<br />
olduğunu ileri sürmüştür. Mantık üzerine<br />
kurulu sosyal bir düzeni savunmuştur. 20.<br />
Yüzyılın ortasında doğup gelişen feminist<br />
hareketinin merkezine oturmuştur. 1787’de<br />
çok az kadının cesaret edebildiği bir şeyi<br />
yapıp geçimini kalemiyle kazanmaya karar<br />
vermiştir. Bu uğurda muvaffak da olmuştur.<br />
Fransız Devrimi sırasında Paris’e taşınmıştır.<br />
Hayatının tehlikeye girmesi üzerine sevgilisi<br />
Gilbert Iman onu karısı gibi göstermiştir.<br />
Fransız Devrimi’nden sonraysa Iman,<br />
Wollstonecraft’i terk etmiştir. Daha sonradan<br />
William Goodwin ile evlenen Wollstonecraft,<br />
1797’de ikinci çocuğunun doğumu sırasında<br />
çıkan komplikasyonlar sebebiyle hayatını<br />
kaybetmiştir.<br />
14
1912’de istenilen sonucun hâlâ alınamamış<br />
olması sebebiyle yöntemler<br />
gitgide radikalleşmiştir. Militanlar<br />
posta kutularını ateşe verme, kendilerini<br />
demir parmaklıklara zincirleme<br />
ya da bombalı saldırılar gibi yollar<br />
kullanmaya geçmişlerdir. Saldırılarında<br />
en az 7 kilise bombalanmıştır.<br />
1 Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere<br />
hükümeti militan kadınları hep<br />
tutuklamıştır. Ancak savaşın çıkmasıyla<br />
militanlar harcayabilecekleri<br />
enerji azalmıştır. Hükümet militanları<br />
hapsetmeyi kesmiş, militanlarsa<br />
enerjilerini bir süre savaş çabasına<br />
adamışlardır.<br />
Birinci Dünya Savaşı sonunda,<br />
1918’de İngiltere’de kabul edilen yasa<br />
tasarısıyla 30 yaşın üstünde olan birtakım<br />
kadınlara oy hakkı tanınmıştır.<br />
1928’deyse bu hak 21 yaşının üstünde<br />
olan tüm kadınlara verilmiştir.<br />
ABD’deyse oy hakkı 1920’de<br />
kabul edilmiştir. Bu uğurda Susan<br />
B. Anthony gibi pek çok kişi 1800’lü<br />
yıllardan beri çalışmıştır. Hatta günümüzde<br />
ABD’nin en önemli eylemcilerinden<br />
ve düşünürlerinden biri<br />
kabul edilen Susan B. Anthony oy<br />
hakkı kampanyasına ilk başladığında<br />
çoğu kişi tarafından alaya alınmıştır.<br />
Buna karşın Amerikalı kadınların oy<br />
hakkını alabilmesini yolunu açmayı<br />
başarmıştır. 80. Yaş günü Beyaz Saray’da<br />
kutlanmış, Susan B. Anthony<br />
yüzü Amerikan para birimine basılan<br />
JAMES OPPENHEIM<br />
Ekmek Ve Gül<br />
ilk kadın olmuştur. 1820’de doğan<br />
Anthony kampanyasına başladığında<br />
senede konuyla 75 ile 100 konuşma<br />
verir olmuştur. Bir yandan eyalet<br />
eyalet gezmiştir bir yandan da bir<br />
kadın hakları dergisi olan The Revolution’ı<br />
çıkarmıştır. 1872’de, kadınlara<br />
henüz oy hakkının verilmediği bir<br />
tarihte, başkanlık seçimlerinde oy<br />
kullandığı için tutuklanmıştır. Davası<br />
sırasında konuşmasına izin verilmemiştir.<br />
Dava sonrasında yaptığı konuşma<br />
ise tarihe geçmiştir. 1906’da<br />
hayatını kaybeden Susan B. Anthony,<br />
ABD’de kadınlara oy hakkının<br />
tanınmasına şahit olamamıştır. Zira<br />
Amerikalı kadınlar bu hakkı 1920’de<br />
elde etmişlerdir.<br />
Türkiye’deyse kadınlara oy hakkının<br />
tanınması Cumhuriyet’in kurulmasını<br />
bulmuştur. Kadınlar siyasi<br />
hayata 1923’te girebilmeye başlamışlardır.<br />
3 Mart 1924’te Tevhid-i<br />
Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle<br />
kızlara, erkeklerle eşit eğitim<br />
hakkı tanınmıştır. 1930’da kabul<br />
edilen Belediye yasasıylaysa kadınlara<br />
siyaset kapısı açılmış, kadınlar<br />
hem belediye seçimlerine aday<br />
olabilmeye hem de oy kullanabilmeye<br />
başlamışlardır. 1933’deyse köy<br />
muhtarı seçilebilmeye ve ihtiyarlar<br />
meclisine girebilmeye başlamışlardır.<br />
1953’te 17 kadın milletvekili ilk defa<br />
TBMM’ye girmişlerdir. n<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara<br />
‘Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! ‘<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz<br />
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar<br />
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara<br />
En zorlu iş, en ağır emek<br />
Ve çalışmak doğuştan mezara dek<br />
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz<br />
Yaşamak için ekmek<br />
Ruhumuz için gül istiyoruz!<br />
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola<br />
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız<br />
Ve türkümüzde onların kederli ‘Ekmek! ‘ çığlıkları<br />
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar<br />
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun<br />
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz<br />
İş ve ekmek istiyoruz<br />
Ama gül de istiyoruz<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına<br />
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz<br />
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa<br />
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları<br />
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden<br />
Bu ekmek ve gül türküleri<br />
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan<br />
‘Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! ‘<br />
Çeviri: Metin DEMİRTAŞ<br />
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÇERÇEVESINDE<br />
ÖNE ÇIKAN ÖNEMLI İSIMLER<br />
Vigdis Finnbogadottir<br />
1930’da doğan Vigdis Finnbogadottir<br />
İzlanda’nın dördüncü cumhurbaşkanı ve<br />
dünyanın ilk kadın cumhurbaşkanıdır. Aynı<br />
zamanda ülkesinin en uzun süre güçte kalan<br />
yöneticisidir. Grenoble Üniversitesi’nden<br />
Fransızca ve Fransızca Edebiyat dallarından<br />
mezun olan Vigdis 41 yaşındayken bir<br />
kız çocuğunu evlat edinmiştir. Bu şekilde<br />
de ülkesinde bekar bir kadın olarak bir<br />
çocuk evlat edinebilen ilk kişi olmuştur.<br />
Uzun zamandır politikayla içli dışlı olan<br />
Vigdis, 1975’te kadınlarının işerimin takdir<br />
edilmesinin önemini göstermek üzere yapılan<br />
genel greve katılmıştır. Greve ülkenin kadın<br />
popülasyonunun %90’ı katılmıştır. Bundan<br />
beş yıl sonra yapılan seçimlerde ülkedeki<br />
kadın harekâtı, bir kadın cumhurbaşkanının<br />
seçilmesinin gerektiğine karar vermiş,<br />
Vigdis’ten başkanlığa aday olmasını<br />
istemişlerdir. Öneriyi kabul eden Vigdis üç<br />
erkek rakibi olmasına karşın seçimlere katılmış,<br />
oyların %33.6’sıyla cumhurbaşkanı seçilmiştir.<br />
Bundan sonraki 3 seçime katılan Vigdis, her<br />
birini kazanmış, 1984 seçimlerinde oyların<br />
%94.6’sını toplamıştır. 1996’daysa seçimlere<br />
tekrar girmemeye karar vermiştir.<br />
Clara Zetkin<br />
1857’de doğan Clara Zetkin Alman Sosyal-<br />
Demokrat Parti’nin üyesi bir Marksist, eylemci<br />
ve kadın hakları savunucusudur. 1878’de<br />
Bismark’ın, Almanya’da sosyalist aktiviteleri<br />
yasaklaması üzerine kendini önce Zürih’e,<br />
sonra da Paris’e sürgün etmiştir. Paris’te<br />
Uluslararası Sosyalist Grubu’nu kurmuş,<br />
Almanya’daki sosyal-demokrat kadınlar<br />
hareketini başlatmıştır. 1891-1917 yılları<br />
arasında Sosyal Demokrat Parti’nin çıkardığı<br />
Die Gleincheit (Eşitlik) adlı kadın gazetesinn<br />
editörlüğünü yapmıştır. 1ğustos 1910’da ilk<br />
Uluslararası Kadınlar Konferansı’nın yapılmasını<br />
önermiş, 1. Dünya Savaşı sırasında da çeşitli<br />
savaş karşıtı konferanslar düzenlemiştir. Bu<br />
sebeple defalarca tutuklanmış, en sonunda<br />
1916’de söze “koruyucu gözaltına” alınmıştır.<br />
Neyse ki yaşadığı sağlık problemleri sebebiyle<br />
özgür bırakılmıştır. 1932’de Sovyetler Birliği’nin<br />
Al Sancak Nişanı’na, 1933’de de Lenin Nişanı’na<br />
laik görülmüştür. 1933’de Hitler’in Almanya’ya<br />
egemen olup komünist partiyi yasaklamasıyla<br />
kendini son bir defa sürgün edip Sovyetler<br />
Birliği’ne kaçmıştır. Burada, 76 yaşındayken,<br />
hayatını kaybetmiştir.<br />
Rose Schneiderman<br />
1882’de doğan Rose Schneiderman sosyalist<br />
ve feminist bir eylemciydi. New York Kadınlar<br />
Ticari Birliği Ligi’ne üye olan Schneiderman<br />
özellikle kadınları güvensiz iş koşullarına dikkat<br />
çekmiştir. Bu konuyu meydanalar taşımış,<br />
Traingle Fabrikası Yangını’ndan sonra oldukça<br />
ilgi görmesini sağlamıştır. Bu amaçla yaptığı<br />
“Ekmek ve Güller” konuşması fabrikalarda<br />
güvenlik önemlerinin alınmaya başlamasına,<br />
güvenli çalışma koşullarının yaratılmasına<br />
aracı olmuştur. 1908’de sendikanın New<br />
York branşının başına getirilmiştir. 1917’de<br />
kadınlara oy hakkının verilmesini sağlayacak<br />
olan referandumun geçmesine yardım etmiştir.<br />
1972’de hayata gözlerini yummuştur.<br />
15
Yeşil<br />
AY’IN<br />
HALLERİ<br />
01<br />
02<br />
03<br />
04<br />
05<br />
06<br />
07<br />
08<br />
09<br />
10<br />
11<br />
12<br />
13<br />
14<br />
MART TAKVIMİ<br />
AYIN DENIZ FIRTINALARI<br />
AYIN balığı<br />
AYIN<br />
şİİrİ<br />
6 Mart : 3. Cemre (Şubat 29 çektiğinde 5 Mart)<br />
10 Mart : Husum Fırtınası<br />
12 Mart : Kocakarı Fırtınası<br />
24 Mart : Kozkavuran Fırtınası<br />
25-26 Mart : Çaylak Fırtınası<br />
BENIM ADIM DÜLGER BALIĞI<br />
Kocareis: Yelken gemicileri arasında<br />
büyük yelkenlilerde ikinci kaptan görevine<br />
bakanlara denir.<br />
Kolcu Sandalı: Deniz kolcuları tarafından<br />
izlemede kullanılan sandallardır.<br />
Lagerta: Hafif çam serenlerinden yapılan<br />
usturmaçalardır.<br />
Maçuna: Çalışma düzeni stimle(buhar)<br />
hareket eden iki ayak ve bir dayanaktan<br />
oluşan makaslara denir. Bunların<br />
karada bulunanlarına (sabit maçuna),<br />
duba üzerine bindirilenlere (gezen maçuna)<br />
denir. Gezen maçunaya (maçuna<br />
gemisi) de denilmektedir.<br />
HALK arasında “peygamber balığı”<br />
olarak da adlandırılırım. Akdeniz,<br />
Ege ve Marmara denizleri<br />
yurtlarımdır. Buralarda 90 metre<br />
derinlikteki sularda yaşarım. Mayıs<br />
ayı benim Karadeniz’e göç<br />
ayımdır. Bu göç balıkçı ağzında<br />
“anavaşya” olarak adlandırılır.<br />
Karadeniz’de ürerim. Kasım ayında<br />
ise ılık sularda kışı geçirmek<br />
için yeniden Marmara’ya inerim.<br />
Bu göçü de balıkçılar “katavaşya”<br />
olarak dillendirirler. Boyum 50-<br />
60 santime, ağırlığımsa 7-8 kilograma<br />
kadar ulaşır.<br />
En büyük özelliğim avlanırken<br />
heyecanlanmamdır. Avımı izlerken<br />
heyecandan sırt yüzgeçlerim<br />
dikleşir. Diğer yüzgeçlerim de<br />
titremeye başlar. Rengim de ya<br />
kızarır ya da açılır. Böylece önden<br />
bakıldığında bir çizgi gibi görünürüm.<br />
Heyecanım beni bulanıklaştırır.<br />
Böylece küçük avlarım beni<br />
görmez ve kaçmaz. En temel besinlerim<br />
istavrit, sardalye, hamsi<br />
ve kıracadır.<br />
Etim kalkanınki gibi lezizdir. Filetomu<br />
una batırılarak yapılan tavam<br />
çok lezizdir. Filetom haşlama<br />
ve kâğıtta buğulama olarak da yapılır.<br />
Tavsiye ederim.<br />
Esas olarak ağla (manyat ve<br />
fanyalı) yakalanırım. Nadiren de<br />
akyem takılmış oltalara gelirim.<br />
Oltaya geldiğimde sakince tekneye<br />
çekilmem gerekir. Yoksa kaçarım!..<br />
Ölümümü usta yazar Sait Faik<br />
yazarak meşhur olmuştur! Bunu<br />
da belirtmeden kendimi tanıtmayı<br />
bitirmeyeyim!<br />
AYIN DENİZCİLİK TERİMLERİ<br />
Pala: Filika ve benzeri araçlarda kullanılan<br />
küreklerin denize daldırıldıkları<br />
tarafın sonundaki enli kısımlardır.<br />
Rivago: Bir palanga donanımında, halatın<br />
makara bülbülüne bağlanan çımasıdır.<br />
Ters Maymun: donanımları yekdiğerinin<br />
karşı yönüne komuta etmek üzere<br />
başbaşa bağlanmış iki adet tornodan<br />
oluşan makaralardır.<br />
Tirim: Bir geminin kıça çektiği suyu<br />
belirtmektedir. Başı batık olan bir gemi<br />
için (Başa tirimli) kıçı batık bir gemi için<br />
(kıça tirimli) deyimi kullanılır.<br />
(Bu ayın şiiri Erdal Alova’dan)<br />
Dinle denizi<br />
Dinle rüzgârı dinleyen denizi<br />
Dinle devinip dinleyen rüzgârı dinleyen denizi<br />
AYIN yalnız gemİsİ<br />
ERIŞILMESI olanağı olmayan veya<br />
su üzerinde bulunan eşyanın üzerine<br />
atıp çekmekte kullanılan ve çektikçe<br />
sıkışacak biçimde düzenlenen bağdır.<br />
Buna “suğalı izbarço bağı” da denir.<br />
SAVANORA Yatı 1931 yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde<br />
Emily Roebling Cadwallader tarafından yaptırıldı. Döneminin en<br />
büyük özel yatıydı. Türkiye hükümeti Savanora’yı 1938 yılında<br />
Cumhurbaşkanlığı yatı olarak satın aldı. 1 Haziran 1938 günü Dolmabahçe<br />
Sarayı’nın önünde demirledi. Atatürk rahatsızlığı döneminde<br />
