You are on page 1of 478

KITAP YAYINEVI-169

ANI VE YAŞAM DİZİSİ- 14

ABİDİN DİNO 1942-1952{ M. ŞEHMUS GÜZE L

© 2008, KİTAP YAYlNEVi LTD.


TANITIM iÇiN YAPILACAK KISA AllNTlLAR DIŞINDA HiÇBiR YÖNTEMLE ÇO�ALTILAMAZ

DÜZELTi
FEVZi GÖLO�LU

KiTAP TASARIMI
YETKi N BAŞARI R

TASARlM DANIŞMANLI�I
BEK

KAPAK FOTO�RAFI
SlPA f i. Ö�RETMEN

GRAFiK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACI LlK A.Ş.
KA�IT HANE BİNASI
HAMiDiYE MAHALLESi, SO�UKSU CADDESi NO. 3
34408 KA� IT HANE
SERTİFİKA NO. 0905-34-000415
T: 0212 294 10 00 F: 212 294 90 80
E: INFO@MASMAT.COM.TR

1. BASlM
ŞUBAT 2008, İSTANBUL

ISBN TAKIM: 978 975 6051-85-6


ISBN 2. CiLT: 978 975 6051-87-0

YAYlN YÖNETMENi
ÇAGATAY ANADOL

KİTAP YAYINEVİ LTD.


KA�IT HANE BİNASI
HAMİDİYE MAHALLESi, SOGUKSU CADDESi NO. }/l-A
14408 KAGITHANE İSTANBUL
Abidin Dino
İkinci Kitap
1942-1952

M. ŞEHMUS GüZEL
Abidin Dino'yu sevenlere.
Abidin'i biraz daha iyi tanıyabilmek için.
Ve özellikle unutmamak için...
İÇİNDEKİLER
ı- İç SüRGÜN: ÖNCE MECİTÖZÜ ı3
TARABYA'DAN TüNEL'E ı3
"PARMAKSIZ HAMDi" ı5
SADECE ABiDiN DE DEGİL ı6
HAYDARPAŞA'DAN KALKAR ANADOLU 20
YoL ARKADAŞLARI/YOLDAŞLARI 22
"BAŞPARMAK KELEPÇESi" 23
"YiTiK BiR isTASYONDA" 24
ÇORUM 25
MECİTÖZÜ ALEVİLERi 29
PiROGLU HALİL 32
ATLlLAR 34
KEL DiYE PiYES Mİ ÜLUR? 35
"EMECE" 38
"BRE SüRGÜN AGA" 41
DAGSARAY 44
RESİM 45
ARiF'iN EMİNANIM AiLESi 46
ANKARA KAç KiLOMETRE? 47
TARİHİ YüzLER/Düş KuRAN YüzLER 48
SAVAŞ VE SüRGÜN 53
ZELZELE 54
NiŞAN ANKARA'DA: ŞUBAT ı943'TE 57
AzRA AzARLlYOR s8

2- SONRA ADANA 6o
ADANA: BiziM ADANA 6o
Üç KARDEŞ 6ı
"0TLAKİYE" 63
VERESE 69
SiYASİ TARİH DERSİ: ABiDiN'DEN 72
YENİDEN GAZETECi ABİDİN 76
HALKEVi KAPISI 8o
TüRK Sözü GAZETEsi: BuLUŞMA NoKTASI 83
"TüRKÜLER MüFETTişi" 84
"AGITLAR" 88
YAZMA EYLEMİ 89
AGusTos 1943= GüziN ADANA'YA GELiN GiDiYoR 91
BABALIK GöREVi 95
HAYDARPAŞA GARI'NDA GELiN 98
Bu AşK DEGİLSE, NEDİR AŞK? ıoo
ADANA'DA BETON DiREKLER ÜSTÜNDE 101
EYLÜL 1943= ADANA'DA EvLENMEK 105
"İNSAN ÖMRÜ KADıNsiz ÜLUR MU?" ıo8
"ÖYLE İRİ KESİLMEZ PATATES" 109
ANTAKYALI CESUR KADlN ÖGRETMEN: MEZİYET BARUTÇU IIO
ÖZGÜR ÜRHAN KEMAL II2
"İsTASYoN'DAKİ KüçüK EviMiz" ıı6
ABiDiN PAŞA CADDESi'NDE ıı8
FRANsızcA ÖGRETMENi GüziN 120
TELETEZ 124
HASTALIKLAR KoL GEZİYOR ADANA'DA 126
6 KAsıM 1943: KiEv ÖZGÜR 127
25 ARALIK 1943= NoEL GELMiş NEYİME 130
31 ARALIK 1943 131
BAŞKA ZiYARETÇiLER DE VAR 133
ÖzGÜRLÜK SEsi Mi Bu DuYuLAN? 136
"ARiF DiNo ÜNiVERsiTEsi" 138
DoN KişoT 139
AH! o TATLI SOHBETLER 140
HEM ÜKUR HEM YAZAR 142
ŞiiRDEN Düz YAZIYA 144
CoGRAFYADAN "KENDİ CoGRAFYASINA" 146
ABiDiN "ÇiÇEKLEMEsi" 148
ÇuKUROVA KöYLÜLERİ 150
REsiMDE ÇuKUROVA EMEKÇiLERİ 153
ADANA'DA SıTMAYI YENMEK 158
YUMURTALIK'TA DENİZ 160
BUYRUN HEYKEL YAPALIM 162
ADANA'DA FRESK 164
İLKBAHAR GELMiŞ 164
MERSiN'DE BiR AKŞAM ÜZERİ 166
ADANA'DA YAZ 167
25 AGUSTOS 1944= ÖZGÜR PARİS 169
SuLH: BizE DE BEKLERiz 173
"ÇIKIŞ"LAR 174
REŞAT ENiS AYGEN 175
"KiTAP DEDİGİN ÜKUN-MA-MAK içiNDiR" 177
ADANA'DA SENARYO YAZMAK 179
Su DESTANI 180
YENİ BiR DERGi: YARATlLlŞ 182
31 ARALIK 1944: ADANA'DA ŞEHİR KuLÜBÜNDE ABiDiN DANS EDiYOR GüziN'LE r84
WHITTEMORE'LA ADANA'DA 186
ŞUBAT 1945 188
ADANA'DA BiR ZiYARETÇi DAHA 189
ıs MART r945: ANrÇrKıYoR 19o
MAYIS 1945: "DEMOKRAsi" GELiYOR! 192

3- AsKER AsiDiN: KAYSERi'DE 194


"AsiDiN PAŞA CADDEsi'DiR, KARA ÖKÜZÜN GEZİNDİGİ CADDE... " 196
KoMŞULARlN DAYANIŞMA GösTERİLERİ 199
KAYSERİ-MAY-SERİ 202
AsiDiN'iN AsKER ARKADAŞLARI 203
GüziN'iN ZiYARETi 205
A(;usTos 1945: GüziN'iN BABASI 210
AGIRNASLI AiLESi 212
KAç AY SüRDÜ AsKERLiK? 213
DöNER KüMBET DöNMEZ ÜLA! 215
MiMAR SiNAN İLE KöYÜNDE 216
GüziN ANKARA'DA: AzRA'NıN EviNDE İKi AY 217
ÇoK KoMiK BiR BAŞLANGlÇ 219
ÇORAPLARINI BANA SATAR MISIN 220
GüziN FAKÜLTEDE 222
GüziN'iN DERSLERİ 225

ABiDiN DiNO 7
ÖGRETİM ÜYELERİ RESMi GEÇİTTE 226
NusRET HızıR 230
İNÖNÜ ANSİKLOPEDİSİ 231
YENİ DERGiLER: AYNI TAKIMLARlN 2Jl
I ARALIK 1945· GöRÜŞLER ÇıKTI: TEK SAYI. TüRKİYE SALLANIYOR 233
İSTANBUL'DAN ANKARA'YA 236
5 ARALIK 1945: SuPHi NuRi İLERi ÖLDü 238
7 OcAK 1946: DEMOKRAT PARTi (DP) KuRULDU 240
ı6 MART 1946: BEHİCE BoRAN EvLENİYOR 241
"KüçüK AMcA": EsAT DiKEL 243
KuRTULDU ABiDiN 245
BOZACIII 248

4- ANKARA-MANKARA 250
ÖBÜR YAKA 254
ULAN ANKARA! 257
ABiDiN'iN AKRABALARI 260
"ARKADAŞ iSLIKLARI" 261
"RAHAT! KAÇAN AGAÇ" 262
ÜRHAN VELi GEZEGENi 265
NAHİT HANıM'ıN EviNDE 267
ÜKTAY RiFAT 267
DöVERİM BAK! 269
MUVAFFAK ŞEREF 270
CANLI VE HEYECANLI TARTIŞMALAR/ATlŞMALAR 271
EROL GüNEY 272
KADlNLAR 273
"MisuRi"/ANKARA 275
İKİ SOSYALİST PARTi 276
ANKARA'DA "DADA" GöSTERİLERİ 278
HASANOGLAN'ı ZiYARET 279
21 TEMMUZ 1946: "HiLELi SEÇiMLER" 280
SiRER'iN İcRAATI 281
HAYAT PAHALI 283
EKİM 1946 283
KAsıM 1946: MARKO PAŞA 285

8 iç i N DEKiLER
SESSiZLİK HüKÜM SüRMELİ 287
BARBARlAR ANKARA'DA 288
BiR DE GüziN ANIATSlN 289
HüRRiYET VE ZiNCİRLİ HüRRiYET 291
BiR MAYIS 194T ANKARA 293
KIŞKIRTMAIAR SüRÜYOR 294
ABiDiN Çizi-YOR-UMLUYOR 297
EKİM 194T KöMÜRDE ABiDiN 300
ABiDiN'iN BöBREK AMELiYATI 302
CElAL CüNDOGLU 305
MiMAR SELÇUK MiiAR 307
TEKİR KEDi DEDİGİN JIO
ARALIK I94T İSTANBUL ÇAGIRIYOR 312
ABiDiN'iN İSTANBUL SEFERİ 313
27 ARALIK I94T YASLI ANKARA 316
ANKARA'DAKi FRANSA 319
PHILIPPE SOUPAULT ANKARA'DA 322
"ANKARA'DA PHILIPPE SouPAULT'Yu ŞAŞIRTTIK YANİn 323
BAŞKA TüR DERGiLER 325
"OTUZ Üç KURŞUN" 326
"SIRÇA KöşK" 332
2 NisAN 1948: SABAHATTİN ALi YoiA ÇıKıYoR 333
ABiDiN NE DiYOR? 336
BiR MAYIS 1948: ANKARA'DA 339
"KoMüNiZMLE MücADELE DERNEGi" 341
IS MAYIS ı948: ANKARA'DA MEYDAN 342
NAZlM HiKMET ŞiiRi DUVARI AŞlYOR 345
AH! CANlM İSTANBUL. AH! BOGAZİÇİ CANIMIN İçi 347
KAMELYA APARTMANINA 350
ARKADAŞlAR 354
ANKARA: YiNE 355
ANKARA'DA "TERZİLER TEVKİFAT!" 356
NAZlM HiKMET HALA HAPİS 357
I ÜCAK 1949: YAPRAK ÇıKlYOR 339
RESİM SERGİLERİ 365
ÜCAK 1949: SiYASET 368

ABi D i N D i N O 9
I NiSAN ŞAKASI: ŞADIRVAN 373
BARIŞ HAREKETİ 374
ABİDİN ANKARA'DA SERGİ AçıYOR 375
AsiDiN'iN FARKLI ARKADAŞL\RI, DosTu.Rr 378
YAZ GELDi: İSTANBUL'DA 381
NAZlM'DAN MEKTUP VAR 382
NAZIM SERBEST BıRAKILMALI 384
2 KAsıM 1949: NuHuN GEMisi GELiYoR! HEY! 387
Şu BiN DoKuz YüzELLi YrLI 391
AşıK VEYSEL'LE BiR GECE 392
AF ÇıKMlYOR 394
NAZIM HiKMET NE YAPACAK? 395
IMZA KAMPANYASI BAŞLIYOR 397
14 MAYIS 1950: NAzıM HAPis. SEÇiMLER "SERBEST" 398
Bu İşi ANCAK AsiDiN ÇözEDİLİR 400
İsTANBuL'DA DosTL\R DA VAR 401
MENDERS HÜKÜMETİNİ KURUYOR 404
NAzrM'r UNUTMAMAK 405
BARIŞ 406
İKi ZAMAN İKi MEKAN ARAsiNDA NAzıM ÖzGüR 408
DosTu.Ru. BiR ARADA 410
RuHi Su, NAzıM VE DiGERLERİ 412
TEKİR KEDi VE NAZIM 413
DENİZ VE NAZIM 413
"HAPiSHANE USULÜ USKUMRU" YER MİSİNİZ? 414
ABİDİN TüRKİYE'Yi TERK ETMEYE HAZIRL\NIYOR 417
ANA-ÜGUL RESİM TARTIŞIR. DAHA NE ÜLSUN? 419
İsTANBUL'DA BiR Ev SATIN AL VE YAN GELiP YAT ! 421
EYLÜL 1950 423
SiNEMADA: PoLis SEANS! 424
CADDE VE SOKAKL\RIYL\ ANKARA 425
ÜRHAN YEL 1914-1950 429
BiZDE BöYLE ÜLUR BARIŞ 430
ANKARA'DA SERAMiKLER EYLEMDE (!) 431
1951 Ynı 435
GAZETEci ÜL\CAK YAŞAR 435

10 iÇiN DEKi LER


NA.zıM HiKMET TüRKİYE'DEN AYRILMAK ZoRUNDA KALlYOR 438
İsTANBUL'DA Ev-ATÖLYE 444
ÖNCE KuRBAN ŞART 445
İLK MisAFiRLER PoLiSLER 449
İsTANBUL'DAKi SoN YAz 452
EKİM 1951: SıKINTI 457
ABiDiN GöZALTINA ALINIYOR 459
KAsıM TEDiRGİNLİGİ 463
NiHAYET PAS-A-PORT 463
25 OcAK 1952: YENİKÖY'DE NüFus HüviYET CüzDANı 466
İSTANBUL'DA ÖGLE ÜZERİ: BiR ÇiFT 467
0 GECE 469
ROMA'YA YOLCU VAR 470
AKŞAMÜSTÜ BoGAziçi'NDE 472
ABİDİN PIRRRRRR PIRRRRRR 474

ABi Di N DiNO II
BİRİ NCİ B öLÜ M

İÇ SÜRGÜN: ÖNCE MECİTÖZÜ

TARABYA'DAN TüNEL'E
akşamüzeri Güzin, Tarabya'da yaz dinlencesi için kiraladığı oda­

O dan çıktı. Akşam Abidin'le randevusu var. Asmalımescit'te bir ba­


rın iç dekorasyonunu üstlenen Abidin, böylece geçimi için birkaç
kuruş kazanmanın yolunu bulmuştu. Daha iyi günleri bekleyerek. Tarabya
İskelesinden yolcu vapuruna bindi Güzin. Şirket-i Hayriye vapuru bu, ev­
lere şenlik. Abidin'le buluşup herhalde Abidin'in Galata Kulesi yakınında
"nöbet tutan" atölyesine gideceklerdi. Herhalde. Vapur iskeleden ayrıldı.
Onutulacak gibi değil o akşamüzeri. Güneş alıp başını gitmiş ama ışıkları
hala gündüzü sürdürüyor. Hani o eylül aylarının sedef ışığı var ya, işte o
sedef ışık. Vakit geç ama o sedef ışık içinde yolculuğun tadı bir başka. San­
ki hiç bitmeyecek gibi. Bütün Boğaziçi/Canımın içi o ışığın içinde. Yıkanı­
yor. Pırıl pırıl bir deniz. Güzin o ışığın içinde, ışık da onun içinde. Hem
Boğaziçi'nin hem Güzin'in içinde. Ne güzel bir hava. Eylül ayı bütün gü­
zelliklerini takmış takıştırmış ve kalkıp İstanbul'a gelmiş. İ stanbul, Boğa­
ziçi, Şirket-i Hayriye vapuru yolcuları o ışık ve o güzellik içinde yok oluyor­
lar. Vapur belki Beykoz'dan kalkıp Tarabya'ya geldi. Oradan da belki Yeni­
köy'e uğradı. Belki karşıya geçti yeniden. Beşiktaş yaptı. Belki. Güzin gü­
vertede ışık içinde, güzellikleri seyreyleyerek düşüncelerinin derinliğinde
mutlu. Birdenbire Karaköy. Oradan Tünel'e ulaştı Güzin. İki adımlık yer.
işte geldik: Su Terazi Sokak. Tünel'i Pera Palas'ın sokağına bağlayan kü­
çük sokak. İşte Abidin'in dekorasyon işini yaptığı bar. Ama Abidin yok.
Çok iyi bir arkadaşı olan ressam Fuat işi sürdürüyor. Merdiven üstünde ta­
vanı boyuyor, Abidin'in başladığı işleri bitirmeye uğraşıyor. Güzin, "Abi­
din nerede" diye sorunca, merdivenin üzerinde hiç kıpırdamadan ve Gü­
zin'e hiç bakmadan, sanki birileri görmesin duymasın, sanki Güzin'le ko­
nuştuğu belli olmasın diye, "Abidin'i götürdüler ve giderken Güzin beni
sakın aramasın diye not bıraktı" diyor. Başını bile kıpırdatmadan.

ABi D i N DiNO
Sonrasını Güzin şöyle anlatıyor:
" Dünyam başıma yıkıldı sanki. Çok feci biçimde sarsıldım. Artık
Tarabya'daki evime dönemezdim. Nişantaşı'na ana-baba evine döndüm.
Derdimi annerne açtım. Derdimi ancak ona dökebilirdim:
- Abidin'i tevkif ettiler diyorum.
- Eyvah! diyor annem. İkimiz de korkuyoruz. Tevkifın sonunun ne-
reye nasıl varacağını bilemiyoruz çünkü. Hemen Minalara ve diğer arkadaş­
lara telefonlar ediyorum. Bu arada Leyla Ablalara çıktım. Üst katta oturuyor­
lar. Abidin'in abiası ve yeğeni Rasih Nuri İleri haberi almışlar önceden. Bi­
zim eve telefonlar geliyor ardı arkası kesilmeden. Babam da eve döndükten
sonra telefonlann böylesine sık çalması üzerine şaka bile yapıyor: 'Sanki Mis­
tir Eden tevkif edildi!' O sıradaki İngiltere Dışişleri Bakanını amınsatarak
Abidin'in tevkif edilmesinden bir süre sonra sürgüne gönderilece­
ğini öğrendik. Cevdet Kerim İncedayı'ya durumu ilettik CHP içinde etkili
bir isim ve milletvekili, babamın da yakın arkadaşı olduğu için bir şeyler ya­
pabileceğini umuyorduk. Ama Cevdet Kerim 'Sürgün konusunda maalesef
elimden bir şey gelmez' dedi. 'Sürüldü, sürüldü .. .' diye ekledi. Biz de o za­
man Tamam anla meseleyi, Abidin hiçbir şey yapmadı, neden sürüldü, ne
haindir ne de vatanı sattı' dedik. Ama Cevdet Kerim etkili olamadı. Baba­
mın arkadaşı İstanbul Emniyet Müdürü de 'Hiçbir şey yapamam' dedi.
Abidin Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle İstanbul Emniyet Mü­
dürlüğüne bağlı sivil polislerce gözaltına alınmıştı. Ve ne milletvekili ne de
emniyet müdürü bu konuda etkili olabiliyordu.
Bizlere Abidin'in 1 5 gün sonra sürgüne gönderileceğini söylediler.
Ama Abidin'i bir cumartesi günü, hiç beklemediğimiz bir anda alıp sürgün
ettiler. Aileden bir tek Rasih Nuri İleri'nin haberi olmuştu sürgün günün­
den. Abidin ona 'Beni aramayın, hele Güzin beni kesinlikle aramasın' diye
mesaj bırakıyor.
Güzin'in bana anlatlığına göre, Mina Urgan gibi yakın arkadaşlar
çok üzülüyorlar. Ama bu arada birçok sanatçı ve ressam arkadaşı da Abi­
din'e sırt çevirdi. Sürgüne gönderilince. Bir tek Avni Arbaş dost olarak kal­
dı. Bu işte elbette kıskançlığın büyük rolü var. Bahane olarak da Abidin'in
"komünist" olduğu ileri sürüldü. Dahası hem yazar olması, hem de iyi ya-

iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


zıyor olması da etkiliydi kıskançlık belirtilerinin ortaya çıkmasında. Abidin
olağanüstü üslubu olan bir yazar olarak sadece dost değil, epeyce de düş­
man rakip edinmişti. Hele eski kuşak yazarlar arasında.

"PARMAKSIZ HAMDi"
Abidin'i gözaltına alan sivil polisler onu Sansaryan Han'a götürdü­
ler. Abidin'in Pikret Mualla isimli kitabında anlattığı haliyle Sansaryan
Han: "Az ötesi Sansaryan kokar, yani sidik ve küf, tutuklanma kokusu ...
Çabucak geçelim ... " Ama bu defa Abidin "çabucak geçemiyor" maalesef ve
orada birtakım insanlar tanıyor: En başta " Komiser Harndi Bey." Abidin
onun portresini Kızılbaş Günlerim isimli minik ve sevimli kitabında (Sel
Yayıncılık, İstanbul, 2001) aynen şöyle çiziyor:
" Elini havaya kaldırarak: 'Mecitözü,' demişti bir parmağı eksik Ko­
miser Harndi Bey, 'ikamete memursunuz, sizi Medtözü'ne gönderiyo­
rum .. .' Sanırsın, Sultan İkinci Hamid, bendeleri Abidin kuluna tırnar ve
zeametler balışediyor ve el etek öpmemi bekliyor. Oysa sultan değil, kara
kuru, hırçın bir küçük adamdı İkinci Şube Şefi Parmaksız Hamdi.
Ama keyfi yerinde. Etrafına üşüşen, bekleşen sivil polislere sert
emirler veriyor, koşuşturuyor, zaman zaman odada fır dolanıyor, değil mi
ki elindesiniz ve sizin gibi daha nicelerin, değil mi ki canı isterse kimsenin
ruhu duymadan çeşitli yöntemlerle canımza okuyabilir, Harndi Bey keyif­
lenmeyecek de ne yapacak?
Parmaksız Harndi önce kendi kendine bir şeyler mırıldandı, masa-
daki kalemlerle oynadı ve sonra memnun bir sesle:
'Mecitözü' dedi tekrar.
'Neresi orası?' diyecek oldum.
'Görürsünüz efendim, görürsünüz' karşılığını verdi sıntkan komiser.
'Sadece biraz uzak, ama iki jandarma refakatinde gidersiniz. Hiç
merak etmeyin, neresi olduğunu gösterirler size.'
Derken kafasında ne estiyse esti, polislere:
'Alın götürün şunu' deyiverdi birdenbire sertleşerek...
Tamam. Tekrar deliğe tıktılar beni. Çok dar bir yer. Penceresiz. Ge­
ce gündüz yanan sert bir elektrik ışığı tepede ...

AaioiN D i N o 15
Zarar yok, ama Medtözü neresi? Nereye düşer, Akdeniz taraflannda
olsa duyardım adını, Karadeniz'de mi yoksa, yoksa Doğu'da mı Mecitözü?
Bu bilmece çok geçmeden çözülecek, kendimi Medtözü'nde bula­
caktım. Çorum'la Amasya arası bir yer. iri bir köyle kasaba arası, hoş ... "
Rasih Nuri ileri o günleri çok iyi anımsıyor:

"Bizim eve Sansaryan Handaki tutuklu Abidin'den bir mektup gel­


di. Aşağı yukarı şunu diyordu Abidin: Kimseyi telaşa vermeyin. Me­
sele fazla yayılmasın. Beni buradan yollayacaklar, şu şu şu eşyayı bir
valize veya bir çantaya koyup getirin. istediği bir diş fırçası, tarak, iç
çamaşın, ceket, palto, yani sürgüne gönderilecek bir insana gerekli
olan temel şeyler. İşin ilginç tarafı şu: Mektupta tarih kısmının ke­
silmiş olması. Tarih yok. Emniyetten resmen getirmişler mektubu.
Ben çantasını hazırlayıp Sansaryan Han'a bizzat götürdüm."

Güzin Dino'ya göre "Abidin İstanbul'da gözaltında bir aydan fazla


kalmadı." Rasih Nuri ileri bu konuda şöyle diyor: "Abidin Sansaryan
Han'dan üç veya dört gün kaldı."

SADECE ABi D i N DE DEGiL


O günlerde, Abidin gibi pek çok yazar, aydın, gazeteci, çizer, sanat­
çı sürgüne gönderildi. Daha önce isimlerini saydım.
Onlardan biri de Abidin'in "dev abisi" Arif Dino'dur. Pikret Mualla'da
Abidin şöyle yazar: "Kırk bir (Abidin tarih konusunda yanılıyor, ağabeyinin
ve kendisinin sürgüne gönderiliş tarihi kırk bir değil kırk ikidir. Abidin'in ra­
kamlarla arası hiç iyi değil, bildiğiniz gibi. M ŞG) yılında Develi'ye sürülmesi
o yüzdendir, elleri kelepçeli" (s. 30). Abidin, Çok Yaşasın Ölüler'de (Adam Ya­
yınları, İstanbul, 1985) Arif ağabeyinin sürgüne gönderilmesini epey etkileyi­
ci, biraz alaycı bir biçimde, gerçekçi ve son derece edebi bir dille yazıyor:

"Yine de, o yıllarda, aşkolsun yukarıdakilerel Arifin kurulu düzen


bakımından ne büyük bir tehlike oluşturduğunu bal gibi kavrayıp
onu apar topar Erciyes dağının arkasına Develi'ye sürdüler...

ı6 Iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


Arif başkalığı nedeniyle sü­
rüldü ve bu başkalığın devrimci gü­
cünü pekilla sezmişti 'ilgili makam­
lar'; kravatsız gezmesi bile kuşku ve­
rici idi besbelli. Hem Arif neden
bunca etkindi ? Elcevap: Bambaşka
tütün içen, yemek yiyen, giyinen, saç
uzatan, gözlük takan, şiir söyleyen
bir kişi; faşizme, faşistlere saldırıyor,
yerleşik kuralları hepten sarsıyordu.
Gereği görülüp haydi Develi'ye, Ada­
na'ya 'ikamete memur'! Yerinde bir
karar kuşkusuz, Hippy'lerden, Beat
Generation'dan, 68'cilerden çok ön­
ce ve bence daha ilginç yöntemlerle
yeryüzünde başka türlü yaşanırlığın
kanıtlarını vermiş idi...
Arif kelepçeli olarak Sansar­
yan Han'dan Parınaksız Harndi ta­
rafından yolcu edilmişti. Silahlı
dört candarma eşliğinde ve yaya Rasih Nuri i l e ri 1942'de.
olarak, Yeni Cami güvercinlerini
ürküttükten sonra, Karaköy iskelesinden Şirket vapuruna bindirilip
Haydarpaşa'ya ulaşması, garın merdivenlerini acelesiz ve dimdik çıkma­
sı, dört candarmanm yardımı ile üçüncü mevki vagona oturtulması, ona
yol boyunca rastlamış olan İstanbulluları dehşete düşürmüştür elbet!
Kirndi bu adam ? Kelepçeli bunca iri bir tutuklu, akşam gazetelerinin iri
puntolarla haber verdiği Karacaahmet Canavarı'ydı olsa olsa! Gel gör ki
bu tosun gibi adamın uzun kirpikli gözlerinin içi o kadar sevgi ve iyilik
doluydu ki...
Sivri külahlı Haydarpaşa Garı, bilirsiniz Anadolu'nun samurtkan ve
saygıdeğer kapısıdır. Ne var ki kelepçeler bileklerinizi sımsıkı sıkıyorsa, ce­
binizde bulunan paketten bir cigara çekip fitilli çakmakla yakmanıza, derin

ABiDiN DiNO
bir nefes alarak aldırışsız koca istanbul'un ve köpürmüş çivit mavisi denizin
suratına giderayak, bir 'veda' dumanı salmamza imkan yok demektir. Bildi­
ğim kadarıyla AriPin sürgün konusunda başkaca bir şikayeti olmamıştır."
Ama Arif öyle kolay kolay "ele geçirilememiştir." Bunun ispatı için
Mina Urgan'ı tanık olarak çağırmamız gerekiyor: Bir Dinazor'un Anıla­
n'nda (YKY, İstanbul, 1998, s. 228) yazıyor:

"Arif, politik sorunlarla pek ilgilenmezdi ama, savaş yıllarında, Abi­


din ve solcu bilinen başka aydınlada birlikte Anadolu'ya sürüldü.
Polisler, Abidin'in o güzel ellerine galiba parmak kelepçesi denen
bir acayip zırıltı takıp onu sanırım Çorum dolaylarında bir küçük
kasahaya sevk etmişlerdi bile. Gelgelelim, Arif saklanmadığı halde,
bir türlü bulunamıyordu nedense. Oysa, herkesten uzun boylu, al­
nındaki gözlükle, kalabalık arasında bile hemen göze çarpardı.
Bir sabah erkenden kapım çalındı. B ir de baktım Rasih Nuri
ileri, yanında o sıralarda Beyoğlu'nda da Beyazıt'ta da sık sık gö­
rülen entel tipinde, kolunun altında bir gazete, gazetenin içinde
iki üç kitap taşıyan, temiz yüzlü, efendiden bir delikanlı Arifin
nerede olduğunu onu en son ne zaman gördüğümü sordular ba­
na. Dün gece gördüğümü söyledim. S onra da 'O namussuz po­
lisler, Abidin'in başparmaklarına kelepçe takmışlar. Acaba ona
başka eziyetler de ettiler mi?' diye sordum. Kitaplı delikanlı, 'Mi­
na Hanım, biz hiç öyle şeyler yapar mıyız? Abidin B ey'e çok iyi
muamele ettik' diye açıklamada bulununca, temiz yüzlünün de
bir sivil olduğunu anladım. Meğer Rasih, hiç gizlenmeyen dayı­
sının polisten kaçtığı sanılmaması için, güvenlik güçleriyle bir­
likte onu arıyormuş.
Bizler de sokaklara dökülüp onu aramaya başladık. Nisuaz'da
bulahildik sonunda. Arifhemen karşıya geçip, 'Bunları akşam bana
getir' diyerek, İnci Pastahanesi'nden koskocaman iki kutu pasta
alıp bana teslim ettikten sonra Sansaryan'a götürüldü.
Akşam Haydarpaşa İstasyonu'na koştuk. Tren kalkmadan beş da­
kika önce, Arif, trenin penceresinden 'kutulan aç, ikram et' diye em-

ı8 iç SüRGÜN : ÖNCE M ECiTÖZÜ


retti bana. Kutulan açtım; herkese, polislere, jandarmalara, Arifin
dostlanna pasta servisi yaptım. Çikolatalarla kremalan ağızlarımıza
burunlanmıza bulaşmış bir halde, Arifi sürgüne uğurladık."

Rasih Nuri İleri'ye bu meseleyi sorunca bakın ne ilginç şeyler anlattı:


Arif, Abidin'den üç dört gün sonra yakalandı. Beni zorla M ina'ya
şuraya buraya polis götürdü. Güya Arifi aramak için. Olay şöyle başladı:
Polisler önce bizim eve geldiler. Doğal çünkü bizim ev abiasının yani an­
nem Leyla Dino-ileri'nin evi ve Arif zaman zaman bizde kalıyor.
- Arif Dino'yu arıyoruz dediler.
- Şu anda yok dedim.
Onu arayacağız sen de bizimle geleceksin dediler. Reddedemezdim.
Şüphelenecekier başka meseleler çıkacak, vb. Mecburen onlarla çıktım.
Polislerin elinde bir adres listesi var: Arifin arkadaşlarının isimleri
ve adresleri yazılı. Mina'ya gittik. Kitabında anlatıyor. Biliyorsun. Şimdi bir
şey anlatacağım, daha önce hiçbir yerde yazmadım. Ama burada anlatabi­
lirim sanıyorum. Polisleri başımdan savmak için tam Yüksek Kaldırım'dan
geçerken bir sululuk yapayım dedim.
Arif çok defa kerhaneye gider, belki oradadır dedim (Gülüyoruz) .
Bana inandılar. V e polislerle birlikte ben de hayatımda ilk kez bir kerhane
baskını yaptım. ( Katıla katıla gülüyoruz.)."
O zaman şu soruyu sordum: "Arif gerçekten gider miydi?" Yanıt
şu oldu:
"Yok canım. (Daha çok gülüyoruz.) Rasih Nuri ileri anlatımını
sürdürüyor:
" Bu masum 'işletme' faslından sonra polisin listesini izleyerek Mi­
na'ya, Halefe (Halet Çambel) ve belki başka arkadaşlarına gittik. Ama
Arifi bulamadık. Sonra nasıl yakalandı bilmiyorum. Ama İstanbul küçük
yer neticede buldular
Rasih Nuri ileri'ye bakiava meselesini de sordum. Şöyle yanıtladı:
"Arif yakalandıktan sonra Sansaryan Handa iki üç gün kaldı. O ara­
da bana haber iletti ve istediği üzerine bir veya iki kilo kutu bakiava aldım
götürdüm. Artık bilmiyorum kendisi için mi polisler için mi?

ABi D i N D i N O 19
İşte böyle, aynen böyle, Arif Dino İ stanbul'dan alındı, elleri kelep­
çeli, ama ikramını unutmadan, dört jandarma gözetiminde, Kayseri'nin
güneyindeki Develi kasabasına sürgüne gönderildi. Abidin ise çoook uzak­
lara, Develi'den gidilmesi mümkün olmayan bir yere: "Leblebi ülkesi" ama
asla "leblebistan" olmayan Çorum'un güneydoğusundaki Mecitözü'ne.

HAYDARPAŞA'DAN KALKAR ANADOLU


Herkes ve her şey, İstanbul'da, mutlaka Haydarpaşa Gan'nda kesişi­
yor, karşılaşıyor, birleşiyor ve aynlıyor. Böyle bu. Bu gar inşa edildiğinden, ilk
tren kalktığından bu yana. Çorum'un "hoş" kasabası Medtözü'ne "ikamete
memur" Abidin de bu gardan geçecek nitekim. Anadolu'nun kapısı çünkü.
Nazım Hikmet'in İnsan Manzaralan'nı gel de anma şimdi. Mümkün mü?

"Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat 15.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.

Abidin gara nasıl getirildiğini bakın nasıl aktarıyor:

"Haydarpaşa Garı.
Boz Mehmet'le yan yana Sansaryan Handan çıkıp, Yeni Cami'nin
kuşlarını ürkütüp (elbette yaya ve kelepçeli olarak, ikişer jandarma eşliğin­
de) , hınca hınç Kadıköy vapuruna nasıl bindiğimizi, Haydarpaşa Garı'na
nasıl indiğimizi, hele ondan sonraki yolculuğu anlatacak değilim, hem
uzun sürer, hem de merak edenler daha güzelini 'İnsan Manzaralan'nın
Haydarpaşa bölümünü okumakla, seyahatimizin ayrıntılarını üç aşağı beş
yukarı öğrenebilirler.

20 iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
(ve) telaş"

Abidin'in götürülüşünden Rasih Nuri İleri'nin haberi var. Ve Rasih


Nuri İleri dayısını Gar'da bekliyor. Güzin'in bana anlatlığına göre "Bir O
(Rasih Nuri ileri) haber alıp, koşa koşa vapura yetişiyor. Vapurdan Gar'a.
Trene yetişiyor. Tasavvur edin Abidin'e ne götürdüğünü: Küçük bir kava­
noz hardal." Rasih, herhalde Abidin'in Çorum'un Medtözü kasabasında
Kasap Şükrü'nün evinde misafir edileceğini sanki önceden biliyor. Kasap
evinde kalan çok et yer nasıl olsa. Çok et yiyene de herhalde hardal lazım
olur? Her neyse neden hardal götürdüğünü en iyisi Rasih Nuri ileri'ye sor­
mak. İşte yanıtı: "Hatırlamıyorum. Hardal götürmüş olabilirim. Annem
verdi veya herhalde kendisi istemiştir." Abidin'in şunu söylediğini, sıkı sı­
kı tembih ettiğini biliyoruz: "Güzin sakın beni aramasın! "
Rasih Nuri İleri, Abidin'in sürgüne gönderilmesi sonrasında Ka­
mondo Han'daki atölyesinin akıbetini sorduğumda bana şunları anlattı:

"O atölyeyi biliyorsun. Liman Sergisi orada düzenlendi. Ben de ora­


ya giderdim. Sanatçıları, yazarları, şairleri dinlerdim. Abidin sürgün
edilince, nasıl olsa bir-iki seneye kadar dönerse atölyesini bıraktığı gi­
bi bulahilsin diye, o atölyeye ben yerleştim ve Abidin'in eşyasını mu­
hafaza ettim. Hatta bu arada Arifin eşyasını da oraya taşıdım ve yer­
leştirdİm mahsus. Ailede doğru dürüst eşyası, koleksiyonları, kitap­
ları olan insan Arifti. Resim dersen İbrahim Çallılar, Avni Çelebiler
vardı birçok, Hakkı Anlılar da ve başka birçok önemli resimler de.
Otuz adet Bedri Rahmi de vardı ayrıca. Arifte müthiş hoş kitaplar
vardı. Dino ailesinden gelenfkalan akıl almaz derecede değerli kitap
koleksiyonu. Arif Abidin Paşa'dan beri gelen birçok şeyi saklaınıştı
ve bu tür şeylere kendisi de son derece meraklıydı. Evet ailede bu tür
işlerle uğraşan tek kişi oydu.
Abidin'in atölyesinin kirası on altı liraydı. Ve ben çok iyi iki arkada­
şırnla, Tevfik Fuat Kent ve Fuat İzer ile orayı tuttum. Daha çok Fuat

ABi D i N DiNO 21
İzer'le ben kalıyorduk orada. Fuat İzer ressamdı. Zeki Faik İzer'le her­
hangi bir akrabalığı yok. Son derece sevimli bir arkadaşımdı. Tevfik
Fuat Kent daha çok edebiyata meraklıydı ve dergilerde yazıyordu. Hat­
ta bir ara Arif üzerine bir kitap hazırlamaya başladı. Ben de kendisine
bilgi vermiştim. Ama bu kitap çıkmadı.
1 946 sonunda Havagazı Şirketi'nden ayrıldım ve bilinen siya­
si gelişmeler sonucunda (ı6 Aralık 1 946'da iki sosyalist partinin
kapatılması, yöneticilerinin tutuklanması, yayınlarının yasaklan­
ması, vb. M ŞG) siyaset yapamaz durumda kalınca ekmek paramı­
zı çıkarabilmek için o atölyede Fuat İzer ile serigrafçılığa başla­
dım. Yani uzun sözün özü Abidin sürgüne gönderildikten sonra
atölyesinde dört beş yıl kaldım. Eşyasını muhafaza ettim. Arifin­
kileri de."

YOL ARKADAŞLARI{YOLDAŞLARI
Abidin Haydarpaşa Garı'nda Arifin de çıkageleceğini sanıyor, ama
Arif görünmüyor: "Belki Arif de çıkagelir umuduna kapılmıştım, fakat ha­
yır; Parmaksız Hamdi, Arife haşmetlıl Erciyes Dağı'nın doğu eteklerinde
Develi kasabasını yakıştırmış."
Rasih Nuri ileri'nin aniattıklarından şu ortaya çıkıyor: Arif Dino,
Abidin yola çıktıktan sonra tutuklanıyor. Ve Abidin'den sonra sürgüne
gönderiliyor. Arada anlaşılan birkaç günlük bir fark var.
Evet Arif gel(e)mez ama başka bir yol arkadaşı daha çıkar. Sözü Abi­
din'e bırakıyorum:

"Derken, iki jandarma arasında Nudiye Hüseyin' e rastlamayalım mı?


Ne garip şey, üzülmedense seviniyar insan tutuklu bir tanıdığa
rastlayınca!
Tren başında anlaşıldı ki, Nudiye ile beraber yolculuk edeceğiz.
O yüzden sevinçli o da! (İnsanoğlu nelere sevinmiyar ki!...)
Her birimiz başka tarafa. Yollarımız ayrılacaktı ama Boz Meh­
met ve Nudiye Hüseyin'le yol arkadaşlığı edecektik (altı jandarma­
yı saymazsak). Tren yolcuları için oldukça ilginçtik anlayacağınız.

22 iç SüRGÜ N : ÖNCE M ECiTÖZÜ


Tren arkadaşlarımı tanıyordum. Boz Mehmet, kimi gün Ahmet
Dede ile Bayezit Kahvesine uğrar; sanat üstüne, siyaset üstüne tar­
tışmalanmıza şakalanmıza kanşırlardı. İkisi, işçi çevresinin gör­
müş geçirmiş, sevecen bilgeleriydiler, ikisi de cin gibi.
Boz Mehmet'le -tesadüf- Sansaryan Han sefasında yan yana,
fakat ayrı birer 'deliğe' tıkılacaktık. Öğretici bir komşuluktu benim
için; şimdi de sürgün seferine beraber çıkacaktık. ..
Nudiye Hüseyin'i ta 193o'ların başından beri tanırdım. Babı­
ali'de eli kalem tutan, güzel, kalender bir kadındı."
Rasih Nuri ileri hem bana anlattı hem de bir-iki yazısında değin­
di: "Abidin kurşun kalemle solmuş bir kağıt parçasına yazılmış bir
pusula iletti bana. Tramvaycı Mehmet ile parmak kelepçeli trende­
yiz. Tramvaycı Mehmet ünlü komünist Mehmet Bozışık'tan başka­
sı değildi."

"BAŞPARMAK KELEPÇESi "

Üç aydın, altı jandarmanın gözetiminde sürgü­


ne gönderilirken, ne olur ne olmaz "fırar ederler, kaçar­
lar" kim bilir neler yapabilirler, diye bakın işe ki polis
şeflerinin emri üzerine "ikamete memur"lann kelepçe­
leri akıl almaz "çapraşık demir taklavatlı" ve "kuramsal
bir sanat ürünü"ne benzeyen "koca vidalı bir maki­
ne"dir. Sigara içmelerine izin vermez ama ne gam ayrı­
lış anı gelip çattığında "yine de selamlaşma"lanna engel
olamaz. Kelepçeleriniz batsın emi! Abidin yazıyor:

"Hani Nazım'ın dizeleri vardır: Bileklerine takı­


lan kelepçeyi altın bilezik sayıp taşımış ya... Bi­
zimki biraz başka... Her şey bir yana, kelepçele­
rimiz bilezik değil, olsa olsa birer yüzüktü. De­
ğil mi ki, Harndi Bey dostumuz, bize nedense Kendi kaleminden
Abidin.
başparmak kelepçesi taktırmayı daha uygun bul­
muştu: Ortaçağdan kalma, çapraşık demir takla-

ABi D i N D i N O
vatlı bir şey. Kuramsal bir sanat türü ürün sanıp, Hilton müzayede sa­
lonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yan­
racak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insa­
nın iki başparmağını sırt sırta sımsıkı birleştiren, müzelik, acayip, ko­
ca bir makineydi bizim kelepçeler. Ne var ki, ayrılan dostların el sal­
lamalanna pek elverişli değildi demek istiyorum bu kelepçe cinsi.
Yine de selamlaştık pekala.
Tam tren kalktı, birdenbire, bir süredir trenimizin tepesinde do­
laşan kara bulutlar boşalıverdi üstümüze, korkunç gök gümbürtüle­
riyle. Pencereden sarkıp bakan diğer tren yolcularının şaşırmış ba­
kışları önünde ... "
Güzin'in bana anlattığına göre, Abidin parmak kelepçesi veya
başka bir şey ne olursa olsun, bir yolunu bulup ona bir mektup ya­
zabilmiş. Güzin anlatıyor: "Abidin'in sürgüne gönderildiğini öğ­
rendik. Abidin'den bana bir mektup geldi. Ama ne garip mektup
Ankara'dan postalanmış. Halbuki Abidin Medtözü'ne gönderiliyor
ve Ankara'da trenden inmesine müsaade edilmiyor, fakat trenden
Ankara'da inen sürgün yol arkadaşlarından birine rica ediyor, mek­
tubu veriyor ve böylece mektup Ankara'dan postalanıyor. Mektu­
bun içeriğini pek hatırlamıyorum, ama herhalde işte 'yolcuyum, gi­
diyorum' türünden bir şeyler yazmıştı sanıyorum. Mektubu maale­
sef bulamadık, saklamamışım herhalde."

"YiTiK B i R isTASYONDA"
Abidin ve iki jandarması Çerikli isimli "yitik bir istasyonda" indiler.
Boz Mehmet ile Nudiye Hüseyin'in daha gidecek yolları vardı. Başparmak
kelepçesine inat, zor da olsa dostlarının el sallamalanna baktı Abidin. Yol­
daşlarından ayrılıyordu Abidin: Yollar ayrıldığı için. Trende konuşulanları
ve olup bitenleri aklında tutarak, Abidin, vagon penceresinde gittikçe küçü­
len yoldaşlarına ve yolculara baktı bir süre. Sonra yağmurun böyle birden­
bire bindirmesine bir anlam bulmaya çalışıyor. Ama o da ne! "Bir bu eksik­
ti! Çerikli İstasyonu bir kulübeden ibaret, baktık ki az ötede topu topu, ya­
n yıkık, belki Selçuklulardan kalma bir han pusuda duruyor sağanaklar al-

iç SüRGÜN : ÖNCE M ECiTÖZÜ


tında. Jandarmalada seğirttik, hana attık kendimizi. Bir anda sırılsıklam ol­
muştuk ve ortada ne bir hancı vardı ne bir yolcu. Jandarmalar çakmak ya­
kıp, göllenip akmayan bir oda buldular zar zor. Derken uzaktan gelen ses­
ler fark ettik bir ara. Jandarmalardan biri keşfe çıktı. Haneıyı nihayet ara­
yıp bulmuş; mum ışığında rakı içip üç beş yolcuyla kumar oynuyormuş
öbür uçta bir yerlerde. Böylece, hele şükür birer şilte edindik ve de titrek bi­
rer mum. Mühim değil.
Jandarmalar sağ olsunlar, az bir azık ikram ettiler bana, fakat kelep­
çeyi -emir emirdir- çözmeye yanaşmadılar.
Darülbedayi tiyatrosunun en kötü piyesinde bile, bunca şıngırtılı
bir gök gümbürtüsü, harap odayı birden ışığa boğup yutan yıldırımlar;
bunca acemice, bunca kötü bir dekor olamaz!
Şiitelere uzandık. Ne var ki Bozkır yağmurundan kaçan yüz binler­
ce aç pirenin saldırısı başlayacaktı çok geçmeden. Sarılmıştık Avrupa'ya
saldıran Nazi panzerleri solda sıfır, öylesi sistemli bir savaşa ne jandarma
tüfeği ne de tutuklu direnişi karşı koyabilirdi. Dayanabilirsen dayan, hele
başparmak kelepçesi ile kaşınmak tümden olanaksız! Jandarmalar ne de
olsa Anadolu çocuğu, debelenip duruyorlar ama, mum ışığını gören bulut
gibi sivrisinekler de teşrif edince yapılacak bir şey kalmamıştı; zaman za­
man saniyelik bir mavi ışıkla merkezi aydınlatan yıldırımlar çakadursun,
kaşınmak imkansız. Birkaç saat umutsuzca direnciikten sonra, cehennem­
de bile olsa uyuyakalabileceğini anlıyor insan. Anlaşılan uyuya kalınabili­
nirmiş; sonunda bir uçuruma yuvarlanır gibi uykuya dalmışım ...
Ertesi sabah ortalık pırıl pırıl. Çerikli İstasyonu'ndan Çorum'a, Ço­
rum' dan Medtözü'ne nasıl gittiğimizi anlatmak için küçük bir roman yaz­
ınam lazım."

ÇoRUM
Orta Karadeniz Bölgesi'nin mütevazı kenti Çorum. Bak kapma kim
geldi? Abidin Dino nam ressam. Ne Paris, ne İstanbul, işte Çorum. Şirin.
Kendi halinde. Düzgün. İnsanları hoş.
Abidin Çorum'da ilginç olaylarla karşılaşıyor. Örneğin "Türkiye Çin·
gene kralının senelik düğünü," Çingenelerin derdest edilmeleri, yüz kadarının

ABi D i N D i N O
Abidin'in bulunduğu karakola düşmeleri. Abidin, vali tarafından çağrılıyor ve
orada Bedri Rahmi ile karşılaşıyor. Bedri Rahmi (Eyüboğlu) oraya resim yap­
maya gelmiş. Bedri Rahmi ile karşılaşması çok çarpıcı. Çünkü ikisi de aydın,
ikisi de ressam, ikisi de zaman zaman aynı dergilerde yazılar/şiirler yayınla­
dılar. Ama Çorum'da valinin makamında biri "resim yapmak için ziyarete
gelmiş" öbürü "ikamete memur." Birinin ismi Bedri Rahmi Eyüboğlu, öbü­
rününki Abidin Dino. Resmi kayıtlara böyle geçer o an. Resmi kayıtlara göre
yine o yıllarda/günlerde Çorum valisinin ismi Muzaffer Akalın olmalı.
1941'den 1943'e. 1943'ten sonra Sahip Örge tayin edilecektir. O artık ayrı hi­
kaye. Çorum'da başka şeyler de oluyor elbette. Evet, yine Çorum'da karakola
götürüldüğünde, Abidin, "Beni görür görmez karakolda bir 'yazıcı' jandarma
boynuma atılıyor: 'Sen Tophane esrarkeş tekkesinde resmimi çizen ağabey değil
misin?' 'Evet, benim."' İşte Abidin bu. Alın götürün sürgüne, en yitik Anado­
lu kentine, kasabasına, köyüne; her çevreden insan tanıyacaktır mutlaka.
Ülkesinin değişik kadarını, toplumunun değişik katmanlarını tanı­
mak herkesin harcı değildir, olamaz.
O günlerden, yoksa o günden mi demeli, iki fotoğrafımız var:
Birinde Abidin ile Bedri Rahmi. O gözünü sevdiğimin Anado­
lu'nun o eşi bulunmaz, kaplayıcı, sarıp sarmalayıcı gökyüzü altında. Boz­
kır'da işte kardeşim. Çorum yaylasıdır burası. Dehşet. "Barut mu, kükürt
mü, bir taş kokuyor." Kokar. Daha ne olsun? Abidin'in sırtında bir ceket,
boynuncia atkı var. İkisinin de iki elleri ceplerinde. Bedri Rahmi'de şık bir
kravat. İkisi de sanki biraz hüzünlü. İki genç adam, iki dost. Abidin üzgün.
Abidin'de bıyıklar delikanlı bıyığı. Birkaç yıldır bıyık merakı var Abidin'in.
inanmayan fotoğraflarına, hele 1941'li ve 1942'li hatta 1943'lü fotolarına
bakabilir. Bedri Rahmi o gün mü hediye etti o güzelim desenini Abidin'e?
Yıllar sonra Güzin buldu bu deseni. Ve bir gün, Paris'teki ev-atölyede ken­
disini ziyaret ettiğim bir gün, 23 Kasım 2004'te, dile kolay altmış iki yıl
sonra, Güzin bana aynen şöyle dedi, son derece mutlu: "Çerçeveleteceğim.
Yukarıda buldum. Herkes görsün diye çıkarıp, buraya koydum." Güzin'in
alt katta oturduğu koltuğun sağında, kalariferin üstündeki rafa yerleştiril­
miş desen, yaşanmış bir dostluğun tanıklığı gibi o günü bizimle geçirdi.
Memnun: Desen memnun. Güzin memnun. Ben memnun.

26 iç SüRGÜN : ÖNCE M EciTÖZÜ


Abidin Dino Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Çorum-Mecitözü b ozkırında, 1942 eylül s onu veya ekim başı.
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

ABiDiN DiNO
Abidin Dino Çorum-Mecitözü bozkırında, Bedri Rahmi Eyübo�lu ile halkının içinde.
M �ı:ıtımus Güzel Koleksiyonu

İkinci fotoğraf aynı gün mü çekildi? Abidin ve Bedri Rahmi on dört


<;ocuk, kadın ve erkekle birlikte. Aslında bir tek kadın var. Bedri Rahmi te­
bessüm ediyor. Abidin'i bu fotoğrafta hemen bulmak kolay değil. Çünkü
biri kasketli üç çocuğun arasında diz çökmüş vaziyette. Profilden görünü­
yor. Ve Abidin de tebessüm ediyor. Oh ne güzel. İyi haber bu Güzin. Bu
insanların kimler olduklarını ne kadar çok bilmek isterdim. Bir varsayım
ya p ı la bilir belki, giyinişlerine bakarak. Biri oturmuş biri ayakta iki öğret­
men, diğerleri kasabalılar olmalı. Çorum mu? Medtözü mü? Meçhul.

Abidin yazmaya fırsat bulamadığı romanın/kitabın bölüm başlıkla­


rını bize miras bırakınayı ne iyi ki ihmal etmedi. Kızılbaş Günlerim'den ak­
larıyorum: Aynen:

"Yazılmamış kitabın bölüm başlıklarını yazayım diyorum, kestirme­


den, hiç olmazsa serüvenin üstüne bir fikir verebilir: ı) Çorum yay­
Iası barut mu kükürt mü, bir taş kokuyor. 2) Ben galiba buralarda ya-

28 iç SüRGÜN: ÖNce MeciTözü


şamışım neolitik çağda. 3) Yılda bir Çorum yaylasında toplanan Tür­
kiye Çingene kralının senelik düğününe rastlıyoruz. 4) Vilayet Sara­
yı'nın alhnda "mapusane." 5) Hapishanede aynı kızı seven iki kardeş
var, başka bir damat adayını güpegündüz birlikte vurmuşlar. 6) Va­
li Bey çağınyor. 7) Çorum'da resim yapmaya gelmiş Bedri Rahmi,
valinin yanında. Öpüşüyoruz. 8) Valiyi tanıyorum. istanbul emniyet
müdürüydü bir yıl önce. Çorum'a sürülmüş o da, nedense! 9) S. E.
S. dergisinde yayınladığımız, başka bir imza alhnda Nazım'ın bir şi­
iri yüzünden beni kibar bir sorguya çekmişti. Şiir ve de sanat merak­
lısı bir yetkili. Çok. 10) Ama böylece başparmak kelepçesinden kur­
tuluyorum ve jandarma karakoluna gönderiliyorum "mahfuzen." n)
Beni görür görmez karakolda bir 'yazıcı' jandarma boynuma ahlıyor:
'Sen Tophane esrarkeş tekkesinde resmimi çizen ağabey değil mi­
sin?' 'Evet, benim.' 12) Ondan sonra ikram kıyamet, karakolda kral
kesiliyorum. 13) Ankara'dan gelen keskin bir emirle, Çingene düğü­
nü bozulup dört bucağa dağıhlınca, yüz kadar Çingene bizim kara­
kolun sularına düşüyor. 14) Akşam ondan sonra sabaha kadar çal oy­
nasın. (Bereket versin yüzbaşı izinli.) Çingene kızları memnun, Çin­
gene kralı memnun, kraliçe memnun, çavuşlar memnun, ben mem­
nun. Sabaha kadar karakolda festival. Biz kız oynatmıyoruz, kızlar
bizi oynahyor. 15) Ertesi sabah öpüşüp helalleşiyoruz; yazıcı arkadaş
ve Çingenelerle, hepimiz mahmuruz daha. Yani, iki jandarma artık
kelepçe takmıyorlar bana. Açık kamyonda tekrar yolculuk."

Mecitözü'ne doğru. Mecitözü Çorum'a 37 hadi bilemedeniz 40 ki­


lometre uzaklıktadır. İki adımlık Onca yolculuk, onca serüvenden sonra
hiçbir şey bu. Henüz saat başı minibüs kalkınıyor ama yine de giden gele­
ni az değil. Mecitözü ve Çorum kapı komşusu gibi canım.

MECİTÖZÜ ALEVİLERi
Sürgüne gönderildiğİnizde sigara tüttürememek zordur mutlaka.
Ama sürgün daha da zordur. Hele kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ ba­
şındaysanız. Ama bazen şansınız yaver gider ve sevimli insanlara rastlaya-

AB i D i N D i N O 29
bilirsiniz. işte Abidin'i, Osmanlı'dan beri sürgün mekanı olmakla ünlü Ço­
rum kasabası Medtözü'nde böyle tatlı bir sürpriz bekliyordu.
Abidin o günleri, 199o'da France-Culture Radyosu için kendisiyle
uzun bir söyleşi yapan yakın arkadaşı şair Andre Velter'e şöyle anlahyor:

"Günün birinde kendimi Anadolu'nun ücra bir köşesinde buldum.


Sait Faik'in deyişiyle 'Haritada bir nokta.' Doğrusunu isterseniz ha­
ritada bulmak bile olası değil. Demiryolunun bile ulaşmadığı bir yö­
re. Ama olağanüstü halkı olan bir yer. Şansım benden yanaydı yine.
Ve Medtözü'nde Alevilerin içindeydim. Varır varmaz beni koruma­
ları altına aldılar. 'Hükümetin sürgüne gönderdiği biri, mutlaka iyi
bir insandır, mutlaka bizdendir' diyerek. Aleviler, tek eşli, kadının
kaçması filan yok, dostluk ve dayanışma içinde yaşayan insanlar.
Dış dünyaya açıklar. Şiir, dans ve alkolle, çok iyi şaraplarıyla Cem
ayinlerini yapıyorlar. Aralarındaki dostluk ve dayanışmaya, biz, bel­
ki on-on beş yüzyıl sonra varabiliriz. Belki hiç varamayız. Bizden,
bugünkü insanların pek çoğundan pek ilerideydiler. Bana kalırsa
bu konularda öncü insanlar Aleviler."

Evet, Medtözü'nün Alevileri, o güzel insanlar Abidin'i bağırlarına


bastılar. Abidin "yazılmamış kitabın bölüm başlıklarında" birçoğundan öv­
gü ve sevgiyle söz ediyor. Kahved Şükrü, Kasap Şükrü, her ikisinin de is­
mi Şükrü. Medtözü'ne vardığından beri peşini bırakmayan "velet," Kasap
Şükrü'nün annesi, Medtözü'nün ileri gelenleri ve "bölgenin Kızılbaş ön­
deri Piroğlu Halil." Hepsi Abidin'e "geçmiş olsun"a geliyorlar. Ve dehşet
bir yakınlık gösteriyorlar. Abidin çok mutlu. İşte belli olmuyor mu?
"16) Hele şükür, işte yeni ikamete memuriyetimin başkenti Med­
tözü! 17) Fena değil, hoş bir yer. 18) Harapça, kaymakamlık binası işte şu ...
19) Kaymakama çıkıyoruz, sanırsın kırk yıllık ahbap Kaymakam Sabri Bey.
20) Her gün jandarma karakolunda deftere imza atılacak, o kadar, başka
bir derdim yok, keka! 21) Cebimde topu topu iki buçuk kuruş. 22) 'Ser­
bes'im. Sokağa çıkınca başlangıçtan beri peşime takılan 'velet'e soruyo­
rum: Kahve nerede? 23) Şükrü'nün kahvesi (zaten başkası yok). 24) Şük-

iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


Abidin'in deseniyle Mecitözü Alevileri.

rü'nün kahvesinde ne kahve kalmış ne çay. 25) Ama bir şişe 'boğma'sı var
ki Şükrü'nün, 'ilk ağız', enfes, 'Fine Napoleo'dan lezzetli ama barut gibi,
kaç derece bilemiyorum. İcabına bakıyoruz. 26) Görünüşe göre başka eğ­
lencesi olmayan 'velet' bizi seyrediyor, sıtmadan titreyen iki köylü de var
dipte, yumulmuş, boğma içmeyi reddeden. 27) 'Boğma' şansını kazanmış
olmalıyım ki, Şükrü elini omzuma dayıyor: ' İkramdaş sayılırsın, bre sür­
gün Ağa' diyor. ' Eyvallah' diyorum. 28) Şükrü kapının eşiğinde saygılı du­
ran velede, 'Git Kasap Şükrü'yü çağır bakayım' diyor. 29) Kasap Şükrü se­
ğirtip geliyor. Kahveci Şükrü, Şükrü'ye: 'Sende oturacak bu can' diyor. El­
cevap: 'Başüstüne!' Oldu bitti. 30) 'Kira kaça ?' diyecek oluyorum. 31) 'Sus,
sus, ayıp ediyorsun, ne demek para...' diyorlar, koro halinde iki Şükrü bir­
den. 32) Kasap Şükrü'nün evi hoş, iki katlı bir köy evi. Avluyu, koca incir
ağacını, kuyuyu, ahırı, helayı ve evi saran yüksek bir duvar, çepeçevre kıv­
rılıyor. 33) Kasap Şükrü'nün anası Erzurumlu, uzun, zayıf, kupkuru, tünı
iyilik saçan bir yaratık, bir mumya. 34) Odam mükemmel, kerevetli, ocak-

ABi D i N D i NO 3'
lı bir oda. Ama tamtakır. Olsun. 35) Kasap Şükrü'nün dükkanı yok, kaçak
kesiyor hayvanları hesapça, o bakımdan etten yana sorunu yok, üstelik bul­
guru, şarabı, şusu busu tamam. Para vermeye kalkışıyorum, kıyamet kopu­
yor. Ana bir güzel paylıyor beni. 'Sus, ayıp ediyorsun evlat' korosu bir da­
ha sürüyor dakikalarca. 36) Bir 'cicim' albnda iyi bir uyku. Kerevette şilte­
siz de yatılıyormuş pek güzel. Zaten şilte de gelecek ertesi günü.
Mecitözü küçük ama şirin. Topu topu üç beş dükkan, birkaç ev, ka­
rakol, şu bu ... Şükrü'nün kahvesinde Mecitözü'nün önde gelenleriyle tanı­
şıyoruz artık. 'Geçmiş olsun'a geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğü­
mün nedeni uruurlarında değil. Çabucak farkına vanyorum ki, 'ikamete
memur' olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan 'terfi' edip, saygıdeğer sür­
gün 'payesine' yükselmişim bilmeden... 37) 'Yıllar önce Hüseyin Cahit Bey
de sizin gibi bize misafir olmuştu efendim' diyorlar, yaşlı iki Mecitözülü.
Hem Abdülhamid, pek seçkin sürgünleri, özellikle Mecitözü'ne gönderir­
miş... Ne şeref! Koltuklarım kabarıyor. Tevekkeli değil, II. Abdülhamid'den
sonra, II. Parmaksız Hamdi, bana buralarını 'tensip' buyurmuş. Meğer il­
tifat etmiş de kadrini bilememişim işte."
Evet, işte böyle. Çorum'un Mecitözü kasabası, Osmanlı İmparator­
luğu'ndan beri ve özellikle Abdülhamid döneminde sürgün yeridir. Siyasi
nedenlerle dışlananlar, tecrit edilmek istenenler, İstanbul'dan, o zamanki
başkentten, Dersaadet'ten (bu isim işte böyle durumlarda bilhassa gerçek
tanırnma ulaşıyor mutlaka!) uzaklaştırılıyorlar. Kimler var kimler sürgün
edilenler arasında. Hele Güzin'in ve Abidin'in ailelerinden...
Güzin, Abidin'in ilk sürgünlük günlerine ilişkin şunları anlahyor: "Abi­
din varınca kasabaya, jandarma onu bir kasabın (Kasap Şükrü) evine yerleştiri­
yor. Bir taş odaya. Hiçbir şeyi olmayan. Ne çanak çömlek. Ne masa, ne sandal­
ye. Ne hiçbir şey. Hiçbir şeysiz bir oda. Yere doğrudan doğruya gazete filan se­
rerek yemek yiyor, yine gazete sererek yerde uyuyor. Tam bir yokluk içinde."

PİROGLU HALIL
Mecitözü Alevileri güzel insanlar, Piroğlu Halil onların lideri ve O
da Abidin'i görmek, tanımak, söyleşmek ister. Bir gün çıkagelir nitekim.
Abidin yazıyor:

32 iç SüRGÜN: ÖNCE MECiTÖZÜ


"İki üç gün geçti geçmedi, sabah erken Kasap Şükrü heyecandan
nefes nefese daldı odaya: 'Çabuk, kalk kardeşim. Piroğlu Halil ziya­
retine geliyor!'
Uyku sersemi, neye uğradığıını pek anlamadan kalktım, şilte, yor­
gan acele dürüldü. Bir de pencereden baktım ki, avluda, kırbaç elde
beş-on çizmeli adam, bekleşiyorlar aşağıda. Yoksa basılıyor muyuz, ne
oluyor, tatsız şeyler mi patlak verecek demeye kalmadan, Piroğlu Ha­
lil yavaşça odaya girdi. Uzun söze ne hacet! Öylesine bir saygı, ömür
boyu ne gördüm ne de göreceğim vardı bir daha. Piroğlu'nun arkasın­
da duranlar elpençe bekleşiyorlar karşımda. Buyur ettim kerevete mi­
safıri. Karşılıklı hoşbeş, hal hatır sormalar filan... Bir türlü neye uğra­
dığımı, misafırin kim olduğunu, ne istediğini kestiremiyorum. İyiye
alamet! Kasap Şükrü'nün anası seğirtip elini öpüyor Piroğlu'nun.
Çok geçmeden kahve getiriyor, bir erkan, bir nezaket, saraylar­
da böylesi yok. Çok geçmeden anladım ince, çevik. cesur misafiri­
min kim olduğunu. Piroğlu Halil, bölgenin Kızılbaş (Alevi olma­
lı. M ŞG) önderi.
Bunca ikram elbette bana değil. herhangi sürülmüş, başı derde
düşmüş bir insana, gurbet yolcusuna gösteriliyordu.
Koca Anadolu, öylesine denemiştİ ki, tepeden inme yüzyıllık
buyrukların, fermanların, emirlerin, zorbalıkların baskısını, kendi­
liğinden bir dayanışma çıkıyordu ortaya. Siyasaldan öte insansaL
Sultanlık arkasından Cumhuriyet, tamam da, Anadolu kendine
özgü hayatını yaşıyordu yüzyıllar içre töresiyle, hoşgörüsüyle, sevgi­
siyle. İnsanoğlunun kutsallığına inancını yitirmeden, eziyetlere al­
dırmadan doğur doğurabildiğin kadar Anadolu."

Bu güzel insanın fotoğrafı A'dan Z'ye Abidin Dino'da da (YKY, İs­


tanbul. 2000, s. 156) görülebilir. Bu kaynaktaki "Kızılbaşlar" (Aleviler ol­
malı. M ŞG) maddesi şöyle bitiyor:

"Dünya ile özdeşleşmiş insanoğlunun kutsallığına inanmış bir ül­


kedir Anadolu.

ABiDiN DiNO 33
İşte benim Kızılbaş (Alevi. M ŞG) günlerim
böyle başladı.
Hacı Bektaş Veli'nin dediği ne güzel:
'Yeryüzü etim benim
Akan sulardır kanım."'

Güzin'in değişik tarihlerde bana


anlatlığına göre, Piroğlu ile Abidin arasın­
da şöyle bir konuşma geçiyor:
Piroğlu Abidin'e
- Gel seni köye götürelim, orada
daha rahat edersin diyor.
- Teşekkür ederim ama ben bura­
dan ayrılamam, ikamete memurum, her
gün karakola gidip imza atmarn şart diyor
Abidin, kibarca.
- Sen o işi bize bırak, biz hallede­
riz, kaymakam adamımızdır.
-. {·....._ - Yok olmaz, öyle şeylere girmeye­
�· lim. Şimdiye kadar başımıza zaten birçok
Yörenin Alevi lideri Halil Piro�lu dert çıkh, bu kadarı yeter.
ıg68'de. Foto�rafın altına "Rahmetli - O zaman gelir ara sıra seni köye
Peder Halil Piro�lu notunu düşen
onun kızıdır. Foto�rafı mayıs ıg68'de bizzat götürürüz diye bitiriyor Piroğlu Halil.
Paris'e kadar gelip Abidin'e Piroğlu Abidin'i böylece kanatları
teslim eden kızı.
altına alıyor.

ATLlLAR
Ve hemen ertesi günü, sabah on-on beş atlı geliyor. Atlılar taş oda­
yı donatmaya geliyorlar. Şilte mi istersin, al sana şilte. Keçe mi keçe. Halı
mı halı. Yorgan mı yorgan. Kilim mi kilim. Ne istersen hepsi var. Erzak fi­
lan da. Böylece Abidin'in taş odasını biraz yaşanabilecek hale koyuyorlar.
Kilimler, halılar içinde taş bir oda yaşanabilir hale gelebilir mi? Bilinmez.
Yaşar Kemal'in bir yerde şunları yazdığı ise biliniyor: "Çorum'da Mecitö-

34 iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


zü'nde bir bilge kilim dokuyucusu ona arkadaşlık etmiştir." Bu kadarı ye­
ter. Dokumacı ile okumacı arasında bir "d"lik fark vardır sadece. Bir "d"lik.
Atlılar geldikleri gibi, Kasap Şükrü'nün kaçak hayvan kestiği ve bir an­
lamda mezbaha gibi kullandığı avludan atlanna atlayıp ayrıldılar. Abidin için
gelmişlerdi. Abidin'i sevdiler bir kere. Ve bu bir kere yeter. Ömür boyunca.
Atlılar daha sonra yeniden ve yeniden geldiler Abidin'i almaya. Kö­
ye götürmeye. Yaylaya çıkmaya. Abidin bir-iki gece misafir ediliyor. Cem
törenlerine katılıyor. izliyor Abidin. Dinliyor. Öğreniyor Alevileri, gelenek­
lerini, göreneklerini, "ağızlarını" fdillerinifşivelerini.
İstanbulları, Odessaları, Leningradları, Cenevre ve Parisleri, Lond­
ra, Oxford ve Moskovaları ve daha bilmem nereleri, bütün büyük ve küçük
kentleri tanımış olan Abidin, artık Anadolu'nun göbeğinde halkıyla iç içe­
dir. Ve böylesi bir iletişim, böylesi bir etkileşim mümkünü yok mutlaka ya­
ratıcılığa gebedir. İşte belgesifişte ispatı: KEL.

KEL DiYE PiYES M İ ÜLUR?


Evet, olur. Hem de bal gibi olur. Abidin'in sürgün yaşanhsının ilk kıs­
mının kimi yansımalarını Abidin'in kaleminden Kel isimli oyununda bulabi­
liyoruz. 1943'te Adana'da yazıp 1944'te yayınlathğı oyun maalesef hemen
toplahldı. Bakanlar Kurulunun aldığı kararla. Ve "derhal." Kel müthiş bir
oyundur. O günlerinin yansıması olmasının dışında, çevresini o kadar kısa
zamanda tanıyan ve değerlendiren Abidin'in "Yazar olarak" çıkışını muştula­
yan bir eserdir. Daha sonra Adana'da ise Verese isimli oyununu kaleme aldı.
Abidin'in Kel ve Verese isimli piyeslerinde sürgün yaşanhsına ilişkin
kimi öğeler bulunuyor. Bu iki eser yazıldıklarından epey sonra, 1996 sonun­
da yayınlandı, Adam Yayınlannca. Kel'in ikinci basımıdır bu, Verese'nin ise
ilk. Bu iki piyes Abidin Dino'nun az bilinen yönlerinden birini, "yazarlığı"nı
ortaya çıkarmalan açısından anılmaya ve incelenmeye değer. Sadece bu ka­
dar da değil. Abidin'in ne kadar iyi bir gözlemci -neredeyse toplumbilim­
djsosyolog diyeceğim- olduğunu da ispatlıyor. Aslına bakarsanız Abidin Di­
no'nun yazarlığını ispatlayan başka örnekler de var: Birçok makalesi, dergi ve
gazetelerde bırakhklan. Abidin Dino ressam olduğu kadar yazardır da. Kel ve
Verese isimli piyeslerinin tarihi önemi hem bu özelliğinin ilk örnekleri olma-

AB i D i N D i NO 35
lan, hem de daha sonra tartışılacak ve tartışması sürecek olan "köy romanı"
konusunda ilk örnekler arasında bulunmalandır. Bunlar roman değildir el­
bette, ama köylüyü, köyü ve köy emekçilerini betimleyen önemli yapıtlardır.
Kimi "Şehirli yazar köy romanı yazamaz, (çünkü uzaktan görmüştür
(!?), yaşamamıştır. Köyü ancak köyde yetişen, köylü olan romancı yazabilir"
demektedir. 196o'lı yıllarda çok tartışılan konulardan biri buydu: "Köylü köy
romancısı" ile "şehirli köy romancısı" arasındaki uyuşmazlıklar...
Bir ara ise "ilk köy romanı" hangisidir meselesi tartışıldı: Ebubekir
Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa'sı mı (1908 ya da 191o'da yayınlandığı söy­
leniyor), Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ı mı (1932), Sabahattin
Ali'nin Kuyucaklı Yusufu mu (1937) , Samim Kocagöz'ün Bir Şehrin İki Ka­
pısı mı? (Köy-kasaba arasını anlatan yapıt 1948'de yayınlandı.), Mahmut
Makal'ın Bizim Köy'ü mü (1950), Yaşar Kemal'in İnce Memed'i mi (1955),
Fakir Baykurt'un Yılaniann Öcü mü (1958) ?
Bu isimler ve kitaplar sıralanır ve tartışılır. Yazar olan yazarların
romanlarıdır tartışılan. Bu arada unutulanlar da vardır. Örneğin, Reşat
Enis Aygen ve romanı Toprak Kokusu. Abidin'le 1987'de bu konuları ko­
nuştuğumuz bir gün, Abidin, Reşat Enis'in yapıtını övmüş ve nasıl yazdı­
ğını anlatmıştı. Çetin Altan, Abidin'in vefatı sonrasında dostunu anmak
için kaleme aldığı köşe yazısında şu notu düşüyor: "İsmayıl Hakkı Balta­
cıoğlu arşivinde/koleksiyonunda Abidin'in yaptığı bir Reşat Enis portresi­
ni gördüğümü anımsıyorum. " Reşat Enis, Yeni Adana gazetesinde çalışır­
ken toprak ağalarını dinleyip notlar almış ve ciddi bir çalışmadan sonra ki­
tabını yazmış. Toprak Kokusu 1944'te yayınlandı. Şükran Kurdakul, Şair­
ler ve Yazarlar Sözlüğü'nde (Cem Yayınevi, İstanbul, 1 985) , Reşat Enis'in
1940-1945'te Adana'da çıkan Bugün gazetesinin yayın müdürlüğünü yap­
tığını belirtiyor ve şunları ekliyor: "Adana'da bulunduğu yıllarda yayınla­
dığı Toprak Kokusu üzerine kovuşturma açıldı, heraat etti." Kurdakul, ya­
...

zarın "kişilerinin çok canlı ve bizden oluşunun ve halk dilinden faydalan­


masının" da altını çiziyor.
Ebubekir Hazım Tepeyran'a gelince, o, kişiliği ve yaptıkları yanın­
da yazdıklarıyla da dikkat çekiyor. Yapıtlarında "köylü sözleri mümkün
mertebe kendi lisanlarıyla düşünülüp yazılmıştır. Küçük Paşa'da çevrenin

iç SüRGüN: ÖNCE M ecirözü


ve olayların anlahlışı ve kişiler, ruh hallerinin çözümlenmesi bakımından
üstünde durolmaya değer."
Bu açıdan bakılınca Abidin Dino, yazar olarak, Ebubekir Hazım ve
Reşat Enis gibi, "kahramanlarının" çevresini son derece yetkin bir biçimde
gözlemiş, değerlendirmiş ve kendi dilleriyle, birçok dilleriyle ve kendi ruh
halleriyle vermiştir.
Medtözü'nde birlikte olduğu ve yakından izleme olanağını elde ettiği
insanlan Kel'de, biz de onlarla oradaymışız gibi, anlahyor ve duyumsahyor.
İki perdelik oyun, Abidin'in köyü, köylüyü, kasabalıyı ve emekçile­
rini anlatan bir yazar olduğunun ispatıdır.
Dil son derece önemli yapıtta. Her "kahraman" kendi diliyle, kendi
"ağzıyla" konuşuyor. Sözcüklerin, hele yeni olanlarının, seslendirilişi tü­
müyle kişisel. Renkli. Canlı. Ve neredeyse görseldir. Görüntüseldir. Örne­
ğin zerzele sözcüğüyle her şey verilmiştir. Hem dilde hem coğrafyada yer
yerinden oynamaktadır. Veya daha sonra kaleme aldığı Verese'deki sözcük­
ler: Örneğin filan festekan.
Dilden sonra kişiler/kahramanlar gelir. Gelir gelmesine de Abidin sı­
navından hepsi "geçemez." "İhbarcı mütekait"i ele alalım. Sürgündür o da.
Ama elinde değil. "Jumalini" mutlaka yapacak. Ne de olsa kötü alışkanlık.
Öteden beri, Abdülhamidlerden beri yapar. Jumalcidir kendileri.
"İkamete memur takımından Banker Selim" ismiyle tanınan şahıs
da pek kötüdür. Aşçıdır. Pespaye bir tiptir. Mebrure ile Selim, Kel'de (s. 49-
so) döktürüyorlar. İşte numunelik birkaç cümle:

Mebrure: Buz gibi yataklarda yatamam. Selim Bey, lafımı dinle,


kocarnı kimseye kapturnam (Ellerini gösterir). Bu ellerirole İz­
mir'de ıo sene ölü yıkadım, kocarnı kaptırmam, ben insanı gö­
zünden anlarım, seni bilirim. Seba Melikesi seni, ahçı parçası se­
ni, ben soğuk yataklarda yatamam!

Selim: O senin soğuk yatağını Postacı da �ilir, Mübaşir Ahmet


de bilir, Kasap Hüseyin de bilir, daha sayayım mı!
Mebrure: Uydur, uydur söyle, pis!

A B i D i N D i NO 37
Selim: Teneşir suratlı karı, melun! Kocan yatağına girer mi hiç,
daha sayalım mı, ya mütahit tek gözlü mütahit!
Mebrure: Kokmuş keçiyi kim köfte yaptı! Bulaşık suyu artığı,
mundar!
Selim: Cadaloz, sen o pamukları kendi bumuna tık, aniadın mı,
kendi burnuna. Aman Allah ne günlere kaldık!
Mebrure: Kösele suratlı!
Selim: Leş!
İşte herkes kendi "ağzıyla" böyle konuşturulur.