Savanora’da sadece 54 gün geçirdi. 1951 yılında Deniz Kuvvetleri<br />
Komutanlığı’na devredilip okul gemisi olarak kullanılmaya<br />
başladı. 1979 yılında yandı. 1989 yılında özel bir şirkete devredildi.<br />
Halikarnas<br />
Balıkçısı<br />
Yol Ver Deniz<br />
AYIN BALIKÇI DÜĞÜMÜ<br />
LEŞ BAĞI<br />
AYIN DENİZ KİTAPLARI<br />
Jules Verne<br />
Deniz Altında 20<br />
Bin Fersah<br />
SAVANORA<br />
AYIN DENİZCİLİK ARAÇ-GERECİ<br />
Ernest Hemingway<br />
Yaşlı Adam ve<br />
Deniz<br />
ANALE<br />
Halat veya parima<br />
bağlamak<br />
için yapılmış bir<br />
mapa içinden<br />
geçirilmiş çelik<br />
halka.<br />
15<br />
16<br />
BÜYÜMESİNİ İSTİYORSAN<br />
KÜÇÜKKEN ÖLDÜRME...<br />
16
HAZIRLAYAN: VECDİ ÇIRACIOĞLU<br />
AYIN balık yemeğİ<br />
MART ayında kefal, levrek ve kalkanın en<br />
lezzetli zamanıdır. Uskumru çiroz olmaya<br />
yüz tutmuştur. Tavası ve pilakisi yapılabilir.<br />
Gümüşbalığı fazlaca çıkmaya başlar.<br />
Lüfer ve palamut yağını kaybettiğinden<br />
sadece tava ve pilaki yapılmaya elverişlidir.<br />
Kofananın ızgarası olur. Minakop, tekir<br />
her zaman olduğu gibi lezzetlidir. Midyenin<br />
türlü türlü yemeği yapılır.<br />
Kalkan Balığı Izgarası:<br />
Bir parmak genişliğinde ve porsiyonluk halinde<br />
unca kesilmiş balık parçalarına tuz ve<br />
karabiber sürülür. 15 dakika kadar bunları<br />
içmesi için bir kapta bekletilir. Bundan sonra<br />
balıklar teker teker alınıp üzerleri mısır<br />
yağı ile yağlanarak tel ızgaraya yerleştirilir.<br />
Izgaranın üst kanadı kapatılır. İyice yanmış<br />
odun kömürlü mangalda veya köfteci<br />
ocağında3-4 parmak yukarıda olmak suretiyle<br />
birkaç kez çevrilerek her iki tarafı<br />
pişirilir. Pişirme esnasında kemik halindeki<br />
kılçıklarının yanmasını önlemek için ara<br />
sıra mısır yağı sürülür. Sıcak olarak yenir.<br />
Limon sıkılır.<br />
2. Tarif: Önce ızgaranızı kızdırınız. Kalkan<br />
dilimlerini iyice yıkayıp kağıt peçeteyle kurulayınız.<br />
Kalkanları genişçe bir tabağa ya<br />
da tepsiye koyup rafine yağla yağlayarak<br />
tuzunu serpiniz. Genişçe bir tabağa unu<br />
yayınız. Yağlanmış kalkan dilimlerini una<br />
buladıktan sonra fazla ununu silkeleyiniz.<br />
Kızgın ızgaraya koyup her iki yanlarını 2,5<br />
dakika pişiriniz. Kalkan dilimlerini, yanında<br />
limonla servis ediniz.<br />
AY’IN<br />
HALLERİ<br />
17<br />
18<br />
19<br />
Ayın Maceraperestİ<br />
AYIN denİz yazarı<br />
20<br />
21<br />
İNEBOLU KÜTÜĞÜ VE TAKA<br />
KURTULUŞ Savaşı’nda İnebolu ve Kastamonu<br />
yöresi silah, mühimmat ve malzeme<br />
ikmali açısından çok önemli bir rol oynadı.<br />
Gece vapur, gemi, motor, hatta yelkenliyle<br />
getirilen malzemeler kayıklarla kıyıya<br />
taşınırdı. İnebolu’ya özgü bir yük kayığı olan<br />
İnebolu kütüğünün ikmal açısından en büyük<br />
özelliği her an denize indirilip çekilmeye<br />
hazır bir tekne olmasıydı. Kıyıya yanaşan<br />
kayıklar baştankara edilir ve yükü derhal<br />
Anadolu’ya gönderilmek için hayvanlara ve<br />
kağnılara aktarılırdı.<br />
İnebolu kayığı, denk kayığı, kütük kayığı,<br />
taş kayığı veya pereme de denen İnebolu<br />
kütüğü iki omurgalı sağlam bir dip üzerine<br />
inşa edilir ve felengin üstünde denizden<br />
pazar yerine kadar metrelerce çekilebilirdi.<br />
Teknenin önce kabuk kısmı (dışı), yukarıdan<br />
aşağıya doğru, büyük kesme çivilerle çakılır,<br />
sonra içine kaburga tahtaları çakılırdı. 10-13<br />
ton yük taşıyabilen kayıkların büyükleri<br />
yelkenle İstanbul, hatta Rusya’ya sefer<br />
yaparlardı. Piyade denilen daha küçükleri<br />
İngiliz işgali altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya<br />
subay kaçırdığı gibi, İnebolu’ya mermi<br />
taşımada da kullanılmıştır.<br />
Karadeniz’in sembolü, hırçın bir denizle mücadelenin<br />
kayığı olan kürekli, kırma direkli,<br />
aşırma yelkenli, dar ve geniş çubuklar halindeki<br />
rengârenk takalar da kurtuluş Savaşı’nda<br />
cephelere her türlü ikmal malzemesi<br />
yetiştirdiğinden bu iki Karadeniz teknesi<br />
taka ve İnebolu kütüğü ayın maceraperestleri<br />
seçilmişlerdir.<br />
CEVAT ŞAKIR<br />
KABAAĞAÇLI<br />
(HALIKARNAS<br />
BALIKÇISI)<br />
“… babamın o kadar övdüğü<br />
toprak adamları bile, boş<br />
vakitlerinde Bodrum’daki kıyı<br />
kumsalına gelirler ve bir iki<br />
saat önce ufkun ötesinde kendi<br />
kendine haşırdayıp durmuş<br />
olan dalgalar, açıklıkların engin<br />
ıssızlığını kıyıya yayarken, taş<br />
kesilmiş nöbetçiler gibi, saatlerce<br />
kıpırdamadan, denizi seyre<br />
dalarlardı. Bu kara insanlarının<br />
seyredecek yeşil çayırlık ve<br />
çimenleri, serinleyecek bahçe<br />
gölgelikleri –ne bileyim?- havuz<br />
sefaları yok muydu ki başıboş<br />
vakitlerinde kıyıya gelip put gibi<br />
oturuyorlardı.<br />
“Su, akar; toprak, durur. Akıp<br />
gitmek isteyenlerin halinden anlayan<br />
hareket halindeki sudur.<br />
Su, hep bu kırgın çocuklarını<br />
koynuna sokmaya çağırır. Kim<br />
bilir, belki bu yüzden her deniz<br />
kıyısında yeryüzünün mutlaka<br />
yalnız ve sessiz birileri durur.<br />
Kıyıdan uzaklaşamayan insanlar<br />
hep yalnız buruk, hep biraz<br />
yurtsuzdur.”<br />
22<br />
23<br />
24<br />
25<br />
26<br />
27<br />
28<br />
29<br />
30<br />
31<br />
17
Yeşil<br />
SİNEMA<br />
MESUT KARA<br />
Türk sinemasının güleç yüzü:<br />
Şener Şen<br />
Köy öğretmenliğinden oyunculuğa, figüranlıktan zirveye<br />
büyülü bir yolculuk. Can verdiği, canlandırdığı unutulmaz<br />
karakterleriyle sinemamızın en önemli ve değerli usta<br />
oyuncusu Şener Şen Martı’nın bu ayki sinema konuğu.<br />
SINEMA tarihimizin son 50 yılına<br />
damgasını vuran bir oyunculuk<br />
destanı. Hababam Sınıfı’nın Badi<br />
Ekrem’i, Süt Kardeşler’in Kumandan<br />
Hüsamettin’i, Tosun Paşa’nın Tellioğlu<br />
Lütfü’sü, Gülen Gözler’in Vecihi’si,<br />
Kibar Feyzo’nun Maho Ağa’sı, Çiçek<br />
Abbas’ın Şakir Serengil’i, Şekerpare’nin<br />
Ziver’i, Namuslu’nun Mutemet<br />
Ali Rıza’sı, Züğürt Ağa’nın Ağası,<br />
Çıplak Vatandaş’ın İbrahim’i, Değirmen’in<br />
Kaymakam Hilmi’si, Milyarder’in<br />
Mesudiyeli Mesut’u, Selamsız<br />
Bandosu’nun Latif Şahin’i, Arabesk’in<br />
Şener’i, Zengin Mutfağı’nın Lütfü<br />
Usta’sı. Gölge Oyunu’nun Abidin’i,<br />
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin<br />
Haşmet Asilkan’ı, Amerikalı’nın<br />
Şeref’i, Eşkıya’nın Baran’ı, Gönül<br />
Yarası’nın Nazım’ı, Kabadayı’nın Ali<br />
Osman’ı, Av Mevsimi’nin Fermanı,<br />
avcısı…<br />
Köy öğretmenliğinden oyunculuğa,<br />
figüranlıktan zirveye büyülü bir<br />
yolculuk. Can verdiği, canlandırdığı<br />
unutulmaz karakterleriyle sinemamızın<br />
en önemli ve değerli usta oyuncusu<br />
Şener Şen.<br />
Oyunculuğu ve sinemayı ciddiye<br />
alan Şener Şen sinema hayatı boyunca<br />
kendisini keşfedip zirveye ulaşmasına<br />
vesile olan ‘yetenek avcısı’<br />
Ertem Eğilmez gibi, sonraki yıllarda<br />
birçok projede birlikte çalışacağı<br />
Arzu Film ekolünden/okulundan<br />
Yavuz Turgul gibi hem kaliteli hem<br />
de seyircisine ulaşabilecek filmlerin<br />
peşinde/içinde oldu.<br />
1964 yılından itibaren Hizmetçi<br />
Dediğin Böyle Olur, Dokuzuncu<br />
Hariciye Koğuşu, Sözde Kızlar gibi<br />
filmlerde figüranlıkla başlayan sinema<br />
serüveninde yeteneği, başarısı<br />
onu daha yan rollerdeyken, ikinci,<br />
üçüncü adamı oynarken yıldızlaştırmış,<br />
aranan oyuncu olmasını sağlamıştır.<br />
Ertem Eğilmez’in keşfi yıldızını<br />
parlatır, yolunu açar. Sonrasında<br />
kendi çabası ve yeteneğiyle başrole<br />
tırmanır, yıldızlaşır, sinema tarihine<br />
adını yazdırır ve sinemamızın yarım<br />
asrına damgasını vurur. Sinemamızda,<br />
oyunculukta ulaşılması zor bir<br />
zirvedir Şener Şen.<br />
Şener Şen’in hayat hikâyesi 26<br />
Aralık 1941 tarihinde, Adana’da başlar.<br />
Babası sonraki yılların unutulmaz<br />
oyuncusu marangoz Ali Şen’dir.1950<br />
yılında İstanbul’a taşınırlar. Yoksul<br />
aile çocuğudur. Zeytinburnu’na<br />
yerleşirler. Gecekondu’da büyür.<br />
Baba Ali Şen Adana’da marangozluk<br />
yaparken dekor yapmak için gittiği<br />
halkevinde tiyatroyla ilgilenir, sahneye<br />
çıkar. Yeteneklidir. İstanbul’a<br />
taşın wdıktan sonra da hem marangozluk<br />
hem de tiyatro devam eder.<br />
Adana’dan tanışıklığı olan Muammer<br />
Karaca’nın desteğiyle tiyatro devam<br />
ederken sinema oyunculuğuna da<br />
başlar.<br />
Hayat derdindedir; ekmek parasını<br />
kazanmak için şoförlük, pazarlamacılık,<br />
işportacılık gibi birçok iş yapar.<br />
Oynadığı bütün<br />
bu filmlerde<br />
ikinci adam da<br />
olsa sergilediği<br />
performansla,<br />
büyük kentlerde<br />
de, Anadolu’da<br />
da seyircinin<br />
kalbini fetheder,<br />
yıldızlaşır.<br />
Kepirtepe Öğretmen Okulu’nu bitiren<br />
Şener Şen üç yıl kadar öğretmenlik<br />
yapar. Gönlünde tiyatro ve oyunculuk<br />
vardır. Sinemayı istemiyordur<br />
çünkü babasının yaşam koşullarını,<br />
çalışma şartlarını görüyordur. O yıllarda<br />
sinema parasız pulsuz sadece<br />
sevgiyle yapılan koşulları ağır bir<br />
iştir. Düzenli gelir düşüncesiyle şehir<br />
tiyatrolarına girmek ister.<br />
1967 yılında, kalabalık sahnelerde<br />
arkalarda yer alan figüran olarak<br />
başlar İstanbul Şehir Tiyatrosu’na.<br />
Dönemin ünlü oyuncularıyla repliksiz<br />
ya da birkaç cümlelik rollerde oynar.<br />
Kısa sürede kendini gösterir Şener<br />
Şen ve iyi oyunlarda, iyi rollerde oynamaya<br />
başlar. Başrole tırmanmıştır<br />
yeteneğiyle. Yıllar sonra sinemada<br />
da oynayacağı Vasıf Öngören’in<br />
Zengin Mutfağı’nda oynar şehir tiyatrosunda.<br />
Tiyatroda da, sinemada da<br />
yönetmen Başar Sabuncu’dur.<br />
FİGÜRANLIKTAN<br />
YILDIZLIĞA<br />
Sinema serüveni de küçük rollerle,<br />
figüranlıkla başlar. Bir yandan da<br />
setlerde çalışıyor, seslendirme yapıyordur.<br />
1975 yılı Şener Şen için bir<br />
dönüm yılıdır. Sinemada geç gelen<br />
şöhretin, zirveye, yıldızlığa giden<br />
yolun kapıları açılır. Seslendirme<br />
devam ederken 1975 yılında Ertem<br />
Eğilmez’le, Arzu Filmle çalışmaya<br />
başlar. Ertem Eğilmez, Bizim Aile<br />
ve Hababam Sınıfı’nda seslendirme<br />
yapan Şener Şen’e Hababam Sınıfı<br />
Sınıfta Kaldı’da (1975) Badi Ekrem’i<br />
oynatır. Devam filmi Hababam Sınıfı<br />
Uyanıyor (1976) ve Hababam Sınıfı<br />
Tatilde (1977) ve Hababam Sınıfı<br />
Dokuz Doğuruyor (1978) filmlerinde<br />
Badi Ekrem’i oynayan Şener Şen bir<br />
süre Kemal Sunal’lı, İlyas Salman’lı<br />
filmlerin ikinci adamı olarak görünür<br />
beyazperdede.<br />
1978 yılında Kartal Tibet’in yönettiği<br />
Türkan Şoray’lı, Bulut Araslı<br />
Sultan filminde Bakkal Bahtiyar’ı<br />
oynadıktan sonra Ertem Eğilmez’in<br />
yönettiği Erkek Güzeli Sefil Bilo’da<br />
(1979) İlyas Salman’ın karşısında<br />
Maho Ağa’yı canlandırır. 1980 yılında<br />
yine Ertem Eğilmez’in yönettiği<br />
İlyas Salman’lı Banker Bilo’da Banker<br />
Maho’dur ve unutulmaz bir oyunculuk<br />
sergiler. Kartal Tibet’in yönettiği<br />
Kemal Sunal’lı Davaro’da (1981)<br />
Süleyman Hıyarto, İlyas Salman’lı<br />
Dolap Beygiri’nde (1982) Banker<br />
Yakup, Çiçek Abbas’da (1982) İlyas<br />
Salman’ın karşısında Şakir Serengil,<br />
İlyas Salman’lı Şekerpare’de (1983),<br />
Ziver’dir.<br />
Oynadığı bütün bu filmlerde ikinci<br />
adam da olsa sergilediği performansla,<br />
büyük kentlerde de, Anadolu’da<br />
da seyircinin kalbini fetheder, yıldızlaşır.<br />
Artık seyirci de, filmleri iş<br />
yapan, yapımcı da, salonları dolan<br />
işletmeci de Şener Şen’li filmler istiyordur.<br />
Bu sevgi ve istek Şener Şen’e<br />
başrol kapılarını açar.<br />
BAŞROLDEN EFSANEYE<br />
1964 yılından itibaren sinemada<br />
olan Şener Şen zoru başarmış başrol<br />
oynamadan yıldız olmuştur. 1984<br />
yılına gelindiğinde bir Ertem Eğilmez<br />
filmi olan Namuslu’nun başrolünde<br />
oynar Şener Şen. Bu bir kırılma<br />
noktasıdır. Canlandırdığı karakter<br />
Mutemet Ali Rıza’dır. Ali Rıza Bey, bir<br />
işyerinde veznedar olarak çalışan,<br />
kendi halinde, az gelirli ama namuslu<br />
bir vatandaştır. Namuslu ve dürüst<br />
olmanın karşılığını hor görülerek,<br />
itilip kakılarak almaktadır. İşyerindeki<br />
herkes bin bir dolap çevirip para<br />
18
kazanırken o dürüstlükten ayrılmaz.<br />
Günün birinde işyerinin büyük miktarda<br />
parasını soygunculara kaptırır.<br />
Ancak saldırıya uğradığına ve masum<br />
olduğuna bir türlü inandıramaz.<br />
Çevresindeki herkes, ailesi bile, onun<br />
nihayet gözünün açıldığını ve parayı<br />
zimmete geçirdiğini düşünmektedir.<br />
Üstelik bu inançla ona olan itibarları<br />
birdenbire artmıştır.<br />
Şener Şen Uğur Vardan’la yaptığı<br />
söyleşide bu kırılma noktasını,<br />
başrole çıkışını şöyle anlatır: “Onun<br />
hikâyesi de aslında bir hayli ilginç.<br />
Şimdilerde nasıl TV’ciler oyunculara<br />
iş yazıyorsa o zaman da işletmeciler<br />
böyle bir misyonu üstlenirlerdi.<br />
Bölge işletmecileri Ertem abiye baskı<br />
yapıyor, beni kastederek ‘Bu adam<br />
işte çok güzel kırsal kökenli tiplemeleri<br />
oynuyor, işte ‘Banker Bilo’daki<br />
Maho ağada çok iyiydi. Ona öyle<br />
bir başrol yap’ diyorlar. Ertem abi<br />
beni yanına çağırıp durumu aktardı,<br />
aslında açıkça ‘Ben seni başrol falan<br />
düşünmüyorum ama işletmeciler<br />
istedi, ben de mecburum oynatayım<br />
dedim’e getiriyor konuyu. Benim<br />
oynadığım karakterler kötüdür ama<br />
sevimlidir. Her ailede, her çevrede<br />
öyle tatlı üçkâğıtçılar vardır. Ya<br />
amca öyledir, ya komşusu öyledir, ya<br />
bakkal öyledir vs. Hem kızarlar hem<br />
gülerler, ‘Ne sahtekâr adam’ derler,<br />
‘namussuz orayı burayı dolandırdı<br />
ama işini de yürütüyor...’ Hep öyle<br />
bir hoşgörü payı vardır.” (Hürriyet,<br />
01 Aralık 2014)<br />
1985 yılında sinema tarihimizin en<br />
ayrıcalıklı, önemli ve sevilen ödüllü<br />
filmi Züğürt Ağa’da oynar. “Haraptar<br />
adlı köyün haşmetli ağası (Şener<br />
Şen), her gün yeni bir kan isteyen<br />
babası Abdo’yla yaşadığı yörede<br />
egemenliğini sürdürürken her şey<br />
Hani bazı<br />
yönetmenler<br />
vardır, belli yerlere<br />
geldikten sonra<br />
Tarkovski olmak<br />
isterler, oyuncusu da<br />
De Niro. Ben buraya<br />
aidim, Züğürt Ağa’yı<br />
oynayan adamım.<br />
Bana ne<br />
De Niro’dan.<br />
tersine gelişir. Yanaşmalarının küçük<br />
kızıyla gerdeğe giren baba, yaşamını<br />
yitirir. Köylüler ağanın ürünlerini<br />
çalıp satarlar. Kuraklık nedeniyle<br />
topraklarını da baraj yapmak isteyen<br />
politikacılara satarak kendini kente<br />
atan ağa, burada da tutunamayacaktır.<br />
Karısına varıncaya kadar herkesin<br />
terk ettiği ağaya sadık kalan<br />
yalnızca yanaşmanın kızı Kiraz’dır.<br />
Filmi Yavuz Turgul’un senaryosuyla<br />
Nesli Çölgeçen yönetir.<br />
Türkiye’de feodalizmin çöküşünü<br />
konu alan filmde Şener Şen Haraptar<br />
köyünün ağasıdır. Yağmur yağmaması<br />
ve kuraklığın başlaması üzerine<br />
köylüler ağanın ürünlerini çalıp<br />
satar ve İstanbul’a kaçarlar. Ağa da<br />
topraklarını satarak, İstanbul’a göç<br />
eder. Fakat şehir yaşamına ayak<br />
uyduramayan ağa elinde, avucunda<br />
ne varsa yiyip tüketir. Karısı da evi<br />
terk eder. Sonunda onu yalnız bırakmayan<br />
Kiraz ile yaşamaya başlar ve<br />
en iyi bildiği iş olan çiğ köfte yapma<br />
işine başlar.<br />
Badi Ekrem’le başlayan ve oynadığı<br />
her filmiyle seyircinin beğeni<br />
çıtasının sürekli yükseldiği Şener<br />
Şen, başrol filmleriyle yıldızlaşmakla<br />
kalmaz nasıl büyük bir oyuncu olduğunu<br />
da gösterir, efsaneleşir.<br />
Şener Şen bir söyleşisinde şunları<br />
söyler: “İçten olduğumu söyleyebilirim<br />
ve bu topraklara ait bir sentezim.<br />
Hani bazı yönetmenler vardır, belli<br />
yerlere geldikten sonra Tarkovski<br />
olmak isterler, oyuncusu da De Niro.<br />
Ben buraya aidim, Züğürt Ağa’yı<br />
oynayan adamım. Bana ne De Niro’dan,<br />
bana ne oynadığı rollerden.<br />
Ben Şener’im ve Şener olarak kalmak<br />
istiyorum.”<br />
1985’te Âşık oldum ve Çıplak<br />
Vatandaş’ta da oynar. Çıplak Vatandaş’ın<br />
İbrahim’i (Şener Şen) “Dört<br />
çocuklu ve beşincisine de karısı<br />
hamile olan dar gelirli, limon satıcılığı,<br />
bulaşıkçılık gibi ek işler yapmasına<br />
karşılık yine de ailesini doyuramaz.<br />
Yorgunluk ve bunalım giderek ruhi<br />
dengesini bozar. Çırılçıplak kendini<br />
sokaklara atar. Olay gazete manşetlerine<br />
çıkınca İbrahim büyük reklam<br />
şirketlerinden aldığı tekliflerle yıldız<br />
olup çıkar.”<br />
Şener Şen 1986 yılında Atıf Yılmaz’ın<br />
yönettiği Değirmen ve Kartal<br />
Tibet’in yönettiği Milyarder filmlerinde<br />
oynar.<br />
1987 yılında sinemamızın başyapıtlarından<br />
Muhsin Bey’de ve yine<br />
önemli bir film olan Selamsız Bandosu’nda,<br />
1988’de Arabesk ve Zengin<br />
Mutfağı’nda oynar. Yıl 1990’dır ve<br />
yine bir başyapıt gelir Şener Şen ve<br />
Yavuz Turgul ikilisinden. Bu kez Aşk<br />
Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni<br />
filminin Haşmet Asilkan’ıdır. İkilinin<br />
1992 yapımı filmi Gölge Oyunu’nda<br />
başrolü Şevket Altuğ ile paylaşır.<br />
Mahmut (Şevket Altuğ) ve Abidin<br />
(Şener Şen) bir pavyonda çalışmaktadırlar.<br />
Mahmut dürüst bir gençtir.<br />
Abidin ise tersine hırsız, yalancı ve<br />
çapkındır.<br />
SEYİRCİ YENİDEN<br />
SİNEMAYLA BULUŞUR<br />
1980-1990 yılları arasında yaşanan<br />
bunalımlı dönemin atlatılmaya<br />
çalışıldığı 1990’lı yılların ilk yarısında<br />
gerçekleştirilen iyi filmler,<br />
seyirciyi salonlarda yerli filme de<br />
yönlendirebilme kaygısındaki filmler<br />
seyirciyle sınırlı da olsa ilişki kurabilmeyi<br />
başarır. Yeşilçam dönemiyle<br />
kıyaslanamasa da, salonları işgal<br />
eden Amerikan filmlerine rağmen<br />
‘iş yapan’ filmler sinemacıları umutlandırır.<br />
Öncesinde de gişe yapan filmler<br />
olmasına karşın, 1993 yılında Şerif<br />
Gören’in yönettiği Şener Şen’li<br />
Amerikalı filmi önemli bir seyirci<br />
patlaması oluşturur. Yılın gişe rekorunu<br />
kıran film, sinemacıların uzun<br />
süredir hasretini çektiği seyirciyi<br />
salonlara çekmeyi başarır.<br />
1996 yılındaysa hem popüler,<br />
ticari sinema hem de yönetmen<br />
sineması açısından önemli gelişmelere<br />
yol açabilecek, bir dönüşümü<br />
sağlayacak başlangıçlar yaşanır.<br />
1980 sonrasının rekor sayılan ilk büyük<br />
gişe patlaması, Yavuz Turgul’un<br />
1996 yılında yönettiği Şener Şen’li,<br />
Uğur Yücel’li Eşkıya filmiyle gerçekleşir.<br />
Seyircisiz yıllarda Muhsin<br />
Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz<br />
Yönetmeni gibi önemli filmler yapsa<br />
da Eşkıya’yla gişede de büyük bir<br />
başarı elde eder Yavuz Turgul.<br />
Şener Şen’in Şener Şen efsanesini<br />
sürdürdüğü, ustalık döneminin<br />
son filmleri Gönül Yarası (2004),<br />
Kabadayı (2007) ve Av Mevsimi’ydi.<br />
(2010). n<br />
19
Yeşil<br />
RÖPORTAJ<br />
Murat Uyurkulak: “Laikler bugünün<br />
Ermenileri, Rumları gibi artık”<br />
Karanlık günlerden<br />
geçtiğimiz, ölümlerin yanı sıra<br />
gazeteciler ve yazarların hapse<br />
atıldığı şu günlerde yeni çıkan<br />
kitaplar/romanlarla nefes<br />
almaya çalışıyoruz... Siyasi<br />
konjonktür ne kadar bizi esir<br />
alsa da, referandum kıskacına<br />
sürüklese de “bu ülkede iyi<br />
şeyler olacağına” inancımızı<br />
kitaplar pekiştiriyor.<br />
Bugünlerde elimden<br />
bırakmadığım ‘Merhume’<br />
kitabı için Murat Uyurkulak’la<br />
bir araya geldik. Kitap çıkalı<br />
epey oluyor ama biz biraz da<br />
nefes almak için, dertleşmek<br />
için yan yana geldik. ‘Tol’ ve<br />
‘Har’dan, yaklaşık 10 yıl sonra<br />
(aradaki öykü kitabı Bazuka’yı<br />
saymazsak) Merhume’yi<br />
okuyucusuyla buluşturdu.<br />
Merhume aslında hepimizin<br />
içinde bulunduğu süreci<br />
edebi bir şekilde anlatıyor<br />
Uyurkulak. Kitapta şiddet<br />
sarmalından, yoksulluğa,<br />
acıya Türkiye’nin adeta<br />
panoramasını sunuyor<br />
önümüze... Murat’la kitabı<br />
vesile ettik çünkü konuşacak<br />
çok şeyimiz vardı...<br />
GÜLŞEN İŞERİ<br />
Tol ve Har’dan sonra üçüncü<br />
romanın ‘Merhume’ çıktı... Her iki<br />
romanında çok özel romanlardı.<br />
‘Merhume’ için aradaki zamanı nasıl<br />
değerlendiriyorsun?<br />
Teşekkür ederim. O senin gözünün<br />
güzelliği ve özelliği. Araya çok fazla<br />
zaman girmesinin öyle çok önemli<br />
sebepleri yok. Herkesin başında olan<br />
meseleler. Geçim derdi, memleket<br />
ahvali, şahsi sorunlar, ağır içkiyle<br />
geçen dönemler, tutulma, yazamama,<br />
tıkanma, açılma, umutsuzluk, daimi<br />
özgüven eksikliği, özgüven krizleri...<br />
Saymakla bitmez. Ama bu yeni bir<br />
şey değil benim için. Diğer romanların<br />
yazılma süreçleri de uzun sürmüştü.<br />
Bir çeşit tercih meselesi aynı zamanda.<br />
Başka mesailerden para kazanıp, yazı<br />
alanında özgür hissetmek, sipariş<br />
üzerine, belli zaman sınırlamalarını<br />
öngören anlaşmalara, taahhütlere<br />
girmeden yazabilme arzusu. Yani vakit<br />
kaybederken özgürlük kazanmak gibi<br />
bir strateji... Bu stratejinin işe yarayıp<br />
yaramadığından emin değilim, ama<br />
şikayetçi de değilim.<br />
-Uzun bir yazma süreci oldu<br />
Merhume için... Bu zaman diliminde<br />
Türkiye’de çok şey değişti ama<br />
roman bugünün Türkiye’sini<br />
anlatıyor gibi, sezgisel bir durum<br />
değil mi?<br />
Bilmiyorum. Çok şey değişti<br />
mi emin değilim. Sadece ülkenin<br />
damarlarında her daim dolaşan,<br />
hiçbir zaman dışarı atılmamış, asla<br />
yüzleşilmemiş bozukluklar, hastalıklar<br />
daha görünür hale geldi, daha rahat<br />
ifade alanı buldu gibi geliyor bana.<br />
Yüz sene önce İstanbul gazetelerinin<br />
çevirdiği yalan çarkı eşliğinde<br />
Ermenilerin boğazına çökülüyordu,<br />
şimdi de Kürtlerin boğazına çökülüyor.<br />
Yüz senedir kadınlar öldürülüyor,<br />
çocuklar tecavüze uğruyordu, şimdi<br />
de öyle. Aynı seferberlik hali, aynı<br />
pervasız, milliyetçi, erkek egemen<br />
taarruz... Belki de değişen tek şey,<br />
cumhuriyet rejiminin aksak topal<br />
sağladığı bir gıdım hukuki güvencenin<br />
de ortadan kaldırılmış olması...<br />
Mazlumların, mağdurların hakkını<br />
arama, hesap sorma kanallarının<br />
giderek tıkanması... Devletin ayan<br />
beyan yağmacının, tecavüzcünün,<br />
saldırganın yanında saf tutması, bunu<br />
gizleme lüzumu bile duymaması...<br />
Çocukları tecavüzcüleriyle evlendirmek<br />
istiyorlar... Oralardan hesap et artık...<br />
-Erkek dünyasını, ya da<br />
cehennemi diyelim... Kadına şiddet,<br />
tecavüz, ensest vs.. Son bir kaç<br />
yıldır bunlarla mücadele ediyoruz...<br />
Ne düşündürttü?<br />
Bunlarla çok daha uzun süredir<br />
mücadele ediliyor. Bu mücadelenin,<br />
şükür ki, dozu ve gücü arttı. Evet,<br />
Merhume bu mücadelenin yükseldiği<br />
bir döneme denk gelmiş oldu.<br />
Bilinçli bir şey değildi bu benim için.<br />
Neredeyse 10-12 senedir kafamda<br />
gezdirdiğim bir kitaptı Merhume.<br />
-Toplumsal travmalarımızın gün<br />
yüzüne çıktığı bir dönem... 3. Sayfa<br />
haberleri kan gölü adeta... Neler<br />
oluyor?<br />
Yoksulluğun öfkesi, gerici, faşist bir<br />
hükümetin bilinçli yönlendirmesiyle,<br />
“milli ve yerli değerlere yabancı”<br />
addedilen toplulukların üzerine sevk<br />
ediliyor. Görece laik hayat tarzına<br />
sahip, “müreffeh” deniz kenarlarını<br />
mesken tutmuş, “hayatın keyfini<br />
“Sınıf nefreti,<br />
“dinsiz, ahlaksız,<br />
sömürücü,<br />
elit, imtiyazlı”<br />
addedilenlere<br />
karşı kontrolsüz,<br />
milliyetçi bir<br />
seferberliğe<br />
tahvil ediliyor.<br />
Hayatı kaderine<br />
isyan etmekle<br />
geçmiş insan,<br />
o kaderin<br />
müsebbibi<br />
saydığı insanlara<br />
istediğini<br />
yapmakta<br />
kendini özgür<br />
hissediyor.”<br />
20
ŞİİR<br />
çıkardığı” düşünülen topluluklar<br />
memleketin yeni Ermenileri, Rumları<br />
gibi artık. Sınıf nefreti, “dinsiz,<br />
ahlaksız, sömürücü, elit, imtiyazlı”<br />
addedilenlere karşı kontrolsüz,<br />
milliyetçi bir seferberliğe tahvil<br />
ediliyor. Hayatı kaderine isyan etmekle<br />
geçmiş insan, o kaderin müsebbibi<br />
saydığı insanlara istediğini yapmakta<br />
kendini özgür hissediyor. Halbuki en<br />
tepedeki zenginlere dokunan yok,<br />
hedef bellenenler de sıradan insanlar,<br />
bu ülkenin sade vatandaşları... Güçlü<br />
bir sosyalist hareketin cephanesi<br />
sayılabilecek, ülkeyi daha özgür, eşit ve<br />
demokratik bir geleceğe taşıyabilecek<br />
sınıfsal öfke, tam tersi yönde işletiliyor.<br />
Bir başbakan düşünün ki, “Yol ver<br />
gidelim, Gezi’yi ezelim” sloganı atan<br />
bir kitleyi, sessiz kalarakonaylayabildi.<br />