Öte yandan Selim ve Mebrure'yi başka maceralarıyla, bu kez birlik­


te, demek ki Mecitözü'nden Adana'ya birlikte kaçtılar, kocayı terk ederek,
" Verese'de yeniden bulmak da cabası. Yine atışıdar elbette. Çünkü Mebru­
re bezlerine başka taraklar aramaktan bir türlü vazgeçemez. Ve Selim canı­
nı sıkınca da, basar kalayı:
"Zırnık verınem işte, kokmuş bir ahçı dükkanından çıkardık da
adam ettik, hayatı mahvoluyormuş, ne hayatı, ben yuvaını yıktım,
kocarnı feda ettim ... " (s. 151-152).
ihbarcılar, siviller, "gölgeler" eksik değil elbette. O günlerin Türki­
ye'sinde vatandaşlarıı:ı nasıl izlendiklerini başka nasıl anlatırsınız?
Başka tipler de var elbette. Turşu meraklısı mühendis, berber,
aktar, sıtmalı ...
Abidin'in eserinde olumlu tipierin isimlerine bakalım önce: Ali,
Hasan, Hüseyin. Kendisine yoldaşlık eden, yardımcı olan Aleviler
Abidin'in teşekkürü böyle olur işte.

"EMECE"
Bu arada bir de "Garip" vardır. Kahramanlar arasında. Sessiz, seda­
sız. Sorulmadan ağzını açmayan. Olumlu tipierin bütün eylemlerinde yan­
larında hemen yerini alan "Garip."
Olumlu tiplerden Hasan ile Hüseyin'in "Emece"yi bir anlatışı var ki
Abidin'in, kolektif çalışmaktan, ortak yaratmaktan kısacası komünistlikten
ne anladığının somutlaştırılmasıdır sanki:

iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


Hüseyin: Bizde bir ev yanınca ...
Hasan: Kimi kereste getirir...
Hüseyin: Kimi çivi...
Hasan: Kimi sıva yapar. ..
Hüseyin: Ayrı gayrı yok .. .
Hasan: Her şey oluverir .. .
Hasan: Emece harman kaldırırıh...
(Yazımda hata yoktur. M ŞG)
Köylü: Bugdeyi sel almasın deyi, akran arasında olur ...
Hasan: Akran arasında.

Abidin'in İmece sözcüğünü 1939'da Balıkesir taraflarında "ressam


gezisindeyken" duyduğunu ve popülerleştirdiğini biliyoruz. Bunun ispatı
yazılı olarak buradadır.
Kel'de isyancılar vardır elbette. Çiftliğe gidip çalışarak sıtma olacak­
larına, kömür madenine gidip işçi olmayı seçenler: " Delikanlı," Abdullah,
Garip (evet o da) , Hasan ve Hüseyin, köylüler ve yoksullar. Aktar Siyamet·
tin Efendi'ye, ihbarolara ve mütekaitlere inat: inat.
Verese'de Delioğlan, Hasan ve Hüseyin "pavlikada" işçidirler.
Kel'de bütün emekçiler, "madene giderler arzuları hilafına." İşçi
olurlar. İşçileşrnek için. İş yapmak: Cevher çıkarmak için.
Verese'de Hasan, "Pavlikadan iyisi bulunmaz" der. Delioğlan için
ise "pavlika" kent yaşamıdır, sevgiliyle sinemaya gidebilmektir, gazoz iç­
mektir: "Olmaz olur mu? Pazar günü tak koluna kızı, sende yeni şapka, on·
da entari yeni, çık asfalta, akşam filmiere gir, gazoz ikram et... Pavlikanın
düğünleri de bir hoş ... "
Abidin'in emekçi konusuna yaklaşımı dönemin sosyalist, "toplum­
sal gerçekçi" diye betimlenen edebi anlayışına uygundur: "İşçileşmek."
Fabrika yaşamının ve proleterleşmenin olumlu yönlerini öne çıkarmak.
Ama hiç belli olmaz. Bu topraklar isyanlara da gebedir. Örneğin,
adamlardan birkaçı "aleykümselam" diyorlar önce, "selamaleyküm"
sonra. Hele devreye bir de "zerzele" girince ne olacağı önceden biline­
mez tümüyle . . .

AB i D i N DiNO
39
Garip: "Artık vakit geldi, gidiyoruz Ali" der.
Yılmaz Güney Parisli günlerinde Abidin'in Kel oyununu filme al­
mak için çalışıyordu. Abidin'in oyunu aylarca Yılmaz Güney'in çalışma
masasında bekledi (İnsan Yılmaz Güney isimli kitabıma bakılabilir: Kaynak
Yayınları, İstanbul, 1994). Önce hastalık sonra ölüm izin vermedi, Güney
Kel'i fılmleştiremedi.
Kel, Çorum, Mecitözü ve köylerinde, yaylalarında, sürgün günle­
rinin kurgulaştırılmış ve bin bir Abidinik buluşla zenginleştirilmiş biçi­
midir. Bu yapıtta isimleri biraz değiştirilerek takdim edilen kahramanla­
rı, Kızılbaş Günlerim isimli kitabında Abidin gerçek isimleriyle tanıtıyor.
Örneğin Kel'deki "Alevi ileri gelenlerinden Pir Ali" gerçekte Piroğlu Ha­
lil'den başkası değildir. Kasap Şükrü, Kahveci Şükrü, Abidin'in en olum­
lu tipleri olarak hem yapıtlarında hem de hafızalarımızda. Abidin'in, Gü­
zin'in, benim ve şimdi bu satırları okuyanların. O güzel insanlar o güzel
adarıyla yine Çorum, Mecitözü senin Amasya benim koşuşturuyorlar.
Hayat bu.
Hayat bu, evet. Ve hayat sürgün de bile anlamlı kılınabilir. Sürgü­
nün bir anlamı olur o zaman. Hele Abidin, Arif ve benzerlerininki gibi yıl­
larca sürerse iç sürgün. Sonuçta bu bir iç sürgündür. Yinelemekte yarar
var: Kendi ülkesinde sürgün. Böylece Anadolu halkını çok yakından tanı­
ma olanağı buldu sürgünler. Ve elbette Abidin ile Arif.
Abidin aynen şunları dile getiriyor: "Çok ilginçti gerçekten. Gerçek
Anadolu ile karşı karşıya kaldım. Dost Anadolu ile. Ben ister istemez ve her
zaman olduğu gibi çizdim. Bol bol çizmeye başladım. Aynı zamanda yazı­
yordum da. Bir piyes düşünmüştüm ve yazmaya da başladım. İsmi Kel."
Sürgün olmasaydı belki ne Abidin, ne de Arif uğrayacaktı Anado­
lu'ya: Çorum, Mecitözü, Kayseri, Develi, Adana ve daha bir dizi kent, kasa­
ba ve köye. Onlar buralara uğradılar. Buradaki insanları tanıdılar. Buradaki
insanlar da bu iki kardeşi. Ve bu iki kardeş, gidip yaşadıkları her yerde bü­
tün bildiklerini, bütün bilgilerini yaydılar, sanki ektiler. Ekilenler zamanla
yeşerdi. Sürgün bu anlamda İstanbullu aydınlada Anadolulu okumuş-yaz­
mışların buluşmasıdır. Sıkıyönetim ile istanbul'daki bir tür antifaşist me­
kanlar, dergiler, gazeteler dağıtıldı. Dağılanlarjdağıtılanlar Anadolu'da baş-

iç S ü RG Ü N : ÖNCE M ECiTÖZ Ü
ka biçimlerde toparlanmasını bildiler. Bu açıdan hiç olmazsa sürgün "yarar­
lı" oldu demek abartı olmaz. Böyle bir gelişme için sürgün elbette tercih
edilmez. Ama somut olarak böyle bir sonuç doğduğunu da vurgulamak zo­
nmdayız. Sürgün edilmiş muhaliflere gittikleri yerlerde gençlerin, öğret­
menlerin, okumuş-yazmışların ilgisi ve yakınlığı bu oluşumu yaratmıştır.

"BRE SüRGÜN AGA"


Bilenler bilir Medtözü'ne şöyle birkaç kilometrelik uzaklıkta "bir
havuz bulunur. Antikçağdan mı, Roma çağından mı, Bizans'tan mı kalmış,
pek üstünde durmayalım; çünkü Alevi ileri gelenleri iyi ve hoş insanlar, o
gün oradalar Abidin'le birlikte." Ekmek karneyle dağıtılabilir. Kimi madde­
ler; vurguncular, hırsızlar, karaborsaolar ve bilmem kimler yüzünden pi­
yasada bulunmayabilir. Ama Medtözü Anadolu'dur. Her şey bulunur.
Evet, her şey. Rakısı bile var, ama "kaçak." O nedenle ismini "boğma" koy­
muşlar. içimi nefıs. Abidin ne yazıyordu: " Barut gibi, kaç derece bilinmi­
yor." İşte aynen öyle. Medtözü'nün iyi peyniri vardır. Eti, bulguru, iyi şara­
bı, sebzesi, meyvesi, şusu busu. Verimli topraklardır buralar kardeşim.
"Dost Anadolu." Bereketli topraklar.
"Havuzda"sınız, biraz yüzdünüz. Nerede o Boğaziçi'ni bir baştan
öbürüne geçmek ve geri dönmek Yeniköy'e. Burada daha çok "çimilir" ve
sonra "havuz sefası" yapılır. Bakın nasıl: Havuzda sırtınızı duvara verdiniz,
ayaklarınız bıcı bıcı yapıyorfyapa duruyorlar. Tahta bir tepsi var. O da yü\
züyor. Alevi buluşu deyip geçmeyin. Tepsi tahta ama tepsidekiler saraylar­
da bulunmaz. Mezeler, ne istersen var. "Boğma" en iyisinden. Bir yudum
boğma, birkaç meze, birkaç lokma ve sonra ayağınızla yaptığınız küçük bir
vuruşla tahta tepsiyi komşunuza veya karşınızdakine gönderiyorsunuz.
Küçük bir ayak darbesiyle ve kibarca. Ve dönüyor tahta tepsi. Bunun adıdır
havuz sefası. Abidin bu işi seviyor, arada sırada uğruyor ya da gelip götü­
rüyorlar: Atlılar. Sürgünün "keyfi" de böyle sürülür hani. Bunları bana ay­
nen bu biçimiyle Güzin anlattı. Eğer yanılınıyorsam burada söz konusu
edilen "havuz" büyük olasılıkla Beki Kaplıcası'dır. Bedri Rahmi Çorum
günlerini anlattığı bir makalesinde aynen şöyle yazar: "Çorum'da gördü­
ğüm en harikulade şeylerden birisi de Amasya yolu üzerindeki, Bizans'tan

ABi D i N D i NO
Abid i n ' i n desenleriyle a ğ ı t .

ı ç S ü R G Ü N: ÖNCE M ECiTÖZÜ
kalma Beki Kaplıcası'dır." Bedri Rahmi'den birkaç satır daha okumaya ne
dersiniz? Bir içim su, buyrun lütfen:

"Tesadüf, bana bu kaplıcayı bütün zenginliği ile gösterdi. Oraya Ra­


mazan Bayramı arefesinde gittim. Meğer arefe günü, bütün civar
köy sakinleri kaplıcaya yıkanmaya gelirlermiş. Kaplıcanın yanı ba­
şındaki tepelerden birisinde civar köylülerin rengarenk demetler
halinde, halka halka halay çekerek hamama doğru yaklaştıklarını
seyrettim. Kadınlı erkekli geliyorlardı. Aralarında çocuklar da vardı.
Kaplıcaya gündelik iş elbiseleriyle geldiler, yıkandıktan sonra ren­
garenk bayramlıklarını giydiler, sıralarını beklerken, türlü çeşit
oyunlar çıkardılar, bütün bunlar kendiliğinden ve harikulade bir in­
tizam içinde olup bitti. Ben de kırmızı dağların arasında kaybolan
Beki kaplıcalarında, hayatıının en güzel bayramını yaşadım." (Hep
Bu Topraklarda, Sayı: 3, Nisan 1944, s. 32-35. Yurt Gezileri ve Yurt
Resimleri isimli kitapta, s. 145.)

Şimdi bir soru takılıyar aklıma: Abidin ve Bedri Rahmi de o gün ha­
mama girip ter attıktan sonra mı yukarıda sözünü ettiğim fotoğraf için poz
verdiler? Ve yine Abidin ile Bedri Rahmi o insanlarla birlikte o gün mü fo­
toğraf çektirdiler?
Abidin'in "havuz sefası" bir kere ile sınırlı değil. Bunu biliyoruz.
Nitekim Güzin bana anlattı. Bu havuz sefaları sırasında Abidin fark ediyor:
Bir adam var, hep yanında vejveya çevresinde yüzen. Abidin önce "Belki
polistir" diye düşünüyor. Sonra adamın kendisiyle konuşmak isteğinde ol­
duğunu fark ediyor. Ve bir gün o adam Abidin'e açılıyor: "Ben ortaokul ta­
rih öğretmeniyim" diye kendini tanıthktan sonra ekliyor: " Sizin burada ol­
duğunuzu okuduk. Daha önce yazdığınız birçok yazıyı da okudum; ben ve
talebelerim, hepimiz hazırız. Ne isterseniz yapmaya hazırız, emirlerinizi
bekliyoruz. Ne isterseniz yapmaya çalışırız." Abidin'le eylem yapacaklar.
(Bunları bana anlatan Güzin burada katıla katıla gülüyor.) Abidin bunun
üzerine "Bekleyin, şimdilik bir şey yapmayacağız" yanıtını veriyor. İşte böy­
lece aralarında bir alıhaplık da doğuyor.

AB i D i N D i NO 43
DAGSARAY
Sürgünde zaman zaman değişik şölenler bile eksik değil. Medtözü
taraflarında da "bağbozumu zamanı" eylül ve ekim aylanna rastlar. Anado­
lu'nun neresinde olursanız olun bağbozumu vakti gelince şölen zamanı da
gelmiş demektir. Abidin'in Dağsaray köyünü ziyareti böyle bir döneme
rastlıyor. Daha önce yazdım, Abidin de söyledi. Medtözü kasabası Çorum
ile Amasya arasındadır. İkisine de neredeyse 40-50 kilometre kadar uzak­
lıkta. Ama sanki Amasya'ya biraz daha yakın. Gönül ilişkisi olmalı bu. Ve
Alevilerfatlılar, Abidin'i alıp götürüyorlar. Bu kez bir bağbozumu şölenine.
Abidin bizzat yazdı. 29 Ağustos 1962 tarihli Öncü gazetesindeki
"Görüntü" başlıklı ve "imecefemece" konusuna değinen makalesinden bir
bölümü aynen aktarıyorum:

"Eski Anadolu inançlarını deşin; ortaya çıkan yasa, çoğu zaman bir
köylü yasası. Kızılbaşların (Alevilerin. M ŞG) "tek kazan"da aş pişirdi­
ği bir bağbozumu şöleninde karnını doyurmuş mutlu bir kişiyim. Se­
ne 1942, Dağsaray köyü (Çorum-Amasya arası), köyün damlan ayağı­
rnın altında basamak basamak, uçurumun dibinde buğular içinde
Amasya ovası, mavimtırak Biz bir topaç çam ormanında, dev boyu
yüksekteyiz. Kız erkek halay çeker. Kazana kişi gücüne göre aş kat­
mıştır, isteğine göre yer içer. Yüzlerce köylü bir arada, kardeşçe beni
de aralarına almışlar, sürgünüm, buyur efendi demişler, sen de al ka­
şığını çal kazana, baş köşeye oturtmuşlar. Ben ne yüzden sürülmü­
şüm. Dağsaray'da bulduğum bu tören, bu kardeşlik ne? Geçelim. Ba­
bailerden Kızılbaşiara (Alevilere. MŞG) kadar has kaynak böylesine.
Fuat Köprülü'de okudum, bu serden geçti inanç çeşnileri, Türk töre­
sine en yakın olarılanymış. Anadolu'nun duygu zincirinde, Tanpı­
nar'ın 'his tarihi' dediği üst yapı oluşunda süregelen 'benlik'ten sıyrıl­
ma çabası, benliği yok etme sarhoşluğu, 'bizliğe' erişme özlemi değil
de nedir? Bir ovanın buğdayını kaldırmaktan bir kilim dokumaya, en
büyük işlerden en küçük işlere varıncaya kadar bu bir yasa. Bir tek ki­
lim üzerinde nöbetieşe nakış dokuyan hacılan görmediniz mi? Nakış­
ta yaratma birliği. Çorum'da bir beyaz ekmek yapılır, üç gün üç gece

44 iç SüRGÜ N : ÖNCE M ECiTÖZÜ


beyaz bir kazanda durmadan dövülüp, koyu bal renginden süt beya­
za çalar sonunda. Doyum olmaz. 'An biziz, bal bizdedir' demiş Ana­
dolu, 'an benim, bal bendedir' dememiş, 'beni' çiğnemiş, tepmiş,
kusmuş ... Anadolu 'biz'i aramış, topluluğu. Hakça, kardeşçe, eşitlik
içinde. Hani ikide bir de bilirkişilerin, 'milli gelenekiere aykırı, milli
örf ve adetlere yabancı' dedikleri ne varsa, işe bakın ki milli gelenek­
Ierimize hpahp uygun. Haberleri mi yok dersiniz? Var. Höttürü zöt­
türü etmelerine bakrnayın, çıkar dünyası onlarınki, bilmezlikten ge­
lirler." (Yazılar, s. 517·518)

RE SİM
Medtözü sürgünlüğünde zaman böyle geçti denebilir mi? Alevi­
lerle yaylalara çıkmak, köylere inmek, havuza gitmek, Kahveci Şük­
rü'nün "enfes" boğmasından yudumlamak. Bu arada Abidin Kel isimli
piyesini yazmaya veya en azından kafasında notlamaya da zaman buldu
anlaşılan. Ama bu kadar da değil. Ressam olduğunu unutmayalım sür­
günümüzün.
Canan Gerede'nin Abidin üzerine belgesel filminde, bir ara Abidin
aynen şunları söylüyor: "Sürgün edildim Mecitözü'ne. ikamete memur ya­
ni. Anadolu'yla karşı karşıya kaldım. Gerçek Anadolu'yla. Orta Anado­
lu'yla. Ve ister istemez her zaman olduğu gibi çizmeye başladım. Bol bol
çizdim." Abidin'in o günlerde çizdikleri "Irgatlar," "Göç" dizisi resimleri,
desenleri olarak ortaya çıkhlar. Görücüye çıkar gibi. Resimler ve desenler
gösterilmek için yaratılmıyorlar mı?
Evet, sen gel Anadolu ile karşı karşıya kal ve Anadolu insanım, ka­
dınını, erkeğini, çoluk-çocuğunu çizme. Mümkün mü ? Değil elbette: Abi­
din Çorum' da, Mecitözü'nde, Dağsaray'da ve birçok mekanda Anadolu hal­
kını, köylüsü, işçisi, emekçisi, kadını, erkeği, çoluk-çocuğu ile ve onları
kendi doğal ve hayali çevreleriyle/çevrelerinde resmetti. Resimler izledi re­
simleri. Resmileri değil. Asla! Resimler halaya durdular Amasya ovasında,
Çorum yaylasında. Yüzleri güneşe dönük.
Bu resimleri önce en yakınları izledi. Daha sonra Adana'da yaptık­
larıyla birlikte Ankara'daki sergilerinde meraklıianna sunuldular.

ABi D i N D i N O 45
Abidin'in "Göç" dizisinden ı rgatlar.

ARi F'iN EM iNANIM AiLESi


O günlerde Arif ne yapıyordu Develi'de?
Arif bir miktar sıkıntıdadır. Şöyle ki Arif evlenmeden hem bir aile
hem de çoluk-çocuk sahibi olmuştur! Öyle az buz da değil. Bir anne, Abi­
din'in deyişi ve yazışıyla "Eminanım," kızı ve kızının çocukları.
Aslında Arif bu "belayı" başına İstanbul'da sarmıştı. 193o'ların
ikinci yarısında Arif, Süleymaniye taraflarında bir ev tutunca, Eminanım,
Ahmet ve Nermin Dinoların evini ve onlara hizmeti bırakıp Arif'i izliyor.
Abidin'in yazdığı gibi "Eminanım -bu yiğit Anadolu kadını- Nermin'in
evini terk edip saçını süpürge eylemiş, Arife bakar olmuştu."
Ama kader ağlarını dramatik örmek istemişti. Eminamın'ın şoför
damadı neredeyse Arif'in kollarında vefat edince, Arif namus borcu verir

iç S ü RG Ü N : Ö N C E M EC i TÖZÜ
gibi, "Sen merak etme, eşine ve çocuklarına ben bakarım ölene kadar" de­
yivermişti. Ve sözünün eri adam Arif, böylece kalabalık bir ailenin "baba­
sı" olmuştu. İstanbul'dayken, "Süleymaniye'nin bir minaresi dibindeki es­
ki püskü ahşap kiralık evde, çubuğuna cigaralar takıyor, etrafında olan bi­
teni seyrediyordu, gayet sakin, gülümseyerek." Abidin böyle yazıyor.
"Ailesi," eksik olmasın, Arifi Develi'de de yalnız bırakmadı. Ee, dü­
zenli geliri olmayan sürgün adamın yapacağı nedir? Adana'daki otlakiye­
den geleeeldere göre bakkaldan borçla alışveriş yapmak. Ailece elbette.
Borçlar yiyip içmekle gittikçe artıyor.
Arif evet yalnız değildir, ama böyle bir aileye bakmak da kolay de­
ğildir. Bu borç gittikçe artacak ve Arifi Adana'da da izleyecektir.

ANKARA KAç KiLOMETRE ?


Arif fırsat bulunca ve bilhassa "yetkililerden izin alınca" Develi'den
"kaçıyor." Kayseri'nin ta öte yanındaki bu küçük kasabadan Ankara'ya gitmek
olası herhalde. O günlerin koşullannda trenle mi, otobüsle mi, kamyonla mı?
Artık ne varsa onunla. Evet Arifbir yolunu buluyor ve arada bir Ankara'ya uğ­
ruyor. Ankara burası, koskoca başkent. Her an mutlaka bir şeyler olup biti­
yor. Heyecanlı günler yaşanıyor memlekette ve dünyada. Arifhem haberlere
geliyor hem de arkadaşlarını ziyarete. Hani 193o'lann ikinci yarısında İstan­
bul'u Dersaadet yapan dinamik, yarahcı ve sevimli arkadaşlarını.
Çok Yaşasın Ölüler'de (Bundan böyle ÇYÖ) (s. 34) Arifin kurşunka­
lem bir portresi var. Çizen ne Abidin'dir ne de bir başka ressam. Çizen bizim
Orhan Veli'den başkası değil. Ve daha güzeli çizgisini imzalamış ve alhna ta­
rihini de atmışhr. 27. V. 1942. Bu Arifin 27 Mayıs 1942'de Ankara'da bulun­
duğu anlamına gelmez mi? Güzin "Belki" diyor. Orhan Veli o tarihte Anka­
ra'dadır hem de istanbul'da kimi zaman. Arif de boş durmaz. Büyük olasılık­
la aynı gün O da kalkar Orhan Veli'nin portresini çizer ince kağıda kurşun­
kalemle (ÇYÖ'de s. 126). Bunlar sürgün faslından önce yaşananlar. Sürgün
sırasında yaşananlar da var elbette. Hem Orhan Veli ile hem de diğerleriyle.
İşte Arifin Ankara'ya gelişine tanıklık eden bir arkadaş, Melih Cev­
det Anday, Akan Zaman, Duran Zaman'da (Adam Yayınları, İstanbul,
1984, s. 84 ve 8s'te) anlatıyor:

AB i D i N D i NO 47
"Milli Eğitim Bakanlığının altında bir kantinimiz vardı, ucuz yemek
verirdi. Öğleyin bütün arkadaşlar orada yerdik Fakat akşam olunca ev­
liler evine giderdi. Ben ve bir iki bekar, kantinin ölü gözü gibi yanan
elektrik lambasının altında, öğlen yemekleri yerdik akşamlan da...
Bir gün Arif Dino, sürgün olduğu Develi'den izinli geldi Anka­
ra'ya. Parası yok. Onu da buyur ettim bizim kantine öğle akşam. Öy­
le neşeli yiyor ki yemeğini, durumundan hüzünlenmeyi unuttum.
(Anday burada Eminamın ailesi olayını aktarıyor. Ama sanki bu olay
Kayseri'de olmuş gibi. Oysa birinci elden tanık Abidin'in ÇYÖ'deki
anlatımını yukanda aktardım. Olay İstanbul'da yaşandı. Sonra sözü
şöyle bağlıyor Anday) Çaresiz, Arif Dino kadınla çocuğunu yanına al­
mış. 'Şimdi onlar ne yiyip içiyorlar?' diye sordum. Arif Dino 'Bir te­
neke kavurma yaptınp bıraktım onlara' dedi."

İşte böyledir Arif Dino. Cebinde metelik yok. Ama ne eder eder
Eminanım, torunları ve gelininin aç kalmaması için tedbirini alır. Burada
adı geçenlerin diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermek için bakkaldan borca alış­
veriş yapma olanakları bulunduğunu da anımsatmalıyım.

TARİH İ YüzLER/Düş KuRAN YüzLER


Arifin Ankara'ya gitmesinin bir nedeni daha var. Ki o neden işte
tam da bu parasızlık, geçim zorluğu meselelerini çözmeye yöneliktir.
Arif, Abidin'le birlikte dedeleri Abidin Paşa'nın geniş otlakiyelerinin bu­
lunduğu Adana'da sürgünlüklerini geçirebilmek için izin koparmaya ge­
liyor Ankara'ya.
Bir önceki Başbakan Refik Saydam, kıtlık, yokluk, mal darlığı ve
benzeri sorunları çözmek için İstanbul'da bulunduğu sırada, 7 Temmuz
1942'de kalp krizi sonucu vefat edince yerine o günlerin Dışişleri Bakanı
Şükrü Saraçoğlu atandı. Şükrü Saraçoğlu Dino ailesine hiç de yabancı bir
isim değildir.
Anımsayalım: 1920 öncesinde İ sviçre'de, Cenevre'de, Abidin aile­
siyle yaşarken Türk Talebe Cemiyeti reisinin ismi Saraçoğlu Şükrü değil
miydi? Evet, işte bu Saraçoğlu, o günlerin "ateşli genci," Arifin çok iyi ar-

iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


kadaşı ve Arifin boylu boslu olması nedeniyle resmi geçitlerde "bayrak­
tarlık" yapmasını isteyen öğrenci genç. Ve Arif Türk bayrağını hep önde
taşıdı o günlerde. Hani "Türk gibi güçlü" demek için gösteri niyetine.
Evet, aradan yıllar geçti o günkü Saraçoğlu Şükrü, Şükrü Saraçoğlu oldu
ve birçok kez değişik bakanlıklar üstlendikten sonra nihayet başbakanlı­
ğa getirildi. Ve bu görevinde önce 9 Mart 1 943'e kadar, sonra ikinci hü­
kümetini kurarak 7 Ağustos 1946'ya kadar kaldı. Birinci Saraçoğlu hükü­
metinde Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Nurnan Menemencioğlu
Namık Kemal'in torundur. Ve Abidin ailesinin uzaktan akrabasıdır. Me­
nemencioğlu ailesinden ve Nurnan'ın kardeşi Muvaffak Anadolu Ajansı­
nın müdürüdür. Nermin Menemencioğlu ise öteden beri Abidin'in arka­
daşıdır. Bir ingilizle evli olan Nermin Hanım ile Abidin ve Güzin'in aile­
ce görüşmeleri özellikle Ankara yıllarına ve daha sonraya rastlıyor. Yeri
gelince göreceğiz. Şunu söylemeliyim: Nurnan Menemencioğlu'nun,
Abidin ile ilişkisi olmadı. O günlerde adı geçenin Nazi Almanya yanlısı
olduğunu herkes biliyordu. (Nazilerin yenilmesinin kaçınılmazlığı ortaya
çıkınca görevinden alınan ve Paris Büyükelçiliğine atanan ve orada uzun
yıllar yaşayan Nurnan Menemencioğlu ile Abidin'in Parisli yıllarında da
hiçbir ilişkisi olmadı.)
Saraçoğlu'nun, daha birinci hükümetinde Milli Savunma Bakanlı­
ğında, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığından emekli olduktan sonra
CHP'den milletvekili "seçilen" Ali Rıza Artunkal'ı buluyoruz. Milli Eğitim
Bakanlığında Hasan Ali Yücel yerini korudu.
Saraçoğlu'nun, daha önce gördüğümüz gibi, öğrenciliğini Lozan'da
ve Almanca yapmış olmasından ve daha başka nedenlerden dolayı onun bu
göreve getirilmesini o günlerde "Nazi Almanya'nın başarısı" olarak değer­
lendirenler oldu. Ne olursa olsun bu atama o günlerde Nazilerin Türkiye
Cumhuriyeti yönetici çevrelerindeki etkisi ve etkinliğiyle doğru orantılıydı.
Dahası, dış politikada hiçbir değişiklik olmaması için de, yıllardır Dışişleri
Bakanlığı müsteşarlığı görevini yürüten Nurnan Menemencioğlu bakanlı­
ğa terfi ettirildi. Hiçbir şey değiştirilmemeliydi.
Nitekim bu hükümet döneminde, aralık 1942'de Nazi Almanya ile
"Mali Protokol" imzalandı. 8 Aralık 1942'de dönemin Müttefik yanlısı veya

ABi D i N D i NO 49
kimine göre "İngilizci" Vatan gazetesi Nazi Almanya'ya karşı yayın yapma­
sı nedeniyle iki ay süreyle kapatıldı. Çünkü anlaşılacağı gibi, Nazi Almanya
öncelikle "dost ve müttefik bir devlet" olarak değerlendiriliyordu, yüksek
makamlarca.
Bu hükümet döneminde daha ilginç bir olay var: 14 Temmuz
1942'de Deniz Kuvvetlerinin "Atılay" denizaltısı Çanakkale Bağazı açıkla­
rında hattı. Kimi aletlerinin denetimini yapmak için dalış yapan gemi ania­
şılamayan bir nedenle seksen metre derinlikte, bir denizaltı için asla çok ol­
mayan bir derinlikte yani, bir daha gün yüzüne çıkamadı. Kurtarma takım­
larının çalışmaları da sonuç vermedi ve binbaşı Sadettin Gürcan komuta­
sındaki beş subay, on sekiz erbaş ve on altı er şehit oldu. İşin garip, drama­
tik ve çarpıcı tarafı şurada:
Denizaltının Almanya'nın pek ünlü ve başından beri Nazileri des­
teklemesiyle bilinen Krupp Firması tarafından veya daha ince deyişiyle "gö­
zetiminde" Türkiye'de yapılan bir denizaltı olmasıdır. Ve daha dramatik
yönü "kimi araç ve gereçlerin denetimi" için, yani iyi çalışıp çalışmadıkla­
rını saptamak için "canlı" tatbikat yapılması ve bir anlamda kobay olarak
kullanılan canların bizim canlar olmasıdır. Nitekim deniz içinde dokuz mil
deniz üstünde yirmi mil hıza ulaşabilen denizaltıda büyük bir top ve altı
torpido kovanı bulunuyordu.
Son yıllarda artık herkesin duyduğu ve öğrendiği Varlık Vergisi Ka­
nunu da bu hükmet döneminde Kasım 1942'de kabul edildi. 12 İkinci teş­
rin (Kasım) 1942 tarihli Cumhuriyet, "Büyük kazançlı vatandaşlardan vergi
alınacak" başlığı altında varlık vergisinin "bir defalık" olduğunu belirtiyor.
Aynı gazete "Büyük Millet Meclisinde hararetli müzakereler" başlığı altın­
da ise "Başvekilin nutku alkışlarla karşılandı, varlık kanun layihası (tasarı­
sı) müttefikan (oybirliğiyle) kabul edildi" haberini veriyor. Neredeyse keyfi
bir biçimde belirlenen vergisini zamanında öde(ye)meyen Türkiye Cum­
huriyeti vatandaşları sürgüne ve taş kırmaya gönderiliyordu. Bir örnek ver­
mek gerekirse buynın: "Tümü İstanbullu gayrimüslimlerden oluşan 32 ki­
şilik ilk kafile Aşkale'ye doğru 27 Ocak 1943'te" yola çıktı. Eylül 1943'e ka­
dar Aşkale'ye gönderilen ve zorunlu çalışma yaphnmıyla yükümlü insan
sayısı bin üç yüze yaklaşıyordu . . . O günlerde Varlık Vergisi ödemek zorun-

iç S ü RGÜN : ÖNCE M ECiTÖZÜ


da olanların sayısının 26. 404 olduğu biliniyor . . . Kanun daha çok, tümüy­
le dememek için, "Müslüman olmayanlar" diye tanımlanan Rumlar, Erme­
niler ve Yahudi vatandaşıara karşı uygulandı. Birçoğu vergi borcunu öde­
mek için zaman zaman yok pahasına mallarını mülklerini varlarını yokla­
rını satmak ve bir süre sonra Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldılar. Böy­
lece çok açık biçimde ayrımcılık, daha fazlasını söylememek için, uygulan­
dı Türkiye Cumhuriyeti'nde.
Kasım 1942 aynı zamanda Nazi Almanya ile taraftarlarının askeri
alanda ciddi yenilgiler aldığı Müttefiklerin en önemli zaferlerini elde etme­
ye başladığı zaman dilimidir. Bunun en önemlisi İngilizlerin ve müttefik­
lerinin El-Alamein Zaferidir, Kasım 1942'de. 27 Kasım 1942'de Toulon Li­
manında Fransa Deniz Kuvvetlerinin kendi gemilerini, Almanların eline
geçmesini önlemek için batırınası bu aşamada değerlendirilmelidir. 1942
Sonbaharında Müttefikler, Kuzey Afrika'daki işgalci Nazi ordularına karşı
"Meşale Harekatı"nı düzenledi. Naziler de buna cevap vermek üzere Fran­
sa'nın, o güne dek işgalleri altında bulunmayan, güneyine saldırdılar. To­
ulon'da Fransa Deniz Kuvvetleri yanıtını verdi: Teslim olmak yerine gemi­
leri batırmak, Nazilere yeni bir zafer olanağı vermemek.
O günlerde Fransa'nın bir vilayeti olarak değerlendirdiği Cezayir'de
üstlenmiş askeri ve sivil çevrelerde, Afrika'ya çıkan ABD ve İngiltere Kral­
lığı kuvvetlerine karşı nasıl tavır takınılacağı konusu ciddi tartışmalara yol
açtı. General Darlan ve taraftarları Müttefiklere karşı savaşılmasını savun­
dular ve birkaç yerde çatıştılar bile. Ama çoğunluk ve hele Direniş yanlıla­
rı Müttefiklerle işbirliği yapılmasını ve Nazilere ve faşistlere karşı birlikte
savaşın sürdürülmesini arzuluyorlardı.
Nesrin Celal Nuri'nin eşi ve Abidin'in 1937-1938'de Paris'te görüştüğü
Jacques Tarbe de Saint-Hardouin, general Maxime Weygand'ın yardımcısı ola­
rak Müttefiklerin Kasım 1942'deki Kuzey Afrika çıkarması hazırlıklarına ve fi­
ilen çıkarmaya katıldı. Cezayir'de general Darlan'ın kurduğu "Geçici Hükü­
met"te Dışişleri Bakarılığına atandı. General Darlan 24 Aralık 1942'de Direniş­
çi iki kardeş tarafından öldürüldükten sonra, görevi alan general Giraud'nun Dı­
şişleri Bakanlığını sürdürdü. Çok kısa ömürlü bu görevi sırasında bir ara Fran­
sa'da yeniden krallık rejimi kurulmasını savunanlada işbirliği yaptığı sanılıyor.

AB i D i N D i NO sı
Ancak General Charles de Gaulle'ün 30 Mayıs 1943'te Cezayir'e
gelmesinden sonra işlerin merkezileştirilmesi üzerine, bu görevini general
de Gaulle taraftarı Rene Massigli'ye bırakıyor ve kendisi Fransa Geçici Hü­
kümetinin "delegue general"i, temsilcisi diyelim, olarak Türkiye'ye gönderi­
liyor. Bir Osmanlı tebaası ile evli olması elbette bu konuda belirleyici olma­
lı. Belki Türkçe de biliyordu. Önemli olan nokta o yıllarda Türkiye'nin jeo­
stratejik konumu ve savaşa girip yeni bir cephe açması olasılığı nedeniyle
özenle değerlendirilmesidir.
Fransa'da olup bitenler bizi ilgilendiriyor. Hem Jacques Tarbe Sa­
int-Hardouin nedeniyle. Çünkü adı geçen önce İ stanbul'da sonra Anka­
ra'daki görevi sırasında (Ayrıntıları bir kenara bırakmak zorundayım, yok­
sa bu iş çok uzayacak) sürgündeki Abidin'e, Güzin'in bana anlattığı gibi,
"Fransa'da yayınlanan avant-garde dergileri düzenli bir biçimde göndere­
cektir." Yani adı geçen Abidin'le ve durumu ile ilgilidir. Durumu biliyor.
Ocak 1945'e kadar Ankara'da görevini sürdürüyor.
Nihat Erim, Günlükler'inde (Birinci cilt, s. 2 9-30) bakın neler yazı­
yor: " 5 Ocak 1945, ( . . . ) Cuma günü Raif Meto'nun Ankara'dan ayrılacak
olan Fransız Muvakkat (Geçici) Hükümeti temsilcisi Hardouin şerefine
verdiği öğle yemeğinde İnhisar (Gümrük) Vekili Suat Hayri (Ürgüplü) ile
bu mesele üzerinde görüştüm."
Evet adı geçen Ankara'da bulunduğu günlerde Abidin ve Arifile on­
ların sürgün belasından kurtulması için uğraştı mı? Böyle bir soruyu sor­
ma hakkım var. Ama yanıtını şimdilik veremiyorum.
Ancak Abidin'in Ocak 1945'te birkaç günlüğüne, (Güzin'in bana
söylediğine göre "İki gün için gitti ama dört gün kaldı.") Ankara'da bulun­
duğunu da bilince şu akla geliyor: Abidin Adana'dan Ankara'ya başka bir
yere sürülmesini engellemek için geldiğinde, Ankara'yı terk edecek olan
Nesrin Celal Nuri ile eniştesini de gitmelerinden önce son kez ziyaret et­
miş olabilir. Bu noktaları elbette araştırmak gerekiyor.
Bu konuyu epey uzattım özür dilerim ama bitirmeden önce şunu
da eklemek istiyorum. Rene Massigli 1938-1940 arasında Ankara'da
Fransa Cumhuriyeti büyükelçiliği görevini yürütmüştü. İ şin daha ilginç
tarafı da şurada. Jacques Tarbe de Saint-Hardouin'in 1952'de yeniden

iç SüRGÜN: ÖNCE M EC iTÖZÜ


Türkiye'ye büyükelçi olarak gönderilmesi. Bu kez 1955'e kadar görevinde
kalan büyükelçi 1954 yazında Türkiye'yi temelli terk edecek Güzin'e
Fransa için vizeyi hemen verdi. Zamanı gelince göreceğimiz gibi, bu, Gü­
zin'i epey rahatlatan bir yardımdı. Nesrin Celal Nuri 1947'de vefat ettiği
için J . Tarbe de Saint-Hardouin Ankara'ya büyük ihtimalle yeni eşi Hele­
ne Operholfer ile geldi.
Bütün bu gelişmeler Fransa'da olup bitenlerin kahramanımız için
önemini vurguluyor. Aynı zamanda general Charles de Gaulle'ün daha o
yıllarda Ortadoğu politikası açısından Türkiye'ye biçtiği pahayı da gözler
önüne seriyor.

SAVAŞ VE S ü RGÜN
Savaş sürecinde olup bitenler Abidin'i ve Arif'i birinci dereceden il­
gilendiriyor. O günkü ve daha sonraki yaşamlarının değişik aşamalarında
da bu savaş sırasında olup bitenler ve olaylara karışanlada arkadaşlık ettik­
lerini de şimdiden eklernem gerekiyor. Hele Abidin'in: Fransa'daki Resis­
tance (Direniş) Hareketine katılan, sadece katılanlar da değil, örgütleyenler
Abidin'in Parisli yıllarında yakın arkadaşlarıdırlar. Yeri gelince göreceğiz.
1942'nin sonunda Fransa'daki yoldaşlar, Direnişin başarısı için
canla başla mücadele ederken Türkiye'deki iki kardeş, sürgün yaşamını da­
ha "insancıl koşullarda" sürdürmek için çabalıyorlardı.
Arif Dino'nun Saraçoğlu nezdinde vejveya hükümetindeki diğer ta­
nıdıklar nezdinde ne zaman ve nasıl ilk başvurusunu yaptığını bilemiyo­
rum. Ama şu kesin. Mesele hemen çözül(e)miyor. Epey bir zaman alıyor.
Aralık 1942'de, Avrupa'da da İkinci Dünya Savaşının seyri değişi­
yor. 17 Aralıkta SSCB orduları Nazilere karşı hücuma geçtiler. SSCB ordu­
larının başanları her geçen gün arttı. 22 Aralıkta Kafkaslarda Naziler geri
çekilmeye başladılar. 24 Aralık'ta Naziler Stalingrad'ın 6o kilometre güne­
yine kadar "kovalandılar." Ancak, Mareşal Paulus ve askerleri, bilhassa
panzerlerinin yeterince benzini kalmadığından, Stalingrad'dan çıkamadı­
lar. N aziler her bakımdan yıkılmak üzereydiler ... Bu durum o ana kadar ki­
mi destekleyeceği konusunda kararsız kalan Türkiye Cumhuriyeti'nde,
M üttefıklerden yana takıma birkaç puan kazandırdı.

AB i D i N DiNO 53
ZELZELE
Kuzey komşusu savaşın dayattığı dramlarla yanıp tutuşurken Türki­
ye başka tür acılarla karşılaştı: n Aralık 1942'de Çorum Hamamözü Vadi­
si'nde 5, 9 büyüklüğünde ve hemen sonra 20 Aralık 1942'de Tokat'ın Erbaa
ilçesinde bir deprem oldu, beş yüze yakın insan yaşamını yitirdi, binlerce bi­
na yıkıldı. Deprem etkisini Mecitözü'nde de gösterdi. Abidin'in kaldığı bina
sarsıldı, odasının duvarı yarıldı. O günleri amınsayan Güzin bana 30 Ocak
2004'te şunları anlattı: "Tevfik Fuat'la (Tevfik Fuat Kent, 193o'larda D Gru­
bu sergileri için yazılar kaleme alan, 194o'larda hoş hikayeleriyle tanınan,
Abidin'in ve Rasih Nuri ileri'nin o günlerdeki canciğer arkadaşı. MŞG) Abi­
din'e bir şeyler yollamak istiyoruz. Ortaklaşa bir şey almak niyetindeyiz. İki­
miz aramızda paralanmızı denkleştirdik ve Abidin'e kışlık, yani epeyce kalın
böyle gocuk türünden bir şey aldık. Hani gemiciler giyer ya, onun gibi bir hır­
ka. Lacivert. Onu nasıl yolladığımızı şimdi amınsayarnıyorum ...
Abidin'e bir de fener yolladık Öyle bir fener ki böyle böyle sıkıyor­
sun ve o sayede pili bitmiyor. Bu pilli fener Abidin'in çok işine yaradı. Çün­
kü Abidin mektuplarında yazıyordu: 'Gece olunca ortalık zifiri karanlık.'
Yani bir ışığa ihtiyacı vardı geceleri.
Bu iki hediyemizi Tevfik Fuat'la birlikte katardık ve yolladık."
Soğuk kış gecelerinde Abidin, Güzin'in o yün ve kalın hırka ve go­
cuğuyla ısındı ısınabileceği kadar ve o pilli feneriyle aydınlandı.
194o'larda öyküler yazan Tevfik (Fuat) Kent, 1942'de Fransızlarca
işletilen İstanbul Havagazı Şirketinde çalışıyor. Ve Şirket Kooperatif Mü­
dürlüğü görevini yapıyor. Büyük olasılıkla onun yardımıyla bu şirkette sı­
rasıyla Rasih Nuri ileri, Rasih'in arkadaşı Hıfzı Topuz ve bir süre sonra Ya­
şar Kemal de çalışıyorlar. Şirket müdürü M. Bussac Galatasaray Lisesi me­
zunu öğrencileri özellikle tercih ediyordu. Bunun da etkisi oldu elbette. O
günlerde Hıfzı Topuz Galatasaray Lisesini yeni bitirmiş, Hukuk Fakülte­
sinde öğrenci ve yarım gün şirkette çalışarak ekmek ve kitap parasını çıka­
rıyor (Topuz'un Eski Dostlar isimli kitabına bakılabilir, Remzi Kitabevi, İs­
tanbul, 2000, s. 12 ve 13).
Müttefiklerin Afrika'da ve Avrupa'da askeri ve siyasi başanlar elde et­
mesinin de etkisiyle ülke içinde kimi sınırlı olumlu gelişmeler üzerine, Arif

54 iç SüRGÜN: ÖNCE M ECiTÖZÜ


Dino artık Develi'yi terk etmenin zamanı geldiğine karar veriyor. Abidin de
Mecitözü'nün sevimli insanlanndan aynlma saatinin çaldığını duyuyor.
Bu arada Güzin'le mektuplaşmalarında Abidin evlenme arzusundan
söz ediyor. Hatta Güzin'in babasının kızının "bir sürgünle evlenmesine kar­
şı olduğunu" bildiği için, bir ara Güzin'e "istersen babana dest-i izdivacın
için resmi mektubu yazayım" önerisini bile yaptı. Güzin elbette hemen "Sa­
kın ha! " diye yanıtladı. Çünkü Güzin, babasının böyle bir istek karşısında
nasıl davranacağını çok iyi tahmin ediyordu. Ve işi zamana bıraktı. Güzin de
elbette mektuplarıyla Abidin'i mümkün olduğunca yalnız bırakmamaya ça­
balıyordu. Ancak bu dönem mektuplarından maalesef elimizde hiçbir örnek
yok bugün. Ama kim bilir Abidin'in kağıtları arasından bir gün veya başka
bir gün bir bakarsınız birkaç mektup çıkıvermiş. Abidin bu hiç belli olmaz.
Ocak 1943'te Ankara güneşli günlerle tanışıyor. Siyasi hava berrak­
laşıyor. ıs Ocakta TBM M seçim kararı alarak dağılıyor. Seçimlerin yapılma­
sı 28 Şubata kadar sürüyor.
Yeni Meclis 8 Mart 1943'te toplandı. İ smet İnönü yeniden ve "oy­
birliğiyle" cumhurbaşkanı seçildi. Saraçoğlu yeni hükümetini kurdu. As­
lında eskilerle devam etti demek daha yerinde olacak; çünkü sadece altı ba­
kan değiştirildi.
ı8 Ocak 1943'te iki yıldır süren Leningrad kuşatması SSCB ordusu
tarafından kırıldı. Stalingrad kuşatması, üzerinde daha çok durulması ve
son derece dramatik olaylara yol açması nedeniyle daha iyi biliniyor; ama
Leningrad'da da çok büyük bir savunma yaptı, SSCB ordusu ve sivil halk.
Leningrad kuşatması tam bir yıl sürdü. En uzun kuşatmalardan biridir ve
1944 başında sona ermiştir. Naziler yenildiler. 23 Ocak 1943'te İngiltere
Krallığı ordusu Trablusgarb'ı Nazilerden aldı.
Ocak ayında Özgür Fransa Hava Kuvvetleri pilotları Müttefiklerin
emrinde savaşa katıldılar. Örneğin ünlü yazar Antoine de Saint-Exu­
pery'nin de içinde bulunduğu pilotlar Afrika'daki savaşta önemli görevler
üstlendiler. 1943'te başeseri Le Petit Prince'i [Küçük Prens] yayıniayan Sa­
int-Exupery bir "gece uçuşu" (elbette tarihin bir göz kırprnası bu, 194ı'de­
ki romanın başlığı Vol de Nuit'di) sırasında, 1944'te uçağının düşmesi üze­
rine vefat etti. Uçağı yıllar sonra bulundu Côte d'Azur açıklarında ...

AB i D i N D i NO 55
3 1 Ocak 1 943'te Stalingrad'da kendi kendilerinin malıkumu Nazi­
ler teslim oldular. Mareşal Friedrich Paulus'un 1oo.ooo'den çok askeriy­
le teslim olması Hitler'in sonunun yakın olduğunu muştuluyordu. Bin­
lerce, on binlerce, yüz binlerce Alman genci kaldı oralarda. Barış antiaş­
ması imzalandıktan sonra sağ kalan sadece altı bin asker ülkesine döndü.
Kıyım ve sorumluları belli. 3 Şubat 1 943'te Stalingrad kuşatmasına katı­
lan son Nazi de teslim oldu ve kuşatma bitti. Dünya derin bir nefes aldı.
Ankara'da da siyasette göreceli bir temiz hava alma arzusu belirdi. Anka­
ra dış politikasını "ortaya" çekmeye girişti. Aynı zamanda iç politikasında
o zamana dek sırtlarını sıvaziadığı kendilerine "turancı" veya "Türkçü"
adını veren sivil ırkçılara hoşgörüsünden vazgeçmeye koyuldu.
16 Ocakta Başbakan Şükrü Saraçoğlu The Times'a verdiği söyleşide
şunu vurguladı: "Türk-Rus ilişkileri dostane niteliğini hiçbir zaman yitir­
memiştir."
30 Ocakta İsmet İnönü Adana-Tarsus arasındaki Yenice'de, kenara
çekilmiş cumhurbaşkanlığı vagonunda, İngiltere Başbakanı Winston
Churchill ile gizli bir görüşme yaptı. Türkiye'nin Müttefikler yanında sava­
şa girmesi halinde yapılacak yardım konuşuldu. Türkiye, bilindiği gibi, her
seferinde isteklerini artırarak, veya yeni askeri durumlara göre değiştirerek
savaşa girmeyi sürekli olarak erteledi. Böylece ülkeyi ve insanlarını savaş
belasından uzakta tuttu. Birçok olumsuz sonuçlarına katlanılsa bile savaşa
girilmedi. 13 Şubat 1943'te Dışişleri Bakanı Nurnan Menemencioğlu
S SCB'ye görüşmelerde bulunulmasını ve karşılıklı ilişkilerin düzeltilmesi­
ni önerdi. Ve bu günlerden itibaren ırkçı, "Turancı," Nazizm ve faşizm
hayranı dergi, gazete, dernek ve kişilere karşı kimi önlemler alındı. (Bun­
ların ayrıntılı bir dökümü için şu kitabıma bakılabilir: Türk Usulü "Demok­
rasi, " Doruk Yayımcılık, Ankara, 1997, s. 20-39.)
Ocak 1943'te Nazım Hikmet ile Zeki Baştırnar Tolstoy'un Harp ve
Sulh'unu (Savaş ve Barış) Türkçeleştirmeye başladılar. Evet savaşın sonu
görünüyor barış "geliyorum" işareti veriyordu. Türkiye'de sol takıma karşı
göreceli bir hoşgörü başlıyor gibiydi. Çok uzun ömürlü olmayan bu "gü­
neşli günlerde" Arif Dino kardeşiyle birlikte sürgünü Adana'da sürdürme
işini çözümleyebildi nihayet.

iç S ü RGÜ N : ÖNCE M EC iTÖZÜ


Arif Dino Ankara'ya gidip gelmeleri sırasında, öğrencilik yılların­
dan arkadaşı Şükrü Saraçoğlu ile bir araya gelme olanağı buldu. Ve ondan
şunu rica etti: "Abidin'le birlikte sürgünlüğümüzü dedemiz Abidin Pa­
şa'nın daha önce valilik yaptığı ve ailenin topraklarının, mal ve mülkünün
bulunduğu Adana'da sürdürmemiz için gerekli iznin verilmesi." Güzin'in
bana değişik tarihlerde belirttiği gibi, Şükrü Saraçoğlu, "Arif ve Abidin'in
sürgünlerini Adana'da devam ettirmeleri için gerekli iznin verilmesinde
yardımcı oldu."
Güzin, Gel Zaman Git Zaman 'da şöyle yazıyor: "Abidin, sürgün
bulunduğu Medtözü'nden Adana'ya gidip yerleşme izni Koparıyor" (Bü-
yük harfle ben yazıyorum. M ŞG) ... Arif, Saraçoğlu'ndan izin almış. Sara-
çoğlu İsviçre'den gençlik arkadaşı ... " (s. 93).
Arif ve Abidin böylece, "Adana'da bizi tanıyorlar, işlerimizi bizzat
takip etmek ve dede Abidin Paşa'dan kalan otlakiyeden gelecek gelirimizi
bizzat almak olanağını buluruz" diye düşünüyorlar. O yıllarda herkes gibi
iki kardeşin de geçim sorunu olduğunu biliyoruz. Savaş, kıtlık, karaborsa
vesaire köşe başlarını tutmuşlar çünkü. Sürgün insan nerede ve nasıl çalış­
sın? Nereden ve nasıl geçinsin? Hele Medtözü veya Develi gibi kendileri
zor geçinen, sevimli ama küçücük kasabalarda. Öte yandan her gün veya
her hafta ne "havuz sefası" mümkün ne de yaylaya çıkmak.
Evet Şubat 1 943'te iki kardeş ilk sürgünlük mekanlarını bırakmak
üzere ler.

NiŞAN ANKARA'DA: ŞUBAT 1943'TE


Güzin'in bana değişik tarihlerde birkaç kez anlattığı biçimiyle Abi­
din ve Güzin'in nişan "merasimi" Ankara'da Güzin'in kadim dostu Azra
Erhat'ın evinde şöyle oluyor:

" İki kardeşin Adana'ya gitme işi kesinleşince beni çağırmaya karar
veriyorlar. Abidin Leyla Abla'sına telefon edip Rasih aracılığıyla ba­
na haber gönderdi: ' Şu tarihlerde Ankara'da olacağız, sen de gel,
Azra'nın evinde buluşalım.' Ben de palas pandras gittim Ankara'ya.
Trenle. Gara vardım, boğazıma kadar kar var. Şubat ayı. Taksiye mi

Ae i o i N D i No 57
ne bindim. Azra'nın evi Karanfil Sokak'ta. Meşrutiyet Caddesi'n­
den girince hemen sağda.
Azra, Abidin'in yalnız geleceğini sanarak evi bana bıraktı. Azra ev­
den ayrıldı ve saat 21. oo'e doğru döndü. O arada olanlar oldu. Abidin
Arif'le geldi. Çünkü Arif, aile ve Abidin adına bana evlenme teklifi ya­
pacak. Yani tam tekmil ciddi bir dest-i izdivaç sahnesi. Ama ben de
hazırlıklı geldim. Çünkü biliyorum Abidin, o gün içinde bulunduğu
koşullarda katiyen evlenmek istemeyecek ve hele 'Gel benimle yaşa'
filan demeyecek diye düşünüyorum; bu nedenle de bu öneriyi ben ya­
parsam iş hallolur diye kuruyorum. Annem de taraftar.
İşte bu ruh hali içinde Azra'nın evinde bekliyorum. Arif de gelin­
ce canım sıkıldı. Arif'in önünde böyle şeyler konuşulmaz filan diyo­
rum. Ama işe bakın, önce Arifkalktı ceketinin düğmesini ilikledi ve
'Şimdi çok önemli bir şey söyleyeceğim' diye söze başladı ve söyleye­
ceğini söyledi: 'Seni istemeye .. .' Anladım ve ben hemen pür şiddet
kalkıp 'Ne demek? Hayır! Ben isteyeceğim' filan deyince iş şakaya ve
eğlenceli bir havaya büründü. Ve biz bu hava içinde nişanlandık.
Kendi aramızda yani. En hoş ve en sevimli hallerimizle."
Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da bu anı şöyle yansıtıyor: "Arif,
Abidin adına Güzin'e resmen evlenme teklifi yapıyor! Arif konu­
şuyor hep; oysa Güzin de Ankara'ya evlenme teklifi yapmaya gel­
miş! Bu kararı üçü, karşılıklı kutluyorlar. Abidin ise malıcup da­
mat durumunda! Sonra iki kardeş kalkıp otellerine gidiyorlar. İki
günlük izinleri var Ankara'da kalmak için. "

AzRA AzARLlYOR
Güzin bana anlattıklarını sürdürüyor: " İki kardeş gittikten sonra
ben sevinç içindeyim. Azra'nın dönmesini bekliyorum. Gelince müjdeyi
vereceğim, olan biteni anlatacağım. Heyecanlıyım da. Azra'ya işte şunları
konuştuk, şu kararı verdik diyeceğim ve onun da sevineceğini umuyorum.
Azra geç geldi. Ben hemen karar verdik evleneceğiz deyince bir kızdı, bir
kızdı, müthiş. Sonra öyle bir canıma okudu ki anlatamam. 'Bütün kariye­
rin, bütün bilmem neyin havaya uçacak' ve daha neler neler. Babamdan be-

iç S ü RGÜ N : ÖNCE M EC iTÖZÜ


ter. Dışarısı buz tutmuş, kar diz boyu ve gece kapkaranlık olmasa beni res­
men kapı dışarı edecek, yani o derece kızdı. Oysa Azra Abidin'i canı gibi se­
viyor. Mesele Abidin değil. Azra benim evlilikle birlikte üniversite gelece­
ğimin tehlikeye girmesini istemiyor. Bilimsel geleceğimi tehlikeye sokma­
ma şiddetle muhalif. Çünkü artık çok açıktı ki Abidin'le evlenince İstan­
bul'da Edebiyat Fakültesinde Prof. Auerbach'ın asistanlığını bırakmam ve
benim de Adana'ya yerleşmem gerekecekti. Azra işte buna feci şekilde kı­
zıyordu. Karşıydı. Kıyameti kopardı. 'Bir çılgınlık yapıyorsun!' filan dedi.
Beni iyice payladı."
Kariyer önemli mutlaka ama daha önemlisi aşk. Bir bilenin söyledi­
ği gibi: "Her şeyden önce aşk!"
Güzin'in Abidin'le, bir sürgün ile evlenmesi, değişik nedenlerle
hem ailesini ikiye böldü, hem geniş ailesini, hem fakültedeki öğretim üye­
lerini ve hatta öğrencilerini. Annesi taraftar ama babası karşı. O sırada yurt­
dışında öğrenimini sürdüren kardeşi Behlül fikrini beyan ed(e)miyor. Ama
daha sonra fikrini açıklama olanağı bulduğunda onun da evlenıneye pek ta­
raftar olmadığı anlaşılacak Akrabalarından Güzin'e destek verenler baba­
sına açıktan açığa takılınayı da ihmal etmeyecekler. Bütün bu tartışma, iki­
li kamplaşma, Güzin'in ders yılı sonunda, Ağustos 1943'te Adana'ya gitme­
sine ve Eylül 1943'te evlenmesine kadar sürecek.

ABi D i N D i N O 59
İ Kİ NCİ BöLÜM

SONRA ADANA

ADANA: BiziM ADANA


• • nce akşam, sonra gece birdenbire yuvarlandı ovaya Toros'un te­

O pesinden." Adana'da "ikamete memur" Abidin, 30 yaşına Ada­


na'da girdi. Dile kolay. Otuz yaşında Abidin, "dünya evine" de
Adana'da girdi.
" Seyhan Ceyhan derken Adana karşılarına çıktı. Adana değil, taslar­
casına Toros vardı karşılarında. Boydan boya arşa kadar yükselen, kanatla­
rı gergin kocaman bir kuş. Aşılır gibi değil! Öylesine erişilmez bir yaratık
ki, ayağı dibinde otur ağla. Bu dağ, Anadolu yaylasını kilitlemiş. Akde­
niz'den Karadeniz'e Güney Anadolu'yu boydan boya verev kesen bu dağ,
öylesine kocaman ki, belki Munzur, Palandöken, Allahuekber, Yalnızçam
dağları bile Toros'un birer uzantısı sadece." Abidin'den bu satırlar. ( Si­
nan'da, s. 69, 70 ve 72)
" Konakladılar... Ulu Cami'yi görünce... ; Selçuk tadı taşıyordu bu Ra­
mazanoğlu yapısı. Çarşı-pazarda rastladığı insanlar Türkmendi, Kürttü,
Araph, Ermeniydi, Süryaniydi, bir arada geçinip gidiyorlardı pekala."
Adana gerçekten bir gece ve gün şehriydi. Bir gün bu güzelim ken­
ti neden zulüm ve sürgün kenti yaptılar?
İ şte al sana kardeşim bak iki adım ötede "Büyük Saat Kulesi" Abi­
din Paşa'nın eseri. Tamamı kesme taştan, 32 metre yükseklikte. Saati de
cabası. Çık üstüne, istersen seyreyle cümle bölgeyi. Gözünü sevdiğimin
Çukurovası'nı.
İki adım daha sonra işte Taş Köprü. O da taştan. Boşuna dememişler:
"Adana'nın yollan taştan." Bu köprü Seyhan nehri üzerinde bir Roma devri
şaheseridir. Mimarının ismi bile bilinir: Auxentios. Mimar Sinan, zamanı ge­
lince bu köprüden geçtiğinde kim bilir neler neler düşlemiştirfdüşünmüştür.
Sonra Yağ Camii vardır. Bebekli Kilise. Ulu Cami Medresesi ile.
Çarşı Hamamı. Ramazanoğlu Çarşısı. Daha ne olsun? Adana hoş bir kent-

6o SONRA ADANA
tir. Sivrisineklerini, sıtmasını, ırkçılarını, sivil polislerini, kazandıklarını
hazınedememiş "hacı ağaları" ve daha bilmem nelerini saymazsak. Ama
onları da asla es geçmeden. Çünkü bir kent birçok kattan oluşur ve biri di­
ğerini görmemezlikten gelemez. Asla!
Bu kent bir şark çıbanıdır kardeşim yüzlere şenlik. Abidinlik
"yüz"lere elbette
Adana'nın çok da sıcağı vardır. Adana'nın çok da sokağı, caddesi,
meydanı vardır. İ şte Abidin Paşa Caddesi, işte İstasyon Caddesi.
İşte böyle bir akşamüzeri İ stasyon Caddesi'nde Adanalı gençler tur­
luyorlar. Onlardan biri, İlhan Selçuk anlatıyor:
"O yılların Adana' s ında 'istasyon Caddesi', kadınlı erkekli grupların
Allah'ın sıcağında bir aşağı bir yukarı gidip geldiği 'piyasa' yeriydi...
Biz öğrenciler (İlhan Selçuk o günlerde 17-18 yaşındadır) için bu pi-
yasada bir tür eğlence fırsatı da doğuyordu.
Bir gün arkadaşlar karşı kaldırırnda yürüyen birini gösterdiler:
- Abidin Dino!..
Ressam, Adana'ya sürgün gelmişti...
Şehrin zenginleri de öğrencilerin keyifle belledikleri adlardı; Ömer
Ağa'yı (Ömer Sabancı) ya da Salih Bosna'yı tanımayan yoktu!..
Oğlu Salih Bosna sınıf arkadaşımdı; yeğeni Faruk'la aynı sırada yan
yana otururduk; aklımız fikrimiz futboldu ama edebiyata ve karikatüre (Bu­
rada mutlaka kardeşi Turhan Selçuk'u anımsatıyor. MŞG) dönük rüzgarlar
da çoğumuzun başında kavak yelleri gibi esiyordu." (İlhan Selçuk, "Güneş
rengi bir yığın yaprak. . ," Cumhuriyet, 13 Nisan 2004- İlhan Selçuk 1925'te
.

Aydın'da doğdu, Adana Erkek Lisesinde okudu, Adana kültürünü aldı ya­
ni. Ona da Adanalı denebilir bir anlamda. Çukurovalıdır ve Çukurova oku­
lundandır o da.)

Üç KARDEŞ
1943 Şubat sonu veya Mart başında Adana'ya varan Abidin, ağustos
ayında gelecek ve eylül ayında evleneceği Güzin'i beklerken, önce otelde
kalıyor. Sonra Güzin'le birlikte oturacakları ilk evi buluyor ve evlilik hazır­
lığı içinde, oraya geçiyor.

AB i D i N D i N O 6ı
Abidin'in kaldığı otel daha
önce babası Rasih Bey'in kaldığı ve
1 927'de vefat ettiği otel. Abidin var­
dığında, o günlerde ve Rasih Bey öl­
düğünden beri, aile adına işleri yü­
rütmek için zaman zaman Adana'da
bulunan ağabeyi Ahmet de orada.
Ve aynı otelde kalıyorlar. Ahmet Di­
no o günlerde 44 yaşındadır. Arif
daha sonra Adana'ya geliyor. Ve ay­
nı otele yerleşiyor.
O günlerde Adana Parkında
çekilmiş bir fotoğraf var: Abidin kara
gözlükleri ile zayıf, ince, bir deri bir
kemik ve bıyıklı. Medtözü sürgünü
Abidin'i "eritmiş," zayıflatmış belli.
İ pince bir Abidin. Üç kardeşin en
yaşlısı Arif ortada, güleç. Takım elbi­
seli. Ahmet Dino da tebessüm edi­
yor. O da bıyıklı. Adana'nın o sıca­
ğında. Saat kaç acaba? Arif sı yaşın­
da. Yine Dev.
Ahmet Dino Adana'da geçiri-
Adana parkında üç kardeş: o sıcakta. yor zamanının bir bölümünü. "Ce-
nevre' nin en iyi dansörüydü" genç­
liğinde. Ahmet tangocia birinciydi. Yakışıklıydı ve nice kalpleri alevlendir­
mişti. Avrupa'yı da unutmaınıştı elbette. Bu nedenle fırsatlar yaratıp ver
elini Avrupa da diyordu. Dayı kızı, yani Dayko Cevat Bey'in tek kızı Ner­
min'le evlilik ne kadar sürdü? Rasih Nuri İleri yanıtlıyor: "Beş yıl. Alı­
rnet'in bütün evlilikleri zaten hep beşer yıl sürmüştür. Sanki matematik­
sel bir kural." Ahmet Pikret Adil'in ilk eşi ve Güzin'in Dame de Sion gün­
lerinin ilk gençlik arkadaşlarından Remide ile ne zaman evlendi? Ahmet
Dino'nun yaşamını tümüyle bilmek çok zor. Ama şunu biliyoruz: "Çoluk

62 SONRA ADANA
çocuk sahibi olmadı." Nermin'den ayrıldı, Remide ile evlendi, ondan da
ayrıldı ...
Güzin anlatıyor: "Ahmet Adana Şehir Kulübünden işlerini yürütür­
dü. Adana Şehir Kulübü deyip geçmemeli. Milyarderler Kulübü çünkü.
Adana'nın zenginleri, o günlerde Türkiye'nin en büyük zenginleri. Kadın­
ları Monte Carlo'dan giyinir bilmem ne, beyleri orada sıkı kumar oynar.
Abidin'in babası Rasih Bey'e zaten 'Zengin Rasih Bey' deniyormuş. Çün­
kü o sırada, 192o'lerin sonuna doğru, zengin. Çünkü Abidin Paşa'dan kal­
mış 48 bin dönümlük otlakiye var. Rasih Bey ölüyar otel odasında. Ahmet
gidiyor babasının yerini almak üzere. Sonrası vur patlasın çal oynasın. Ki­
mi parçalar satılıyor. Kimi parçaları köylüler işgal ediyor. Ahmet Şehir Ku­
lübünden çıkmadan işleri uzaktan yönetiyor. işlerin başında ise fiilen çift­
likbaşıjkahya var, o yürütüyor. Ahmet'in nasıl para yediğine bakın bir ör­
nek vereyim: Bir yıl hiç kış yüzü görmeden, soğuklada hiç karşılaşmadan
yaşamaya karar veriyor ve aynen uyguluyor. Yaz mevsimi nerede Ahmet
orada. Yani öyle yerlere gitmiş ki oralarda kış yok. Soğuk yok. Yani bu açı­
dan bakınca insanın para yemesini bilmesi de lazım diyesi geliyor. Abi­
din'in Verese piyesindeki 'Paşazade' tiplemesi Ahmet ve babası Rasih Bey.
Hatta Ahmet çiftliğe gidecek, pazarlık yapacak, el sıkacak adam bile değil.
Adam Şehir Kulübünden çıkmıyor."

"ÜTLAKİYE"
Arif ve Abidin Dino'nun Adana'ya gelmelerinin birincil nedeni, bi­
raz önce vurguladığım gibi, geçim meselesidir. Arif, dedeleri Abidin Pa­
şa'dan kalan mal-mülk ve toprakları yakından "idare etmek" ve "verese"yi
almak istemektedir. Nedir bu verese?
Daha önce gördük: Abidin ve Ariflerin dedesi Abidin Paşa,
ı88ı'den itibaren dört yıl dokuz ay Adana valiliği yaptı ve bu süre içinde
Adana'da çok ama pek çok toprak satın aldı. O zamanlar 6o.ooo dönüm
kadar olduğu bilinen topraklar aradan geçen süre içinde, çocuklarının ara­
da bir satışları sonucu 194o'ların başında 40 ila 48.ooo dönümlük son de­
rece büyük bir varlıktır yine de. Elbette, bizzat çalıştıranıjyöneteni olursa.
Dinolarda durum biraz farklıdır.

AB i D i N D i NO
Abidin Dino'nun çizgileriyle Çuku rova kadını.

S o N RA ADANA
Bir defa Adana'da bulunma nedenlerine bakalım: Sürgün. Daha 6o
yıl kadar önce dedelerinin vali olarak bulunduğu kentte torunlar sürgün­
dür. Bir defa burada bir gariplik var. Dedelerinin Zaptiye Nazırı olan kar­
deşi Veysel Paşa bu işi duysaydı mutlaka müthiş şaşardı. Ve kardeşinin to­
runlarını fena halde haşlardı: Fesuphanallah!
Güzin, Abidin Paşa çiftliğinden söz ederken "Agba çiftliği" diyor.
Aslına bakarsanız "40. ooo dönüm kadar mal-mülk var, ama çiftlik değil.
Verimli de değil bu topraklar. Ormanlık bir bölümü. Kalanını da su bası­
yor. Bu nedenle otlakiye olarak yıllık kiraya veriliyordu. Diyelim 10 bin baş
hayvan otlatılıyor, o zaman hayvan başına bir miktar saptanarak toplam bir
para alınıyor. Otlak mevsimi gelince elbette. O nedenle her zaman paramız
olmuyordu. Ahmet gibi Arif de bir miktar har vurup harman savuran cin­
sinden bir tip. Hesabı kitabı yoktu. Dolayısıyla otlakiye gelirleri bir gün ge­
lir, ertesi gün biterdi desem yanlış olmaz."
Dino ailesinin Yumurtalık'ta da mal ve mülkü var.
Güzin'in bana aktardığına göre, 1919 sonrasında Adana'yı işgal
eden Fransızlar tapu-kadastro işleri yapıyorlar. Güzin bu işe ilişkin belge­
lerin ve tapuların Champs-Elysees civarındaki resmi kurumda bulunabile­
ceğini sandığını söyledi. Ne olursa olsun "Agba çiftliği" ekime elverişli de­
ğil. Devamlı su var bataklık gibi ama otlakiye olarak çok para getiriyor, yıl­
da bir. Yayladan göçerler iniyor, aşiretler halinde, kiminin ıo bin kuzusu
var, kiminin üç bin inek ve koyunu. Göz alabildiğine otlakiye, yedi köyü
çevreleyen kocaman bir alan. Senede bir kere, nisan veya mayıs ayında
epeyce bir para geliyor. Bu para Arif, Leyla Abla, Ahmet, Abidin ve belki
1938'de Atina'da vefat edene kadar Ali Ekrem arasında paylaşılıyor. Ali Di­
no'ya hiçbir zaman para gönderilmediğini tahmin ediyorum. Otlakiyeden
gelen para dört kardeş arasında paylaşılıyor.
Abidin'den, Güzin'den dinlediklerimden ve bu konuda okudukla­
rınıdan anladığım şudur: Otlakiye oldukça önemli bir gelir getiriyor. O
para ele geçene kadar Adana'da yaşayan Ahmet ile başka mekanlarda ya­
şayan Arif özellikle 'keseden yiyorlar." Yani otel, lokanta, kahve, bakkal
ve benzeri giderler deftere yazılıyor. Her yerde bir defter. Ayrıca şunu da
eklemeli, o yıllarda, hani paranın pek kullanılmadığı zaman dilimleri

ABi D i N DiNO
içindeyiz, herkes ama özellikle zenginler borca alışveriş yapar ve giderler
defterlere yazılırdı. Ahmet ve Arif de öyle yapıyor. Güzin'in bana anlattı­
ğı gibi, " Deftere" yazılan borçlar birikiyor, birikiyor, birikiyor. Ve mevsi­
mi gelince, otlakiye gelirleri varıyor ve hemen borçlara yatırılıyor. Defter­
dekiler hesaplanıyor, borçlar ödeniyor, bazen elde avuçta çok az bir şey
kalıyor. Ve o kalan da kısa bir süre içinde uçup gidiyor. O zaman yeniden
deftere yazılıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor. Borçlar artıyor. Deftere yazıl­
dığı ve özel bir biçimde izlenınediği için, ne nerede, ne kadar harcanmış
bilinmiyordu.
Rasih Nuri İleri, Sahne ve Kostüm Tasanmı, Abidin Dino da şu bilgi­
'

yi veriyor: Abidin " ...Adana'ya gitmek için izin aldığında aynı sırada sürgü­
ne gönderilen Arif Dino ile beraber diğer kardeşlerinin de tarlaları Adana
Valisi Akif İyidoğan tarafından kanunsuz olarak köylüye dağıtılınaya baş­
landı."(s. 19).
Rasih Nuri ileri ile bu meseleyi ve verese konusunu 17 Aralık
2oo6'da uzun bir telefon görüşmemizde konuştuk. Burada bu söyleşimi­
zin bir bölümünü aktarmak istiyorum:
MŞG: Adana Valisi Akif İyidoğan neler yaptı?
RNİ : Abidin ve Arif solcu oldukları için onlara karşı epey pislik yap­
tı. Bir sürü toprağı dağıttı. Abidin Paşa'nın topraklarını kanunsuz olarak
köylülere dağıttı, 1942'de. Abidin'e ve Arife fazla kötülük yapamadı. Yani
bireysel, kişisel düzeyde. Çünkü Abidin'in arkasında Türk Sözü sahibi, CHP
milletvekili ve Adana'nın o günlerdeki etkili siyasetçilerinden Ferit Celal Bey
vardı. Ama epey toprak dağıttı. Ayrıca Abidin de o konuları hiç bilmediğin­
den Arifle birlikte çiftlik işlerini öyle bir karıştırdılar ki yıllarca işleri rayına
oturtamamıştık. Kanunsuz olarak dağıtılan toprakları geri almak için dava­
lar açtık. 1969'da bir iki davayı kazandık Ondan sonra 12 Mart 1971 askeri
darbesi sonrasında siyasi ortam değişince yine kaybettirdiler davaları...
MŞG: Abidin 1969'da Türkiye'ye geldiğinde Adana'ya gidip toprak­
ların/tarlaların bir bölümünü sattı mı?
RNİ: Sattı.
(1969'daki gelişmelere daha sonra değineceğim. Burada şu varsayı­
mı yapmamız olası: 1942 sonunda Abidin ve Arifin Adana'ya gitmek iste-

66 SON RA ADANA
meleri ve bunu nihayet 1943 başında başarmalan Adana valisinin Abidin
Paşa'dan kalan toprakları, tarlaları, malı mülkü "kanunsuz olarak köylüle­
re dağıtması"nı önlemek arzusuyla da ilintili olmalı. Tekrar söyleşimize
dönüyoruz.)
MŞG: Abidin, Arif ve Ahmet para pulla uğraşmıyorlar anlaşılan.
RNİ : Doğru.
MŞG: Ahmet ve Arif otelde ve lokantada deftere yazdırıyorlar.
RN İ: Hayır. Ahmet öyle yapmış olabilir. Arif değil.
MŞG: Arif çıkarıp, peşin parayla öder miydi?
RNİ : Normal olarak Arif parası olmadığı zaman lokantaya gitmez­
di. Parası olduğu zamanda pek sık gitmezdi. Arifle çok uzun konuşmala­
rımız var. Ona sorardım: Kuzum neden her gün acayip şeyler yiyorsun da
neden lokantaya gitmiyorsun? Arif o zaman "Gücüm yok" derdi. Nasıl olur
evde yediklerine gücün var da lokantaya gitmeye niye yok? "Lokantaya gi­
dersem en az on kişiyi de davet etmem lazım, derdi, halbuki evde istersem
ekmek peyrıir, istersem biftek yerim, viskimi de içerim."
Ahmet'in yaşam tarzı değişikti.
M ŞG: Ahmet sürekli olarak otelde kalan bir insan.
RNİ : Evet Ahmet evlenene kadar hep otelde kaldı.
MŞG: Zaten çok uzun süre evli de kalmıyor.
RNİ: Evet, hep beş yıl.
M ŞG: Özellikle Adana'da yaşadığı yıllarda hep otelde kalıyor. Şe­
hir Kulübünden çıkmıyor. Kaldığı otel de daha önce babası Rasih Bey'in
kaldığı otel.
RNİ : Zaten bir otel vardı o sıralarda.
O gün Rasih Nuri İleri ile birçok şey daha konuştuk. Bitirirken Ra­
sih Nuri ileri şunu özellikle vurguladı: "Burada da tekrarlıyorum: Arifle,
Abidin, annem ve babam ve benim, toprak satarak, toprak kiralayarak ge­
çindiğimiz palavrası gerçeğe uygun değildir."
Rasih Abi'yi çok iyi anlıyorum. Yıllar boyu, hatta on yıllar boyunca
ve kimi kez en yakın arkadaşları tarafından "Paşa torunu" olmakla, "dede­
lerinden kalan toprakları satarak geçinmekle" suçlandılar. Suçlayanlar şu­
nu özellikle vurgulamak istiyorlardı: "Yani nasıl olur da hem komünist

ABi D i N D i NO
hem de paşa torunu onuru! " Hele sol partiler, gruplar ve hareketler arasın­
daki bölünmeler ve benzeri gelişmeler üzerinejvesilesiyle bunun siyasi
malzeme haline getirildiğini düşünürsek. Evet bunu ileri sürenler suçla­
mak için bu tür kolay formüller kullandılar. Abidin Dino'nun kim olduğu­
nu bu çalışmanın daha ilk cildinin ilk sayfalarında belirttim. Yaklaşımımı
sergiledim. Ancak Abidin Dino'nun hayatını yazarken gerçeklerini de
araştırıyorum ve emin olduğum bilgileri, verileri sizlerle paylaşmak istiyo­
rum. Burada ve daha sonraki dönemlerinde göreceğimiz gibi, Abidin ve
Arif evet Abidin Paşa'nın topraklarından gelen gelirle geçinmek için yan
olanaklar buldular. Bunun ayıbı yok. Abidin her zaman çalıştı, ekmek pa­
rasını bazen taştan çıkarmak zorunda bile kaldı. Aç kaldığı veya yarı tok ça­
lıştığı /yaşadığı zamanlar da oldu. Ama el insaf Abidin Paşa'nın mirası da
torunları için değil miydi? Ve bunu istedikleri gibi kullanmak haklarına sa­
hip değiller mi(ydi) ? Elbette bu hakları vardı ve var. Türkiye Cumhuriye­
ti'nde miras hakkı korunuyor. Güzel. İyi. Bunu görmemezlikten de gele­
meyiz. Önemli olan Abidin'in ne yaptığıdır, sadece nasıl yaşadığı değil. Ya­
şamak için zaman zaman dedesinden kalan miras olanaklarından yarar­
lanmasını kınamadığım gibi, bunun hiçbir biçimde kullanılmadığını ileri
sürmenin de anlamsız ve hatta yersiz olduğunu sanıyorum. Nitekim yeri
gelince göreceğimiz gibi, hem Abidin hem de Arif ellerine geçen toplu pa­
ralarla İstanbul'da ev satın alabildiler, 195r'de. r969'da ise İstanbul'a ikin­
ci kez gelen ve sonra Adana'ya giden Abidin tarlaların yasal biçimde satışı
sonucu eline geçen ve geçecek parayla İstanbul'da ev satın almayı ve Pa­
ris'ten dönüp gelmeyi, yeniden İstanbul'a, Galata'nın eteklerine yerleşme­
yi bile tasarladı. Bu neden ayıp olsun? Nihayet şunu eklerneme de izin ve­
riniz: Abidin sürekli olarak çalıştı, yarattı, geçimini bizzat sağlamanın er­
demini biliyordu çünkü. En son şunu da belirtmek gerekiyor: Abidin örne­
ğin Çok Yaşasın Ölüler' de, Arif için "Adana' dan, çiftlik artıklarından bek­
lenmedik bir para çıkagelince, rahatlar gibi oluyor, ama çok geçmeden Sa­
haflarda gözüne kestirdiği eşsiz ve çok pahalı bir r6. yüzyıl el yazması, de­
ri ciltli mutfak kitabına yatınyordu varını yoğunu," diyor. Güzin de kita­
bında değişik yerlerde bu konuya değiniyor. Biraz önce gördük Rasih Nu­
ri ileri de Abidin'in r969'da tarlaların bir bölümünü satlığını bizzat söyle-

68 SONRA ADANA
di. Yani bilineni es geçemeyeceğimiz gibi, dededen kalan mirasın torun­
lardan bizi ilgilendiren Abidin tarafından nasıl kullanıldığını da yeri ve za­
manı gelince yazmamız tarihçilik ahlakı gereği dayatıyor. Burada ne gerek­
siz övgüye yer var, ne de anlamsız "körlüğe." Böyle bir şey yapsaydım en
başta Abidin kaşlarını çatar, kolumu dirseğimden tutar, birazcık sıkar ve
" Olmamış Şehmus" derdi. Benim böyle bir lüksüm yok. Abidin'i kızdır­
mak, üzmek bir lükstür çünkü. Bana yakışmaz.