Bugün aynı minval üzere devam ediyor.<br />
Koca koca şehirler dümdüz edildi. Sırf<br />
iktidar uğruna. Çatışma yükseldikçe<br />
güçlenecek çünkü, durursa, yatıştırırsa,<br />
normalleştirirse sendeleyecek.<br />
- Zor konular. Bu seni korkutmadı<br />
mı? Hele de Türkiye’de....<br />
Mümkün mertebe iyi yazabilmek<br />
dışında bir düşüncem olmadı. Becerip<br />
beceremediğimi bilmiyorum.<br />
-Erkek dünyasının eleştirisi bir<br />
yana siyasi eleştiri de var... İnce<br />
göndermeler yapıyorsun. Peki<br />
bu göndermelerle nereye varmak<br />
istiyorsun?<br />
Bir yere varmak için yazmıyorum.<br />
Sonunda bir durağa varacak olduktan<br />
sonra yazmanın keyfi yok. Yazmak<br />
daimi bir yolculuk olduğunda güzel. O<br />
yolculukta insan dert ettiği, öfkelendiği<br />
meseleleri de toplayarak ilerliyor.<br />
Kimi zaman haykırıyor, kimi zaman<br />
göndermelerle anlatıyor, kimi zaman<br />
susmak ve derin bir nefes almak da bir<br />
şeyler anlatmak anlamına geliyor.<br />
-Türkiye’de çok şey değişti. Her<br />
şey anlamsızlaştı. Yazmak bile...<br />
Gazetecilik ve yazarlığını sorsam,<br />
umutsuzluğa kapılıyor musun?<br />
Umutsuzluğa kapılmak gibi bir<br />
lüksüm yok. Bulunduğumuz her yerde,<br />
gücümüz yettiğince demokrasiden,<br />
özgürlükten yana direnmek, mücadele<br />
etmek dışında bir seçeneğimiz<br />
yok. Elbet bu günler de geçecek,<br />
mesele freni patlamış devasa bir tır<br />
gibi üzerimize gelen bu çılgınlığın<br />
önünden ne kadar insanı, ne kadar<br />
canı kurtarabileceğimiz. Günün<br />
birinde bütün bunlar sona erdiğinde,<br />
başımızı kaldırıp etrafa baktığımızda<br />
kucaklaşabilecek ne kadar insan<br />
bulabileceğimiz.<br />
-Edward Said’i İsrail tarafına taş<br />
atarken gösteren fotoğrafı yüzünden<br />
pek çok tartışma yaşanmıştı. Yazar<br />
bağımsız mı olmalı? Sen de taş atar<br />
mıydın?<br />
Said’in İsrail askerlerine taş<br />
atmasının bir meşru müdafaa eylemi<br />
olduğunu demeye getirdi. Evet, ben<br />
de atardım. Yazar bağımsız mı olmalı<br />
sorusunun kendisi bile keder veriyor.<br />
Bu sorunun sorulması bile gerekmez<br />
normal koşullarda. Yazar bağımsız<br />
olmalı, ama tarafsızlık dersen, orada<br />
başka bir alan açılır. Mazlumdan<br />
yana olmak taraflılık değildir çünkü.<br />
Mazlumdan yana olduğunu söyleyip de<br />
ortalığı kana, şiddete boğanlara karşı<br />
çıkmak... İşte o bağımsızlık gerektirir.<br />
-Ki bu ülke de en ufak seste<br />
‘terörist’ oluveriyorsun... Neye tepki<br />
gösterseniz ‘teröristsiniz’... Neye<br />
bağlıyorsun tüm bunları?<br />
“Terör: Zalimlerin Jokeri” başlıklı bir<br />
yazı yazmıştım Radikal Kitap’ta yıllar<br />
önce. Terör kavramı muktedirlerin,<br />
zalimlerin işlerine gelmeyen herkesi,<br />
her şeyi, her hareketi aynı torbaya<br />
tıkıştırabilmelerini sağlayan bir joker<br />
gibi. Kimse cani, deli, ruh hastası olduğu<br />
için silaha sarılmaz, canını tehlikeye atıp<br />
savaşmaz. Bunu yapanların bir hedefi,<br />
talebi, şikayeti, derdi vardır... Yoktan<br />
var olmamışlardır... Kimi barbarca<br />
yöntemler kullanır, kimi şiddete<br />
başvurur, kimi katliamlar yapar, kan<br />
döker... Onaylamak, savunmak mümkün<br />
değildir bu eylemleri. Ama basitçe<br />
terörist deyip kenara atmak da mümkün<br />
değildir. Bu çözüm değildir. Siyasi<br />
yollarla, çok daha kapsamlı ve derin<br />
politikalarla, müzakereyle, diplomasiyle<br />
iştigal edilmeleri gerekir. Yoksa bire<br />
kadar kırsanız bile yenisi er geç ortaya<br />
çıkar.<br />
-“Devrim bir ihtimaldi ve çok<br />
güzeldi” diyordu Tol’un giriş<br />
cümlesinde... Şimdi ihtimal olanlar<br />
neler? Ya da ihtimal olarak<br />
gördüklerin?<br />
Lenin’in bir sözüydü sanırım,<br />
“Devrim aktüel bir meseledir” diyordu.<br />
Yani her daim bir ihtimaldir. Ne zaman,<br />
hangi kıvılcımın çakmasıyla, nerede<br />
ortaya çıkacağı belli olmaz. Mesele<br />
devrime ve mücadeleye dair bir<br />
farkındalığı, eylemliliği, dirayeti, sabrı<br />
gösterebilmekte. Ve bunu mümkün<br />
olan en geniş kesimleri kapsayarak, her<br />
daim bir birlik gayretini öne koyarak<br />
yürütebilmekte. Gezi’nin patlayacağını<br />
kim tahmin edebildi ki?<br />
-Bazen insanlığın can çekiştiği<br />
yerde yazarlık ne ki diyor musun?<br />
Elbette, her zaman. Çok duygusal<br />
bir laf gibi algılama: Bir çocuğun hayatı<br />
kurtulacak, ama sen artık tek bir harf<br />
yazmayacaksın, hatta bütün yazdıkların<br />
da belleklerden silinip gidecek deseler<br />
hiç tereddütsüz ikincisini seçerim...<br />
-Yazarlık dışında dizi işlerine de<br />
bulaştın. En azından senaryoyla bu<br />
serüveni devam ettirdin.. İnsan kitap<br />
yazarak geçinemiyor değil mi?<br />
En azından ben geçinemiyorum. Ama<br />
az öncede dediğim gibi, bu bir tercih....<br />
Yakınmaya hakkım yok. Halimden<br />
şikayetçi değilim.<br />
-Yazıp yazıp attığın oldu mu?<br />
Benim işim yazmaktan çok<br />
yazdıklarımı atmaktır zaten. n<br />
İBRAHİM BAŞTUĞ<br />
Bir Göçmen Kuştur Martı da<br />
Nimet’e<br />
Gözlerinin bittiği yerde deniz başlar<br />
yorgundur kanatların-uzun yola çıkamazsın<br />
Çatlar tohum-iyi işlenmemiş bir mozaiğin<br />
iğreti cam kırıklarını savurur devran<br />
Yarım kalmış ıslak bir park buluşmasını<br />
Vapur işletmez bir sis sabahının buruk sevincini<br />
Çınaraltı’nda yarım kalmış çay içimlerini<br />
ve gururunu yaşlı sahafı bir kez daha yola getirmenin<br />
Sakarya’nın yeni güvercinleri ve dilenen eski çocuklar<br />
Ucuz biracılarda unutulmuş soluk resimler<br />
Yeni korkular-adi suçlularla paylaşılan koğuşta<br />
Sönmesi yasak ampulün sağırlığına gömülen çığlıklar<br />
Çatlar tohum-iki lezbiyen yakalanır üst ranzada<br />
Gece vardiyasının yapışkan yorgunluğu-uykusuzluk<br />
ve ezberlenmiş adımlara öfkesi betonun<br />
Yorgundur kanatların<br />
Buzul sofalarında kapı aralarında konuklukların<br />
Halden anlamaz gece iner erkenden<br />
Kentler de büyük değil artık o kadar<br />
Kaçamaklarında sabahlayasın-bir adın çıkmış serseriye<br />
Öbür adın<br />
Bıraksalar ah bir örselemeseler, itip kakmasalar<br />
bir ad bulacaktın elbet. Kuşanacaktın<br />
Öbür adın<br />
Ezberlenmiş adımlara öfkesi betonun<br />
İki lezbiyen yakalanır üst ranzada<br />
Yine zarfsız gelen mektubun baş döndüren sevinci<br />
Bulvarlar, pasajlar, mevsim değiştiren vitrinleri kentin<br />
Tahtakale’de bitmez pazarlıklar, Ulus’ta bitmez<br />
Dağılan pazaryerlerinin istilası, yitirilmiş bir şeyler ve ilhak<br />
Samanpazarı’ndan alınıp yeniden boyanmış ve eskitilmiş pantolon<br />
Kaç kez geçtiğini unutmuş anesteziden, yeni bir cebe kavuşmak için<br />
ve artık dikiş kabul etmeyen derisi<br />
Ve ezberlenmiş ritmi umudun<br />
Her gün tozunu almalısın yine de<br />
Ayırabildiğin son parçaya dek söküp parlatmalı<br />
Yağlayıp yeniden birleştirmelisin<br />
Tohumların tohumu olmalısın<br />
En bayramlık sevincini takınıp çıkmalısın<br />
İddianameyi bir kez daha dinleyip sonuna kadar<br />
bir kez daha reddetmek için<br />
İfadenin baskı altında alınmış olduğu gerekçesine<br />
adli tabibe sevkin talebini de ekleyerek<br />
yumruğunu gülümsetmelisin bir kez daha<br />
Sorgulamada bulunduğunu sesinin çamurundan tanıdığın<br />
şehremininin karşısında-gözünün içine baka baka<br />
Ve ezberlenmiş ritmi hayatın<br />
Sönmesi yasak ampulün sağırlığına gömülen çığlıklar<br />
Sakarya’nın yeni güvercinleri ve dilenen eski çocuklar<br />
Ve ertelenmez ritmi hayatın<br />
Aradasın-vapur işletmez bir sis sabahının buruk sevinci<br />
Çınaraltı’nda yarım kalmış çay içimleri<br />
Ucuz biracılarda unutulmuş soluk resimler<br />
Aradasın<br />
Ne karasın artık ne su<br />
Teknen yok uzun yola çıkamazsın<br />
Kaçamak bir zaman aralığında<br />
Bir ad bulur yakıştırırsın kendine<br />
Ve sonra öğrenir şaşar kalırsın<br />
Bir göçmen kuştur martı da<br />
(Çalınmış Kuyuları Babil’in)<br />
21
Yeşil<br />
SARIYER’İN SEMTLERİ: BÜYÜKDERE<br />
İSMAİL BAKAR<br />
Bir Zamanlar Büyükdere<br />
Tabiatın en fazla kayırdığı, Boğaziçi’nin en nitelikli ve en keyifli bölgesi<br />
EĞER İstanbul’un en güzel yeri Boğaziçi<br />
ise kuşkusuz ki Boğaz’ın en güzel<br />
yerlerinin başında da Büyükdere<br />
gelmektedir. Büyükdere gezginler için<br />
okadar farklı görünümler sunmaktadır<br />
ki her gezgini yakından etkilemiştir.<br />
Melling’in birbirinden güzel gravürlerini<br />
Büyükdere tarihi ve yaşantısıyla<br />
gözler önüne sunan Charles Lacretelli<br />
“Bunlar, bu olağanüstü yer hakkında<br />
genel bir fikir verir. Körfeziyle birlikte<br />
kapladığı alanda semti, rıhtımı<br />
ve özellikle çayırlarıyla, öylesine çok<br />
sayıda hoş görünüm çıkar ki, sanat<br />
tüm bunları tek bir tabloda bir araya<br />
getirmek isteseydi, tabir-i caizse<br />
tabiata ihanet etmiş olurdu. Kim bilir,<br />
insan acaba yöreye ve göreneklere<br />
dair özgün detaylar yığını arasında<br />
kaybolmaktansa, en büyüleyici teferruatları,<br />
hatta yalnızca binaların arz<br />
ettiği çeşitliliği sunmakla da yetinebilir<br />
miydi?” diyerek bu duyguyu en iyi<br />
şekilde açıklamaktadır.<br />
Geçmişinin Bizans dönemine kadar<br />
gittiği sanılan Büyükdere, Belgrad<br />
Ormanı’ndaki Valide Bendi’nin doğusundaki<br />
tepelerden doğan ve Kefeliköy’le<br />
Kalafatyeri arasından Büyükdere<br />
Koyu’na dökülen Bakla Deresi de<br />
denen Büyük Dere çevresinde, sahilde<br />
kurulmuş küçük bir balıkçı köyüydü.<br />
Semte adını veren derenin ağzında<br />
bulunan Büyükdere Köyü’nün sonunda,<br />
kümeler halinde bulunan büyük<br />
çınarlardan dolayı kırağaç denilen yer<br />
gelirdi. Evliya Çelebi, padişahların ava<br />
gittiği, yerli ve yabancı zenginlerin<br />
sevdiği bu güzel ve gölgeli yerde yüksek<br />
kavakların, selvi, söğüt ve diğer<br />
ağaçların bulunduğunu; ağaçların<br />
ve yapraklarının sıklığından güneşin<br />
yere düşmediğini anlatır. “Büyükdere<br />
kasabasının imaretlerini bildirir. Bu da<br />
Yavuz Sultan Selim ve II.Selim Han’ın<br />
eğlence yeri, av mekânı ve gezinti<br />
yeri olduğundan, dağlık bir dere içinde<br />
gölgelik ve ormanlık bir yerdir ki,<br />
orada bir harman büyüklüğünde yere<br />
güneş etki etmez. Bu derede olan<br />
Tanrı vergisi çınar, kavak, selvi, salkımsöğüt<br />
ve diğer büyük ağaçlar var<br />
ki, herbiri gökyüzüne uzanmıştır. Çeşit<br />
çeşit yeşilli sofalar ve akarsular ile<br />
yaratılmış gezinti yeridir. Bu mesiregahın<br />
sebebiyle yakınında Büyükdere<br />
kasabası imar olunmuştur. Hepsi bin<br />
kadar küçük evlerdir. Bir müslüman<br />
mahallesi, yedi mahalle balıkçı, gemici<br />
ve bağban kefere evleridir. İskele<br />
Bağ’ında Koca Defterdar Mehmed<br />
Paşa Camii var. Ve bir hamamı ve<br />
birkaç ufak dükkânları vardır. Ancak<br />
bağı ve bahçesi oldukça çoktur.”<br />
Boğaziçi Şikret-i Hayriye adlı<br />
sâlnamede Büşyükdere için şu bilgiler<br />
yazılıdır: ”Büyükdere’de Rumlar<br />
4300, İslâmlar 700, Museviler 300<br />
ve Ermeniler 180 nüfusdur…Büyükdere’de<br />
adedi onbire varan tuğla fabrikaları<br />
ile bir bira fabrikası, otelleri,<br />
gazinoları ve Fıstık Suyu, Ali Ağa’nın<br />
Bağı, Karakahya Bahçesi, Sultan<br />
Suyu, nectar Bahçesi namlarındaki<br />
mesireleri ile de meşhurdur.”<br />
Büyükdere’yi anlatan İnciciyan ise<br />
burasının Boğaz’ın Rumeli yakasının<br />
son padişah binişi olduğunu, güzel bir<br />
vadi içinde Hünkâr Suyu denilen suyu<br />
olduğunu anlatır ve kökleri birbirine<br />
karışmış on altı çam ağacından dolayı<br />
Yedikardeşler denilen Kırkağaç’ın<br />
da burada olduğunu söyler. Büyükdere’nin<br />
yanındaki güzel düzlükte<br />
ağaçların arasında yıkılmış bulunan<br />
padişah köşkünün temelleri göründüğünden,<br />
vadinin içinde birçok çeşmesi<br />
bulunan bir padişah bahçesi bulunduğundan<br />
ve sahilden oraya padişah için<br />
yapılmış bir yol olduğundan sözeder.<br />
Buradan Fener’e kadar uzanan sık<br />
ormanlık arazinin, padişahın av sahası<br />
olduğunu bildirir.<br />
Büyükdere’nin şenlenmesi, İstanbul’un<br />
fethinden sonra başlamıştır.<br />
Sıra sıra dağların, kol kola girmiş tepelerin,<br />
mor, yeşil, kül renkli vadilerin<br />
kuşattığı Büyükdere Bahçesi, II.Sultan<br />
Selim’in pek hoşlandığı bir mevkiydi.<br />
Kavak, servi, sögüt, meşe, çınar ve<br />
ıhlamur ağaçlarının gölge düşürdüğü<br />
bahçe, gerek sarayın gerek halkın can<br />
attıkları bir av ve eğlence mahalliydi.<br />
Sultan II. Mahmud 1829 yılında<br />
kurban bayramı muayedesini burada<br />
yapmış; çayıra büyük çadırlar<br />
kurulmuş, bayram tahtı getirilmiş ve<br />
padişah murassa fesi ile bayram tebriklerini<br />
kabul etmiştir. Bu törene İran<br />
elçisi de katılmıştır. Aynı yıl Sultan<br />
II.Mahmud burada bir divan kurdurmuş<br />
ve İngiliz büyükelçisinin huzura<br />
kabulünü de burada yapmıştır.<br />
Hele II.Sultan Abdülhamid, Şişli-Maslak<br />
yolunu açtırdıktan sonra<br />
sefaret arabaları buralara adeta akar<br />
olmuş ve elçiliklerin baloları, Kabul<br />
resimleri, çayları bu köylere, yerli<br />
halka temâsı olmayan kozmopolit bir<br />
koloninin parlak ve şâşalı gidiş gelişleriyle<br />
bir nevi hareket vermiştir.<br />
Büyükdere, padişahlar kadar<br />
yabancı elçiliklerin de rağbet ettiği<br />
bir yerdir. 1830-35 yıllarında buraya<br />
Rus ve Felemenk sefaretlerinin yazlık<br />
binaları inşa edilmiştir. Moltke İstanbul’da<br />
görev yaptığı sırada Büyükdere’de<br />
kalmıştır. Burada kaldığı evi<br />
anlatırken çiçeklere değinir. “Çok<br />
geniş olan dam, galerinin dış tarafına<br />
sıralanmış olan karanfil ve şebboy<br />
saksıyarına gölge verir. Moltke, anılarında<br />
tekrar Büyükdere’deki yaşamına<br />
döner ve anlatır:”…Bir sürü penceremin<br />
hangisinden dışarı baksam,<br />
geniş bir deniz tablosunu, bir dağ<br />
manzarasına ya da çiçekler, güller ve<br />
zakkumlarla dolu, etrafı duvarlarla<br />
çevrili daracık bir bahçenin ihtişamını<br />
seyrediyorum. Küçük çim tarhın etrafı<br />
çiçek saksılarıyla çevrilmiş, aralarında<br />
yollara sanatlı süsler meydana getirecek<br />
şekilde deniz kabukları serpilmiş.<br />
Mis gibi kokan yaseminler pencere<br />
kafeslerinden içeri sokuluyor, hanımelleriyle<br />
yaban asmaları duvarlara<br />
sarılıp örtüyor…”<br />
Büyükdere demek, biraz da Bentler,<br />
Kemerler ve ormanlar demek<br />
diyen Sâmiha Ayverdi Büyükdere’yi<br />
anlatmaya devam eder: “Fatih Sultan<br />
Mehmed’in başlatıp III.Sultan Ahmed’in<br />
ilaveler yaptırdığı Büyük Bent;<br />
suyunu büyük Bent’e veren Kömürcü<br />
Bendi, bu su ve yeşillik semtinin<br />
ilk âbidesi sayılır. Büyükdere Koyu,<br />
bilhassa cenup rüzgârlarının estiği<br />
akşamlar, erimiş bir lâl gibi morarır,<br />
kızarır, erguvanlaşır ve günün son<br />
ışıkları karanlıkta yer değiştirirken<br />
de, yavaş yavaş benzi atarak solan<br />
sular, gide gide karanlıklara gömülüp<br />
kuzgunileşir. Büyükdere’den Sarıyer’e<br />
giderken, Osmanlı sarayı ile Mısır<br />
sarayı arasındaki politik faâliyetiyle<br />
Kârun misâli zengin olan bir vezirin,<br />
İstanbul sarraflarından Kevork Aramyan’ın<br />
oğlu Abraham Paşa’nın yalısı<br />
vardı. Bugün Rus sefârethânesinin<br />
eline geçmiş olan arâzisi, Karadeniz’e<br />
kadar uzanan İstanbul korularının en<br />
müstesnâlarının başında gelir.”<br />
Ruşen Eşref Ünaydın ise “Boğazi-
çi” adlı eserinde şöyle diyor: “Boğaziçi’nin<br />
mehtaplı gecelerinde içinden<br />
biran bile aydınlığı eksik olmayan<br />
nadir yerlerinden biri, belki de en bellibaşlısı<br />
Büyükdere Koyu’dur. Yusâ’nın<br />
üstünden ya da bir kenarından akşam<br />
üzeri doğduğu andan Büyükdere<br />
sırtlarında battığı zamana kadar ayın<br />
ışığı, o Koy’un şu veya bu yanında hiç<br />
eksik olmaz.”<br />
Boğaziçi’nde Kireçburnu ile Büyükdere<br />
arasında Büyükdere Çayırı’nda<br />
bulunup dünya ağaç literatürüne “Büyükdere<br />
Çınarı” adı ile geçmiş olan bu<br />
çınar Türkiye’nin değil yeryüzünün en<br />
büyük ve en uzun ömürlü çınarı idi.<br />
Bir rivayete gore 4000 yaşını aşmış<br />
bu ağaç I.Dünya savaşından sonra<br />
heder edilmiştir. Avrupalılar bu ağaca<br />
“Platane de Godefroy de Bouillon”<br />
adını verirler. Çünkü 1096 yılında haçlı<br />
ordusu kumandanı G. De Bouillon bu<br />
çınarın altında karargâh kurmuştu. II.<br />
Sultan Mahmud, Çayırdaki ulu çınarın<br />
altında yeniçerilerin kaldırılmasından<br />
önce arasıra burada tokmak oyunu<br />
oynatırmış. Neyazı ki bu ulu çınar 32<br />
gövdesi olduğu ve içinde kahvehane<br />
yaıpılarak ateş yakılması yüzünden<br />
yandığı Ziraat Mektebinin eski muallimlerinden<br />
Hüdaverdi Efendi tarafından<br />
söylenmiştir.<br />
Büyükdere dalyanı ile de meşhurdu.<br />
Büyükdere’deki Kalafatyeri<br />
önünde kurulurdu; sınırları, geçen<br />
asrın meşhur sarraflarından Kamanto’nun<br />
yalısı önünden Mercan Sokağı<br />
hizasına kadardı.<br />
Büyükdere Koyu Karadeniz boğaz<br />
tarafında en güzel demir yeridir.<br />
Osmanlı Donanması Karadeniz seferlerine<br />
çıktığında, Beşiktaş önünden<br />
kalktıktan sonra Büyükdere koyunda<br />
demirler ve Boğazdan Karadeniz’e<br />
çıkmak için müsait havayı burada beklerdi.<br />
Büyükdere koyu Boğaziçi’nde<br />
mehtabı ile de meşhurdur. Ülkemizin<br />
ilk kibrit fabrikası da Büyükdere Tekel<br />
Kibrit Fabrikası’dır. Büyükdere’deki<br />
fabrikanın inşaatına 1930 senesinde<br />
başlamış olan Amerikan şirketi ilk<br />
Türk kibritini piyasaya 1932 senesinde<br />
vermiştir.<br />
İstanbul’un hemen her köşesi<br />
gibi Büyükdere de yangın felaketleri<br />
görmüştür; 1872 de 6 bina, 1872 ikinci<br />
bir yangında 38 bina, 1873 de 6 bina,<br />
1876’da Maltız Caddesi’nde 11 bina<br />
yanmıştır. En büyük yangın olan 1898<br />
yılında ki yangında 400’den fazla ev<br />
ve dükkan yanmıştır.<br />
Yabancıların bölgeye yerleşmeleri,<br />
elçilik ve konsoloslukların yazlıklarının<br />
Büyükdere çevresine dizilmeleri,<br />
Fransa Elçisi Comte de Vergennes’in<br />
1757’de Büyükdere ve çevresinde yabancıların<br />
da oturabilmesi için gerekli<br />
izni almasıyla başlamıştır. Fransızlar,<br />
Almanlar ve İtalyanlar daha çok Tarabya’yı<br />
tercih ederken, Ruslar Büyükdere’yi<br />
seçmişlerdir. 1828-1829’da ilk<br />
buharlı geminin, 1850’den sonra da<br />
Şirket-i Hayriye vapurlarının Boğaziçi’ne<br />
seferlere başlamasından sonra,<br />
diğer boğaziçi köyleri gibi Büyükdere’ye<br />
de vapurların yanaşabileceği bir<br />
iskele yapılmış; yolcu ve yük indirim<br />
Osmanlı<br />
Donanması<br />
Karadeniz<br />
seferlerine<br />
çıktığında, Beşiktaş<br />
önünden kalktıktan<br />
sonra Büyükdere<br />
koyunda demirler<br />
ve Boğazdan<br />
Karadeniz’e<br />
çıkmak için müsait<br />
havayı burada<br />
beklerdi.<br />
bindirimi için kullanılan bu iskelelerin<br />
meydanları ve meydan çevresinde<br />
gelişen yeni fonksiyonlar, arazi kullanımına<br />
da değişiklikler getirmiştir.<br />
Söz konusu iskele meydanlarında<br />
köy toplumunun ticari ve sosyal ilişki<br />
ve iletişimlerini sağlayan işlevler yer<br />
almıştır. Başta kahvehaneler, balıkçılar,<br />
berber, manav, bakkal, ayakkabıcı,<br />
züccaciye, tuhafiye dükkânları;<br />
terzilik, marangozluk, oymacılık,<br />
demircilik vb sanatkâr işlikleri, köy<br />
toplumunun gündelik ihtiyaç, dostluk,<br />
yardımlaşma ve haberleşme etkinliklerinin<br />
oluştuğu mekânlardır. Büyükdere<br />
İskelesi ve çevresi de böyle bir<br />
gelişmeye sahne olmuş 1853-1856<br />
Kırım Savaşı sırasında, İstanbul’a<br />
kimisi ailesiyle birlikte gelen Fransız,<br />
İngiliz ve İtalyan askerlerinin oldukça<br />
önemli bir bölümünün Boğaziçi’nde,<br />
özellikle de Büyükdere’de ev kiralayıp<br />
savaş sonuna kadar kalmaları, 19.yy<br />
ortalarında Büyükdere’yi ekonomik<br />
ve sosyal açıdan hareketlendirmiştir.<br />
20.yy’ın başında Büyükdere semtinde,<br />
eski Abrahampaşa Korusu sınırından<br />
başlamak üzere güneye doğru sahil<br />
boyunca Avusturya, Rusya, Danimarka,<br />
İspanya, Portekiz ve Hollanda sefarethanelerinin<br />
yazlık binaları vardı.<br />
1936’da Fransız şehircilik uzmanı<br />
Prof.Prost ile başlatılmış olan İstanbul<br />
planlama çalışmaları çerçevesinde<br />
1948 ve 1949’da Boğaziçi’ndeki diğer<br />
bazı köylerle birlikte Büyükdere köy<br />
içi imar planları da yapılmıştır. 1952-<br />
1956 arasında çalışan müşavirler<br />
heyeti , Prost planlarının uygulanmış<br />
kısımlarını kabul etmiş, ancak<br />
planlama alanını Sarıyer’i de içine<br />
alacak şekilde genişletip “Beyoğlu<br />
Nâzım Planı” adıyla 1954’te yürürlüğe<br />
koymuştur. Plana göre Büyükdere<br />
sahil şeridi eski ahşap binalar restore<br />
edilmek suretiyle korunacak, balıkçı<br />
yerleri, lokanta ve gazinolar turistik<br />
özellikte olmak üzere iyileştirilecektir.<br />
Yine aynı plana göre bir yandan<br />
Tophane’den başlayıp Sarıyer’e kadar<br />
devam edecek 30 m genişliğinde sahil<br />
yolu, öte yandan Zincirlikuyu, Levent,<br />
Maslak’tan geçecek Büyükdere’ye<br />
ulaşacak Büyükdere asfaltı Büyükdere’nin<br />
değişmesinde ve gelişmesinde<br />
etkili olmuşlardır.<br />
Uzun süreler boyunca çeşitli<br />
dinlerden ve etnik gruplardan meydana<br />
gelen karışık bir nüfusun bir arada<br />
yaşaması, semtte farklı kültürlerin yarattığı<br />
yumuşak ve hoş bir atmosferin<br />
hâkim olmasına yol açarken camilerle<br />
kiliseler de yanyana yaşamışlardır.<br />
Büyükdere’de halen Kara Kethüda<br />
Camii (Büyükdere Camii), ve Cerrah<br />
Mahmud Efendi Camii olmak üzere iki<br />
cami, bir Rum Ortodoks kilisesi (Ayios<br />
Paraskevi) bir Ermeni Gregoryan kilisesi<br />
(Surp Hripsimyantz), bir Ermeni<br />
Katolik kilisesi (Surp Boğos) ve bir<br />
İtalyan katolik kilisesi (Santa Maria)<br />
bulunmaktadır.<br />
18.yy sonu yapısı Keçecizade<br />
Fuad Paşa Yalısı (halen otel) ve halen<br />
Sadberk Hanım Müzesi adıyla müze<br />
olarak kullanılan Azaryan Yalısı semtteki<br />
önemli tarihi eserlerden ve tek<br />
tük kalmış eski yalılardan ikisi olup,<br />
asıllarına uygun restorasyon görerek<br />
günümüze kadar gelmiştir.<br />
Dilerseniz yazımızı Fransız gezgin<br />
Theophile Gautier’in tasviriyle sonlandıralım:<br />
“Tarabya’nın taraçasından<br />
görülen Büyükdere, dünyanın en zarif,<br />
en iç açıcı köylerinden biri. Deniz,<br />
burada, içeriye doğru bir oyuk çizerek,<br />
suların gevşek kıvrımlarla çarpıp<br />
öldüğü bir kavis teşkil eder, aralarında<br />
Rusya’nın yazlık sarayı görülen<br />
şık evler, deniz kenarında, Boğaz’ın<br />
yatağı olan son tepelerin eteğinde<br />
ve yeşilliklerle dolu bir bahçeler fonu<br />
üstünde sıralanırlar.” n<br />
Kaynakça<br />
l Atasoy, Nurhan. Hasbahçe. İstanbul:Aygaz,<br />
2002<br />
l Ayverdi, Sâmiha. Boğaziçi’nde Tarih. İstanbul:Kubbealtı,<br />
2002<br />
l Aysu, Çiğdem “Büyükdere” İstanbul Ansiklopedisi<br />
cilt 2 s.359-362<br />
l Freely, John. Evliya Çelebi’nin İstanbul’u.<br />
İstanbul:YKY, 2002<br />
l Gülersoy, Çelik; İstanbul’un Anıtsal Ağaçları.<br />
İstanbul: TTOK, 1984<br />
l Koçu, Reşad Ekrem. “Büyükdere”maddesi,İstanbul<br />
Ansiklopedisi cilt 6, İstanbul,<br />
1994<br />
l Melling, Antoine Ignace; İstanbul<br />
Kıyılarına Pitoresk Seyahat. metin: Charles<br />
de Lacretelle İstanbul: Denizler Kitabevi,<br />
2010<br />
l Onat, Deniz.”Derin Vadi”nin Dünü ve Bugünü”.<br />
İstanbul Dergisi 1998, sayı:24, s.33-40<br />
23
Yeşil<br />
ISTANBUL’UN ILKLERI<br />
VECDI ÇIRACIOĞLU<br />
İstanbul’da<br />
ilk otomobil<br />
OTOMOBILIN İstanbul’a ilk getirilişi ve<br />
halk tarafından ilk görülüşü, 2. Meşrutiyet<br />
(1908) ilanıyladır. Otomobil, gerek<br />
Avrupa’da, gerekse Amerika’da bir çok<br />
kentlerde atlı arabanın yerini almasına<br />
karşın, 2. Abdülhamit’in arttıkça artan,<br />
kılı kırk yaran şüpheleri yüzünden<br />
Osmanlı sınırları içine bir türlü girememiştir.<br />
Padişahın görüşüne göre tehlikeli bir<br />
araç olan otomobil, saltanatın aleyhine<br />
kullanılması ve hatta kendine karşı bir suikastte<br />
kullanılması olanağı mümkündü.<br />
21 Temmuz 1905, Cuma günü Yıldızdaki<br />
Hamidiye Cami’nde Selamlık Resmi<br />
yapıldığı sırada ansızın patlayan, asker<br />
ve toplanan halktan birçok insanı öldüren<br />
bomba olayından sonra her taraf<br />
padişah tarafından bir kat daha fazla<br />
denetim altına alınmış, ortalık bütünüyle<br />
baskıyla kasılıp kavrulmuştu. Otomobilin<br />
yurt dışından ithali şöyle dursun, adı bile<br />
insanlar tarafından anılamıyordu.<br />
Meşrutiyet ilan edildi ve çok geçmeden<br />
ilk otomobil İstanbul’a geldi.<br />
Yıldız Sarayı’nın Operetçibaşı, Mızıkayı<br />
Hümayunlu Kaymakam Stravolo, ilk<br />
arabayı İtalya’dan ısmarladığını çevresine<br />
söylemesine karşın, zamanın elitleri<br />
ilk otomobil siparişinin Basra eşrafından<br />
Züheyirzade Ahmet Paşa tarafından<br />