VERESE
Abidin, dede malının nasıl yenildiğini, çar çur edildiğini ve buna
bağlı birçok şeyi ve fazlasını Verese isimli iki perdelik oyununda çok güzel
bir biçimde anlatıyor. Abidin'in bu oyunu Adana yıllarında oluşturduğunu
biliyoruz. Kaleme alınması, Ankara ve İstanbul yıllarında olsa bile, yaza­
cakları Adana'da kafasındaydı sanıyorum. Piyesin bir versiyonu, İ stan­
bul'daki ev 195ı'de polis tarafından arandığı sırada polis tarafından götü­
rüldü. Ama Abidin daha sonra yazdı yine. Ve bu çalışmasını Güzin, bir ser­
gi hazırlığı sırasında 1996'da Abidin'in bıraktığı "kağıtları arasında" bul­
du, ilk kez Kel başlıklı ve daha önce sözünü ettiğim oyunuyla birlikte yayın­
landı, 1996'da. Yani Adana yıllarından tam 53 yıl sonra, İstanbul yılların­
dan ise 45 yıl sonra. Ama olsun sonuçta bu eser de gün ışığına çıktı ya.
Önemli olan budur artık.
Verese'de Abidin'in özgeçmişine ilişkin unsurlar bulmak olası. Da­
ha önce Güzin'in söylediği ve benim belirttiğim gibi, "Paşazade" Ahmet
Dino ve kimi özellikleriyle Abidin'in babası Rasih Bey'den çizgiler taşıyor.
Bu arada Abidin belki tanıdığı diğer akrabalarından da bir şeyler katmıştır
bu tipe. Ve daha önemlisi Paşazade, Ahmet gibi kumara düşkün. Kahyalı­
ğı almaya can atan hatta takla bile atan Zülfikar {ismine lütfen dikkat: Abi­
din'in piyeslerinde hiçbir isim "masum" değildir) ile güya pazarlık sahne­
sinde bu nokta vurgulanıyor (s. 125 vd.) . Evlere şenlik bir pazarlık. Zülfikar
ille de "malı götürmek" istiyor.
İşte bir parça:
"Zülfikar: Beni dinle, borçları üzerime alıyorum, ipotek bana çevri­
liyor, size 30 bin borç veriyorum, siz bana umumi vekalet ve ıo sene tescil

AB i D i N DiNO 69
edilmiş kira veriyorsunuz. Ahzukabz da isterim. İşte son söz paşazadem,
bundan fazla fedakarlık yapılmaz ... "
Paşazade sanki pazarlık yapıyormuş gibi bir-iki laf eder ama bütün
niyeti "liquide" para alıp bu işi bir an önce bitirmektir.
Sonrasını okuyalımfseyredelim:
Zülfikar: Mal sahibi yine kendileri (yani paşazade. MŞG), bu sade-
ce bir yardım, ben kar peşinde değilim. Evet mi, hayır mı paşazadem?
Paşazade: Prensip itibarıyla evet, fakat...
Zülfikar: Fakatı bırak, ver elini paşazadem.
Paşazade: Al çabuk, yoksa uykuya dalarım, şöyle biraz silk elimi.

Paşazade: Zaten bunlar boş şeyler, anlaştık, üst tarafı mühim değil.
Faiz müddeti filan insaflı bir hadde insin, ötesi kolay. Hastayım, İsviçre'de
tedavi olmam lazım, bu işi çabuk halletmeliyiz."
Neyse uzatmayalım, paşazade o sırada rastlantı sonucu hemen ora­
dan geçen bir kamyonda tek kişilik yer bulunca, atlayıp hemen kaçar. Ve
Zülfikar ile yardakçısı Selman, arada bir Fransızca paralayan "kahraman,"
ile zaferini kutlar: " Ben vereseyim. Ve·re-se! " (s. 132).
Oyundan "veresenin so bin borcu olduğunu" öğreniyoruz. Ve paşa­
zade "Veresenin hiç değilse so bin borcu var, geriye ne kalır. Üç kişiyiz" di­
yerek alacağın üç kişi arasında bölüneceğini de vurguluyor (s. u9) .
Güzin'le Verese üzerine konuştuğumuz 20 Temmuz 1997'de,
194o'larda "kahyanınf çiftçibaşınınfveresenin" Şahin kahya olduğunu söy­
ledi. Onun otlakiyeyi sahibi gibi yönettiğini de ekledi. Güzin 1943'te Ada­
na'ya gittiğinde, kahya, " İstanbul'dan gelinimiz geldi" diyerek, Abidiniere
bir kuzu, bir hindi, bilmem taç tane tavuk, teneke teneke yağlar, peynirler ve
aklınıza gelebilecek başka türlü nevale getirdi. Kahya genellikle bütün paşa­
zadelerle arasının iyi olmasına elbette gayret gösteriyor. Bu bazen son dere­
ce sıradan işler için bile yararlı olabileceği gibi, yıllardır yerleşmiş bir gele­
nektir. Hele paşazadeler Abidin, Arif ve Güzin gibi sevimli ve para-puldan
anlamayan insanlar olunca. Sıradan bir iyilik için bir örnek. Güzin anlattı:
" Kahyanın 13-14 yaşındaki oğlu kendi yaşlarında bir kız çocuğunu
kandırmış. Kahya, oğlunu saklamak için alıp bize Adana'ya getirdi. Biz bir

SO N RA ADANA
hafta o çocuğu sakladık Bir hafta sonunda Abidin, kahyaya 'Gel bu çocuğu
al' dedi. 'Biz zaten sürgünüz, bir de senin çocuk yüzünden başımız belala­
ra girmesin!' Neyse kahya bunun üzerine geldi çocuğunu alıp götürdü ... "
Rasih Nuri İleri, bana gönderdiği 4 Aralık 2006 tarihli mektubun­
da şu bilgileri iletti: " Şahin Ağa'nın üvey oğulları Adana'nın ünlü kabada­
yıları mafyacı katil Süleyman Sırrı ile 'Asfalt' Rıza." Bu veriler kahyalık işi­
nin öyle pek kolay olmadığının sanki ispatı. O kadar taşı tarlayı, toprağı,
malı mülkü idare etmek için böyle belalı tipierin babası olmak mı gereki­
yordu? Pes doğrusu!
Güzin başka bir sohbetimizde ise şunları söyledi: "Adana'da otlaki­
ye kahyası önce Şahin' di. Sonra hapisten çıkan biriydi. İsmini unuttum. Bu
sonuncuyu çok az görürdük"
Verese'de, Abidin sadece vereseyi ve pazarlığını anlatınıyar elbette.
Toprak ağalarının hödüklüğünden örnekler veriyor: Şehir Kulübünde Müt­
tefıkçilerle Mihverciler, Berlin radyosunu dinleyenlerle Londra radyosunu
dinleyenler arasında çıkan savaş da var. Ve radyonun kendini paramparça
yerde bulmasıyla bir güzel kavga: "şişe, iskemle, tabak gırla... " Vali müda­
haleye mecbur oldu ...
İkinci Savaş yıllanndaki karaborsa, savaş vurgunelliuğu da anlablıyor:
Abidin, bu iş için daha önce Kel oyununda adı geçen muhbir Se­
lim'e bir rol veriyor ki tam ona uygun. " Foturafcı"dır artık "ikamete me­
mur takımından Banker Selim ismiyle maruf şahıs." Ama ne foturafcı:
"Fotoğraf makinesinden sarkan siyah kolluklar" kolluk değil sanki seyyar
süpermarket, seyyar bakkal dükkanı. Elini her attığında bir kutu kahve mi,
bir kutu bilmem ne mi? Karaborsada ne ararsanız orada.
Rüşvet de var elbette! Haciz memurunun şahsında. Haciz memuru
ile Selim arasındaki muhabbet son derece öğretici (s. 136-138).
Daha önce Kel'i incelerken belirttiğim gibi, Selim, Mebrure tarafın­
dan kaçırılmış. Selim'e kalırsa elbette! "Bir evli kadın bendenizi kaçırdı."
Adana'daki ihbarcılık, gözleme ve izleme de anlatılıyor. O kadar ki
bu işlerin uzmanı, görünüşte Ayraaan buuuzcudur. Aslında ise en büyük
muhbir. Adına bakın hele bir: Yedikulak Abidinik bir isim daha. İsmine
bak mesleğini buljçıkar cinsinden.

AB i D i N D i NO
Kurtuluş Savaşı yıllannda Çukurova'yı, Adana'yı ve çevresini işgal
eden Fransızlada işbirliği yapanları da gözler önüne seriyor Abidin. Tanıt­
makla da kalmıyor. Bu adamların o günlerde ve hemen sonrasında yani
Cumhuriyet döneminde "işlerini" ama her türlü işlerini yoluna koyan kişi­
ler olduğunu, servetlerini nasıl çalıp-çırpma, vurgun, karaborsa, dolandır­
ma ve el koyma sonucu elde ettiklerini de. Böylece savaş yıllarında kirli yol­
lardan ilk sermaye birikiminin oluştuğunu saptama olanağını buluyoruz.
Abidin'in yarattığı Zülfikar işte böyle bir kişidir. İlyas isimli olanı da. Bu
bölümler ekonomi-politik dersleri kadar öğretici.
Olumlu kahramanlar elbette eksik değil. Kel'den söz ederken adla­
rını andığım olumlu kahramanlar gibi, Verese'de de olumlu yüzler bulunu­
yor: En başta Koca Kadri. Yurtsever, dayanışma yanlısı, içten, özveri sahibi,
mücadeleler vermiş ve mücadelelerde yoğrulmuş " Doğrucu Davut"un ta
kendisi. Ancak Abidin'in vermek istediği mesaj gereği Koca Kadri yaşlıdır
ve yaşanan zamanın, geçen zamanın, akan zamanın artık kendi zamanı ol­
madığının feci şekilde farkındadır. Ve nitekim Koca Kadri'nin son sözü şu­
dur, oyundaki elbette: "Çek yorganı ... ölem" (s. ı65). Oyundaki, çünkü Abi­
din Koca Kadri türundeki insanların tümüyle yok olmadığının farkında. Ve
bunu duyumsatıyor.

S iYASİ TARİ H DERSİ: ABiDiN'DEN


Verese siyasi tarih açısından dikkat çekici öğeler içeriyor, Koca Kad­
ri bu bağlamda sadece bir piyes kahramanı olarak algılanamaz. Algılanma­
malıdır. O, büyük olasılıkla Cumhuriyetçilerin devrimci, ilerici, yenilikçi
yönlerini temsil eden bir simgedir. Kurtuluş Savaşının başanya ulaşması
için canını dişine takan ve başarı elde edildikten sonra kendisi için tek şey,
tek kolaylık, tek kayırma, tek torpil istemeyen bir simge. Bir insan ki, in­
sanlar güzeli. Ancak, II. Dünya Savaşının vurgun ve çapulu içinde ahlaki
ve fiziki açıdan yıkılınası -yıkılması demeyelim isterseniz sarsılması diye­
lim- ise Cumhuriyetin ilerici, yenilikçi, devrimci ve atılımcı yüzleri­
nin/yönlerinin bittiğine veya en azından ağır bir darbe aldığına işaret edi­
yor mutlaka. Abidin bizzat gördüklerinden, tanıdığı insanlardan ve onların
bir bölümünün en azından akıl almaz derecede vurguncu ve gözü aç olma-

SONRA ADANA
sından umutsuzluğa düşmüştür. Hani Abidin'in yaşadıklarını bir parça gö­
zümüzün önüne getirsek onunla İstanbul, Ankara, Çorum, Mecitözü, Ada­
na ve daha değişik mekanlarda iki gün dolaşmış olsak ona hak vereceğiz.
Hem de nasıl! O günlerde Abidin'in simgesel boyutlarda ortaya koyduğu
bu saptamalar, hemen sonra çok daha açık bir biçimde kendi kendilerini
ele verdi. Bütün ekonomi ve ekonomi siyaseti kitaplarında yazıldı. Türkiye
Cumhuriyet'inde ilk ciddi sermaye birikimi hareketleri I l . Dünya Savaşı
yıllarında oldu. Özellikle Adana ve İstanbul'da. Abidin'in bunu daha
194o'ların başında sergilemesi, öngörüsünün ne derece yerinde ve sağlam
olduğunun ispatıdır.
Dahası var. Abidin bu saptamalan sadece gözlemlerine dayanarak
yazmadı. Bizzat kendisinin belirttiği gibi araştırmaları sayesinde bu sonuç­
lara ulaştı. Abidin'in araştırmacı özelliğini de bu vesileyle görme olanağı bu­
lacağız. Adana' dasınız, Halkevinin bir dolabında, yığınla dosyalar buluyor­
sunuz. Ne yaparsınız? Abidin'in yaptığını! Yani? Yanisi yok. Abidin bizzat
anlatıyor. Sözü Abidin'e bırakmadan önce iki satır eklemek zorundayım.
Adana 24 Aralık 1918'de Fransızlar ve yandaşlannca işgal edildi. 5 Ocak
1922'de kurtarıldı. Ve bu nedenle 5 Ocak "Kurtuluş Günü" olarak şenlikler­
le kutlanır Adana'da. Söz artık Abidin'in: "Türk Milli Kurtuluş Savaşı bir
imeceydi. Kuvva-yı Milliye ne kentlerden gelme varlıklı kişilerin öğütleri ile
başladı, ne de devrimci bir aydın azınlığın yol göstermesi ile. İstiklal Harbi,
Türk tarihi boyunca var olagelen özgürlük uğruna direnişin bir halkası.
Türk köylüsü dıştan gelen akımlara olduğu kadar sultanların da
zorbalıklarına karşıydı. 'Ferman padişahın, dağlar bizimdir' sözü, oldum
olası Anadolu insanının tutumunu yansıtır.
Milli Kurtuluş Savaşımız dış ve iç sömürgecilere karşı, ikisine bir­
den ve doğrudan doğruya fakir Türk köylüsünün, halkın savaşa atılmasıdır.
Kuvva-yı Milliye su götürmez bir devrimcilik içgüdüsüyle doğdu. 19 Ma­
yıs'a varıncaya dek, bir yıl boyunca Türk köylüsü imece içinde büyük bir sa­
vaşa girmiştir, tek başına. Ağalar çıkarları uğruna günlerini gün ederken
fakir köylü, savaş imecesine atılmıştı bile. 19 Mayıs'tan önce İstiklal Harbi­
ni, yurt çapında inceleyen bir araştırma yok sanıyorum. 1943 seneleri idi,
Adana Halkevinin bir dolabında, yığınla dosyalar görmüştüm, bir köşede

A B i D i N D i NO 73
unutulmuş dosyalar. İlgilendim, yazarı ile tanıştım, okudum hepsini, not­
lar aldım. Yaşlıca bir tarih öğretmeniydi çalışmayı yapan. (Kendisinden
özür dilerim, yanımda adı yok ama Adanalı dostlar tanırlar elbet.) Bu de­
ğerli tarih öğretmeni Halkevi için bu araştırınayı yapmış. Çukurova'da çe­
te reisierini teker teker aramış bulmuş, köylerine giderek uzun uzadıya ko­
nuşmuş, hiçbir şey eklemeden anılarını aktarmış. Her çeteye bir dosya
ayırmış. Bir yığın dosya okudum böylece. Birbirine uyan, birbirini açıkla­
yan ortak özellikleri vardı. Bunları size özetleyebilirim:

ı. Çetelere ön ayak olanlar fakir köylüydü.


2. Yabancı işgal ordusu ile yerli ağaların baskısına dayanarnayıp
çeteler kurulmuştur.
3 · Türk olmayan ağalar işgal ordusuna güvenerek azgınlığı son
kerteye vardırmışlardı.
4 · Çoğu zaman Türk ağaları ve beyleri, mal ve canlarına zarar ge­
lir diye kavgaya karışmamışlardı.
5 · Eşrafa karşı yabancı ordusu nispeten yumuşak davrandığı gibi,
Türk olmayan ağalar varlıklı komşularını fazla tedirgin etme­
meyi yeğ sayıyorlardı.
6 . Fakir köylülerin kaybedilecek canından başka nesnesi yoktu, kö­
leleşmedense vuruşmayı seçmişlerdi.
7 · Düşmana silahla karşı koyup dağa çıkmayı ve milletçe kurtul­
ınayı doğru bulmuşlardı.
8. Yabancı askere ateş açıp, köylüler ovada ve dağda sığınaklara çe­
kilmişlerdi, üçer beşer kişilik çeteler halinde.
9· Köylerde genel olarak denklerinden yardım görmüşlerdi. Silah
ve yiyecek yardımı fakir köylüden geliyordu. Savaş imecesi ku­
rulmuştu.
ıo. Yabancı ordu bunu sezinleyerek köylere baskıda bulunuyordu,
mezalim koyulaşıyordu.
ı ı . Köylere baskı arttıkça çetelere katılanların sayısı çığ gibi artıyor­
du. Çeteler sayıca kabarıyor, tepeden inme baskınlarla, düşma­
na en umulmadık yerde ve zamanda saldırıyorlardı.

74 SoNRA ADANA
12. Yabancı işgal ordusunun silahça ve sayıca ezici üstünlükleri böy­
lece hiçe iniyordu. Türk Kuvva-yı Milliye çeteleri ise iyi bildikleri
yerlerde bütün güçlerini bir noktada toplayıp, düşmanı en zayıf
noktasından vuruyorlardı. "Çarıklı Erkanıharp" tabiyesi buydu.
13- Düşman şaşırıyor, bocalıyor, yenildikçe kuduruyordu. Baskıyı
artırmaktan, körü körüne çarpışmaktan başka bir şey yapamı­
yordu, o kadar ki, ağa ve beyler de büyüyen tehlike karşısında
selameti dağda bulmaya başlamışlardı.
14. Çeteler birleşiyor, aralannda bağlar kuruluyor, buyruğunu tüm
Çukurova'ya geçirebilecek bir örgüt kurmaya çalışıyorlardı. Ya­
bancıların olduğu kadar, yerli hainlerin de cezalarını veriyorlardı.
ıs. Demiryollarına, yollara, zırhlı trenlere, askeri topluluklara saldı­
nyor, 'hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var' parolası sezgi ile uy­
gulanıyordu. Üstün kuvvetler karşısında çekilmek, çevirmeler
yapmak, başka başka noktalarda saldırı korkulan yarahp düşma­
nı çekip parçalamak, Çukurovalılann savaş kuralları arasındaydı.
ı6. Çukurova'nın kurtuluşu yolunda böylece önemli zaferler kaza­
nılmıştır. Nihayet Mustafa Kemal Paşa'nın Çukurova'ya Sinan
Paşa'yı göndermesi çetelere üstün bir savaşma gücü vermiş, çe­
teden tam anlamı ile orduya geçişi hızlandırmıştır.
17. 1943 yılında, bütün eski çete reisieri savaştan önce olduğu gibi fa­
kir köylü olarak yaşıyorlardı. 'Fidye' toplamaya tenezzül etmemiş­
lerdi. Parsayı ya hiç savaşa kahlmamış veya geç kahlmış ağalar, bey­
ler toplamışlardı. Hakçası bunların da içinden tek tük büyük yarar­
lılık gösterenleri olmuştu, faydasını da gördüler. Fakir çete reisieri
ise imeceye ihanet etmemişlerdi, aralannda büsbütün fakirleşmiş
olanlan bile vardı, kurtardıklan vatanın tapusunu çıkarmamışlardı,
dertleri içine kapanıp türedilere sırtlarını çeviriyorlardı."

Abidin bunları ı8 Eylül 1962 tarihli Öncü gazetesinde yazdı. He­


men sonra bu konuda Toros Destanı başlıklı bir senaryo yazdığım ekliyor.
Aynen şöyle: " Kuru bir özet içinde topladığım bu anıların aslı, en güzel
destandan şiirden güzel. İşte bu Milli Kurtuluş başlangıcını, içine ünlü

ABi D i N DiNO 75
Menzil Zaferini de alarak bir senaryo yazmıştım o ara. Bilmez olası 'bilir­
kişiler' geri çevirdiler senaryoyu, 'milli menfaatlere aykın' diye... "
İşte böyle. Yazısının başlığını unutmamalı: "Savaşta İmece." ( Yazı­
larda, s. 521-523)
Burada olaylara dayanarak verilen bir siyasi tarih dersi var. Çün­
kü Abidin büyük olasılıkla ilk kez, Kurtuluş S avaşı başlamadan veya na­
sıl demeli resmi açıdan başladığı ilan edilmeden, Anadolu insanının
hemen direnişe geçtiğini vurguladı. Bu saptama daha sonra Bülent Ta­
nör başta, 1 98o'lerin sonunda ve 1 99o'larda birkaç ciddi araştırmacı,
bilim kadını ve adamı ile öğretim üyesi tarafından yazıldı, ispat edildi
ve daha geniş çevrelere yayıldı. Abidin ise bunu çoook önceden sapta­
mış, yazmıştı. Ama Toros Destanı senaryosu hemen yasaklandı. Abi­
din'in diğer yapıtları gibi. Ne yazık! (Burada değerli bilim adamı, yeri
doldurulamaz dost Bülent Tanör'ün kitabını anmak isterim: Kurtuluş
Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İ stanbul, değişik tarihlerde birçok bas­
kısı yapıldı. Ve yanılınıyorsam Cumhuriyet gazetesi okuyucularına ar­
mağan olarak dağıttı.)
Abidin yine de, yani yazıldığından yarım yüzyıl sonra olsa da, Vere­
se ile bu konuların okuyucularına ulaşmasını sağladı. Adana'dan bir kesiti,
gerçekçi, alaycı, kurgucu, ilerisini gören ve gösteren bir biçimde aktarıyor.
Birçok açıdan daha sonra yazılacak romanların, oyunların, öykülerin ve bi­
raz önce vurguladığım gibi bilimsel çalışmalann habercisidir Verese.

YENİDEN GAZETEci ABiDiN


Çukurova'nın başkenti Adana, o yılları, Taş Köprü, İşçi Pazarı, Abi­
din Paşa Caddesi, istasyon, Toros Ekspresinin getirip-götürdükleri, getirip
götüremedikleri, Şehir Kulübü, Halkevi, kadınlara sinema matineleri, bir
kez uğrayan ve unutulmayan bir konser veren Müzeyyen Senar'ın etkisi,
düğünleri, cılız ve vursan düşecek cinsten atların çektiği ve bitten geçilmez
koltuklarıyla hafif baygın faytonları, şalvarlı faytoncuları, "Arapları," birbi­
rinden ölümcül hastalıkları arasında geçiriyor. Belki de geçiremiyor. Do­
kunsan düşüp ölecek çünkü. Sürgünleri ve yaz aylarında gölgede 44 dere­
ce sıcağını da unutmamalı. Adana bu.

SONRA ADANA
Para pul Abidin'in urourunda mı? Sürgün-mürgün Abidin'i üzüyor
mutlaka. Ama biraz. Hepsi o kadar ve üstünde durmaya değmez. Para pul
urourunda değil. Abidin ille de çalışmak istiyor. Çalışmak, yazmak, çiz­
mek, yaratmak.
İşe bakın hele. Adana'da birkaç gazete var. Dergileri şimdilik sayınaz­
sak Türk Sözü gazetesi sahibi, çalışanları, öyle pek çok çalışanı da yok hani,
hemen salıipieniyor Abidin'i. Ne de olsa "dünya görmüş" adam. İstanbul'da
dergiler yayınlamış biri. Hem de çizer, hem de ressam, hem de bin bir dil bi­
lir. Hem de Abidin! Abidin Paşa'yı bilirsiniz, "Adana'yı ihya eden" valilerden
en ünlüsü, işte onun torunu. Böyle adam kaçınlır mı kuzum? Kaçınlmaz. Ve
Abidin neredeyse gelir gelmez ellerini mürekkepte bulur. Eller mürekkepte
ve zaman zaman da çini mürekkepte. Hani çizilmeden de olmaz. Çizilmek
ve çizmek! Arif ve Abidin birbirine destek. Abidin ellerini kavuşturmuş: El·
ler. Arif çiziyor. Gözlükler yine alnında. Ama bu deseni çizen Abidin'dir.
Evet, Abidin 193o'ların başından beri zaman zaman yaptığı,
193o'ların sonunda zamanının büyük bölümünü alan gazetecilik ve yazar­
lık mesleğini yeniden icra ediyor Adana'da. Resmi makamlara göre görevi
"gece sekreteri" gibi bir şey. Ama Abidin bizzat kendisi yazdı ve söyledi:
"Gazetenin her şeyi ile ilgileniyordum. Temizliğinden düzeltisine, başyazı­
sından haberlerine, söyleşi yapılmasından fotoğraf çekimine kadar her şe­
yiyle meşgul oluyordum. " Abidin gece çalışıyordu. Ve bilhassa bin bir dil
bilmesi sayesinde yabancı dillerde yayın yapan radyoları dinliyor ve ertesi
günkü gazetede en taze haberleri patlatıyordu.
Adana'nın diğer gazeteleri "nal topluyordu:" Bal gibi. Abidin o gün­
lerde imzalı imzasız veya takma isimle birçok makale yazdı, birçok haber.
Abidin'in en çok kullandığı takma isim "Sarı Çizmeli"dir. (Abidin'in bütün
yazılarını deriemek gibi son derece zor bir işi büyük bir özveri ile kotaran
Turgut Çeviker, elinde olmayan ve hemen hemen hiçbir kütüphanede ko­
leksiyonu bulunmayan Türk Sözü gazetesinin birkaç sayısını, Adanalı arka­
daşı çevirmen Ayşe Ak sayesinde edindiğini belirtiyor ve bu yazıları yayın­
lıyor. Yazılarda, s. 508, 5 1 6 ve 672.)
Türk Sözü gazetesinin sahibi bir ara "Ankara Halkevi Reis"liği de
yapmış olan CHP "İçel mebusu" Ferit Celal Güven'dir. Melih Cevdet An-

AB i D i N D i NO 77
day, Akan Zaman Duran Zaman'da bakın onun hakkında neler yazıyor:
"Tanıdığım gerçek idealist kişilerden biri odur. Yaşamının son gününe de­
ğin, karakterinin sağlamlığı, halk severliği, umutsuzluğa hiç düşmemesi
ve boyuna kişiliğini yenilernesi ile Güven, onu tanımış olanların belleğin­
de unutulmaz bir anı bırakmıştır. Gözü pek bir Atatürkçü idi." (s. ısı)
F. C. Güven Abidin'i tanıyor. Anımsayalım: ı939'da Ankara'daki
sergide jüri üyesiydi. Daha sonra da birkaç kez "Yurt Gezisi Resim Sergi­
si" vesileleriyle jüri üyeliği yaptı. Örneğin ı942'de.
Güzin'in bana değişik tarihlerde anlattığı gibi, Ferit Celal Güven
gazeteyi ve matbaayı iki kardeşi, Coşkun ve Nevzat Güven ile birlikte yürü­
tüyor: Ferit Celal Güven görevi icabı zamanının çoğunu Ankara'da geçirdi­
ği için gazeteyi fiilen Nevzat Güven yönetiyor. Nevzat Güven'in eşi Fran­
sız, ismi Colette. Güzin'e soruyorum:

- Bir Fransız ne arıyor Adana'da? İşte yanıtı:


- Herhalde Paris'te tanıştılar. Hiç bilmiyorum. Çünkü Nevzat gaze-
tenin sahibi, müdürüydü. İlişkilerimiz resmi, mesleki ve mesafeliy­
di. Bireysel veya ailesel ilişkimiz yoktu. Doğal bir dostluk ilişkisi de
doğmadı. Nevzat çeşitli eğilimleri olan, tam eğilimini de pek belli
etmeyen bir insandı. Ferit Celal'in kardeşi olduğu için orada gaze­
tenin başındaydı. Ama açık, belirgin bir insan değil. Şahsiyeti öyle
bir kişi. Ferit Celal onu işte idareci diye koymuş. Nevzat da Ahmet
Dino gibi, Şehir Kulübünden çıkmayan biri. Ahbaplığımız yoktu.
Özel bir ilişkimiz olmadı. Coşkun Güven ise matbaayı yönetiyordu.
Biraz şişmanca bir adam. Ayağında bir sorunu vardı. Ve bu yüzden
yürümekle yuvadanmak arasında gider gelirdi.
Güzin, F. C. Güven ile tanıştığı günkü bir anısını anlatıyor: "Türk
Sözü'nün başlığı kırmızı zemin üzerine siyah iri puntolarla yazılıydı.
Ferit Celal Bey, bana, 'Güzin Hanım gazetemizde kırmızı, başlıktan
daha aşağıya inmemelidir' diyor. Yani solculuk ancak bu kadar olur.
Daha fazlasına tahammül edilemez. Ben de o zaman kendisine 'Hiç
merak etmeyin, daha aşağıya inmez kırmızı' dedim. O da 'Evet.
Aman kırmızı daha aşağılara inmesin' dedi. Çok kibar bir insandı.

SONRA ADANA
Nevzat Bey ve eşi Colette ise Abidin Paşa Caddesinde, gazete­
nin tam karşısında ve bizim eve çok yakın bir evde oturuyordu.
Abidin'in resmi görevi gece sekreteriydi, fakat Nevzat Güven
başyazı veya makale yazmaya zaman ve fırsat bulamayınca, ba­
zen Şehir Kulübünden gazeteye telefon eder, 'Abidin bana şunu
yazar mısın?' veya 'Abidin şu konuda bir başyazı yazar mısın?'
derdi. Abidin de oturur paşa paşa yazardı. Böylece birçok yazısı
imzasız yayınlandı. Abidin kendi imzasıyla veya takma adıyla da­
ha çok sanat dalında tanıtıcı yazılar veya eleştiriler yayınlıyordu. "

O günlerde birçok Halkevinde olduğu gibi Adana Halkevinde de


oyunlar sergileniyor, bin bir sanatsal eylem yapılıyordu. Abidin'in meraklı
olduğu meseleler yani. Adana'nın sanat meraklısı gençleri bizzat birçok
alanda yaratıcılıklarını sergilerken; zaman zaman Ankara ve İstanbul'dan
da sanatçılar geliyor, tiyatro gösterileri sahneliyorlardı. Örneğin Sadi Tek
ile Muammer Karaca Adana Halkevine temsiller vermeye gelince Abidin
hemen kaleme sarılıyor:

Önce, "Fedai" başlıklı bir yazı yazıyor? " Sarı Çizmeli" lakabıyla:
"Seyyar tiyatro kumpanyasında çalışan aktör, bence fedailerin bir
nevi hulasası (özeti), remzidir (simgesidir) . Okur yazar adamdır, sö­
zü, yüzü düzgündür." Adanalıları gösteriye şöyle davet ediyor:
"Türk sahnesinin en serden geçmiş iki fedaisi şehrimizdedir. Hal­
kevinde temsiliere başlıyorlar. Sadi Tek ile Muammer, Adana'da.
Gidin görün. Onları methedecek değilim, zira ikisi de 'var olanlar­
dandır' bilen bilir ( Yazılar, s. 5 14).

Daha sonra iki sanatçıya sevgi ve selam dolu bir mektup yayınlar
Abidin. O günlerdeki kimi gazetecileri de eleştiren bu makaleyi buraya ay­
nen almak istiyorum:
Makalenin başlığı "Sadi Tek ile Muammer'e Mektup"tur: İmza "Sa­
rı Çizmeli"dir ( Yazılar, s. 516).
"İki gözüm Sadi, iki gözüm Muammer [Karaca]:

Ao i o i N D i No 79
Anladınız ya, biz gazeteciler müşkülpesent adamlarız.
Beğenmedik mi yandınız. Ona göre bize her temsilde 4, 8, 12, 24,
48 bilet hazırlayıp bir dediğimizi iki etmeyin.
Beğenmedik mi diyorum, temsili filan değil, bize ayırdığınız bilet
miktarını kastediyorum. İsterseniz sahnede ağzınızia kuş tutun, Mounet
Sully gibi oyrıayın, Shakspeare'e hususi piyes ısmarlayın; boşuna. Bizim
ehemmiyetimizi anlayın, ondan sonra konuşuruz.
Yoksa sizi ı,s ayda çocuk doğurtmakla itharn eder, deriz ki: 'Hiçbir
zaman 1,5 aylık çocuğun meşru olacağına en basit duygular bile inandıra­
maz . . . Sahne bir mektepse bu kepazelik neye ... Değilse halkı bu şekilde iğ­
fal etmek cüret ve cesareti nerden doğuyor .. .'

Daha pek mühim laflar ederiz, kızdırırsanız. Amma siz hayretler


içinde kalırsınız, dersiniz ki;
9 ayda da gayri meşru çocuk olur, şaka ettik, oynadığımız vodvil­
dir, Dahiliye Vekaletinin izniyle oynanıyor, vodviller bütün dünyada baş­
ka türlü değillerdir, biliyorum ki daha pek çok makul şeyler söyleyecek­
siniz ama nafile.
Bilet ayırın ve susun, bize de şükredin, bu seferlik fazla bir şey
söylemiyoruz. Hem de ne hacet; demin gördüm. Halkevi kapısı hınca­
hınç dolu . .
Halk beğendikten sonra bizler Tatar Ağası sayılırız.
(Bu gece yarısı mektubu acele oldu, kusura bakmayın.)"
Böylece gece yarısı bile olsa yazma işini yaptığını bizzat belirtiyor.

HALKEVi KAPISI
Abidin Halkevi kapısının "hıncahınç" dolu olduğunu yazıyor. Ada­
na halkı sanata, tiyatroya meraklı. Adana Halkevi bu nedenle fotoğraf ser­
gisinden tut türkü derlemelerine, türkü çalışmalarına ve tiyatroya birçok
dalda çabalar sarf ediyor. Bir de şu baş belası savaş olmasaydı.
Abidin savaş ile müzik arasında ilginç ve tarihi bir bağ kuran " Lili
Marlen" başlıklı bir makale yayınlıyor. 1 9 14-1918 Savaşından başlayarak.
Ve 1939'dan hemen sonra Lili Marlen şarkısının neden birdenbire tuttuğu­
nu şöyle açıklıyor:

8o SONRA ADANA
"Gelelim ' Lili Marlen'e. 'Lili M arlen' türküsü harpten evvel bes­
telenmiş, çalınmış, fakat kimseyi alakadar etmemişti. Vaktaki (ne
zaman ki) harp başladı ve tesadüfen radyoda duyulan bu ses, ev­
vela Alman askeri tarafından, sonra da Avrupa tarafından benim­
sendi.
Yeni nizarn tutmadı ama 'Lili Marlen' tuttu.
Niçin mi?
Çünkü 'Lili Marlen' bir hasret türküsüdür.
İşte iyi kötü tercüme edilmiş birkaç mısra:
Tekrar buluşacağız bir fener ışığı altında
Eskiden olduğu gibi
Sen ve ben Lili Marlen
Sen ve ben Lili Marlen.
İşte Avrupa'yı, bir türkü etrafında birleştiren sır.
Sevgilisine avdet etmek (dönme) arzusu.
İşte bir yeni nizarn ki müşkülatsız (zorlanmadan/sorunsuz) ka­
bul edilir.
Rusya kışı stepleri örtüyor ve Lili Marlen'in beklediği sevgili don­
muş kaskatı bir askerdir.
Boşuna bekler Lili Marlen ve boşuna şarkı söyler."

Bu arada Türkiye'de taşlar yerlerinden oynuyor: Örneğin "Ya­


bancı radyolardan hiçbir havadis alınmaması" ve sadece Anadolu Ajan­
sı'nın (AA) haberleriyle yetinilmesi kararı 1 943 yazında terk ediliyor.
"Dış kaynaklı haberlerin tek sütun üzerinde verilmesi kararı" da değiş­
tiriliyor. " Başlıkta sütun sınırlaması kararı" da kaldırılıyor. O zaman iş­
te Abidin İngilizcesini, Rusçasını, Yunancasını, Fransızcasını ve İtal­
yancasını konuşturuyor. Değişik dillerden radyoları dinleyerek en taze
haberleri Türk Sözü'nde yayınlıyor. Bunun en ilginç örneği Churc­
hill'in söylevini doğrudan doğruya çevirerek ertesi günkü gazetede ya­
yınlamasıydı.
Güzin'in anlatlığına göre, Abidin sabahın saat üçüne veya dördüne
kadar gazetede çalışıyor.

AB i D i N D i NO 8ı
Abidin'in o günlerde dönemin siyasi liderlerinin nutuklannafsöy­
levlerine ilişkin ve bilhassa Hitler'i eleştirmeye yönelik çok iyi bir makale­
si var. Onu buraya aynen alıyorum. Yazının başlığı "Führer'in Sinirleri,"
imza her zamanki gibi " Sarı Çizmeli."
Nutuk sevenler bugünlerde şikayet edemez.
İnönü, Stalin, Churchill, Roosevelt ve Hitler birer nutuk söylediler.
Büyük bir orkestra halinde, müttefik nutuklarının birbirini tamam-
layan ahengi ve nikbinliği (iyimserliği) karşısında, refakatsiz kalmış Füh­
rer'in tek sazlı konseri ne ifade etmiştir?
Münih birahanesinden yükselen ses bazı tiryakilere göre mana iti­
bariyle değil, sırf bir musiki olarak dinlenmelidir. Mühim olan güftesi de­
ğil, bestesidir.
Nutku dinleyemediğimiz için bu hususu takdir etmek mümkün
olamamıştır.
Ve en nihayet, bir nutkun oldukça manasız oluşu, ancak yıldı­
rım harbi yapan motorlu kolların iledeyişi ile bir sanat bütünlüğü kaza­
nabilir.
Şair Verlaine; 'Her şeyden evvel musiki' demişti.
N e çare ki bozgunlar musiki kaldırmaz.
Sadede gelelim; Führer pek taze olmayan sözler söyledikten sonra,
kanaatince varit olmayacak (gerçekleşemeyecek) bazı hususlar üzerinde ıs­
rarla durmuştur.
Bunların başında, 1918 senesinin tekerrür etmeyeceği geliyor.
İkinci mühim nokta; her şeyin mümkün olduğu, ancak sinirlerinin
bozulmayacağı kanaatidir.
Birinci iddiayı desteklemek için Führer'in ileri sürdüğü delil, iki
harbin aynı netice ile bitemeyeceğidir.
Bizce harbin aynı şekilde bitmesine bundan başka bir sebep ve ma­
ni yoksa, 1918 senesinin tekerrürü pekala mümkün.
Filhakika (doğrusu) harpler münavebe (nöbetleşe) ile kazanılsa idi,
kan dökülmesine pek de lüzum kalmazdı.
Gelelim ikinci bahse; dünyada veya Almanya'da her şeyin olması
mümkündür; fikir.

SONRA ADANA
Dağlar birbiriyle toslaşabilir, beis yok (önemi yok) , Führer sinirlen­
meyecek.
Hamburg, Kassel ve daha nice Alman şehri kökünden kazınabilir,
beis yok, Führer sinirlenmeyecek.
Almanya Avrupa'nın dört bucağında evlatlarını gömebilir, beis yok,
Führer sinirlenmeyecek.
Berlin parklarında kolsuz hacaksız asker, çocuk arabalarında gezdi­
rilebilir, beis yok, Führer sinirlenmeyecek.
I I . Dünya Harbinin seyrini değiştirmesi Führer'i sinirlendirmek
için uydurolmuş bir muziplikse tekrar ediyoruz, boşuna zahmet, zira taş
ça:tlasa Führer sinirlenmeyecektir. Almanya daha birkaç milyon gencini bo­
şuna harcayabilir, bundan ne çıkar, Führer sinirlenmeyecekse herkes müs­
terih." (Yazılar, s. 509-510).

TüRK Sözü GAZETEsi: BuLUŞMA NoKTASI


Abidin her gittiği yerde yaptığı gibi, Adana'da da, müzeyi ziyaret
ediyor: Adana Müzesinde bulunan dağ kristali tanrı heykeli (İÖ 14-13. yüz­
yıl) örneğin hemen dikkatini çekiyor. Başka bin bir yapıtla. Çukurova ya­
nında Maraş, Antep, Mersin ve daha başka yörelerden çıkarılmış bin bir ar­
keolojik buluntu.
Abidin, Selçuk Demirel'le yaptığı söyleşide o günleri anımsıyor:
"Adana doğurgan toprak, güney. Bir de Naci Kum vardı. .. : Müze
müdürü dostumuz Naci Kum... Adana Müzesinde sergilenen ya da yersiz­
lik yüzünden kasalarda saklanan 'arkaik' parçaları bin bir itinayla çıkartıp
bize (Abidin'in "bize" dediği kendisi ve ağabeyi Arif Dino'dur. M ŞG) gös­
terir, yine emniyet altına alırdı. Hitit öncesi heykelciklerdi bunlar. Dünya
güzeli, 6ooo yıllık filan." (Özel Koleksiyon, s. 243.)
Abidin 1969'da Adana'da bulunduğu günlerde, 19 Kasım 1969'da Gü­
zin' e yazdığı mektubunda, Naci Kum'u hatırlıyor: "Yazmış mıydım, Adana
Müzesi değişmemiş, Naci Bey'in evi olduğu gibi duruyor" (Mektuplar, s. 205).
Yine her kendini bilen ve kendini sayan aydının yaptığı gibi, gider
gitmez kentin kitaplığını da ziyaret ediyor. Adana'nın ünlü Ramazanoğlu
Kütüphanesine uğruyor elbette.

As i o i N D i No
Yürüyerek gidip geliyor Abidin. Yürümeyi sever Abidin: Seyir için bu­
lunmaz yöntem. Taş Köprü'den Seyhan'ı geçer. Yüreğir'e yürür. Döner Abidin
Paşa Caddesi'nden geçer. İşçi Pazarı ilginçtir çok. Çünkü erkekler yanında ka­
dınlar da iş bekler. Abidin yürür. Öğrenci ve genç İlhan Selçuk gibi birçok gen­
cin ve daha az gencin dikkatini çeker Abidin Paşa'nın torunu ve sürgün.
Abidin'in Türk Sözü'nde çalıştığı kısa sürede Adana'da duyuldu. Ga­
zeteye gelen gidenlerin sayısı arttı. Ve Türk Sözü gazetesi bir tür buluşma ve
sohbet rnekanına dönüştü. Bu biraz da doğal. Çünkü Abidin gününün ve ge­
cesinin en büyük bölümünü burada geçiriyor. Güzin'in anlattığı gibi öğleden
sonra saat ı6. oo'dan ertesi sabahın dördüne kadar çalışıyor Abidin. Sonra
evine dönüp uyuyor, saat I}oo'e kadar. Sonra bazen birlikte bazen herkes
kendi kendine öğlen yemeği veya kahvaltı, biraz sohbet ve sonra yeniden ay­
nı iş çemberi. Saat ı6.oo'da gazetede olmak. Sabahın dördüne kadar.
Gazeteye gelip Abidin'le tanışanlar arasında bir delikanlı var. Filin­
ta delikanlı. O günlerdeki adıyla Kemal Sadık Göğceli. Önce Abidin'in bu
delikaniıyı aniatışını aktarmalıyım.

"TüRKÜLER MüFErrişi"
Bu, Abidin'in Kemal Sadık Göğeeli'ye ilk tanıştıkları günlerde tak­
tığı isimdir. Kemal Sadık Göğceli'nin, yani Yaşar Kemal'in yazdığına göre,
Abidin'le " ...bir mayıs günü karşılaş"tılar. O günlerde daha ancak yirmi ya­
şında olan bu delikanlı yerinde duramayan, Çukurova ve Torosları dağ taş,
dere tepe dolaşıp deviren bir gezgindir. Abidin'in 1978'de, yani epey za­
man sonra çizdiği bir desen var. Abidin imzalamış ve kenarına sadece
"Göğceli" diye bir not düşmüştür. Bu desen o çocuğun 194o'ların başında­
ki resmidir. Ta kendisidir.
Evet, Arifler, Abidinler, Güzinler olmasaydı, 194o'ların gönüllü
sürgünleri veya kısaca sürgünleri, ya da resmi biçimiyle "ikamete me­
mur"ları olmasaydı Anadolu'da ateşi kim yakacaktı? Orhan Kemallerin, Ya­
şar Kemallerin yetişmelerinde, gelişmelerinde bu trajik siyasi olgunun be­
lirleyiciliği yadsınabilir mi?
Kemal Sadık Göğeeli daha sonra Yaşar Kemal adını aldı. Onu
anlatmak elbette haddimiz değil. Onun Abidin, Güzin ve Arif Dino ile

SO N RA ADANA
"Bir deri bir kemik bir delikanlı" Göğceli. Yaşar Kemal'in bu gençlik portresini Abidin 1 978'de çizdi.
Anılar silinmezler hafızasından ressamın.

ABi D i N D i N O Bs
tanışma faslını, dostluklarını ve sonrasını Arif dışındaki bütün kahra­
manlar anlattılar. Hem de değişik nedenlerle değişik biçimlerde ve bir­
çok kez. O zaman burada ne yapmalı? Abidin'den onun yazdıklarından
başlayarak kimi noktalara değinmek. Gerisi meraklılarının ilgisine ka­
lıyor. İ steyenler yazılanları bütünlükleri içinde kaynaklarından okuyabi­
lirler. Burada her zamanki gibi Güzin kimi boşlukları doldurmak için
anlattıklanyla yardımıma koşuyor. Bir kez daha teşekkür etmek isterim
Güzin'e.
Kemal Sadık Göğeeli o günlerde çevre köyleri dolaşıyor ve "Aşık Ke­
mal" adıyla destanlar anlahyor. Destan anlatıcılığı yapıyor. Dengbejdir an­
layacağınız. Destancıdır. Aşıkların her biri ayrı ayrı destan anlahr. Aşık Ke­
mal ise Köroğlu'ndan şaşmaz. Peki sonra ne olur? Sonrasını bizzat kendi­
si anlatıyor: "Destanı anlattıktan sonra cebimdeki sarı defteri çıkarırım.
Ağıt topluyorum derim. Analar, hacılar başıma üşüşür, ağıt yazdırırlar.
Herkes yanşırdı bana ağıt vermek için."
Burada sözü Abidin Dino'ya bırakmalıyız. O günlerin Kemal'ini an­
latması için:
"Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik köylü delikanlının biri çıka­
cak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ hayır din­
lemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan iki­
de bir de kopup gelir Adana'ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar
serer buruşuk san kağıtlar üstüne yazılmış.
Peki neden toplamışhr bunları? Anadolu hacılannın hep birlikte yak­
hkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti, bu zorunluluğu duyuyordu, esnek ve
kararlı yazısı ile. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderi ile ka­
derimiz buna bağlıymışçasına ... Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova ka­
dınlannın ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırhlan, dövünmeleriydi. Sanki
ölenin, vurulanın, ezilenin yitikliği söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan
kurtuluyordu. Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı,
çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması,
yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçibaşısı, ırgah, işçisi, yancısı ile
büyük değişimierin içinde bulunan Çukurova'nın avaz avaz ağıtlanndan so­
rumluydu bu çocuk. Bu sorumluluğu paylaşmak için Göğceli, ilk ağızda bi-

86 SONRA ADANA
zi seçmişti nedense, üç beş kişiyi ilkin. Tarhşılacak bir yönü yoktu bunun,
işimiz, gücümüz, yorgunluğumuz, uykumuz, kendi derdimiz nolursa ol­
sun, kışın çamurlannı, yazın tozlarını saçarak delikanlı sökün ediyor ve he­
men orda, oturduğumuz kümes misali barınak odamızda ya da Türk Sözü
gazetesinin gümbür gümbür işleyen baskı makinesinin yamacında, daha ol­
mazsa ayaküstü sokakta bizi kıstınyor, tepkimizi merakla bekliyordu.
Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşet­
li güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veri­
yor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü
sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sİpsivri
yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor,
bir kahkaba atıyordu. Ağıtlan toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir
şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma.
Kurtarmak gerekti Çukurova ve de Toros doğasının, insanının söz
serüvenini.
Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga
gücü, düş gücü. Göğeeli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilo­
metrelerce yürüyüp, dağ hayır koşup ne kurtanrsa kardır kuralınca, önce
ağıtlan, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyak­
lı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini 'avlıyordu.' Folklor
derlernesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyor­
du Çukurova'nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. Biliyordu ki
gün gelir, sigaya çekerler adamı, 'lan hırbo, nerdeydin, neden yazınadın bi­
zi?' Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gavurdağı'nda, ormanlarda,
bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabil­
mek için Göğeeli yürüyordu tabana kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı di­
zelerle yürümek arasında doğrudan bir ilişki vardı. Bir sözcük on adım, bir
adım karşılığı, bir türnce kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre.
Erenler bir tek söz duyma uğruna az mı yürüderdi Horasan'a, Ka­
hire'ye dek, ya Çukurovali Karacaoğlan az mı yürümüştü, tüm Yürükler,
Türkmenler. .. Ovalardan yaylalara, yaylalardan ovalara in çık, az mı 'koşma­
lar', maniler düzmüşlerdi yol boyunca? Bizim edebiyat dediğimiz bir uzun
yürüyüş. Göğeeli bu okulun öğrencisiydi."

AB i D i N D i NO
Abidin'den daha güzel anlatamazdık (Abidin'in bu yazısı 5 Şubat
1979 tarihli Milliyet Sanat'ta yayınlandı. Yazılar'da bir kez daha okuyucuya
sunuldu. s. 195-202. "Çukurova doğasının, insanının serüveni ardında kırk
yıldır yürüyen sevgi dolu romancımız" başlığı, Ağıtlar kitabının YKY'de bi­
rinci baskısında, 2004'te, "Yaşar Kemal bir uzun yürüyüştür sevgi dolu" bi­
çiminde bir kez daha yayınlandı. Çok da iyi oldu. Artık bu kaynaklardan bi­
rinden veya diğerinden bu bir içim su makaleyi okuyabilirsiniz. Ben kendi
adıma herkese dostça tavsiye ediyorum. Bu kadar hoş bir makale mutlaka
okunmalı. Yeniden okunmalı. Unutmadan eklemeliyim Oral Çalışlar arka­
daşım, Deniz Gezmiş'ten Yaşar Kemal'e Portreler başlıklı kitabında, "Abidin
Dino Yaşar Kemal'i Anlatıyor" başlığı altında bu metnin biraz farklı bir bi­
çimini sunuyor, s. 52-56. Oradan da okunabilir elbette.)
Halk şairi, destan anlatıcısı, ağıt toplayıcısı, tabana kuvvet dağ taş,
yürüyen evet yürüyen, Torosların ve Çukurova'nın 'Aşık Kemal'i köy köy,
kahve kahve, kasaba kasaba, dağ, ova, hayır topladı, derledi, yazdı. Bu kadar
da değil; İstanbul, Ankara, İzmir nerede ne yayınlanıyorsa izliyor, okuyor.
Abidin'in örneğin o zamana kadar yayınladığı makalelerin birçoğundan
haberli. Folklor araştırmalarını da izliyor Göğceli. Bu alanda o günlerde en
önde gelen isimlerden Pertev Naili Boratav, Ahmet Kutsi Tecer ve Nurol­
lah Ataç ile mektuplaşıyor.
Abidin'in "sıska, bir deri bir kemik" diye betimlediği delikanlı işte
böyle her parmağında (parmaklar) bin bir hüner olan son derece akıllı bir
"deli"dir. Daha ne olsun?

"AGITIAR"
Yaşar Kemal, Abidin'e " Peder" veya " Peder Bey" diye hitap eder­
di. Güzin böyle anlatıyor. Kemal de aksini söylemiyor zaten. Ama bunu
herkesler de bilmez.
Yaşar Kemal'in ilk kitabının adı Ağıtlar'dır. Adana Halkevi tarafın­
dan yayınlandı. Abidin'in isteğiyle. Yaşar Kemal bunu Alain Bosquet ile ko­
nuşmalarında şöyle aktarıyor: "İlk kitabım, bu bir folklor derlemesi, Ağıt­
la r'dı. 1943'te yayınlandı. Derlernelere on altı, on yedi yaşlarında başlamış­
tım. Kitabın giriş yazısında ı. n. 1942 tarihi yazılı" (s. 133).

88 SONRA ADANA
Yaşar Kemal Oral Çalışlar'a da anlahyor bu meseleyi: "Bu ağıtları
topluyordum. O sıralarda Abidin Dino ile tanıştım ... Bir kısmını ona veri­
yordum. O bunları hayranlıkla okuyordu... Ferit Celal Güven Halkevleri
Başkanıydı ve Türk Sözü gazetesinin sahibiydi... Ferit Celal Güven Ağıtlar'ı
Halkevine götürdü, ı943'te bu ağıtlar benim derlernem olarak Halkevi Ya­
yınları arasında çıktı. Kapağını da Abidin Dino düzenlemişti."
Adana Halkevi "Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi" neşriyatından ve " Sa­
yı: ı" ve "Çukurova Falklor Derlemeleri: ı" üst başlıkları altında bir isim
var: Kemal Sadık Göğceli. ismin altında ise aynen şunu okuyoruz: "AGIT­
LAR 1." Ve sonra yayın tarihi: ı943. Evet kitabın kapağında gördüklerimiz
bunlar. Bu kitap 2004'te Abidin'in desenleriyle yeniden yayınlandı. Ek ola­
rak diğer Ağıtlar da var yeni baskıda.

YAZMA EYLEM i
O yılların Adana'sında Türk Sözü, Bugün, Yeni Adana gibi gaze­
teler ve dergiler ya Abidin Paşa Caddesi'ndedirler ya da iki adım ötede­
ki İstasyon Caddesi'nde. Ferit Celal Güven Türk Sözü yanında Yeni Ada­
na nın da sahibidir. Abidin'in bu yayma katkısını araştırmak ilginç ola­
'

bilir. Öte yandan o günlerde Adana Halkevi'nin yayınladığı Görüşler


isimli bir dergi var. Abidin'in bu dergiye yazı vejveya desenleriyle, karİ­
katürleriyle kısacası çizgileriyle yardımı olup olmadığı da araştırılması
gereken bir nokta.
Abidin yazmayı ve çizmeyi seviyor. Yaşamını bu iki yaratıcı eyleme
adamıştır. En azından o günlerde. Ve başka şeyler arasında, ama özellikle
ve öncelikle.
Adana'da hayat bu biçimde sürerken Ankara'da daha önce Yurt
ve Dünya dergisini çıkaranlar, aralarındaki küçük ama önemli bir yakla­
şım ve bakış farkı sonucu ayrıldılar. Ve Mayıs ı 943'te Adı mlar dergisi ya­
yma başladı. Yurt ve Dünya ise yayınını sürdürdü. Mart ı 944'e dek.
Adımlar Nisan ı 944'e dek ı2 sayı çıktı. Derginin yaratıcıları Behice Bo­
ran, M uzaffer Şerif Başoğlu ve Hilmi Ziya ülken' dir. Yurt ve Dünya'ya
oranla daha soldadır. Dergi M arksist bir yaklaşımla toplumbilim, tarih,
ekonomi konularına eğiliyor. Boran'ın çok iyi bir toplumbilimci olduğu-

ABi D i N D i N O 89
nu anımsatmalı. Dergi aynı zamanda edebiyat ve sanata da toplumcu
gerçekçi bir görüşle bakıyor, eleştiri ve tanıtım makaleleriyle söyleyece­
ğini dile getiriyor. Boran örneğin H aziran 1 943 sayısında " ' Sanat sanat
içindir', ' Sanat cemiyet içindir' dolambacı" başlıklı makalesini yayınlıyor
(Dergide, s. 37-42).
Adımlar'ın yazarlan arasında Adnan Cemgil, Sabahattin Ali gibi
isimleri de anmak lazım. Burada isimleri geçenler kısa bir süre sonra An­
kara'ya gelecek olan Güzin ile ve bir süre sonra onunla Ankara'da yaşaya­
cak olan Abidin'in çevresini oluşturacak arkadaşlarından birkaçıdırlar. Abi­
din ve Güzin kimilerini İstanbul'dan da tanıyorlar ayrıca. Bu sanatçı, yazar,
bilim kadın ve adamları ile siyasetçiler o günlerde Ankara'da özgür, o gün­
lerin koşulları içinde olabildiği kadarıyla özgür, bir alan oluşturmaktaydı­
lar. Bu çerçevenin içine Azra Erhat'ı, Niyazi Ağırnaslı'yı, Melih Cevdet An­
day'ı, Oktay Rifat ile Orhan Veli'yi, Niyazi ve Meliha Berkes çiftini de mut­
laka katmak gerekiyor. Hele Pertev Naili Boratav ve eşi Hayrunissa Hanı­
mı asla unutmamalı. Başkaları da var. Sabahattin Eyüboğlu gibi. Ama hep­
sini sıralamak çok uzatacak bu bölümü. En iyisi biraz sonra hepsiyle birlik­
te Ankara'da buluşmak.
Ama geçerken o günlerin Behice Boran'ını tasvir eden çok kısa ve
son derece şirin bir alıntı yapınama izin veriniz:
16 Ekim 1987 tarihli Cumhuriyet'te Müşerref Hekimoğlu anımsı­
yor: "Kürk yakalı mantosu, elinde Yurt ve Dünya (Adımlar'ı unutmamalı.
M ŞG) dergileriyle dolu kocaman çanta, kısacık saçları, kalkık burnu, çekik
gözleriyle bir Behice Boran canlanıyor gözümde. Her zaman bakımlı, hep
aynı elbiseleri giyse de her zaman tertemiz ve şık. Türküler söyler, dans
eder, yaşama sevincini, savaş gücünü tüm davranışlarıyla vurgulardı."
Abidin'in yakından tanıdığı ve dostlukları daha sonraki dönemler­
de de sürecek olan Zekeriya ve Sabiha Sertel'in de Nazizme, faşizme ve ırk­
çılara karşı çalışmaları sürüyor. Ve Tan gazetesi o günlerin en ilerici yayın
organı olarak dikkat çekiyor.
Zaman, faşizmin ve Nazizmin ağır darbeler aldığı zamandır. Nite­
kim 25 Temmuz 1 943'te Mussolini tepetaklak devrildi. İtalya faşizm bela­
sından kurtuluyordu.

SONRA ADANA
AGUSTOS 1943: Güzi N ADANA'YA GELiN GiD iYOR
Şubat 1943'te Ankara'da Azra Erhat'ın evinde, Abidin'le, Arif'in ta­
nıklığında, "nişanlanan" Güzin'in evlilik kararı İstanbul'daki baba evinde
bir bomba gibi patladı desem abartmış olmam. Hele babası için "bu bir fe­
laketti! " Ne demek yani bir sürgünle evlenmek? Güzin diretiyar elbette.
inatçılıktan değil inanmışlığından. Aşkından. Aile o zaman tam anlamıyla
ikiye ayrılıyor. Kimi evlilikten yana. Kimi karşı. Babası kızının "istikbali"
nedeniyle, Abidin gibi "adı kötüye çıkmış," "komünistlikle suçlanan" ve
"halen sürgün" biriyle evlenınesini istemiyor. Ama annesi taraftar evlen­
mesine. Amcası da öyle. Amcaoğlu Naim, eşi ve başka birçok akraba da.
(Güzin bütün bunları son derece eğlenceli bir biçimde Gel Zaman Git Za­
man' da anlahyor.) Evde evlilik tartışmaları sürerken Güzin Edebiyat Fakül­
tesindeki çalışmasını en iyi biçimde yapıyor: "Auerbach'ın asistanı olmak
öyle kolay iş değil, hiç."
Auerbach Güzin'in Fakültede kalıp doktorasını yapmasını ve ba­
şarıyla sonuçlandırmasını arzuluyor. Güzin Osmanlı Edebiyatı üzerine
doktora tezini hazırlıyor bir yandan. Bir yandan da epey eğlenceli ders­
ler yapıyor: Adnan Benk gibi zeki ve uyanık, akıllı ve takılınayı seven öğ­
rencilerinin de katkısıyla dersler çok hoş geçiyor: Tartışmalı, atışmalı.
Bu arada başka birçok iş daha yapıyor: Nevin Korel ile M aliere'den Küs­
kün Aşıklar'ı çeviriyor. Yine Maliere'den Hekim Uçtu piyesinin çevirisini
yönetiyor: Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi öğrencilerinin seminer
çalışması olarak gerçekleştirdikleri bir çeviri olmalı. Güzin'e bu konula­
rı sorduğumda hiç hatırlamadığını söyledi. Oysa bu bilgileri M . Nihat
Özön ile Baha Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi isimli kitaplarında
( Remzi Kitabevi, İstanbul, 1 967, s. 143) veriyorlar. İki yazar da Güzin'in
1 943'te evlendiğinden herhalde habersiz olmalılar: Çünkü bu bilgileri
"Güzin Dikel'' adı altında veriyorlar ve Güzin'in "Çevirici yazar" olduğu­
nu belirtiyorlar.
Fakülte yaz tatiline girince Güzin ayrılmak kararını açıklıyor: Ada­
na'ya gitme kararına Auerbach üzülüyor. Ve Güzin'i kalıp çalışmasını sür­
dürmesi için iknaya çabalıyor. Sorun Adana'ya giderek meslekten uzaklaş­
ması. Yoksa evlenmesine kimse karşı değil. Kimi öğrencilerini saymazsak.

Aai o i N DiNo
Abidin evienirken "e�leniyor": Desenin altına "Bir evlenme" notunu düşmeyi unutmadan.

SON RA ADANA
22 eylül 1 943 Adana'da evlilik hatırası.

Asi D i N DiNo 93
Adnan Benk örneğin. Güzin'in anlatlığına göre, Adnan Benk bir arkadaşı­
nı da yanına alarak Güzin'i evinde ziyaret ediyor. Adana'ya gitrnekten ve
evlenmekten vazgeçirmek umuduyla. O günlerde Adnan Benk "evlilik ku­
rumuna feci biçimde karşı." Ama bir süre sonra, hatta çok kısa bir süre
sonra bizzat evlenerek evlilik kurumuna muhalefetinden vazgeçti. O ayrı
bir konu. Güzin'in profesörlerinin canını sıkan sorun, Adana gibi bir yere
gidip öğretim üyeliğini bırakmak zorunda kalması. Hatta en yakın kimi ba­
yan arkadaşı bile, akıllı, uslu ve mesleki savlar ileri sürüp Güzin'i bu işten
vazgeçirmeye çabalıyorlar. Oysa Güzin sadece kendisini dinlemek istiyor.
Başkalarını değil. Bu, fakülte dekanı bile olsa.
O günlerdeki dekan Hamid Bey Galatasaray Lisesi eski öğretmeni,
Dikel ailesinin öteden beri tanıştığı bir insan. Güzin' in babasının dostu. İ ş
sonrası "Çiçek Pasajı"na az m ı uğradılar, birlikte. Güzin bana bu konuda
şunlan anlattı:
"Ayrılıyorum artık Fakülteden. Abidin'le evlenıneye gitmek için.
Hamid Bey muhterem bir kişi. Ben böyle hop diye yok olmayı ayıp
saydığım için, dedim gidip Hamid Bey' e 'allahaısmarladık' diyeyim. Gittim
ziyaretine; üzülüyorum ayrılacağım için gibi, birkaç beylik laf söyledim.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Güzin: Aynlıyorum artık.
Hamid Bey: Niçin? Nasıl olur? Nereye? Hamid Bey şaşkın.
Güzin: Evleniyorum.
Hamid Bey: Aaaa kimle?
Güzin: Ama kocam burada değil Adana' da.
Hamid Bey: Ama neden Adana'da oturan bir adamla evleniyorsun?
Zengin mi nedir? (Güzin burada gülüyor.)
Güzin: Hayır efendim, hiç alakası yok.
Hamid Bey: Peki neden orada? Buraya gelemez mi?"
Adamcağız çıldırıyor. Bense kimle evleneceğim konusunda hiçbir
şey söylemiyorum. Bana bin bir nasihat ediyor. 'Gitme kal, asistan olarak
doktoranı tamamla. Auerbach'a asistan olmak şaka değil. ' Sonra ille de
kimle evleneceğimi öğrenmek için ısrar ediyor. O kadar sıkıştırıyor ki ben
de en sonunda ağzımdaki baklayı çıkardım:

94 So N RA ADANA
Güzin: Eşimin adı Abidin, Adana' da sürgündür. O nedenle Ada­
na'ya gidiyorum.
Hamid Bey: Aaahhh! Sizin ailede var bu, irsi midir nedir? Sizin ai­
lede sürgünlük bir tecelli... Neredeyse bir gelenek kızım, ne diyeyim.
Hamid Bey dedemin Abdülhamid tarafından sürülmesini amınsa-
yarak böyle konuşuyor. Haksız değil elbette. Kim bilir? Ve sonra ekliyor:
Hamid Bey: Demek damat da sürgün. Peki kızım hayırlısı olsun.
O an orada işte böyle acıklı bir sahne yaşadık. Hamid Bey ile karşılıklı."
Nasihat masihat hiçbir şey umurunda değil Güzin'in. Kendini, aş-
kını dinleyerek sürgün Abidin'i bulmakta kararlı.
Gitmeden önce Güzin, Abidin'in abiası Leyla Abla'yı ziyaret ediyor.
Güzin anlatıyor: "Leyla Abla beni çok seviyor elbette. Ailenin yeni gelini
oluyorum. O sıralarda Ahmet, Remide'den ayrılmışh. Dolayısıyla ailenin
sürdürücüsü rolünü benim oynarnam gerekiyor. Bu nedenle Leyla Abla ba­
na birtakım şeyler armağan etti. En önemlisi Abidin Paşa'nın mührü.
Mührü alan padişah olur gibi, mührü ben alıyorum ve artık ailenin gelini
benim. Leyla Abla bana aynı zamanda kendisinin ı9ı8'de İtalya'da yapbr­
dığı Abidin'i temsil eden minyatürü de verdi."
Vernisy imzalı minyatür Güzin'in çalışma odasındadır öteden be­
ri. (A'dan Z'ye Abidin Dino'da s. 12'de görülebilir.)
Güzin daha sonra şunları ekliyor: " Leyla Abla pek yanılınıyorsam
on tane filan bilezik de hediye etti. İncecik çok şık bilezikler. Bu bilezik­
ler Abidin'in annesinden kalma çok kıymetli şeyler. (Ama 1 945-1946'da
mali ve maddi açıdan çok fena zorlanınca Adana' da onları satmak zo­
runda kaldık.) Evet Leyla Abla beni giderayak hediyelere boğdu desem
yeridir. "

BABALIK GöREVi
Güzin'in babası Mehmet Asım Bey, kızının Abidin'le evlenmesine,
Abidin'in "sürgün edilmiş bir adam olması" nedeniyle ve "poliste dosyası
var" diye karşı. Güzin anlatıyor:
" Babam bana, ' Kızım sürgün edilmiş bir adam, paliste dosyası
var' diyordu. Ve ekliyordu 'Bu dosya onu ölümüne kadar izler.' Nereden

ABi D i N D i N O 95
biliyordu bunları babam? Bir kere kendi öz deneyiminden, kendi hayatın­
dan. Kendi babasının Abdülhamid döneminde Yemen'de dokuz yıl sür­
gün yaşadığını ondan iyi kim bilebilirdi? Ve bu sürgünün, kardeşleri, ço­
cukları ve torunlarına yaşamları boyunca ne tür derdere yol açtığını da
çok iyi biliyordu. Bu açılardan nasıl bir dertten veya dertler dizininden söz
ettiğini pekala biliyordu. Yoksa Abidin'in kişiliğine ya da yaptıklarına kar­
şı değildi. Nitekim bizim apartmanın üst katında oturan Abidin'in abiası
Leyla Nuri Dino, ileri ve ailesiyle düzenli görüşüyordu, araları çok iyiydi.
İş dönüşü babam Leyla Abla ile bezik oyrıardı örneğin.
Babam Abidin'in durumunu o günlerdeki İstanbul Emniyet Müdü­
rü ile görüştü ve bu görüşmeyi izleyen cumartesi günü benimle özel olarak
konuştu: 'Bunları sana söylemezsem babalık görevimi yerine getirmemiş
olacağım' diyerek başladı ve ekledi:

'Bu adamın (Abidin'in) dosyası var poliste ve aynen şunlar yazılı:


'Müfrit (aşırı), müflis (iflah olmaz) komünist.' Bu kadar da değil.
Buna bir de ek var: 'Yanında dolaşan kız Asım Bey'in kızı. 'Hepsi
bu kadar. Başka bir şey yazılı değil. Şimdi sen onunla evlenirsen,
senin için de aynı şeyler yazılacak ve bunlar seni yaşamın boyunca
izleyecek. Ben senin evlenmene karşı değilim, ama baban olarak
bildirmek zorundayım."'

Bu arada Abidin Adana'dan yazıyor: "Babana yazıp resmen izdiva­


cını talep edeyim." Güzin hemen yanıtlıyor: "Çıldırdın mı? Sakın yazma!"
Ama Abidin bu defa, "Babam çok iyi anlıyorum, ama ona sor bakalım, bi­
zim yerimizde olsaydı ne yapardı?" diye yazıyor. Güzin bu soruyu babası­
na sormadı elbette. Ayrıca buna ihtiyaç da yoktu. Çünkü aile, baba hariç,
toptan evlenme işini iyi karşılıyordu.

Dahası bir süre sonra babası da değişti. Güzin anlatıyor:


"Bir süre sonra babam bakmış benim evlilik konusunda kararım ke­
sin. O zaman annerne demiş 'Madem evlenıneye ve Adana'ya gitme­
ye niyetli, bari söylesin ihtiyaçlarını karşılayalım.' Ben annerne bana

SO N RA ADANA
para lazım dedim, çeyiz için gerekli harcamaların parasını bana ve­
rin yeter dedim. Öyle yaptık.
Gitmem yaklaşınca babam yine annem aracılığıyla babalığını
gösterdi, sevimli adamdı babam, ' Güzin ile bir gün birlikte alış­
verişe çıkalım, evlilik hediyesi olarak ne isterse onu alayım ken­
disine' haberini iletti. Babamla birlikte alışverişe çıktık. Çok hoş­
tu. Ve ben, şimdi inanmayacaksınız çok şık, çok pahalı ve kırmı­
zı renkli bir el çantası seçtim ve onu aldık. Aslında çocukluk.
Çünkü Adana'ya gidiyorum ve öyle bir çantaya hiç ihtiyacım ol­
mayacak. Herhalde bir yerde gördüm ve heves ettim: Kırmızı el
çantası. Neyse."

Burada hatırlatmak için yazmalıyım: Güzin'in babasının babası Sait


Bey, nam-ı diğer "lastik Sait," Vakit'te yazdıklanyla ve bilhassa dönemin yöne­
ticilerini alaya alan mizahi makaleleriyle ünlüydü. Ama zamanın "büyükleri"ni
ürkütünce sürgüne gönderildi: Dokuz yıl Yemen'de. Sana' da. Mahzende. Zin­
danın en belalılanndan birinde. O kadar ki 24 Temmuz 19o8'de "Hürriyet ge­
lince" Sait Bey İstanbul'a ancak sedyede getirilebildi. O arada çocuklan ve kar­
deşleri istibdat döneminin baskı ve zulmünden canlarını kurtarmak için bin
bir çare ürettiler. Anlatılması başlı başına bir roman. Güzin bir parçasını Gel
Zaman Git Zaman'da aktarıyor. Ama anlatılacak dünya kadar şey var daha.
İşte böylesine eziyet çekmiş bir babanın oğlu ve bizzat kendisi de
baskı ve zulüm altında büyümüş, bu arada büyük zorluklar içinde öğreni­
mini tamamlamış Asım Bey, kızının hem sürgün hem de komünist Abi­
din Dino ile evlenmek üzere Adana'ya gitmesine artık muhalefet etmiyor.
Güzin, babasının Adana'ya gideceği gün yaptıklarını bakın nasıl anlatıyor:
"Gidiş, yola çıkış sabahı, saat 6.oo'da herkes uyandı. Babam da.
Kalktı ve beni kapıya kadar yolcu etti. Ben ellerini öptüm, O yanak­
lanından öptü. Öpüştük. Çok duygulu anlar yaşadık. Ne olacağı belli ol­
mayan, nereye ve nasıl varacağı bilinmeyen bir serüvene atılıyordum. Ay­
nldık babamla. 8.oo vapuruna yetişrnek lazım. Sonra saat tam 9.oo'da
Haydarpaşa Can'ndan kalkacak olan Toros Ekspresi'ne. Adana'ya gitmek
için." Adana ah Adana!

Aei o i N D i N o 97
HAYDARPAŞA GARI'NDA GELiN
Abidin'i sürgüne göndermiştİk Haydarpaşa Garı'ndan. Bu kez Abi­
din' e gelin gidiyor Haydarpaşa Garı'ndan. Merdivenler üstünde yine güneş
var. Güzel bir ağustos günü başlıyor İstanbul'da. Martılar çığlık çığlığa.
Yorgunluk yok. Ama yine bir "telaş" yoldaş. Ne bit korkusu, ne sıkıyöne­
tim, ne başka bir şey Güzin'i Adana yolculuğundan alıkoyabildi. Ver elini
Adana. Ver elini. İyi de İstanbul'dan Adana'ya nasıl gidiliyordu o zaman­
lar? Güzin anlatıyor:

"Birinci mevki yataklı vagonda. Haydarpaşa Garı'nda yolcu etme­


ye gelen epeyce insan var. En başta annem, Racia Teyzem, anne­
min abiası yani eşi Ragıp eniştem, Sulh M ahkemesi hakimi, en
tutucu çevrenin adamı güya. Ama babamın Abidin'le evlenınerne
karşı olduğunu bilerek bütün ailem yolcu etmeye geldi. Bu çok
kibarca bir davranıştı. Böylece bütün ailem Abidin'le evlenınerne
destek veren annemden yana tavır takındığı havasını sergiliyor­
du. Çok hoştu bu tavır, bu davranış. Arncam oğlu Naim ile eşi
Fatma'yı da unutmamalıyım. Fatma çok hoş bir kadın, çok hoş,
genç, güzel, konuşkan, cana yakın, çok neşeli, açık, rahat bir ka­
dın. Babam çok severdi Fatma'yı. Naim'e gelince o hiç unutula­
maz. Babam onu kendi oğlu gibi severdi. Ona karşı babam ger­
çek bir baba sevgisi gösterirdi. Fatma, Sadiye Hamının kızı, ün­
lü ve zengin bir aileden. Annesinin sevgilisi var: İ smail M üştak
Bey. Ünlü gazeteci. Atatürk'ün çevresinden.
İşte bütün bu insanlar Haydarpaşa Garı'nda beni yolcu ediyor­
lar. Sabahın 9· oo'unda. Hepsinin ellerinde birçok hediye. Ben ev­
lenmeye gidiyorum diye herkes evlilik hediyesini de almış getirmiş.
O sırada yataklı vagondaki kompartımanımın yanındaki kampartı­
manda Kıbrıslı Şevket peyda oldu. O da yolcu. O kompartımanının
penceresinden bakıyor ve beni yolcu etmeye gelen bütün bu insan­
ları görüyor. Kıbrıslı Şevket de çok tanınmış bir adam. Prenses
Hürriyet'in sevgilisi ayrıca. Beni yolcu edenlerin hepsini tanıyor.
Fatma ile çok canciğer alıhaplar örneğin. Aynı çevrenin hani nasıl

98 SONRA ADANA
demeli, yüksek sosyetenin insanları. İkisi de Nişantaşı'ndan. Şevket
Bey bizim eve gelir giderdi. Annemi iyi tanıyor. Bakıyor penceresin­
den ve bütün bu insanların benim için gelmiş olduklarını görüyor.
Neyse, gelenlerle vedalaşhktan sonra trene bindim. Tren yola çık­
mak üzere. Ben tifüsten, bit hastalığından feci biçimde korkuyo­
rum: Nasıl korkmayayım? O sırada İstanbul'da, Adana'da her yerde
salgın hastalık bu. Adana'da örneğin tifüsten bin kişi yatıyor. Bu
nedenle trene biner binmez ilk iş pencereyi sıkıca kapayıp bütün
kampartımanı baştan aşağıya bir güzel dezenfekte ediyorum. Özel,
kafurulu bir ilaçla. Zaten bu bulaşıcı hastalık korkusundan birinci
mevkii yataklı almışım. Bırakın ikinci mevkii, yataklının ikinci
mevkisine bile razı olmadım. İlaçlama işi bitince kapıyı da kapatıp
koridora çıktım. Özel, kafurulu ilacın bütün mikroplan mahvetme­
sini bekleyeceğim (katıla katıla gülüyoruz).
O sırada Kıbrıslı Şevket Bey yanıma geldi.
- Kuzum sizi mi yolcu etmeye geldiler? diye sordu.
- Evet dedim. Ama evlenmek için Adana'ya Abidin'e gidiyorum
demek istemiyorum. Ve onlar beni evlenıneye gidiyorum diye yol­
cu etmeye geldiler de demek istemiyorum. Çocukluk tabii. Ama
böyle bir yanıt verirsem, 'Kuzum kimle evleneceksiniz veya kimle
evleniyorsunuz?' diye yeni bir soru sorup işi uzatması olasılığı da
var. Benim de yanıt vermek için canım çıkacak. Ama bin bir tane
hediye de var, öyle bir yanıt vermeliyim ki inandırıcı olsun ve iş de
fazla uzamasın.
- Çok yakın bir akrabamız evleniyor, ona gidiyorum diyorum.
Ne yanıt ama! Evlere şenlik! Şevket Bey teyzelerin, Fatmaların ve di­
ğerlerinin hediyeleri orada verdiklerini gördü ve pek çok paket de
var. Bense ona 'Evlenecek yakın arkadaşımıza bu hediyeleri benim
götürmem uygun görüldü' filan diyorum. Şevket Bey kibar insan.
inandı. Veya inanmış göründü, yani işi fazla kurcalamadı. Daha
sonra gerçeği öğrenince epey gülmüş. Trende son derece nazik dav­
randı. Sohbet ettik. Sonra 'Yemeği birlikte yiyelim' dedi. Yemeği
birlikte yedik. O benden de titiz bir insan. Eldivenle yemek yiyordu

ABi D i N D i N O 99
örneğin. Kendisine anlattım. İşte koropartımana girernem dedim,
çünkü ilaç sıktım filan. İzmit' e dek böyle geçti yolculuk.
Şevket Bey Mısır'a gidiyordu. O Adana'dan sonra yoluna devam
etti. Bağdat'a filan. Prenses Hürriyet' e gidiyordu. Dehşet adamdı. Da­
ha önce Füreya'nın (sonranın ünlü seramikçisi) sevgilisiydi. O da çok
hoş bir kadındı. Adana'ya kadar yolculuk iki gün bir gece sürdü."