yapıldığını çok iyi biliyorlardı.<br />
İlk araba olması dolayısıyla kendisinin<br />
tanımlanması da bir hayli güç olmuştur.<br />
İthal edilen arabanın gümrükten geçirilme<br />
kısmı geldiğinde ise memurlar<br />
bu cisme verecek isim bulamamışlar<br />
ancak kendilerine yapılan açıklamalar<br />
neticesinde “zatü’l-hareke” araba, yani<br />
kendiliğinden hareket eden araba olarak<br />
kayıt etmişlerse de bu isim güç olduğu<br />
için kullanımı yaygınlaşmamış, bunun<br />
yerine otomobil denmesi daha uygun<br />
görülmüştür.<br />
Ahmet Paşa, Şurayı Devlet Tanzimat<br />
Dairesi azalarından ve Rumeli Beylerbeyi<br />
görevinde bulunmuş yüksek dereceden<br />
bir devlet memuru olup, Kalamış’ta yaptırdığı<br />
cicili bicili köşkünde tüm ailesiyle<br />
otururdu.<br />
Ahmet Paşa, Kalamış’ta kalırken iki<br />
karısı otomobile biner ve yan yana otururlardı.<br />
Kadınlar, sırtlarında bir örnek<br />
çarşaf, yeldirme veya kaşpuşyer ile<br />
dolaşır, onları görenler tarafından “Çifte<br />
Kumrular!..” adlandırılırlardı.<br />
Ahmet Paşa’nın aldığı otomobil, o zamanlar<br />
‘Landaulet’ denilen, siyah renkte<br />
Fransız Renault marka, pırıl pırıldı. Eski<br />
sultan efendilerin seyir ve seyrana giderken<br />
kuruldukları has ahır landonlarını<br />
andırıyordu. Arka körüğü açılır kapanırdı.<br />
Şoförüne gelince, kafasında kasket, şakaklarında<br />
zülüf, kıvrık bıyıklı bir Rum’du.<br />
Otomobili kullanan Rum şoförün<br />
lastik kornayı “Vart vart!..” diye, öttürmesine<br />
gerek kalmaz, motorun gürültüsü<br />
çok uzaklardan duyulurdu. Çifte<br />
kumrular, Fenerbahçeye gidecekleri<br />
zaman yarımadanın geçidindeki dar yolu<br />
tutarlarken, çıkan ‘pata küte’ler kulakları<br />
doldurur, piknik yerindekilerin etekleri<br />
tutuşurdu:<br />
“Başbelası sökün etmiş geliyor!..”<br />
Konak, kira, göçmen arabacıları<br />
kantarlıları savura savura acele oturma<br />
yerlerinden aşağıya atlar, atların önüne<br />
dikilerek, okun başına yapışır, atlar ürkmesin<br />
diye, çala kamçı arabayı güzergâhtan<br />
uzaklara sürer, Fenerkulesi’nin<br />
dibine, iskelenin yamacına çekerlerdi.<br />
İşte bu zamanlarda at arabalarının<br />
içindeki hanım ve beylerin durumu görülmeye<br />
değerdi. Yüzler balmumu sarısı,<br />
yürek hezar yaprağı, el ayak buz gibi<br />
olurdu. Çünkü, atlar bu şakaya gelmez,<br />
huylanacağı, kuzu gibi en uslusunun bile<br />
gemi azıya alacağı tutabilirdi ki, bu arada<br />
bir böyle de olurdu.<br />
Faytonların içlerindekiler söylene<br />
söylene tenteden fırlayarak: “Kahrolası!..<br />
Sağlık selametle gelmez olaydı!..”<br />
derlerdi.<br />
Ahmet Paşa’nın Çifte Kumruları<br />
Fenerbahçeye damlar, şoför, caka atmak<br />
amacıyla egzoz borusunu inadına açar,<br />
kasketi sola kaşına yıkık, sanki otomobilin<br />
sahibiymiş gibisinden, tüm görkemiyle<br />
kalabalığa karıştığında, atlar dizginlerini<br />
adeta parçalayıp dingilleri hurdahaş<br />
eder, kolan kayışlarını kopararak alabildiğine<br />
azarlardı.<br />
Çırpına çırpına at arabalarından<br />
kendini dışarıya atan tazelerden bayılan<br />
bayılana, külçe gibi olduğu yere yığılan<br />
yığılana, göğüslerini, bileklerini kolonyayla<br />
ovan ovana olurdu. Yaşlı hatunlar,<br />
salavat getirip dua okuyarak onlara<br />
katılırdı. Bu arada, devletlilere adak<br />
adayanlar seslerini yükselterek, “Şu<br />
netameli musibet başımıza bela kesildi.<br />
Hangi kefere icat ettiyse, tez günde tez<br />
saatte künfeyekün olsun, sürüm sürüm<br />
sürünsün inşallah!..” derlerdi.<br />
İşte o zamanlar, zıpçıktı otomobil,<br />
mükellef konak at arabaların fiyakasını<br />
bozmuş, gölgede bırakmıştı. Eski zenginlerden<br />
bazıları ve miras yedi bir kaç genç<br />
Fenerbahçe’deki piknik yerine sürekli<br />
gelirlerdi. Örneğin, Ali Saip Paşa’nın<br />
ortanca torunu Osman Bey, babası Sadi<br />
Paşa’dan bir iki yıl öncesinde mirasa<br />
konmuş, varlığını har vurup harman savuruyordu<br />
ki, Topal Rauf Paşa’nın dillere<br />
destan İngiliz tarzı yarım kupasının bir<br />
eşini Paris’in Bender fabrikasından satın<br />
alarak getirtmişti. Boyuna onunla dolaşır,<br />
yeni moda otomobile rağbet etmez, Çifte<br />
Kumrularla aşık atmaya yanaşmazdı.<br />
Sultan Hamid’in tahtan düşürülmesinden<br />
sonra İstanbul’un dillere destan<br />
bu otomobili Harbiye Nazırı Mahmut<br />
Şevket Paşa’nın ermine verilerek, Paşa’yı<br />
İstanbul’un dört bir yanına taşımıştır.<br />
Caddelerdeki halk, o geçtiğinde, itişe<br />
kakışa yaya kaldırımlarına kaçışır, “Boru<br />
değil, saatte 70 kilometreyi haklıyormuş.<br />
Beyazıt Meydanı’nda makinasını istop<br />
etse, ancak Divan Yolu’nda durabiliyormuş…”<br />
derlerdi.<br />
Meraklısına not 1.<br />
İstanbul’a gelen ilk otomobilden sonra çok geçmeden<br />
günümüzde taksi olarak kullanılan arabalar ithal edilmeye<br />
başlandı. Taksiler ateş pahasına kiralanırdı. Bu<br />
arabalarda hepsinde şoförün yanına muavin olarak mal<br />
sahibi oturur, yakın yerlere müşteri almaz (günümüz<br />
İstanbul’unda olduğu gibi), “Müşterim var!” diyerek, Büyükdere,<br />
Sarıyer gibi uzak yerlere 15 sarı lira karşılığında<br />
hizmet verirlerdi.<br />
O zamanlar taksilerin en meşhuru Acem’in iki adet<br />
Mercedes marka otomobiliymiş. Acem, Sutanahmet<br />
Meydanı’nın karşısındaki tütün dükkânın sahibi Abdüselam<br />
Efendi’ydi. Arabaları getirdiği ilk zamanlar, Bağlarbaşı<br />
düzlüklerinde bir türlü kullanmayı öğrenemediği ve sık<br />
sık kaza yaptığı için beceriksizlere o günden sonra, “Acemi<br />
gibi kullanıyor!..”, “Acemi!..” yakıştırması yapılmıştır.<br />
Meraklısına not 2.<br />
O Tarihlerde en çok rastlanan otomobil markaları söyle<br />
sıralayabiliriz. Fransa’nın Panhard, Delahey, Renault, Delonay<br />
Belleville, Delage, De Dion-Boutoim; Hollanda’nın<br />
Minerva; İtalya’nın Fiat markalarıyla Amerika’nın Ford’u.<br />
Bu arabaları kullanan namlı şoförler ise, Semih Yürüten,<br />
Beyoğlu’nda Mehmet ve Hamid Efendi, Pangaltılı Apik,<br />
Laz Yani ve Ayıboğan Mustafa.<br />
Meraklısına not 3.<br />
İstanbul’un kayıtlara geçen ilk araba kazası Balkan<br />
Savaşı (1912) yıllarında meydana geldi. Sıkıyönetimin<br />
hüküm sürdüğü Ocak ayının bir gecesi saat 22:30’da<br />
Zincirlikuyu yönünden hızla gelen otomobil, bir Arnavut’a<br />
çarparak yaralanmasına sebep olur ve yaralı Şişli<br />
Hamidiye Hastanesine kaldırılır. Kazayı yapan otomobil<br />
şoförü İtalyan Sefaretine mensup bir İtalyan idi. Arabasıyla<br />
birlikte kaçmaya çalışan şoför Pangaltı\Şişli polisleri<br />
tarafından yakalanmıştır. n<br />
24
MAVİ VATAN<br />
PASIFIK Okyanusu’nda Hawaii<br />
Adası’nın 600 mil kuzeyinde,<br />
Türkiye büyüklüğünde yeni bir<br />
ada oluştu. 1970 ‘li yıllardan<br />
itibaren oluşmaya başlayan bu<br />
ada plastik çöplerden oluşuyor.<br />
Endüstriyel medeniyetin insanlığa<br />
büyük armağanı. Denizler ve<br />
okyanuslardaki katı atıklar son 40<br />
yılda 100 kat arttı. Yapılan bilimsel<br />
çalışmalara göre günümüzde<br />
dünya okyanus ve denizlerinde<br />
her 3 km²’ye 40,000 plastik<br />
çöp düşüyor. Sadece Pasifik’te<br />
18 milyon plastik çöpün dolaştığı<br />
değerlendiriliyor. Denizlere ve<br />
okyanuslara her saat başı, yarısı<br />
plastik olan 700 ton çöp atılıyor.<br />
Sadece katı atıklar değil,<br />
denizleri sıvı atıklar, özellikle<br />
kimyasal atıklar da mahvediyor.<br />
Her yıl 450 milyar m³ arıtılmamış<br />
endüstri atığı deniz suyuna<br />
salınıyor. Okyanus ve denizlerdeki<br />
bu kirliliğin bir çok nedeni var.<br />
Endüstri atıkları arasında petrol/<br />
gaz sondaj tesisleri (özellikle<br />
oluşan kazalar sonucu) ile<br />
kara içlerinde nehirlere verilen<br />
kimyasal ve biyolojik atıklar<br />
öne çıkarken, katı atıklar içinde<br />
tsunamiler sonrası denize çekilen<br />
materyal; denizlerde dolaşan<br />
yaklaşık 50 bin civarındaki büyük<br />
tonajlı ticaret gemisinin katı<br />
atıkları ile Amazon, Missisipi,<br />
Yangtze, Nil, Hindus, Ganj,<br />
Tuna gibi dünyanın sayılı büyük<br />
nehirlerine, kara içlerinde bırakılan<br />
katı atıklar rol oynuyor. Bu arada<br />
denizin üzerinde görülen çöplerin<br />
yaklaşık 10 katı deniz ve okyanus<br />
diplerinde davetsiz misafir olarak<br />
bekliyor. Bir plastik su şişesinin<br />
denizde 200 yılda çözülebildiğini<br />
hatırlarsak bu misafirlik biraz uzun<br />
sürecek gibi.<br />
Üç okyanusu kürekle geçen,<br />
rekor sahibi Türk kürekçi,<br />
yakın dostum Erden Eruç<br />
bir sohbetimizde okyanus<br />
geçişlerinde en yakın karanın 1500<br />
milde olduğu alanlarda bile plastik<br />
çöpler gördüğünü söylemişti.<br />
Atıkların okyanusların ortasında<br />
oluşma nedeni de akıntılar. Biriken<br />
bu atıklar doğaya zararlı yeni<br />
bir habitat oluşturarak, deniz ve<br />
okyanuslardaki besin zincirini<br />
ve dengeleri alt üst edecek<br />
yeni mikrobiyolojik bir dünya<br />
kurulmasına da neden oluyor.<br />
Bunun dışında insanoğlunun aç<br />
gözlülüğü ve zengin ülkelerdeki<br />
hedonistlerin sınır tanımaz ve<br />
tatmin edilemez haz ihtirasları<br />
sonucu okyanus ve denizlerdeki<br />
balıklar da tükenme aşamasına<br />
geldi. 1950 yılından bu yana<br />
denizlerdeki ticari değeri olan<br />
balık stokları % 90 oranında<br />
düştü. 2012 yılında 250 kiloluk bir<br />
mavi kanat orkinos Japonya’da<br />
1,5 milyon dolara alıcı buldu. Balık<br />
AMİRAL CEM GÜRDENİZ<br />
Deniz Bitiyor<br />
kaynaklarını sınırsızca kullananlar<br />
arasında lider ülkenin Japonya<br />
olduğunu ekleyelim.<br />
Doğal Denge Bozuluyor.<br />
İnsanoğlu son 50 yılda milyonlarca<br />
yılda oluşan okyanuslardaki doğal<br />
dengeyi bozmayı başardı. Kirlilik,<br />
aşırı avlanma, habitat yıkımı<br />
ve iklim değişikliği okyanus ve<br />
denizlerdeki canlı hayatını yok<br />
ediyor. Endüstriyel medeniyet,<br />
daha çok kazanmak, daha<br />
çok yemek ve tüketmek için<br />
torunlarımızın yaşayacağı dünyayı<br />
mahvediyor. BM’ye bağlı 194 üyeli<br />
Hükümetlerarası İklim Değişikliği<br />
Panelinin geçen ay yayınlanan<br />
raporu, son derece moral<br />
bozucu. Bu rapor özellikle CO2<br />
salınımlarının doğaya verdiği zararı<br />
ortaya koyuyor. Son 50 yılda CO2<br />
salınımları her 10 yılda bir, ikiye<br />
katlanarak büyümüş. Bunun ana<br />
nedeni, fosil yakıt kullanımı. Bu<br />
salınımda en büyük katkıyı ABD ve<br />
Çin sağlıyor. ABD, önlem alınması<br />
için gerekli bağlayıcı tedbirleri<br />
dikte eden Kyoto Protokolü’nün<br />
onayını Senatosunda bekletiyor.<br />
Çin, devasa sosyal projeleri içinde<br />
en çok hava kirliliği, su kıtlığı ve<br />
çevre felaketleri ile uğraşıyor.<br />
CO2 salınımlarının önlenemez<br />
yükselişi, sadece iklim değişikliğine<br />
neden olmuyor. Okyanus ve<br />
denizlerde asitleşmeyi de artırıyor.<br />
Bu da, soluduğumuz havadaki<br />
oksijenin % 75’ini sağlayan<br />
deniz/okyanus dibi planktonların<br />
yok olmasına neden oluyor.<br />
Aşırı asitleşme ve özellikle suni<br />
gübre atıklarının nehirler yolu ile<br />
okyanus ve denizlere karışmasının<br />
büyük rol oynadığı kirlenme<br />
nedeniyle, Meksika Körfezi’nden<br />
Baltık Denizi’ne kadar halen<br />
okyanus ve denizlerin 600 değişik<br />
bölgesinde, her biri Hollanda<br />
büyüklüğünde biyolojik hayat<br />
olmayan, çöl alanlar oluştu.<br />
Zenginler doğayı katlediyor.<br />
Dünya nüfusu her hafta 1,5<br />
milyon artıyor. İnsanların sürekli<br />
tükettiği doğal kaynakların<br />
yenilenme hızı ise geride kalıyor.<br />
Bugünkü tüketim seviyesi<br />
böyle devam ederse, çok değil<br />
15 yıl sonra çok ciddi kaynak<br />
sorunları ile karşılaşılacak. Zira<br />
tarım alanları, otlaklar, balıkçılık<br />
alanları ve ormanlar doğanın<br />
yaşam kaynakları olarak hızla<br />
tükeniyor. Bu kaynakları bazı<br />
ülkeler hoyratça kullanıp, diğer<br />
ülkelerin haklarını dolaylı olarak<br />
gasp ediyor ve böylece toplumlar<br />
arası sözleşmeyi de yok ediyorlar.<br />
Gelişmiş ülkeler gelişmekte olan<br />
ve gelişmemiş ülkelere nazaran,<br />
doğayı 5 kat daha fazla kullanıyor<br />
ve tahrip ediyor. Dünya Doğal<br />
Hayatı Koruma Vakfına (WWF)<br />
göre, fert başına en çok CO2<br />
salınımı yapan ilk üç ülke Katar,<br />
Kuveyt ve BAE. Dünya uygarlığına<br />
hiçbir katkıları olmaksızın, sadece<br />
petrol ve doğal gaz ihraç eden<br />
bu orta çağ devletleri, deniz<br />
suyundan tatlı su yapmak için<br />
bile petrol kullanıyor. Bu üç ülke<br />
insanının ortalama CO2 salınımını<br />
dünyadaki her insan yapsaydı,<br />
yaşam için 5 yeni gezegene<br />
ihtiyacımız olurdu.<br />
Özetle, doğal sermaye hızla<br />
tükeniyor. Son 40 yılda gelir<br />
eşitsizliği, fakirlik ve doğanın<br />
emsali görülmemiş boyutlardaki<br />
tahribatı, neo-liberalizmin<br />
insanlığa armağanı oldu. Tek<br />
kutuplu düzenin artık ortadan<br />
kalktığı yeni dünya düzeninde,<br />
insanlığın en acil sorunu doğayı<br />
yeniden kazanmak olmalıdır. n<br />
25
Yeşil<br />
GEZİ<br />
METİN YEĞİN<br />
Zil, şal ve gül<br />
yahut<br />
Sevilla’da<br />
Flamenko<br />
Flamenko, dünyanın birçok yerindeki bazıları<br />
benzerleri gibi, turistlerin ağına düşüp,<br />
‘mutenalaşıp’ Sevilla halkından hiç kopmadı.<br />
Sevilla’nın zengin mahallelerinde,<br />
sokaklarında, gecekondularda, parklarında<br />
her yerde dinlenmeye devam ediyor.<br />
SEYAHAT sizi eğer dans etmeye<br />
taşımıyorsa seyahat sayılabilir mi?<br />
Yani seyahat insanın, daha doğrusu,<br />
hayatı otomobil ve telefon markası<br />
olarak görmeyenin bir ütopyası ise,<br />
bu ütopya, Emma Goldman’ın ‘Dans<br />
edilmeyen bir devrim, devrim değildir’<br />
ile Subkumandan Marcos’un ‘Biz iktidarı<br />
değil dans edilecek bir yer istiyoruz’u<br />
değil mi? Bu yüzden İspanya’da<br />
Sevilla’nın sokaklarını dolaşalım birlikte<br />
ama sadece turistlerin rotasında değil,<br />
ne de günlük koşturmacaların…<br />
–Yazar ‘Endülüste Raks’ı dinleyerek<br />
bu yazıya başlamanızı tavsiye eder.–<br />
Yine de Calle Constitución’dan.<br />
başlamak gerekir anlatmaya Sevilla’da<br />
Flamenko’yu. Ne güzel ki otomobillerin<br />
dışarı atıldığı bu yaya sokağında,<br />
tramvayların gürültüsüz geçişlerinde<br />
günün her saati Flamenko’nun topuk<br />
ritimlerini, kastanyet vuruşlarını<br />
duyabilirsiniz. Çoğu zaman sırtlarını<br />
kentin en büyük katedrali Santa<br />
Maria’ya veren Flamenkocular,<br />
biraz sokak usulü ile, burada ‘raks’<br />
ederler. Sokak usulünden kastım,<br />
çaldıkları parçalar biraz daha kısa ama<br />
vurucudur. Gitarcı, kapalı bir mekânda<br />
ya da klasik bir Flamenko parçasından<br />
daha çok, ‘Golpe-darbe’ ile çalar.<br />
Yani gitarın bütün tellerinin üzerinde<br />
birlikte daha sıkça dolaşır parmakları.<br />
Gitarın bedeninde daha çokça ritim<br />
tutulur. Dansçının topukları acelesi<br />
varmışçasına, biraz önce kucağında<br />
taşıyıp yanında getirdiği tahta ızgaranın<br />
tepesini döver. İşe de yarar bu. Turistler<br />
bu ritmin büyüsüne kapılıp, belki kısa da<br />
olsa yakalanırlar. Sokak müzisyenlerinin<br />
kendi yaptıkları korsan kayıtlarını<br />
satın alırlar ya da birkaç Euro atarlar<br />
şapkanın içine…<br />
26
GEZİ<br />
Sadece sesler değildir burada<br />
insanı çeken. Flamenko dansçısının<br />
yukarı kalkmış kollarıyla estetik<br />
görünüşü yeryüzüne inmiş bir<br />
gökkuşağı gibidir. – Ah sevgili okur<br />
daha fazla mutlu edemeyeceğim<br />
sizi. Uçak yolculuklarında önümüze<br />
bırakılmış, sadece gülümseyen insan<br />
fotoğraflarıyla dolu bir dergi değil<br />
Martı. Bu yüzden Sevilla’dan sadece<br />
92 kilometre ötede, şişme motorlarla<br />
karaya çıkmaya çalışan mültecileri<br />
hatırlatmam gerekiyor. Kadınları,<br />
çocukları ve hiçbir zaman, hiçbir yerde<br />
nedense pek kayıptan sayılmayan<br />
erkekleri. Okyanusun med ve cezir<br />
saatlerine ve ödeme güçlerine göre,<br />
bazen sürat motorları, bazen lastik<br />
şambrellerle geçilmeye çalışılan<br />
bu okyanus, öte kıyının insanlarını,<br />
Afrika’yı ve onun kaderini küçük<br />
parçalar halinde buraya taşır ve<br />
aslında unutmayın ki ülkelerin sınırları<br />
yoktur, devletlerin sınırları vardır.<br />
–Yazarın tavsiyesi artık burada,<br />
grup ‘Radio Tarifa’dan ‘Sin Palabras’<br />
dinlemektir.–<br />
Bu hatırlatmamın nedeni aslında<br />
Flamenko’yu anlatmak. Çünkü<br />
Flamenko eğer sadece turist<br />
fotoğraflarında kalsaydı, yüzeysel<br />
ve geçici o zamanda, içindeki derin<br />
hüznün farkına varılmayabilirdi.<br />
Flamenko, bu topraklarda<br />
yaşayanların, göçenlerin, geçenlerin,<br />
kaçışların, ganimetlerin birbirine<br />
karışmasının eseridir. Bu yüzden hem<br />
bu toprakların, hem de Afrika’nın,<br />
Asya’nın, Latin Amerika’nın rengini<br />
içinde taşır. Farklının ironisidir. Sevilla,<br />
537 yıl Müslümanların hakimiyetinde<br />
olmuş bir şehirdir. İstanbul bu süreyi<br />
henüz yakında geçmiştir. Ancak çok<br />
önemli bir Katolik merkezdir de. Bu iki<br />
etki, neredeyse her yerde yan yana,<br />
iç içedir. Mesela Sevilla’yı anlatırken,<br />
duvarının önünden başladığımız<br />
Santa Maria Katedrali’nin çan kulesi<br />
‘Giralda’, daha önce aynı yerde olan<br />
caminin dönüştürülmüş mağrip usulü<br />
minaresinden başka bir şey değildir.<br />
Yine mutlaka ki turistlerin rotası<br />
olan Alcázar Sarayı da Müslüman<br />
muvahhitler tarafından başlanıp ve<br />
Hıristiyanlar tarafından bitirildiğinden<br />
bu birlikteliği içinde taşır. Belki bu<br />
tanımlama size garip gelecek ama<br />
‘mütevazı bir görkemi’ vardır. Ne<br />
bugünün dikey çölleri camdan plazalar<br />
gibi gökyüzünü böler ne de herhangi<br />
bir ülkedeki devlet binalarının resmi<br />
ceberut suratını taşır. Dış cephesindeki<br />
çini işlemeler, sadece bu sarayı değil,<br />
onları yapan ustaları, yapı işçilerini<br />
bugüne getirir. Krallar, sultanlar tarih<br />
kitaplarının bir köşesinde unutulmuş<br />
isimleriyle yok olurken, bu maharetli<br />
ustaların, işçilerin çini resimleri<br />
yüzyıllara meydan okur.<br />
–Yazar burada bir Sevilla Flamenko<br />
parçası , ‘salta la reja almonteño’<br />
dinlemenizi tavsiye eder.–<br />
Flamenko, dünyanın birçok<br />
yerindeki bazıları benzerleri gibi,<br />
turistlerin ağına düşüp, ‘mutenalaşıp’<br />
Sevilla halkından hiç kopmadı.<br />
Sevilla’nın zengin mahallelerinde,<br />
sokaklarında, gecekondularda,<br />
parklarında her yerde dinlenmeye<br />
devam ediyor. Bir piknikte birisinin<br />
gitarla Flamenko çalıp söylediğini,<br />
otobüste bir genç kadının<br />
kulaklığından dışarı ezgilerinin<br />
taştığını ya da gençlerin omuzlarında<br />
taşıdıkları, koca bir müzik çalarla her<br />
yere ritimlerini saça saça dolaştıklarını<br />
görürsünüz. Bu yüzden Flamenko<br />
okulları, sadece kent merkezinde<br />
pahalı binalarda turistlere hizmet<br />
etmez. Mahalle aralarında ya da<br />
mesela Almadia Meydanı’nın dar<br />
sokaklarında, avlulu evlerin kıyısında,<br />
insanı güneşten kurtaran pasajlarda,<br />
insanlar nereye sızmışsa orada<br />
vardır. Ayrıca Flamenko sadece<br />
okullarda tedrisat ile de yaşamaz.<br />
Neredeyse her mahallede Flamenko<br />
kulüpleri vardır. Buralarda birlikte<br />
olmak, Flamenko yapmak, festivallere<br />
hazırlanmak, şarkılar söylemekten<br />
ibaret değildir bu kulüplerin işlevi.<br />
Komşuluk dayanışmasıdır bu,<br />
sevinçlerin ve üzüntülerin paylaşıldığı.<br />
Çok aşklar yaşanır, çok evlilikler.<br />
Çocukların vaftiz aileleri buradan olur,<br />
doğum günleri birlikte kutlanır. Her<br />
hafta bir bahane ile mangallar kurulur<br />
kulüp bahçelerinde. İnsani ilişkilerin<br />
iyice çözüldüğü 21. yüzyılda buna<br />
direnir Flamenko ve insanlar hâlâ<br />
birbirine dokunabilir buralarda…<br />
Sevilla’da Flamenko dediğinizde<br />
Çingeneleri ayrıca anmadan<br />
geçilemez. İspanya’nın en büyük<br />
Çingene mahallelerinden bir kısmı<br />
buradadır. Onların sokaklarında<br />
müzik, bu kulüplerden de ibaret<br />
değildir. Daha doğrusu Sevilla’da<br />
insanların yaşamlarının önemli<br />
bir kısmında müzik yer alır ama<br />
Çingenelerde böyle değildir. Çünkü<br />
onlarda müzik hayatın ta kendisidir,<br />
ayrılamaz. Flamenko dilini tam<br />
anlamaya başladığınızda, her<br />
bir gitar vuruşu, topukların yere<br />
dövüşünün neredeyse her birinin<br />
farklı olduğunu görürsünüz. Bunların<br />
içinde Afrika’nın, Asya’nın, Latin<br />
Amerika’nın izleri vardır ama içinde ki<br />
derin hüzünde bile açığa çıkan neşe,<br />
mutlaka dünyanın her yerini mekân<br />
eylemiş, mekânsızların, Çingenelerin<br />
önlenemez neşesinden başka bir şey<br />
değildir.<br />
Ve yazar tavsiyelerine devam<br />
eder ve bu sefer bir şarkı önermekle<br />
yetinmez; Eğer İspanyolca öğrenmek<br />
istiyorsanız aldırmayın dil okullarına,<br />
dünyanın dört bir ucundan, aynı<br />
sizin gibi İspanyolcayı bilmeyenler<br />
gelir oraya ama Flamenko okuluna<br />
giderseniz hem İspanyolcayı<br />
öğrenirsiniz hem de Flamenko’yu.<br />
Eğer öğrenmeseniz de dans ederek<br />
geçer hayatınız bu kısmı.<br />
Başka ne ister ki insan… n<br />
27
Yeşil<br />
KİTAP<br />
SETENAY ÖZBEK<br />
Azra Erhat’ın<br />
izinde kültürel bir<br />
Mavi Yolculuk<br />
YEREL değerlerden evrensel ilkelere<br />
ulaştığı ve batı kültürleri ile Anadolu kültürleri<br />
arasında köprü kurduğu metinleriyle<br />
hümanist görüşün temsilcilerinden,<br />
çevirmen, deneme ve inceleme yazarı<br />
Azra Erhat’ın “Mavi Yolculuk” adlı kitabı,<br />
bir keşif, gezi kitabı olma özelliğiyle<br />
öne çıkar. ilk olarak 1957’de, daha sonra<br />
daha kapsamlı olarak 1962 ve 1979’da<br />
tekrar yayınlanmıştır. Öylesine içten,<br />
öyle severek anlatır ki onun bu sahiplenişi<br />
eninde sonunda size onunla birlikte bu<br />
yolculuğa çıktığınızı hissettirir.<br />
“İlk demir alma olayı, büyük bir<br />
olaydır, kaptan dümeni başına geçer,<br />
yardımcılarına emirler yağdırır, yolculardan<br />
erkekler ve özellikle delikanlılar<br />
demir almaya yardım ederler. Herkes<br />
heyecan içindedir, deniz masmavi<br />
parlar, bir dünya açılmaktadır gözlerinizin<br />
önünde, bir mutluluk denizi pırıl<br />
pırıl bir güneşin altında ufuklara dek<br />
uzanır, neler görülecek, neler yaşanacak<br />
merakı yeni yeni göz önüne serilen<br />
güzel görüntülerden bir şey kaçırmamak<br />
çabasına karışarak, yolcuların<br />
gemide koşuşmasına, fır dolanmasına<br />
yol açar…” A.E<br />
“Mavi Yolculuk” kitabının hemen her<br />
sayfasında size gizemli ve keşfedilmemişi<br />
sunarken, yol boyunca size rehberlik<br />
eder. Okurken nefesinizde yosun<br />
kokusuna, iyot kokusu karışır. Kıyıda<br />
kayaların keskin sırtlı, terli bedenlerini,<br />
cam gibi berrak denizi kucaklarsınız.<br />
Yolculuğunuzda yelkenin içine dolan<br />
rüzgârla, bembeyaz köpüklü dalgalarda<br />
doğanın gücünü iliğinizde, kemiklerinizde,<br />
ruhunuzda hissedersiniz.<br />
“Mersincik koyunu dönünce Arşipel’e<br />
girdik. Türkçe’ye Adalar Denizi<br />
diye çevirdiğimiz bu Arşipel (İtalyanca<br />
arcipelago, Fransızca archipel) sözü<br />
denize serpili birçok adalar anlamına<br />
gelen bir coğrafya terimidir. Kuruluşu<br />
özbeöz Yunanca: arkhi – üstünlük gösteren<br />
ek – pelagos (deniz). Ama eski<br />
Yunanca’da bu terime bir kere olsun<br />
rastlanmaz. Sözü ilk kullanan 16’ncı<br />
yüzyılda bir İtalyan’mış.”<br />
Kitabında bize böyle seslenen Azra<br />
Erhat, “Halikarnas Balıkçısı” adıyla<br />
anılan Cevat Şakir Kabaağaçlı ve<br />
Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte “Mavi<br />
Yolculuk” kavramını Türk ve dünya<br />
edebiyatına kazandırmıştır. Sabahattin<br />
Eyüboğlu, Gökova Körfezi’ nde önceleri<br />
çok mütevazı koşullarda başlayan sonra<br />
bir gelenek haline gelen, bu tarih ve<br />
Mavi Yolculuk - Azra Erhat<br />
134 sayfa, Cem Yayınevi, 1979<br />
kültür yolculuklarına “Mavi Yolculuk”<br />
ya da “Mavi Gezi” adını takmıştı. Bu<br />
geziler 1950 yılının ortalarından itibaren<br />
diğer hümanist aydınlarla birlikte, küçük<br />
balıkçı veya süngerci tekneleriyle itibaren<br />
her yıl artan sayıda insanın katılımı<br />
ile yıllarca sürdü. Amaçları dünyadan<br />
kaçmak ve medeniyetten uzak olarak<br />
kafa dinlemek ve Anadolu’nun geçmişine<br />
sahip çıkma düşüncesidir.<br />
“Batı uygarlığının kaynağı Anadolu’dadır,<br />
en değerli kanıtları bizdedir.<br />
Bu gerçeği dünyaya yaymak, kafalara<br />
yerleştirmek için gösterdiğimiz çabalar<br />
yetersizdir. Kendimiz yeterince<br />
bilmiyor, ilgilenmiyor, uğraşmıyoruz ki<br />
başkalarına anlatalım.”<br />
Azra Erhat’ın kitabında yazdığı gibi<br />
Ege kıyılarında mavi yolculuğa elverişli<br />
iki bölge vardır. Karya yöresini kapsayan<br />
Gökova körfezi ya da Likya yöresini kapsayan<br />
Marmaris ile Antalya arasındaki<br />