Adana'ya varınca Abidin'le Ahmet karşıladılar. Ev tutulmuş, İstas­


yon Caddesi'ndeki ev. Adana'daki ilk evimiz. Oraya gidiyoruz. Yanılınıyor­
sam faytonla gittik eve kadar. Hani Yılmaz Güney'in Umut'taki faytonu gi­
bi bir fayton. Perişan ve bit içinde. Atlar felaket cılız, bir deri bir kemik. O
günlerde bitlerden çok korkuyorduk. Herkeste ama özellikle bende bir bit
korkusu vardı ki inanılmaz" (Gülüyor Güzin).

Bu AşK DEciısE, NEDİR AŞK?


Güzin'le 22 Şubat 2oos'te, Adana'ya gidişini, Abidin'le evlenmesi­
ni ve gelişmeleri konuşurken bana aynen şunları anlattı:

"Aşık olunca insanın gözü dönüyor. Gözü görmüyor herhalde. Be­


nim kadar titiz biri ahçılı mahçılı, hizmetçisi olan, içtiği su bile ay­
rı kaynaktan verilen biri, nasıl kalkıp Adana'ya, o günün Adana'sı­
na gider? Babamın evinde ayrı su küpüm var kardeşim, onların kü­
pünden su içmem. Onlar Hamidiye suyu içiyorlar basbayağı, be­
nim suyum ise 'çok özel' böyle sepet içinde 'binlik' şişelerde geti­
riliyor. Ayrı su küpüm, ayrı maşrapam var. Böyle bir mahlukum.
Bütün bunları bir yana itiyorum; bit yuvası, tifüs, sıtma, dizanteri
ve bin bir türlü salgın hastalığın cirit attığı Adana'ya gidiyorum. Ve
sıtma. Sıtma ki akıllar almaz. Üç yıl boyunca her gün ama istisna­
sız her gün kinin aldım. Yapmadığım çılgınlık kalmadı. Bu, aşktan
başka nedir? "

Evet, bu aşktır. Ve aşık olanın yapmayacağı d a yoktur. Ferhat ile


Şirin'i, Leyla ile Mecnun'u, Kerem ile Aslı'yı tanık olarak çağırmaya ge-

100 SONRA ADANA


rek var mı? Güzin Abidin'e şimdi kimsenin aklının alamayacağı derece­
de aşıktır, hayrandır.
Güzin İstanbul'un en iyi fakültelerinden birindeki öğretim üyeliği­
ni, yedi odası ve n metrelik koridoru olan baba evini elinin tersiyle itti ve
Abidin'in yaşam serüvenine katıldı. Dertleri, sorunları, baskıları, ölüm teh­
ditlerini, hatta öldürülme tehlikelerini, acıları, zorlukları paylaşan eş. Abi­
din'in yaşam ve yol arkadaşı.

ADANA'DA BETON DiREKLER ÜSTÜNDE


Güzin'i karşılayan Abidin ve Ahmet, onu Abidin'in evlenince yerle­
şiirnek üzere yeni tuttuğu eve götürdü. Ev İstasyon Caddesi'nde, yani istas­
yona yakın. "Almanya Konsolosluğu caddenin üstünde, onun tam karşısm­
dan aşağıya doğru hafifbir toprak yol iner, bizim ev oradaydı. Çalı, çimen,
ot, diken fışkıran viraneyle tarla arası ve telle veya teneke bir duvarla çevri­
li bir arsanın ortasında. Arsa diyorum ama tam bir virane, güya bahçe ya­
pılacak. Koca bir olimpiyat sahası gibi ama bakımsız. Bahçe değil virane.
Oldukça ıssız bir yer. Komşumuz yok. İstasyona çok yakın ama komşumuz
yok. Ev bakımsız bir bahçe içinde ama ultra modern. Avrupai bir ev. Belki
Hollanda veya İsviçre'de filan benzerleri vardır. Deniz, nehir veya göl kena­
rında filan görkemli evler olur ya, onlar gibi. Ben, görür görmez bayıldım.
Çok şık bir ev. Beyaza boyalı ev, betonarme direkler üstünde yükseliyor.
Yan taraftaki bir merdivenle üst kata çıkılıyor. Üst katta biri büyük iki oda
var. Bir de balkon. Ahşap yapı. Bayıldım eve. Ferah filan. Küçük oda yatak
odamız olacak. Büyük odayı ise oturma odası, Abidin'in çalışma mekanı ve
salon olarak kullanacağız. Altta bir taş oda var. Taş bir oda yani, orası mut­
fak. Öyle bir oda ki kapısı var ama penceresi yok. Bu nedenle ismi taş oda
ya. Kör oda desem daha yerinde olacak. Penceresi yok, mutfak borusu da
yok. O zaman Adana sıcağında içeride yemek yapmak mümkün değil. Müt­
hiş bir sıcak bastırıyor ki akıllar almaz. Bu nedenle yemekleri dışarıda mal­
hzda yapıyorum. iskemieye oturur, tava mava yapardım, işte patates kızar­
tırdım. Orhan Kemal bizi ziyarete ilk geldiğinde orada, bahçede iskemieye
oturmuş maltızda yemek yapıyordum. Maltızda yemek yapınca elbette bir
de kömür almak işi var. Kömürü alacaksınız, bir fayton bulacaksınız, bit

ABi D i N D i N O 101
Ekim 1 943, Adana.
"Birinci Ev"de. Yeni
evli Güzin Adana
sıca�ında sütunların
gölgesinde maltızda
yemek hazırlıyor.
M. Şehmus Güzel
Koleksiyorıu

korkusu sonucu bin bir tedbirle faytona binecek ve kömürü eve kadar taşı­
yacaksınız. Adana bu!"
Abidin, "Adana'daki küçük evimiz" dediği bu "dünya evi"ne bir de
isim takmış, evlere şenlik: "Kutu Saray." Adana'daki birinci evin fotoğrafı­
nın arkasına elle yazıvermiş Abidin: Unutulmasın diye. Bu kadar da değil:
Abidin'in eğlenmek için çizdiği bir karikatür var. Buna kroki-katür
demek daha yerinde olacak. Veya Güzin'in bir kelime oyunuyla yarattığı
sözcükle harikatür. Abidin direkler üstünde yükselen eve İstasyon Cadde-

102 SO N RA ADANA
si'nden bakarak çizmiş. Evin sağında garın su deposu görülüyor. Güneş
gülümsüyor. Başka ne yapacak Adana' da? Çatının üstünde bir kalpfgönül.
Oku yemiş ortasından. Aşktan söz etmiyor muyduk biraz önce, işte aşk. Ok
bir mi iki mi? Harikatür-krokiye yakından bir kez daha bakmalı. Sonra pı­
rıl pırıl güneşin ışıkları altında eriyen taş oda. Yani mutfak. Evin ikinci ka­
tında solda balkon çok iyi görülüyor. İki pencere çizmiş Abidin. Güzin'e
bakarsanız bunu "şirinlik olsun diye yaptı." Pencerelerinden birine A diğe­
rine G harflerini kondurmuş. Abidin bu. Oysa Güzin'in yalancısıyım, bu
cepheden bakınca, evde iki değil bir pencere vardı. inanmayan evin yine bu
cepheden alınmış fotosuna bakabilir. (A'dan Z'ye Abidin Dino, s. n6). Fo­
toğrafa iyi bakınca belli oluyor. Balkon dediğimiz aslında koskocaman bir
teras. Yan gelip yatılacak cinsten. Ya da oturup veya ayakta resim çizilecek
Bir dakika canım evde çok vakit geçirdik Hemen çıkmak gerekiyor.
Evlilik başvurusu için Belediye'ye kadar gitmek lazım. Abidin'in gazeteye
uğraması da şart. Sonra Adana'yı dolanmak da ...
"Okaliptüs kokusu, baharat, kebap, at fışkısı, hepsi karışıp insanın
burun direğine Çukurova'yı haber veriyor."
Abidin'dir bunu yazan. Güzin ise bakın İstasyon Caddesi'ni nasıl
betimliyor Gel Zaman Git Zaman'da (s. 96-97):

"Adana Garı'nı kentin merkezine bağlayan caddenin üstünde, 1 943


yılında henüz fazla yapı yok. Halkevi binası ve bahçesinden başka,
sağlı sollu ama tek tük köşk, konak ya da villa iddiasında yeni yapı­
lar ve önlerinde, bahçe içine oturtulmuş, kiminde bir, kiminde öte­
kine nispet olsun diye iki, aslana benzeyen yontular ... Bu konutlar,
o yılların sivrilmiş, 'Hacı ağalarının' kaşaneleri. Rivayet edilir ki; bu
beton konakların iç döşemesi ve mobilyaları, birbirleriyle yarışırca­
sına, saray eşyası niyetine, altın pahasına getirtilmiştir...Yaldızlı, at­
laslı koltuklar, aynalı, oyma sütunlu, kuşlu, çiçekli, melekli, boyan­
mış, cilalanmış konsollar dillere destan...
Adana istasyonundan kentin merkezine giden caddede göze ha­
tan köşk ve villa bozuntularından başka, Orta Anadolu'dan gelen
yorganlı ırgatlar patır patır dökülüyor kaldırımlara ... Kinin yok, ateb-

ABi D i N D i N O 103
:��ıç;�. .
ı . .·

Abidin'in çizdiği desende Adanada'ki birinci ev. Çatıda kalp. Güneş güleç. Soldaki pencerede
A (Abidin), yanındakinde G (Güzin). Balkon tamam. Sütunlar sağlam. Eksik bir şey var mı?
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

rin karaborsada ... Atebrini ele geçirip yutanlar kanarya sarısı surat­
larla dolaşıyorlar. Ama bu da bir fıyaka nedeni olmuş. ' Baksana bas­
mış paraları, yutmuş atebrini...' deniyor sarı benizli kişiler için.
Gölgede 44 derece ... Sağda solda, konuda komşuda, tiril tiriı titre-

104 SO N RA ADANA
yenler dolu. Beden sıtmasız bile olsa, gece gündüz, haftalarca şırıl
şırıl ter içinde insan. Sular musluktan sıcak akıyor, boğucu sıcak
havada gözlere bile sızan ter yüzünden gerçeküstü bir bunalım ya­
şanıyor. Öğleden sonra, bomboş bırakılmış caddeden, aheste beste,
boydan boya ve çaprazlama bir öküz geçiyor; alıyor başını, azamet­
le Taş Köprü'ye doğru gidiyor."

EYLÜL 194J: ADANA'DA EVLENMEK


Belediye'de işlemler gelir gelmez yapıldı, yoluna konuldu. Evlilik
ilaını "askıda kaldı." Ve bir ay kadar sonra Abidin ile Güzin evlendi. Güzin
yirmili yaşlarında Abidin ise otuz yaşını idrak edeli birkaç ay oluyor. Gü­
zin'in nüfus cüzdanında doğum tarihi 1910 olarak yazılı. Buna göre otuz
üç yaşında. Ama Güzin Abidin'den "üç yaş küçük" olduğunu söylüyor: O
zaman 1916 doğumlu olması gerekiyor.
Nikah işlemleri Adana Belediyesi'nde yapıldı.
Güzin'in bana anlatlığına göre, "nikah tanığı Türk Sözü gazetesi­
nin 'ikinci adamı' Nevzat Güven. Abidin'in tanığı ise Romanya kökenli bir
Türk. Türk Sözü'nde gazeteci. Abidin'in İstanbul'dan ahbabı. İstanbul'dan
Adana'ya o sırada birlikte yaşadığı kadınla (gazeteci dünyasında kadın-er­
kek ilişkileri rahat o günlerde) gelen bu gazeteci, Adana'nın sıcağına daya­
namayarak bir süre sonra Adana'yı temelli terk etti. Aslında Abidin onun
yerine işe alınmıştı. Abidin O oradayken bile işleri fiilen yürütüyordu. Ama
O kesinkes İstanbul'a dönünce Abidin'in gazetedeki işi daha da arth."
Güzin'in ismini anımsayamadığı bu gazeteci Cavit Yamaç'tır. Ro­
manya' dan Türkiye'ye göçmüş bir ailenin üyelerinden biridir. Daha önce
istanbul'da gazetecilik yapıyor. Bu arada Abidin'in yayınlanmasında
önemli rol oynadığı S. E. S.'te kimi makaleler yayınlıyor: Örneğin 4· Sayı­
sındaki "Gölge Çiftliği" başlıklı makalesi: O yılların ünlü kıraatlıanesi
"Küllük" üzerine. Cavit Yamaç İstanbul'a yeniden döndükten sonra Vatan
gazetesinde çalışıyor. 195o'de Nazım Hikmet'in açlık grevleri günlerinde
ozanın özgürlüğüne kavuşması için imza vermek cesaretini gösteren en­
der gazetecilerden biri oluyor...Kardeşi Ziya Yamaç ise Ankara'da AA'da
Fransızca çevirmenliği ve gazetecilikle geçiniyor. Ziya Yamaç, 1948'de

ABi D i N D i N O ı os
Fahri Erdinç ve Tuğrul Deliorman ile Bulgaristan Sovyet Sosyalist Cum­
huriyeti'ne sığınacaktır...
Abidin evliliği şöyle anımsıyor: " Evliliğimiz dehşet oldu. Bi kere
iki şahidimiz vardı. Biri Nevzat Güven, öbürü Naci Kum. Naci Kum
hem müze müdürü hem de Alevi dedesi. O Güzin'in şahidi. Benim şa­
hidim Nevzat Güven ise Nasreddin Hoca hikayelerini en güzel anlatan
insan. Olağanüstü bir biçimde anlatırdı. Türk Sözü gazetesinin sahiple­
rinden biri."
Tanıklar konusunda iki anlatım arasında fark var. Bunu ancak evli­
lik cüzdanına bakarak çözebiliriz. Bu arada Abidin'in Nevzat Güven hak­
kındaki değerlendirmesinin daha önce aktardığım Güzin'inkinden değişik
olduğunu da saptayabiliyoruz. Eh her gün ve her gece aynı gazetede yıllar­
ca çalışırsanız ortak kimi şeyler oluşuyor, insanlar birbirlerini daha iyi ta­
nıyabiliyorlar demek.
Abidin ve Güzin öteden beri evlilik tarihi olarak 23 Eylül 1 943'ten
söz ettiler. Yazdılar. Evlilik yıldönümlerini 23 Eylülde kutladılar. Oysa o
gün, evlendikleri gün, Adana Belediyesi'nde Güzin'in nüfus cüzdanına bir
not düşüldü. Aynen şunlar yazılı: " Sarıyer Yeniköy 153. Hanede mukim Ce­
lal Abidin Dino ile 22 Eylül 1943'te evlenmiştir."
Kim yanılıyor? Nüfus cüzdanı mı? Bizimkiler mi? Nüfus memuru
veya nikah dairesinin sorumlusu yanılmış olabilir. Bunlar çok önemli de­
ğil, geçelim. Önemli olan hemen sonrası. Söz Güzin'de:
"Nikah dairesinden çıktık. Gölgede 44 derece sıcak. Adana kavrulu­
yor. Felaket bir sıcak. Ben de kalkmış çorap giymişim, evleniyoruz ya. Ola­
cak şey değil ama olmuş bir kere. Elbisem filan da fena değil. İyi hoş ta sı­
cakta fena halde terliyoruz. Neyse nikah dairesinden, belediyeden çıktık ve
hemen şipşak fotoğraf çeken birine rastladık. Hani askerler askerlik hatıra­
sı olarak el ele tutuşup fotoğraf çektirir ya biz de hemen öyle bir fotoğraf
çektirdik Bu fotoğraftan 1 5-20 adet hastırdık Ve bunları çok yakın eş, dost,
arkadaş ve akrabaya evlenme davetiyesi/hatırası olarak gönderdik. Komik
bir şeydi aynı zamanda. İşte şenlik olsun diye gönderdik. Annem bunun
üzerine helva yapıp dağıtıyor etrafa. Babam ... Babam defterine bakın şunu
yazmış: 'Mektup geldi Güzin'den. Çok mutlu. Belki ben aldanmışım.' Ya-

ı o6 SON RA ADANA
ni evliliğime karşı olmaktan üzgün. Bu notu daha sonra Abidin'e göster­
dim. Abidin çok sevindi çok. O defter hala bende. İki buçuk sayfa kadar, gü­
zel bir anı olarak saklıyorum."
O gün Adana sıcağında çekilen bu fotoğraf karşımda. Güzin Abi­
din'e bakıyor gülerek Güzin'i böylesine gülerken görmek son derece en­
der bir şeydir. Onun için iyi bakmalı. Yaklaşın canım, biraz daha yaklaşın.
Evet, Güzin mutlu. Abidin de. İnce bıyık biraz daha uzamış. Ceket yerin­
de. Kravatı bile var. El ele tutuşmuşlar. Güzin'in sol elinde bir demet çiçek.
Birer ayak öbüründen biraz öne doğru. Simetrik bir duruş. "Adana Hatıra­
sı" diye buna denir işte: Ama o da ne? Sağda bir pırpır uçak, yoksa tayyare
mi demeli? Bir bayrak. Ama ay yıldızı "kanuna uygun" değil. Hiç değil.
Neyse ki 1 943'teyiz. Bir bina. Belediye binası olmasın? Önde bir küçük ha­
vuz, fıskiyesiyle? Yoksa çiçekler mi onlar? Ve kaldırım taşları. Sokak fotoğ­
rafçısında olduğumuzu ele veren deliller. Deliler değil.
Abidin'in hınzırlığı tutmuş ve kalkmış bu fotonun bir de karika­
türünüjharikatürünü çizmiş. Pes! Güzin bunu bana 24 Aralık 2004'te
gösterdi: "Geçen gün bir şeyler karıştınrken buldum" dedi. Orijinalini
henüz bulamadık. Abidin'in "Bir evlenme" altyazısı iyi okunuyor. Çok iyi
olmayan bir fotokopisinden gördüklerim: Fotoğraftakilerin çizimi, ama
fazlası da var. Abidin sokak fotoğrafçısını da kondurmuş sol kenara. Ada­
mın başı makinenin "körüğü" içinde kayıp. Abidin'in pırpırı solda. Yok­
sa bir kuş mu? Ve bir kuş daha. Bırakalım bu harikatürü, fotoğrafa baka­
lım yeniden. Evet, bir sokak fotoğrafçısında çekilen Adana evlilik hatırası
vardır artık. Ve bu solmayan bir fotodur. O kadar ki, Eylül 1993'te, Abi­
din'le Güzin evliliklerinin so. yılını, dile kolay, so. yılını evet, kutladılar.
Paris'te. La Coupole' da. O gün çekilen bir dizi fotoğraf vardır: La Coupo­
le'da, oradan çıkıldıktan sonra. Kaldırımda. Fotoğrafları çeken o gün o
anı Abidin ve Güzin ile o güzelim mekanda kutlayan Selçuk Demirel ve
aile bireyleridir: Eşi, çocuğu. Ve bu dizi fotoğrafları Selçuk Demirel'in
Özel Koleksiyonu 'nda seyreylemek mümkündür. O gün kaldırırnda çeki­
len fotoğrafa bakınız lütfen: Abidin'in elinde bir demet çiçek. Her zaman
bir demet çiçek hayat. Abidin tebessümle Güzin'e bakıyor. Güzin biraz
tedirgin objektife bakıyor.

ABi Di N D i N O
"İ NSAN ÖMRÜ I<ADINSIZ OLUR M U ? "
Abidin bir yerde bu soruyu soruyor ve yanıtını veriyor: "Olmaz. İn­
san ömrü kadınsız olmaz! "
İki aşık evlendiler. Ve akşam yemeğini Adana'da Abidin'in "Nehir
Kenan Lokantamız" dediği Taş Köprü'ye yakın ve Seyhan Nehri kenarında­
ki mekanda yediler: Abidin, Güzin, nikah tanıkları ve tanıkların eşleri.
Güzin "Düğün 'diner'mizde tek konuklarımız tanıklarımız ve eşle­
riydiler. Yemekten sonra bizi evimize kadar götürdüler. İşte böyle oldu dü­
ğün gecemiz."
Güzin bana birkaç kez aynen şunları söyledi Abidin'le evlenmesi
konusunda: "Türk polisine teşekkür borçluyum. Çünkü Abidin sürgüne
gönderilmeseydi, ben, onunla evlenemezdim. Çünkü İstanbul'da birçok
üniversiteli genç ve çok güzel bayan Abidin'in etrafında fır dönüyorlardı
(Gülüyoruz). Aslında şöyle demek te mümkün: Polis evlenmemizi zorun­
lu hale getirdi, yoksa İstanbul'da evlenmeden çok iyi yaşıyorduk birlikte.
Ama bu birliktelik daha ne kadar dayanahilirdi İstanbul'un genç ve güzel
bayanlarının o aralıksız hücumlarına? "
8 Ekim 1943'te Güzin Dikel-Dino Seyhan (O zamanlar Adana ili bu
isimle anılıyordu) Nüfus İdaresine kayıt yaptırdı ve böylece bütün resmi iş­
lemleriyle "Adanalı" oldu. Çiftçibaşı Şahin bu merasimleri filan bekleme­
mişti: Güzin Adana'ya gelir gelmez birdenbire zuhur etmiş, İstanbul'dan
"gelin geldi" diyerek bir koyun, bir kaz ve de bir hindi ile tenekeler dolusu
yağlan takdim etmişti. Çiftçibaşı Şahin deyip geçmemeli, koskoca "Agba
Çiftliği"nin kahyası. İstanbul'da veya daha uzaklardaki bazıları için Ada­
na'da yaşamak bile bir "uzaklık" duygusu, yaşasalar bile "sahipler" adına
her şeyi çekip çeviren adam. Koskoca Abidin Paşa otlakiyesi, veresesi, şusu
busu ondan sorulur. Bilhassa ondan.
Bir rastlanh olmalı. Abidin'in çok iyi tanıdığı, çok sevdiği ve yakın ak­
rabası, daha önce birkaç kez sözünü ettiğimiz karikatürist ve işadamı Sedat
Nuri İleri; kimi kaynaklara göre 21, kimine göre 22 Eylül 1943'te Fransa'da
vefat etti. O günlerde haberler bugünkü gibi hemen ulaş(a)mıyordu. Dolayı­
sıyla Abidin ve Güzin'in kara haberi daha sonra aldıklarını tahmin ediyorum.
Güzin bu olayı hiç hahrlamadığını söyledi. Ama bugün unutulmuş bile olsa,

r o8 SO N RA ADANA
o günlerde bu kara haberin Abidin'lerde mutlaka bir üzüntü havası yarattı­
ğından emin olabiliriz. Abidin'in, Arifin ve Ahmet Dino'nun çocukluk ve ilk
gençlik arkadaşı. Hele Arifin: Birlikte az mı karikatür çizdiler.
4 Kasım 1943 tarihli Yeni Adam dergisinde Sedat Nuri'nin ağabe­
yi, Abidin'in büyük halası oğlu ve eniştesi, yani Leyla Abla'nın eşi, Rasih
Nuri'nin babası Suphi Nuri İleri, kardeşini anlatan bir yazı yayınladı (Tu­
na Baltacıoğlu'nun kitabında, s. 59-60).
Tuna Baltacıoğlu kitabında Arif Dino'nun Sedat Nuri'yi anlatması­
nı da aktarıyor. Bunun birkaç satırını alıyorum: "Avrupa gezilerinde sergi­
lerde göz bilgisini, kitaplada da fikir bilgisini kuvvetlendirmiştir. Diyebili­
riz ki artistierimiz arasında sanat bilgisi en kuvvetli olanlardan biri de odur.
Sedat Nuri'nin sanatçı yapısına gelince, her şeyden önce dehşetli bir göz­
dür. Renk konusunda, Cezanne'ı çok sevdiği halde, diyebiliriz ki, deseni
renginden üstündür. .. Sedat'ın bu kroki yeteneği açıklayıcı çizime ve re­
simli röportaja girer. iyi bir çizgici olmak tüm büyük ressamların imren­
dikleri bir şeydir" (A. g. k., s. s8-s9)·
6ı yaşında vefat eden kardeşi için Suphi Nuri İleri'nin makalesinden
şu satırlan da aktarmak isterim: "Dostu çoktu, düşmanı yoktu. Zekası ve et­
kinlikleri sınırlan aşardı. Örneğin Paris'te oturduğu halde, Amerika'nın ko­
yunlarını Almanya'ya, Almanya'nın kerestelerini Amerika'ya satardı. Bu sa­
vaşta (İkinci Dünya Savaşında. M ŞG), Fransa'nın Batı kıyılannda batan ge­
milerin demir kısımlarını denizden kurtarmak için Paris'te bir dalgıç şirketi
kurarak para kazanmanın yolunu bile bulmuştu" (A.g.k., s. 6ı).

"ÖYLE İRİ KESİ LM EZ PATATES! "


Direkler üstündeki evde artık evli iki genç yaşıyor: Yeni evli genç
çift. Güzin bazen şezlong türü bir koltuğa uzanıyor, dinleniyor gölgede. Ar­
kasında bahçeleşmeyi bekleyen, bahçeleşrnek için biraz ilgi ve özen isteyen
o virane ve Abidin'in deyişiyle "o deli bitkiler." Ekim 1943'teyiz. Ve Güzin
böylesi bir gün çektirdiği (Abidin olmasın çeken? ) çok hoş bir fotoğrafını
babasına gönderiyor. Arkasında sadece "Babama" yazılı olarak.
"Adana' da yemekleri ben yapıyordum hep" diyor Güzin. Evin mut­
fak görevini üstlenen taş odanın hemen önündeki açık alanda betonarme

ABiDiN DiNO 109


direkler arasında, ama dikkat bilhassa gölgede, maltızda yapılıyor yemek­
ler. Fotoğrafta çok açık olarak görebiliyoruz: Gencecik Güzin, tenceresin­
deki yemeğini hazırlıyor, maltızın kapısı açık, kömür küreği hemen önün­
de. İşiyle uğraşan bir ev kadını. Güzin'in kimi yemekleri çok iyi yaptığı bi­
liniyor. Nohutlu pilav örneğin. Fikret Mualla'nın 195o'lerin sonundaki ki­
mi mektubunda sözünü ettiği gibi, "yoğurtlu patlıcan tava" ve hele yanın­
da "sarımsaklı yoğurdu" da olursa ... Baba evinde elini sıcak sudan soğuk
suya sokmayan, hizmetçilerin birçok işi yaptığı bir mekandan çıkıp gelen
Güzin için bir evi bizzat yönetmek, yürütmek ilk günler herhalde zor oldu.
Zaman içinde O da birçok şeyi yaparak öğrendi.
Güzin, "Yemek işi benim için zor olmadı" deyip açıklıyor: "Çünkü ga­
liba insiyaki bir benimseme durumu yaşadım. İstanbul'da baba evinde mut­
fakta yemek işlerini yapan bir kadın vardı, ama ben de uğrardım mutfağa:
Çünkü ayrı su küpüm ve maşrapam var ya en azından su içmek için. Yemek­
leri o kadın pişirirdi ama biz de ilgilenirdik. Bizde yemek önemliydi. Babam
gourmet idi, iyi yemek yemeyi severdi. O da yemek işiyle ilgilenirdi. İyi şey­
ler alıp gönderirdi vb. Bütün bunların tesiri oluyor doğal biçimde. Bende ye­
mek konusunda böyle bir yetenek vardı anlaşılan. Bakarak, görerek öğrendi­
ğim, edindiğim. Yaradılıştan neredeyse. Adana'da bunun yararını gördüm.
Ama hemen öyle dehşet yemekler yaparnıyorum elbette. Hatta oldum olası
'takılmayı' şaka yapmayı çok seven Arif fırsatı yakalayınca bana mutfak konu­
sunda ders bile vermeye kalkıyordu: Örneğin, patates kızartması için patates­
leri hazırlıyorum, Arif müdahale ederdi: 'Öyle iri kesilmez patates' diye! "
Şunu da vurgulamak lazım mutlaka: Adana'nın o akıl almaz sıca·
ğında maltız karşısında yemek yapmak da öyle çok zevkli bir iş değil. Nite­
kim Güzin'in yemek yaparken çekilen fotoğrafına bakınız, hiç memnun
değil; sanki uykusundan yeni uyandırılmış, yemek yapsın diye!

ANTAKYALI CESUR KADlN ÖGRETMEN: MEZİYET BARUTÇU


Adana'nın elbette tadına doyum olmaz kebapları var. Muhallebileri
de. Abidin " Kebap ve turunç beni şişmanlatıyor" diyebilir ama tadına bak­
madan da olmaz. Hele su muhallebisi: Ağzımza layık. Sabah yenen börek·
lerini de unutmamalı. Portakal ve mandalinler dehşet.

110 SoNRA ADANA


Abidin ne yazıyor bakalım: "Mandalinler çok nefıs. Bir de su mu­
hallebisi." Güzin ekliyor: " Adana'da çok paramız yoktu ama düzenli yemek
yerdik. Adana'da dehşet muhallebiciler vardı o günlerde. Zaman zaman
öğretmen arkadaşım Nezihe ile giderdik ve o güzelim muhallebiden yer­
dik. Abidin'le de gittiğimiz olurdu."
Güzin'in burada ve Gel Zaman Git Zaman' da bazen "Zehra" bazen
"Nezihe" ismini takarak andığı, "öğretmen arkadaşı," değerli dostum yazar
ve araştırmacı Arif Okay'ın yardımlarıyla yaptığım araştırmalara göre, M e­
ziyet Barutçu'dur. Antakyalı olması vesilesiyle Arif O kay'ın yakından tanı­
dığı Meziyet Hanım ile gerçekleştirdiği söyleşide, Meziyet Barutçu Adana
ve Ankara'da öğretmenken, Güzin ve Abidin Dino'yu çok iyi tanıdığını, on­
larla Adana'da ve daha sonra Ankara'da arkadaşlığını sürdürdüğünü, evle­
rine gidip geldiğini ve nihayet birlikte çekilmiş fotoğraflarının bulunduğu­
nu anlattı. Elbette bunlar çok önemli bilgiler ve veriler. Güzin'e Meziyet
Hanım'dan, İstanbul'da yaşadığından söz ettiğimde, Güzin ismini ve ken­
disini hatırladı ve sonra şunları konuştuk:
GO: Meziyet Hanım Adana'da küçük kardeşiyle yaşıyordu. Meziyet
komünist değildi. Fakat çok cesurdu. Ve çok sevimliydi. Ancak ne yazık ki
cesaret konusunda tekti. Başka kadın öğretmenler benimle vejveya Abi­
din'le selamıaşmaktan bile kaçınırken Meziyet sürekli yanımdaydı. Mezi­
yet, İstanbul Edebiyat Fakültesinde bir hafta öğrencim bile olmuş, düşüne­
biliyor musunuz? Sonra beni Adana'da buldu. Hatta 1991 yazında, yıllar
sonra, İstanbul'a döndüğümüzü gazetelerden öğrenince geldi beni buldu,
görüştük. Her zamanki gibi sevimli ve hoştu.
M ŞG : Küçük kardeşinin ismi Suavi Barutçu. Hani kitabınızda
anlatıyorsunuz ya, bir ara Adana'da ortadan kaybolan çocuk. H ani bir
trene atlayıp İ stanbul'a kadar giden ve birkaç gün sonra Adana'ya dö­
nen çocuk.
G D: Suavi ismini hiç hatırlamıyorum. Aklımda sanki Haluk gibi
kalmış küçük kardeşinin ismi.
MŞG: İstanbul'da yaşayan dostum Arif Okay, Suavi Barutçu ile ko­
nuştu ve O bu "firar" olayını doğruladı. Demek ki Suavi Barutçu...
G D: Hiç bilemiyorum. Hiç hatırlamıyorum bu ismi.

ABi D i N D i N O III
M ŞG : Daha çarpıcı olan şu: Suavi Barutçu'nun komünist olması.
Ve 1 9 5 ı'de TKP'ye yönelik o tutuklama furyasında onun da tutuklanma­
sı. Suavi Barutçu'nun komünistliği benimsernesinde Abidin'in veya Abi­
din'le birlikte Adana'da Arifin etrafında toplanan o sevimli genç toplu­
luğun etkisi oldu mu?
G D: Hiç bilemem.

ÖZGÜR ORHAN KEMAL


Bir gün o bilinen noktasında Güzin maltızda yemek yaparken Or­
han Kemal çıkageldi. Güzin'in bana değişik tarihlerde anlatlığına göre, şöy­
le: "Orhan Kemal bize uğrayacağını bildirdi. Geleceğinden haberimiz vardı.
Geldiğinde ben dışarıda, maltızda yemek pişiriyordum. Oturmuşum. Or­
han Kemal geldi, 'Merhaba' dedi. Onun sesini duyan Abidin üst kattan aşa­
ğıya doğru şöyle bir eğildi ve 'İşte Orhan Kemal' diyerek tanıtma işini yaptı.
(Abidin, Orhan Kemal'i büyük olasılıkla Nazım Hikmet'i Bursa Hapishane­
sinde ziyareti sırasında tanıdı. MŞG. Bu savımı Güzin ne doğruladı ne yan­
lışladı.) Orhan Kemal de bir sandalye aldı, oturdu. Konuşmaya başladık. Na­
zım' dan epey söz etti. Nazım'ın yeni şiirlerini ezberinden okudu. O sırada
yemek kokusu sardı etrafı, ben bunun üzerine kusura bakmayın, fena koku­
yor değil mi deyince onun cevabı çok hoştu: 'Ooo, dedi, hapishanede biz bu
kokulara hasret kaldık, bırakın koksun ne olur.' Hapishaneden yeni çıkmış­
tı. Bu ziyaretinden sonra sık sık görüştük O şehir içinde ailesiyle oturuyor­
du. Eşi Nuriye Hanım pek öyle dışarı çıkan bir hanım değildi. O nedenle ai­
lece fazla görernedik Ama Orhan Kemal'i görüyorduk. Şunu da eklemek la­
zım, Adana'da pek kimse bizi ziyarete cesaret etmezdi. Biz de başkalarına
bir zarar gelebilir korkusuyla hiç kimseyi ziyarete gitmezdik."
Orhan Kemal, Bursa Hapishanesinden 26 Eylül 1943'te çıktı. "Beş se­
neyi doldurup." Bir gün sonra Adana'daydı. (Orhan Kemal, Nazım Hikmet'le
Üç Buçuk Yıl başlıklı kitabında, sayfa ıo8'de 27 Eylül, sayfa ı2o'de 26 Eylül
1 943 tarihini veriyor, özgürlüğe kavuştuğu gün için. Başka kaynaklarda 24
Eylül tarihini verenler de var: Örneğin A'dan Z'ye Nazım Hikmet'te, s. 359.)
Her neyse Eylül sonunda Abidin ve Güzin'i ziyaret ettiğini çıkarsa­
yabiliriz. Abidin o günlerin Orhan Kemal'ini bakın nasıl anlatıyor: "Bir de

112 SONRA ADANA


.�

, u... . ,,_,;.,......
I'IDI 1""'1ı

Orhan Kemal NtJzım Hikmet'le Üç Buçuk Yıl kitabını yayınlayınca Gü zin ve Abidin'e ith af eder ve
"Güzin ve Abidin Dino'lara her zamanki sevgileri m izle 2 Haz. 965, Ev halkı adına, Orhan Kemal" diye
yazar ve imzalar. Abidin için özel bir not düşer sonra: "Abidin Di no, Ben bu kitabı Adana'da senin
işaretinle hazırlamıştım. Kısmet bugüne imiş O. K."

fılinta gibi acı bir delikanlı daha katılmıştı çevremize, Bursa Hapishanesi
tomasından çıkan Orhan Kemal. Böylece 'Adana Okulu' oluştu, tamam­
lanmış bulundu.
Bursa'dakinden haberler getiriyordu Orhan Kemal, taptaze yazıl­
mış dizeler getirmişti ezberinde; Nazım Hikmet'in imgeleri ile, insanları
ile, kalabalıkları, bozkırları, destanları ile, köylüleri ile... "

Orhan Kemal yukarıda adını andığım kitapta Nazım Hikmet'ten ay­


rılış anını şöyle anlatıyor:

ABi D i N D i NO 113
"Ve fevkalade parlak bir güneşle başlayan 26 Eylül 1 943 günü saba­
hı, onunla hapishane kapısında, hapishanede bıraktığım öteki mahpus ar­
kadaşların hasret dolu bakışları önünde tekrar tekrar sarılıp vedalaştıktan
sonra, elimde bavulum çıktım ...
Evime, memleketime, bilhassa 40 günlük bıraktığım beş yaşındaki
kızıma kavuşacağıma ne kadar seviniyorsam, Nazım'dan, onun ölçüsüz
dostluğundan ayrıldığım için o kadar mahzundum ...
Nazım'dan başkası bilmiyordu, bilemezdi ki, yüreğimin büyük bir
parçasını hapishanede bırakıp, hapishanedekilerin dostluklarını evime gö­
türüyordum."
Orhan Kemal eşine ve kızına kavuştu. 13 Temmuz 1944'te oğlu doğ­
duğunda isim konusunda hiç zorluk çekmedi. Ustanın ismini verdi. Dünya­
daki N azırnlara bir Nazım daha eklendi. Orhan Kemallere de bu yakışır hani.
Ustaya saygıda kusur olmaz. Yok. (Bu çocuk daha sonra petrol mühendisi ola­
caktır. Sonraki yıllarda Orhan Kemal'in bir oğlu daha dünyaya gelecektir... )
Orhan Kemal o günlerde tamı tamamına 29 yaşındadır. İyi giyin­
meyi sever. Adana'da iş arar, vermezler. Çünkü adı "komüniste" çıkmıştır.
Epey zorluk çeker. Ama hapishane Orhan Kemal için "bir çeşit üniversite"
olmuştur. Şöyle anlatıyor: "Hikayeci, romancı kabiliyetim orada keşfedildi
ve gelişme yoluna girdi."
Güzin'in bana aniartığına göre, "Orhan Kemal çok dikkat ederdi, bu
nedenle gazeteye dadanmamıştı." Ama yine de hapislik bittiğinde hazır
olan yapıtlarından Abidin, Güzin ve Arife söz edecek zamanı buluyordu.
Bunlardan biri Bereketli Topraklar Üzerinde ismini taşıyordu. (Birinci versi­
yonu ancak 1954'te yayınlandı. Genişletilmiş baskısı ise 1 964'te.) Neden
böyle bir çalışma yaptığını Orhan Kemal şöyle anlatıyor:

"Köy romanını neden yazdım? Hayatımda benim köy problemim


var. Yani babam çiftçilik yapıyordu. Çiftlik işletiyordu. Çiftlik beyiy­
di. Ağasıydı. Çocukluğum böyle geçti. Birtakım intibalar almışım,
çocukluğumda bilmeyerek. .. Bu sosyal problemierin daha köklerine
inerek gördüm, anladım ki, ülkernde de bütün geri ülkeler gibi is­
tismar hadisesi var. Peki, bu ne olacaktı? Bu büyük bir haksızlıktı. ..

SONRA ADANA
Bu haksızlıkla savaşmak için kendimde hazırlık mı buldum, gü­
cüm yettiği kadar bunu belirtmek mi istedim? Bilmiyorum"

Adana Okulunda, yeşermek üzere olan yazarların hatalarını göre­


cek, onların eksik ve fazlalıklarını düzeltecek biri vardır: Abidin'in "roma­
noloji uzmanı," eşi Güzin. Abidin'in Nisan-Mayıs 198o'de Stuttgart'taki
sergisi için kaleme aldığı tanıhm broşürundeki "Adana Okulundan Günü­
müze" başlıklı yazısından bir bölümü aktarıyorum:

"Stuttgart'ta sergilediğim bu resimlerin çoğu 1941-1944 arası Ada­


na'da çizdiğim şeyler. Demek oluyor ki büyük Türk şairi Nazım Hik­
met'in Bursa Hapishanesinde 'İnsan Manzaralan' destanını yazdığı
yıllardı bunlar. Nazım'ın koğuş arkadaşı ve düzyazı öğrencisi Orhan
Kemal, Bursa Hapishanesinden 'çıkış diploması' alınca dosdoğru
Adana'ya gelmiş, aramıza kanşmışh. 'Bereketli Topraklar Üzerinde'
adlı romanına başlamamışh daha, peyderpey ilk denemelerini oku­
yordu bizlere. Adana'ya ilginç bir köylü delikaniısı gelirdi sık sık, es­
kiden Göğeeli derdik ona. Sonrasını biliyorsunuz, dünyaca ünlü İnce
Memed romanının yazan oldu Yaşar Kemal. Daha başka arkadaşlar
vardı, şiirle, romarıla, resimle ilgili. Hele hepimizi kanadı alhnda ko­
ruyan iri bir adam, bir usta, Adana'da benim gibi sürgün bulunan
ağabeyim Arif. Eleştiri işini, incecik bir genç kadın üstlenmişti tek ba­
şına: Hitler Almanya'sından Türkiye'ye göçen profesör Leo Spitzer'in
ve Erich Auerbach'ın öğrencisi, asistanı, eşim Güzin. Romanoloji uz­
manına iş beğendirmek çok zordu, çok. .. Bilemezsiniz neler çektirdi
hepimize kahkahalar atarak, tatlı ve alaycı. Diyeceğim şu ki, hep bir­
likte Türk köylüsünü kavramaya çalışıyor, Türk sanatı için yeni yön­
temler arıyor, deniyorduk. O güne dek yapılarılan -haklı haksız ola­
rak- yetersiz sayrnışhk. O güne dek çizilen resimlerde Türk köylüsü
süslü bir operet çobanı gibi bir şeydi bizce ... Malaryanın, ondan da be­
ter sosyal baskıların kasıp kavurduğu insanlar mutlaka yansıhlmalıy­
dı, yeni sözcükler, yeni çizgiler ve renklerle. Bunu deniyorduk 'Ada­
na Okulunda.' Bursa'dakinin dizeleri bize ulaşıyor, destek oluyordu.''

ABi D i N D i N O 115
Güzin'e Abidin'in sözünü ettiği "eleştiri işini" sordum. İşte yanıtı:
"Ders vermiyorum kardeşim, ama tarhşmalarda, kavgalarda belki
arada bir haklı şeyler söylüyordum herhalde. Orhan'la hiç böyle bir tarhşma­
mız olduğunu hatırlamıyorum. Yaşar'la farklıydı durum: Çünkü Yaşar bize
daha yakın, evin çocuğu gibiydi. Yaşar'la bir yandan coğrafya dersinden bü­
tünlemeye kalmıştı ya, o dersi vermesi konusunda tarhşıyorum. ille o dersi
verip diplomasını almasını ısrarla istiyorum. Öte yandan Yaşar'ın Balzac'ı,
Stendhal'ı, Flaubert'i, şunları bunları okumasını, oturup okumasını istiyor­
dum. Sorduğumda 'Okudum' filan gibi yanıtlar veriyordu ama bunlar bana
palavra gibi geliyordu. İnandıramıyordu beni. Bunları tarhşıyorum Yaşar'la.
istiyordum ki okusun. Yaşar'ın da yazacaklarına tarih girebilir diye onları
okuması için ısrar ederdim. O kadar. Kavgalar ediyoruz yani."

"İsTASYON'DAKi KüçüK EviM iz"


Abidin Adana'daki ilk evlerini böyle isimlendiriyor ve şunları ekli­
yor: "teneke bahçe duvarı" ve "etrafında hep o deli bitkiler." Adana'daki en
iyi ve kötü şeylerden söz ettik. Belki bir şeyi unuttuk: Adana'daki ırkçıları.
" Faşist eğilimli kişileri." Evet, Adana'da maalesef onlardan da var(dı). Abi­
din ve Arif in peşinde düzenli ve sürekli bir biçimde sivil polisler zaten var­
ken bir de yerli ırkçılar kendilerini gösteriyorlar:

Gel Zaman Git Zaman'da Güzin şunları yazıyor: Birinci evde "Kü­
çük yatak odasının pencereleri yüksek, dar ve devrilerek açılıyor
-bereket versin! Yine de keskin nişancıların attığı taşlar, az kalsın
hedefini bulacaktı. Abidin'in burnunun ucundan geçip karşıdaki
duvarda oyuklar yapan taşlar. Savaş meydanlarından uzakta da olsa­
lar, ölümle burun buruna geliyorlar işte ... Camlar paramparça sal­
dırıdan sonra ... " (s. 95-96).
Güzin bana şunları anlattı: "Evimizi taşlayanlar Adana'daki ırk­
çılar. Adanalı ırkçılar o günlerde Adana Erkek Lisesinde bulunuyor­
lardı. Evimizi taşlayanlar kocaman taşlarla penceremizi kırarak bizi
yaralamak veya öldürmek kastını taşıyorlardı. Öylesine kocaman bir
taştı ki başımıza gelseydi yaralanırdık mutlaka. Taşın atılmasından,

ıı6 SO N RA ADANA
penceremizin kırılmasından hemen sonra, belki yarım saat kadar
bir zaman geçti, mahalle bekçisiyle evimizin biraz ilerisinde İstas­
yon Caddesi üstündeki Almanya Konsolosluğu ahçısı geldiler: N e
olup bittiğine bakmaya, anlamaya. Herhalde bir şeyler gördüler
vefveya duydular. Sonra bizim evin kapısına gelen mahalle bekçisi
kapımızı tıklattı. Ama o saatte ve öylesi bir olaydan sonra kime gü­
venebilirsiniz? Ben ısrar edip Abidin'in kapıyı açmasını engelle­
dim. Sonunda anladık ki adam gerçekten mahalle bekçisi, ama yi­
ne de kapıyı açtırmıyorum. Peki, kapı kapalı dursun ama isterseniz
kapı arkasından konuşalım dedik. Kabul etti. Abidin bana kızdı
mızdı ama o anda kime güvenebileceğimizi bilemezdik Abidin ka­
pı arkasından bekçiye, 'Şehir Kulübüne gidin, olan biteni anlatın,
Abidinlerin evi taşlandı diye haber verin' dedi. Yarım saat daha geç­
ti. Sonra iki atlı polis geldi. Evin etrafında dolaşmaya başladılar. Ve
bir hafta boyunca atlı polisler evin etrafında dolaştılar. Evin ve bi­
zim güvenliğimiz için. Gündüz pek değil ama gece sürekli dolaştı­
lar. Çünkü gündüz evin önündeki İstasyon Caddesi oldukça canlıy­
dı, ayrıca tam karşımızda da Almanya Konsolosluğu var."

Ama bu evde başlarına bir şey gelmesinden artık iyice tedirgin Abi­
din ve Güzin başka bir eve taşınmak istiyorlar. Ve bu şartlar altında Abidin
Paşa Caddesi'ndeki evi bulup oraya taşınıyorlar. Aslında Güzin'in anlattığı­
na göre, "Orası da pek uygun değil. Başımıza bir şeyler gelebilir diye orada
da tedirginiz ama bir şey olmadı." Sivil polisler yine sürekli peşlerinde. Ve
Abidin, Arif de her gün karakola kadar gidiyor ve masanın üstündeki defte·
re imza atıyorlar. Unutmayalım sakın: Abidin ve Arif Adana'ya gezmeye git­
mediler: Sürgündürler. Resmi ağızia "ikamete memur" her iki kardeş de.
Bütün olumsuz çevre koşullarına karşın yaşamı ve çalışmalarını
sürdürüyorlar. Sürdürmeye çalışıyorlar. O günlerin Adana'sını Güzin şöy­
le yansıtıyor Gel Zaman Git Zaman'da:

"Bembeyaz Toros duvarının dibine yayılmış Çukurova'da kış, rutu­


betli, yağmurlu. Kentin dolaylarında çakalların ulumasıyla, savaştan

AsioiN D i N o
ötürü karartmasıyla, trenlerin geceleri sanki daha tiz, daha acı dü­
dük sesleriyle, evin önünde adımları duyulan gözleyici sivil polisle­
riyle Adana gerçekten bir sürgün ve gurbet kenti."(s. ıos-ıo6)

ABiDiN PAŞA CADDEsi'NDE


Abidin ve Güzin çalışmak, yazmak, desen ve resim yapmak; kısaca­
sı sürgünü unutup yaşamak, yaşayabilmek için ikinci eve yerleşiyorlar: Ev,
başlı başına bir alem. Döşenmesi, eğer burada bu sözcüğü kullanabilirsek,
ayrı bir alem. Bütün bunları Güzin anlatacak izninizle:
"Abidin ve Güzin, Abidin Paşa Caddesi üzerinde çarşı esnafından
zengin bir kumaşçının (Mahmut Bey) boyasız, ahşap evine yerleşiyorlar.
Uydurma bir yarım kat, iki oda ... Uydurma kata marangoz merdiveniyle çı­
kılıyor. Bir buçuk odanın kapı tokmakları yok, içeriden de dışarıdan da
uzun çengeller kullanılıyor, kapalı tutmak için.
Abidin Paşa Caddesi'nde oturdukları uydurma katı, bitpazarın­
dan aldıkları eşyalada döşemiş. 'Döşemek' abartılı bir sözcük. Borusu
pencereden çıkan sac bir soba, yedi liraya alınmış tahta bir masa. Soba
odunla hemen ısınır, borularıyla tümden, hemen kor gibi kızıllaşır. İs­
tanbul'dan, açılır kapanır, üç ayaklı bir ressam iskemlesi, bir de o çeşit­
ten boz, keten koltuk. Trenle gelen somyayı istasyondan almak bir serü­
ven olmuş. Atlı bir yük arabasının üstünde, telli ve sustah soroyanın üs­
tüne oturulunca, Hint fakirlerinin çivili döşeklerde çektikleri işkenceler­
le eve gelinebilmiş . . .
Toprak, taş, betonla uydurma doldurulmuş üstteki taraçadan yata­
ğın üstüne kum, toprak ve beton kırıntıları düşmesin diye, bitpazarından
alınmış yeşil, mor, vişneçürüğü, siyah, geniş yollu, savanımsı yün bir örtü
gerilmiş tavana, boydan boya. Çinko parçalarıyla taban tahtalarını da onar­
mışlar, aşağıdaki bakkala açılan delikleri, aralıkları biraz kapatmışlar.
Tek tük de kilimler serilmiş, şuraya buraya."
istanbul'dan Adana'ya getirilen soroyanın taşınması faslında, atlı
yük arabasında somya üstüne oturan Abidin'den başkası değildir. Ve bu bir
yerde Adana eşrafına naniktir. Düşünün ta İstasyondan Abidin Paşa Cad­
desi'ne kadar. Abidin Paşa, dede, görseydi ne derdi?

n8 SO N RA ADANA
Türk Sözü gazetesi ile ev arasında mekik dokuyan genç çift.

AB iDiN DiNO
Adana' da sahn alınan kilimierin seçiminde bir numaralı danışman
Göğceli'dir: " Saat Kulesi taraflannda kilim satan bir dükkanda en güzel ki­
limi saniye yitirmeden gösteriyordu bana" diye yazan bizzat Abidin'dir.
Bu evin çarpıcı bir yanı ise "aşağıdaki bakkal"dır; pardon ne bakkah
canım bal gibi "gizli meyhane." Hele geceleri. Güzin hala el-aman-lardadır:
"Aşağıdaki bakkal dükkanında bütün olup bitenler ve söylenenler, yukanda
onların (Güzin ve Abidin'in) odasından duyuluyor zaten. Tabanın aralıklı,
delikli tahtalanndan sadece sarhoş lafları, kentin dedikodusu, gecenin sonu­
na doğru da çatlak sesli türküler değil, aşağının pis bakkaliyesinin fareleri de
fırdolanıyor odada... Aşağıdaki bakkalın zararları sadece farelerle bitmiyor,
her gece gizli meyhanecilik yapması, gürültü, sarhoş türküleri, rakı ve pas­
hrma kokusuyla geçen geceler, Abidin'in gazeteye gittiği, onunsa (Güzin'in­
se) evde kaldığı geceler, hasta olduğu geceler, aşağıdaki meyhane adamakıl­
lı bela... Zaten biraz da bundan ötürü O da (Güzin) gazeteye gidip, geceleri
orada çalışmayı yeğliyor; tezini bitirmek için. Bu yüzden kibarca da olsa,
bakkalla kavgalar sürüp gidiyor. Gece müşterileri kentin nüfuzlu kişileri,
bekçiyi de ele geçirmişler... Ama Abidin'in gazetede çalışhğını bilen bekçi
ondan da çekiniyar ve kimi geceler gelip alttaki gizli meyhaneyi zorla boşal­
hyor. Bakkal, yukarı kata doğru sarhoş küfürleri mınldanıyor. Ertesi sabah
da dükkanının önüne, onların penceresinin alhna bir iskemle ahyor ve ge­
lip geçen müşterilere, 'Çocuklarımın nafakasına mani oluyorlar' diye yakı­
narak onları kınıyor." (Gel Zaman Git Zaman, s. ıoo-101)
Ama aralan o kadar da açık değil hani. Nitekim bir gün Abidin, evden
çıkıp giderken, Abidin'in dalgınlıklan aniatmakla bitmez, dalgaya düşüp dı­
şarıdan çengelleyince kapılan, evde kapalı kalıyor Güzin. Ve bunun üzerine
Güzin, pencereden aşağıdaki bakkah çağırıp, avlu kapısını omuzlayarak çen­
geli açmasını istemiş. Sonra o gece, bakkal, içkili müşterilerine, "yukarıdaki
ressam kansını bir kıskanıyor ki, sorma: Bugün kapıyı çengellemiş, kapatmış
kızcağızı. Ben gittim kurtardım... " diye anlatmış. (A.g.k., s. 99-100)

FRANsızcA ÖGRETMENİ GüziN


Ekim 1 943 başında "Kızıl Ordu" Nazilere karşı büyük hücumu baş­
lath. Ankara'da ise "Çiçero" casusluk oyunu oynanıyor: Ekim 1 943'ten Ma-

120 SON RA ADANA


yıs 1944'e (Ayrıntısı için Altan Öymen'in Bir Dönem Bir Çocuk kitabına ha­
kılabilir, s. 414 vd.) "Casuslar aramızda" filmini canlı olarak yaşamak veya
seyretmek budur herhalde.
Güzin, "aşağıdaki gizli meyhane"nin gürültüsünden kurtulmak
için geceleri Türk Sözü gazetesine Abidin'in yanına gidiyor. Ama şunu da
eklemek lazım sanıyorum: O gizli meyhanenin gürültüsü, gecenin belli bir
saatine kadar açık olması da iyi bir şey belki: Hani Abidin ve Güzin'in evi­
ne yeniden saldırmak isteyecek olan ırkçıları bu alçakça niyetlerinden vaz­
geçirmek için. Kim bilir? Güzin gazetede geçirdiği gecelerde Edebiyat Fa­
kültesindeki profesörü Auerbach yönetimindeki doktora tezini bitirmek
için çabalıyor.
Bana anlattı; şöyle: "Gazetede çalışmıyordum. Abidin'i almaya gi­
diyordum. Tezimi hazırlıyordum, gazetede kendi çalışmalarımı yapıyor­
dum. Lisede İngilizce öğretmeni sempatik bir adam vardı, öğretmenlik üc­
retine birkaç kuruş daha ekieyebilmek birkaç kuruş daha kazanabilmek
için gazeteye gelip düzelti yapıyordu. Ama maalesef alkolikti ve bazı za­
manlar, bazı geceler uyuyup kalıyordu; o zaman düzelti işini ben yapıyor­
dum. Çok şirin bir insandı. Ama işte alkolik ve kimi zaman, saati gelince
bir köşede sızıp kalıyordu. Eh işi bitirmek bana düşüyordu. Her sabah sa­
at üçe dörde kadar uyanık kalmak da kolay değildi hani."
O günlerde Adana'nın şirin mi şirin bir sokağında çekilmiş bir fo­
toğraf var: Arkada yükselen bir minare, sokak sanki arkalara doğru gittik­
çe daralıyor, belki de kapanıyor! Hiç belli olmaz: Burası Adana'dır çünkü!
Sol taraftaki kubbe caminin kubbesi mi? Abidin ve Güzin gülümseyerek
bize bakıyorlar. Abidin'in bir elinde sigarası, öbüründe gazetesi. Türk
Sözü mutlaka. Güzin mutlu, elinde çantası. Minik çanta. Babasına evlilik
hediyesi olarak aldırttığı kırmızı el çantası değil. Giyim kuşam yerinde.
Paşa torununa da bu yakışır hani. Giyim kuşam hoş, sevimli eş. Güzin'in
bana verdiği bu fotoğrafın arkasında Abidin'in el yazısıyla "1943" ve yazı­
lı bir not var: Çözebilene aşk olsun! Evleneceğiz mi? Evlendiğimiz yıl mı?
Ah! Abidin neden böyle bilmeceler bırakırsın? Neden? Neyse ki başka bir
notu daha var. Bunu daktilo ile yazmış. Bu fotoğrafa ilişkin ve aynen şöy­
le: "Güzin'le Adana' da. Evlendikleri yıl. 1943." Bu kadar. Arif olan anlar.

ABi D i N D i N O 121
Abidin olan da! Fotoğrafa iyice bakın lütfen: Abidin asıl kendisi bir deri
bir kemik. Sadece Göğeeli değil. Bir soru daha kalıyor: Bu fotoğrafı kim
çekti? Güzin bu fotoğraftan bir tanesini annesine göndermiş: Arkasında
"Anneme" yazılı.
Abidin ve Güzin'in, Güzin'in Adana'ya ilk geldiği günlerde, tanı­
dıkları sevimli bir adam var: Erkek Lisesi Fransızca öğretmeni. Sevimli ve
maalesef hasta biraz. Güzin'in anlattığına göre, "Bir-iki kez görüştük Bir­
denbire öldü adam. Çok üzüldük. Erkek Lisesine Fransızca dersleri için bir
öğretmen aranıyor. Öte yandan Adana'ya geldiğimden beri başta Sabahat­
tin Eyüboğlu birçok tanıdık, eş ve dost beni Adana'da bir okula tayin ettir­
mek istiyorlardı. Ben hemen Ankara'ya yanılınıyorsam Sabahattin Eyüboğ­
lu'na, haber verdim. Beni hemen tayin ettiler. Büyük ihtimalle 1 943 sonu­
na doğru. Eyüboğlu o günlerde Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı Kadri Yö­
rükoğlu ile çok iyi dost, neredeyse yedikleri içtikleri ayrı değil. Dolayısıyla
tayinim hemen yapıldı."
Şunu da ben ekleyeyim: Edebiyat Fakültesinde Fransızca Bölü­
münde romanoloji asistanı olarak yıllarca çalışmış böyle bir elemanı kim
olsa kaçırmazdı. Adana Erkek Lisesi niye kaçırsın? Ama şunu da vurgula­
mak gerek: Bir sürgünün ve adı komüniste çıkmış bir insanın, Abidin Di­
no'nun eşi Adana Erkek Lisesine Fransızca öğretmeni olarak atanıyor. Bu
da çok ilginç ve cesaret işi. Hasan Ali Yücel gibi biri Milli Eğitim Bakanı ol­
masaydı bu atama yapılabilir miydi? Hayır elbette.
Güzin anlahyor: "Lise müdürü sağcı olduğu halde, son derece kibar
davrandı bana karşı. Efendi bir adamdı."
Gel Zaman Git Zaman'da Güzin ilk derse girişini ve öğrencileriyle
ilk tanışmasını aynen şöyle yazıyor:

" Lise müdürüyle ilk kez sınıfa girdiğinde, bir kenarda, ötekilerden
ayn oturtulmuş on iki öğrenci görüyor. 'Bunlar neden böyle oturu­
yor?' diye sorduğunda, 'Onlarda göz nezlesi başladı' diyor, müdür.
Göz nezlesi, trahomun başlangıcı. .. Onların da defterlerini okuyup
Fransızca yanlışlarını düzeltmek gerek. .. (Güzin'in) ikide bir, gözü
kaşındığında göz doktorlarına koşuyor, ama defterlerdeki Fransızca

122 SoNRA ADANA


yanlışlan da düzeltiyor. Onlara Fransızca öğretiyar mu, bilinmez,
ama trahomdan korkmamayı genç bir ilkokul öğretmeninden öğre­
niyor. Adana'nın yedi kilometre ötesinde, yaya olarak o diz boyu
tozlu, insanı boğan yollardan her sabah şafakla yürüyüp, trahomlu
çocuklar için özel olarak açılmış bir okula gönüllü giden öğretmen
Zehra ... Zaten trahoma gelinceye kadar ne hastalıklar kol gezmiyor
ki Çukurova'da! Başta sıtma ... Dört saatte öldüren 'Tropikana', yedi
saat titreteniyle ... Karşıki büyük köşklerden birindeki şoförün oğlu
dört saatte ölüveriyor, örneğin... "

"Zehra" o öğretmenin gerçek adı değildir. Bunu bana Güzin söyle­


di. Ama bu bayanın gerçek ismini hatırlamıyor. Güzin kitabında kimi isim­
leri bilerek ve isteyerek değiştirdi. Ama olsun, yıllar sonra, çok yıllar sonra,
1991'de, Güzin İstanbul'a döndüğünde Adanalı günlerin arkadaşını buldu.
Hani dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur denir ya işte öyle. Güzin
"Zehra o zaman emekli olmuştu" dedi. İki arkadaş geçmişi andılar elbette.
Güzin'i İstanbul'da gelip bulan öğretmen arkadaşının Meziyet Hanım ol­
duğunu daha önce yazdım. Güzin'in ve Meziyet Hanım'ın anlattıklarına
dayanarak. O zaman Güzin isimleri, adı geçenlerin başına bir şey gelme­
sin diye veya gerçek isimlerini hatırlayamadığı için kitabında değiştirirken
Meziyet Barutçu'ya iki ayrı isim vermiş olabilir.
Güzin 1943 sonuna doğru, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte­
sinde o günlerde ve günümüzde bile birçok bayanın ve bayın imrendiği, el­
de etmek için birçok şey yapmaya ya da birçok şeye katlanmaya hazır oldu­
ğu öğretim üyeliğini bıraktıktan, Adana'ya gelip evlenciikten çok kısa bir
süre sonra Adana Erkek Lisesinde Fransızca öğretmenliğine başladı: 1943-
1944 ders yılında Erkek Lisesinde, 1944-1945 ders yılında ise Adana Kız Li­
sesinde. Adana'nın genç öğrencilerine Fransızca öğretmek için dirsek çü­
rüttü. Az şey mi?
İyi hoş, kaç lira kazanıyordu bir öğretmen o günlerde? Bu soruma
Güzin'in yanıtı şöyle oluyor: "Abidin gazetede 180 Türk Lirası (TL) kazanı­
yordu. Benim öğretmen ücretim 8o TL idi. Ev kiramız 30 TL. Ama yetmi­
yordu yine de. Çok dikkat ediyorduk harcamalarımıza ...

ABi D i N D i N O 123
Başka bir sohbetimizde Güzin "Abidin gazetede soo TL maaş alı­
yordu" dedi. Olabilir. Çünkü Abidin 180 TL ile işe başladıktan sonra aylığı
artırılmış olabilir. Çünkü o günlerde hayat pahalılığı sürekli artıyordu. Ba­
sit bir kıyaslama için şu rakamlan vereyim: 1938'de 100 olan fıyat endeksi
1939'da 101, 1943'te 280, 1 944'te 459 ve nihayet 1945'te bir parça azalma
ile 457'dir. Burada hayat pahalılığının özellikle 1943'ten 1 944'e feci biçim­
de arttığı belli oluyor.
Öte yandan Abidin'in işe başlamasından sonra ondan istenen uğ­
raş sayısı da arttı. Bakın Güzin neler diyor: "Gazeteyi aslında tek başına
Abidin çıkarıyor desem yeridir. Gazete sahibi olarak görünen iki kardeşten
Ferit Celal Güven devamlı olarak Ankara'da. Adana'ya arada sırada uğru­
yor. Gazeteyle ilgisi yok denecek kadar. Nevzat Güven gazetenin müdürü
ama Abidin'i işe aldıktan sonra Adana Şehir Kulübüne iyice yerleşti. Ora­
dan Abidin'e telefon edip 'Başyazıyı da sen yazıver' diyordu örneğin. Üçün­
cü bir kardeş daha vardı ama bu kardeş sadece matbaayı idare ediyordu. Ya­
ni onun işi gazetede yazı yazmak değil zaten. Üç kardeşin gazetesini Abi­
din çıkarıyordu."
Bu durumda Abidin'in aylığının belli bir süre sonra artırılmış ola­
bileceği düşünülebilir.

TELETEZ
Evet, kimi tezler uzaktan yönetilebilir veya uzaktan denetimle yazı­
labilir. Bunun bir örneğini 194o'ların başında Güzin Dino verdi: Güzin'in
doktora tezinin uzunca bir ismi var, önce onu yazmalı: "19. Yüzyılda Tarih
Biliminin Fransız Gerçekçi Romanının Doğuşuna Etkisi: Balzac, Stendhal,
Flaubert." Yaşar Kemal'in bu üç Fransız yazarını okumasını ısrarla isteme­
sinin nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Peki teletez iş nasıl kotarılıyor? Güzin anlatıyor: "Adana'dayken Au­
erbach tezimi uzaktan yönetiyor. Ben planımı gönderiyorum, O bu konu­
daki önerilerini, düşüncelerini bildiriyor. Ben diyelim otuz sayfa yazıyo­
rum, kendime güvenınediğim veya onun fikrini almak istediğim parçaları
kendisine gönderiyorum. O da okuyup yanıt veriyor: Şunu şöyle yap, bunu
böyle düzelt diye. Ama o zaman ben kalkıp kendisini eleştiriyorum. Bazen

124 SO N RA ADANA
oldukça sert bir biçimde. O zaman O kaleme sarılıyor ve bana sert bir ce­
vap veriyor: Örneğin 'Tez hazırlayan ben değilim sizsiniz' diyor. Geçenler­
de kağıdanın arasında bir rnekruhunu bulup okudum: Beni fena paylıyor.
Bir önceki rnekrubunda beni biraz sert eleştirince ben de ona yanıt vermi­
şim. Sonra O da cevap veriyor ve beni paylıyor: 'Tezi ben hazırlamıyorum,
siz hazırlıyorsunuz' anlamında. Ama ilişkimiz hep dostça sürdü.
Auberbach'ın 'mimesis' diye isimlendirilen bir kuramı var: Daha çok
edebi bir yöntem ve inceleme biçemi. Edebiyatı tarihe karışmış olarak anlat­
ma üslubu. O çok hoşrur. Örneğin şöyle bir şey diyor: 'Balzac zamanında
Monsieur tabiri kullanılmazdı, un citoyen veya sadece citoyen (vatandaş) denir.
Monsieur, Madame (bay, bayan) tabirlerini aristokratlar kullanıyorlar. Bunla­
rın kullanımı zamanla halk tarafından benimseniyor, vb. Auerbach bunu ve
buna benzer şeyleri ayrıntılı bir biçimde anlatıyor: Mimesis başlıklı kitabında
(New-York, 1957) . Koca bir kitap. Çok değerli bir kitap. Epey aydınlık getiren
bir eser, hem de edebiyatı anlatıyor. İşte doktora tezimi bu yöntemin ışığı al­
tında hazırlıyorum. Sonra Balzac, Stendhal ve Flaubert'den birkaç parça seç­
tim ve bu ışık altında inceledim. Auerbach'ın getirdiği ışık yolumu aydınlatı­
yor, bu arada Spitzer metodunu da kullanıyorum. Onun üslup analizi için
özel bir metodu var. Spitzer'in metoduyla küçük bir paragrafı okuyunca ese­
rin edebi değeri var mı yok mu hemen çıkar ortaya. Hatta bir cümle okuyun­
ca bile belli olur. Spitzer'i dört sene okudum, şaka değil. Spitzer metinler kar­
şısında saatlerce canımızı çıkanrdı. Canımıza okurdu. Edebiyat Fakültesinde
onunla her yıl metin, metin, metin, texte, texte, texte okuduk. Dile kolay.
Onun yöntemi sayesinde bir paragraf okuyun herhangi bir yazardan derhal
ele verir kendini metin. Belli eder ne olduğunu. Değerini. Hani kan tahlili ya­
pıyoruz ve tık diye kendini veriyor ya aynen onun gibi bir işlem. Burada ede­
bi analiz yapıyoruz. Üslup tahlili yapıyoruz. Şimdi bunu dört yıl boyunca oku­
yunca sonunda giriyorsunuz işin içine. İyi bir roman nedir sorusuna yahıt
şudur: İyi yazılmış romandır, ne anlattığı hiç önemli değil, nasıl anlatıldığı­
dır önemli olan. Fransızcasıyla: Le style, l'ecriture c'est le roman, pas ce qu'il ra­
conte. Evet ne anlattığı önemli değil, üslubu ve yazımı önemlidir. Neden Pro­
ust'u severim? Çünkü anlatım biçemi, üslubunu beğenirim. Önemli olan ne
anlattığı değil, nasıl anlattığıdır.

ABi D i N D i N O
"Tez çalışmamda hem Spitzer var, metodurnun içinde çünkü, hem
Auerbach var. Yani o günlerde dünyanın en ileri gitmiş yöntemleri bu iki
bilim adamının metotlandır. Spitzer üniversiter alanda üslup analizini atı­
yor ortaya: Bu yöntemin edebiyatta aydınlatıcı bir eleman olduğunu savu­
nuyor. Ondan sonra başkaları onun arkasından geliyor.
Adana'da tezimi hazırlarken Spitzer ABD'ye taşınalı epey oluyor­
du, ama ne iyi ki Auerbach hala İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesin­
deydi ve tezimi uzaktan bile olsa yönetme kibarlığını gösteriyordu. Ara­
mızda zaman zaman başgösteren tartışmalara, atışmalara rağmen. Bu da
işin tuzu biberi olması açısından o kadar da fena bir şey değildi. Beni en
azından daha dikkatli ve daha dinamik bir havada tutmaya da yarıyordu.
Ne demek yani, koskoca Auerbach'a kafa tutuyorum. Auerbach elbette
gerçek bir bilim adamı olarak ilgisini benden esirgemedi. Tezimin başarı­
lı bir biçimde hazırlanmasını ona borçluyum. Auerbach bununla da kal­
madı. Daha sonra Ankara'da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesindeki (DTCF)
doçentlik sınavımda jürime katıldı. Sınavın ders verme aşamasında, sınıf
tıklım tıklım öğretim üyesi dolu, ben La Fontaine'i Spitzer yöntemiyle sı­
kı bir biçimde analiz ediyorum ve Spitzer'e teşekkür ediyorum. Oysa tezi­
mi uzaktan yönetmiş ve o sırada ta İstanbul'dan kalkıp benim sınavım
için Ankara'ya kadar gelmiş ve o anda orada beni dinleyen Auerbach'a bir
teşekkürü çok görüyorum. Spitzer ABD'ye gideli epey oluyor. Auerbach
ise hala bizlerle uğraşıyor, bizlere yardımcı olmaya çalışıyor. Ama ben ona
bir teşekkür bile etmiyorum."
2004'te Güzin'e Auerbach'ı tanıyan İsveçli bir bilim adamı uğradı,
Auerbach'ın İsveççeye çevrilmiş kitabını armağan etti. Bir süre sonra Gü­
zin'i Berlin'de Auerbach üzerine düzenlenecek bir kollokyuma davet etti­
ler vb. Bütün bunlar yıllarca sonra bile Auerbach hayranlarının, okuyucu­
larının varlığına işaret ediyorlar ve 1 94o'ların başında İstanbul'da asistan­
lığını yapmış olan Güzin'in unutulmadığını da ispatlıyorlar.

HASTALIKLAR Koı GEzİYOR ADANA'DA


Abidin, Kemal Sadık Göğceli, tezinin hazırlanması, geceleri Türk
Sözü'nde mesai, yoksa fazla mesai mi demeli, Güzin'i epey yoruyor ister is-

126 SONRA ADANA


temez. Bunun çaresi; kimi ev işleri için bir yardımcının zaman zaman eve
gelip temizlik yapması, çamaşırları yıkaması. Ama "çamaşırları kaynatan
kadının bileğindeki halep çıbanını, geniş, yuvarlak leğende beyazları çivit­
lerken görüyor" Güzin. Ne yapabilir? "Yeter artık geç oldu. Ben asanın ça­
maşırı" deyip parasını veriyor, savıyor kadını. Ve Güzin ertesi sabah "baş­
tan yıkamak zorunda kalıyor" tüm çamaşırları.
Sonra eve temizlik için haftada bir veya iki kez gelen kadın ile de
bir serüven yaşıyor Güzin: Bu kadın temizliğe gelirken 6-7 yaşlarındaki
çocuğunu da yanında getiriyor ve bir ara Güzin'den rica ediyor: " Hanım,
evde bebeğim var, izin ver onu da getireyim, şuracıkta yatsın." Güzin pe­
ki diyor. Ve bir sonraki gelişinde bebeği de getiriyor. Dört beş aylık bebe­
ğin gözleri akınaya başlamış bile. Trahom başlangıcı. .. Bir korku daha!
Zaten bit ve bit hastalığı korkusuyla faytona binmiyor Güzin. Bazı istis­
nalar dışında. Güzin bizzat itiraf ediyor Gel Zaman Git Zaman' da: " Kent,
hastanelerinde yatan yüzlerce tifüslüsüyle insanları giderek hastalık kor­
kusuna alıştırmış." Ne kadar fena. Birdenbire fark ediyor ki "her gün ek­
mek aldığı kara gözlüklü fırıncı trahomlu. Nasıl da geç anlamış ? " (s. 96,
97, 98 ve 9 9 ) : Güzin'de korku dehşet düzeylerde artık. Neredeyse soka­
ğa bile çıkmayacak!
Ev temizliği için gelen Kıpti kadın, pamuk mevsimi gelince yok olu­
yor. Sonra tekrar ortaya çıktığında bebeğini getirmiyor. Güzin, "Neden ge­
tirmedin? " diye sorunca, "A hanım, çatıadı sıcakta, pamukta... Halbuysa
ağacın altında bırakmıştım" deyiveriyor, yerleri tahta bezi ile ovalamayı
sürdürüyor. İşte böyledir Adana'da "bebek ölmesi."

6 KASIM 1943= KiEV ÖZGÜR


Daha önce vurguladığım gibi Abidin artık Moskova Radyosu'nu bi­
le dinieyebiliyor ve Rusçasını konuşturuyor: Hani konuşturması için de se­
bep çok: Çünkü "Kızıl Ordu" Nazileri her tarafta yeniyor, kentler kurtulu­
yor peş peşe. Yeniden özgür, yeniden coşkulu kentler. Eylül 1941'de Nazi­
ler tarafından işgal edilen Kiev, 6 Kasım 1943'te kurtarıldı esaretten. Erte­
si günkü Türk Sözü'nde Abidin, Sarı Çizmeli imzasıyla " Kiev" başlıklı bir
makale yayınladı. Aynen aktanyorum (Yazılar, s. so8) :

ABi D i N D i N O 127
"Kiev şehri şafakla başlayan nihai bir hücumla zapt edilmiştir.
Moskova'da mutad olarak 224 top paresiyle selamianan büyük
şehirlerin zaptı, Kiev'in şerefine 324 pareye yükselmiş.
Kiev'le diğer şehirler arasında niçin bu ıoo infılak farkı gözetil­
di? Bu tercihin sebebi rakkama sığmayacak kadar muazzamdır.
Kiev şehri tarih boyunca birçok mücadelenin geçidi, desteği, he­
defidir.
Kiev'in istirdadı [geri alınması] Stalingrad gibi sadece bir dö­
nüm noktası değil, Rusya'da Alman hakimiyetinin kati hezimetine
işaret ediyor.
İnkar edilemeyecek bu iktisadi, siyasi ve askeri olay, Nazilerin
'hayat sahasını' ölümle döşenmiş o hayat sahasını hatırlatıyor.
Kiev 'hayati sahanın' ambarı, merkezi, tahtı, payıtahtı idi.
Almanya'da acıkanlar Kiev ismi ile doyar, daymasalar bile bu­
gün yarın doyacaklarını umarlardı.
İyi pişmiş bir ekmek serabı halinde Nazilerin gözü önünde salı­
nıp duran Kiev dün Sovyetler'e avdet etti [geri geldi].
Kiev tekrar bir Sovyet şehri olarak tarihe geçerken bu şehir uğ­
runa oğlunu, kardeşini, erini kaybeden Alman anası ne düşünür,
kimlerden ne sorar?
işte bu suali hiçbir propaganda, hiçbir vaat, hiçbir nazariye ve
stratejik sebep susturamaz.
Naziliğin fütuhat [ele geçirme] hevesi 'hayati sahada' birkaç Al­
man nesiini gömmüştür. Geride mezarlar kalıyor ...
Ve Gogol'ün Ukrayna geceleri."

Savaştaki gelişmeler üzerine Müttefikler; yani ABD, İngiltere


Krallığı ve S SC B liderleri Roosevelt, Churchill ile Stalin Tahran'da bir
araya geldiler: 23-24 Kasım 1943'teki "konferans"ın amacı SSCB 'nin
Nazilere karşı hücumunda "elini güçlendirmek" için Batı'da yeni bir
cephe açılmasıydı. Yani Avrupa'da yeni bir noktadan çıkarma yapılması.
ABD ve İngiltere böylece aynı zamanda S S C B ordularının Avrupa'da
hızla yayılmasını önlemek istiyordu. Bunun en "dostça" yolu yeni bir çı-

128 SONRA ADANA


karmadan sonra kendi ordularının Avrupa'nın bir köşesinden içerilere
doğru hızla ilerlemesini sağlamaktı. İşte bu stratejik tercihin sonucu
olarak Türkiye'nin artık savaşa girmesini bilhassa bu iki "müttefik" ıs­
rarla istiyordu. Nitekim Tahran Konferansı sonrasında 4-6 Aralık
1 943'te Kahire'de Türkiye'nin katılımıyla bir toplantı düzenlendi: Ancak
Stalin yerine toplantıya katılması beklenen Vişinski son anda gelemeye­
ceğini bildirdi. Ve bu, İsmet İnönü en başta Türk delegasyonunu fena
halde tedirgin etti. S SC B'nin Türkiye'ye karşı saldırgan bir tavır takın­
masından çekiniliyordu. Öte yandan İngiltere Türkiye'nin birkaç lima­
nını Müttefik güçlerine açmasını ısrarla istiyordu . . . İngiltere'nin Yuna­
nistan'ı Nazi saldırısı karşısında yalnız kaderine terkettiğini yakından
izlemiş olan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri işi yokuşa sürdüler ... Bu­
nun üzerine işler epeyce soğuk bir havaya büründü ve hatta Churchill
İngiltere Krallığı adına Türkiye'ye bir muhtıra takdim etti... Türkiye açı­
sından sıkıntı gittikçe artıyordu. . .
Hele SSCB yeni cepheye filan ihtiyaç duymadan 1 4 Aralık 1943'te "Kış
Hücumu"nu başlatıp, bütün cephelerden Nazilere bindirince. Ukrayna'dan,
Beyaz Rusya'dan ve diğer yörılerden. Kışın soğuğu daha soğuktu Naziler için.
Yeniliyorlardı. Ve Abidin dinlediği radyolardan Kızıl Ordunun ve Müttefikle­
rin kurtardığı yeni kentlerin isimlerini duyuruyordu Adanalı okuyucularına.
Adana'da elbette kış o kadar soğuk olmaz. Ama kış yine de kıştır ve
oduna gereksinme duyulur: Sobanızı doldurmak, evinizi ısıtmak için. Ön­
ce oduncudan kilo ile odun alınıyor, ikide bir. Odunları satan Abidin Paşa
Caddesi'ndeki evin sahibi Mahmut Bey'in kayınpederi. Mahmut Bey bir
gün dayanarnayıp Abidin ve Güzin'e aynen şunları söylüyor: "Ayol, odunu­
nuzu benim kayınpederden alıyorsunuz. Aklınıza şaşayım... Sizin Agba
Çiftliği'ndeki küçük ormanınızdan getirip satıyorlar o odunları." Güzin'in
deyişiyle "Yani kendi odunumuzu para vererek satın alıyoruz!"
Hemen "çiftlikbaşına" fkahyaya durum iletiliyor: "Bizim ormandan
odun getir! " Devamını Güzin'den okuyalım: "Neyse günler geçiyor... Günün
birinde, yağınurlu bir kış günü eve dönerken okuldan, evin önünde Mahmut
Bey çıplak ayaklarına takunyalar geçirmiş, elinde şemsiye, yağmurluğunun
yakasım kaldırmış, bir aşağı bir yukarı, gidip geliyor. Güzin soruyor:

ABi D i N D i N O 129
' Hayrola Mahmut Bey, birini mi bekliyorsun?' ' Kimi bekleye­
ceğim? Görmüyor musun Allah aşkına yerde yatanı? ' Yerde upu­
zun, belki yirmi metre, belki de daha fazla, dallı hudaklı koca bir
ağaç yatıyor.
Çiftlikbaşısı yollamış. ' Siz ağaç istemişsiniz çiftlikten .. .' ' Biz
ağaç istemedik ayol, odun istedik. .. 'Neyse, uzun lafın kısası, ka­
yınpedere haber saldım, adam yollayacak, kesip parçalayacağız
ağacı ...
Bütün bir gün sürüyor ağacın sobaya, küçük sac sahalarına gire­
bilecek parçalara bölünmesi. Odunluğa sığınıyor, konu komşuya
dağıtılıyor, giriş avlusunu dolduruyor, adım atacak yer kalmıyor or­
talıkta, ortalık oduna kesiyor velhasıl... Oysa iki oduncukla köz gibi
kızarıyor sac sobacık. .. "

25 ARALIK 1943: NoEL G ELMiş NEYİ M E


Aralık ayının sonuna doğru Abidin, Türk Sözü'nde "Noel Günü"
başlığı altında ve pek ünlü Sarı Çizmeli imzasıyla şu yazıyı yayınlıyor:
"Noel gecesi gökte bir yıldız belirmiş, kuyruklu cinsinden, ve o ge-
ce bir ahırda İsa doğmuş, rivayet budur.
İsa'nın insanoğluna öğrettikleri tek cümleye sığar:
'Kötülüğe iyilikle mukabele et.'
Bu düstur [kural] sömürgeci Romalıların işine gelmiyor değildi.
Mamafih devlet haline gelmiş, Hıristiyan toplulukları daha ziyade; 'iyiliğe
kötülükle mukabele' ettiler, sömürgeci oldular.
Bu gece, İkinci Dünya Harbi'nin 1943 Noel gecesi, hür Avrupa in­
sanları narnma hava teşkilleri Alman şehirlerini yıkıyor; kısasa kısas.
işkence edilmiş Avrupa milletleri narnma Alman harp mesulleri­
nin idamına başlanıyor; kısasa kısas.
İsa'nın, Gandi'nin, 'pasif mukavemetine' bir zamanlar hayran olan
Romain Rolland, tahşit [toplama] kampından çıkıp; ' Kuvvet istimali [kulla­
nımı] ile mukabele edin' diyerek ölmüştür.
Evet, kısasa kısas.
Noel 'aleluya' sesleri ile selamlanır; Hıristiyanlarda adettir.

IJO SONRA ADANA


Bugün hiçbir Hıristiyan İsa'ya itaat etrniyecek, kaybedilmiş eviada
evlat, kardeşe kardeş, ere er ödenecektir.
Kısasa kısas.
Hesaplar kapandığı gün, o gün ve ancak o gün, isterse 'aleluya' den­
sin, hakiki Noel selamlanır, sulh başlar.
Hürriyete aşık Avrupa dün gece hep bir ağızdan, radyolar dolusu şu
sözü tekrarlamışhr:
Kısasa kısas.
Çarmıhlar devrinin kapanışı son bir çarmıha bağlı; kısasa kısas."
(Yazılar, s. 515).

J I ARALIK 1 943
Yeni bir yılın başlamasına birkaç saat kala herkes yılbaşını kendi
evinde geçiriyor: Yarınların nelere gebe olduğu bilinmez zamanlarda hele
yalnızlık ne kadar zordur. Adana'da sürgünseniz hele. Ama iki genç insan,
iki sevimli insan, Güzin ve Abidin, Abidin ile Güzin, karar veriyorlar: "İki­
miz birlikte yılbaşı gecesi yapacağız." İlk kez baş başa bir yılbaşı gecesi ge­
çirecekler. Evleneli daha kaç ay oldu?
Güzin anlatıyor: "Adana'daki ilk yılbaşımız, dolayısıyla kimse de
bizi aramıyor. Hem zaten biz kimselere gitmiyoruz, hani mimlenmesin­
ler, başlarına kötü bir şey gelmesin diye. Kimse de bize gelmeye cesaret
edemiyor. Neyse Abidin'le baş başa hazırlıklarımızı yapıyoruz, güzel ye­
mekler yiyoruz, içki de var biraz. Ne de olsa yılbaşı. Saat 23 filan. Kapı­
mız tıktıklandı. Abidin kalktı, açtı kapıyı. Ayol bu Naci Bey! Müze müdü­
rü. Sempatik bir adam, kendisini tanıyoruz, müzeden. Ayrıca gazeteye
gelip gidiyor. Evet, çok sempatik bir adam. Alevi. İşte insanlık. Gelmiş
'Bu iki genç insan nasıl, ne yapıyor' diye. Biraz bizimle oturdu. Bir-iki
şey içildi. Bu çok önemliydi, çünkü ilk defa kapımız çalmıyordu. İlk defa
cesur bir insan bizi ziyarete geliyordu Sonra çok daha ilginç bir şey oldu.
Naci Bey ile gidip geldik. Biz ona ziyarete gidince ona da cesaret geldi. Ve
dostluğumuz sürdü."
Abidin, Naci Bey'i ve evini unutmadı. Nitekim Kasım 1969'da Ada­
na'yı ziyaret ettiğinde Adana'dan Güzin' e gönderdiği 19 Kasım 1969 tarih-

ABi D i N D i N O 131
li mektubunda aynen şunları yazıyor: "Adana Müzesi değişmemiş, Naci
Bey'in evi olduğu gibi duruyor" (Mektuplar, s. 205).
Güzin bir süre sonra müze müdürü Naci Kum sayesinde yaşadıkla­
rı şu hahrayı da asla unutmuyor:

"Başka bir gün Naci Bey, koşa koşa. neredeyse, geldi bize, 'Benim
Pirim geldi, bizim evde, sizi ille tanımak istiyor. Haddim değil ama
acaba rica etsem gelir misiniz?' diye sordu. Kibar adam. Biz de ta­
bii dedik ve hemen birlikte çıktık; Naci Bey'in evine gittik. Öğle vak­
ti, aşağı yukarı. Piri zil zurna sarhoş (Güzin anlahrken gülüyor),
'Aaa' filan deyip Abidin'i öptü. Beni öpmedi. Sonra çok sempatik,
çok filozofik bir hava esti. Oturduk. Orada dehşet bir mucize oldu.
Siz de (yani, önce ben, MŞG, sonra siz ey okuyucular) epeyi şaşıra­
caksınız. Müze müdürü Naci Bey'in eşi geldi, uzun saçlı, upuzun
bir giysi içinde. O da oturdu. Sohbete başladık. Birdenbire konuş­
ma nasıl geldi, nereye kadar çıktı ki ünlü Hıristiyan filozof vardır,
Saint-Thomas d'Aquin, konu ona kadar gitti. Mistik bir filozof, 13.
yüzyılda yaşamış. Naci Bey'in eşi konuşurken ona ahfta bulunuyor,
'Zaten Saint-Thomas demiştir' ki filan diyor, Pir de ona yanıt veri­
yor. Orada büyük metafizik bir sohbet, bir tartışma yaşadık, o sevi­
yede şaşılacak bir şey tabii ki. Ben çok memnun oldum. Biraz afal­
ladığımı da belirtınem lazım. O kadın, yani görünüşte sıradan bir
ev kadını, orada Piri ile çok üst düzeyde sohbet etti ki sormayın."

Güzin bunu bana 27 Nisan 2004'te anlattıktan sonra aramızda şu


konuşma geçti:

MŞG: Abidin'in Medtözü'nde de Alevilerle çok iyi ilişkileri oldu, Pir


Halil ve taraftarlanyla. Medtözü Adana'ya o kadar uzak değil, hatta bu
kesimler arasında git-geller olur. Aleviler göçerler. Göçerdirler. İşçi ola­
rak çalışmaya Çukurova'ya "inenleri"vardır. Bu bağlamda Medtözü
Alevileri Abidin hakkında bir mesaj iletmiş olamaz mı Adanalı tanıdık
Alevilere? Bana kalırsa olabilir.

1}2 SON RA ADANA


GD: Zannetmiyorum. Sade şu oldu: Pir Halil geldi Adana'ya. Ben
de kendisini bu vesileyle tanıdım. Abidin'i özel olarak ziyarete geldi.
M ŞG: Eee tamam işte.
G D: Çok hoş bir insan Halil Piroğlu, Pir Halil yani; sonrası da
var bu hikayenin: Babasının vefatından sonra Pir Halil'in çocuğu­
nun Abidin'e, Paris'e mektup yazması. Bunu daha sonra konuşu­
ruz. Adana'ya önce mektup geldi: Pir Halil'den " Şu gün geliyorum"
diye. Biz çok sevindik Çünkü Abidin'i Medtözü'nde rahat ettiren
adam. Kendisi ve adamlarıyla.

7 Haziran 2004'te Güzin ile bu konuyu yeniden konuşurken şun­


ları ekledi: "Piroğlu Halil Abidin'i ziyaret için Adana'ya geldiğinde Türk
Sözü'ne buyurdu. Orada sohbet ettik. Giyimini çok iyi anımsıyorum: Koyu
renk bir elbisesi ve çok hoş bir kravatı vardı. Daha sonra yanılınıyorsam bir
lokantaya gidip yemek yedik ve sohbetimizi sürdürdük. "

BAŞKA ZiYARETÇiLER DE VAR


Kemal Sadık Göğeeli'yi anlattım. Birazdan yeniden konuşacağız.
Arif de gelince Adana'ya, O da arada bir eve uğrayacak. Güzin'e ikinci evi­
nize Ahmet Dino da geliyor miydi diye sorduğumda yanıtı şu oldu:
"Tabii canım Ahmet de geliyordu. Ama öyle uzun boylu oturmak
için değil. Ahmet çok 'discret' bir insandı, kendini empoze etmekten hoş­
lanmayan son derece kibar bir adam. Gelirdi eve, biraz oturur giderdi. Arif
öyle değil. O oturmaya gelirdi. Gelir, oturur, benim moralimi bozmak için
de bir sürü bahane yaratırdı. İlle bana takılacak Bana takılınaya bayılırdı
Arif. Bu da onun özelliği canım. Onu da çok severdik tabii."
Bunlar bilinenler. Bilinmeyenler kimler? Güzin'in anlattıklan şöyle:

"Bize gelip giden genç bayan bir öğretmen arkadaş vardı. En başta
onu saymalıyım. Herhalde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte­
sinden öğrencimdi. Adana'ya Fransızca öğretmeni olarak tayin edil­
di. Ve devamlı bize gelip gitti. Adını maalesef anımsayamıyorum
şimdi. (Bu genç bayan öğretmen arkadaş daha önce anlattığım gibi

ABi D i N D i N O 133
Meziyet Barutçu'dur.) Ama sonunda onu sürmeye kalktılar. Tayini
başka bir yere çıkarıldı. Bizimle görüşüyor filan diye elbette. Ben
hemen Sabahattin Eyüboğlu'na yazdım, O da Talim ve Terbiye Da­
iresi Başkanı, daha önce sözünü ettiğim sempatik insana (Kadri Yö­
rükoğlu. M ŞG) durumu aktardı. Böylece eski öğrencimin, yeni
meslektaşırnın sürülmesini durdurabildik. Ancak biz Adana'da ay­
rılınca O da Adana'da arhk kalmak istemedi. Onu Ankara'ya tayin
ettirebildik. Ankara'da da çok sık bizi ziyaret etti."

Meziyet Hanım'dan ve Güzin ile Abidin ile dostluğundan daha ön­


ce söz ettim. Güzin'in aktardığına göre o sıralarda "Abidin'e dadanan baş­
ka insanlar" da var: Güzin'den aktarıyorum:

"O günlerde Abidin'in çevresinde dolaşan çok girgin bir adam vardı.
Adını anımsayamıyorum maalesef. Herhalde 195o'de Adana'dan
milletvekili seçildi. Kırca soyadını mı taşıyordu. Öyle bir şey olmalı.
Milletvekiliyken, Abidin Ankara'da ondan Nazım Hikmet'in özgür­
lüğüne kavuşması için yardım istedi örneğin. Nazım'ı kurtarabil­
mek için nerede olanak bulursak oraya başvuruyorduk o günlerde."

Başkalarını da yine Güzin anlatıyor:

"Adana'da bir sağlık müdürü vardı: Seyfi Bey. Çok değerli bir in­
sandı. inanmış bir Atatürkçü. Hiç kimseden korkusu olmayan
gerçek bir devrimci. Toprak ağalarına örneğin ' Sıtmayı önlemek
için pirinç tarlalarınızı kentten uzağa götürmeniz lazım' derdi,
hiç çekinmeden. Ağalar aldırmadılar. Yine bildiklerini yaptılar.
Bunun üzerine Seyfi Bey kente yakın pirinç tarlalarını tek tek do­
laşıp, tek tek denetleyip, topladığı pirinç bilmem nelerini alıp
Adana Şehir Kulübüne getirdi ve tek tek ağaların masalarının üs­
tüne pat diye attı. Tam ihtilalci bir adam. Ağaları filan hiç umur­
samazdı. Abidin'i çok sever, çok tutardı. Beni de. Evimize gelip
gitmezdi ama Türk Sözü'ne uğrardı. Naci Bey dışında, ki O da bir

1 34 SoNRA ADANA
defa evimize geldi, bu tür insanlardan hiçbiri evimize gelmedi
ama bize hepsi çok kibar davranırdı. Abidin ile konuşmak iste­
yenler gazeteye uğramayı tercih ederlerdi.
Seyfi Bey daha sonra Sağlık Bakanlığında müsteşarlığa atandı.
Ankara' da da sağlık konusunda bir derdimiz olunca yardımını
esirgemedi. Hele Abidin'in hastalığı ve sonrasında, bilhassa o ka­
panmayan yarasının kapanması için koştururken. Değerli bir in­
sandı Seyfi Bey."

Güzin devam ediyor:

"Adana'da iken 195o'lerin başında Fransa Cumhuriyeti'nin Anka­


ra'ya büyükelçi olarak atayacağı Monsieur Le Compte ki daha önce
de sözünü ettik çünkü Abidin'in kuziniyle evli asılzade, bize Ada­
na'ya, Paris'te çıkan en ilginç dergileri gönderirdi, tasavvur edebili­
yar musunuz? Abidin onu daha 1938'te Paris'te tanımıştı. Abi­
din'in kuziniyle evli. Bu kuzin Abidin'in çok yakından tanıdığı, çok
yakını, çok sevdiği bir akraba bayan. Adam da çok kültürlü. Abi­
din'le 1938'de alıhaplık etmişler filan. Dergilerin isimlerini şimdi
anımsamıyorum ama o yıllarda Paris'te yayınlanan en ileri en
avant-garde dergilerdi. Bize, ta Adana'ya kadar, sürgün Abidin'e
ulaşıyorlar. Postayla." (Gülüyor Güzin, mutlu.)

Güzin'in ismini anımsayamadığı Fransız diplomat Jacques Tarbe


de Saint-Hardouin'dır. Daha önce yazdığım gibi, önce 1943 sonunda
Fransa Geçici Hükümet temsilcisi olarak Türkiye'ye gönderildi. Ocak
1 945'e kadar, önce İstanbul'da, sonra Ankara'da görevini yerine getirdi.
1952'de yeniden Ankara'ya büyükelçi olarak atandı. Bu görevi 1955 'e dek
sürdü. Güzin adı geçenin 1943-1 945 arasında Türkiye'de görev yaptığını
ya hatırlamıyor ya hiç bilmiyor. Güzin'in "Abidin'in kuzini" dediği ise da­
ha önce sözünü ettiğim Nesrin Celal Nuri' dir. Diplomatla evlenince isim­
lerinin başına İsabelle'i de koyan Nesrin maalesef çok genç yaşta, 3 9'un­
da, 1 947'de vefat etti.

ABi D i N D i N O 1 35
Bu arada İstanbul'da ve Ankara'da bıraktıkları arkadaşlarından,
dostlarından, meslektaşlarından haber ve mektup alıyorlar mıydı? Mutlaka.
Ama maalesef Abidin ve Güzin'in o günlerdeki mektuplaşmalarından bu­
gün bilgi ve belgemiz yok. Birkaç istisna dışında. Örneğin Güzin'in anne­
sinden gelen bir mektup ve bir fotograf: Güzin'in annesi belki kızına aile­
nin iyi olduğunu iletmek, aynı zamanda kendi haberlerini göndermek için
bir mektupla birlikte bir de fotoğraf postalıyor: Annesi fotoğrafının sol kö­
şesine bir not düşmüş: " n . n. 1944, cici Güzin'e. Ferdiye." Güzin bu fo­
toğrafı bana gösterdiğinde "Ne hoş di mi?" diyerek gülüyor. Evet fotoğraf
çok güzel: Foto Sabah'ın gerçekleştirdiği. Annesi de çok güzel.
Herhalde bu mektuba yanıt olarak Güzin annesine Abidin'le birlik­
te Adana'nın şirin bir sokağında yürürken çekilmiş ve yukarıda takdim etti­
ğim fotoğrafı, arkasına "Anneme" diye yazarak gönderiyor. Belki aynı zarf­
ta babasına da bir fotoğrafını iletiyor: Hani birlikte bakmıştık: Güzin Ada­
na'daki birinci evde "bahçe" de bir uzun iskemlenin üstünde uyukluyorken
çekilen fotoğrafını. Arkasına "Babama" yazmış. Ama Güzin bu fotoğrafını
yayıniatmak istemiyor. Çünkü "Bu çok özel" diyor. Pozu oysa çok hoş.

ÖzGÜRLÜK SEsi Mi Bu DuYuLAN?


Savaşın sonunun yaklaşıldığının duyumsanması üzerine Türki­
ye'de daha çok özgürlük arzuluyan sanatçılar, şairler, gazeteciler, aydınlar,
yazarlar seslerini duyurmak için kaleme sarıldılar. Bunlardan biri Sabahat­
tin Ali'dir. 20 Şubat 1944'te Ulus'ta Falih Rıfkı Atay'ın bir makalesine ya­
nıt niteliği de taşıyan bir makalesini A. Metin imzasıyla 3 Mart 1944 tarih­
li Tan'da yayınladı. Başlığı "Hürriyet meselesi" dir. "Daha çok demokrasi"
isteyen birçok başka makale yayınlandı. Özgürlük ve demokrasi yanlıları
çabalarına yeni bir ivme kazandırdılar: Sabiha ve Zekeriya Serteller, Aziz
Nesinler, Rifat Ilgazlar ve daha birçokları bu cephede yerlerini aldılar ...
26 Mart 1944'te Yunanistan'da Nazilere karşı direnişte bir ayrışma
baş gösterdi. İngilizlerin desteklediği bir bölüm farklı bir tavır takındı. Yu­
nanistan Komünist Partisi yanlıları ise daha radikal bir direniş yürütmeye
başladılar: Ülkede komünist bir rejim kurmayı amaçlayan. Ve bu ayrışma
İngiltere'nin ateşe körükle gitmesi sonucu bir iç savaşa dönüştü. Nazilere

SONRA ADANA
karşı mücadelede en iyi, en cesur çocuklarını yitiren Yunanistan'ı yeni tra­
jediler bekliyordu maalesef.
O günlerde Fransa'daki Direniş de daha geniş boyutlarıyla sürüyordu.
Abidin'in 196o'ların başında yayınladığı, "les partisans" dizisinin
kimileri 1941 tarihini taşıyor. Ve Abidin'in el yazısıyla altlarına ekiediği
açıklayıcı bir-iki sözcük sayesinde bu desenierin SSCB ordularının kazan­
dıkları zaferleri izlediğini saptamak olası. Bu desenierin kimi ise daha son­
ra çizilmiş: Örneğin Democratie Nouvelle'de Kasım 1964'te yayınlanan de­
senleri bunlara birer örnektir. 1941'de çizilenler ile 1964'te yayınlananlar
arasındaki çizim ve çizgi farklılığı çok açık: Dikkatli bir göz veya Abidin'in
Fikret Mualla kitabı için kullandığı başlığı alacak olursak "Gören Göz İçin."
Ama esas mesele, bakış açısı aynı: Vurulanlar, el bombası atan kadın ve er­
kek direnişçiler, vurulan ama yıkılınayan ve ayağa kalkanlar yeniden. Tür­
kiye'de Gerilla Desenleri (Galeri Nev Yayınları, Ankara, 2005. Metni yazan
Rasih Nuri İleri' dir) ismiyle yayınianmaları bir rastlantı değil kısacası.
Tükiye'de "buluttan nem kapmak" her zaman geçerli bir hastalık­
tır. Nitekim Yunanistan Direniş hareketindeki yeni gelişmeler ve Türki­
ye' de daha çok özgürlük isteyenlerin arzularını basın yoluyla dile getirme­
leri üzerine 28 Mart 1944'te dönemin ilk ama maalesef sonuncu olmayan
"komünist tevkifatı" başlatıldı. Gazeteler "Ankara ve Karabük'te komünist
hücrelerin ele geçirildiklerini ve gözaltına alındıkları" haberlerini verdiler.
Tutuklamalar elbette İstanbul'a da uzandı. Aralarında şimdiye kadar isim­
lerini andığımız birçok tanıdık bulunuyor: Reşat Fuat Baraner ve yakınları,
Jak ihmalyan ve akrabaları. Örneğin kardeşi Vartan ihmalyan. Vartan İlı­
malyan gözaltına alındığında gördüklerini anlatıyor ( Bir Yaşam öyküsü,
Cem Yayınevi, İstanbul, 1989, s. 86 vd) : "Resmi polis kendi karakoluna git­
ti, sivil polisle ben de Rumelihisar İskelesinden vapura bindik ve soluğu,
doğru Sansaryan Hanın 6. katında aldık. Sivil polis beni koridorda beklet­
ti, kendisi bir odaya girdi ve biraz sonra beni odaya çağırdı.
Gözlüklü bir adamın karşısına çıktım (Zeki Bey) ; biraz ötede de
Harndi Bey oturuyordu (Parmaksız Hamdi) ."
Vartan ihmalyan'ın anlatımını burada kesiyorum. Ama lütfen dik­
kat Sansaryan Han, Parmaksız Hamdi. Anımsayalım Abidin'i İstanbul'da

ABi D i N D i N O 1 37
gözalhna alıp sürgüne gönderdikleri zamanlardan gelen isimler. "Parmak­
sız Hamdi" o günlerde ve sonrasında Türkiye Komünist Partisi (TKP) tu­
tuklamalarını yöneten " Komünist Masası" şeflerinden biridir ve Türkiye si­
yasi tarihinin olumsuz "kahramanlarından" biri olarak çok iyi tanınıyor.
(1944 Tutuklamalannın ayrınhlarını Vartan ihmalyan'ın kitabı yanında şu
kaynaklarda izlemek olası: Zihni T. Anadol, Aydınlığa Omuz Verenler, Yön
Yayınları, İstanbul, 1991. Ve Aclan Sayılgan'ın Türkiye'de Sol Hareketler
isimli kitabı. Aclan Sayılgan, 1 944 tutuklamalarından sekiz yıl sonra, 1951
Ekim ayındaki tutuklamalar sonrasında, Eylül 1 952'de Ankara'da gözaltına
alman ve polisle işbirliği yapan bir insandır. Bu açıdan yazdıklarının ayrı
bir önemi var.)
Komünizm karşıtlığı nisan ayında Nihai Atsız'ın ihbarlarıyla daha
geniş boyutlar kazandı ve dönem boyunca giderek arttı.

"ARiF DiNo ÜNiVERSiTEsi"


Adana'ya Abidin'den bir süre sonra gelen Arif Dino, Abidin'in çev­
resinde var olan gençlerden birkaçıyla tanışh. Özellikle Kemal Sadık Göğ­
eeli ile çok iyi anlaşıyordu. Güzin'in anlatımıyla "Yaşar'ı Arif yetiştirdi. O
adam etti." Peki, daha daha neler oldu? Güzin şöyle yanıtlıyor bu soruyu:

"Arif Adana'ya gelince Yaşar Kemal daha çok Arifle dolaşmaya baş­
ladı. Yaşar Kemal bize daha az uğrar oldu. Böylece evlat yükümüz
hafifledi diyebilirim. Arif, çok memnundu. Öylesi bir gencin sürek­
li, neredeyse sürekli, bir şekilde yanında bulunmasından. Kendini
düzenli bir biçimde dinleyen, zeki ve konuşkan bir delikanlı. Arif sa­
yesinde Yaşar Kemal sadece kendisine ait sürekli bir profesöre sahip
olmuş gibiydi. Kendisine o zamana, o ana kadar tanıma, öğrenme
fırsah bulamadığı bin bir konuda bin bir şey anlatan bir profesör."

Yaşar Kemal de zaten ne diyor, bakın: "Arif Dino çok ince bir insan­
dı. Dünyanın en kültürlü insanlarından biriydi." Arif Dino'yu tanımasının
hayatının en önemli şansı olduğunu belirten Yaşar Kemal, Arif Dino'nun
sürekli çizdiğini de ekliyor: "Kahve telvesinden bile resim yapardı. Herke-

SO N RA ADANA
se resim yapmayı öğretirdi. Bana bile öğretmeye çalıştı ama ben yazmak­
tan resim yapmayı öğrenemedim."
Bu açıdan Yaşar Kemal'i mazur görebiliriz. Arif Dino'nun, sanat
hayatında ve kısaca yaşamında en çok etkilendiği kişi olduğunu vurgulayan
Yaşar Kemal şöyle diyor: "Üniversite diyorsanız, benim üniversitem Arif
Dino üniversitesiydi. Yazarlığı ondan öğrendim. Bir insan yetiştiren, o in­
sana bütün bilgisini aktaranjveren insanlar vardır, O da bana karşı aynen
bunları yaptı." (Yaşar Kemal bunları "İmbikten Çekilmiş Adam: Arif Dino"
sergisinin açılışında anlatıyor: Özgür Politika, 9 Nisan 2005).
Evet Arif Dino, Yaşar Kemal'e daha doğrusu o zamanki ismiyle Ke­
mal Sağdık Göğeeli'ye pek çok şey öğretti: Rimbaudlan, Balzaclan, Cervan­
tesleri ve daha pek çok yazarı, yapıtlarıyla. Cervantes deyince aklıma geldi.
Yaşar Kemal' e Don Kişot'u tanıtan bizzat Ariftir.
Önce Abidin'in, Arif Dino'nun Yüz isimli kitabına yazdığı başlıksız
"giriş"ten bir alıntı yapmak istiyorum: "Daumier'nin, Picasso'nun, Na­
zım'ın bunca sevdiği Don Kişot, Arifi de yakından ilgilendiriyordu. Cervan­
tes'in kitabını ömrü boyunca başucundan ayırmamıştı. Delikanlı Yaşar Ke­
mal' e yüz kere okutmuştu bu kitabı Adana' da. İnce Memed daha ortada yok­
tu. Yaşar şiir yazıyordu, düzyazıya geçmemişti daha. Arif'in Hazin Yüzlü
Şövalye'si yabana atılır bir yorum getirmiyor bence." (Arif Dino, Yüz, Nor­
gunk Yayıncılık, İstanbul, 2003. Sayfa numarası veremiyorum, çünkü pek
orijinal bir şey yapan yayınevi kitap sayfalarını numaralamamış.)

DoN KişoT
Yaşar Kemal'in Arif Dino ve Don Kişot anısı ve Don Kişot kitabı­
nın sayısı bir anlatısından öbürüne değişir. Arif ona kitapları bir anlatı­
sında hapishaneye girerken verir, bir diğerinde köye giderken. Sayıları
bazen üçtür bazen beş. Bu yazarın fıyakasıdır. Ses çıkaramam. Ses çıka­
rılamaz. Susss.
Buraya Yaşar Kemal'in bu anlatılanndan birini alıyorum:

"Bir gün köye giderken Arif Bey bana bir çuval dolusu kitap hediye
etti. Çuvalı açtım ki içinde bir sürü kitap arasında beş tane Don Ki-

AB i D i N D i NO 1 39
şot var. Herhalde yanlışlık oldu dedim. Aynı kitaptan beş adet...
(Hemen gittim Arif Dino'yu buldum.) 'Yok' dedi Arif Bey, 'Bütün
örnrün boyunca okuyacağın için eskir. O zaman başka bir nüshası­
nı okursun.' Doğru söylemiş. Hapiste 34 ay kaldığımda gece gün­
düz hep Don Kişot'u okudum. Bir de Kamelyalı Kadın. Arif Dino
..

hep 'Roman sürüklemeli' derdi. Romanın nefes kesiciliğini Kamel­


yalı Kadın'dan öğrendim."

Arif Dino Cervantes'in Don Kişot'unun defalarca okunmasını tavsi­


ye etmekle yetinmez. Oturur Don Kişot'u çizer de: 17 üzerine 24 santimet­
re. Resim kağıdı üzerine kurşunkalem ve suluboya. Tarihi yok. Ama o gün­
ler olabilir. Çok Yasasın Ölüler'de sayfa 135'te.

AH! o TATLI SOHBETLER


Yaşar Kemal'in Arif Dino ile arkadaşlığını Taha Toros'tan dinleyelim:
"Yaşar Kemal (o günlerin Kemal Sadık Göğceli'si) Kadirli'den gel­
miş, fılizlenmeye hazır bir tohum gibi, Dinoların masasına düşmüştü. Biz­
ler seriniemek için, öğleden sonraları ya Halkevi bahçesine, ya karşısında­
ki kahveye giderdik Arif Dino'nun gerek sanatçı, gerekse fılozofu andıran
sohbetlerinde de zaman zaman bulunurduk
O günlerde, katıksız saflığıyla, çevremizde çocuk yaşta Kadirli'den
gelmiş bir delikanlı peyda oldu. (Kemal) Sadık Göğeeli masaya sokulur,
Arif Dino'nun sohbetlerini hayranlıkla dinlerdi. Eğer bir tahta iskemle bu­
lamazsa bu tatlı sohbetleri dinlemek için yere çömelerek, bilgiye susamış­
lığını gidermek isterdi. Kemal Sadık Göğceli, pırıl pırıl bir kır çocuğu ola­
rak dikkati çekmişti. Arif, bununla yakından ilgilendi. (Kemal) Sadık Göğ­
celi, o günlerde derin bir folklor tutkusu içerisinde ağıtlar toplar, eski dere­
beyler döneminde yakılan türküleri derlerdi. Özetle, okumaya düşkün öğ­
renmeye susamış bir delikanlıydı.
Dünya çapında bir kaleme sahip olduktan sonra, zaman zaman İs­
tanbul'da rastlaştığımızda, o yılların anılarından bazı yansıtmalar yapar.
Onun Halkevinde ve Ramazanoğlu Kütüphanesinde ilk kez görev alması­
na ve eline ilk paranın geçmesine yardımcı olanlar arasında bulunduğumu

SONRA ADANA
hatırlatarak sıcak duygularını belirtir. Oysa (Kemal) Sadık Göğeeli'nin folk­
lor çalışmalarında ve ilerisi için kültürlenmesinde kendi gayreti yanında,
Dinoların büyük rolü olmuştur. Diyebilirim ki Arif ile Abidin'in Adana'ya
sürgün edilmesi, Yaşar Kemal'in uyandırılmasma, teşvik görmesine ve
keşfedilmesine ortam yaratmıştır."
Adana'da Dino kafilesine, yoksa kervanı mı demeli, Bursa Hapisha­
nesinden, Nazım Hikmet'in yanından gelen Orhan Kemal'in katıldığını da­
ha önce gördük. Abidin ve Güzin çevresinde, Türk Sözü gazetesinde bir ara­
ya gelen gençler ve Abidin ile bir süre sonra gelen Arifin "tiryakileri" oldu­
lar. Kemal Sadık Göğeeli yanında, Taha Toros ile bir süre sonra Adana'da li­
se öğretmenliği yapacak olan Adnan Turani gibi isimleri de anmak gerek.
Taha Toros 194o'larda Adana'da bulunmasını şöyle açıklıyor: "O
yılların bir bölümünü görevim dolayısıyla, memleketim olan Adana'da ge­
çirdim... " Daha sonra Ticaret Bakanlığında Başmüfettiş olan Taha Toros o
günlerdeki 'görevinin' niteliğini belirtmiyar ama büyük olasılıkla Ticaret
Bakanlığına bağlı bir kurumda devlet memuru olarak çalışıyordu.
1925'te İstanbul'da doğmuş olan Adnan Turani, o günlerde Ada­
na'da lise öğretmenidir. Resim öğretmenidir ve ressamlık da yapıyor.
1993'te Türkiye Sanat Eleştirmenleri Derneği başkanıdır. Abidin'in vefatı
sonrasında kaleme aldığı kısa yazıda şunları okumak olası: "Adana' da lise­
de hocalık yaphm. 1949-1950 ders yılıydı. Orada Abidin Bey'in ağabeyi Arif
Bey'le tanışhm. Abidin Bey'i daha önceden biliyordum. Kemik gibi bir ira­
de, sağlam bir irade." (Cumhuriyet Hafta, 18 Aralık 1993. Cumhuriyet gaze­
tesinin o hafta içinde çıkan yazılarından derlerneyi içeren ve Avrupa'da
okuyucularına sunulan bir yayındır Cumhuriyet Hafta.) Adnan Turani'nin
kısa yazısının başlığı "Okuyan Ressam"dı.
Taha Toros o günlerin Adana'sını anlahrken şunları belirtiyor:
" Dinolar, Adana'daki sürgün hayatlarını, iyi dostluklar edinerek, sa­
bır ve sessizlik içerisinde sürdürdüler. Zaman zaman Halkevi bahçesinde
veya onun karşısındaki yazlık kahvede kırık dökük iskemlelerde dost soh­
betleriyle çilelerini doldurdular. Arif Dino, bu sohbetlerin baş aktörüydü.
Abidin Dino ise eski Adana'nın konaklarını, çeşmelerini çizer, Türk
Sözü gazetesine uğrar, oradaki çalışmalara katkıda bulunurdu. Arif Dino,

ABi D i N D i N O
Yaşa r Kema l
AGITLAR
ADANA I-IALI<IiV I
Ol.. SDmiYaT • h•lN suaısı
lrrııl a,rlph"d•n
JAt'l : �

ÇUKUROVAIJA FOLıtLOR nıtRLJtMI!.LR.Ri ı 1

KEMAL SADlK GÖACELI

AG I T LAR

Agıtlar'ı n ilk baskısının kapagı ve YKY'dan çıkan baskısı. Desenler Abidin'den.

hiç çalışmaz, kır kahvesi niteliğinde herkesin seriniemek için gittiği kahve­
de, kalın sopasını masanın üstüne koyarak, ya ayran ya kahve içerek, uzak­
lara dalarak, otururdu. Şayet, çekinmeden onun yanına gelebilenler olursa
sohbetlerini sürdürürdü."

HEM ÜKUR HEM YAZAR


Göğceli, ortaokulu terkettikten sonra bin bir küçük büyük işte çalı­
şır. Maksat birkaç kuruş para kazanmak: Yeni bir pabuç, yeni bir pantolon,
bir gömlek satın alabilmek için. Böylece "Hayat, Sanat ve Halk Üniversite­
si"nden mezun olur. Yeni "Okulu"nda, "Adana Akademisi"nde, "öğret­
menleri" arasında Arif, Abidin, Güzin bulunuyor. Ve onlar Göğeeli'nin dü-

SO N RA ADANA
zenli para kazanahileceği bir işi olursa delikanlının yaratıcılığının ürünle­
rini daha kolay vereceğini biliyorlar. Böyle olur bu işler çünkü. Arif Di­
no'nun yardımıyla Kemal, Adana Ramazanoğlu Kütüphanesinde işe başlı­
yor: "Hademe kadrosu" ile. Olsun. Önemli olan çalışmak ve okumak.
Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam dizisinden Zeynep Oral'ın ka­
leme aldığı "Yaşar Kemal" bölümünden okuyalım: "Arif Dino, Halkevi
Başkanı Kemal Satır'a 'Bu çocuğu kütüphaneye memur olarak al' demişti.
Memurluk kadrosu yoktu ama hadernelik kadrosu boştu... Çocuk 'atladı'
bu işin üzerine." Kemal Satır 1 943-1946 döneminde CHP Seyhan millet­
vekilidir. 1946-1950 döneminde de.
Göğeeli'nin "kadrolu" olması onun çok okumasının belirleyicisidir.
Zaten O da bu işe okumak, daha çok okumak olanağı bulahileceği için gir­
di. Yaşar Kemal o günleri şöyle anlatıyor:

"Ben orada hadernelik yapıyordum. Orada yatıp kalkıyordum. Kü­


tüphanede bir müdür var, bir de ben. Müdür pek uğramaz. Ben kü­
tüphaneyi sabah dokuzda açıyorum, beşte kapatıyorum ... Yirmi bin
cilt benim gibi deliye kalmıştı!
Kütüphaneye pek kimse gelmezdi. En çok Dinolar gelirdi. Or­
han Kemal'i de orada tanıdım. 1943'teydi. Bir gün kütüphaneye gel­
di Goriot Baba'yı istedi. Bizde dışanya kitap vermek yok(tu). Müdür­
den izin aldım ve kitabı ona verdim. 15 gün sonra geri getirdi... Sa­
it Faik'i de ilk orada okudum. O zamandan beri benim yazarımdır.
Sonradan kendisini de tanıdım ... Sait Faik'ten çok şey öğrendim."
Sait Faik'in, tanıştıktan sonra Yaşar Kemal'e imzaladığı kitaplar­
dan birinde "Türklerin en Kürdüne, Kürtlerin en Türküne" yazılıdır.
Bir diğerinde ise şu: "Sürülmemiş bir tarla gibi, ellenınemiş kız gi­
bi, bakir hikayecimiz dostum Yaşar Kemal'e. Sait Faik. 19. 02. 1953."

194o'ların başmda Yaşar Kemal'in ilerde mutlaka "bir şeyler olaca­


ğı" artık ayan beyandır.
Kemal, kütüphanede hadernelik yaptığı üç yıl boyunca hep okudu:
Çehov, Dostoyevski, Stendhal, Cervantes ...

AB i D i N D i NO 14 3
Arifin Yaşar Kemal'in yetişmesinde etkisini kimse yadsımıyor.
Dino kervanının o günlerin Adana gençlerinden "tiryakileri" olanlarla
oluşturduğu Güzin Dino'nun adını "Adana Akademisi" koyduğu, "Ada­
na Okulu" diyebileceğimiz "Hayat, Sanat ve Halk Üniversitesi"nde şiir,
düzyazı (aman bilhassa ille şiir yazmak isteyen bu gençlere) , resim, kari­
katür, felsefe, tarih ve benzeri bin bir konu neredeyse her gün program­
daydı, pardon gündemdeydi. Üstelik her gece Türk Sözü gazetesinde rad­
yodan dinlenen dünya haberleri ve yorumları sayesinde birinci ağızdan
savaştaki son durumlar da izleniyordu gün be gün." ilgililer tedirgindi..."
Güzin aynen böyle yazıyor. Aman canım ne yapalım yani. Hem bunun
ne önemi var? Önemli olan Kemal Sadık Göğeeli'nin birinci kitabının,
Ağıtlar'ın yayınlanması.
Evet ilk kitabı yayınlandı. Ve Güzin'in de, bana değişik tarihlerde
belirttiği gibi, "Abidin'in ısrarıyla." Abidin'in ısrarı, teşviki ve neredeyse
zorlamasıyla. Karacaoğlan ile Mayakovski mısralarının "akraba"lığını bir
makalesinde ilan eden Abidin için bu çok doğaldır: "Cehennem yerinde hiç
ateş yoktur 1 Herkes ateşini bile götürür /" diyen Karacaoğlan'ın torunları
değil midir bu ağıtları yakan kadınlar, erkekler. Evet erkekler de ağıt ya·
kar(dı). Uzun sözün kısası "Sanat bir yaşama sanatı olmalıdır" inanışında­
ki Abidin için, Göğeeli'nin yapıtları elbette yayınlanmalıydı. Abidin de hem
sanatını icra eder hem Güzin'ini sever. Yaşamı bir sanat biçimine sokmak
için. Hem de "bir deri bir kemik" fılinta delikanlıyla ilgilenir. Çünkü deli­
kanlı şiir bile yazıyor. Ve bu şiir meselesi biraz dertlidir.

Ş iiRDEN DüZYAZIYA
Meraktır bu bizde. ille her şeye şiir yazarak girişrnek ille şiir. Öyle
anlaşılır sanat bizde. Şiir çünkü bütün sanatların en gözdesidir. Sadece söy­
lemeye dayalı bile olabilir. Yazılınasa da olur. Arif Dino bu konuda şampi­
yondur. Ama yanında Abidin veya Göğeeli varsa sorun yok. Biri veya diğe­
ri mutlaka not eder. Göğeeli kendi şiirlerini de yazıyor ve yayınlıyor.
Abidin onun şiirinden sanki pek memnun değildir ve düzyazıya
geçmesini teşvik etmek niyetindedir. Bunu o güzelim Yaşar Kemal yazısın­
da şöyle anlatıyor Abidin:

144 SON RA ADANA


"Bu sefer de işi azıttı, kendi düzdüğü şiirleri getirmeye başlamıştı,
tazı gibi koşup Kadirli'den. Osmaniye'den, Seyhan'dan, Cey­
han'dan kopup gelerek. .. Yeni çeşit bir aşıktı, sazsız. Çağdaş şairler­
den haberi yoktu sanılmasın, Çukurova'ya gelmemizden önce İs­
tanbul'da çıkardığımız tüm dergileri, dergicikleri bulmuş okumuş­
tu. Herkesi tanıyordu. Düzyazıya da merakı vardı ama kendini da­
ha denememiştİ bu yolda. İlk şiirlerinde, anımsadığım kadarı ile
doğa ağır basıyordu. Bunun böyle olması, Çukurova'yı, Toros'u bi­
lenleri şaşırtmaz. Burada doğanın ezici bir baskısı vardır insanoğ­
lunun üstünde. Karacaoğlan'ın bunca doğaya banmış dizeleri ner­
den fışkırıyorlardı?
Öyle bir doğa ki, efsanelere göre ölüme bile çare bulunurdu;
Lokman Hekim bu bölge otlarından faydalanıp hastaları iyi etmiş­
ti, Lokman Hekim'den önce Dioskorides buralarda aynı işi yap­
mış, ölüme oyunlar oynamıştı.
Hem de, bitkiler nasıl gür fışkırıyorsa Toros eteklerinde, Çu­
kur'da sözcükler de öyledir, öyle fışkırır silme güzel. Biliyorum, do­
ğa bir yana, tarihsel nedenleri var bu birikimin, insan selleri kelime
tortularını bırakmış ve bunlar Toros imbiklerinden süzüle süzüle
en arı Türkçeyi meydana getirmiş. Bir zamanlar şakamsı öğütledi­
ğim 'Çardak köyü Türkçesinin nedeni bu. Benimsenmesinin nede­
ni bu. Örneğin dil sevdalısı her Fransızın daima söylediği 'en güzel
Fransızca, Loire ırmağı çevresindedir' sözü hiç de yadırganmaz Pa­
rislilerce ... İstanbul'da Süleymaniye Mahallesi'nde ya da Beykoz'da
(Orhan Veli'nin köyünde) Türkçe az mı güzel? Değil, ama Türk­
menlerden gelme sözcük ve türnce kuruluşu da yabana atılamaz.
Hem İstanbul Türkçesi dediğimiz dil, 1453'ten sonra Fatih'in tüm
Anadolu bölgelerinden getirdiği toplulukların lehçeler kaynaşma­
sından, bileşiminden meydana gelmedi mi?
Diyeceğim şu ki, yaman süzgeçlerden geçerek oluşmuş bir dil­
den faydalanıyordu Göğceli. İyi bir taban ...
Aylar geçiyordu. Bata çıka, düşe kalka sözcük avına devam edi­
yordu kan ter içinde delikanlı. Arada bir, az 'harçlık' edinmek için

ABi D i N D i N O 1 45
şurda burda, pirinç tarlalannda ya da biçerdöverde, daha olmazsa
mahkeme kapılarında 'yazıcılık' ediyor, beş on kuruş kazanıyor,
son hızla tükettiği ayakkabılarını yeniliyordu. Böylece Adana'ya ge­
lebiliyordu bir süre. Köylü istidaları yazmak belki 'şiirsel' değildi,
fakat dinlediklerini yazıya dökmek, kupkuru ve edebiyatsız yazmak
öğreticiydi; ayak basıyordu kuru gerçeğe, olaylara, kurallara, direnç
ve baskılara. Gün geçtikçe aklı yahyordu düzyazıya. Gerçeğin şiiri­
ne giriyor, erişiyordu.
Şiirden düzyazıya geçişte, belki bir ölçüde başka etkenler de
vardı. Hemite'nin arka dağlarında rastlanan kimi iri heykellere
benziyordu Arif Dino ve bu bilge adam, Göğeeli'ye Don Kişot ro­
manını örnek almasını öğütlüyordu, roman yazmasını istiyordu.
Roman türünün ana-babasıydı Arife göre Cervantes'in Don Ki­
şot'u. Arifin yorumları Lukacs'ın yorumlarından pek farklı de­
ğildi. Göğeeli'ye ' Kederli Suratlı Şövalye'nin çağ değişimi niteli­
ğini anlatıyor, bölüm bölüm yorumluyordu. İstanbul Edebiyat
Fakültesindeki asistanlığını yüzüstü bırakıp Adana'ya gelen Gü­
zin Dino (yeni evlenmiştik) Göğeeli'ye Stendhal, Balzac, Flau­
bert'i bağıra çağıra okutuyor ya da anlatıyordu zorla. Sevmedi­
ğinden değil o yazarları, fakat Çukurovali delikanlı o kadar do­
luydu ki, Fransa'nın 1 9 . yüzyıl insan ilişkileri onu sabırsızlandı­
rıyordu biraz. Ama örneğin Balzac babanın sosyal bir durumu
kıskıvrak yansıtması, onu etkilemiyor değildi, ya da Stendhal'ın
kadınları . . .
Bana da sorular soruyordu hiç durmadan, ben de aklımın erdiği
kadar Gogol'dan, Babel'den, Gertrude Stein'dan, Tzara'dan söz edi­
yordum rasgele. Bir de Sabahattin Ali vardı ortada ... Çarçabuk fark
etmiştim ki, Kemal Sadık'ın beğeni ve seçenek gücü sözcüklerin
ötesine varıyordu."

CoGRAFYADAN "KENDİ CoGRAFYASI NA"


Güzin de az uğraşmadı bu "deli" ile. 1923'te eski adı "Göğceli, yeni
adı Gökçedam olan Hemite'de doğmuş olan bu "çocuk" Adana'da ortaoku-

SONRA ADANA
la gitmiş ama son sınıfta bir tek coğrafya dersinden "çakınca" küsmüştü.
Ne demek yani kendi coğrafyasını santimetre santimetre tanıyan bir adama
coğrafya dersinden "zayıf' vermek. Ayıptır. Zulümdür. Göğeeli böyledir iş­
te. Küser. Sıkı küser ama. Güzin kaç defa anlattı: "Yalvardım Göğceli'ye,
'Git şu coğrafya dersinin imtihanından geç kardeşim' geçmedi."
Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da bu faslı şöyle anlatıyor:

"Göğceli, Toros Dağları'nı dolaşıp, köylerden inanılmaz renklerde


dokunmuş kilimler bulup getirmiş. On yedi yaşında, pesperişan,
sıska bir Göğceli. Kadirli köylerinden çıkıp gelmiş, Adana'da dola­
nıyor, ortaokulu bitirmeye çalışıyor. Renk, çizgi, nakış beğenisinin
hiç yabana atılamayacağı, Çukurova'nın bin bir kilimi içinde en gü­
zelini bulup çıkarmasıyla anlaşılıyor. En güzel ağıtlan da O toplu­
yor. Yağlıboya resim, desen beğenisinde de, ta o zamanlar şaşma­
yan hükümleri herkesi şaşırtıyor.
' Şu yağlıboya iyi olmuş' dedi mi, kuşkusuz en güzelini bulmuş
oluyor . . .
Dere tepe gezdiği köylerden getirdiği ağıtlar, türküler, gördü­
ğü olaylar ... Anlattıklarını tutkuyla dinlemernek olası değil. Bir
tek coğrafya sınavı kalmıştı ortaokulu bitirmek için, girmedi o
sınava. Onun coğrafyası başkaydı: Toroslar'ı doruktan eteğe, Çu­
kurova'yı ovadan yaylaya, dere dere, ırmak ırmak, çiçek çiçek,
ağaç ağaç, böcek böcek ezbere biliyordu hepsini. Hele pamuğu,
elleri kadar iyi biliyordu. Çukurova'yı, kuraklığı ve seli, rüzgarla­
rın yönü, hayvanların besini, insanların açlığı, sömürüsü, her
çeşitten camuzunu, domuzunu, göçlerini... her şeyi biliyordu.
Gerçek coğrafyaydı tutkusu. Göğeeli ortaokul coğrafyasını bile­
medi, ama kendi coğrafyasını yaşayınca, hele yazınca Yaşar Ke­
mal oldu . . . "

Peki o günlerin Göğeeli'si nasıl giyinir, nasıl kuşanırdı? Güzin anlattı,


onun yalancısıyım: "Göğceli pasaklı, giyinmesini bilmeyen, kuşanmasını bil­
meyen bir gençti. Müthiş zeki, her şeyi öğrenmeye hazır. Meraklı." Eh o kadar

ABi D i N D i N O 1 47
işin arasında giyime kuşama nasıl zaman ayırsın? Para-pulu nereden bulsun?
O kadar yürüyen adama ayakkabı, pantolon, gömlek, ceket mi dayanır?
İsterseniz gelin bir de Göğeeli'nin o günlerin Abidin'ini anlattığı şu
birkaç satırı birlikte okuyalım:
"Abidin Dino'nun sanat macerasını kırk yıldan daha çok izledim.
O, her gün kendini ve resmini yeniden yaratıyordu. Her gün yeni­
den doğuyor, zenginleşiyor, her gün resmini zenginleştiriyordu.
Bütün soylu, büyük ressamlar gibi durmadan değişiyordu. Anten­
lerini bütün yeryüzüne germişti. Orta Anadolu, Adana sürgünü en
kuytu köylerde, kasabalarda yaşarken bile antenierini bütün dün­
yaya tutmuş, kırk günlük yolda yaprak kıpırdasa ondan haberi olu­
yordu. Ayağı ne kadar Anadolu toprağındaysa, kulakları da yeryü­
zündeydi. Benim gibi genç bir insan için bu bir tansık insandı.
Arif Dino'yla Sarhoş Gemi'yi kahve köşelerinde Türkçeye çevirir,
Eski Yunan'ı okur; Don Kişot'u tartışırken Abidin Dino'yla da Joy­
ce'u, Kafka'yı, Faulkner'ı konuşuyorduk. Halk şiirlerini, Yunus'u,
Karacaoğlan'ı, büyük başkaldırı şairleri Dadaloğlu'nu, Pir Sultan'ı
ezber ediyorduk. Marks'ı, Engels'i de, büyük sosyalist ustaları da
ihmal etmiyorduk.
Abidin Dino her yönüyle büyük bir doğa ve insan birikimiydi.
Hep şaşırıyordum, o birlikte yaşadığımız Çukurova'nın (Kilikya)
sonsuz renkleri Abidin Dino'nun resimlerine niçin yansımamıştı?
Sonra birden Paris'te, yıllar sonra, Dino'nun çiçeklerini gördüm.
İşte 194o'ların Çukurova'sının renkleri bu çiçeklerdeydi. Şaşırma­
dım. Çukurova bu renklerdeydi ve Dino bu çiçeklerin birçoğunda
Çukurova'sını yeniden yaratmıştı.

ABiDiN "ÇiÇEKLE M ESi "


O günlerde sadece Arif çizmez. Abidin de onca işin arasında resme
zaman ayırabilir. O da çizer: Adana emekçilerini çizer. Eski Adana'nın ko­
naklarını ve çeşmelerini çizer. Taş köprü'nün hemen yanındaki "İşçi Paza­
n"ndakileri çizer. Adanalı bürokratları karikatürler. Ve "çiçekler" yaratır:
Doğada bile olmayan.

SON RA ADANA
Abidin Dino'nun Çiçekleme isimli sergi kataloğuna (Galeri Nev,
1990) "Anadolu Çiçekleri ve Dino'nun Çiçeklemesi" başlığıyla tanıtım ya­
zısını kaleme alan Yaşar Kemal bakın o yılları nasıl yaşatıyor:

"Yıllar önceydi, uzun boylu Dino çiçekleri çıktı karşıma . . . Bu çi­


çekler bu dünyadan değildi... Ayrı, uzak, eski, belki de terütaze,
bu daha doğru olacak, bir dünyadandı. Bir büyü dünyasınciandı
diyeceğim geliyor ya, büyü ne demek, gerçek olmayan mı, gerçe­
ğin üstünde, dışında, ötesinde bir dünyadan mı, gerçeğin arka­
sında, gerçeğin bir başka yüzü mü? Belki de herkesin yaşadığı
düş dünyasının çiçekleriydi bunlar. Uzun boyunlu maviler, uzun
boylu kırmızılar, som yeşiller, som sarılar, som yanık sarılar,
som aklar, sonsuz uzaklıkta maviler, uçup gitmişler, elle tutula­
ınayıp gözle ulaşılmayanlar ... Başdöndürücü, insanı alıp götürü-
cü . . . Esrikleştirici . . . Bir büyü, bir düş dünyası ... Merihli çiçekler,
ayda bitmiş, oradan alınıp getirilmiş çiçekler ... Kimbilir ayçiçeği
nasıl olur. Abidin Dino karşılığını veriyor, işte böyle olur diyor.
Bu bir ayçiçeğidir, renginin adını siz koyun. Ya, Abidin Dino'nun
çiçeklerindeki çok rengin adını koyamıyoruz. Koyanın alnını ka­
rışlarım. Sarısına sarı, yeşiline yeşil diyebilene aşkolsun. Mavisi­
ne de mavi... "

Abidin "eski Adana'nın konaklarını, çeşmelerini çizdi." Taha Toros


böyle yazıyor. Adana içindeki "Arap Uşakları"nı da çizdi: Pellahları yani.
Yani Pelahat çocuklarını. Eken, biçenleri yani.
Abidin'in bir karikatürü vardır, "İdare Meclisi Azası: İbrahim Bur­
duroğlu" yazılı ve adı geçenin imzasının bir boydan öbürüne geçtiği de­
senfharikatür. Kimdir bu adam? Selçuk Demirel'in yayınladığı Özel Kolek­
siyon'da (s. 6 6'da) ilk kez gördüğüm karİkatürün "kahramanı" terleyen, şiş­
ko bir tiptir. Alttaki notta yapılış tarihi olarak " 1946-1947" yazıyor.
Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile Konuşmalar'ında, Adana'ya ilk geldi­
ği günlere ilişkin anılarını aktarırken, bu konuda birkaç şey söylüyor: "Beni
fabrikaya almasını Aslan Bey'e öneren kişi, Adana'nın fabrikatörlerinden,

Ae i o i N DiNo 1 49
anası bizim kasabadan (Kadirli?
MŞG) olan İbrahim Burduroğlu'ydu.
O da bana evinde kalarak okuyabile­
ceğiınİ önermiş, onun da bu önerisi­
ni kabul etmemiştim. İbrahim Bur­
duroğlu babamın dostlarındandı.
Çok da cömert bir adamdı."
Başka bir kaynakta "Adana
Ticaret Odası üyesi İbrahim Burdur­
luoğlu" ismine rastladım. Soyadda
küçük bir değişiklik var. Ama büyük
olasılıkla bu iki isim aynı insana te­
kabül ediyor: İbrahim Burduroğ­
lu'na. Güzin'e değişik tarihlerde sor­
dum, "Bu isim bana hiçbir şey demi­
yor" yanıtını aldım. Eh bu kadarı da
bize yeter.
Bütün bunları şunun için yaz-
1'11 . 1 . '
{ i VV dım: Abidin sadece emekçileri, yapı­
lan çizmedi, kimi patronları da çizdi.
Abidin'in Adanalı "Köylü Kadın" deseni. Onları eleştirrnek için: Karİkatüre
1 943 veya 1 944·
dikkatlice bakın. İbrahim Burduroğ-
lu'nun elinde bir şey var. Bir mendil
mi? Göbeği çok acaip bir göbek. Terden sırılsıklam. Ve yanlamasına imzası
bile var. Nedir elindeki? Mendil mi? Ter midir akan? Gözyaşı mı?

ÇUKUROVA KöYLÜLERİ
Adana'da çarşıda, Çukurova'nın değişik köşelerinde, Çardak gibi
köylerinde Abidin Yaşar Kemal ile dolaşıyor. Çardak köyünde bir gece ka­
lıyorlar. Ve ertesi gün trenle Adana'ya dönüyorlar. Bütün bunları Yaşar
Kemal değişik yazı, aniatı ve konuşmalarında dile getirdi. Burada, onun
Abidin'i anmak için ı Aralık 1996'da düzenlenen "Bir Usta, Bir Dünya:
Abidin Dino" başlıklı sergi vesilesiyle yayınlanan aynı isimli kitaptaki

ıs o SONRA ADANA
"Mutluluğun resmini yapan adam: Abidin Dino" makalesinden bir bölü­
mü aktarmak istiyorum:
" Bir Mayıs ortasıydı. 'Haydi' dedi 'seninle tarlalara açılalım.' Tarla­
ların içinde silme gelincikler açmıştı ... Çardak köyüne gittik. Köyün evleri
portakal ağaçlarından gözükmüyordu. Köyün yöresi de silme portakaldı.
Üstte ala karlı Antitoroslar. Dumanlı. Aşağıdaki silme turuncu. Yer gök tu­
runcuya kesmişti. Dino beni unutmuş, portakal bahçelerinin arasına dal­
mış, başını almış gidiyordu. O gün karanlık kavuşuncaya kadar, kendinden
geçmiş gözleri turuncuya doymamış, yürüdü durdu. Yemek yemeyi, su iç­
meyi unutmuş gitmişti. Dino, bir tapınmadaydı. Ben böylesine bir tapınma
karşısında sesimi çıkaramıyordum. O gece Çardak'ta kaldık. Köylüler başı­
mıza birikti. Köylülerle de başka bir macera başladı. Bir aşık geldi köy oda­
sına, türküler söyledi. Köylülerle koyu, gene kendinden geçmiş bir sohbe­
te daldı. Ben yorulmuştum, gece yarısından sonra gittim uyudum. Tan yer­
leri atarken uyandım, bir baktım ki, köylülerin hiçbirisi evine gitmemiş,
Aşık da sazına asılmış çalıp söylüyor.
Köyden bir türlü ayrılmak istemiyordu. Zar zor onu dönmeye kan­
dırdım. Trende öylesine bir coşkuyla, ben uyuduğum sıralardaki konuş­
maları, türküleri öylesine anlatmaya başladı ki, beni büyüdüğüm yerlerin
dünyasından aldı başka başka, görkemli düş dünyalarına götürdü.
Birkaç yıl Çukurova doğasının taşıyla toprağıyla haşır neşir olduk.
Çukurova doğası artık avucumuzun içiydi.
Ardından Kale Kapısı maceralan başladı. Taş köprü'nün önündeki kü­
çük alan, Taş köprü'nün üstü, kale duvarlannın dibi, Orta Anadolu'dan, Gü­
neydoğu Anadolu'dan, Doğu' dan gelmiş ırgatlarla doluydu. Doluydu dediğim
öyle abartma falan değil. Yüzlerce, binlerce insanla her gün Kale Kapısı dolup
taşıyordu. Kazma zamanı erkekler, kadınlar, pamuk toplama zamanı çoluk ço­
cuk bütün aileler Kale Kapısı'ndaydı. İnanılmaz derecede değişik yüzler görü­
yorduk. Bu insanlan tarla sahipleri, çiftlik sahipleri, onların elçileri buradan
alıp tarlalara götürüyorlardı. Bu Anadolu'nun dört bir yanından gelen işçiler
ya çapaya ya da sonbalıarsa pamuk toplamaya gideceklerdi. Orada çok yüzler
gördük. Çok gözler gördük. Uzun, acı, san, esmer, kızıl saçlı, buruşuk, örüm­
cek ağı gibi kırışık içinde kalmış, hüzünlü, hep gülen, hep ağlamaklı, sevinç

ABi D i N D i N O ısı
içinde, üstleri başlan dökülen, sakallı, sakalsız. Çok güzel gözlü kızlar. Kapka­
ra saçlılar... kızıl, san, güneşe gelince yeşillenen mor belikler...
Sonra da Yeni İstasyon'un önündeki büyük alana, alanda büyük
okaliptüsler vardı, bütün Anadolu'nun ırgatları işte burada birikişiyorlardı,
dadandık. Bir gün Dino'dan üç binden fazla yeşil sözünü duymuştum. Bel­
ki biz burada yüzbinlerce, milyonlarca yüz görüyorduk. Ve Abidin Dino bir
gün bu insanlan çizmeye başladı. Öylesine bir hızla, yercesine, yutarcasına
insan yüzlerini çiziyordu ki Dino, arkasından atlı yetişemez derler ya öyle
bir hızla. İnsan yüzleri, insan biçimleri, yerde, ayakta, çömelmiş, bağdaş
kurmuş yemek yerken, halay çekerken, ak başörtülü kadınlar, ağlayanlar,
gülenler, endişeliler, kuşkulular...
Dino bir insan malışerinin içine dalmış veryansın ediyordu. Kolla­
rı sıvamış sabahlardan akşamıara kadar çiziyordu. Akşam olunca da yapıt­
ları topluyor, eve yollanıyorduk. Dino bu sefer yaptığı resimleri ayıklamaya
başlıyor, birçoğunu yırtıyor, çok azını da değiştiriyordu. Beğendiklerini de
ayrı bir yere koyuyordu. Yırtılan deseniere o kadar acıyordum ki, herhalde
bu yüzümden belli oluyordu, bir sabah gel, dedi birlikte ayıklayalım. Bir de­
sen üstünde belki saatlerce tartışıyorduk. O olmaz diyordu, ben olur diyor­
dum. O kötü diyordu, ben güzel diyordum. Sanıyorum onun elinden bir­
çok güzel desen kurtardım. Şimdi bende o desenlerden bir tane var. Kimi
seferler ben de ona uyuyordum, işte o zaman bir desen yırtma başlıyordu.
Benim de içim gidiyordu. Sonunda bana dedi ki, artık sen seç. Ben de hep­
sini seçmeye başladım. Hepsi o kadar güzeldi ki... 'Yani sen, resimlerin
hepsi güzel mi demek istiyorsun?' dedi. Ben utanıp sıkılarak, 'Öyle demek
istiyorum, peder bey' dedim. Bir tuhaf baktı bana, "Bir insanın yaptığı her
şey güzel mi olur, diyorsun?'
'Hayır, öyle demek istemiyorum. Ama bunlarda çok az iyi olmayan
resim var.'
Kimi insanlara sonuna kadar güvenirdi. Bunları da ne pahasına
olursa olsun sever, korurdu.
Bu sıralar renkli resimler de yapıyordu. Daha da çok yağlıboya ... Bu
resimlerde, o gözlerini faltaşı gibi açmış, kendinden geçerek, bir doğa ta­
pınmasında dolaşan adamın Çukurova'sından başka renkler, başka biçim-

SO N RA ADANA
ler vardı. Çukurova doğası, insanı sanki bütün haşmetiyle Dino'nun üstün­
den, belki de bir fırtına gibi gelip geçmiş onda en küçük bir iz bırakmamış­
tL Bunu anlayamıyordum. Bu binlerce rengin kaynaşmasında, bu binlerce
mavinin, morun uçuştuğu, perde perde, arka arkaya sıralanmış Toros dağ­
larında bir ressamı etkileyecek hiç mi bir şey yokmuş! Abidin Dino'nun bu
tutumu beni üzüyor, ben küseğen bir adamım, küserim de kimseye belli
etmem, ama yavaş yavaş o insandan uzaklaşırım, bu huyumu en iyi Abidin
Dino bilirdi, Dino'ya küsüyordum. Sanki Çukurova babamın malıydı. San­
ki bu ülkeyi babam yaratmıştı. Yüzbinlerce mavinin uçuştuğu Toroslar da
sanki bana dedemden kalmıştı.
Bir iki yıl sonra işi çakozlar gibi oldum. Küskünlüğüm geçti. Abidin
Dino'nun bu resimlerinde Karagözler, Hacivatlar, kesilmiş karpuzlar var­
dı. Tahta yapılar, Ankara evleri, bomba atan adamlar, ince çizgilerle nonfı­
güratife benzeyen renkli biçimler."
Abidin'in emekçileri öyle sadece oturup kalmazlar. Sadece ağla­
mazlar. Bazen bağırırlar: Seslerini buradan duymak olası. Biri bağınrken
diğeri eğilir yerden taş toplar. Taş toplar, hınçla. Abidin böylesine kızgın,
öfkeli, kararlı köylüler de çizdi o günlerde. Daha sonra bu çizgilerin pek ço­
ğu Louis Bazin tarafından edinildi. Şimdi onun koleksiyonundadırlar: Çu­
kurova'dan köylü ve insan manzaraları her biri.

REsiMDE ÇuKUROVA EMEKÇiLERİ


Çukurova "sarı sıcağı," "Aşık Kemal"i, köylüleri, emekçileri, sokak­
lardaki hareketi, çoluk çocuğu, bin bir türlü hastalıkları, hem de bulaşıcı tü­
ründen, hem de küt diye alıp götüren cinsinden hastalıkları, dört saatte öl­
düren "tropikana" yedi saat titreteniyle, trahoma, dizanteri, dizinteri değil,
daha neler neler, kadınları, yoksul emekçilerin öldürücü hastalıklada müca­
delesi, yirmidört saatte alıp götüren sıtrnası ile işte karşımızda. Nazım Hik­
met Bursa'da köylüleri şiirleştirirken, Abidin Adana'da tarım emekçilerini,
işçileri, mevsimlikleri, köylüleri çizer durur, durur çizer. Adana'da ve çevre­
sinde, işçi pazarlarında, fabrikalarda, tarlalarda, Abidin köylüleri yakından
görmek, emekçileri günlük yaşam ve çalışma koşulları içinde tanımak ola­
nağı buldu: Çorum, Mecitözü, daha öncelerinden Balıkesir ve başka mekan-

ABi D i N D i N O 1 53
larda saptadıklannı, gördüklerini, çizdiklerini saymazsak bu ne büyük bir
deneyim, bu ne heyecanlı bir uğraştır böyle Abidin? Abidin her gördüğünü
gördü, evet çünkü her bakmak görmek değildir. Abidin buralarda emekçile­
ri, işçileri görmek, izlemek, uzun uzun seyretmek, seyir eylemek olanağı
buldu. Seyretmek de bir sanattır sonuçta. inanmayan Yaşar Kemal'in ko­
nuşmalarını okusun: Saatlerce nasıl bir ağaç, bir kuş, bir böcek seyredilir öğ­
renmek mümkün, Yaşar Kemal'i dinlemesini bilirsek. O en azından öyle
yapmış: Yazmadan önce. Abidin de çizmeden önce seyretmek eylemini hak­
kıyla yapan sanatçıdır. inanmayan Güzin Dino'yu dinlesin: "Anadolu köylü­
sünü Adana'da tastamam gördük. Abidin Paşa'dan kalan otlakiyeyi tam ye­
di köy çevreliyordu. Bunlardan birine gittik: Perperişanlık! Unun içinde fa­
re boku var. İnanmayacaksınız. O undan yapılan ekmeği yedik, bütün köy­
lüler gibi. Ne yaparsın? Sıtma kol geziyor. Çünkü ağalar kente yakın, kentin
hemen yanı başında tarlalara pirinç ekiyorlar. Yasak olmasına aldırmadan.
Daha önce anlattım, o günlerde Adana'da sağlık müdürü olan Seyfi Bey bu
ağalada uğraşıyordu. Toplumsal mücadele vardı. Ama kesin ve olumlu bir
sonuç alınamıyordu.
İşte aynen böyle. Abidin sadece gazetecilik yapmadı Adana' da. Ada­
na'da ırgatları, Çukurova'da köylüleri çizdi, olduğu gibi. Abidin'in köylüsü,
emekçisi, çizgileri, resimleri elbette gerçeğe yakın olacaktı. Gerçeğin ta
kendisi dememek için. Çünkü içinde bir parça rüya, bir parça ütopya eksik
değildi: Abidinik olan. Cicili, bicili, fena halde bakımlı (! ) , uydurmalardan
çıkarılmış köylü tiplerine Abidin'de rastlamak na-mümkün. Burası Turgut
Zaim resim sergisi değil. O "semiz ve bakımlı köylüler" çünkü sadece ve
sadece Turgut Zaim'in hayalinde ve resimlerinde vardı. Var mıydı ? Abi­
din'i böylesine çizmeye gördükleri itti. Anadolu' da, Çukurova' da, Adana'da
gördükleri. Abidin döneminin köylülerini çizdi. Ne fazla ne eksik. Bizzat
Abidin açıklıyor: "Benim için önemli olan burada ilk kez Türk köylüsü ile
karşılaşmam ve onu tanımamdır ... Tüm gördüklerim, yaşadıklarım beni
resme daha çok bağlıyordu. Sanki resmettikçe görüyordum içinde yaşadı­
ğım Anadolu insanının gerçeğini."
S. E. S. (Sanat. Edebiyat. Sosyoloji) dergisinin Eylül 1939 tarihli sa­
yısında yayınladığı "Köy ve Sanat" üst başlıklı makalesinde, sanat ve resim

1 54 SON RA ADANA
hakkında birçok şeyi vurguluyor
Abidin. Bir yerde aynen şunları
yazıyor: "Türkiye'nin rasgele bir
ovasında, rasgele bir köyünde işit­
tiğim şarkılar, sanatın nerede sak­
landığını bana ifşa etti (açıkladı)."
(Makalenin tamamı için Yazılar,
s. 45-52.) Abidin aynı konuya Ca­
nan Gerede'nin yaptığı belgesel
fılmde değiniyor ve şunları söylü­
yor: "Çizdiğim Anadolu insanları,
örneğin Adana' da ister Taşköp­
rü' de, ister başka taraflarda, bakı­
nız şunlara: Bağıran çağıran bir
bacı, çocuğu ile başka bir bacı, yi­
ne isyan etmiş bir bacı, haksızlık­
lara isyan etmiş, ağıt yakan bir ha­
cı, yatmış köylüler, ağlayan bir
kadın... O zamana kadar sanırım
çizilen Türk köylüleri biraz cici­
biciydi genellikle. Biraz fazla se­
miz, biraz fazla sağlıklı. Halbuki
o yıllarda müthi ş hastalıklar ağır Çukurova emekç ileri, 1 943-1945
basıyordu Güney Anadolu'da."
Abidin bu meseleye Adnan Benk'le yaptığı televizyon programında da de­
ğiniyor: "Köylüler ve gerçekçilik" yaklaşımı içinde. Şu kesin: Abidin Ana­
dolu köylüsü ile Adana'da iç içe oldu. Birleşti onlarla: Acılarında, isyanla­
rında, günlük yaşam ve çalışma koşullarında. Bilmem yazmalı mı? Ada­
na' da Abidin de bir emekçiydi: Gazeteci, ressam, gezgin, paşa torunu ve
daha sayılması uzun sürecek bir dizi başka sıfatları yanında. O da sıtma
tehlikesi içinde çalıştı. O da hastalıkların nöbet tuttuğu Adana'da ter dök­
tü: Alın teri bu yoldaş, başka bir şey sanılmasın ne olur. Evet, şakası yok bu
işin, emekçiliğin, işçiliğin. Ve böyle bildi Abidin, aynen.