kıyılar yolculuk güzergâhlarıdır.<br />
“Batı uygarlığının kaynağı Anadolu’dadır,<br />
en değerli kanıtları bizdedir.<br />
Bu gerçeği dünyaya yaymak, kafalara<br />
yerleştirmek için gösterdiğimiz çabalar<br />
yetersizdir. Kendimiz yeterince<br />
bilmiyor, ilgilenmiyor, uğraşmıyoruz ki<br />
başkalarına anlatalım.” Azra Erhat<br />
luklarda yanlarına sadece Peynir, su,<br />
İstanköy peksimeti, tütün ve rakı alırlar<br />
ve gazete okumaz radyo dinlemezlerdi.<br />
“Fırtınadan sonra şaşakalır insan,<br />
anlayamaz o azgın denizin ne kerametle,<br />
nasıl durulduğunu.”der Azra<br />
Erhat kitabında.<br />
Böylesi yolculuklar doğayı ve kendinizi<br />
keşfetmeye götürür. Mavi yolculuğa<br />
çıktıysanız, bilin ki o masmavi denizde<br />
yaşanan her şey, sizi günlük hayatın<br />
tekdüzeliğinden, hırpalayıcı çaresizliğinden,<br />
yabancılaşmadan kurtarıp, beyaz<br />
bir teknenin üstünde büyülü güzellikteki<br />
kıyılara, koylara taşıyacaktır.<br />
“Likya bölgesini denizden gezmek<br />
için aşağıda özetlemeye çalışacağımız<br />
güzergâh izlenir. Haritada gösterilen<br />
durak yerleri, limanlar ve koylar<br />
hakkında kısaca bilgi vereceğimiz gibi,<br />
buralarda nerelere nasıl gidilebileceği<br />
de belirtilecektir.”<br />
“Ağustos’un on beşiydi, ayın bir<br />
gümüş şeridi gibi uzanan ışını ilkçağ<br />
limanının sular altında kalmış beyaz<br />
mendireğine paralel bir çizgi çiziyordu.<br />
Kıyıda kayalara dayalı, çalılıklara<br />
karışmış birkaç evin kapkara pencereleri<br />
kör gözler gibi bakıyordu bize.<br />
Behramkale – Assos’un bugünkü adı<br />
– Edremit körfezinde Midilli adasına en<br />
yakın köyümüzdür.”<br />
Azra Erhat, mekân ve olayları<br />
Siz bu mavi yolculukta özgürleştikçe,<br />
deniz de size daha azla yetinmeyi ve<br />
yaşanan her deneyimde doğaya saygı<br />
duymayı öğretir. Onlar bu Mavi yolcukendine<br />
göre değerlendirerek deneyimledikleriyle<br />
harmanlayarak metne<br />
aktarır. Yazılarında öyküleyici, açıklayıcı<br />
ve betimleyici anlatımdan yararlanmaktadır.<br />
Anlatımı açık, yalın, duru, akıcı ve<br />
sürükleyicidir. Kendi dediği gibi kuru<br />
kuruya coğrafya ya da tarih olgularını<br />
sıralamaz o. İyi bir gözlemci olması<br />
ile birlikte bilgi veren yönü ağır basan<br />
kitabında aynı zamanda kişisel yaşamı<br />
da konu alan metinler yazmıştır.<br />
Azra Erhat ve arkadaşlarının<br />
başlattıkları Mavi Yolculuk geleneği<br />
bugünkü güneybatı Türkiye’nin denize<br />
dair yaşantısında derin izler bırakmış<br />
ve entelektüel zümreye ait bir yaşam<br />
tarzı olarak benimsenmiştir. Yaşadığımız<br />
yıllarda her yaz düzenli aralıklarla denize<br />
açılan yüzlerce yelkenli Azra Erhat ve<br />
arkadaşlarının yolundan giderek Mavi<br />
Tur yapmakta ve denizle, doğayla barışık<br />
bir yaşamın tadını insanlara sunmakta,<br />
mutluluğunu yaşatmakta. Bu nedenle<br />
Azra Erhat’ı Türkiye’deki deniz sevgisini<br />
ve denizle içli dışlı hayatı, büyük felaket<br />
yıllarından sonra yeniden canlandıran<br />
sayılı kişilerden biri olarak tanımlamak<br />
abartı olarak görülmemelidir.<br />
Doğaya ve üzerinde yaşadığınız<br />
coğrafyaya âşıksanız, iyi ya da kötü bu<br />
değişimlere direnirsiniz. Önceleri başkaları<br />
da görsün, değerini bilsinler diye<br />
çabaladığınız, anlata anlata bitiremediğiniz<br />
saklı kıyıları, tertemiz mavi denizleri,<br />
keşfedilmemiş koyları yıllar sonra<br />
korumak için çırpınıp durursunuz<br />
“Mavi yolculuk bitmemişti, mavi<br />
yolculuk bitmeyecekti. On yedi mavi<br />
yolcu on yedi mavi dost olmuştu.”<br />
(Azra Erhat) n<br />
28
ETKİNLİK / KONSER<br />
SARIYER BELEDIYE TIYATROSU NEJAT UYGUR SAHNESI MART AYI PROGRAMI<br />
ÜLKENIN RENKLERI<br />
Düşler ülkesinde bir krallık ve oldukça<br />
yaşlı fakat bir o kadar da sevimli<br />
kralı. Artık yaşlandığı için ülkeyi<br />
güzel bir şekilde yönetemediğini<br />
düşünür ve bir karar verir. Tahtını<br />
oğulları Büyük Prens veya Küçük<br />
Prens’ten birine bırakacaktır. Bunun<br />
için, bir yarışma düzenler ve oğullarına<br />
bir ay süre verir. Bu süre içinde<br />
ülkenin en güzel dört rengini getiren<br />
tahtın sahibi olacaktır. Bakalım yarışma nasıl sonuçlanacak.<br />
Büyük Prens mi yoksa Küçük Prens mi kral olacak?<br />
Yazanlar: Nursel Çetin-Eşref Karadağ<br />
Yöneten: Tuna Öztunca<br />
Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />
3-10-17-24 Mart Cuma<br />
4-18 Mart Cumartesi Saat: 13.30<br />
ESKİCİNİN TAZESİ<br />
İspanyol sair ve oyun yazarı Federico<br />
Garcia Lorca’nın yazmış olduğu<br />
Eskicinin Tazesi, küçük bir kasabada,<br />
kocasıyla arasındaki bir hayli yaş<br />
farkına ve çevrenin dedikodusuna<br />
rağmen evliliğini ayakta tutmaya<br />
çalışan bir genç kadının toplumsal<br />
kurallara ve baskıya direnişini anlatır.<br />
Genç kadının, taşranın bağnaz,<br />
erkek egemen ve müdahaleci insanına<br />
karşı sergilediği bu şiirsel direnişi ve Lorca’nın büyülü<br />
dilini, ünlü şairimiz Can Yücel’in incelikle işlenmiş çevirisiyle<br />
sahneledik. Iyi seyirler...<br />
Yazan: Federico Garcia Lorca<br />
Yöneten: Abdullah Alparslan<br />
Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />
4-11-25 Mart Cumartesi<br />
17 Mart Cuma Saat: 20.00<br />
UMUDUMUZ AYAK TOPU<br />
MOMO<br />
Geçim sıkıntısı çeken Şakir ,karısı , kaynanası ve tek<br />
çocuğu ile birlikte yaşamaktadır. Televizyonun taksidi<br />
, ev kirası , oğlunun okulu,pabucu derken borç batağına<br />
sürüklenmiştir. Bir gün rüyasında oğlu Ferruh’un<br />
futbolcu olduğunu görür ve uyanmasıyla beraber<br />
karar verir. “ Bu çocuk futbolcu olacak! “ Ve Ferruh’un<br />
futbolcu olabilmesi için çalışmalara başlar. Fakat Ferruh<br />
isteksiz ve kabiliyetsizdir. Bakalım Şakir’in umudu<br />
nereye kadar devam edecek ?<br />
Yazan: Ferhan Şensoy<br />
Yöneten: M.Gökhan Bulut<br />
Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />
10 Mart Cuma<br />
18 Mart Cumartesi Saat: 20.00<br />
Momo bir şehrin amfitiyatro yıkıntıları arasında aniden<br />
belirip yaşamaya başlayan bir kız çocuğudur. Kocaman<br />
bir ceketi ve ceplerinde birçok ıvır zıvırı vardır.<br />
En önemli özelliği insanları dinlemesidir. O, sakince<br />
dinlediği zaman insanlar arasındaki tüm sorunlar çözülmektedir..<br />
O sırada şehirde gri adamlar belirmeye<br />
başlar. Gri adamlar yaşamın tüm eğlencesini insanlardan<br />
alıp karşılığında onlara zaman vaat etmektedirler.<br />
Böylece insanlar donuk ve mekanik hale gelirken, yaşamlarının<br />
eğlencesinden kalan zamanlar gri adamların<br />
olmaktadır. Gri Adamlar ,Momo haricinde şehirdeki<br />
herkesi yakalamış ve değiştirmiştir. Momo, tanıdığı<br />
insanları arar ama hepsinin değiştiğini ve artık onu<br />
dinlemediğini görür ve Kassiopeia’nın da yardımıyla<br />
usta Hora’nın dediklerini yapar ve insanları kurtarır.<br />
Yazan: Michael Ende<br />
Yönetmen :M. Gökhan Bulut<br />
Sarıyer Belediye Tiyatrosu<br />
5-26 Mart Pazar Saat: 13.30<br />
KONSER: ALLEGRA ENSEMBLE<br />
Yaşar Kemal Kültür Merkezi 7 Mart Saat: 20.00<br />
8 KADIN. 8 konservatuar kökenli<br />
müzisyen. Birlikte müzik yapmanın<br />
keyfini yaşama ve dinleyicilerle<br />
paylaşma heyecanıyla bir ayara<br />
gelmiş 8 ayrı dünyayız aslında.<br />
Sloganımız “ Bi’ Dünya Müzik’’. Bu<br />
başlık altında tek bir dünyayı 8 kadın<br />
olarak tüm renkleriyle yansıtma<br />
çabası içindeyiz. Öncelikle kendi<br />
kültürümüzden kopmadan türkülerimizi<br />
repertuara aldık. Ardından<br />
dünya müziğinin seçkin örneklerinden<br />
yola çıkarak tangolar, müzikaller,<br />
fadolar, şansonlar ve klasik caz<br />
parçalarını repertuarımıza ekledik.<br />
Bütün bu bilinen müzik örneklerini<br />
klasik müzik enstrümanları ile çok<br />
sesli olarak icra ederek Türkiye’de<br />
bu anlamda yoruma önemli bir<br />
yenilik getirdik.<br />
Grubumuzun ilk oluşum zamanları<br />
ise aslında 2005 yılında başladı.<br />
O zamanlar Allegra Yaylı Quartet<br />
olarak doğan grubumuz, o dönemde<br />
kendi özel konser organizasyonlarının<br />
yanı sıra Devlet Opera ve Balesi<br />
bünyesindeki çeşitli konser programlarında<br />
da yer aldı.<br />
Son 1 yıldır 8 kadından oluşan son<br />
şekline ulaşan Allegra Ensemle olarak<br />
yurtiçi ve yurtdışında birçok konser<br />
verdik. Her konserde öncelikle<br />
kendi yüreklerimize dokunabilmeyi<br />
sonrasında da bu samimiyetin gücüyle<br />
seyirciyle bütünleşmeyi arzuladık<br />
ve bunu gerçekleştirdik. Kendi<br />
ayakları üzerinde durmayı bilen,<br />
birlikte müzik yapmaktan, bir araya<br />
gelip çağdaş Türk kadınları olarak<br />
kadının gücünü her zaman inandık.<br />
Bunun verdiği güçle her zaman daha<br />
da iyi işler yapmayı hedefledik. Tüm<br />
bilgilerin ışığında müziğimizi sizlerle<br />
paylaşmaya devam ediyoruz.<br />
29
Yeşil<br />
BULMACA<br />
SARIYER KÜLTÜR BULMACASI<br />
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20<br />
1<br />
2<br />
3<br />
4<br />
5<br />
6<br />
7<br />
8<br />
9<br />
10<br />
11<br />
12<br />
13<br />
14<br />
15<br />
SOLDAN SAĞA<br />
1. Resimdeki korunun bulunduğu Sarıyer semti –<br />
Sarıyer’in bir semti – Bir çiçek türü. 2. Sarıyer’in<br />
içindeki bir semt – “… Kalesi” (Uskumruköy’deki tarihi<br />
kale) – Brülör. 3. Medeni Hukuk (kısa) – “… Suyu Piknik<br />
Alanı” (Zekeriyaköy’deki mesire yeri) – Milattan Sonra<br />
(kısa) – Sarıyer’in karşısındaki ilçe. 4. Altay ve Türk<br />
mitolojisinde korkunç dev balık – Voleybol, tenis<br />
bölümü – Demirciköy’deki bir beach – Uluslararası<br />
Bakalorya (kısa). 5. “Boğaz’ın İncisi” – Gemi mürettebatı<br />
– Para yardımı. 6. İçecek kokusu – Milimetre (kısa) – Bir<br />
şarkının istek üzerine tekrarlanması. 7. Temel, esas –<br />
Olumsuzluk veren bir önek – Erler. 8. Karaciğer sıvısı<br />
– İlişkin – Sarıyer’in bir mahallesi. 9. Eski bir tahıl ölçüsü<br />
– Ödünç alınan ya da verilen şey – Fena değil. 10. İlave<br />
– “Kum…” (Kilyos’un diğer adı) – Şehzade eğitmeni.<br />
11. Deney hayvanı – Faal, aktif – Lale’nin ünsüzleri<br />
– Nazım Hikmet’in soyadı. 12. Kampana – Sarıyer’in<br />
ünlü ormanı – Kuzu sesi – Sarıyer’de yer alan bir<br />
üniversite. 13. En güzelleri resimdeki parkta açan çiçek<br />
– “Kenzaburo …” (Japon yazar) – “…cıköy” (Sarıyer’in bir<br />
semti) – Bir takımın gözde oyuncusu – Rusçada evet.<br />
14. Abide – Bir meyve – Sarıyer’i eylül başında<br />
sevindiren balık. 15. Hile, entrika – Sarıyer’deki<br />
arboretum – Sarıyer’in en güzel koylarından biri.<br />
YUKARIDAN AŞAĞIYA<br />
1. “… Kum Plajı” (Rumelikavağı’nda bir plaj) – Sarıyer’in ünlü yemeği –<br />
“…berk Hanım Müzesi” (Büyükdere’deki, Türkiye’nin ilk özel müzesi).<br />
2. Kanlıca sırtlarındaki ünlü koru – Sarıyer’de bulunan bir üniversite –<br />
Bir soru sözü. 3. Parola – Divan edebiyatı nazım ölçüsü – Sarıyer’deki<br />
restoranlarda en çok yenen special. 4. Bir makyaj malzemesi – “Ali …<br />
Anadolu Lisesi” (Sarıyer’de bir lise). 5. Bir Afrika antilobu – Sarıyer’in<br />
bir semti. 6. Londra Ekonomi Okulu (kısa) – “Falih Rıfkı … Tabiat Parkı”<br />
(Belgrad Ormanı içinde yer alan dokuz adet tabiat parkından biri) – “…<br />
ler” (Belgrad Ormanı içinde yer alan dokuz adet tabiat parkından biri).<br />
7. Bazı işlemlere geçerlilik kazandıran bir hukuki görevli – Demirin<br />
simgesi – Bir haber ajansı. 8. Saniyede bir jullük iş yapan bir motorun<br />
güç birimi – İngiltere’de bir soyluluk sanı. 9. Garez – Bir deniz adı.<br />
10. İlkel benlik – Su – Türkiye’nin plaka işareti – Praseodimin simgesi.<br />
11. Küçük bir limon türü – Sarıyer’in ünlü böreği. 12. “… Ziya Öniş<br />
Stadı” (Sarıyer futbol takımının maçlarını yaptığı stadyum) – Put,<br />
tapılan şey. 13. Osmiyumun simgesi – Güney Afrika Cumhuriyeti plaka<br />
imi – Özel gezinti gemisi. 14. Bir işaret sıfatı – Bebek yiyeceği.<br />
15. Sarıyer’in bir mahallesi – Tümör. 16. “Ömer …” (İranlı şair) – “…<br />
Ataman Klasik Otomobil Müzesi” (Ferahevler’deki müze) – Cet.<br />
17. Lenf – Öncesizlikr – Sahip, iye. 18. Üreticilerin ürünlerini satın alan<br />
ofis – Bir tür kağıt süslemeciliği sanatı – Askerlikte “yürü” komutu –<br />
Dünyanın uydusu. 19. Geçmiş – Ödünç verme – Uluslararası Kalkınma<br />
Örgütü (kısa). 20. Dahil – İstinye’de bulunan borsa – “… Suyu Mesire<br />
Yeri” (Sarıyer’deki bir mesire alanı).<br />
HAZIRLAYAN: ILKER MUMCUOĞLU<br />
30
ERHAN CANDAN<br />
MIZAH