ABi D i N D i N O ı ss
Abidin, Adana köylülerine Andre Yelter ile yaptığı söyleşide epey
ayrıntılı bir biçimde değiniyor: "Resimlerimde köylü, ilk kez folklorik köy­
lü değildi. Daha önce de Anadolu, köy, köylü temaları üzerine resim yapan­
lar olmuştu. Ama bu resimlerde köylüler (fazla) sağlıklı, köyler tertemizdi.
İneklerin memelerinden süt, çocukların yanaklarından kan damlıyordu...
Güzel, dekoratif, o ölçüde de gerçeklerden uzak resimierdi bunlar. Bu re­
simlerdeki kadınlar ve erkekler capcanlı, gerçekdışı varlıklardı. Bense, sefa­
let edebiyatı yapmadan, gördüğüm bütün yoksulları yansıtmaya çabaladım.
Hastalıklı, sıtmalı, yoksul köylüleri çizdim."
Abidin yaşayan, kendini anlatan köylü desenleri ve resimleri çizme­
yi tercih etti. Çizdi. Bu nedenle olmalı Andre Yelter ile konuşmasında şu
itirafı yapıyor: "Paris'teyken, ne gariptir ki, Louvre Müzesinde en çok Le
Nain kardeşlerin resimleri beni etkiledi. Benim için büyük bir dersti bu. 17.
yüzyılın yoksul Fransız köylülerini yoksulluk edebiyatma düşmeden res­
meden Le Nain kardeşler ... Ben de bunu yapmak istemiştim."
Burada şunu belirtmek gerek: Türkçedeki kimi çevirilerde Le Nain
kardeşlerin ismi yanlış olarak "Nains" vejveya "Les Nains" yazılıyor. Doğru
değil. Le Nain soyadları veya markalarıdır. Dolayısıyla çoğul biçiminde yazıla­
maz. Antoine, Louis ve Mathieu isimlerini taşıyan Le Nain kardeşler ı6. yüz­
yılın sonu ile 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadılar. Kimi resimlerini, tablolarını
birlikte yarattıkları için kimin hangi resmin yaratıcısı olduğunu saptamak her
zaman kolay olmuyor: O nedenle "Le Nain kardeşlerin resimleri" genel mar­
ka biçiminde kullanılıyor. Ve aynen Abidin'in belirtti@ gibi dönemin köylüle­
rini, köylü ailelerini, acı ve tatlı, ama daha çok acı yönleriyle yansıtıyorlar.
Abidin Dino o günlerde yağlıboya tablolar da yapmış olmalı. Veya o
günlerdeki çizgilerinden, o günlerde izlediklerinden esinlenerek, daha sonra
zaman ve olanak bulunca tablolar yarattı. Bunlardan birinin Erol Güney ko­
leksiyonunda bulunduğunu biliyorum: Saz çalan bir köylü. Ama sazını san­
ki beş parmağıyla çalıyor. (Gülden Aydın'ın Erol Güney ile yaptığı ve 9 Nisan
2005 tarihli Hürriyet'in cumartesi ekinde yayınlanan söyleşide bu tablo, renk­
li olarak, bir fotoğrafta hemen Erol Güney'in arkasındaki duvarda görülüyor.)
Abidin yaşadığı yörenin insanlarının yaşamını, acı ve sevinçleri­
ni, ama maalesef daha çok acılarını, yalın ve şiirsel bir anlatımla, rüya-

SONRA ADANA
sından, ütopyasından bir şeyler katarak ve toplumsal gerçekçi bir bi­
çemle yansıttı. O günlerin, o zorlu yılların çizgileri, Anadolu varlığı, ge­
nişliği, göz alabildiğine cömertliği ve sertliğiyle köylüsünün durumu,
yaşam ve çalışma biçimi ile yoğruludur. Başka türlüsü de Abidin'de
mümkün olamazdı. Çünkü bu adam böyle bir ressam kardeşim, daha
ne istiyorsunuz?
Burada şunu da eklemek isterim: Abidin'in Adana, Çukurova, ır­
gatlar ve köylülerden etkilenmesi sadece o günlerde veya daha sonra ora­
ları ve onları anlatan çizgilerinde, desenlerinde, resimlerinde, tabloların­
da görülmez. Dahası da var: Abidin' in " (Uzun) Büyük Yürüyüş" (Abidin
aynen böyle yazıyor o dizi resimlerinin arkasında) resimleri, tabloları ve
"Yeryüzünü" anlatan tabloları da oralardan ve onlardan etkilenmiş, esin­
lenmiştir: Bir bakınız o resimlere, tablolara hemen fark edeceksiniz: Bu
yürüyen bu " Büyük ve Uzun Yürüyüşe" kalkanlar bizimkilerdir. Başkala­
rı değil. O bozkır bizim bozkırdır: Adana, Çukurova, Anadolu tümüyle
yola çıkmıştır: Yol oradan başlamıştır ama henüz veya bugünkü zamana
kadar diyelim nereye varacağı belli değildir. Bunu da Abidin'e sormak
kimsenin aklına gelmedi mi? Geldi de Abidin " Bir dahaki sefere konuşu­
ruz" mu dedi? Bilinmez.
O günlerde yaptığı resimleri sadece yakınları, arkadaşları, eşi Gü­
zin, dostları Yaşar Kemal, kardeşi Arif ve belki Ahmet görebiliyor. Sağlık
olsun. Bu da yeter. Ama sürgün sonrası artık o resimleri çekmecelerde,
dosyalarda, duvarlarda tutmak mümkün değildi. Ve Ankara'da sokaklara
çıktılar. Sokaklara, meydanlara, caddelere. Ve o ürünler kapışıldı. İlk sergi­
sinden kalanlar şimdi özel koleksiyonlardadır. Bu kadar yani.
Mayıs 1944'te, Ankara'da düzenlenen "Cumhuriyet Halk Partisi
Yurt Gezisi Resim Sergisi" "toplu bölümünde," Abidin'in 1939'da Balıke­
sir'de gerçekleştirdiği ve daha önce 1939 ve 1942'de sergilenen eserlerine
de yer verildi. Sergi katalogunda da. Katalogcia yıllara ve sanatçılara göre
675 eser ve 1943'teki "Yurt Gezisi Sergisi"ne katılanların yarattıkları bulu­
nuyor. Bu serginin bir ay sonra Konya'ya götürüldüğünü de sanıyorum.
Abidin'in yapıtları bu arada "Savaş" ve "Barış" dönemin çevre koşullarıy­
la uyuşum halindeydi: Barış kazanmak üzereyken.

ABi D i N D i N O 1 57
ADANA'DA SITMAYI YENMEK
Bazen Güzin hasta oluyordu. O iyileşiyor, bu kez Arif sıtmaya yaka­
lanıyordu. Arif hasta olunca Abidinlerde kalıyordu. Güzin anlatıyor: "Has­
ta olunca bizde kalıyordu. Yan odada ona bir yer yapıyorduk. Ödümüz pat­
ladı sıtma bize de geçecek diye. Arif çok hastaydı. Hatta 'dört saatte ölebi­
lir' bile dendi."'
Sıtma olunca Arif 120 kilodan 8o-9o kiloya düştü.
Sıtrna o yılların hatta 192o'lerden beri Türkiye'nin en büyük belası.
(Bu açıdan n Temmuz 1 925'te Cumhuriyet'te yayınlanan "Sıtrna mücadelesin­
de ilk zafer" başlıklı haber son derece ilginç.) Bataklık, sivrisinek eşittir sıtrna
denklemi içinde deviniyar insanlarımız. Adana'da kentin bumunun dibine
kadar pirinç tarlalarını dikenler bunun birinci derecede sorumlusu elbette.
Neyse ki Arif kendine göre tedavi usulleri geliştiriyor. Bunu Fikret
Adil yazıyor: "Her gün, bütün Adana'nın yazın şiddetli sıcağında evlerine
sığındığı, dükkaniarın kapandığı öğle saatlerinde parka gider, güneş altın­
da otururdu. Böylece tropikayı yendi."
Birkaç günde kırk kiloyu da böyle kaybetti mutlaka. O sıcağa can
mı dayanır? Arif dayanır ama. Ve yanında not edecek birini bulursa şiiri­
ni de patlatır:

"Nasıl unutursun
Tropika ile kucak kucağa
Sevgim nüksetti
Zehirli sıtma."
Arif Adana'ya, Çukurova'ya, insaniarına ve kendine ve bize iliş­
kin başka şiirler de söyledi. Yazdı diyemiyorum. Çünkü Arif, yazan
değil söyleyen şairlerimizdendir.
"Cebeli Nur'u görmeyen
Kimya gibi bir otu ile
Şahmeran'ı dirilten
Lokman Hekimi bilmez
Ceyhan suların yaman
Ceyhan suların acı."

ı 58 SON RA ADANA
Çukurova yansır bir şiirine: ı s Ocak 1950 tarihli Yaprak dergisinde
yayınlanan "Çukurova" başlıklı şiir, kendine özgü dizilişi ile:

"Çukurova sabır ovasıdır


Lokmasını
göç edenleri
bilir.
Yakmasını
yıkmasını
bağmasını
bilir.
Çukurova sabır ovasıdır."

Arif, daha önce anlattık, büyük Japon şairi Kikau'nun hai-kai'leri gi­
bi kısa ve vurucu şiirleri tercih ediyor. Yazmıyor söylüyor. Yanındakilerden
biri, Abidin, belki Yaşar Kemal, belki başka bir arkadaş, örneğin birkaç yıl
sonra "Arif Dino Üniversitesi öğrencileri" arasına katılan Taeettin Karan,
not ederek yazıya döküyor sonra: Çınar yapraklarıyla uçup gitmesinler di­
ye. Şiir dediğin nedir ki sonuçta? Birer yaprak: Çınar yaprağı belki. Belki
başka bir şey. Ama not edilince bize kadar gelebildiler. İyi de oldu.
Arif Dino şiir söyler. Dalga geçer. Ama sadece bu kadar da değil.
Arif genel olarak düşünen, sıkı düşünen bir adam. Çizen. Konuşan
ve dinleyen. Takılınayı da seven biridir. Özellikle Güzin'e ve Abidin' e ta­
kılmaya bayılıyor. Takılınakla kalmayan, eleştiren de. Güzin'in anlatlığına
göre, "Arif beni ve Abidin'i eleştiriden geri kalmıyordu. ikide bir kalkıp bi­
ze 'Elinizden bir şey gelmez/gelmiyor' türünden şeyler söylüyordu. Onun
anladığı anlamda 'elden gelmesi gereken iş' marangozluk filan gibi bir iş.
Hani 'altın bilezik' denir ya o tür işlerden biri olmalıydı yapılacak iş."
Arif gazeteye filan uğramaz. Abidinlerde bir süre kaldıktan sonra
otele yerleşti. Daha önce babası Rasih Bey'in ve o günlerde Ahmet Di­
no'nun yaptığı gibi. Ama Güzin hasta olunca, Abidin de gazetede çalıştığı
için, Arif eve gelir otururdu. Güzin'e bakmak için. Takılınayı hiç ihmal et­
meden. Abidin'in yazdığı gibi, "dadaist şakacı" çünkü Arif. Şair adam ne

ABi D i N DiNO 1 59
de olsa: O Güzin'e takılınayacak da kim takılacak? Güzin bizzat anlattı:
"Arif takılınayı severdi. Şakacıydı. Hatta biraz patavatsızdı bile diyebiliriz.
Örneğin bir seferinde Abidin kimi işleri için Ankara'ya gidip iki gün yeri­
ne dört gün kadar kalınca ve ben (Güzin Dino) tedirgin olunca Arif güya
şaka olarak ne dese beğenirsiniz? 'Ankara'da başka bir kadın madın vardır.'
(! ) Aklınca bana takılıyor. Ben tabii ki başka nedenlerle çok tedirginken bu
şakanın (!) tadına pek varamıyorum. Beğenmiyorum kısacası."

YUMURTALIK'TA DENİZ
Adana'nın güneydoğusunda şirin bir kasaba vardır. İsmi Yumurta­
lık. Akdeniz'in kenarına iliştirilmiş gibi duran. Adana'da denizi görmek
için oraya gidilir. Yaşar Kemal'in yaptığı gibi saatlerce deniz seyredilebilir:
Eh yabana atılır gibi de değil hani. Karşınızdaki Akdeniz'dir. Dahası Yu­
murtalık Kalesi, Kız Kalesi, yoksa Kız Kulesi mi demeli, Balıkçı Barınağı
oralarda bir yerde sizi bekliyordur. Yumurtalık denince akla hemen balık
yumurtası gelir. Doğaldır bu, çünkü bu yörenin deniz yumurtaları ağzımza
layık. Daha iyisini bulmak na-mümkün. O nedenle olmalı Türk Sözü gaze­
tesinin muhasebecisi her hafta sonu gider Yumurtalık'a ve balık yumurta­
ları getirir. Abidin ve Güzin'le de paylaşılan! Yumurtalık ismi de balık yu­
murtasından gelmiyor mu?
Arif bir gün Abidin Paşa'nın Yumurtalık taraflarında da toprağı,
arazisi olduğunu keşfetti. Herkes Amerika'yı keşfedecek diye bir kural yok
ki. Ve Yumurtalık tarafına bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sözü burada
Güzin'e bırakmak zorundayım: " Etrafına bir grup topladı. Biri bizim evde
hizmet eden, çalışan kadının oğlu şoför Ahmet, bir kişi daha, bir de şoför
muavini, Arif ile toplam dört kişilik bir takım. Gittiler."
Ama işe bakın gider gitmez orada çadırlarda yaşayan Göçeriere rast­
lıyorlar. Göçerler de o sırada değişik otlardan değişik renkler üretiyorlar.
Arif bunu görünce mest oluyor. Bırakır mı? Pardon! Yumurtalık'a gitmesi­
ni gerektiren işlerin tümünü bırakıyor: Ama boya ve renk işini bırakır mı
demek istiyorum. Tam tersine her şeyi elinin tersiyle bir kenara itiyor ve bu
işe dört elle sarılıyor. Ve "Ben mutlaka bu işi yapmalıyım" kararını veriyor.
Bu insanların boya yapım tekniğini araşhrmak, öğrenmek, yapmak. İyi de

ı6 o SONRA ADANA
yanında götürdüğü kamyon ve şoförü, onun yardımcısı ve bir üçüncü kişi
daha ne olacak? Arifin umurunda mı? Onlara "Siz ne isterseniz onu ya­
pın!" deyiveriyor. Birkaç günlük bir çalışma bir araştırma için gidilen Yu­
murtalık seferi birkaç ay sürüyor.
Güzin anlahyor: "Yanılmıyorsam üç veya dört ay sürdü bu inceleme
gezisi (!) . O arada bir otele yerleşiyorlar. Arif, şoför ve yardımcısı."
Arifin yanındaki üçüncü kişi herhalde gelişmelerin seyrini görün­
ce yelkenleri açtı. Ama Arif ve iki adamı oraya yerleşiyorlar. Bu arada
Arifin otele, lokantaya, şoföre ve şoförün yardımcısına borcu artıyor.
Adamlar orada ve 'iş' bekliyorlar. Kamyon kirası var, muavinin ücreti var,
kendi ücreti var. Varoğluvar! Arifin borçları artıyor ha bire! Dahası da var
ayrıca. İşte dökümü:

Arifin peşinden Develi'ye gelen "ailesi" var: Arif Adana'ya gittikten


sonra Develi'de kalan ve bakkaldan borca alışveriş yapan ailesi.
Sonra gittikçe biriken ve akıl almaz rakamlara ulaşan bu borcu
Ariften tahsil etmek için Develi'den kalkıp Adana'ya kadar gelen
ve Arif i bulamayınca, onu beklemek üzere Arifin oteline yerleşen
ve Arif in "kesesinden" jkasasından otelde kalan, yiyip içen bakka­
lın giderlerinden oluşan borçlar.
Evet borçlar artıyor ve iş son derece garip bir havaya bürünüyor.
Güzin, "Abidin'in ve benim aylıklarımızla bu borçları ödememiz
asla mümkün değildi. Öyle bir rakama ulaşmışh ki akıl almaz."

Neyse zamanı gelince Arif Adana'ya dönüyor. Ama borçları öde­


mek için ne elde var, ne avuçta, ne de cüzdanda. Otlakiye gelirini tahsil et­
menin de mevsimi değil. Durum ciddi. O zaman ne mi oluyor?
Beklenen mucize gerçekleşmiyor: Gökten altın yağmıyor. Borçlara
yeni borçlar ekleniyor. Ve otlakiye gelirinin tahsil edilmesi bekleniyor.
Onunla borçlar ödeniyor ve elde avuçta hiçbir şey kalmıyor. Borç defterle­
rinde yeni sayfalar açılıyor. Herkes kendi işine dönüyor:
Deveiili bakkal kasabasına ve bakkal dükkanına.
Kamyon şoförü ve muavini kendi işlerine.

ABi D i N D i N O ı 6ı
Arife gelince: O da kendi işlerine dönüyor. Neler mi Arifin işleri?
Belki söylemeyi/yazmayı unuttum: Yumurtalık'ta plajda, sağda solda, ama
daha çok solda, dolaşırken topladığı, aslında derlediği demek daha yerinde
olacak, (ç)akıl-taşlan yok muydu? Onlardan heykelfheykelcik yapmaya/ya­
ratmaya ne dersiniz?

BUYRUN H EYKEL YAPALIM


Abidin, Arif Dino'nun Yüz kitabının girişinde yazıyor: "Arif Adana
sürgün yıllarında... ömür törpüsü sabırla eğeleyip kazıdığı çakıl taşları, hay­
ret verici yüzler, heykellerdi hepsi. On-on beş parça. Tam anımsamıyo­
rum." (Galeri Nev, Ankara, s. 3-6)
Selçuk Demirel ile yapbğı bir söyleşide biraz daha fazlasını aktarıyor
Abidin: "Arif cesur bir yöntemle küçük taşlar yontuyor, eğeliyor, tam deyi­
miyle ömür törpüsü şeyler yapıyordu, birbirinden güzel" (A. g. k., s. 242).
Abidin yazıyor: " Kimi gün çok eskiden yaşamış kişiler çıkıyordu or­
taya, kutsal ve görkemli, hani Adana Müzesinde bulunan dağ kristali tanrı
heykeline (MÖ IV-XII. yüzyıl) benzer... Arifin neolitiğe kadar uzandığı
olurdu, mağaralarda resim çizerdi sanki."
Arif heykel yapınca Abidin boş mu duracak? Elbette O da başlıyor
heykel yapmaya. Ne diyor zaten Abidin: " Bir ara 'heykel gibi' resim yap­
maktan bıkıp salıiden heykel yapmayı denedim. Sık sık duyduğum bir laf
vardı: 'Aaa senin resim heykele benziyor' diyenler oluyordu. Değil mi ki
heykele benziyor iyisi mi heykel yapmalı diye düşündüm. Ve heykele böy­
le başladım. Ağabeyim Arifle birlikte, 1943-1944 Adana'sında. Bambaşka
tekniklerle. Ben kille çalışıyordum. Toprağı elleyerek, elden geçiyordu yine
her şey, odukça ilkel, basit bir çalışma tarzıyla. Ama sonuçta ilginç şeyler
çıkıyordu ortaya bazı bazı. Yaptıklarımı, aslında ellediklerimi demeliyim,
kurutup, sırlıyordum ve Adana'da evimizdeki o sac sobada pişiriyordum.
Küçücük parçalardı bunlar. Heykel değil belki heykelcik demek lazım. Pi­
şirdiklerim yenilir yutulur şeyler miydi, orasını bilmem. Kille çalışmaını
belki sabırsızlıkla belki de keyif meselesi ile açıklamak gerek. Arif ömür
törpüsü iş yapıyordu. Saatlerce, ne saatiereesi günlerce bazen haftalarca ça­
lışıyordu, eğeliyordu, törpülüyordu. Ben onun kadar sabırlı değildim her-

SO N RA ADANA
halde ve hemen çıksın istiyordum sac sobada pişirdiklerim. Aslında şunu
da belirtmek istiyorum: Kili ellemek, kili yoğurmak, kile bir anlam bir bi­
çim vermek coşkuyla doldurur insanı. Keyif meselesi demem bundan. Evet
kille çalışırken keyif alıyordum. Çünkü elinizde doğan, ortaya çıkan iyi ve­
ya kötü biçim üç boyutlu ve somut. Elle dokunulabilir. Ele alınabilir.
Resim "gibi"ler dünyasında, resmin arkasına geç, imge kaybolur.
Heykellerin etrafında fır dolan, her tarafı anlamlı, somut, ellenir bir varlık.
İnsan misali, küçük de olsa elini sürebilirsin heykele. Var olduğu kuşku­
suz. Hatta heykelde, insandan, canlı varlıklardan fazlası bile var. Canlılar
sonunda toz oluyor, toprağa karışıyor. Heykellerse binlerce yıldan beri ya­
nı başımızda.
Adana Müzesinde gördüğümüz, sergilenen o güzelim heykeller ve
müze müdürü dostumuz Naci Kum'un kasalarda saklanan ama bizim için
çıkardığı 'arkaik' parçalar heykel işine girişmemde mutlaka belirleyici oldu.
Bu Arif için de geçerlidir sanırım. Anadolu uygarlıkları gibi bir ulu kaynak­
tan biraz olsun güç aldımsa daha ne isterim? "
Güzin'le Abidin ve Arif'in heykel çalışmalarını konuştuğumuz bir
gün bana şunları anlattı: "Arif'in ne yaptığını hiçbir zaman göremedim.
Abidin küçük şeyler yaptı sanıyorum. Abidin o günlerde uzun boylu çalışa­
mıyordu. Heykele istediği kadar zaman ayıramıyordu. Türk Sözü ndeki ça­
'

lışması zamanının çoğunu yiyip bitiriyordu. Adana'daki heykeller pek kal­


madı sanıyorum. Ankara'ya getiremedi herhalde."
A'dan Z'ye Abidin Dino da (s. ı38) şu satırları okuyoruz: "Abidin ilk
'

heykelini Adana'da yonttu. Bu, üç santimetre yüksekliğindeki insan başın­


dan sonra, seramik çalışmaları sayılmazsa, pek az heykel üreten Abidin da­
ha sonra kil ile çalıştı ve değişik boyutlarda so-6o kadar heykel yarattı."
Ferit Edgü, Abidin Dino'nun Kültür, Sanat ve Politika Üstüne Yazı­
lar kitabı için kaleme aldığı "sunu" da şunları belirtiyor: "Bu, ilk kez elime
aldığımda, Anadolu'nun neolitik çağına ait sandığım başparmak büyüklü­
ğündeki, pişmiş topraktan yaşlı bir erkek başıydı. 'Bu benim ilk heykelim
demişti. Onu Adana'da yaptım."' (s. ı2)
Abidin, geçmiş ve o günkü Anadolu ve Çukurova emekçilerinin, in­
sanlarının heykelleri ile iç içedir Adana' da. Anımsayalım:

ABi D i N D i N O
"Adana Müzesinde bulunan dağ kristali tanrı heykeli," "arkaik par­
çaları" ve diğerlerini. Dahası "evin çocuğu" Kemal Sadık Göğeeli'nin doğ­
duğu köy Hemite'nin arka taraflarında, sırtını dayadığı dağlarda kimi iri
heykelleri, bu delikanlı sözleriyle alıp ta Abidinlerin evinin ortasına kadar
getirmemiş miydi? Abidin işte onlarla ve bir heykel kadar azamedi "dev
adam" Arifle boş duramazdı: Heykelleri bunun için yaptı. Kalıcı, daha ka­
lıcı olması için: Yaratılanların. Biz gidiciyiz: Toz olacağız, toprağa karışa­
rak. Ama heykeller nöbetieler sürekli: Sanatın, sanatçıların varlığını, yaşa­
mış olduklarını ispat etmek için. Bu da bize yeter: Abidin ve Arif.

ADANA'DA FRESK
Rasih Nuri İleri bir makalesinde şunları belirtiyor: "Abidin bu dö­
nemde ... Resimlerin yanı sıra Adana Emlak Bankası duvarlarında 'freskler'
yapar."
Güzin'e bu meseleyi sorunca yanıtı şu oldu: "Evet, evet. Onu da
kim yaptırdı biliyor musunuz? Daha sonra Paris'te UNESCO nezdinde
Türkiye temsilcisi, elçisi olan bir kuzeni. Sempatik bir adam. İsmini şimdi
anımsayamıyorum. Onun o yıllarda Emlak Bankası Adana Şubesi'nde iliş­
kileri vardı. Adana'ya geliyor, Abidin'i görüyor, işte o kuzen aracı oldu ve
Abidin o freskleri yaptı."
O zaman şu soruyu sordum: Peki bu kuzen kimin nesi? İşte Gü­
zin'in yanıtı:

"Hahhaha, Dino ailesinin içine girerseniz kaybolursunuz. Bil­


mem ismini. "

Kaybolmadan Dino ailesi içinde bir varsayım olarak b u kuzenin Re­


fik İleri olduğunu buraya bir not olarak düşüyorum.

İ LKBAHAR GELM i Ş
"Körükleri sarsak ve bir tarafa çökmüş, koltuklarının çoğunun zem­
bereği fırlak, gübre kokan 'faytonlar', fırdolanıyorlar Adana'yı. Kasketli,
fötr şapkalı, poturumsu İngiliz kumaşından şalvarlar giymiş köy babayiğit­
leri dolaşıyor, arşınlıyor kenti, Taş Köprü işçi pazarıyla istasyon arasında ...

SO N RA ADANA
Adana'da evlerin tahtalarını suya bir bitki suyu katıp, saman rengi
ederler. Yerleri ve merdivenleri gıcır gıcır, büyük, eski Adana evleri... Cep­
helerinin birinci katı penceresiz, ak, düz duvar olarak, birinci katına tahta
kafesli pencerelerine doğru görkemle yükselir."
Abidin ve Güzin böyle bir evde oturmuyorlar. Daha önce yazdım.
Güzin de zaten evde öyle uzun boylu oturamıyor: Liseye yürüyerek gidi­
yor ve iki adım. Gazeteye yine yürüyerek: O da iki adım. Öyle çok uzak­
lara gidip dolaşmak Abidin ve Güzin için mümkün değil. Arif değil ki.
Abidin ve Güzin sabahtan akşama akşamdan sabaha çalışıyorlar. Dopdo­
ludur ikisi de.
Güzin'e bakarsanız "Gar bile çok uzaktı." Ama arada bir bir muha­
lebiciye kadar gitmemek te olmaz hani. Meziyet öğretmenle. Gel Zaman
Git Zaman 'daki iki ayrı iki takma ismiyle "Zehra veya Nezihe öğretmenle."
Güzin ender olarak da Halkevi bahçesine gidiyor. Dinleyelim:

"istasyon Caddesi'ndeki Adana Halkevi bahçesine, gazino gibi, san­


dalye ve masalar koymuşlar, gençler gazoz, limonata, çay ve kahve
içiyor. Kadın olarak, yalnızca bar kadınları ve Güzin ... Bir de, onun­
la (Güzin'le yani. Güzin'in kitabında kendisinden üçüncü tekil şah­
sı kullanarak sözettiğini artık anladınız sanıyorum. Bir tarz-ı edebi­
yattır bu. Sorulmaz yazarına. MŞG) oturma yürekliliğini gösteren
öğretmen Nezihe."

Adana'daki kadınlık durumu bu kadar değil elbette. İşte Güzin


anlatıyor:

"Çarşı ortasındaki lokantada da durum aynı. O (Güzin. MŞG), sürgün


eşi olduğu için zaten 'kötülerden' sayılıyor. Kötü sayılınca da, bir çe­
şit özgürlük kazanıyor insan. Öte yandan, bazı özgürlükler de Abidin
Paşa'nın gelini olduğu için kısıtlı. Aşevinden hazır, pişmiş yemekle­
ri, sefertasıyla öğle zamanı kendi gidip eve taşıması çok ayıplanmış ...
Kendini değil, Adana eşrafının hanımlarını önemsememek demek
bu vurdumduymazlık! Çuval parçasına sarılmış buz kalıbını, sulan

ABi D i N D i N O ı65
ahtaraktan eve koşturması da, eşraf hanımlarını küçük düşürmekten
başka bir şey değil! Onlara düpedüz 'istiskal.' düpedüz 'siyaset!

Bütün bunlar ağustos 1943'ten 1944 ilkbalıarına kadar akıp giden


zamandan kimi görüntüler.

M ERSiN'DE BiR AKŞAMÜZERİ


Abidin ve Güzin çok ender bile olsa, Adana dışına çıkma izni alabi­
liyorlar. Sürgün adam öyle her istediği an istediği gibi gidip gelemez baş­
ka mekanlara, köy, kasaba, kentlere. Karakolda masa üstündeki deftere
kim imza atacak gün be gün?
Ama ilkbahar yaz insan bir fırsat yaratıp şöyle bir Mersin de yapa­
maz mı yani? Yapar elbette. Deniz kenarına kadar yürümek, kumsalda taş
parçaları, çakıl taşlan toplamak. Yalın ayak tuzlu suyla yeniden irtibat kur­
mak. Anılar yüklü Akdeniz' e ve Marmara'ya bir selam göndermek. Çok mu
görülecek bu sevimli ve hoş iki insana? İki gence.
Hem Mersin'de bir tanıdık, bir dost yok mu? Tanıdıklara, akrabala­
ra bir selam göndermekte mi suç bu memlekette kardeşim? Evet sürgün­
seniz dikkatli olmak zorundasınız. Bunu Abidin'den iyi kim bilebilirdi ki?
İşte buyrun Vedat Günyol tanığımızdır:
Vedat Günyol Abidin'i Mersin'de deniz kıyısındaki bir gazinoda gör­
düğünü belirtiyor ve sonra şunları ekliyor: "Ankara Yedek Subay Okulun­
dan sonra asteğmen olarak Eskişehir İkınal Alayına atandım. Bir yılı aşkın
bir süre sonra, savaş dolayısıyla Mersin'de bulunan Deniz Harp Okuluna
kapağı attım, Deniz Hukuku hocalığı (Günyol'un istanbul Üniversitesi Hu­
kuk Fakültesi'nde iki yıl kadar asistanlık yaptığını anınsatmalıyım. MŞG) ve
adli subaylık göreviyle ... Askerliğimin paşa dönemini yaşıyorum. Bir gün
öğretmen arkadaşlarla deniz kenanndaki bir gazinoya gittik. Ne göreyim?
Dino bir iki arkadaşıyla bir masada değil mi? Gemlenmez bir coşkuyla, ona
doğru seğirttiğimde beni tanımamazlıktan gelerek kafasını çevirdi. Anında
anladım: Siyasal nedenlerle, bir çeşit sürgün (ne çeşidi kardeşim adam bal
gibi sürgün, lamı cimi yok bu işin. MŞG) yaşamı sürdürüyordu Adana ve
Mersin'de (Günyol'un makalesinde Antalya ve Mersin yazılı! M ŞG), beni ta-

ı 66 SON RA ADANA
nımaz görünmekle, yüreğine taş bağlayıp (basıp? M ŞG) dostluğumuzu bir
ambargoya bağlamaktı niyeti, bana toz kondurulmasını önlemek amacıyla.
İşte bu davranışı onun ne denli yüce bir insan olduğunu ortaya ko­
yuyordu."
Evet Abidin böyle bir adamdır. Günyol'un anlattıklarına bundan
başka eklenecek bir şey kalmıyorfyok.
Bu meseleyi Güzin'e sorduğumda, "O gün Abidin'le Mersin'de de­
ğildim" dedikten sonra şunları ekliyor: "Ama Abidin bana anlattı sahneyi.
Birkaç asker oturuyormuş. Abidinler varınca, Vedat Günyol Abidin'e doğ­
ru bir hareket yapıyor, selam vermek, selamlaşmak, kucaklaşmak için, ama
Abidin onun başına bir iş açılmasın diye, mecburen görmemezlikten geli­
yor. Görmezlikten gelmek zorunda kalıyor."
Abidin o gün Mersin' e kimlerle gitti? Neler yaptı? Bir bilebilsem.

ADANA'DA YAZ
"Gece, göklerden inmiş cibinliklerin altında don gömlek damlarda
yatan ahali, sanki gündüzleri taassup örtülerine bürünen kişiler değil... Ka­
ra sıcak gecenin karanlığında uykusuz terler döken büyüklü küçüklü göl­
geler kıpırdıyor, eller, kollar, hacaklar uzanıyor, dizler bükülüyor, bedenler
dikiliyor, cibinlikten çıkılıp tahta testiden su dökünülüyor. Bir kavga, bir
küfür, bir çocuk ağlaması. .. Gökle yer arasında gündüzü bekleyiş ... "
Yaz tatili gelmiş: Gözünüz aydın. Okullar paydos deyince İstanbul'un
sesi daha yakından duyulur: Ortaköy, Yeniköy, Nişantaşı, arkadaş sesleri. İs­
tanbul bütün çocuklarını çağırır: Hele genç evlileri. Ana baba hasreti, çocuk­
luk sokakları, ilk gençlik sinemaları, o güzelim meydanlar. Gelin artık derler
gelin! Sürgün yerinden kıpırdayamaz, ama Güzin gidebilir İstanbul'a. Hazi­
ran sonunda belki temmuz başında. Yıl: 1944: Ayrılalı ne kadar olmuş? He­
sabını yapalım. Neredeyse bir yıl. Abidin bir süre yalnız kalır: Güzin'siz. Ba­
kın şimdi Abidin Güzin İstanbul'dayken Mersin'e gitmiş olmasın? Ne dersi­
niz? Olabilir elbette. Yaz günü bir Mersin. Bir deniz. İki kulaç. Bir bardak bir
şey deniz kenarında: güneşi izleyerek. Akdeniz'de gün batımı dillere destan.
İstanbul'da genç evli Güzin annesini buldu: Herkes mutlu. Mutlu
herkes. Babasının sağlık durumu iyi. Mina her zamanki gibi. Azra'dan bir

ABi D i N D i N O
haber var mı? Halet yine Nail' e aşık. Evlenınelde alevlenen bir aşktır bu. Ne
hoş. Sonra Nesterin, Bihterinler ve diğerleri var ... Sayınakla bitmez.
Hatta geçen yıldan, geçmiş yıllardan öğrencisi Adnan Benk bile geli­
yor. Bir de yanında, Güzin'in deyimiyle, "çok iyi arkadaşı." İşin komikliği ba­
kın nerede? Adnan Benk ve çok iyi arkadaşı da evlenmişler. Hani bir yıl önce
Güzin'in başının etini yiyenler, hani "evlenmek te neymiş" diyerek Güzin'in
evlenmesine şiddetli muhalifler var ya o ikisi işte. Eh bizim bildiğimiz Güzin
bu fırsatı kaçınr mı? Sorgulamak Ti'ye almak sırası kimin? Güzin'in elbette:
- Niye evlendiniz? Hani evlenmek iyi bir şey değildi?
Adnan Benk bu, hazır cevap, lafın altında kalır mı? :
- Hocamızı örnek aldık!
Bu kadarına da pes denir kardeşim. Ama bir Adnan Benk olayının
doğmak üzere olduğu veya daha iyisi doğmuş olduğu bilene ve bilmeyen­
lere duyurulur.
İstanbul "gezegeni" hep aynı havada: İki adım ötede insanlar birbirle­
rini boğazlarken, madem ki savaş sürüyor, Nazilerin peşpeşe aldıklan yenilgi­
lere rağmen, İstanbul yine rakısını içiyor: Kumkapı'da, Tarabya'da, Bebek'te.
Yine eğleniyor: Beyoğlu'nda, Şişli'de, Yeniköy'de, Moda'da ... Bu böyle işte ...
Duyduk duymadık demeyin: 4 Haziran 1944'te Roma özgürlüğüne
kavuştu yeniden. Moravia artık sansür korkusu olmadan kitaplarını yayın­
layabilecek Gizlenmek zorunda kalan sanatçılar Roma meydanlarını dol­
duracaklar: "Kahrolsun faşizm!" çığlıklarını duyuyor musunuz? Çocuk ses­
leri sokaklarda yankılanıyor yeniden. Gençler, saçları rüzgarda birer alev
parçası, vespalarında aşk için havalandılar çoktan ... Duyduk duymadık de­
meyin: Mussolini'nin leşi hacaklarından asılı bir meydanda ... Duyduk duy­
madık demeyin Partizanlar türkülerini dağlardan kentlere taşıdılar... Duy­
duk duymadık demeyin özgürlük koşturuyar sokak, cadde ve meydanların­
da Roma'nın. Yeniden. Ve kalıcı tarafından. Duyduk duymadık demeyin
Fellini yeni filminde oynayacak iyi bir aktör arıyor. ..
Ah! İşte N azilerin de sonu gelmek üzere: 6 Haziran 1944'te binler­
ce asker çıktı Normandiya plajlarına. Kurşun sesleri arşa yükseliyor. Nazi­
ler kaçıyarlar yoldaş. "En Uzun Gün" evet çok uzun sürdü. Naziler tokadı
yediler heval. Peşlerini bırakma bu alçakların camarade! Don 't forget com ra-

ı68 SON RA ADANA


de! Abidin Dino yirmi yıl kadar sonra gelecek: 1953 yazında: "Bravo çocuk­
lar diyecek, iyi direndiniz, iyi savaştınız, bu zaferi hakkıyla kazandınız! "
28 Haziran 1944'te Fransız Devleti'nin, düşmanla işbirliği yapan
aşağılık yönetimin en aşağılık adamlarından, ülkeyi işgal eden ve insanla­
rını inim inim inleten Nazilerle en berbat işbirliği içinde yaşayan ve bunu
en iğrenç yöntemlerle yürüten, kendi halkının insaniarına işgalciden daha
işgalci davranan ve dahası Gestapo'nun ayak işlerini yapan ve bununla övü­
nen "Milis Şefi" Philippe Henriot (Dikkat: Herriot değil! Henriot! ) DİRE­
NiŞ savaşçıları tarafından yakalandı ve kurşuna dizildi. 6 Ocak 1944'ten
beri Vichy hükümetinin "Propaganda ve Enformasyon (Aslında buna De­
zenformasyon, yani bilgilendirme değil yalan ve yanlış bilgi verme demek
gerek) Bakanlığını" yürüten bu pespaye adam Direnişçilerin elinden kurtu­
lamadı. Nazilerle birlikte, tasını tarağını toplayarak Nazilerin tanklarıyla
kaçanlar ise bir yıl sonra saklandıkları delikten birer fare gibi çıkarıldılar ve
yargılandılar. Cezalarını aldılar.
Abidin uzaktan da olsa izledi bunların tümünü: Les PartisansfP arti­
zanlar resim dizisi o günlerden izler taşır. O günlerin kalıcılaştırılmasıdır
bu dizi resimler.
9 Ağustos 1944'te Nazım Hikmet Bursa Hapishanesi önünde, mer­
divenlerin hemen dibinde fotoğraf çektiriyor: Güneşe karşı.
Türk Sözü gazetesinde bir haber: İstanbul'da tatilini bitiren Güzin
Dikel-Dino Adana'ya döndü. itiraf ediyorum: Bu haber doğrudur. Ama bu
haber o gazetede yayınianınadı (mı? ) .
I s Ağustos 1944'te Müttefkiler Fransa'nın güneyine çıktılar: Çoğu
Fransa sömürgelerinden seçilmiş gençlerden oluşan Afrika Ordusu 27
Ağustos'ta Toulon'u kurtardı, 28'inde Marsilya'yı: Özgürlük şarkıları bü­
tün ülkede duyuluyordu artık.

25 AGUSTOS 1944= ÖZGÜR PARİS


19 Ağustos 1944'te "Cumhuriyetçi Polislerin" başlattığı silahlı ey­
lemler dizisine Direniş Hareketinin çocuk, genç, yaşlı, kadın ve erkekle­
rinin de canla başla katkısı sonucunda Paris kurtarıldı Nazi belasından.
Silahlı çatışmalar günlerce sürdü ve nihayet Paris özgürlüğüne kavuştu.

ABi D i N D i N O
Abidin'in dört yıl önce öngördügü gerçekleşti: Halkın Paris'iydi ayakla­
nan ve başkenti kurtaran. Bu öngörü de herkeste bulunmaz. Evet Paris
liberee est libre: Paris halkı rövanşını aldı Nazilerden. Teslimiyetçilerden.
İşbirlikçilerden. Ve elbette T büyük harfle Tarihten. Abidin öngörüsün­
den sevindi elbette. Ama bunu asla dillendirmedi. Gerek duymazdı böy­
le şeylere Abidin.
Paris kurtuldu: Le Chant des Parlisans artık herkesin dilinde. Paris
şenliklerin en güzelinde. Paris dans ediyor. Gençler, hele o en şık giysi­
leriyle şenliği düğün evine çeviren kadınlar. Gençler sonra: Savaş bela­
sından, yani öldürmekten ve ölmekten kardeşim, kurtulmuş olmanın,
yakalarını kurtarmış olmanın verdiği coşkuyla dolduruyorlar sokak, cad­
de ve meydanları, cafeleri bilhassa mon cher ami. Aman dikkat bir pence­
reden, bir köşe başından bir kurşun gelebilir: işbirlikçileriyle Naziler
çünkü Paris'ten tümüyle silinip süpürülmemiş. Düşünebiliyor musu­
nuz? General Charles de Gaulle Paris'in kurtuluşunu Paris Anakent Be­
lediye Binası'ndani Hotel de Ville den ilan ederken, ara sokaklarda silahlı
'

çatışmalar sürüyordu. Bu çatışmaların içinde birkaç yıl sonra Nazım


Hikmet'le tanışacak daha sonra Abidin'le çok iyi dost olacak Charles
Dobzynski de var. Bizzat anlattı bana: Bir küçük kartal gibi, Republique
Meydanı ile Temple Bulvan arasında gizlenen ve gösteri yapanlara kur­
şun sıkan Nazileri gagalamakla meşgul o saatlerde. Tarihin elbette bir
cilvesi olmalı Mayıs 1 9 58'de Nazım Paris'i ilk ziyaret ettiğinde aynı mey­
dandan geçen bir gösteriyi bir süre izlemek için Dobzynski'nin evinin
balkonunda olacak. Ve koca Nazım doktorunun kurallarını uroursama­
dan o gösteriye katılacak birkaç adım atacaktır. Adımlarını Fransa emek­
çilerinin adırolarına katmak için.
Abidin'in 1952'nin son aylarından itibaren başlayan Paris günlerin­
de en yakın dostu olacak Pierre Biro, işe bakın, Metz taraflarındaki Direniş
noktalarından Paris'e girerken Paris'i kurtarmak üzere ve Paris halkının
başlattığı ayaklanmanın başanya ulaşmasını sağlamak için, başkente doğ­
ru ilerleyen ordunun içinde bulacaktır kendini: Pierre Biro kamyonla iler­
liyor Paris' e doğru. Ama kamyondakiler patates çuvalı değil yoldaş. Bir gün
önce gizli olarak İngiliz uçaklarının direniş noktalarına gökten yağdırdığı

SoN RA ADANA
"mangırlar" dolu o çuvallarda. Pierre Biro bunları aynen böyle anlath bana.
Gözleri yaşlı. Aynı o günkü gibi: Evet Pierre ağlıyordu o gün orada: Pierre
kamyonundaki çuvallarda patates taşıyormuş gibi sakin. Sonrasını bıraka­
lım bizzat kendisi anlatsın:

"Kurtuluş Ordusu"nun askerleriyle birlikte ilerliyorum. Kamyo­


numdayım. ilerleyen ordunun tankları, topları da var. Fontainble­
au'ya yaklaşınca bir de ne göreyim: Yolun iki tarafı silme insanla
kaplı. Dopdolu her taraf. Bütün kent halkı karşılamaya çıkmış. Ev­
ler boşaltılmış. Sokaklar doldurulmuş. Karayolu oldum olası böyle
kalabalık görmemiştir: Halk kurtarıcılarını görmek için can atıyor:
Demet demet çiçekler sunuluyor. Eller, kollar dolunca çiçekleri oto­
mobillerin, tankların üstlerine diziyorlar, seriyorlar. Akıl almaz bir
şey. Daha birkaç gün öneeye kadar evlerinden çıkmaya cesaret ede­
meyen insanlar bunlar. Hüngür hüngür ama sessiz ağlıyorum.
Kamyonumda tek başımayım. Kamyonuma da çiçekler ahlıyor.
Hatta bir ara kamyon şoförsüz ilerliyor. Evet aynen böyle. Zaten is­
tesem de görmeme olanak yok: Çünkü çiçek demetleri kamyonun
önünden camların en üst sınırına kadar her tarafı kaplamışlar. Ağ­
lıyorum. Evet o zamana kadar hiç tahmin edemeyeceğim ölçüde."

(Pierre Biro daha pek çok şey anlath. Ama maalesef bu güzel öykü­
nün tümünü buraya alamayacagım. Özür diliyorum: Pierre'den ve meraklı­
larından. Belki daha sonra başka bir biçimde yayınlama olanağı bulurum.)
Pierre bu şekilde Paris'e kadar ilerledi. Kamyonuyla Paris'e girdi.
ve başkentin tam merkezinde, Notre Dame de Paris'in hemen yanıbaşın­
daki Saint-Louis adasındaki arkadaşı Elisabeth Maupoil'in evine varabildL
"Çuvalları" eve taşıdı. Elisabeth Maupoil da Abidin'in en yakın dostların­
dan biri olacaktır, Paris'te, 1952'nin sonlarından itibaren. Adını boşuna
andığım sanılmasın lütfen. Pierre ertesi sabah ilk iş "emaneti," para dolu
çuvalları Paris Sivil işler Üst Sorumlusu ve General de Gaulle'ün en gü­
vendiği adamlardan biri olan Chaban Delmas'a teslim etti Invalides Bina­
sında. (Chaban Delmas daha sonra birçok kez bakan ve bir ara başbakan-

ABi D i N D i N O
lık ve uzun süre Bordeaux belediye başkanlığı yapacak de Gaulle taraftarı
önemli bir şahsiyettir.)
Pierre Biro aslına bakarsanız başlı başına bir phenomene karde­
şim: Hem silaha karşı hem de Direniş hareketinin içinde daha ilk gün­
lerden beri. Direniyor ve inanmayacaksınız belki tek kurşun sıkmadan.
Haydi belki bir iki kurşun sıkmak zorunda kalmıştır diyelim ama tek ki­
şinin bumunu kanatmadan. Bir Alman askeriyle bir ormancia karşılaş­
ması var: Hikayesi evlere şenlik: Anlatırsam iş çok uzayacak. Öyle bir
davranıyor ki bir-iki kurşun sıkmaktan, "havaya elbette," bir-iki kavala­
macadan sonra kaçırtıyor Alman askerini. Tam Şarlo'luk bir sahne. Ama
can derdi de var elbette böyle yaşanınca. Pierre savaş yıllarında Fransa'da
belgesel film denince ilk akla gelen isim olan Jean Lods ile birkaç belge­
sel filmin yapımında birlikte çalışıyor. Bu ismi anımsayacaksınız: Abi­
din'in SSCB'deki sinema çalışmaları sırasında tanıştığı Jean Lods'tur bu.
Ve Lods Abidin'in Paris'teki ilk günlerinde birçok kapıyı açan kişidir.
Abidin'le Pierre'i tanıştıran odur. Ve daha nicelerini, örneğin Jean Lur­
çat'yı. Sırası gelince göreceğimiz gibi.
Şimdi artık yeniden Abidin'i ve Güzin'i bulup haberlerini almak
için Adana'ya dönmenin zamanıdır. Aslında Adana Paris'e o kadar uzak
ta değil. işte örneğin Adana'da bile kutlandı Paris'in kurtarılması. Güzin
anlatıyor:

"Paris'in kurtuluşu hemen o gece Adana'da kutlandı. Türk Sö­


zü'nün hemen karşısında oturan Nevzat Güven'in Fransız eşi Co­
lette elinde bir şişe konyakla gazeteye geldi: Ve zaferin şerefine içii­
di o gece: Abidin başta, Güzin, Nevzat Güven, Colette Hanım, baş­
mürettip Aziz ve diğerleri hep beraber."
Gel Zaman Git Zaman'da Güzin yazıyor: "O zamanın zengin
ama kenarda kalmış Adana'sında, Paris'in kurtuluşu, kimi mahalle
meyhanelerinde, tek tük de olsa naralar ve türkülerle kutlanmıyor
da değil, ta gecenin geç saatlerine dek. Sabaha karşı gazeteyi bağla­
yıp eve dönerken, sevinçli, tartışmalı sesler duyuluyor şurada bura­
da, sokak aralarında... "

SON RA ADANA
SuıH : B izE DE BEKLERiz
2 Eylül 1944'te Pablo Picasso, Paris'tedir yine. Savaş boyunca ayrıl­
madığı Rue des Grands-Augustins'teki atölyesinde bir fotograf çektirdi.
Alışkanlıklarından zerre kadar vazgeçmeyen Picasso rahattı. Kimi Nazi su­
bayını arka kapıdan alıp resim satlığını iddia edenler bile var. Fransa Cum­
huriyeti ona çok görüldüğü için İspanya Krallığı vatandaşı olarak bir yerde
dokunulmazlığı vardı. Franko'nun Hitler ve Mussolini'nin müttefıki oldu­
ğunu amınsatınama lütfen izin veriniz. Picasso'nun savaş yıllarındaki tav­
rı birçok insanın midesini bulandırmıştır. Yazılanlara bakmak, kimi film­
leri izlemek yeter. Gabriel Aghion'un Monsieur Max isimli televizyon filmi
(ARTE'de 14 Eylül 2oo7'de gösterildi) bu konudaki son örneklerden biri­
dir. Picasso'nun Paris' e ilk geldiği günlerde elinden tutan, kendisine Fran­
sızca öğreten ve tablolarının satılması için yardımcı olan şair Max J acob'un
24 Şubat 1942'de işgal güçleri tarafından gözaltına alınmasından sonra kı­
lım kıpırdatmadığını sergileyen fılmde daha vahimi de var. Max Jacob'un
kurtarılması için ressamın yardımını isternek için kendisiyle görüşmeye
gelen şairin bir yakınına, Picasso aynen şu cevabı veriyor: "Herhangi bir
şey yapmaya ne hacet. Benim bildiğim Max bir melektir. Hapishaneden
uçabilmesi için bize ihtiyacı olmaz." Pes!
Oysa aynı Picasso'nun 1905'te yaptığı ve "A mon ami Max" diye
not düşerek Max Jacob'a hediye ettiği portresi karşımda duruyor. Bakıyo­
rum. Sanki Max biraz üzgün. Yoksa ağlıyor mu Jacob? Kızgın olduğu her
halinden belli. Sert bir bakış. Kollarını kavuşturmuş. Saçları dökük ama
alnı açık!
Neyse konumuza dönelim. Evet, o 2 Eylül 1944 günü, Paris kurta­
rıldıktan on gün kadar sonra yani, Picasso fotoğrafını çektiriyor. Birkaç gün
sonra Picasso'nun atölyesine birkaç adımlık komşu sokakta oturan Gertru­
de Stein oradan geçerken Picasso'nun son model otomobiliyle hava atma­
sını son derece yersiz buldu. Ve sanırım biraz da sinirlendi. Bana kalırsa
şöyle bir not düşmüştür günlüğüne, en azından Alice Toklas'a söylemiştir:
"Bücür İspanyol bugün pek fıyakalı. Görmemiş işte ne olacak!"
5 Ekim 1944'te Paris'te Le Salon d'Automne (Sonbahar Salonu)
açıldı: Jacques Villon, Nicolas de Stael, Andre Delvaux ve dikkatinizi rica

ABi D i N D i NO 173
ediyorum Picasso'nun tam 74 evet yazıyla yetmiş dört tablosu ile. Adam
savaş boyunca sürekli çalışmış: Ne var bunda? ! (Evet buraya bir de ünlem
işareti şart.)
Az daha unutuyordum. Picasso ekim 1 944'te Le Parti Communis­
te Français (PCF) yani Fransız Komünist Partisine (FKP) üye olmayı ih­
mal etmedi.
"Kurşuna Dizilenlerin Partisi" unvanıyla ve direniş süresince mili­
tan ve yöneticilerinin bir bölümünün gösterdiği kahramanlıklar sonucu
pupa yelken giden FKP herkesin ilgi odağıydı elbette. ilk seçimlerden nite­
kim Fransa'nın en büyük siyasi gücü olarak çıktı. Ve kurulan koalisyon hü­
kümetinde FKP'li birkaç bakan yerini aldı. FKP Genel Sekreteri Maurice
Thorez Başbakan Yardımcısı görevine getirildi...

"ÇlKlŞLAR"
Ağustos 1 944'te ve hemen sonrasında Türkiye'de insanlar umutlu­
durlar. Göreceli bir serbestlik kendini gösteriyor.
Güzin'in bana anlattıklarına göre, Abidin'le o günlerde Adana dışı­
na iki yolculuk yapıyorlar. Biri Mersin'e. Güzin "Teyzemin kızına misafir
gittik" dedi.
İkinci yolculuk İ skenderun'a. Ve bu başlı başına bir öykü. Adana'da
trene bineceksiniz. Yemekli vagona oturacaksınız ve uzun zamandır hasre­
tini çektiğiniz, fena halde özlediğiniz Taşdelen şişe suyu ısmarlayacaksınız
ve gelir gelmez kana kana içeceksiniz. "Halis Taşdelen suyu bu abla! " Ne
suymuş ama. Taşı deliyor resmen. Güzin bu suya bayılır öteden beri. Ba­
baevindeki özel suyu bu muydu yoksa? İskenderun o günlerde "Fransızla­
rın yaptırdığı" ve giderken yanlarında götüremedikleri için bırakmak zo­
runda kaldıkları otelleriyle biraz Avrupa, belki biraz Paris. İskenderun ile
Güzin'in üniversite yıllarından gelen bir ilişkisi de yok muydu? Anımsaya­
lım. Güzin, Orhan Veli, Nusret Hızır ve diğer arkadaşlarıyla "Hatay Türk­
tür! Türk kalacaktır! " sloganlarıyla İstanbul'da az mı gösteri yaptılar?
Gözlerimin önünde bir fotoğraf var. Abidin ve Güzin. Aile çay bah­
çesinde mi çekilmiş? Bilemiyorum. Masanın üstünde hiçbir şey yok. Sağ
köşedeki beyaz gömlekli sol eli saymazsak. Kimin eli acaba? Ama bir "el"

1 74 SO N RA ADANA
işte. Kapalı. Servis yapılmamış henüz. Abidin bıyıklı. Kravatlı. Şık giyin­
miş. Pardösüsü dizlerinin üstünde. Sol eliyle hafif kıvırcık saçlarını sanki
rüzgardan korur gibi. Güzin çok şık. Başında sevimli bir şapka. Sırtında
manto. Aman Abla tedbiri elden bırakma. Hava soğur filan falan filan so­
ğuk alırsın, ne olur ne olmaz. Akdeniz havası çarpar marpar. Güzin Abi­
din'e bakıyor. Bakacak başka ne var ki? Güzin tebessüm mü ediyor? Aman
bu pozu kaçırmayalım. Abidin sola bakıyor. Neden? Arkada mütevazı ev­
lerle bir manzara. Mersin mi? İskenderun mu? Yoksa İstanbul mu? Güzin
hemen atlıyor: "Abidin İstanbul'da bıyıklı değildi! " Yaa, öyle mi?
Bu "çıkışlar" bir parça nefes almaya vesile oluyordu. Biraz da Ada­
na koşturmalannın yol açtığı yorgunluğu atmaya. Ama uzun sürmüyorlar­
dı. Ne de olsa birer "çıkış" sonuç itibarıyla.

REŞAT ENiS AYGEN


Abidin'in Adana yıllannda yakından tanıma olanağı bulduğu ve gaze­
teciliği kadar yazarlığını da takdir ettiği bir insan var. Bu Reşat Enis Aygen'dir.
Abidin'le 198o'lerin başında Paris günlerimizde bu konuda değişik
tarihlerde pek çok kez sohbet olanağı buldum. İşçi hareketi tarihi üzerine
çalıştığıını ve buna bağlı olarak işçi eylemleri üzerine öykü, roman ve şiir
yazanları da araştırdığıını bilen Abidin Aygen'den defalarca söz etti. O an­
lattı ben dinledim. Ve dünya kadar şey öğrendim. Bunların bir bölümünü
sizinle paylaşmak isterim:

Aygen'in en çok bilinen yapıtı Toprak Kokusu'dur. Abidin bu yapıtı


övdü ve daha ilginci Aygen'in bu eserini nasıl hazırladığını da an­
lattı. Aygen o günlerde Adana'da yayınlanan "Yeni Adana gazete­
sinde gazetecidir. Toprak ağalarını uzun uzun dinleyerek, notlar
alarak çok ciddi bir ön çalışma gerçekleştiriyor. Sonra oturup kita­
bını kaleme alıyor."

Kitap 1944'te yayınlandı. Ve yayınlanır yayınlanmaz toplatıldı. Ba­


kanlar Kurulu kararıyla. Elbette toprak ağalarının o günkü tek parti CHP ve
iktidarı üzerindeki etkisi belirleyici oldu.

ABi D i N D i N O 1 75
Abidin'in Kel isimli piyesinin başına da aynı şeyler geldi. Birazdan
göreceğiz.
Toprak Kokusu o yıllardaki topraksız köylülerin yaşamını, sorunlarını
dile getiren bir eser. Irgatlann çalışma, geçinme, aslında geçinememe dertleri­
ni sergiliyor. Hastalıklada mücadelelerini anlatıyor. Bir süre sonra geniş boyut­
larıyla ortaya çıkacak olan köylü romanlannın habercisidir bu kitap. Çukurova
emekçilerinin, ırgatlannın çaresizliği, yalnızlığı aktarılıyor, en çarpıcı biçimiyle.
(Kitap 2002'de Örgün Yayınevi tarafından okuyucularına yeniden sunuldu.)
Reşat Enis Aygen o yılların en iyi yazarlarından biridir. Abidin'in
1940 başlarında katkıda bulunduğu Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde öy­
küleri yayınlandı örneğin. Abidin'in Adana'dan önce ismini bildiği biridir
Aygen. 193o'da Kılıcımı Sürüyorum isimli öykü kitabından sonra birçok ki­
tap yayınladı: Kanun Namına (1932), Gong Vurdu (1933), Gece Konuştu
(1935), Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1939) ve nihayet 1 944'te adı andı­
ğımız kitabı. Daha sonra da başka kitaplar yayınladı Aygen ... 1968 tarihli
San İt birçok kaynakta "ilk işçi romanı" olarak tanıtılıyor.
Aygen'in gazetecilik ve yazarlık alanında Abidin'e ne tür bir katkısı
veya yardımı oldu sorusuna şu yanıtı vermek olası. Gazetecilik mesleğinin
getirdiği sıkı bir gözlemcilik yeteneği. Abidin'de bundan bol miktarda var.
Ressamdır Abidin ve bakmasını, görmesini, seyretmesini çok iyi bilir.
Çetin Altan "Abidin Dino" başlıklı yazısında (Sabah 14(?) Aralık 1994)
şu satırlan yazıyor: "Ben, Abidin Dino'nun adını, lisede Yeni Adam dergisine
ilk yazılarımı yazarken Baltacıoğlu'nun arşivinden çıkma birkaç desenle tanı­
mıştım. Bir tanesi sanırım Reşat Enis'in profilden çizilmiş bir portresiydi."
Eh bakıp görmesini bilen adam çizmesini de bilen adamdır.
Abidin'in Aygen'de beğendiği bir nokta daha var. Onun kişileri­
nin/kahramanlarının çok canlı ve bizden oluşu, canlı halk dilinden fayda­
lanmasını bilmesidir. Evet, daha önce vurgulama olanağını bulduğum gibi,
Abidin de kahramanlarını" kendi ağızları," "kendi dilleri"ile konuşturur.
Abidin bu bağlamda "köylü sözlerini mümkün mertebe kendi li­
sanları ile düşünüp, yazan" Ebubekir Hazım Tepeyran'dan, Mahmut Yesa­
ri'den ve nihayet Reşat Enis Aygen'den gelen ve bizzat kendisinin de iyi bi­
çimde kullandığı her kahramanı kendi diliyle, şivesiyle, sözcükleri telafuz

SONRA ADANA
etme tarzıyla konuşturma üslubunu sürdürdü. Bunun en güzel örneğini
Kel'de görüyoruz.
Kel'in de yayınlanır yayınlanmaz Bakanlar Kurulu kararıyla hemen
toplatıldığını biliyoruz.

"KiTAP DEDİGİN OKUN-MA-MAK İÇİNDİRı"


Reşat Enis'in eserinin başına gelenler Abidin'in yapıtının da başına
geliyor. Abidin kitabının yasaklanması ve toplanlması üzerine yeğeni Ra­
sih Nuri ileri'ye bir mektup yazıyor. Mektubunda "kahramanlarını" konuş­
turuyor Abidin. Bu vesileyle kitabının toplam beş yüz adet hasıldığını öeğ­
reniyoruz. Düşünebiliyor musunuz? O yıllarda yirmi milyonluk nüfusa sa­
hip bir ülkede beş yüz adet kitabın yaratabileceği "tahribatı"? Aman aman
el aman!!! Hükümet ne güne duruyor be bilader! (Yazımda hata yoktur.)
R. N. İleri'nin Ocak 1994'te Toplumsal Tarih'te tıpkı basımını ya­
yınladığı Abidin mektubunu deşifre ederek buraya alıyorum. Deşifre ede­
rek diyorum, çünkü Abidin'in o hep bildiğimiz, hat ve resim çizgileri ara­
sında gidip gelen bazen gidip bir daha gele(e)meyen sözcüklerini, harfleri­
ni her zaman bulmak, yakalamak(!), hizaya çekmek na-mümkün! Ama de­
nemeye de değer hani. Buyrun:
"Rasihcim
Seni bermutad zahmete sokacağım.
Bizim 'kel' hey'eti vekile (Bakanlar Kurulu) kararı ile aforoz edildi,
yani toplattırılıyor.
Sende bulunan -arta kalan- nüshaları gelip isteyecekler, verirsin.
Kitapçılarda bulunanlar da dahil (altını çizen Abidin'dir. MŞG) sen-
de � (altı çizili) kitap olacak. Hesabını yaptık.
42 kitapla soo oluyor. Diğerlerinin toplattmlması zaten bitmiş olmalı.
Bu mes'ele hakkında Ali bey fikrini söylesin:
Ali- Kitap dediğiniz okumamak içindir.
Aktar- Efendim, malum, çok isabet.
Mütekait- Osmanlı bahisnameler dergisinde bile bendeniz ...
Selim- Cemiyeti Akvam bir eserimi -dolayısıyla- toplatmıştı, hala
acının ...

An i D i N DiNO
Berber- Roman mı açık saçık mı?
Selim- Eroin, kar beyaz eroin, Balat'ta ocak kurmuştuk, göz nuru
döktük, boru değil, hala acının, Komsere dedim ki, bu tastamam beyaz ero­
in, hile yok, nefasettendir, erbabının fikrini dinlemeden vermesin buyu­
run, bir nebzecik. ..
Erbabına gittikten sonra insan acımaz. Burun lazım, malumunuz
büyük burun lazım ...
Berber- Komser ne dedi?
Selim- Hatırın için Selim bey dedi, gönlünü kırmak istemem ...
Ali-Kitap dediğin okumamak içindir.
(Bundan sonra Abidin'in bir işareti var, vs. gibi okumak mümkün.
Ama başka bir şey de olabilir: Kimbilir belki orak-çekiç işaretidir. Komünist
adam kardeşim her şey beklenir! !!)
Gözlerinden öperim.
Biz iyiyiz.
Abidin Dino."
İmzasını Abidin değil Abitdin Dino biçiminde atıyor. Abidin'de adet­
tir. Ciddi işlerinde bu imzayı kullanır. Arif olan anlar. Abidin olmayan da!
Kitabı yasaklanan toplattmlan Abidin'in tiyatroya ilgisi azalmadı.
Arttı. Adana'da zamanının elverdiği ölçüde tiyatro ile ilgilendi. Hatta kimi
tiyatro çalışmaları bile gerçekleştirdi. A 'dan Z'ye Abidin Dino'da yazıldığına
göre, "Adana Halkevinde, halk oyunlarından esinlenen bir yöntemle, bir ti­
yatro grubu oluşturdu. Toros eteklerinde, köylülerle birlikte, Sıtmalı Adam
isimli bir oyun denedi. Bu kez de 'fazla etkili' olduğu gerekçesiyle grup da­
ğıtıldı," (s. 23 ve 284.)
Bu bilgiler dışında Abidin'in Adana'daki tiyatro çalışmaları üzerine
bu bilgilerden başkası yok. Yazık. Mutlaka araştırılması gereken bir konu.
Belki Abidin'in kağıtları arasında bu konuda bir şeyler bulunabilir. Kimbi­
lir? Abidin bu, belki birkaç sayfa bir şeyler çiziktirmiştir bu konuda.
Ah! Adana! Ah! Sivrisinekler nefes aldırtmıyor bu kentte.
"Evlerin damlarına kadar yükselen pamuk balyalarını taşıyan kağnı­
ların iniltisi, geceleri saatlerce Abidin Paşa Caddesi'ni dolduruyor. Dur­
maksızın geçen pamuk balyalarının, bu sıcağın altında toplandığına inan-

SON RA ADANA
mak olası değil..." Güzin işte böyle anlahyor Çukurova sıcağını, sivsinek
saldırısını, sıtmayı, bataklıkları ...

ADANA'DA S ENARYO YAZMAK


Abidin gazeteciliğini sürdürüyor. Daha ne kadar zaman için de­
mek gerekiyor. Korkumdan. Çünkü iyi saatte olsunların ne yapacaklarını
önceden bilmek, tahmin etmek olası değil. Yazarlığı engellendi. Piyesi
toplatıldı. Tiyatro yönetmesi de. O zaman ne kalıyor. Film çekmek. Ola­
nakları nereden ve nasıl bulacaksınız? Bu biraz sonraki iş diyelim. Daha
önce senaryo yazmak gerek. SSCB'de sinemada bin bir iş yapmış Abidin
için kolay. Senaryo yazılacak. SSCB'den ayrıldığından beri sinemada ça­
lışma olanağı bulamadı. Rahat bıraktılar mı? Adana'da senaryo yazarak
sinema alanına yeniden dönmek için adım atmış olacak. Hem bir aydın
olarak Adana'ya, Adanalılara ve giderek ülke okurlarına bir şeyler iletmek
istiyor Abidin.
Abidin'in Yeditepe öyküleri adı altında 1930/ların başlarında ve son­
larında yayınladığı öykülerinin neredeyse her biri birer senaryodur bana
kalırsa. Bir okuyun bana hak vereceksiniz mutlaka. Her sahr bir görüntü
olarak canlanıyor çünkü gözlerimizin önünde. Bir tesadüf olmamalı bu öy­
küler aynı adla bir kitap olarak 2002'de yayınlanınca, "ek" olarak Abidin'in
"üç kısa film öyküsü"ne, yani senaryosuna da yer veriliyor. Bu senaryoların
"kısa" olmalarının nedeni, Abidin'in onları ya tam anlamıyla bitirememiş
veya sadece birer tasarı biçiminde bırakmış olmasıyla ilgili olabilir. Ama yi­
ne çok hoş. Bu senaryolar şunlardır:
Balıkpazarlı Sineğin İnanılmaz Serüveni,
Konserve Kutusu (A 'dan Z'ye Abidin Dino 'da Rakı Şişesiyle Konserve
Kutusu),
Köpek-Köpoğlu Köpekler.
İstanbul kokuludur bu senaryolar. Adana yıllarında da Abidin'in se­
naryolar yazdığım biliyoruz. Daha önce kendi araşhrma, gözlem ve inceleme­
lerine dayanarak kaleme aldığı Toros Destanı isimli senaryosundan söz ettim.
1 943 veya 1944'te yazıldığını sanıyorum. Abidin bu senaryosundan değişik
sohbet ve söyleşilerimizde bahsetti. Aynı zamanda 18 Eylül 1962 tarihli Ön-

ABi D i N D i N O 1 79
cü gazetesinde yayınlanan " Savaşta imece" başlıklı makalesinde senaryosunu
kısmen anlahyor. Güzin'in şu sözlerine de yer vermeliyim burada: "Abidin
Toros Destanı'nın başına gelenlerden çok üzülmüştü. Çünkü çok önem ver­
mişti o işe."
Abidin'in Adana'da Su Destanı isimli bir sanaryo yazdığım da bi­
liyoruz.

"Su DESTANI"
1943'te Adana'da DSİ ( Devlet Su İşleri) müdürü olarak çalışan,
daha sonhra D S İ genel müdürlüğü görevini üstlenen ve nihayet emekli­
liğini yaşayan Hikmet Turat'ın, yıllar sonra, D S İ Genel Müdür Vekili
Neşet Akmandor'a gönderdiği mektuptan birkaç satırı aktarmak istiyo­
rum: " 1943 senesinde, su işlerinin memleket tarih ve ekonomi sahasın­
daki hakiki değeri bilİnınediği bir devirde, Adana'da su işleri müdürü
olarak çalışıyordum. Su mevzuları üzerindeki çalışmalarımızı bir mem­
leket davası haline getirmek ve umumi efkara mal etmek üzere . . . bir de
film çevirmek kararına vardık ve o devirde Adana'da bulunan ( Sanırsı­
nız ki Abidin tesadüfen veya Paşa Dede'sinin keyfi öyle istediği için Ada­
na' da. İnsanlar sürgün olmasını ona o kadar yakıştıramıyorlar ki bu söz­
cüğü, ağızlarına almak bile istemiyorlar. M Ş G) ressam ve şair ( Ben vur­
guluyorum. Hem Abidin'in şair olduğunu anlayan birinin daha çıkmış
olması nedeniyle. Hem de belki adı geçen Abidin ile ağabeyi Arifi karış­
tırmış olabilir diye dikkatinizi çekmek için. M Ş G) Abidin Dino bu dile­
ğimi yerine getirerek. .. Su Destanı'"nı yazıyor. Hikmet Turat mektubu­
nu şu biçimde bitiriyor: " Kuraklığı dile getirmesi bakımından enteresan
olan bu destanın DSİ Bülteni 'nde yer almasına müsaade ederseniz
memnun olacağım."
Ve Abidin'in senaryosu A'dan Z'ye Abidin Dino 'da belirtilcliğine gö­
re, yazılmasından "r8 yıl sonra," yani rg6r'de DSİ Aylık Haber Bülteni 'nde
yayınlandı.
Başlığı şöyle: Su destanı. Altında -senaryo- yazılı. Başlığın sağında
"Yazan: Abidin Dino" okunuyor.
Senaryodan birkaç alınh yapalım mı?

ı8 o SONRA ADANA
Çukurova
Toros eteğinden
Deryaya kadar yayılır.
Bu toprağın derdi iki:
Kuraklık ve sel.
Kuraklık olur, RAfiK Nqı!:r .UMA ..'liO.

itin bile dili u a ı IJMtlll M&ıot:. vaıu

Bir karış sarkmıştır. \fll �_..... .. ... 1.!-llılW• ""'""lıtl""


l uı.- 111 ........ .
.-.......
..

Hikaye anlatılınaya değer. ....... ......t .,........ , .... .... ..... 1'.... ıtı• ...... ....... .... �
,........ !1• ıın•"'"-•• �ı�-.,...w .. ..,.....,., _... .., ""....-' ••-u ,.,._
.,.. •••�tıı ,.• -vw .aıa..,. •-• ,,..,.. •""' ıraw-nt •ro ....., ....,...._
İşte nehir. ... ,....,. ..... ....... . � ... ........_ ....,.,.. .....�. ... Ml' ..
,.... ,.... � ........_.. .... .. u o -�·.. �· ....... ...... "
Çay, ırmak derken ...r 4"-..._ ,..... , IN ....... lfttH f41tlntft .,.._. ..,.� .....,..,...
... o..ıa-:ı ı .. ....... ···-- ._...,. .... ...._. ...... .. . ......

Nehir. - -.. ... ....� . ...ı w. ..,,.. ,..,.... cn• ı ı ,.....,


... ....... ...�. ..- ......__
._. ..... ......

Sular kol kol toplanır.


,...... ,,.. ı:"'- .....
Sular akar, ·- -

Türlü topraklardan geçer.


İnsan zekası işe s ll U R S T i\ N 1
Başlamıştır. SOlA-RTO

Barajın projesi. ,_
....... IIINU

Ve işte kağıttan toprağa geçiş. Çukuıvn

Arnele ve mühendis. daıı )'lıY• ...... )'aYlin'.

Toprak işi Mı.l .....


. ...... da41. llıd ;
Kuralailk -... ..a.
Su işi ıcauk••• ohar ;
ıu. btiO diU
Biri erkek bir ıı.u.ı o.-.ıır.

Bir dişi.
Beton Abidin Dino'nun DSi Aylık Haber Bülteni'nde
Baraj yayınlanan Su Destanı senaryosu.
Ve tahliye kanalları,
Bereketin kalbi ve damarı var.
Kan kalpten geçer,
Damar tevzi eder (dağıtırfpaylaştı­
rır) onu.
Çukurova'nın kanı sudur.
Damarı kanal."

ABi D i N D i N O ı 8ı
işte size senaryo. Şiir gibi yazılmış, dizilmiş. Hikmet Turat'ın Abi­
din' e "ressam ve şair" sıfatıarını birlikte neden uygun bulduğunu şimdi da­
ha iyi anlıyoruz. Abidin'in Yeditepe Öyküleri döneminde ve sonrasında da
şiirler yazdığım biliyoruz. Örneklerini daha önce sundum.

YENİ BiR DERGi: YARATILIŞ


I9 Ağustos I944'te İskenderun'u "ziyaret eden" ilk ABD gemisin­
den sonra "Hürriyet"in de gelmesi bekleniyordu. Ama "Hürriyet" maalesef
gel(e)medi. Ama ilginç şeyler yaşandı o günlerde.
2 Eylülde Türkiye'deki Nazi Almanya diplomatları, büyükelçilikteki
ve konsolosluklarındaki memurları ile işe başlandı. Önce Büyükelçi Von
Papen "diplomatik kurallara uygun bir şekilde kendisine tahsis edilen özel
bir vagonla Edirne sınırına kadar götürüldü. Ve sınırdışı edildi.
Büyükelçilikteki memurlar da on gün sonra topluca bir trene bindi­
rilip sınırdışı edildiler.
Daha sonra Türkiye'de "memurluk dışında çalışan Alman Devleti va­
tandaşlan"na, "Ülkenize dönmek istiyor musunuz?" sorusu soruldu. Büyük
kısmı dönmek istemedi. O zaman pek ünlü sürgün mekanlan Çorum, Yoz­
gat ve Kırşehir'e götürüldüler. Ve savaşın resmi bitiş tarihine kadar orada gö­
zaltında tutuldular. Kentten izinsiz çıkmaları yasaktı. Ancak yaşamlarını bel­
li bir düzeyde sürdürme olanağı buldular. (Alınanların bu kentlerdeki yaşam­
lan konusunda Altan Öymen'in kitabında ilginç bilgiler bulunuyor, s. 450.)
7 Eylül I944'te İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi 23 ırkçı ve "turan­
cı"ya "hükümet darbesi hazırlamak" suçlamasıyla dava açtı. Duruşmalar
29 Mart I945'e dek sürdü. Birçok hapis cezasıyla sonuçlandı. Ancak Aske­
ri Yargıtay bu kararı bozdu ve "sanıkların hemen salıverilmeleri" emri gel­
di. Bunun üzerine İstanbul I Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde du­
ruşmalara yeniden başlandı... 3I Martı I948'de bütün sanıkların aklanma­
sı kararı alındı. Bu şekilde üç yıldan fazla bir zaman süresince kamuoyu bu
davayı ve değişik safhalarını izledi... Böylece hükümet ve CHP ırkçılar, "tu­
rancılar" ve Nazi yanlıları ile güya hesaplaşmasını yaptı.
I Kasım I944'te Cumhurbaşkanı İsmet İnönü TBMM'yi açış konu­
sında aynen şunları söyledi: "Büyük komşumuz Sovyet İttihadı (Birliği) ile

ı 82 SON RA ADANA
münasebetlerimiz, yürüdüğünü karşılıklı olarak tanıdğımız ileri muahe­
delerin hükümleri içinde ve dost mahiyettedir."
Böylece S SCB'ye zeytin dalı uzatılıyordu. Bu nutuk, ülkede demok­
rasiye ve "hürriyet"e gidişi güçlendirecek, hızlandıracak bir adım gibi de­
ğerlendirildi. Algılandı. Bu gidişin kısa ömürlü olacağını bil(e)meden, hem
nasıl bilebilirlerdi ki, aydınlar, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, gençler, şa­
irler yayın faaliyetlerine yeni bir ivme kazandırmak için harekete geçtiler.
23 Kasım 1944'te Yaratılış dergisinin yayın hayatına başlaması bu
bağlamda anlaşılmalıdır. Öte yandan herkes faşizm ve Nazizmin bir daha
gelmeyecek biçimde tarihe kanştığına inanıyordu. Eh! demokrasi bütün ül­
kelerde kazanırken bizde de kazanmaması için hiçbir neden yoktu?
On beş günlük derginin sahibi Mürsel Kalyoncu, yazı işleri müdü­
rü Kenan Kutay. Şair ve yazarları arasında bildik birçok isim bulunuyor:
Oktay Rifat, Cahit Sıtkı Tarancı, Bedri Rahmi, Fazıl Hüsnü, Cahit Külebi,
Behçet Necatigil, Salalı BirseL Oktay Akbal'da yazarlar arasında. Orhan
Kemal'in "Balık" isimli öyküsü beşinci sayıda yayınlandı. Dergi dokuz sa­
yı sonra ı Mart 1945'te yayına son vermek zorunda kaldı. Çünkü Sıkıyöne­
tim hala yürürlükteyciL " Rus korkusu" ve korkudan daha çok paranoyası
hala hakimdi egemen çevrelerde. Türkiye'de anlaşılan "demokrasiye doğru
gidiş" düz, açık bir çizgi izleyemeyecekti. Yazık!
2 Aralık 1944'te Alman "bankalarının" ve "sigorta şirketlerinin"
bütün faaliyetleri "her türlü casusluk işlerine" bulaştıkları ve başka bir dizi
gerekçeyle durduruldu.
ı8 Aralık 1944'te Le Monde (Dünya) gazetesinin ilk sayısı yayınlandı.
Huibert Beuve-Mery'inin yönetimindeki gazetenin fiyatı 3 Franktı. Günde
14o.ooo adet basılıyordu. Daha sonra çok tutacak gazete, o günlerin " güçlü
adamı," " Fransa'nın kurtarıcısı," "En büyük direnişçi" General Charles de
Gaulle'ün arzusu ve ısran üzerine yayınlandı. Amacı çok basitti: " Fransa'nın
çıkarlarını savunmak ve dünyaya bakışını yaymak." ilk yıllannda gazete Dı­
şişleri Bakanlığına bağlı olarak yayın yaptı, çalıştı. Fakat zaman içinde ve özel­
likle sömürgelerdeki bağımsızlık mücadeleleri sırasında, gazete, hükümet­
lerden daha bağımsız tavır takındı, biraz daha farklı bir çizgi izledi ve bağım­
sızlığını giderek genişletti. Abidin, Parisli yıllannda hem bu gazeteye katkıda

ABi D i N D i N O
bulundu, hem birçok gazetecisi ile, örneğin Türkiye'de epey tanınan Eric Ro­
uleau ile, çok yakın ve dostça ilişkiler kurdu. Onların ülkemizin sorunlarını
daha iyi tanımalarını sağladı. Neredeyse zaman zaman onlara bilgi verdi. He­
le Türkiye'de "önemli siyasi olayların" öncesi, esnası ve sonrasında. Özellik­
le 27 Mayıs 1960 darbesi öncesi ve izleyen günlerde...

31 ARALIK 1 944: ADANA'DA Ş E H İ R KuLÜBÜNDE


ABiDiN DANS EDiYOR Güzi N'LE
Adana yeni yıla hazırlanıyor. Yepyeni giysileriyle. Daha az sıcak
kent. Sıtma korkusu sanki uzaktaşmış gibi. Havada umut bulutları. Özgür­
lük şarkılan ağızlarda. Kent biraz rahatlamış belli. Güzin kitabında bakın
neler yazıyor: "Adana' da çok önemli bir olay, ilk kez hanımların yılbaşı ge­
cesini, eşleriyle, Şehir Kulübünde geçirmeleri..."
Gerçi Güzin kitabında "Yıl: 1943" notunu koymuş, ama değişik konuş­
malanmızda bu olayın 1944'ü 1945'e bağlayan gece geçtiği ortaya çıktı. Bura­
da bu düzeltmeyi yapabilirim artık. Şimdi gelin sonrasını okuyalım birlikte:
"Kulübün oyun salonuna sofralar kurulmuş, her sofranın etrafına
da karı koca ve yetişkin genç kızlar, delikanlılar, giyinip kuşanıp, süslü püs­
lü, kibar kibar oturmuşlar ... Herkes kendi masasında eğleniyor, dans bile
ediliyor. Ancak karı koca birbirleriyle, kimse kimsenin eşini dansa davet et­
meyi aklından geçirmiyor. Garsonların arasında çok saygılı bir hava esiyor.
Arnavut emektar Malo gözyaşlarını siliyor, yirmi yıl hizmet ettiği Rasih Be­
yin oğlu Abidin, hanımını, onun gözleri önünde, koliarına almış dans edi­
yor. 'Eftehar ediyorum' diyor Malo gururla."
Güzin'le n Mart 2004'te o geceyi konuştuk.
MŞG: Abidin Paşa'nın Adana valisiyken, bugün Arnavutluk dediği­
miz ülkeden, o yıllar için herhalde Epir demek daha yerinde olacak, çok sayı­
da "Arnavut muhafız" getirdiğini biliyoruz. Malo onların torunlanndan mı?
GD: Olabilir.
MŞG: Siz sadece Abidin'le mi dans ettiniz?
GD: O gece ilk kez böyle herkesin katıldığı bir gecede Beyler Hanım­
lanyla dans ettiler. Ben Abidin'le, bir de Ahmet'le dans ettim. Evet Ahmet
Dino o gece bizimleydi. Ahmet çok kibar insandı. Hiç unutamam Adana'ya

SON RA ADANA
vardığı bir sefer, ertesi sabah hemen eve bir kasa kaysı göndermişti. Üstün­
de "Ahmet tarafından hediye" yazılı bir kasa. Düşünebiliyor musunuz? Ah­
met yılbaşı gecesine tek başına katıldı. O günlerde kimsesi yoktu. Otelde ya­
tıyor, Şehir Kulübünden çıkmıyordu. Ve o gece onun da katıldığı o yılba­
şı gecesi Adana'da ilk defa böylesine hoş bir ortamda yaşandı. Unutulamaz.
" Bembeyaz Toros duvarının dibine yayılmış Çukurova'da kış, rutu­
betli, yağmurlu. Kentin dolaylarında çakalların ulumasıyla, savaştan ötürü
karartmasıyla, trenlerin geceleri sanki daha tiz, daha acı düdük sesleriyle"
Adana ve insanları 1 945 yılına böyle girdiler. Birazcık şenlik. Onca dert, be­
la, koşturmaca, sıtma, sıcak, baskı ve zulümden sonra veya onlarla birlikte
veya onlara rağmen sanki birkaç saatlik bir mola. Birazcık şenlik. Çok gö­
rülmesin.
Ocak 1 945'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri Genel­
kurmay Başkanlığının değişmez ismi Mareşal Fevzi Çakmak görevinden
alındı. Zorunlu olarak emekliye ayrıldı. Tutuculuğuyla ünlü Çakmak'ın gö­
revinden alınması otoriter devlet yanlılarına vurulmuş bir darbe ve demok­
rasi yönünde atılmış yeni bir adım olarak yorumlandı. Ancak Çakmak bu­
nu hiç hazmedemedi. Ve bunun sorumlusu olarak gördüğü İsmet İnö­
nü'ye karşı kini gittikçe arttı. "Kendisine bunu nasıl reva görmüştü?"
Bu kin, dönemin siyasi ortamını daha çok gerecek olan bir dizi ola­
ya yol açtı. Çakmak son derece garip, zaman zaman birbiriyle çelişen işle­
re kalkıştı. Hatta bir ara "İnsan hakları savunucusu, barış yanlısı ve demok­
rasi hayranı" bir siyasetçi havası bile verdi(!) Hayret!
Onun yerine genç ve dinamik olduğu söylenen 51 yaşındaki orgeneral
Kazım Orbay atandı. Ancak oğlu Haşmet Orbay'ın Ankara'nın ünlü doktoru
Neşet Naci Arzan'ı öldürdüğünün ortaya çıkması üzerine görevinden, iki bu­
çuk yıl sonra, ayrılmak zorunda kaldı. Bu cinayet Ankara'nın otoriter valisi
Nevzat Tandoğan'ın intihanna neden olması açısından da önem kazandı. Ve o
günlerdeki siyasi ortamın daha dengesiz bir biçim almasında da rol oynadı.
Ancak ne olursa olsun, Ocak 1945'te, cumhurbaşkanının isteğiyle,
askeri hiyerarşideki değişiklik bir yerde İsmet İnönü'nün kendine özgü ve
son derece ihtiyatlı "yenileşmefyenileştirme," CHP ve devlet katdrolarım
"gençleştirme" arzusunun işaretlerinden biriydi. Bütün otoriter, askeri dik-

ABi D i N D i N O ı 85
tatörlüklerle yönetilen, faşist, faşizan, Nazi vejveya Nazi yanlısı devletler
tuzla buz olurken CHP'nin Tek-Parti-Devlet yönetiminin de kendisine çeki
düzen vermesi dayatılıyordu çünkü. Ancak İnönü o bilinen bir adım ileri iki
adım geri yöntemiyle CHP ve devlet bünyesindeki "gençleştirmeyi" asla ger­
çekleştiremedi.
Fakat savaşın seyrine uygun düzenlemeler yapılıyordu. Örneğin, 13
Ocak 1 945'te, Boğazlar Müttefiklere açıldı. Böylece Müttefiklerin hem Al­
man savaş gemileri ile hem de bölgede kalan Alman askerleriyle mücade­
leyi sürdürmeleri mümkün olacaktı. Ayrıca S SCB'ye yardım iletmeleri ko­
laylaşacaktı.

WHITIEMORE'IA ADANA'DA
Abidin'in, 193o'ların başında Ayasofya taraflarında tanıştığı ve da­
ha sonra yollarının değişik kez kesiştiği ABD'li Whittemore, Adana'da Abi­
din ve Güzin'i buldu. Güzin bana şunları anlattı:

"Whittemore, Adana'ya resmi çağrılı olarak geldi. Bir konferans


vermek üzere. Gelmeden önce bize yazdı, belki de telefon etti 'Ben
doğrudan doğruya size geleyim' diye. ille bize gelmek, bizim evde
kalmak istiyor. Biz Adana'daki ikinci evimizdeyiz o sıralarda. Abi­
din Paşa Caddesi'ndeki o şangur şungur evde oturuyoruz. Oysa
Whittemore o sırada Yeniköy iskelesi'nden Tarabya'ya doğru gi­
derken Boğaziçi'ne tepelerden bakan en şık İngiliz evlerinden bi­
rinde oturuyor. Orada misafir olarak oturuyor. İstanbul'da araştır­
malarını sürdürüyor. Abidin sürgüne gönderilince olayla ilgilen­
miş, beni birkaç kez aramış, birkaç kez görüşmüşüz; olup-bitenler­
le ilgilenen sevimli bir insan. Evi ise süper lüks. Dünya düzeyinde
süper lüks bir ev, lütfen dikkat buyurunuz. Kendisi yaşlı ve sevim­
li bir Amerikalı. Örneğin temiz ve kaliteli, fakat diyelim yakasının
altındaki bir yırtık, bir delik örülmüş bir gömlek giyiyor. Eskimiş
ama kaliteli bir ceket de cabası. Çok şık. Basit ve şık. Rahat. Çok ra­
hat. Çok yaşlı. Bizim yanımızda sevimli bir ihtiyar. Adana'ya geldi­
ğinde bizde kalmasının mümkün olmayacağını anlatana kadar

ı86 SON RA ADANA


epey zorluk çektik. Valiliğin davetiisi olarak zaten en iyi şekilde
karşılandı, ağırlandı, en iyi mekanda misafir ediliyor. Adana'ya ge­
lir gelmez bizi hemen buldu. Bir araya gelir gelmez tutturdu: 'Abi­
din konferansımı İngilizceden Türkçeye siz çevirin' diyor. Abidin
çok iyi İngilizce biliyor ya, ille çeviriyi Abidin yapmalı ki söyleye­
cekleri en iyi biçimde dinleyenlere ulaşabilsin. Abidin ise ona
'Aman nasıl olur, ben burada sürgünüm, öyle vali ve benzeri bir
dizi resmi kişilerin önünde vereceğiniz konferansta çevirmenlik
yapamam, kusura bakmayın, çünkü bu hiç uygun olmaz,' filan de­
yip onu ikna etti. Epey uğraştıktan sonra. O zaman profesör ' Peki,
dedi, ama iki şartla: Bir, konferansıma geleceksiniz. İki, resmi çe­
virmenin kötü veya yanlış çevirdiğini fark ederseniz bana işaret ve­
receksiniz. Peki dedik ve bu arada bu 'işaret işi' için de bir tür 'te­
lefon' saptadık. Kibarca kaş, göz, el ve kol hareketlerinden oluşan.
Neyse konferansına gittik. Çok güzel geçti. Maalesef konusunu ha­
tırlayamıyorum. Neyse; ille bizim kaldığımız evi görmek istediğini
ısrarla belirtince, evimize davet ettik. Abidin Paşa Caddesi'ndeki o
meşhur evimize geldik. Derme çatma marangoz merdiveninden
üst kata çıktık. Alt katta her zamanki gibi bakkalımız var. Geceleri
meyhane havasına bürünen, bol gürültülü. Çıktık, önce ufacık bir
platform, karşıda bir oda var, bir de böyle solda, bir de orada bir
boşluk var, banyo, duş falan filan (Gülüyor Güzin) . Dış kapımız
çengelle kapatılıyor filan fıstık (Gülmekten Güzin ve ben kırılıyo­
ruz) . Ama işe bakın siz Whittemore bayıldı evimize. Ve tutturdu
yine 'Ne olur ben bu odada yatayım.' (Katıla katıla gülüyoruz) .
Aman Whittemore canım Whittemore siz burada nasıl yatarsınız!
Mümkün değil! Falan filan neyse zor bela yine ikna ettik. Ve ak­
şam birlikte yemek yemeye karar verildi. N ehir kenarındaki lokan­
tamıza gittik. Üçümüz yine. Whittemore her zamanki gibi, yani
daha önce İstanbul'da bizi davet ettiği iyi ve şık lokantalarda yaptı­
ğı gibi, peynirieri özenle yıkadı, bilmemneleri yine özenlejbin bir
özenle temizledi ve yemekleri yedik. Çok hoş, çok müthiş bir
adamdı. Bembeyaz saçlarıyla, o güzelim giysileriyle.''

ABi D i N D i N O
ŞUBAT 1945
4-1 1 Şubat 1945'te " Üç Büyükler," Churchill, Roosevelt ve Stalin
Yalta'da buluştular. Dünya haritası yeniden çizildi. Avrupa paylaşıldı.
199o'ların başına kadar sürecek bir paylaşımdı bu. Kimi beklenmeyen, ki­
mi öngörülemeyen oluşurnlara rağmen, Avrupa, Afrika ve Asya'nın kade­
rini, o günlerde, orada, onlar çizdiler, belirlediler...
Artık Türkiye'ye "Mihver'e karşı Harbe girmek" kalıyordu. 2 3
Şubat 1 94 5'te nihayet Almanya Devleti'ne ve Japonya İmparatorluğu'na
karşı savaş ilan edildi. T B M M 'de "oybirliği ile" alınan kararın ilginç bir
eki var: "Türkiye'nin savaş haline o gün değil ı Mart 1945'te" gireceği
belirtiliyordu. Böylece Müttefikler'in Yalta'da belirlediği son gün sava­
şa girilmiş oluyordu. Altan Öymen'in vurguladığı gibi, "Böyle -bir haf­
ta sonrasına randevu verir gibi- bir savaş ilanı o vakte kadar pek (hatta
hiç. M ŞG) görülmemişti ama, Türkiye bununla, o kararı sadece San
Francisco Konferansı'na katılmak için aldığını, savaş ilan ettiği devlet­
lere karşı da vurgulamış oldu" (A. g. k., s. 452). Türkiye tedbiri elden bı­
rakmıyor, asla.
24 Şubat 1945 tarihli Cumhuriyet, birinci başlığını şöyle attı: "Mih­
vere karşı harbe girdik Millet Meclisi dünkü tarihi toplantısında Almanya
ile Japonya'ya ilanıharb kararını oybirliğiyle verdi." Sonra şunu ekliyor:
"Birleşmiş Milletler beyannamesine katıldık, San Francisco dünya nizarnı
konferansına gideceğiz."
25 Şubatta Türkiye Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler Paktı'nı imzaladı.
Aynı günlerde basın dünyasında bile, gelişmelere uygun, de­
mokrasi rüzgarları esmeye başladı. CHP'nin resmi organı Ulus, yanın­
da Vatan ve hatta savaş yıllarında Nazi Almanya' sını destekleyen Cum­
huriyet "demokrasi havarisi" kesildiler. Evet "demokrasiye doğru" gidi­
yorduk. Amaç "çok partili demokrasi"ydi. Ne güzel. Siyasal ortamda gö­
receli bir özgürlük, savaşın yükünü çeken emekçilerin ve işçilerin ko­
runması için kimi sosyal güvenlik tedbirlerinin alınması, Çalışma B a­
kanlığının kurulması güzel şeylerdi. Ama niyet ve ilk yapılanlar güzel
de olsa yılların, yüzyılların devlet alışkanlıkları maalesef bir günden er­
tesine değişmiyordu.

ı88 SO N RA ADANA
Abidin bıyıklı.
A�zında (yine!) cigara.
A�acın yanında
"çok zavallı bir çocuk" var.
Abidin hüzünlü.
M . Ş e lı m u s G ü z e l Koleksiyonu

ADANA'DA B i R ZiYARETÇi DAHA


Sabahattin Eyüboğlu'nun 26 Şubat 1945 tarihinde o sırada İstanbul'da
bulunan kardeşi Bedri Eyüboğlu'na yazdığı mektuptan Sabahattin Rahmi Eyü­
boğlu'nun Şubat ayı ortasında Adana'ya gittiğini, orada Orhan Kemal ve Arif
Dino ile karşılaştığını, sohbet ettiğini öğreniyoruz. Bu arada Bedri Rahmi'nin
Orhan Kemal'i "beğenmemesi"ne ilişkin birkaç satır da yazıyor. Şöyle:

"Orhan Kemal'in romanını pek beğenmemişsin. Bu roman gerçek­


ten Orhan Kemal'in ölçüsü değil ama senin de herhalde yalnız ku­
surları göreceğİn tutmuş. Adana'da kendisini tanıdım. Bana yayınla­
madığı romanlanndan saatlerce okudu. İnsanı hayran eden şeyleri
yok, ama çok iyi iş çıkarıyor. Bir türkü tutturmuş. Çalışmasına, işini
ciddiye almasına hayran oldum. U stasını utandırmayacak sanırım.
Nelere dayanarak ne konuştuğumu anlatırım. Orhan Kemal diye bir
adamın peydalı olduğu veya peydalı olmakta olduğu muhakkak."

Burada Orhan Kemal'in "ustası" diye anılan Nazım Hikmet'tir. Sa­


bahattin Eyüboğlu, Adana'da "doğru dürüst kilim" almak için de uğraşıyor.

ABi D i N D i N O
Ve bu konuda kendisine Arif Dino'nun yardımcı olduğunu yazıyor: "Olur
şey değil sana doğru dürüst kilim de bulamadım. İki tane getirebildim.
Hem pahalı, hem de yok. Birisini Arif Dino ile aldık. Birini de Mersin'de
buldum" (Kardeş Mektuplan, s. 2ı9-22ı).
Bu mektubu buraya aldım. Çünkü manidar bir mektup. Şöyle ki
Şubat ı94s'te Adana'ya giden Sabahattin Eyüboğlu Abidin ve Güzin'den
neden söz etmiyor? Oysa ikisini de hem çok iyi tanıyor hem çok seviyor.
Abidin askere götürülmüş olabilir mi? Sanmıyorum. Öyle olduğunu var­
saysak, o zaman Güzin'den neden söz etmiyor? Yaşar Kemal'den de bahis
yok. Aklıma şu geliyor hemen: Bu mektubun tarihi yanlışlıkla "26 Şubat
ı94s" yazılmış olabilir mi? Olabilir. Çünkü mektubun başında Sabahattin
Eyüboğlu "Bir haldeyim ki sorma. Fakülte işinden haber yok, Paris' ten ha­
ber yok. .. " diye yazıyor. Oysa ı94S başında bu tür sorunları bulunmuyordu.
Bu sorunlar "Tercüme Bürosu"ndan ayrılınca ı946'nın sonundan itibaren
ve özellikle ı947'de kendilerini dayattılar. Eyüboğlu ı947 başında Adana'ya
gittiyse Abidin ve Güzin'e rastlaması mümkün değildi. Çünkü her ikisi de
o tarihte Ankara'da.
Mektup işini uzattım. Ama belki işin doğrusunu bulmamıza yar­
dımcı olur bu sahrlar. Biz yine ı94S başına dönelim isterseniz:
Asya'da savaş sürüyor çünkü. Mart ı94s'te Japonya'yı teslime zor­
lamak için Tokyo bombalandı. ABD Hava Kuvvetlerinin yüzlerce B 29
bombardıman uçağı Tokyo'yu "yerle bir etti." Yüz binden çok insan yaşa­
mını yitirdi. "Uçan Kale" diye adlandırılan bu akıl almaz güçteki uçaklar
tonlarca bomba taşıyabiliyorlardı.

ıs MART ı94s: ANT ÇıKıYoR


ı93o'ların ve ı94o'ların sosyalist, komünist, ilerici gençleri, aydın
ve yazarları ıs Mart ı94s'te yeni bir dergi ile bir deneme daha yapmak iste­
diler. Ant yayma başladı. On beş günlük "düşün ve sanat" dergisi olarak ya­
yınlanan derginin "imtiyaz sahibi" Hakkı Bigeç, "neşriyat müdürü" Ulviye
Uysal'dır. Yazarları arasında birçok tanıdık isim bulunuyor: İlhan Başgöz,
Behice Boran, Nusret Hızır, Adnan Cemgil, Muvaffak Şeref, Hüsamettin
Bozok, Kemal Bilbaşar, Niyazi Berkes, Enver Gökçe, Necati Cumalı, Arif

SON RA ADANA
Barikat (Damar), İlhan Berk dikkat çekiyor. Derginin 7· sayısında Nusret
Hızır, Nazizmin Nietzsche'nin "üstün insan" kuramını kendisine nasıl
malzeme olarak kullandığım, Alman filozofun görüşünün "demokrasi
düşmanı bir rejime ideoloji olarak biçilmiş kaftan" gibi oturduğunu vurgu­
luyordu. Dergi sosyalist sanat görüşünü savundu. 1940 kuşağının savaşın
bitimine doğru antifaşist coşkularından kaynaklanan şiirlerine yer verildi.
Bu arada Fransa'nın ünlü şairi Aragon'un yapıtıarına da. Ayrıca halk ede­
biyahna ilişkin özgün araştırmalar da yayınlandı. 10 sayı yayınlandıktan
sonra Ağustos 1945'te yayınma son verdi.
Kimi kaynaklar Ant'ın TKP'nin emriyle Zeki Baştırnar yönetiminde
yayınlandığını ileri sürüyor; "gençlik hareketinin organı olarak."
Dönemin hükümeti bu tür yayın organlarına karşı sürekli şüpheci
tutumundan vazgeçmedi. Dahası, 19 Mart'ta S SCB Türkiye Cumhuriyeti
ile 17 Aralık 1925'te imzaladığı "Dostluk ve Tarafsızlık Paktı"nı bozduğunu
duyurunca; Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün eski ve yeni paranoyaları hü­
cum ettiler. Eh Stalin ve arkadaşlarının Türkiye'de demokrasinin gelmesi­
ni, yerleşmesini bekleyecek halleri de pek yoktu maalesef. Yıllardan beri şu
veya bu biçimde, hatta bazen doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yö­
neticilerine söylediklerini, bu kez bir notayla ilettiler: İki devlet arasındaki
ilişkilerin gözden geçirilmesi ve özellikle Boğazlar'dan geçiş konusunda
SSCB'ye kolaylıklar tanınmasını istediler. Daha ne olsun? Bu kadarı yetti
de arttı bile. İki devlet arasındaki ilişkiler fena halde gerildi. Bu gerginlik
yıllarca sürdü. Ve iç politikaya bir dizi saldırı, hapis furyaları, zulüm ile
yansıdı. Abidin Dino'nun apansız askere götürülmesinde bile bu gerginlik
rol oynadı.
Mart 1945'te Yunanistan'da iç savaş en dramatik biçimiyle devam
ediyordu. Ve komünistlerin iktidarı alması olasılığı konuşuluyordu.
12 Nisanda Roosevelt beyin kanaması sonucu ölünce yerini Baş­
kan Yardımcısı Truman aldı. Ve Stalin'e karşı daha farklı, daha sert bir
politikayı benimsedi. Roosevelt'in Stalin'le "iyi ve anlayışlı müttefik" yak­
laşımı son buldu. Böylece Avrupa ve Balkanlar'da daha müdahaleci yön­
temler geliştirildL O günlerde SSCB karşısında tek başına kalmamak ve
savaş sonrasında kurulmak üzere olan "yeni düzen" içinde tecrit edilmiş

ABi D i N D i N O 191
konumda bulunmamak için Türkiye Cumhuriyeti bu politikaya "balıkla­
ma daldı. "
25 Nisan 1 945'te San Francisco'daki "Birleşmiş Milletler Konferan­
sına katıldı. Toplam 47 devlet vardı. "H ür Dünya" içinde yer almak arzusu­
nu böylece belirtti. Aynı gün Leipzig'in so kilometre güneyinde Torgan'da
ABD ve SSCB askerleri karşılaştılar. Ve el sıkıştılar. Müttefik orduların bu
ikisi ilk kez karşılaşıyordular.
28 Nisan 1945'te Mussolini İtalyan Partizanları tarafından vurul­
du. Bir kabus sona eriyordu. Neredeyse tam bir ay sonra 30 Nisan'da sıra
Hitler'deydi. "Führer" j" Başbuğ" intihar etti. Bir kabus daha sona erdi.
Her biri arkalarında milyonlarca ölü bırakarak. Milyonlarca yaralı, sakat,
yetim, öksüz ve dul.
8 Mayıs 1945'te Nazi Almanya teslim oldu. Avrupa'da savaş sona
erdi. Bir harabeye dönmüş Berlin' e ilk giren SSCB askerleri orak-çekiçli kı­
zıl bayrağı en yüksek noktasına çektiler. Berlin'e doğru yarışı SSCB kazan­
dı. Ama sonrası başka bir hikayedir arhk.

MAYıs 1945: "DEMOKRAsi" GELiYoR


Ocak 1945'ten beri yaphklarıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasette,
iç siyasette "liberalleşmenin ilk belirtilerini" verdiği sonucuna varıldı. Dış
ilişkilerindeki yeni arayışları içinde artık tek parti yönetimiyle işleri sürdür­
menin imkansızlığı da belli oldu. Dolayısıyla "çok partili demokrasiye" ge­
çilmeliydi. Ama nasıl? Hangi tarzda?
19 Mayıs 1945'teki nutkuyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, son de­
rece ihtiyatlı bir biçimde ve dikkatli bir dil kullanarak "demokrasi yolunda
ilerleneceğini" belirtti. Bu yönde gösterilecek çabalara yeşil ışık yaktığını
duyumsattı. Erdal İnönü babasının nutkunun "artık demokrasiye hızlı
adımlarla geçileceğinin işaretlerini verdiğini yazıyor (A. g. k., s. ı67).
Ve bu kadarcık sözlü ve sözde liberalleşme gösterisi, umut ışıkları­
nı yakmaya yetti.
İşin ilginç tarafı, ilk siyasi partinin, savaş yıllarında ırkçıları ve tu­
rancıları maddi ve parasal açıdan desteklediği bir sır olmayan Nuri Demi­
rağ tarafından kurulmasıdır: Milli Kalkınma Partisi (M KP) .

SONRA ADANA
Aslında o günlerde CH P'de ve devletin yönetici kademelerinde, yö­
netici kadrolarında "demokrasiye geçiş," "çok partili rejim" ve ilgili konu­
larda kesinlik kazanmış, açık ve belirgin bir görüş, bir politika yoktur. Git­
geller söz konusudur. Utangaç, sınırlı, çok sınırlı çabalar söz konusudur.
Bunun nasıl bir "demokrasi" olacağını göreceğiz.
Parçalı bulutlu bir hava gibidir o günlerdeki "demokrasiye geçiş" ar­
zusu. Bir güneşli, bir fırtınalı, bir karlı, bir rüzgarlı. Bir adım ileri atılıyor,
bir adım geri. Bir adım ileri, iki adım geri.
Örneğin MKP'nin fiilen çalışmasına ilişkin izin için 5 Eylül 1 945'e
dek beklenmiştir. Ve o gün, "güneşli bir gündeyiz" anlaşılan, bizzat Başba­
kan Şükrü Saraçoğlu M KP'nin çalışmasına izin verildiğini açıkladı. Aynı
açıklamasında Saraçoğlu, "tek dereceli seçim (yani seçmenlik koşullarına
sahip bütün yurttaşların katılacağı seçim) , üniversite özerkliği, demokrasi
karşıtı yasaların değiştirilmesi" konularında hükümetin olumlu yaklaşım­
larını da belirtti.
Mayıs 1945'te dünyadaki, Avrupa'daki ve Türkiye'deki "liberalleş­
me," hele "Milli Şef' İsmet İnönü'nün "demokrasiye geçişte" kararlı oldu­
ğunu gösteren işaret üzerine ülkede son derece cılız ve maalesef kısa süre­
li ve göreceli bir özgürlük umudunun esmesine yol açtı. O günlerde hiç
kimse bunun kısa süreli olacağını tahmin etmiyordu. Hem öyle bile olsa
olumlu esen rüzgarın hızından yararlanmak bir tür gençlik belirtisidir. Ni­
tekim Ankara'daki aydın, gazeteci, yazar, şair bilim kadın ve adamı, çevir­
menler Akdeniz taraflarına inmek isteğini somutlaşhrma olanağı buldular.
Buna daha sonra ilk "mavi yolculuk" adı konulacak. Ve bilindiği gibi mavi
yolculuk bir alışkanlık, bir gelenek biçimine dönüşecek. Özellikle Halikar­
nas Balıkçısı nam-ı diğer Cevat Şakir ve Azra Erhat'ın başı çekmeleriyle.
Sabahattin Eyüboğlu'nu da unutmadan.

ABi D i N D i N O 1 93
ÜÇÜNCÜ BöLÜM

ASKER ABİDİN: KAYSERİ'DE


gün öğlen saatlerinde liseden dönen Güzin eve geldiğinde Abi­

O din'in "götürüldüğünü" hemen farketti. Evet, o saatte genel olarak


evde Güzin'i bekleyen Abidin evde değildi. Güzin, Abidin'in aske­
re götürüldüğünü anladı hemen. Birkaç zamandır zaten Abidin'in askere
götürüleceğini biliyorlardı. Güzin anlatıyor: "Zorla götürülmedi Abidin.
Çoktan biliyoruz ki alacaklar askere. Durup dururken almadılar. Bir kere
almamaları lazım. Çünkü Abidin ciğerlerinden hasta ve askerlik yapama­
yacağına ilişkin doktor raporu bulunuyor. Hastalık nedeniyle askerlikten
muaf tutulmuş, ama aldılar işte. Ciğerleri hasta, raporlu, ama hiç umursa­
madılar. Adana Askerlik Şubesi birkaç haftadır bildiriyor:

'Gelip askere götüreceğiz.' Gelecekleri gün aşağı yukarı belli. Nitekim


bir gün önce 'Yarın geleceğiz' haberini ilettiler. Ama saati belli değil.
O gün ben (Güzin Dino) sabah erkenden kalktım lisede dersim var,
okula gittim. Abidin de Türk Sözü gazetesindeki işinden yine sabaha
doğru dönmüş, yatıyor. Döndüğümde Abidin'i belki bulamayacağımı
biliyorum ve bu nederıle liseye giderken vedalaşıyoruz biz, ne olur ne
olmaz diye. Nitekim öğlen saatlerinde döndüğümde Abidin'i bulama­
yınca, ben 'evyah' vaziyetinde değilim. Ama yine de sarsılmadım de­
sem doğru olmaz. Çünkü askerlik bu ve hasta adamı alıp götürdüler.
Gitmek var dönmek yok bazen. O yıllarda kimi solcunun, adı 'komü­
niste' çıkmış insanın askerlik yaparken öldürüldüğünü de biliyoruz.''

Bütün bu karmaşık duygular içindeyken Güzin, ev sahibinin, ku­


maşçı Mahmud Bey'in eşi geliyor ve aynen şunları söylüyor: "Hiç gam ye­
me; biz konu komşu toplandık ve hep ağlaştık bile. Sen üzülme. Allah ka­
vuştursun. Biz ağladık bile ... Yazık! "
Evet, gözünü sevdiğimin Anadolu'su işte aynen böyledir. Kendine
özgü bir kibarlık. Kendine özgü bir dayanışmacılık Abidin'i götürüderken

1 94 As K E R Asi D i N : KAYS E R i ' D E


eşinin yokluğunda, onun ağlama olanağı bulunmaması nedeniyle, bu "gö­
revi" konu komşular yapıyorlar. Güzin bu olayı hiçbir zaman unutmadı.
Bana 5 Mayıs 2oos'te bir kez daha anlattı. Aynen şöyle: " Ev sahibinin eşi
kibarlık olsun diye öyle davrandı. Çok hoştu o davranışı. Unutulamaz anı­
lardan biridir benim için. Evet, çok hoş değil mi? Tam Anadolu insanı işte.
Cömert, özverili, paylaşmacı, dayanışmacı."
Bu kadar da değil. Abidin'in askere götürülmesi o gün Adana'da ve
elbette Abidin ve Güzin'in ikinci evlerinin alhndaki bakkalda, ne bakkah ca­
nım "gizli meyhane"de, o gece gündemin en birincil konusu. Güzin yazıyor:
"Abidin'i askere aldıkları akşam aşağıda şöyle bir konuşma geçiyor:
- Aldılar, yazık adamı ...
- Hem de mevcudu götürdüler askere.
- Hem de iki dil bilirdi...
- İki de karısı bilirdi, etti mi sana dört! . diyor bakkal ciddiyede.
Tüm mahalle çok üzülmüş Abidin'in askere alınmasına. Çürüğe
çıkmış olmasına rağmen."
Güzin'e neden Kayseri'ye gönderildi sorusunu sorunca yanıtı şu ol­
du: "Abidin'in Kayseri'ye götürüleceğini önceden biliyoruz. Çünkü orada
öyle bir askeri birlik var ki Türkiye'nin bütün en azılı canilerine, en azılı
hırsızıarına askerliği orada yaptırıyorlar. Yani İpten kazıktan kurtulmuşla­
rın askeri bölüğünde Abidin de askerlik yapacak. En belalılada aynı bölük­
te. Daha fenası bir ay boyunca Abidin'den hiçbir haber de alamadım. ilk
varlık işaretini bir ay sonraki haberiyle verdi."
Abidin büyük olasılıkla Mayıs 1945'te askere götürüldü. Ve Güzin
haziran ortasına kadar Abidin'den habersiz kaldı. Burada birkaç noktayı
amınsatmak isterim.
Abidin'in "mevcudu" olarak askere götürüldüğü sırada da Başba­
kan Şükrü Saraçoğlu'dur. 1 943 başında iki kardeşin sürgün cezasını Ada­
na'da çekmeleri için "izin" veren başbakan bu kez bu konuda hiçbir şey
yapmıyor veya yapamıyor.
1938'de Türkiye'ye döndüğünde "ciğerlerinden hasta olduğu" için
rapor alıp askerliğini tecil ettirmek istiyordu Abidin. Nitekim bu nedenle
bir rapor aldı ve o sırada askere götürülmedi. 1938'de Abidin 25 yaşınday-

ABi D i N D i N O 1 95
dı. Oysa onu 1945'te yani tam 32 yaşında askere aldılar. Elindeki raporda
"askerlik yapamaz" denmesinefyazılmasına karşın. Yani Türkçesiyle "çü­
rüğe çıkmış olmasına" karşın. Abidin hastaydı ve askerliği süresince hasta­
lıklanna yeni tür hastalıklar eklendi. Ve bu açıdan bakınca askerlik Abi­
din'e bir tür "ceza" biçiminde yaptırıldı. Zorla yaptırıldı. En azından o gü­
nün yasalarına aykırı bir biçimde. Neden?

"ABİDİN PAŞA CADDESi'DİR, KARA ÖKÜZÜN GEZİNDİGİ CADDE ... "


Abidin'in Türk Sözü'nde çalışmasından beri birçok insan onu gör­
mek için, ziyaret için, sohbet için gazeteye gidiyordu. Gazete böylece bir tür
karşılaşma, tartışma, söyleşme rnekanına dönüşüyor. Bu kadar da değil.
Abidin'in radyolardan yaptığı çeviriler sayesinde savaş haberleri ertesi sa­
bah en taze biçimde Türk Sözü'nde yayınlanınca diğer gazeteler yarış dışı
kalıyorlar. Türk Sözü gazetesinin satışları artıyor. Gazete her gün hangi
kentlerin kurtarıldığını, Nazilerin nerelerde yenildiğini haber yapınca Türk
Sözü'nün tirajı arttı ve gittikçe daha çok turulmaya başladı. Bugün gazetesi­
nin örneğin satışları düştü. Rakip gazete patronları tedirgindi. Polis ve "yet­
kililer" tedirgindi. Rasih Nuri İleri'nin bir yazısında şu satırları okumak
olası: "Milli Emniyet, (gazetede yayınlanan savaş haberlerine ilişkin olarak.
MŞG) 'bu bilgiyi nereden buluyorsunuz' diye gazeteyi birkaç kez sıkıştır­
mıştı. Oysa Abidin Rus, İngiliz, Fransız radyolarını dinleyip, istanbul ve
Ankara'dan önce savaş haberlerini saati saatine vermekteydi."
Adana yereline ve genel olarak Türkiye'deki gelişmelere bağlı ola­
rak Abidin'in başka bir yere sürülmesi olasılığı bile ortaya çıktı. Türk Sözü
yöneticisi Nevzat Güven bu nedenle Abidin'e durumu bildirdi. Güzin'in
anlattığına göre, "Nevzat Güven de korkuyordu. Ve Abidin'e 'Bu kez seni
Adana'dan da sürecekler, nereye gideceksin o zaman? En iyisi sen Anka­
ra'ya git bir görün' filan dedi. Biz de tedirgindik elbette. Çünkü Adana'da
onca uğraştan sonra nihayet ikamet olanağı elde etmişiz, evlenmişiz, ken­
dimize göre belli bir düzen kurmuşuz, Abidin çalışıyor, ben öğretmenlik
yapıyorum, düşe kalka yaşıyoruz işte. Bir şeyler kurmuşuz şöyle böyle bir
düzenimiz var. Şimdi bu da mı bozulacaktı? Evet ben de korkuyordum.
Yetkililerin gazete yöneticisini sıkıştırması ve onun korkusu ve ısrarı üze-

ASK E R ABi D i N : KAYSERi'DE


rine Abidin Ankara'ya gitti. Maksat Abidin'i bir süre gözlerden uzak tut­
maktı. Ve aynı zamanda Ankara'da yetkililerle görüşmek ve yeniden sürgü­
ne gönderilmesini önlemekti. Ankara' da Abidin İçişleri Bakanlığına filan
göründü. İki günlüğüne gitmişti, dört gün kaldı. O günlerde Arif Dino bi­
zim evde kalıyor ve bana takılınayı ihmal etmiyordu. 'Ankara'da kalmasını
uzatmasının nedeni Ankara'daki bir kadın olmasın' filan gibi çocukça şa­
kalar yapıyordu. Ben o sırada çok daha ciddi nedenlerden tedirgin olduğum
için Arifin bu soğuk şakalarına gülemiyordum doğrusunu isterseniz. Ney­
se Abidin döndü. Ama hiçbir şey çözülemedi."
Abidin'in bu iş için Ankara'ya Ocak veya Şubat 1945'te gittiğini doğ­
rulayan bir belge ve bir tanık var. Belge Melih Cevdet Anday'ın 6 Subat
1945'te Şevket Rado'ya gönderdiği mektuptur: "Geçenlerde de kırk yılda bir
meyhanede birkaç arkadaş içtik. Abidin Dino burada idi, Cahit de vardı.
Kalktık. Gece yarısı vekilin (Hasan Ali Yücel. MŞG) evine gittik?" (Şerket
Radyo'ya Mektuplar, s. 121).
Anday, mektubunda kısaca aktardığı olayı, hatta olaylar dizisini, Akan
Zaman Duran Zaman'da biraz farklıca ve uzunca anlatıyor: Böylece Abidin'in
Ankara'ya bu işi olumlu bir sonuca ulaştırmak için geldiğini ve Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel'in yardımını almaya çalıştığını öğreniyoruz. Anday'ın
anlattıklarını aktaracağım: O günlerin Ankara'sından bir manzara yansıtması
nedeniyle de çok ilginç bir parça. Ancak Anday, bu olayı 1943'te yaşanmış gibi
aktarıyor ve dolayısıyla Abidin'in Medtözü'nden geldiğini yazıyor. Bu defa da
Medtözü'nün Adana'ya bağlı olduğunu sanıyor ve Güzin'in de Abidin'le Me­
dtözü'nde bulunduğunu belirtiyor. Hafıza yanılsaması olmalı. Ama bu aynı
zamanda Abidin'in, bu olayın yaşandığı sırada, Medtözü'nde değil Adana'da
sürgün olduğunun da dolaylı ispatı. Bu düzeltmeleri yaptıktan sonra Anday'ın
hoş anısını aktanyorum (adı geçen kitabından, s. 101-103):
"Abidin bir gün izin alıp Ankara'ya geldi ... Tanıdıkianna başvuru­
yor bu iş için. Bu arada, konuyu Hasan Ali Yücel'e de açmayı düşünüyor­
du. Bir akşam O, ben, Cahit Sıtkı Tarancı, Şükran Lokantasından kalktık,
Bakanın Yenişehir'deki evine gittik.
Cahit Sıtkı, o sırada Yedeksubay Okulunda olduğu için üstünde as­
ker giysisi vardı.

ABi D i N D i N O 1 97
Kapıyı çaldık, tanımadığımız bir uşak çıkh karşımıza, beyefendinin
daha gelmediğini söyledi. Biz de kısa yoldan Yenişehir Bulvan'nı aşıp kar­
şıya geçtik, Sabahattin Eyüboğlu'nun oturduğu Yeşil Apartmanı'na gittik.
Gece yarısına dek kaldık orada ...
Meğer neler olmuş ... Bizi tanımayan yeni uşak, askerlerin kapıya
dayandığını söyleyince aileyi bir telaştır almış. Evine dönen Hasan Ali Yü­
cel de olayı bu heyecan havası içinde öğrenince, emniyet müdürüne telefon
eder, açar ağzını yumar gözünü.
Bu kez telaşlanma sırası emniyet müdürüne gelir, motosikletli po­
lisler çıkarır yola. Bakanın evinin çevresi aranır taranır, kimse bulunamaz.
Üç gün sonra biz bu konuyu Şükran Lokantası'nda konuşurken bi­
zi dinleyen sivillerden biri, haberi koşa koşa müdürüne yetiştirir.
Abidin Medtözü'ne (Hayır. Adana'ya. MŞG) dönmüştü. Emniyet­
ten beni ve Cahit Sıtkı Tarancı'yı istediler. Elbet durumu Bakana da bildir­
mişler ... Yücel:
- Evime gelebilirler, kovuşturmaya gerek yok, demiş.
Cahit'le birlikte, birinci şube müdürünün odasına girdik. Müdürün;
- Gelin bakalım, demesi üzerine Cahit Sıtkı geçti, masanın önün-
deki koltuklardan birine oturdu.
Sen misin oturan!
- Kalk ulan, diye bağırdı müdür.
Cahit ürkerek kalktı ayağa,
- Senin işin nedir?
Cahit o vakit Çalışma Bakanlığında mütercimdi. Bunu öğrenen
müdür birden yumuşadı.
- Otur, dedi.
Bu kez ben de oturdum.
- Birinci şube müdürü " Şimdi içerde ifadenizi alacaklar, dosyayı
kapatacağız. Ama kulağınızda (aynen. M ŞG) küpe olsun, bundan sonra Ba­
kanın ziyaretine gitmeden önce, evine telefon edin," dedi.
Abidin'in askere götürülmesi büyük olasılıkla o günlerde CHP ikti­
darının Adana' daki aydın çevreyi dağıtmak arzusuyla ilgilidir. Çünkü aske­
re alman tek insan Abidin değildir. Orhan Kemal de o günlerde askere çağ-

AS K E R ABi D i N : KAYSERi'DE
rıldı. MahkUm edilmesi sonucu tamamlayamadığı kırk günlük askerliğini
bitirmesi için. Orhan Kemal o kırk günü Kilis'te askerlik yaparak geçirdi.
Bitirdi askerliğini. Ama askerlikten sonra bu defa Orhan Kemal'i sürgüne
göndermeye kalktılar. Neyse ki babası imdadına yetişti. Dönemin başbaka­
nına telgraf çekerek ve bütün gücünü kullanarak oğlunun sürgüne gönde­
rilmesini önleyebildi. Baba, sürgünün ne kötü ve ne çekilmez bir bela ol­
duğunu çok iyi biliyordu. Sonuçta Orhan Kemal bir kez daha özgürlüğüne
kavuşabildi ve Adana'sına, o çok sevdiği Adana'sına ve ailesine döndü.
Adana aydınlarından, yazar ve çizerlerinden "kurtarılıyordu" (!)
Adana, sıcakların da bastırmasıyla ıssız sessiz bir taşra kentine dönüşüyor­
du yeniden. Ve Güzin'in yazdığı gibi "Abidin Paşa Caddesi'nde kara öküz
geziniyordu."

KoMŞULARıN DAYANIŞMA GösTERİLERİ


Abidin'in askere alınmasından sonra Güzin tek başına kaldı. Ancak
"Nezihe öğretmen," yani gerçek adıyla Meziyet Barutçu, Güzin'in evine ge­
lip yerleşti Güzin tek başına kalmasın diye. Güzin anlatıyor:

"Birkaç ay birlikte kaldık. Yalnız kalmayayım diye geldi bende kal­


maya başladı. O sırada 14 yaşındaki erkek kardeşi de geldi, bir süre
O da kaldı. Ama ne olduysa, çocuk bu, belki heyheyleri tuttu ve bir
gün kayboldu piyasadan. Kaçmış meğerse. Toros Ekspresi'ne atla­
mış. istasyon eve iki adım, belki trenin sesi hoş geldi, belki bir serü­
ven arayışı, her neyse çocuk almış başını İstanbul'a kadar gitmiş.
Epey aradık. Bulamadık. Ama neyse ki kendi kendine dönüp geldi.
İstanbul çok büyük geldi ona anlaşılan. Nezihe öğretmenin bana bu
yakınlığı ve daha önce de bize gelip gitmesi yetkililerin gözünden
kaçınadı elbette. Onu da başka bir kente, yanılınıyorsam Karabük'e
tayin etmeye kalktılar. Sabahattin Eyüboğlu sayesinde devreye Talim
Terbiye Dairesi Başkanı girdi ve kızı bir tür sürgünden kurtardık."

Güzin'i yalnız bırakmayan başka insanlar da var. Ev sahibi ve eşi ile


"şoförün annesi." Güzin'i kadınlar matinesinde sinemaya götürüyorlar.

ABi D i N D i N O 199
Güzin bir gece, aynı sinema salonunda, Müzeyyen Senar'ı bile dinliyor.
Bunları Güzin Dino'dan okumak en iyisi:

"Evet, kadınlar için yapılan sinema matineleri var ... Viyak viyak ço­
cukların, terli, şişman hanımların doldurduğu salonda, en kötüsün­
den yerli filmler... Ama ne büyük hayranlık, daha doğrusu şaşkınlık­
la seyrediliyor o filmler... Çoban, koyunlarını otlatmaya götürür be­
yazperdede, bir çeyrek saat dere tepe, meleyen koyunların peşinden
gider ha gider. Derken kaval da çalar. Çocuklar viyak viyak, hanımlar
sus pus, seyredilir bu bitmez tükenmez melemeler ve çobanın yürü­
yüşü. Beyazperdede o kadar çok yürüdü ki çoban, o kadar çok mele­
di ki koyunlar, filmin sonunda ne olduydu acaba?
Bir gece de Güzin'i Müzeyyen Senar'ı dinlemeye götürdüler, yi­
ne o sinema salonuna. Dinleyicilerden önce sivil polis kalabalığı sa­
lonun orasına burasına yerleştirilmiş. Kapıları da tutmuş polisler.
Abidin'i askere almışlar, ev sahipleri kiracılarını oyalamak için böy­
le 'eğlence yerlerine' götürüyorlar. Ne olur, ne olmaz, loca tutmayı
yeğlemiş Mahmut Bey. Dehşet bir erkek kalabalığı dolduruyor salo­
nu. Tıklım tıklım, içkili, küfürlü, bağırgan. Yanmış sigara izmarit­
leri uçuşuyor havalarda. Gerçekten de hiç kadın yok salonda. Bir iki
hanımlı, çoluklu çocuklu localar var gerilerde. Sahnenin iki ucunda
birer sivil polis bekliyor.
Kemençe, keman, ud, tambur ve tefıyle bir orkestra çıkıyor sah­
neye coşkun alkışlar arasında. Yeterli bir bekleme süresinden son­
ra, şarkıcı da gözüküyor. Uzun kollu, uzun etekli, kapalı yakalı, ka­
vuniçi renginde bir giysiye bürünmüş. Onun sahneye çıkmasıyla,
salonun sesi birden kesiliyor! Ne hayranlık ıslıkları, ne de coşkulu,
'Aman yandım!', 'Canım .. .', "Vur beni!' filan gibisinden naralar...
Hayır, hiçbiri olmuyor. Bir ya da iki dakika gerçeküstü bir durgun­
luk içinde o 'muganniye' ve o dehşetli kalabalık, 'mephut' bakışlar­
la, öylece durakalıyorlar karşılıklı. Sonra bal gibi bir ses ortalığı kap­
lıyor. Sonuna kadar, peşi peşine, arada hiç alkışlanmadan, birbirin­
den güzel şarkılarını söylüyor, son türküsünü de bitiriyor. Salonu

200 As K E R Asi D i N : KAYSE R i ' D E


dolduran o dehşetli kalabalık, sessizce, terbiyeli, uslu, kuzu gibi, ca­
miden çıkar gibi salondan çıkıp dağılıyor.
O yıllarda, Adana'da, sinema salonlarında bir de düğünler yapı­
lıyor. Gelin sahnenin ortasına oturmuş, sahnenin dekoru çepeçev­
re gelinin çeyizinden oluşmuş. Elbiseler, kışlık, yazlık, iç çamaşırla­
rı, işlemeli festonlu gecelikler, ağır işlemeli yorgan ağızları gerilmiş
sahnenin duvarlarına. Renkli ajurlu, uzun yastık kılıfları, oraya bu­
raya serpilmiş havlu takımları, kenarları ajurlu sofra örtüleri, peçe­
teler, kenan yaldız zırhlı bir tabak takımıyla kurulmuş sofrayı örtü­
yor. Ortaya çiçekli çay takımı dizilmiş. Bir ipe kulplu tencere takımı
asılmış, küçüğünden büyüğüne yan yana. Duvara sırayla dayalı yer­
li, bakır, kalaylı tencereler, kapakları. .. Sahnenin önünde dizim di­
zim gelinin iskarpinleri, dekoltesi, bağlısı, lüstrini, terlikler... Öte
yandan, sahnenin perdesine iliştirilmiş, yakasından aşağı çingene
pembesi, fırfırlı, mor çiçekli, sim dallı, gelinin uzun sabahlığı. Ve
de damadın yandan yırtmaçlı gecelik entarisi... Sahnenin kıyısında
kalmış çeşitli, sırarn sırarn likör takımları. irili ufaklı, ayaklı ayak­
sız, kadeh, bardak, sürahiler ... " (Gel Zaman Git Zaman, s. ıo6-ıo7)

En çarpıcı dayanışmayı Güzin'in "şoförün annesi" olarak tanımla­


dığı komşu kadın gösteriyor. Abidin'in böylesine askere alınışına çok üzül­
müş. Çok da ilgilenmiş Güzin'in asker eşi olarak yalnız kalışına. Sonrasını
Güzin yazıyor:

"Her gün gelir, 'Aldın mı bir haber?' diye sorar. 'Almadım,' deyince kah­
rolur, otlar, poflar, 'Allah sabır versin. Merak etme, yarın alırsın,' der.
Uzun bir süre mektup gelmeyince, bir gün şoforün annesi çıkageliyor
ve hemen soruyor: 'Var mı bir haber?' Hala mektup gelmediğini öğre­
nince de, koynundan bir tomar mektup çıkarıyor: 'Al! Bunları okursun.
Oğlumun askerdeyken bana yazdığı eski mektuplar bunlar... ' "

Güzin sonrasını şöyle aktardı bana: "Nefıs bir insanlık örneği. Çok
hoş. Bu mektup faslım Abidin'e anlattım. Ağladı Abidin."
Evet, ne askerlik kolaydır ne de sürgünde asker eşi olmak.

As i o i N D i No 201
I<AYSE Rİ-MAY-SERİ
Kayseri, Erciyes Dağı, Gesi köyleri, Sultansazlığı gibi doğal güzellik­
leri yanında tarihi eserleriyle, tarihi zenginlikleriyle ve hele Koca Mimar Si­
nan'ın doğum kenti Ağımas ile Anadolu'nun şirin, sevimli ve cömert kent­
lerinden biridir. Kayseri ise müzesi, kalesi ve bedesteniyle ünlüdür.
Eski Kayseri evleri de mimarisiyle, iç düzenlemeleri, süslemeleriy­
le mutlaka görülmeye değer eserlerdir. Selçuklulardan kalan birçok yapıt
bulunuyor: Döner Kümbet örneğin. Kayseri'ye otuz kilometre uzaklıktaki
Kızılırmak Nehri üzerindeki Selçuklu devrinden kalma Tekgöz Köprüsü de
yabana ahlmamalı. Hele Gesi Köyleri. Kayseri Malatya karayolu üzerinde­
ki ve Kayseri'ye 17-18 kilometre uzaklıktaki on bir köyü kapsayan bu coğraf­
ya bağ evleri ve kuşluklarıyla ünlüdür. O kuşluklar volkanik tüflere oyul­
muştur. Burç adı verilen ve üzeri açık dört köşe taş odalar. Oral Çalışlar bir
yazısında ("Gesi'nin güvercin evleri," Cumhuriyet, ro Nisan 2005) ismi üs­
tünde "güvercin evleri"nden söz ediyor.
Bu coğrafya mimar yatağıdır aynı zamanda. Mimar Sinan çok bili­
niyor. Başkaları da var. Oral Çalışlar, örneğin onun yanında Gesi'nin Efke­
re köyünden Balyan kardeşleri anıyor: İstanbul'a Ortaköy Camii, Cihangir
Camii gibi camiler ve birçok köşk ve binayı kazandıran mimar kardeşler.
Ve çevredeki yıkınhlardan söz edip şunları ekliyor:
"Talas ve Gesi vadilerinin yamaçlarına karşıdan baktığınızda büyük
yıkıntılar görünüyor. Bu yıkınhlar bu kasabalarda yaşayan Ermenilerin ve
Rumların evleriymiş. Ermeniler 1915 ünlü 'tehciri'yle, Rumlar ise 1923 yı­
lındaki 'mübadele'yle bu yöreleri terk etmek zorunda kalıyorlar. Bu yörele­
rin taş evlerinin ayakta kalanlarının hepsi birer mimari ustalığı ve estetik
zenginlik açısından incelenmeye değer özelllikler taşıyorlar."
Kayseri Erciyes'tir. Abidin, Sinan kitabında yazıyor: " ... nerde ise
Kurtçömelten rüzgarı esecek, ayaz artacakhr. Dağ karanlıkta ışıldamakta.
Gün ağarırken ilkin Erciyes'in tepesi pembeleşir, sonra da ışık birdenbire
ovaya iner" (s. n). " Döne dolaşa Erciyes hep, yamacımızda. Kayseri vilaye­
tinde her şeyin başı sonu Erciyes" (s. 12). "Erciyes karşıcia duman görünür
yemyeşil Gesi Bağları derken işte taş gemi Kayseri. Kayseri'nin etrafında
sanki nöbetçi kümbetler var, Kayserilileri korurlar çepeçevre." (s. 17)

202 ASK E R ABi D i N : KAYSE R i ' D E


Abidin'in bizzat gördüğü ve sevdiği Kayseri budur. Evet, Abidin
bu kente gezmeye gelmedi. Mimar olarak da gönderilmedi. Biliyoruz
"mevcutlu olarak" askere getirildi. Diploması bile olmadığı için askerliği­
ni er olarak yapmak durumunda kaldı İnzibat Muhafız Bölüğünde. En
belalıların arasında. Hasta masta alıp getirdiler. Sağlığı daha da bozuldu.
Ama Abidin için önemli olan nerede olursa olsun yaşamaktır. Yaşamak
ve bakmak, izlemek, seyreylemek, görmek ve fırsat bulursa yazmak ve
çizmektir. Fırsat bulana kadar da baktıklarını, gördüklerini, seyrettikleri­
ni, izlediklerini, hafızasına nakşetmektir. Resimiemek önce hafızadadır
onda. Yıllarca sonra, orada veya buralarda (yani Parislerde) pat diye ke­
lamsız, bazen merhabasız ortaya çıkıvermek üzere. Hafıza değil karde­
şim resim deposu bu. Evet, Abidin askere gitmemek için elinden geleni
yaptı ama başaramadı.
İşte bakın Selçuk Demirel'le söyleşisinde bizi o günlere nasıl götü­
rüyor: "Geniş kalçalı o ana tannçalar, Kayseri Müzesinin iç avlusunda duran
heykeller. Kayseri'de askerliğimi yaparken inzibat muhafız bölüğünün du­
varından atlar, bitişikte bulunan Horat Camisini geçer, Selçuk Hamamının
iki adım ötesindeki müzeye dalar, iç avluda saçak alhnda bulunan iyice ne­
olitik heykellere saygıyla dokunurdum. Ne okşanası şeyler... Dünyanın en
eski ve en yeni heykellendir onlar. Evet, en yeni... Bereket versin pek kimse­
ler uğramazdı müzeye. Hem müze müdürü ressamdı ve arkadaşımdı. Hey­
kellerine olan aşkıma göz yumardı biraz." (A. g. k., s. 244-)
Evet, Abidin'dir bu. Bildiğimiz Abidin. Nereye niçin giderse git­
sinjgötürülürse götürülsün, mutlaka müze, kütüphane, hamam, cami, küm­
bet kısacası ne varsa arar, bulur, inceler. Ve müze müdürüyle, kütüphanede
çalışanlada arkadaş olur. Ve Kayseri'de Abidin'in arkadaşlan pek çoktur.

ABiDiN'iN AsKER ARKADAŞıARI


Belalılar melalılar hiç fark etmez, Abidin o bilinen karizmasıyla ora­
da bile kendisine arkadaş edindi. Özel bir gayret göstermeden. Adam san­
ki mıknatıs, çekiyor insanları. Güzin için hiç şaşırtıcı değil: "Şeytan tüyü
var adamda kardeşim ne denir! " Asker arkadaşları arasında İstanbullu bir
bitirim var örneğin.

Aei o i N D i N o 203
Güzin'in aktardığına göre, "Abidin'in en iyi asker arkadaşı İstan­
bunu bir kabadayıydı." Sonra "Tahtelbayırcı Burhan" var. "Tayyare Fabrika­
sı'ndan Fahri." Birazdan anlatacağım. Bir de " Er Şükrü" var. Birazdan otuz
iki kısım tekmili birden karşımızda olacak. Bir de Abidin'in bir mektubun­
da sözünü ettiği "Mavi gözlü küçük terzi ( . . ) askerlik arkadaşım" dediği bi­
ri. Ki bu "küçük terzi" Abidin'e 1967 Mart'ında mektup gönderecek kadar
vefalı. (Abidin ve Güzin'in Mektuplan'nda, s. 164)
Abidin kabakulak hastalığından yatanlada aynı koğuşa konuluyor.
Abidin hasta koğuş arkadaşlarına nutuk atıyor: "Yere tükürmeyiniz, suyu
kaynatarak kullanınız" filan diye. Abidin'in Güzin'e bir ay boyunca haber
verememesi de bu meseleyle ilgili. Güzin yazıyor:
"Abidin'den niçin bir süre mektup gelmediği anlaşıldı, nedense
'kabakulak salgını' koğuşuna kapatmışlardı; dışarısı yasak, yazışamıyor, çı­
kamıyor, çaresiz bir ay karantina.
Ahırdan bozma, yeri toprak bu on ranzalı, hıncahınç koğuşta herke­
se yatacak yer yoktu. Beş altı kişinin dışında diğerlerinin hiçbir şeyi yoktu,
ama işte acayip bir hapis cezası yaşanıyordu, kabakulak tehlikesi caba... Ni­
hayet sağ salim çıktıktan sonra bu tatsız başlangıçtan, başka zorluklarla kar­
şı karşıya kalmıştı Abidin. Ranza boyuyor (değil mi ki ressam) . Kentin dışın­
dan 'çim' söküp mahfelin bahçesine dikiyor. İki nöbetçi kulübesi 'inşa' edi­
yor, taş taş ve bundan çok memnun. 'Mimar Sinan görse darılmaz,' diyor...
Ne var ki, göğüs hastalığından çürüğe çıkmış bir er için, talimlere ek, bu çe­
şit çalışmalar pek yararlı değil. üstelik zayıf mı zayıf, ama keyfi yerinde, ba­
şına gelenlerden şikayetçi değil, kendine arkadaşlar da bulmuş. Tahtelhayır­
cı Burhan.' Dolabında Nazım'ın şiirleri bulunduğu için ordudan ihraç edil­
miş, hapsedilmiş, sonra da bitmez tükenmez bir askerlik başlamış ... Tayya­
re Fabrikasından Fahri, ayrıca Nazım'ın şiirlerini ezbere bilen başhekim ... "
"Nazım'ın şiirlerini ezbere bilen," Abidin'den şonra askere alınan
ve aşağı yukarı aynı yerde, yakın mekanlarda, askerlik yapan Yaşar Ke­
mal'in sözünü ettiği Doktor Albay Yusuf Balkan mıdır? Yaşar Kemal Alain
Bosquet ile söyleşisinde, bu konuda birçok şey anlatıyor.
Kendi askerliğinden söz ederken. Örneğin, 1946'da, askerliğini "Kay­
seri Askeri Hastanesi'nde" yaptığını belirtiyor (s. 125-126). O sırada Mehmet

As K E R Asi D i N : KAYSE R i ' DE


Ali Aybar da orada asker. Ve Aybar, Yaşar Kemal'i Doktor Albay Yusuf Bal­
kan'la tanıştınyor. Kemal şunları belirtiyor: "Albay, Nazım'ın şiirlerinin ço­
ğunu ezbere okuyordu. Nazım'ın yazdığı bütün şiirlerinin, birçoğu benim
elime geçmemişti, hepsi onda vardı. Bu benim için büyük hazineydi."
Albay Doktor Yusuf Balkan Mehmet Ali Aybar'ın arkadaşıdır, Yaşar
Kemal'in yazdığına göre.

GüziN'iN ZiYARETi
Ders yılı sonunda Güzin Adana'yı terk ediyor. Haziran 1945 sonu
olmalı. Veya temmuz başı. Güzin kitabında, asker Abidin'i, Ankara Üni­
versitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki (DTCF) doçentlik sınavına gir­
mek üzere Ankara'ya giderken ziyaret ettiğini yazıyor. Bir hafta sonunu
birlikte geçiriyorlar. Elbette " Er Şükrü'nün" gözetim ve denetimi altında.
Han tipi bir otelde Kayseri ile tanışması, Kayserili doktor arkadaş Kemal
(Kemal Ağırnaslı, Niyazi Ağırnaslı'nın kardeşi), Talas'taki bağ evindeki
piknik, sonra Güzin'in son derece eğlenceli ve tantanalı yolcu edilmesi An­
kara'ya. Bunları ve daha pek çok şeyi Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da an­
latıyor. Aziz Nesin'lik kimi yönleriyle bu olaylarföyküler dizisi okunmayı,
birkaç kez okunınayı hak ediyorlar. Beni her seferinde katıla katıla güldü­
ren bu sayfaların sizde de aynı etkiyi yaratacağı umuduyla kimi parçalarını
aynen aktarıyorum:

"Adana'dan Kayseri İstasyonu'na Toros Ekspresi sabahın saat


üçünde varıyor. Onu (Güzin'i) karşılamaya izin vermiş yüzbaşı Abi­
din'e. Yanında bir erle gelmiş Abidin istasyona ... 'Bu benim bek­
çim,' diyor çabucak, 'Hiç ayrılmayacak yanımızdan, o şartla izin ala­
bildim. 'Üçü bir faytona biniyorlar ve yüzbaşının seçtiği, İnzibat
Muhafız Bölüğünün kışlasına yakın, hanımsı bir otele geliyorlar. İç
avluda eşekler, katıdar bağlı. Üç kat merdiven çıkıp, yere serili ya­
taklarda horlayan kişilerin üstünden atlayarak don gömlek onlan
karşılayan hancı, bir kapının önünde duruyor. 'Bir dakika müsaade'
deyip bir odaya giriyor. Bu da onun (Güzin) için tutulmuş, ama O
gelene kadar yatağı iki müşteriye kiralanmış. Zorla uyandırılıp, on-

ABi D i N D i N O 205
lar da don gömlek kapı dışarı ediliyorlar, söylene söylene, ellerinde
pabuçlan, ceketleri, pantolon askıları yerlerde sürünerek uykulu uy­
kulu, sendeleye esneye, iniyarlar merdivenlerden.

Odaya giriyorlar üçü; bekçileri er Şükrü, Abidin ve O. Koca bir siyah


demir karyoladan başka bir de sandalye var bu odada. Bir limonluk gibi, çe­
peçevre camlı bir oda. Camlı bir kapıdan da çepeçevre bir balkana çıkılıyor
ve o anda ağaran gökyüzünün pembeliği içinde, bütün görkemiyle serilmiş
Erciyes Dağı'nın mor silueti görünüyor. İstasyondan beri içine düştüğü bu­
nalımdan birden bu görüntü kurtarıyor onu. O odada üçü, Abidin'le O, ya­
tağa ilişerek er Şükrü de sandalyeye oturarak bekliyorlar. Altıda, 'kalk' bo­
rusu çalmadan kışlaya dönmek gerekiyor. Şükrü bir aralık,' 'isterseniz ben
balkana çıkayım,' diyor istemiyorlar. 'Sakın aranızda yabancı dil konuşma­
yın hele .. .' diyor Şükrü, komutan tembihlemiş ... Zaten hep Şükrü'yle ko­
nuşuyorlar. Bir ara Abidin dışarı çıkıyor, Şükrü 'Yazık! İhtiyarı almışlar as­
kere,' diyor. Abidin 29 (32-33 olmalı. M ŞG) yaşında, Şükrü ise ı8'lerde
(2o'sinde. M ŞG) ... Sonra, Erciyes'in arkası iyice kızarıp aydınlanınca, ikisi
kalkıp çabuk çabuk iniyar merdivenlerden, 'kalk' borusu çalmadan. O, yal­
nız kalıyor. Görkemli dağın ve ışığın yarattığı güzellik ve içinde bulundu­
ğu bu çepeçevre cam kafes, dışarıda, yerde serili yatanların horultusu, gece
karanlığında bu bilmediği kente geliş, nöbetçili karşılama, tren yorgunlu­
ğu ... Güneş neredeyse doğdu, doğacak. Kendisinden önce iki adamın yattı­
ğı yatağa uzanmak hiç de içinden gelmiyor, ama yorgunluktan da ezilmiş.
Yağmurluğunu çıkarıyor, yatağın üstüne seriyar ve üstüne kıvrılıyor. Tam
içi geçecekken, kapı tıkırdıyor. Zaten kitlenmiyor kapı, arkasına iskemle
dayamıştı. Kalkıp, kapının yanına gidiyor, soruyor:
- Kim o?
- Kusura kalma yenge, kuşları almaya geldim ...
- Hangi kuşları? Ne kuşları?
- Balkanda yenge... Niyet kuşları.
Kapıyı aralıyor, yaşlı, pek utanmış, pek üzgün suratlı bir adam ...
- Kusura bakma yenge, kusura bakma. Akşamdan bilseydim, bırak­
mazdım. Kapıyı açıyor, adam içeri giriyor, hemen balkana çıkıyor. Meğer,

206 AS K E R ABi D i N : KAYS E R i ' D E


orada pencerenin önünde, tablalarıyla, niyet kiğıtlanyla falcı kumrularını
bırakırmış her gece ... Bir sürü özür lafları geveleyerek elinde kafesi, omu­
zuncia kafesin açılır kapanır ayakları, çıkıp gidiyor. Odaya zaten güneşin,
Erciyes'in, gökyüzünün yoğun kızıllıkları dolmuş. Gecenin her türlü buna­
lımları, yorgunlukları üzerinden gitmiş, çepeçevre camlardan koca dağın
dehşetli azametini seyrederek bekliyor. Abidin'le Şükrü, tam sekizde geli­
yorlar. Günlerden cumartesi. Belki o gece yüzbaşı izin verir diye bir ümit
var. Abidin geceyi onun otelde yalnız geçirmesini istemiyor. Şükrü, "Baş­
çavuş seninle görüşecek yenge, şimdi onu bekleyeceğiz' diyor. Arada, han­
cıdan çay istiyorlar. Köşedeki kahveden bir çırak tavşankanı çaylar getiriyor.
Başçavuşu bekleyedursunlar Şükrü meraklı, ona sorular soruyor: 'Çocuğun
var mı? Anan, baban? Nerelisin?' Epeyce sohbet ediliyor. Vakit geçiyor, sa­
at öğleyi bulacak neredeyse, başçavuş ortada yok. Şükrü halinden hiç hoş­
nut değil, verilen bu bekçilik görevi ağrına gidiyor. Neyse, aşağıdan sesle­
niyorlar. Başçavuş gelmiş. İniyorlar. Başçavuş ona askerce bir selam çakı­
yor, O da hemen, bu handa akşam yalnız kalmak istemediğini, cumartesi
olduğuna göre Abidin'in onunla kalmasına izin verilmesini söylüyor. 'Ona
ben karışamam .. .' diyor başçavuş, 'Yüzbaşıdan alırsınız o izni.' 'Yüzbaşı
nerede?', 'Mahfelde ... Şimdi giderseniz, bulursunuz.' Sonra da 'Siz önden
yürüyün, eşiniz er olduğu için yanınızda yürüyemez. Onlar Şükrü'yle iki
adım arkanızdan gelir' diye uyarıyor üçünü.
O önde, Abidin'le Şükrü arkada mahfelin yolunu tutuyorlar, önüne
geldiklerinde bir sorun daha çıkıyor. O mu girecek kendi başına, elini ko­
lunu saliayarak mahfele? Mahfelin bahçe kapısı önünde uzun tartışmalar­
dan sonra, Şükrü'yü yolluyorlar içeri. Az sonra, hiç bekletıneden yüzbaşı,
arkasından Şükrü'yle çıkageliyor. Yüzbaşı ta yanlarına kadar geliyor, ama
başı eğik. Hiç suratıarına bakmadan, 'Hangi gün gideceksiniz?' diye soru­
yor hemen; 'Pazartesi sabahı saat üçte. Toros Ekspresi'yle .. .' O zaman yüz­
başı, 'O sabah sizi trene bindirirler .. .' diyor. 'Bu gece için izin isteyecek­
tim.' Kesiyor lafı, 'Olmaz! Yarın bütün günü beraber geçirirsiniz, Şükrü'yü
de yanınıza alırsınız' diyor ve arkasını dönüp selam bile vermeden gidiyor.
O cumartesi gününün izlenimleri hep Şükrü'nün anlattıkları, kış­
ları revirde gördüğü olaylara bağlanıyor. Bir teğmen, nasıl bir tokatta kula-

ABi D i N DiNO
ğını patlatarak bir erin ölümüne sebep olduydu, kimse de bir şey yapma­
dıydı. .. Abidin'in çenesinin altında bir iltihaplanma var, askeri doktor bakı­
yor yarasına hastanede. İnzibat Muhafız Bölüğünün buruşuk üniformasıy­
la, bekçisiyle, eli kolu bağlı bir kurban gibi duruyor Abidin, çenesinin altın­
da bir de açık yara...
O gün bir ara, doktor arkadaşları Kayserili Kemal, (Dr. Kemal Ağır­
naslı. M ŞG) gelip onları buluyor. Hastanede nöbetçiymiş. 'Akşam kurtu­
lursam gelir sizi alır, eve, annemiere götürürüm' diyor. Akşam handa bek­
ler oluyorlar Kemal'i. Saat en geç dokuza kadar izin vermiş yüzbaşı, Şükrü
getiriyor haberi. Saat dokuza doğru Kemal hala yok, Abidin de 'Bırakmam
seni bu handa bu gece .. .' diye tutturuyor. Şükrü yine yüzbaşıya yollanıyor.
Gitmesiyle geri dönmesi de bir oluyor, 'Olmaz! Otelde kalamaz Abidin,'
demiş yüzbaşı yine; derken son dakikada, cankurtaran gibi Doktor Kemal
yetişiyor. Abidin'le Şükrü kışlaya koşuyorlar, O da Kemal'le annesinin evi­
ne gidiyor. Halılada döşenmiş bir oturma odasının ortasına serilmiş, üç
kat şilteli, kar gibi beyaz ve mis gibi kokan çarşafların arasına atıyor hemen
kendini. Ta Adana'dan beri sinirleri gergin ve uykusuz olmasına rağmen
tüm o geceyi Abidin'in çenesinin alhndaki açık yarayı düşünerek geçiriyor.
Hanın bitişiğİndeki aşçı dükkanından getirtilen yağlı hindiler midesine
oturmuş ... Kulağı patlahlarak öldürülen Şükrü'nün er arkadaşı... Kimsenin
hesap sormaması. .. tatsız düşler...
Pazar sabahı erkenden Abidin geliveriyor ve yalnız, Şükrü'süz. Bek­
lemiş, Şükrü gelmemiş. Her tarafta aramış Şükrü'yü, bulamamış. Şük­
rü'süz ne yapacaklarını şaşınyorlar. Sonunda Kemal, karar veriyor, ne olur­
sa olsun Talas'a, abiasının bağ evine götürecek onları. Talas'ta, o küçücük,
beyaz bağ evinde, Ali Dağı'nın eteğinde, gölgeli çardak alhnda, güneşli
üzüm kütüklerini seyrediyorlar... Her şeyi unutup, Talas'ta bir bağ günü ya­
şıyorlar, sanki olağan bir tatil günü, sanki sorunsuz, dertsiz ... Yaylıyla gel­
mişler bağa. Tabanı keçi postu ve seccade döşeli. Onun için de bir koltuk
yerleştirilmiş yaylıya. Hafif ve uçaraktan, gönülleri ferahlamış dönüyorlar
han-otele. Çünkü oteldeki adayı, n'olur n'olmaz, bırakmamışlar, orada otu­
ruyor gözükmeli! Geldiklerinde oteli tümden ayakta buluyorlar. Başçavuş,
yanında Şükrü, askeri inzibat görevlileri, sivil polisler, hancı ve çırakları, bel-

208 AS K E R ABi D i N : KAYSERi'DE


ki de bazı müşteriler, eşek ve katırlar... hepsi birden onları bekliyor! Meğer
n' olmuş? Şükrü, onlara acıyarak, hiç olmazsa pazar gününü Abidin karısıy­
la yalnız geçirsin diye, ortadan yok olmuş. Kimseler bulamasın diye de ahır­
da, samanların altına saklanmış. Durum belli olunca, Abidin'in başıboş, or­
tadan kaybolduğu anlaşılmış. Hem askeri polis, hem de sivil polis olaya el
koymuş ... Böyle oluyor, Ali Dağı'nın ışıklı eteklerinden geri dönmeleri... ( ... )
Pazartesi sabahı saat üçte, Kayseri İstasyonu'nda Toros Ekspresi'ni
beklerken bir bölük inzibat eri ve birkaç subay sıralanmış ... Peron boyun­
ca, birkaç metre arayla diziimiş erlerden Abidin'in 'koruyucuları' tıklım tık­
lım gelen ekspresin vagonlarına dalıyorlar, böylece karısına yer buluyor­
lar ... O (Güzin) vagonun penceresinden Abidin'le Şükrü'yü selamlarken,
peron boyunca aralıklarla dikilmiş duran, hiç tanımadığı erler, askeri se­
lamla uğurluyorlar. Onunla birlikte pencereden bakan ve sonradan Niğde
ceza reisi veya defterdan olduğunu söyleyen biri, bu garip törene bir anlam
veremeyerek, 'Eşiniz herhalde yüksek rütbeli bir subay .. .' diyor.
O ise, Abidin'in çenesinin altındaki yaranın içine saldığı endişe ve
geçirdiği 48 saatlik uykusuzluğun etkisiyle hiç duymamış gibi pencereden
görkemli Erciyes Dağı'nın son görüntülerine bakmayı sürdürüyor, bitkin
ve dalgın ... ( . . . )
Kayseri'den Ankara'ya ulaştığında, istasyonda Azra bekliyor. Tedir­
gin. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi doçentlik yarışmasına, Keriman Ha­
nımdan başka Vedat Bey de girecekmiş, dilci, bilgin ve ünlü ...
Azra'nın tedirginliği boşuna. Güzin'in anlatlığına göre, o sınav er­
teleniyor. Sonbahara. Güzin daha sonra açılacak sınava girecek. Kazanacak
ve DTCF'de doçent olarak göreve başlayacak. Ama o günleri beklerken An­
kara' dan sonra istanbul'a gidiyor. Babası biraz hasta. Güzin yeniden Ada­
na'ya gitmek zorunda kalmamak için bir doktor raporu edinmek istiyor.
Abidin'in önerisi üzerine Bakırköy Akıl Hastanesinde Doktor Fahri Celal'e
başvuruyor ve onun yardımıyla "rapor" alıyor. Bir akşam yemekte Güzin
anne ve babasına "Bakırköy'den raporu aldım" deyince babası taşı gediği­
ne koyuyor: "Sen oraya çoktan gitmeliydin." Güzin babasının bunu "Yani
sen öteden beri delinin birisin" anlamında söylediğini anlatıyor. Ve anlatır­
ken o günleri amınsayarak gülüyor ve şunları ekliyor: "Azra, Sabahattin

Ae i o iN DiNo 209
(Eyüboğlu) , hepsi beni Adana'dan çıkarmak, DTCF'de öğretim üyesi olarak
göreve başlatmak için canla başla uğraşıyorlar. Eylüle ertelenince sınav,
Adana'ya dönmernek ve tek başıma yeniden oradaki sorunlarla yüz yüze
gelmernek için bu çareyi bulduk. Ve böylece eylülde açılacak sınavı bekle­
rneye başladım."
15 Haziran 1945'te Paris'te "Art Concret"nin açılışı yapıldı. Kan­
dinsky, Mondrian, Delaunay, Arp'ın eserleriyle.
26 Haziran 1945'te Birleşmiş Milletler kuruldu. 51 devletin üyeliğiyle.
17 Temmuz-2 Ağustos 1945'te Potsdam "Konferansı" yapıldı. Uzun
süren görüşmelerden sonra antlaşmalar 7 Ağustos 1945'te imzalandı. Savaşın
galipleri Almanya'nın geleceğini, Polanya'nın sınırlarını ve Avrupa'nın yeni
yüzünü, Yalta'da benimsendiği biçimiyle, yazılı hale getirdiler. Bu arada As­
ya'da savaşı sürdürmekte ısrarlı Japonya İmparatorluğu'na ültimatom verildi.
İngiltere Krallığı'nda Konferans sürerken yapılan seçimleri yitiren Churchill,
hükümetteki ve konferanstaki yerini İşçi Partisi lideri Attlee'ye bıraktı.

7 AcusTos 1945: GüziN'iN BABAsı


Güzin'in babası o günlerde savaşı günü gününe izliyor. Güzin şun­
ları yazıyor babasının o anları için:
"Petain'in Hitler'le anlaştığı haberlerini baba, iskemiesiyle radyoya
sokulmuş, başı önüne eğik dinlemişti. Sonra bir süre, öylece başı eğik kal­
mıştı. Dönüp kimseye bakmak istememişti. Belki de gözleri dolmuştu da
göstermek istemiyordu. Dumlupınar, Afyon zaferlerinde sevinçten zıpla­
yan o baba, sanki kendi ulusunun bir yenilgisiymişçesine, kahrolurcasına
benimsemişti bu kaderi. Baba ölmeden Paris kurtulacaktı, ama ne kan pa­
hasına ... Öleceği geceden bir gün önce atom bombası atılacaktı yeryüzün­
de ilk kez. Neye sevinmeli, neye ağlamamalıydı o gün bugün? .. 'Olmaz
böyle şey!' demişti Adnan (Adnan Benk. MŞG), o gün geldiğinde, 'Ama
başka türlü de biteceği yok bu savaşın' demişti herkes. Babası son saatleri­
ni yaşıyordu odasında. Bombayı söylememişierdi ona. Hiç olmazsa bunu
bilmeden ölmüştü. Durumunun ağır olduğunu doktor gelince anlamışlar­
dı. 'Bu gece bir hastabakıcı getirin' demişti doktor. Getirdiler. Sonra anne­
si onu (Güzin'i) zorla yatırmıştı, gece saat 3'te de gelip uyandırdı. O an öl-

210 ASKER ABi DiN: KAYSERi'DE


müştü babası. Daha ılıktı, sanki canlı, rengi pembe, yüzü de huzur içinde.
Karnının üstüne çok sivri, keskin, siyah kulplu bir bıçak koydular ve O (Gü­
zin) sabaha kadar başucunda babasının ölüsünü bekledi kederler içinde.
Kafasından silinmişti atom bombası da, yüz binlerce ölü de... "

Mehmet Asım Dilek, Güzin'in babası, 5 9 yaşında vefat etti. Çok


genç bir yaşta. Evet ilk atom bombası 6 Ağustos 1 945'te saat tam 8. 15 'te
atıldı. Hiroşima, büyük bir kent, yok edildi. Yüz bin insan öldürüldü.
Zaman içinde radyoaktivitenin yol açtığı değişik hastalıklar sonucu ölen­
lerin sayısı iki yüz bini geçti. O gün Güzin'lerin evde hem atom bomba­
sının yol açtığı büyük üzüntü yaşanıyor hem de babasının durumunun
yarattığı büyük üzüntü. Adnan Benk de Güzin'le atom bombasının ne
tür bir bela olduğunu konuşmak ve haberlerini almak için geliyor. Gü­
zin anlatıyor, "O gün perişandı. Sadece o gün Adnan'ı öyle gördüm. Ad­
nan'la çok yakın dost olduk zaman içinde." Belki büyük üzüntüleri bir­
likte yaşamak, taşımaktır büyük dostlukların, uzun süren dostlukların
çimentosu.
Japonya İmparatorluğu pes etmeyince ABD ikinci atom bombasını
attı, 9 Ağustos 1945'te Nagasaki'ye. Saat 12. oo'de kent yerle bir edildi. Yi­
ne on binlerce ölü. Bir felaket. 14 Ağustos'ta Japonya imparatoru Hiro Hi­
to teslim olduğunu açıkladı. Ama savaş sürdü. Japonya'ya savaş ilan eden
S SCB 23 Ağustos'ta Mançurya'da karşı hücuma geçti. Nihayet 2 Eylül'de
Japonya teslim olduğunu resmen kabul etti. Savaş bitti. Asya'da da.
Bu arada 193o'larda Nazım Hikmet'in, Arif Dino'nun ve Abidin'in
arkadaşı, dostu roman ve piyes yazarı Mahmut Yesari 49 yaşında İstan­
bul'da vefat etti. O da genç yaşta göç etti; Meseret Kıraatlıanesi biraz daha
öksüz kaldı.
Güzin'in babası 7 Ağustos 1945'te vefat ettiğinde, ertesi günkü gaze­
teler Mehmet Asım Dikel'in öldüğünü duyurdular. Hayatın rastlantılarla, iyi
ve kötü rastlantılada dolu olduğunu ispat için Güzin'in kardeşi Behlül'ün o
gün, Avrupa'daki eğitiminden vapurla dönerken gazete okuyan bir arkada­
şının omzunun üzerinden gördüğü bu haberle babasının vefatını öğrenme­
sini gösterebiliriz. Behlül baba evine, babasının cenaze töreninden bir gün
sonra varıyor. Cenaze kalkmış, üzgün bir ev. Herkesin gözü yaşlı. Güzin da-

ABi D i N D i N O 211
ha sonrasını anlatıyor: "Birtakım resmi işler için bankaya giderken, Beh­
lül'le dönüşünden beri ilk kez yalnız kaldık. Behlül bana sordu:
- Evlenmen (Abidin'le neredeyse tam iki yıl önceki evliliğini kaste­
diyor) şart mıydı?
Güzin o zaman şu yanıtı veriyor: Adana Almanya değil ki. İstanbul
olsa hadi neyse ama Adana'da evlenmeden olmaz!
Abidin komünist ya, Behlül ve benzerleri komünistlerden vebalı gi­
bi kaçıyorlar, korkuyorlar, onlarla karşılaşmamak için bin bir dereden su
getiriyorlar."
Babasının vefatından sonra Güzin Kayseri'ye dönüyor. Abidin'i zi­
yarete gidiyor yeniden.

AGIRNASLI AiLESi
Güzin Niyazi Ağımaslı için bana şunları anlattı: "Niyazi Ağırnaslı bi­
ze en yakın, en güvenilir ve bizi en çok seven insandı. Hem kendisi hem ai­
lesi. Küçük kardeşi Kemal Ağımaslı. Kayseri'deki Doktor Kemal. Annesi ve
abiaları Mahmuran Hanım, Doktor Kemal'in eşi Fatma Hanım, hepsi evet
hepsi bize çok yardımcı oldular. Bizi bir aile üyesi gibi bağırlarına bastılar."
1917 doğumlu olan Niyazi Ağırnaslı, Abidin ve Güzin'i 1938'den İs­
tanbul günlerinden beri tanıyor. Gerçek bir dost. Abidin'in Kayseri'deki as­
kerlik aylarında da, Ağırnaslı ailesi, Abidin ve Güzin için son derece sıcak
ve dost bir "yuva" oluşturuyor.
Hatta bir ara Güzin, Abidin'in askerliği boyunca Kayseri'ye yerleş­
meyi düşünüyor. Ağırnaslı ailesi hemen seferber oluyor. Güzin önce Anne
Ağırnaslı'nın kırevine yerleşiyor. Sonra Abla Mahmuran Hanım'ın Kayse­
ri'deki evine. Güzin anlatıyor: "Çok güzel, tam anlamıyla tipik bir Türk evi.
Abidin geceleri geliyor. Tolerans var. Çavuş Abidin'i görmemezlikten gel­
meye söz vermiş çünkü. Doktor Kemal Ağırnaslı çavuşun eşinin apandist
ameliyatını yapmış çünkü. Bu arada zaman zaman dualar bile ediliyor. Ha­
ni çavuşun yeniden doktora bir işi düşsün diye."
Güzin'in evine yerleştiğinin ertesi günü "Mahmuran Hanım bir
günlüğüne geliyor. Evin ihtiyaçlarını gidermek ve Abidin'le Güzin'in rahat
etmeleri için gerekli önlemleri almak için."

212 AS K E R ABi D i N : KAYSERi'DE


Bir süre sonra ise herhalde Güzin'e yardım için olmalı, Mahmuran
Hanım, eşi ve annesi geldi eve. Hep birlikte oturmaya başladılar. Abidin de
geceleri aileye karışıyordu.
Akşam hep beraber sofraya oturuluyor. Mahmuran Hanım'ın elin­
den güzelim mantılar, çeşit çeşit mantılar yeniliyor, şarap içiliyor...
Bu böyle bir ay kadar sürüyor. Güzin'in Kayseri'den çok tatlı anı­
ları var.
Güzin, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi do­
çentlik sınavını kazandıktan sonra temelli Ankara'ya yerleşmek üzere
ayrılıyor Kayseri'den. Ve onu bu kez Ankara'da karşılayan Niyazi Ağır­
naslı'dır. Kalıcı dostlukların en güzellerinden biri Ağırnaslı ve ailesiyle
yaşanacak.

KAç AY SüRDÜ AsKERLiK?


Abidin'in askerliği dokuz ay sürdü. Abidin için askerde geçen do­
kuz ay korkunç bir çiledir.
Söyleşilerinde askerlikten asla bahsetmek istemedi Abidin. Israr
eden olunca yanıtı şudur: "Askerlik çok zordu. Ne sürgüne benziyordu. Ne
gözaltılara. Bu konuda hiç konuşmak istemem. Yaşamıının bu dönemini
asla anımsamak istemem. istemiyorum. Çünkü genel olarak mutsuz, tat­
sız-tuzsuz olayları sevmem. Ve bir an önce unutmak isterim. Askerde ge­
çen zaman dilimi bu tür tatsız bir dönemdir. Ve hatta hayatıının en güç, en
mutsuz, en belalı parantezidir. Hemen kapatılması gereken. Dahası asker­
lik sonrasında iki yıl boyunca süren hastalıklarım var. Ankarab ilk yıllarımı
hastane kapılarını aşındırmakla geçirdim desem yeridir. Ameliyatlar ve da­
ha bir dizi ızdırap. Güzin'in üzülmeleri..."
Hastalıklar konusunda, askerde korktuğu başına geldi Abidin'in ...
Güzin bana şunları anlattı bu konuda: "Adana' da birlikte yaşamaya
başladığımızda, yani her şeye karşın düzenli bir yaşama başladığında, sağ­
lığı bir parça düzeldi. Ama askerlik her şeyi yeniden berbat etti. Yani asker­
lik yaptırmasaydılar Abidin'e, Eylül 1943'ten itibaren birlikte kurduğumuz
ortak yaşamımız içinde her şey yoluna giriyordu, girmek üzereydi. Sağlığı
gittikçe düzeliyordu. Ama maalesef askere aldılar ve hastalık hatta hastalık-

ABi D i N D i N O 213
lar yeniden başladı. Sürdüler. Ve ancak 1954'ten sonra, Paris'te yeniden bir
araya gelebildiğimizde ve Parisli doktorlann sevecen, ama sıkı denetim ve
bakımı sonrasında bitti verem derdi."
Hemen anımsatayım, biraz önce gördük, Güzin kitabında yazı­
yor: Abidin'i ilk ziyaret ettiğinde, "Çenesinin altında açık yara" vardır.
Abidin "bir deri bir kemik"tir. Abidin yemekten içmekten kesilmiştir.
Abidin'in çenesi altındaki iltihaplanma daha sonra başına epey iş açtı.
Abidin Ankara'da böbreğinden ameliyat olmak zorunda kaldı. Askerlik­
ten kurtulduktan sonra bu hastalıklada boğuşacaktır. Tam iki yıl boyun­
ca. Çeken bilir.
Evet Abidin'e askerliğini yaparken çok çektirdiler:
Kayseri'nin o dondurucu soğuk gecelerinde, eksi ı o'larda eksi
2 o'lerde Abidin'e özel olarak belli saatler arasında nöbet tutma görevi
verilmiyor. Fakat nöbetçileri değiştirmek göreviyle sorumlu tutuluyor.
Böylece her üç saatte bir uyanması zorunlulaştırılıyor. Buyrun bir dene­
yin bakalım: Uykunun en derin anlannda her üç saatte bir kalkmak ve
M ehmetleri, Ahmetleri nöbete göndermek. Söylemesi kolay. Amaç Abi­
din'in doğru dürüst uyumasını engellemek. Hiç doğru dürüst uyuya­
masın. Üşüsün. Nitekim dayanamıyor Abidin ve feci hasta oluyor. So­
ğuk algınlığı ve bunun ağırlaşması. Şimdi ne de olsa paşa torunu diyen­
ler çıkabilir. Hayır efendim. O değil! Adam zaten hasta. Bilmem anlata­
biliyor muyum? "
Askerliğin traji-komik yanlan da yok değil hani. Abidin "inzibat bö­
lüğünde" asker ama asla inzibatlık yaptırılmadı. Çünkü "sakıncalı piyade."
Ve madem ki "ressam" o zaman, komutanın verdiği ilk emir onu kendi evi­
ne göndermek. Komutanın karyolasını BOYAMASI için. Abidin eve vardı­
ğında, komutanın eşi yataktadır. Abidin bunun üzerine dönüyor ve komu­
tana "Boyama işini tayyaredierin boyama bombasıyla yapmalı" diyor. Ko­
mutan pekileyince, Abidin'e o zaman bunun gereği olarak, "BOYACI TU­
LUMU" veriliyor. Ve Abidin, Güzin'in anlattığı gibi, "Sevmediği asker üni­
forması yerine artık işçi/boyacı rulumuyla dolaşıyor."
İşte böylece Abidin işçi oldujişçileşti. Ve askerliğin nasıl ti'ye alına­
bileceğini de somutlaşhrma fırsatını yakaladı.

214 ASK E R ABi D i N : KAYSERi'DE


DöNER KüMBET DöNMEZ OIA! !
Abidin askerliğinde yaşadığını sandığım bir macerasını Pikret Mu­
alla isimli kitabında, askerliğinden hiç söz etmeden, anlatıyor, aynen şöy­
le: Döner Kümbet midir bu? Bilinmez!
"Biz ressam 'taifesi', doğanın resmini çizerken, çeşitli kent ve yer­
lerde karakolluk olmuşuzdur, tartaklanmışızdır, tutuklanmışızdır.
Tutalım ki boş bir kümbet resmi çiziyorsunuz Kayseri'nin ortasın­
da. Bir kere kesinkes yararlı olup olmadığı bilinmeyen bir işe giriştiniz de­
mektir. Sizi görenlerin kafasında haklı, çok haklı, bin bir soru birbirini ko­
valar: 'Netmeye çizer kümbetimizi?' Bu sivri kümbet bizimdir, hiçbir işe
yaramaz ama bizimdir, eloğluna neden verelim onu? Hem de nur içinde
yatsın Bibi Hatun yaptırmıştır' derler. 'Bibi Hatuna kastı olabilir bu ne idü­
ğü meçhul herifin. Bunlar haritasını çıkarıyor kümbetimizin, define araya­
caklar, mümkünü yok vermeyiz .. ' .

Yıllar boyunca kimsenin aldırmadığı çöp dolu kümbet, ressamın gö­


zü ona ilişir ilişmez, birdenbire, yontulmuş bir sivri pırlanta kesilir. Gecele­
ri kentiiierin düşlerine girer! Hakları da var vatandaşların, gerçekten de
kümbet Selçuk ustalannın yonttuğu, zaman içre ışıl ışıl bir elmastır, bir pır­
lantadır, bir yakuttur, bir zümrüttür. Işığına, saatine, mevsimine bakar ...
Gerçekten de amacımız o elması edinmektir, biçimini, ışığını, ren·
gini çalmak."
Erciyes Dağı'nın da Abidin'in ilgisini çektiğini biliyoruz. Yaşar Ke­
mal'e bırakıyorum sözü:
" Sonra Abidin Dino Çukurova'dan, Adana'dan, ırgatlanndan, bu
bin bir renkle kaynaşan ovasından ayrıldı Kayseri'ye gitti. Onu çürüğe çı­
kardıkları halde asker etmişlerdi. Oysa onu askere almamaları gerekti. Bu
da başka türlü bir sürgün ve zulümdü. Abidin Dino hiç şikayet etmeyen bir
kişiydi. Dayanma gücü sonsuzdu. Bu da onun erişilmez alçakgönüllülü·
ğünden geliyordu.
Orta Anadolu'nun uçsuz bucaksız, ot bitmez bozkırının da, Çuku­
rova'nın tadını çıkardığı kadar tadını çıkarmasını bildi. Askerliğini yaptığı
Kayseri şehrinin tepesinde dünyanın en güzel pirarnidi ala karlı 4400
metre yüksekliğindeki Erciyes Dağı bütün görkemiyle ışıklar içinde dö-

ABi Di N DiNO 215


nüp duruyordu. Ve bu dağ ulu bozkırdan birdenbire çıkıveriyordu. Dino
bu dağa aşkını, onu görür görmez ilan ediverdi. Ediş o ediş. Onun resmin­
de Erciyes bir daha güzelleşti, bir 'kat daha gerçekleşti. Ve görkemi bir kat
daha arttı.
Ve bozkın çizmeye başladı. Bu uçsuz bucaksız, sonsuz bozkır
onun resimlerinde ilk olarak başka bir yaşama, başka bir güzelliğe kavuş­
tu, üstündeki görkemli Erciyes Dağı ile. Onun resimlerinde görkemli Er­
ciyes, uçsuz bucaksız alçakgönüllü renkleriyle olgun bozkır kendini bul­
muştu. Demek ki milyonlarca yıldan bu yana yüreği sevgi dolu ustasını
bekliyormuş.
Boyuna yinelerim, Dino'nun bozkın gerçekten daha gerçektir, di­
ye. Bozkır gerçeği, doğa ve insan macerası anlatılamayacak kadar ger­
çek, güzel, yeniden yaratılmış bir gerçekti. Abidin Dino'dan sonra ben
de iki yıl bozkın ve Erciyes Dağı'nı yaşadım. Dino'da Erciyes Dağı, boz­
kır daha bir bozkır, daha bir Erciyes'ti. Bozkırın düzlüğünden yükselen
dağ, Abidin Dino'da başka, yepyeni, yeniden yaratılmış bir dağdı. Bozkı­
rm da gökleri sonsuz bir uzaklıktaydı ve insanlar bu uçsuz bucaksızlık­
ta karınca gibiydiler."

MiMAR SiNAN İLE KöYÜNDE


Abidin bir yazısında, askerliği sırasında geçtiğini sandığım bir anısı­
nı aktarıyor. Elbette askerlikle vefveya acılarıylafsorunlanyla ilintilendirme­
den. Biraz önce Güzin'in anlahsında, Abidin'in iki nöbetçi kulübesi "inşa et­
tiğini" okuduk. Taş taş ve bundan çok memnun. "Mimar Sinan görse darıl­
maz" diyen Abidin'dir. Ve bu bir rastlantı da değildir. Mimar Sinan'ı anma­
sı doğaldır. Çünkü askerlik yaptığı mekan Mimar Sinan'ı yetiştiren Ağımas
köyünün yanı başındadır. Ve Ağımas'ı ziyarete gitmemek de olmaz.
Abidin'in askerlik anısını aktarıyorum. ı Haziran 1992 tarihli Cum­
huriyet gazetesinde ünlü fotoğraf ustası ve Abidin'in kadim dostlarından
Ara Güler'in Sinan, Architecte de Soliman (Sinan, Süleyman'ın Mimarı)
isimli son derece titiz hazırlanmış ve müthiş güzel fotolada bezenmiş kita­
bının Paris'te Arthaud yayınevi tarafından yayınlanması üzerine kaleme al­
dığı yazıda Abidin şunları söylüyor:

216 AS K E R ABi D i N : KAYS E R i ' D E


"Orta Anadolu bölgesi yüzyıllardan beri taş sanatını sürdürenierin
yatağı. Taş şairleri, 194o'larda Ağımas köyünde, (Niyazi Ağımaslı
ile) geçirdiğim birkaç gün, unutulmaz bir ders olmuştur benim
için. Mimar Sinan'ın köyünde anladım ki, ekmekçi ustasına hamur
neyse, taş ustasına taş, öylesine uysal bir nesne!
Sinan'ı yetiştiren Ağımas köyünde tanıdığım insanlar (bu ara­
da Sinan'ın ailesinden olduklarını söyleyenler), ufak tefek işlerle
uğraşıp geçiniyorlardı. Oysa, ı6. yüzyılda bambaşka rüzgarlar es­
mişti Ağımas'ta, Kayseri'de, tüm memlekette. O devrin gaddarlık­
larını, bitmez tükenmez savaşlarını, reayaya çektirilen eziyeti göz
ardı etmiyorum, ama imparatorluğun sınıfsal devingenliği içinde
sanatçı ile çağ arasında verimli ve anlamlı bir bağ kurulabilmişti.
Sorulması gerek: Kanuni mi Sinan'dan faydalanmış, haşmetine
hizmet ettirmişti, yoksa Sinan mı padişahın haşmetinden faydalanıp
düşlediği ışığı getirmişti yapı sanatına? Aslında, ikisi birden mi?
Amaçla sonuç arasında çelişkiler, şaşırtmacalar öyle bol ki sanat
tarihinde! Evet, Süleymaniye'nin yamacına kendi mezarını kondur­
makla, eserine imzasını atmış bulundu Sinan. Olacak şey değil ya,
Süleymaniye'ye Sinaniye adını vermek yersiz olmazdı aslında! "

Abidin'in Sinan'a, Koca Mimar Sinan'a ilgisi, sevgisi ve yakınlığı


askerliğinden sonra artarak sürüyor. Hemen sonra yazacağı yazılarda bu­
nun izlerini buluyoruz. Sinan üzerine özel olarak yazdığı yazılar ki vakti za­
manı gelince Sinan adıyla kitaplaşacaklar.
Bu anlaşılabilir bir ilgi, sevgi ve yakınlıktır. Çünkü Sinan da bir
"Anadolu çiçeklemesidir," Yaşar Kemal'in deyişiyle.

GüzİN ANKARA'oA: AzRA'NIN EviNDE İ Kİ AY


Güzin DTCF'deki ikinci sınavda kazandı ve DTCF'ye doçent olarak
atandı. Büyük olasılıkla Eylül veya Ekim 1945'te.
Abidin'i Kayseri'de bırakıp Ankara'ya vardığından beri en büyük, en
çok nazı geçen arkadaşı Azra Erhat'ın evinde kalıyor. Azra Erhat ı Eylül
1936'dan beri Ankara' dadır. DTCF'de Profesör Georg Rohde ile çalışıyor. Az-

ABi Di N D i N O 2 17
ra Erhat İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Leo Spitzer'in öğrencisi
olarak daha ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmişken, Temmuz 1936'da, Spit­
zer ve öğrencileri Florya Plajı'na gitmek üzere Sirkeci Can'nda bekleşirken
Prof. Rohde ile tanışıyor. Ve onun ısran ve Spitzer'in önerisiyle Ankara'ya git­
meye karar veriyor. Hem Fakülte öğrenimini bitirecek Ankara'da hem de
Rohde'ye "mütercim" olarak yardım edecek. (Azra Erhat bütün bunları ayrın­
tılı ve son derece sevimli bir biçimde anlatıyor: En Hakiki Mürşit (Anılar), Cem
Yayınları, İstanbul, 1996, s. 139 vd.) Azra Erhat, Prof. Rohde eşi Dr. İrmgard
Rohde ile Klasik Filoloji dalında uzmanlaşıyor. Güzin Ankara'ya vardığında
artık bir süredir doçent olarak DTCF'de görevdedir. Güzin "ilk iki ay Azra'nın
evinde salonda yatıyorum" diyor. Ve Azra'nın evini şöyle betimliyor: "Az­
ra'nın evi Karanfil Sokak'ta bir zemin katı. Karşılıklı iki oda arasından dar bir
koridordan geçiliyor, sağda ve solda mutfakla banyoya giriliyor.
Kapıdan başka, pencereden de girip çıkıyor isteyen bu eve. Orhan
Veli hep pencereyi yeğliyor. Galiba yalnızca Nurullah Ataç kapıyı kullanı­
yor ... Komşu Sabahattin Ali, uzun pencere sohbetlerine dalıyor sabahın er­
ken saatlerinde. Bar kızlarının ya da siyaset adamlarının yaşantısını, uzun
uzun, o pencerelerden hep anlatıyor içeriden dinleyenlere. Mühendis Ma­
car Sabo (Szabo. M ŞG) zaten zorla çıkarılıyor Karanfil Sokak'taki ... evden,
ama sonunda evlenecekti ... Azra ile ... "
Güzin 2004'te bile Szabo için hala "tahammül fersah bir adamdı"
diyor. Azra ve Szabo'nun aşkı dillere destandır. Filiz Ali, babası Sabahattin
Ali'yi anmak için kaleme aldığı cici kitabında bakınız neler yazıyor: "Bizim
Karanfil Sokak'ın başında bir ara Azra Erhat'la Macar mühendis Szabo bir­
likte yaşadılar. Szabo'nun eşi Roji ile oğlu Matika Sıhhıye'de tek katlı ve bah­
çe içindeki bir evde otururlar." (A. g. k., s. 67) Roji piyano dersi veriyor. Ör­
neğin Filiz Ali'ye. Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz Macar müzisyen Li­
ko Amard, Roji'nin evine uğruyor. Liko Arnard Leo Spitzer'in bırakıp gittiği
Rose Marie ile yaşıyor. Bir süre sonra Sabahattin Eyüboğlu Roji'ye aşık olu­
yor. Yani gönül işleri epey sarmaş dolaş olacak. Aşktır bu dayanılır mı? Sza­
bo bir süre sonra kaybolacak. Ama bu arada bir yabancı ile evli olduğu için
Azra'nın işine son verilecek. Asıl neden başkadır elbette. Azra yaşamını sür­
dürecek Ankara'da. Halikarnas Balıkçısı ile İstanbul'da karşılaşana kadar.

218 AsKER AsiDi N : KAYSERi'DE


Neyse acele etmeyelim. Asıl önemlisi Azra, Szabo, Roji, Sabahattin ve diğer­
lerinin kesişme noktalannın Karanfil Sokak olması ve Güzin'in tam da mer­
kezde bu evde misafir olarak bulunması. Bu olaylar zaman zaman Kızılay,
Yenişehir, Sıhhiye, DTCF taraflarına kadar uzanıyor. Ama "öte"ye geçmiyor.
Azra ve çevresinde o günlerde bakın kimler var: Sabahattin Ali, eşi
Aliye Hanım ve kız çocuklan Filiz, Niyazi Ağırnaslı, Muvaffak Şeref ve eşi
Rebia Şeref, Orhan Veli (biraz önce sözünü ettik Orhan'sız çıkılmaz! ) , Ni­
yazi ve Mediha Berkes ve diğerleri ...
Sabahattin Ali'nin o günlerde bizzat çektiği ve otomatik düzeni sa­
yesinde kendisinin de yer aldığı pek çok grup fotoğraflarında ismi geçenle­
ri buluyoruz. Bunlara Behice Boran'ı, bir süre sonra eşi olan Nevzat Hat­
ko'yu, Pertev Naili Boratav'ı ve eşi Hayrünissa Hanım'ı da katmak lazım.
Bir de genç Asuman'ı. Mediha Berkes'in yeğenini.
Güzin önce elbette en çok Azra ile. Bu arada Niyazi Ağırnaslı da her
zamanki gibi bir kardeş olarak yanı başında. O tarihlerde TBMM'de katip­
tir. Sıkı solcudur.
Güzin DTCF'de bir süre sonra Behice Boran, Mediha ve Niyazi Ber­
kes, Pertev Naili Boratav ile tanışıyor arkadaş, dost oluyor.
Güzin'in aklında o günlerdeki Azra'nın evine gelenlerden bir de
Küçük Bekir kalmış: "O eve bir de Küçük Bekir gidip geliyor. Perşembe
günleri Sıhhıye'de kurulan pazardan öteberi taşıyor küfesiyle, sonraları Kı­
zılay Caddesi'ndeki Fotis'in meze dükkanında çıraklık ediyor. Yakışıklı bir
delikanlı oluvermiş, tepeden hrnağa beyaz prostelalara sarmalanarak."

ÇoK Ko M iK BiR BAŞLANGlÇ


Güzin DTCF'deki sınavı kazanınca ve doçent olarak atanınca, Abi­
din'e haber verdi. Abidin de dört gün izin alıp Ankara'ya gelme olanağını
elde etti. Ama bir aksilik çıktı. Güzin DTCF'den döndüğünde, o akşam, ha­
beri Azra verdi: "Abidin gelemeyecek, çünkü 'Abidin, Ankara'da Güzin
isimli bir faşistle mektuplaşıyor' diye bir ihbar gelmiş ve bu nedenle izin
kaldırılmış. (Güzin bunu anlatırken ikimiz de gülüyoruz. Güzin nasıl fa­
şist olabilir?) Bu ihbar o günlerde DTCF'deki havayı yansıtması bakımın­
dan ilginç. işte bu tür dedikodular çıkarılıyordu o günlerde. Ki DTCF'ye da-

ABi D i N D i N O 219
ha görevli olarak adımımı atmamıştım, kimi resmi işleri sonuçlandırmak
için uğnıyordum. Böyle bir saldırıya uğrayınca ben bir şey yapmalıyım de­
dim. Ankara'da tam anlamıyla tek başımaydım. CHP'de etkili bir isim olan
aile dostumuz, babamı yakından tanıyan, milletvekili ve o sırada yanılını­
yorsam TBMM Başkanı olan Cevdet Kerim İncedayı'ya telefon ettim. Do­
çentlik sınavını kazandım, size bu haberi iletmek istiyordum dedim. Ayrı­
ca sınavı kazanır kazanmaz dedikodu, ihbar başladı diye kendisine duru­
mu aktardım. Sonra sizinle görüşebilir miyim diye sordum. 'Peki gel' de­
di. Hemen gittim. Durumu bir de yüzyüze anlattım. Hemen telefonu aldı
ve Emniyet Genel Müdürünü aradı ve ona aynen şunları söyledi:
- Beyefendi sizin adamlar komünistle faşist, komünizmle faşizm
arasındaki farkı bile bilmiyorlar.
Sonra başka şeyler ekledi. Ve sonra 'Tamam, gönderiyorum' diye
bitirdi. Bana 'Hemen Emniyet Genel Müdürünü gidip görünüz' dedi. He­
men gittim. Adam beni böyle ayakta filan, merasimle neredeyse, karşıladı,
hatta titriyordu adam. Ama adamın bürosu padişah odası gibi. Ve 'Efen­
dim, merak buyurmayınız Abidin Bey yarın geliyor' dedi. Ben de eksik ol­
mayın gibi birtakım lafları geveleyip ayrıldım; rahatlamıştım bir parça. Of
be! Neyse nihayet Abidin geldi ertesi gün. Dört gün kaldı ve sonra yine Kay­
seri'ye döndü."

"ÇoRAPLARıNı BANA SATAR Mısı N ? "


Abidin Anadolu el işi eserlerine öteden beri bayılır. Kilim, çorap, ne
varsa artık beğenir, seçer, alır, saklar. Melih Cevdet Anday Akan Zaman
Duran Zaman'da bir öykü anlatıyor bu konuda. Buraya alıyorum çünkü
belki Abidin'in bu gelişinde geçmiştir bu olay. Kayseri'den Ankara'ya tren­
le gelmek hoş bir biçim alabilir demek. Söz, Melih Cevdet Anday'm:
"Abidin Dino'dan dinlemiştim. Kayseri istasyonunda Ankara'ya gi­
decek treni beklerken bir köylünün çorapları gözüne çarpmış. Yırtıkmış bu
çoraplar, ama bir renk cümbüşü içinde imiş. Dayanamamış Abidin, yanı­
na gitmiş köylünün.
- Çoraplarını bana satar mısın? demiş.
Şaşmış köylü.

220 ASKER Asi D i N : KAYS E R i ' D E


- Ne çorabı? Hangi çorap?
- Ayağındakileri...
Bunun ne mene bir alışveriş olduğunu anlayamayan köylü kork­
muş ve kaçmış ordan." (A. g. k., s. 216)
Abidin dört günlük Ankara ziyareti sırasında Güzin'le hasret gider­
di. Bu arada İstanbullu günlerin arkadaşlarından birkaçını Ankara'da bul­
du. Bunların pek çoğu o günlerde Tercüme Bürosu ve Milli Eğitim Bakan­
lığı Neşriyat Müdürlüğünde bir arada birlikte çalışıyorlardı. Melih Cevdet
Anday o günlerin Tercüme Bürosunu şöyle anlatıyor:

"Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü, Postahane Caddesinde


üç katlı bir yapının ikinci katında idi. Birinci kat yayınevi, üçüncü
kat Talim Terbiye Dairesi idi. Fransa'daki öğrenimini bitirip İstan­
bul Üniversitesinde doçent olan Sabahattin Eyüboğlu'nu Hasan Ali
Yücel, müfettiş kadrosu ile Talim ve Terbiye üyeliğine getirmişti.
Klasikierin basımına başlandığı yıllardı. Tercüme Bürosu birinci
kattaki bir salonda toplanırdı. O günlerin coşkulu çalışmalarını
unutamam. Nurullah Ataç Tercüme Bürosu Başkanı, Nusret Hızır
Platon Komisyonu Başkanı idi. Yayın Müdürlüğünde Yaşar Nabi
Nayır, Vedat Günyol, Şahap Sıtkı, Erol Güney, ben, klasikierin bas­
kı işleriyle uğraşırdık. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, klasiklerle ya­
kından ilgili idi." (A. g. k., s. 43).

O günlerin Ankara'sında Milli Eğitim Bakanlığı ve ona bağlı Tercü­


me Bürosu birçok açıdan dikkat çekiyor. Dünya klasiklerinin çevrilmesi,
çevirmenlerin nitelikleri, isimleri ve yaptıklarıyla. Daha önce Sabahattin
Eyüboğlu'nun Tercüme Bürosunda görevlendirilmesi vesilesiyle bir canlı­
lıktan söz etmiştim. Bütün bunların 28 Aralık 1938'den beri Milli Eğitim
Bakanlığı görevini üstlenen İzmir milletvekili, yazar ve saati gelince şair
Hasan Ali Yücel'den kaynaklandığı sıkça yazılan ve genel olarak kabul edi­
len bir gerçek.
Yücel, 5 Ağustos 1946'ya kadar, görevinde kaldığı sürece çevresine
döneminin en akıllı çevirmen, yazar ve öğretmenlerini topladı demek

ABi D i N D i N O 221
abartma olmaz. Sıkıyönetim, sürgün ve baskılar sonucu çekilmez olan İs­
tanbul'dan "kaçmak" isteyen aydınlar için de bu önemli bir fırsattı.
Sabahattin Eyüboğlu Tercüme Bürosu başkan yardımcısı olarak Ok­
tay Rifat, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kanık gibi "Garip" şiir akımının
en önemlifkurucu isimlerini çevresine topladı. Onların yanına Behçet Neca­
tigil, Orhan Burian, Erol Güney, Servet Lunel, Zeki Başhmar'ı eklemeli. O
sırada hapiste olan Nazım Hikmet'in de kimi çeviriler yapbğı biliniyor.
Örneğin Orhan Veli Kanık, Azra Erhat'la birlikte, Maliere'den Ver­
sailles TuZuatı'nı çevirdi, 1944'te.
Güzin, Ankara'ya gelir gelmez Tercüme Bürosu'nun ve çevresinde­
ki diğer karşılaşma noktalarının devamlıları bütün yazar, şair ve çevirmen­
lerle yeniden buluştu, kimileriyle ilk kez karşılaşıp tanıştı, alıhap oldu.
Güzin, bana anlatlığına göre, "Tercüme Bürosu toplantılarına hiç
kablmıyor. Ama İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğrencilerle
yaptığım Moliere çevirim o diziye girdi" diyor.
Sabahattin Ali Tercüme Bürosunun "Almanca uzmanı"dır. Bunu
Erol Güney de belirtiyor (A. g. k., s. 131-132) . Erol Güney bizzat 194o'ta Ter­
cüme Bürosuna girdiğini söylüyor (s. 161). Eşi Dora Güney'in Niyazi Ağır­
naslı ile iki kitap çevirdiğini ve "Alman klasikleri arasında yayınlandığını"
ekliyor (s. 82). Vedat Günyol Neşriyat Müdürlüğünde ve Tercüme Büro­
sunda "Üç yıl çalıştım" diyor. Daha sonra Orhan Burian ile Ufuklar serüve­
ni başlayacak. Vedat Günyol özellikle Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu
ile daha yakın arkadaşlık, dostluk ilişkileri kuracak. Özellikle Orhan Suri­
an'ın akıl almaz bir biçimde gencecik yaşında vefat etmesinden sonra.
Bir süre sonra kaçınılmaz bir biçimde Nurullah Ataç ile Sabahattin
Eyüboğlu arasında birtakım takışmalar, ahşmalar meydana gelecek.
O günlerde, Ankara'daki aydınlar, yazarlar, şairler, çevirmenler Mil­
li Eğitim Bakanı ile birlikte oldukları zaman dilimlerinde bile, polislerle, si­
villerle, "gölgelerle" izleniyorlardı. Bu konuda dünya kadar şey yazılabilir.
Cüneyt Arcayürek'in kitapları, Mehmed Kemal'in Acılı Kuşak isimli kitabı
örneğin. Böylesi bir ortamda bile bu gençler canlarını dişlerine takarak ça­
lışıyorlar, yaratıyorlar, yazıyorlar, çeviriler yapıyorlar. İşte Güzin'in vardığı
Ankara böyle bir Ankara'dır.

222 As KER Asi D i N : KAYSE R i ' D E


GüziN FAKÜLTEDE
DTCF, Evkaf Apartınanında öğrenim verme faslım kapatmış ve açı­
lışı büyük törenlerle 1940'ta yapılan yeni binasındadır. Yeni binanın de­
miryoluna yakın ve caddeye bakan yüzünde Mustafa Kemal Atatürk'ün o
ünlü vecizesi duvara nakışlanmıştır: "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir."
Güzin ilk günler Azra'nın Karanfil Sokak'taki evinden Fakülteye yürüyerek
gidiyor. İki adımlık yer. Fakültede "Fransız Edebiyatı Bölümü"ndedir. Bö­
lüm veya o zamanki adıyla "Kürsü" Başkanı bir Fransız profesördür. M.
Bonnaud. Sonra Prof. Bedrettin Tuncel sırada. Sonra Güzin Dino. Bir de
Reşat Nuri Darago. Arada bazen bir veya iki asistan da türüyor. Ama uzun
boylu kalmıyorlar. Veya biri ikisi gidiyor, yerlerine yenileri alınıyor.
Güzin o günleri anımsıyor: "Prof. Bonnaud hiç sempatik, hiç hoş
bir adam değildi. Bana girer girmez birçok ders yükledi; 'Başlayanlara
Fransızca' dersi, 'Tercüme', 'Fransız Edebiyatı', 'Roman Tekniği' gibi. Do­
çent olmuşum bana bu dersleri niye verdirtiyor? Hiç sevmediğim işler. Be­
ni hiç adam yerine de koyrnuyor. Biliyor ki netarneli bir durumdayım, 'Ko­
münist Abidin'in eşiyim', bunu sürekli olarak hissettiriyor. Bu hiç hoş de­
ğildi. Bedrettin Tuncel de öyleydi. Tatsız tuzsuz bir adam. Bedrettin Tun­
cel'in tatsızlıklan aniatmakla bitmez. Bu adam öte yandan Tercüme Büro­
su 'idare heyeti üyesi'ydi aynı zamanda. Çeviri filan da yapıyordu. Ama
hem O, hem de Prof. Bonnaud berbat heriflerdiler. Nefretengiz mahluklar.
Prof. Bonnaud ne yapıp edip bir tek edebiyat dersi dışındaki bütün dersle­
ri bana yükledi. O dersi de zorunlu olduğu için veriyordu. Yoksa onu da ba­
na yıkabilirdi. Öylesine bir mahluk. Dehşet nefretengiz.
Bizim bölümde bizim kürsüde bir tek Reşat Nuri Darago bana kar­
şı dürüst davranıyordu. Darago okutmandı. Yeni gelen öğrencilere Fransız­
ca öğretiyordu. Sempatik bir insan. Osmanlıca şiirleri Fransızcaya çevirir­
di. Üçüncü katta Bedrettin Tuncel, Reşat Nuri ve ben aynı büroyu paylaşı­
yoruz. Çok alafranga bir adam. Çok iyi giyiniyor. Belli bir oturuşu, kalkışı
vardı. Avrupalı bir adam hali vardı. Biraz yabancı diyelim, o günün o bili­
nen taşra kenti Ankara'sında.
Reşat Nuri Darago, Pierre Loti'nin Aziyadeler'inden biri olan Nuri­
ye Hanım'ın kardeşidir. Çok eski Osmanlı ailelerinden birinden geliyor.

ABi D i N DiNO 223


Ama kökeni Fransız bir konta kadar gidiyor. Pierre Loti bu köken mesele­
sini ayrıntılı bir biçimde aktarıyor. Evet bu ailenin evveliyatı Fransız. Nite­
kim Cumhuriyet'le birlikte Nuriye Hanım Fransa'ya geliyor. Paris'e yerle­
şiyor. Le Figa ro'da yazılar yazıyor. Vakti zamanında ailece Pierre Loti'yi el
üstünde tutmuşlar, o kadar ikram etmişler, ama aile Fransa'ya sığınınca Pi­
erre Loti'nin ödü patlıyor, ' Eyvah gelip beni bulacaklar, benden yardım is­
teyecekler' filan diye. Zavallı Loti sanıyor ki gelip 'başına bela olacaklar.'
Dolayısıyla korkusundan aileye ne sahip çıkıyor, hatta ne de oralı oluyor
(Pierre Loti 1923'te Fransa'nın güneybatısında Bask Bölgesi'nde, Henda­
ye'de öldü. Korkularını birlikte götürdü. MŞG). Nuriye Hanım'ın Pierre
Loti'ye de, yardımına da ihtiyacı yok elbette. Ama Loti yine de geçmiş yıl­
lardaki izzet ikramın karşılığını istemelerinden korkmuş. Ama Loti'nin
korkusu felaket. Hatta ibretlik."
Bu konuda dünya kadar örnek biliyorum. Türkiye'de kıyınet veri­
len, evlere misafir ve baş tacı edilen Fransızlar, bizimkiler buraya, Fran­
sa'ya ve hele Paris'e geldiğinde köşe bucak kaçıyorlar, neredeyse saklanı­
yorlar, oralı olmuyorlar. Hele bu duruma düşen birkaç tanıdık bayan arka­
daş var ki yaşadıkları roman olur.
Güzin sözünü kaldığı yerden sürdürüyor: "Nuriye Hanım'ın kız
kardeşi de vardı. Paris'e geldikten sonra hem Nuriye Hanım ile hem kız
kardeşiyle tanıştık. Çok dost olduk. Tam Abidin'in hoşlanacağı insanlardı­
lar. Onlar da Abidin'i çok sevdiler
Nuriye Hanım Parisli yıllarında Polonyalı Kont Rohozinski ile evle­
niyor. Bir kızları oluyor, ismi Lil. Burada çok önemli olan şey şudur: Nuri­
ye Hanım'ın kızı Lil'in eşi İngiliz Cecil Michaelis ile Abidin'in 195o'lerde
tanışması, ressam ve heykeltıraş olan Cecil'in Abidin'e Paris'te gerçek bir
dostluk göstermesi. Bunları Abidin ve Güzin'in Parisli günlerinde görece­
ğiz. İsterseniz tekrar 194o'ların ortasındaki Ankara'ya dönelim:
Evet Reşat Nuri Darago Osmanlı terbiyesi almış çok efendi bir
adam ve DTCF'de "Fransızca Kürsü"sünde uygulamalı Fransızca dersi ve­
ren bir okutmandır. ı89ı doğumlu olan Darago o yıllarda Varlık gibi dergi­
lerde zaman zaman makaleler de yayınlıyor. Değişik gazetelerde deneme­
ler ve makaleler de. Klasik ve çağdaş Fransız yazarlarından yaptığı çeviriler

224 As KER Asi D i N : KAYS E R i ' D E


ve sözlükleriyle de tanınıyor. Yapıtları arasında şunları zikretmek olası: Üç
Asırlık Fransız Edebiyatı (17, 18, 19. yüzyıllar) , 3 cilt, 1932; Fransızcadan
Türkçeye Yeni Lügat (1940, daha sonra başka baskıları yapıldı); Türkçeden
Fransızcaya Yeni Lügat (1951, daha sonra başka baskıları yapıldı).
İşin ilginç tarafı da şurada, Reşat Nuri Darago faslım bitirirken, bu­
nu burada yazmak şart. Paris'te Abidin'i Reşat Nuri Darago'nun kız karde­
şi Nuriye Hanım'la tanışhran Baron Dard'dır. Kim mi? 193o'lu yıllardan ge­
len bir tanıdık: Ostrorog Yalısına gelen Galatasaray Lisesi Fransız Edebiyah
öğretmeni. Evet Bay Dard, Abidin'i ablasıyla, kendi ablasıyla tanışhnyor.
Bay Dard'ın ablası, Cecil Michaelis'in ilk eşi yani Bayan Marie-Alix Dard bu
hanım ve Bay Dard, Abidin'i Cecil Michaelis ve o sıradaki eşiyle yani Nuri­
ye Hanım'ın kızı Lil ile tanışhrınca 193o'ların İstanbul'u, 194o'ların Anka­
ra'sı Paris'te bir araya gelebildiler. Hafıza her bireyindekileri bir potada eri­
terek ortak hafızayı yarattı. Bu kadar yeter. Belki biraz karışık, belki biraz zor
gelebilir. O zaman lütfen bu birkaç sahrı bir kez daha okuyalım. Ben de öy­
le yapıyorum. Ne önemi var demeyin lütfen. Çünkü Abidin ile Güzin ve Lil
ile Cecil arasında başlayan dostluk hayat boyu sürecek de ondan.

GüziN ' i N DERSLERİ


Güzin'e, o günlerde DTCF'de kendi bölümünde asistan var mıydı
diye sordum. İşte yanıh: "Bayan bir asistan vardı. Kıdemli asistandı. Benim­
le birlikte doçentlik sınavına giren iki kişiden biriydi. Yaşlıca bir hanımdı.
35-40 yaşlarında. Bir süre sonra DTCF'den ayrıldı sanıyorum. O zaman iki
tane genç bayan asistan geldi. Aslında benim bölümde alıhaplık ettiğim
kimse yoktu. Reşat Nuri Darago evet efendi adamdı, ama bana göre biraz
yaşlıcaydı ve büyük olasılıkla dünyaya bakışımız da farklıydı. Ama uygar iki
insan olarak mesleki ilişkimiz aksamadan sürdü. Yani Bedrettin Tuncel ve­
ya Fransız Profesörle kıyaslanamayacak derecede oluıniuydu ilişkilerimiz.
DTCF'de alıhapiarım ve anlaşabildiklerim diğer bölümlerdeydiler. İngilizce
bölümündeki Orhan Burian'la arkadaşları, Sosyolojide Behice Boran, Niya­
zi ve Mediha Berkes, diğer bölümlerden Pertev Naili Boratav gibi.
Ders verdiğim sınıfta elli kadar öğrenci vardı. Çoğu Yozgatlı, Ço­
rumlu, Sivaslı. Bu arada bakan ve milletvekili çocukları da var. Ama hemen

ABi D i N D i N O
hemen hiçbirinin evinde ne kütüphane ne de çocuklarda kitap okuma alış­
kanlığı. Üçüncü sınıfta örneğin Fransız Edebiyatı dersini veriyorum. Vic­
tor Hugo'yu inceliyoruz. Kimse kitap okumuyor. Kimse Fransızca da bil­
miyor. Oysa Fransızca Kürsüsündeyiz. Çocuklara soruyorum:
- Evinizde kütüphane var mı?
- Yok!
- Kitap var mı evinizde?
- Var.
- Nedir?
- Kur'an.
Hepsi taşralı öğrencilerin. Ben oraya İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinden (İÜEF) gelmişim. Gerçi o arada Adana'yı da gördüm ama
DTCF ile İÜEF'yi kıyaslıyorum. Orada asistanlık yaptım, burada da doçen­
tim. İstanbul'daki öğrencilerim arasında Adnan Benk gibi 'ışık'lar vardı.
Hepsi pınl pınldı. Kimi Saint-Joseph'ten, kimi Galatasaray, kimi bilmem
nereden mezun. Evleri babamın evi gibi, kitap dolu yani İstanbullu öğren­
cilerle Ankara'daki öğrencilerim arasında müthiş bir fark var. Ve orada o
anda fark ettim Anadolu'nun kitapsızlığını. Orada farkına vardım ki Hasan
Ali Yücel muazzam bir iş yapıyor, muazzam. Yani hiç unutmamamız la­
zım Hasan Ali'yi."

ÖGRETİM ÜYELERİ RESMi GEÇİTTE


Türkiye'nin birçok başka mekanında olduğu gibi DTCF'de de adı
"komüniste" çıkmış biriyle kimse merhabalaşmak bile istemiyordu. Hele
arkadaşlık. Asla! Güzin DTCF'ye varmadan "ünü" vardı: "Komünist ve sür­
gün Abidin Dino'nun eşi." Buyrun bakalım. Güzin daha önce söyledi:
"193o'larda, 194o'larda ve daha sonra Türkiye'de adı 'komünist'e çıkmış­
lardan vebalılar gibi kaçıyorlardı." Peki koskoca DTCF gibi bir fakültede
durum nasıldı?
Güzin anlatıyor: "Benimle selamlaşan çok az öğretim üyesi vardı.
Bir Ekrem Akurgal örneğin, O selamlaşırdı. Arkadaşlık bile ederdi. Çünkü,
Osmanlı Bankası Ankara şubesi müdürünün damadıydı ve bu vesileyle ba­
bamı tanıyordu. Babam Osmanlı Bankası resmi işler müdürü olduğu için

226 AS K E R ABi D i N : KAYSERi'DE


banka genel müdürü Ankara'ya gittiğinde ona eşlik ederdi. Ve bu yolla An­
kara şubesi müdürü ile tanışıklık doğuyor. Ekrem Akurgal da bu ailesel ta­
nışıklık vesilesiyle benimle selamlaşıyordu. Ayrıca insan olarak da efendi
biriydi. Uygardı.
Sonra İrfan Şahinbaş aklıma geliyor. Bir rastlantı sonucu kardeşim
Behlül (o sıralarda Ankara'daydı) İrfan Şahinbaş'ın yeğeniyle arkadaşlık
edip, ilişkileri ciddileşince, Şahinbaş benden bilgi bile aldı, kardeşim hak­
kında. Hayırsız kardeşim Behlül hakkında."
Güzin'in o ilk zamanlarında en çarpıcı, en ilginç öğretim üyesi
mutlaka Muzaffer Şeriftir. 23 yaşında, ABD'deki öğrenimini bitirip döner
dönmez DTCF'ye doçent olarak atanan ve kısa süre sonra profesör unvanı­
nı alan ve böylece Türkiye'nin "en genç profesörü" olarak tanınan sevimli
insan. Çok genç yaşta profesör olmak kolay değil. Güzin onu anlatıyor:
"Çok zeki bir insandı. Çok sempatik. Türkiye'de olup-bitenleri görünce ar­
kasına bakmadan çekip, hatta kaçıp gitmek lazım dedi, gitti. 'Burdakilerin
tümü deli' diyordu. Türkiye'deki, insanlardan çekememezliklerden, kıs­
kançlıklardan korktu. ABD'ye gitti. Bir daha ses bile vermedi. O kadar ki
Türkçe konuşmaz bile olmuş. Türkiye'den gidenleri görmek istemez hale
gelmiş. Yani bu kadar olur işte. Adam herkesten önce, hepimizden önce,
Türkiye'de işlerin sarpa sardığını saptadı ve kaçtı resmen.
İngilizce Bölümünde İrfan Şahinbaş gibi benimle selamlaşan, ko­
nuşan bir de Orhan Burian vardı. Çok kibar bir insandı. Çok çalışkan.
Profesörler Kurulunda mesela ben böyle tek başıma otururdum
bir köşede. Kimse yanıma gelip oturma cesaretini bile gösteremiyordu.
Behice Boran'ın yanma da kimse oturmazdı. Sanki vebalıyız. İnanmaya­
caksınız ama durum aynen böyle. Ama ben gider Behice'nin yanma otu­
rurdum."
Behice Boran 1945'te Toplumsal Yapı Araştırmalan (İkı Köy Çeşidi­
nin Mukayeseli Tetkiki) başlıklı kitabını yayınlamış o sıralar: "AÜDTCF Fel­
sefe Enstitüsü Sosyoloji Serisi: 3" olarak. Ve kitap Türk Tarih Kurumu Ba­
sımevinde başılmış. Boran 31 Mayıs 1939'da DTCF'e sosyoloji doçenti ola­
rak atandığından beri alanında önemli araştırmalarıyla sadece ülkede değil
ABD'de de adını duyurmuş.

ABi D i N D i N O 227
O günlerde Boran'ın öğrencisi olan Mübeccel Belik (Kıray) onu
şöyle anımsıyor: "Harp yıllarıydı ve DTCF'deki hocalar adamı şaşkına çe­
virirdi. Bazıları çok rafıne, çok rasyonel, çok anlaşılır, çok temelli. Bazıla­
rı ise tam tersi. Yahu nereye geldik biz, n'oluyoruz fılan derken, bunların
içinde bir de çok zarif, çok şık ve çok akıllı, kirli pembe birtakım tayyörler
giyen birisi ile karşılaştık. ( ... ) Pencerenin de yanında dururdu; sınıfı gö­
rebilmek için. Sonra hoca olunca anladım, orada durunca ışık çocukların
yüzüne geliyor. Dar zamanda son derece enerjik, başı sonu belli ders an­
latan, heyecanlanduan bir hoca ( ... ) Üçüncü seneden sonra biz de epey bi­
linçlendik ve farkına vardık ki, Behice Hanım'ın anlattıkları, bazı felsefe
hocalarımızın anlattıkları ile hiç uyuşmuyordu. Felsefede anlatılanlar çok
karışık, anlaşılınayan şeyler oluyordu. Bu arada Behice Hanım'ın şöhreti
birden yayıldı. İyi ders anlatıyordu; yalnız içeriğiyle değil, aniatış şekliyle
de çok etkiliydi. Siyasal Bilgiler Fakültesi asistanları bile, ( ... ) örneğın Ay­
dın Yalçın falan ( ... )ya da Aziz Köklü, ( ... ) Behice Hanım'ın derslerini ( ... )
gelip dinlerlerdi; o kadar etkileyiciydi." (Ayşegül Yaraman'ın Mübeccel Kı­
ray ile söyleşisinden: Biyografya, Sayı: 2, Behice Boran özel sayısı, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 2002, s. 101 ve 103.)
DTCF'de o günlerde bayan öğrenci sayısı görece yüksektir. Mübeccel
Belik (daha sonra Kıray) ile aynı sınıfta okuyan Rozet Avigdor (daha sonra Ro­
sette Coryell), "kız öğrenci ve arkadaş olarak Nilüfer ve Nezihe Araz'ı sayıyor.
(Ercan Eyüboğlu'nun Rozet'le yaptığı ve Behice Boran'ı anmak amacıyla ha­
zırlanan Bilim ve Sanat dergisinin Aralık 1987 sayısında yayınlanan söyleşi­
den aktanyorum. Söyleşinin başlığı tek başına birçok şeyi açıklamaya yetiyor:
"Biz Behice Boran'ın, Niyazi Berkes'in ve Muzaffer Şerif'in en iyi öğrencile­
riydik. .. ," s. 20-22. Söyleşiyi süsleyen fotoğraflarda bayan öğrencilerin sayısı­
nın erkeklerden, en azından o sınıflarda, daha çok olduğunu saptamak olası.)
Rozet Avigdor, 194o'larda "Sol diye bilinenler çok küçük bır azın­
lıktı, büyük bir yalnızlık içindeydiler "derken son derece önemli bir nokta­
ya dikkat çekiyor. Güzin'in de öteden beri altını çizdiği nokta budur zaten:
"O yıllarda çok azdı sayımız çok az" demesi boşuna değil.
Bugünden bakılınca, biraz nostaljik, biraz büyütme arzusu ve eğili­
mi sonucu ve benzer başka bir dizi nedenle o yılların solculuğunun oldu-

AsKER Aei o i N : KAYSERi'DE


ğundan kapsamlı, olduğundan önemli gösterildiğini, gösterilmek istendi­
ğini biliyoruz. Hepimizin isteği bu yönde olsa bile, gerçek maalesef öyle
değildi. Ve burada aniahianlar da bunu ispatlıyorlar.
Bu bağlamda şu da ortaya çıkıyor: Buna rağmen o yıllarda sol dü­
şünce için mücadele edenlerin gerçekten solcu olanların davranışları bir­
kaç kat daha önem kazanıyor. Çünkü o kadar az sayıda olmalarına rağmen
mücadeleden çekinmediler. Mücadele etmekten kaçmadılar. Bu açıdan ba­
kılınca cesaretleri gerçekten bütün övgülere layıktır.
194o'larda Ruhi Su, "Ankara Devlet Operasındaydı. Üniversite öğ­
rencilerinden oluşan bir koro kurmuştu." Rozet Avigdor da bu koronun ça­
lışmalarına katılıyor. Daha sonra Ruhi Su ile evlenecek olan Sıdıka Umut
da o günlerde DTCF'de öğrencidir. (Can Kartoğlu Gürses'in dizi yazısında:
" Ruhi Su'yla yaşamak," Cumhuriyet, 21-24 Eylül 1992.) Nezihe Araz ile ar­
kadaştır Sıdıka Umut.
Boran o günlerde yazılarıyla da etkiliyor. Yurt ve Dünya'daki ve
Adımlar'daki yazıları yanında bazı gazetelerde yayınladıklarıyla.
Boran, öğrencilerini alan çalışmasına götürmeyi ihmal etmiyor.
Rozet anımsıyor: 'Boran ile Ankara köylerine sık sık gitmemiz, köylü­
lerle görüşmelerimiz, o zamanlar çok etkin ve gözde Hasanoğlan Köy
Enstitüsündeki arkadaşlarımız, hep bu bilimsel yaklaşımın içinde yer
alıyordu."
Boran'ın bu tür çalışmaları ve hele öğrencileriyle iyi ilişkiler içinde
olması DTCF'de kışkançlıklara yol açıyor. Nitekim gazetelerdeki yazılarını
da bahane eden dönemin Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim Genel
Müdürü ve şair ve DTCF'de 'Türk Edebiyatı" profesörü Necmettin Halil
Onan, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve o zamanki eşi
Mediha Berkes'in "Fakülte'de kalmamaları gerektiğini" Milli Eğitim Baka­
nına bildiriyor, 4/6141 sayılı yazısıyla.
Filiz Ali'nin yukarıda andığım kitabında (s. 68'de) bir fotoğraf var;
"Fidanlık yollarında": Niyazi Ağırnaslı, Behice Boran, Filiz (küçük bir kız
çocuğu daha), Aliye Ali ile Sabahattin Ali. Sabahattin Ali yine makinesini
"kurar kurmaz" koşarak gelmiş ve sol tarafta pozunu vermiş. Yüzlerinden
düşen bin parça. Ama bu koşullarda çekilen fotoğraf da herhalde başka tür-

ABi D i N D i N O 229
lü olamazdı. Bakar mısınız? Kardeşim insan fotoğraf çekiliyor diye bir te­
bessüm etmez mi? Etmez. O günkü Ankara'da bir tebessüm bile zor. Filiz
hariç, çocuk çünkü.
Bu takıma o sırada Atatürk Lisesinde psikoloji öğretmeni olan Ad­
nan Cemgil'i ve eşi Nazife Cemgil'i de katmak lazım. Özellikle Behice Bo­
ran'ın yanına.
DTCF öğretim üyeleri arasında Güzin'le selamlaşan, arkadaşça ilişki
kuran Pertev Naili Boratav'ı unutmamak gerek. Halk Edebiyatı dersleri ondan
sorulur çünkü. Birçok eser yayırılıyor. Çeviriler yapıyor. Makaleler yazıyor.
DTCF "takımı," "bizim takım" diyelim isterseniz, bu kadar işte. Ve
iyi saatte olsunlar titremeye başlamışlar bile... Gel de şaşma bakalım bu işe.'

NusRET HızıR
Güzin'in, Mina'nın, Orhan Veli'nin, Azra'nın 193o'ların ortasında
ve sonunda İstanbul'daki en yakın, en candan arkadaşı Nusret Hızır,
1942'den beri DTCF'de Felsefe doçenti olarak görevdedir. Güzin, onu da
buluyor Ankara'da. Bir sevinç kaynağı daha. Dahası Nusret Hızır takılına­
yı asla bırakmıyor. Nitekim bir gün Güzin'e aynen şöyle diyor:
"Biliyor musun İstanbul'da Fakültedeyken ben sana aşıktım."
Güzin cevabını çakıyor hemen: "Oh olsun sana. Şimdi mi aklına
geldi? Artık çok geç kaldığının farkında değil misin? "
Evet, Abidin'le evlendikten sonra insan ilan-ı aşk (!) eder mi?
Adınız Nusret Hızır'sa edebilirsiniz. Ve bayan öğretim üyesi arka­
daşınızia katıla katıla gülersiniz sonra. Güzin ekliyor: "Gerçekten çok se­
vimli bir insandı. Türkiye'de az bulunan cinsten. İyi aile çocuğuydu, efen­
di bir insandı. Çok da çalışkandı; DTCF yanında Tercüme Bürosunda da
çalışmalarını sürdürüyordu."
O yıllarda Nusret Hızır da evlidir. Ve eşi Neriman Hızır Ankara
Radyosunda "Radyo Çocuk Kulübü"nün "Ayşe Ablası" olarak ünlüdür. Ne­
riman Hızır o günlerde çocukların çok beğendiği haftalık "Kimgil Aile­
si"nin de yazandır.
Nusret Hızır değişik dergilerdeki makaleleriyle felsefeyi herkesin
anlayabileceği bir biçimde aktarmanın yollarını arıyor.

230 AS KER ABi D i N : KAYS E R i ' D E


İNÖNÜ ANSİKLOPEDİSİ
İlk fasikülü 1 943'te çıkan İnönü Ansiklopedisi o dönem Milli Eği­
tim Bakanlığının önemli yayınlarından biridir. Güzin de Ankara'ya gelir
gelmez kendisini bu maceranın içinde buldu. Şöyle: "Agah Sırrı Levend
beni çağırdı ve İnönü Ansiklopedisi için katkıını istedi. Yeni çıkıyordu. Fa­
sikül fasikül yayınlanıyordu. Bütün Avrupa edebiyatma ve hele Fransız
edebiyatma ilişkin maddeleri ben yazdım. O günlerin Ankara'sında her­
kes tetikte, sokulan yerden yere çalmak istiyorlar. Ben kalkıp Aragon
maddesini yazıyorum. Ne cesaret! Tasavvur edebiliyor musunuz? Ara­
gon'u ve edebiyatını tanıtıyorum, Aragon'u okumuş ve beğenmişim."
Güzin İnönü Ansiklopedisi çalışmaları içinde Cevdet Kudret Solak ve
eşi İhsan Kudret Solok'u tanıyor. Ankara liselerinde edebiyat öğretmenliği
yapan Cevdet Kudret, 1945'ten itibaren İnönü Ansiklopedisi'nin yayınlan­
masıyla görevlendirildi. Güzin anlatıyor: "Çok aramıza giren biri değildi.
Fakat sevdiğimiz, beğendiğimiz, saydığımız bir insandı. Kültürlü, bilgili,
edebiyatçı bir insan. Özel, aileler arası bir ilişkimiz olmadı. Ne de olsa me­
murdu ve biz, yani Abidin ve ben, memur olan tanıdıklara bizim yüzüroüz­
den bir sorun yarahimasım istemezdik Onunla İnönü Ansiklopedisi'ni çıka­
ran takımdaki çalışmalar vesilesiyle karşılaşırdım."

YENİ DERGİLER: AYNI TAKIMIARlN


15 Ekim 1 945'te Fransa'nın o dönemdeki en karanlık siyasetcile­
rinden Pierre Laval kurşuna dizildL 1 9 14'te bir sosyalist olarak siyeasete
giren Laval, zaman içinde ırkçılara yaklaştı ve Nazi taraftararı oldu.
Fransa'yı işgal eden Nazilerle işbirliğı yapmakten kaçınmadı. Hatta iş­
galcilerle işbirliğinden asıl kaçınmayan Mareşal Petain'i ve yönetimini
"yeterinci işbirliği yapmamakla" suçlamaktan bile kaçınmadı. Böylece
işgalcilerin bir numaralı destekçisi ve bir süre sonra da başbakanı oldu.
Üç kez başbakanlık, defalarca bakanlık yaptı. Daha önce avukatlık mes­
leği sonucu ve bütün bu ilişkiler demeti içinde patronlarla ilişkilerinin
de katkısıyla müthiş bir servet sahibi olan Laval savaş sonrasında Fran­
ko yönetimindeki İspanya'ya sığındı. Ancak Fransa'nın ısrarlı istekleri
üzerine, Franko, Laval'ı iade etmek zorunda kaldı. Fransa'da işbirlikçili-

ABi D i N DiNO 231


ği ve bin bir başka suçu nedenleriyle yargılandı ve kaçınılmaz kaderiyle
başbaşa kaldı.
9 Ekim 1 945'te Abidin'in, 193o'lann sonunda yayınlanmasında ba­
şı çektiği S. E. S. (Sanat. Edebiyat. Sosyoloji) ve hemen sonra Yeni S. E. S.,
9 Ekim 1945'te S. E. S. adıyla yeniden yayın hayatına girdi. Yine Yusuf
Ahıskalı'nın yönetiminde. İlk sayısında Rıfat Ilgaz'ın "Hapishane pencere­
sinden" başlıklı şiirine yer verildi. Yusuf Ahıskalı, Faiz Turhan ve Suavi Ko­
çer'in yazıları da yer alıyordu bu sayıda. Nurettin Eşfak takma adıyla Nazım
Hikmet'in şiirlerine yer verildi: Sayı s'te "Onlar," sayı 8'de "Türk köylüsü."
Bu imzalar yanında Orhan Murat Arıbumu, Attila İlhan, Sabri Soran, Aziz
Nesin, Şerif Hulusi, Fehmi Yazıcı ve Tuğrul Tuna derginin sürekli yazar­
ları arasında yerlerini aldılar. Dergi, 1946 Mayıs ve Haziran aylarında ku­
rulan iki sosyalist parti ve sendikaların yanında saf tuttu. ı6 Aralık 1946'da
kapatılmasına kadar on sayı yayınlandı. Toplumcu gerçekçi akımın o gün­
lerdeki temsilcisi rolünü oynadı. Daha sonra tanınacak birçok yazar ve şa­
ire sayfalarını açması ise tarihi rolünü simgeliyor. Rıfat Ilgaz, Attila İlhan
gibi. Attila İlhan'ın bir önceki döneminde bu derginin, hangi adla çıkarsa
çıksın, "fena halde" meraklısı olduğunu amınsatmak isterim.
3 Kasım 1945'te Esat Adil Müstecaplıoğlu yönetiminde Gün dergisi
yayma başladı "Haftalık Kültür ve Aktüalite Dergisi" olarak. ilk sayısında
Cami Baykut'un "Sulh ve Türkiye," Esat Adil'in "Kültür Hürriyeti" yazıları
yanında, Sabahattin Ali'nin "Cigara" başlıklı öyküsü yayınlandı. Aynı sayı­
da Aziz N esin, Hasan Tanrıkurt ve Lütfıye Güçlü imzaları da görülüyor. Bu
ilk takıma daha sonra başkaları da katıldı: Mustafa Börklüce, Hüsamettın
Özdoğdu, Sait Faik, Rıfat Ilgaz, Oktay Akbal, Attila İlhan
Kasım 1945'te Josip Broz, nam-ı diğer Tito, Ekim 1944'te Kızıl Or­
dunun kurtardığı Belgrat'ta tek başına iktidarı aldı. Bir süre sonra "Büyük
Kardeş/Ağabey" Stalin ile araları feci biçimde bozulacak. Ve "Titocu" veya
"Titist" bir tür küfür biçimde kullanılacak Stalin'i ve SSCB'yi destekleyen­
lerce. Bu da "Sosyalist Blok" taki ilk "çatlamadır."
Bu dönemin en önemli, en ilginç ve büyük olasılıkla Türkiye siya­
si tarihinde ender görülen olayı, CHP içindeki muhaliflerle TKP'ye yakın­
lıkları bilinen, en azından adları "solcuyafkomüniste" çıkmış Tan gazete-

2J2 As K E R Asi D i N : KAYS E R i ' D E


si yazarlarından bir kısmının bir araya gelerek Görüşler isimli dergiyi ya­
yınlamalarıdır.

I ARALIK 1945· GöRÜŞLER ÇlKTI: TEK SAYI. TüRKİYE SALLANIYOR


Dergi için Sabiha Sertel'in Tan'daki köşesinin ismi seçildi. Ve dergi­
nin ilk sayısı ı Aralık 1945'te çıktı. İki baskı yapan ilk sayı hemen tükendi.
CHP'de, devlet yönetiminde, hükümette ve ilgili bütün makamlardaki tela­
şı varın düşünün. Hem nasıl telaşa kapılmasınlar. Daha ilk sayısında yazar
kadrosu müthiş. Kapağın sağ üst köşesinde büyük harflerle yazılı olarak şu­
nu okuyoruz: Sabiha Sertel; "Zincirli Hürriyet" yazısı 6. -7 . sayfalarda. Bu­
nun hemen altında altı vesikalık foto bulunuyor. En başta Celal Bayar, ya­
nında Tevfik Rüştü Aras, ikinci sırada Fuat Köprülü ve yanında Adnan Men­
deres. Üçüncü sırada ise Sabiha ve Zekeriya Serteller. Fotoların altında ise
şu satırları okuyoruz: "Mecmuamıza yazı yardımlarını vaadedenler:

ı- Celal Bayar
2- Tevfik Rüştü Aras
3- Fuat Köprülü
4- Adnan Menderes
S- Cami Baykut
6- Sabiha Sertel"

Bu altı ismin başına sıra numaraları konulup tanıtıldıktan sonra, şu


isimler numarasız sıralanıyorlar: M. Zekeriya Sertel, Pertev Boratav, Behi­
ce Boran, Meliha Berkes, Niyazi Berkes, Hulusi Şerif, Adnan Cemgil, E. A.
Müstecaplıoğlu, Muvaffak Şeref, Dr. S. Dosdoğru, Dr. Hulusi Dosdoğru,
Sabahattin Ali, Kemal Bilbaşar, Nail V., Aziz Nesin vs.
İşte bu isiınierin bir dergi kapağında bile bir arada görülmesi ve ilk
sayının içeriği, CHP yönetiminde heyecan ve telaşa yol açıyor. İki baskı ya­
pan ilk sayı tükenince telaş ve heyecanın, koşturmacayla paniğin hızı da ar­
tıyor. CHP, önce bayilere bu derginin satılınaması için baskı yapıyor.
CHP iktidarını ve CHP yönetimini tedirgin eden, korkutan sol ile par­
ti dışına atılmak istenen muhalefetin (madem ki o sırada DP henüz kurulma-

ABi D i N D i N O 233
mış) birleşmesi sonucunda doğacak dinamiğin CHP'nin sonunu hazırlama­
sı. Böyle bir paranoya CHP ve yöneticilerini tanıyanlar için hiç şaşırtıcı değil.
Öte yandan Ankara vejveya İstanbul'daki mikrotoplumda, küçük evrende,
küçük dünyada paranoyanın etki ve tepkisi daha şiddetli olmaya yatkındır.
Aslına bakarsanız ı Aralık 1 945'te başka bir yayın daha okuyucula­
rına merhaba dedi. Bu, Sabahattin Ali ile Cami Baykut'un yönetimindeki
Yeni Dünya'dır.
Ekim 1945'te S. E. S., kasımda Gün'den sonra aralıkta iki yayın bir­
den CH P'yi, tek parti yönetimini allak bullak etti: "N'asolur efendim biz bu
adamları inim inim inietmemiş miydik, sürüm sürüm süründürmemiş
miydik? " Evet yetkililer fena halde tedirgin ve şaşkındı. Çok sürmedi şaş­
kınlık. Alışılmış tepkiler henüz terk edilmemişti tamamen. Ama dahası da
var. Görüşler dergisinin G harfi "resmen ORAK" değil miydi canım! Evet
apaçık ortada resmen ve herkesin gözü önünde büyük bir komünist komp­
lo hazırlanıyordu. Yıllar sonra Abidin'in seramiklerindeki imzasında orak
ve hatta çekiç arayan zihniyet işte buradaki bu zihniyettir.
Dahası da var; Celal Bayar "bu dergi ile alakası olmadığını" açıkla­
dı. Ama 3 Aralık 1945'te CHP'den de istifa etti.
CHP, Devlet ve bütün denetim ve bastırma mekanizmaları devreye
sokuldu. Bu gidişin önü alınmalıydı. Türkiye'de siyasi tarihin karanlık say­
falarından biri yazılacaktı artık. 4 Aralık 1945'te: "İşi" CHP üye, yönetici ve
adamlannın bizzat yapması "uygun" olmazdı. "Olaya kendiliğindenmiş ha­
vası" verilmeliydi. O halde, yıllardır izleyen, gözleyen, fışleyen, gözdağı ve­
ren, tutuklayan, döven, işkence eden, "konuşturan" polis, siyasi polis, gizli
polis "gerekeni yapmalıydı." Hotzotçu, alabildiğine otoriter tek parti/Devlet­
Parti emrindeki polis, siyasisi ve gizlisi içinde, zaten CHP'li değil miydi?
O yıllar kimin CHP yöneticisi, kimin polis olduğunun bilinmediği
yıllardır. Aynı kişinin hem milletvekilliği, hem parti müfettişliği, hem po­
lisliği, hem de bilmemneliği üstlenebildiği yıllar. . .
işte bu tür mekanizmalar devreye sokuldu. Onlar da "gençleri" ha­
rekete geçirdiler!
Ve 4 Aralık 1945 Salı günü İstanbul birbirine katıldı. Sıkıyönetim
altındaki İstanbul! Tek parti yönetimi altındaki Türkiye! İnsanların, bırakın

234 ASKER ABi D i N : KAYSERi'DE


izinsiz gösteri yapması, izinli gösteri yapması bile olanaksız. Asla olanak­
sız! Bir ülkenin en büyük kentinde, her yer darmadağın ediliyor. Bir tek as­
ker, bir tek polis müdahale edip, yakıp yıkmayı, kırıp dökmeyi önlemiyor.
Tan gazetesi binası yanında saldırganlar dönemin solcu, ilerici yayın­
lannın satıldığı "ABC," "Berrak," "Lena" gibi kitabevlerini de tahrip ettiler.
Bu olaylar son derece önemlidir. Çünkü CHP iktidarı, yasal bi­
çimde bir dergi çıkarmak isteyen yurttaşlarına inanılmaz bir barbarlıkla
şiddet uygulayarak gözdağı veriyor. Bu "iş" için, "geleceğin garantisi" ol­
mak üzere yetiştirildiği iddia edilen "üniversite gençliğini" kullanıyor.
Ve daha vahimi üniversite gençliğinin büyük bir bölümü bu komployu
"koyun gibi" izliyor ... Ve yine daha vahimi CHP iktidarının bu tür mani­
pülasyon ve komplolarını 14 Mayıs 1950 genel seçimlerine kadar sürdür­
mesidir. İstanbul'daki "Tan olayı," benzer birçok "Tan olaylarının" ilki­
dir. Daha sonra İzmir, Ankara, Adana ve diğer kentlerde salınelenecek
başkaları . . .
Burada yine en çarpıcı nokta mağdur olanların, mal ve mülkleri pa­
ramparça edilen, ekmek kapıları yıkılanların gözaltına alınmaları, tutuk­
lanmaları ve haklarında dava açılması, ama saldırganların kılına bıle doku­
nulmamasıdır. Sıkıyönetım altında kuru yaprakların bile kıpırdayamadığı
İstanbul'da kent alt-üst ediliyor ve bir tek saldırgan gözaltına alınmıyor.
Olacak şey mi? O günün İstanbul'unda, evet: Sıkıyönetimin kimler için
"gevşek" olduğu apaçık ortada.
Hem sıkıyönetim var, hem de, eklemek gerek, o günlerde yürürlük­
te olan Polis Vazife ve Selahiyeti Kanunu en yüksek mülki amire (vali veya
kaymakama) "zanlıyı" veya "zanlıları" altı ay gözaltında tutmak" yetkisini
bile tanıyor.
"Gerektiğinde" bu süre, "bir o kadar da uzatılabiliyor. Pes doğrusu.
Çünkü bu hükümler zanlılar olarak kamuoyuna yansıtılan Serteller için uy­
gulandı. Evet saldırganlar değil saldırılanlar, mal ve mülkleri paramparça
edilenler gözaltına alındılar. Serteller üç ay gözaltında tutuldular. Ve hakla­
rında dava açıldı. Bu kadar olur!
"TBMM'yi ve hükümetin manevi şahsiyetini tezyif ve tahkir"le suç­
lanıyorlardı. (Cumhunyet, 6 Mart 1 946) . 23 Mart 1 946'da dava sonuçlandı:

ABi D i N D i N O 2 35
Zekeriya ve Sabiha Sertel'e bir yıl, Cami Baykut'a 1 0 ay hapis cezası veril­
di. (Cumhunyet, 24 Mart 1946). Yargıtay'a başvurdular karann gözden ge­
çirilmesi için. Ve ne iyi ki Yargıtay bu kararı bozdu 14 Mayıs 1946'da.
(Cumhuriyet, 15 Mayıs 1946).
Tevfık Rüştü Aras'a gelince, O kendi kararıyla 27 Mart 1946'da
CHP'den ayrılmayı tercih etti. ( Ulus, 28 Mart 1946). Bu kararı alması için
kendisinden "rica" da edilmiş olabilir.
Zekeriya Sertel artık hasm-yayın dünyasında "kara listededir." Ve
kendisine kimse iş vermez. Bunun üzerine yurtdışına çıkmanın yollarını
arar. Ve bin bir zorluktan sonra çıkar. Onunla 1952 yazında Roma'da ran­
devumuz var. Lütfen not ediniz.

İSTANBUL'DAN ANKARA'YA
Tan'a saldırganlık sayesinde CHP tek parti rejimi, CHP içindeki
muhalefetin ülkedeki sol ile birlikte hareket etmesini önledi. Artık sırada
solcu olarak bilinen isimlere saldırmak vardı: Sabahattin Ali, Adnan Cem­
gil, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes ve di­
ğerleri "dışlanmalıydılar." Ve bütün ülkede ilkel ama akıllara durgunluk
verecek bir derecede ilkel antikomünist gösteriler düzenletilmeliydi. Elbet­
te CHP tarafından.
Böylece Aralık 1945'te Sabahattin Ali (Konservatuvar öğretmeni) ,
Doç. Niyazi Berkes, Doç. Behice Boran (her ikisi de DTCF Sosyoloji Bölü­
mü öğretim üyesi) , Doç. Pertev Naili Boratav ve yardımcısı Mediha Berkes,
(DTCF Halk Edebiyatı Bölümü), Adnan Cemgil (Ankara Atatürk Lisesi öğ­
retmeni) ve Kemal Bilbaşar (İzmir'de ortaokul öğretmeni) Milli Eğitim Ba­
kanlığı emrine alınmışlardır. ( Ulus, 17 ve 19 Aralık 1945; Niyazi Berkes:
"Ardından," Cumhuriyet, 12 Nisan 1980).
Öğretim üyelerinin karşılaştığı bu olay o sırada DTCF'de öğrenci
olan Enver Gökçe'ye şunları yazdırmıştı:
"Sizlere selam olsun üniversiteler, öğretmenleri alınmış kürsüler,
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller"
(Gün, 15 Temmuz 1946; Gökçe, s. 68).

ASK E R ABi DiN: KAYS ERi'DE


Aralık 1945'te Doç. Dr. Mehmet Ali Aybar'ın İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Devlet Hukuku Kürsüsündeki görevine de son verildi.
Burada o günlerdeki Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in rolü
de vurgulanmalı. Tipik bir devlet adamı (aslında devletinin adamı deme­
li) olan Yücel, gerektiği zaman "solcuların" tasfiyesini bizzat üstlenmek­
ten çekinmiyor. Daha önce 15 Mayıs 1 944 tarihli ve 4/2405 sayılı ve ken­
disinin imzaladığı yazıyla Yurt ve Dünya ile Adımlar dergilerinin kapatıl­
masını bizzat Başbakanlıktan istiyor (Metni, Türk Usulü Demokrasi'de, s.
42-43). Bu olgu Attila İlhan'ın "40 Karanlığı" vefveya "İnönü Cumhuri­
yeti" diye isimlendirdiği dönemin daha ayrıntılı incelenmesine ve anali­
zine ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda İlhan'ın bu dönem
rejiminin "sosyalist sola karşı bir imha politikası izlemiş" olmasını vur­
gulaması doğrudur. Ve hele şunu eklemesi oldukça ilginçtir: "Ancak Ha­
san Ali Yücel 'evcilleştirdiği' göstermelik bir aydın grubunu -o da Reşat
Şemsettin Sirer Milli Eğitim Bakanlığına getirilinceye kadar- sözde hi­
mayesine almıştır."
Burada şimdiye kadar Abidin Dino için yazdığım birkaç noktayı ye­
niden dikkatinize sunmak istiyorum: Sabahattin Eyüboğlu'nun 193o'ların
sonunda Abidin'i Ankara'ya davet etmesi ve ona Çocuk Esirgeme Kurumu
Çocuk Tiyatrosunda dekorları yapma görevini vermesi. Abidin'in büyük
olasılıkla beğenmediği bu işi ve çevreyi bırakıp yeniden İstanbul'a dönme­
si. Ve bir süre sonra sürgün edilmesi. Ankara'da kalsaydı "evcilleştirilmiş"
sayılacak ve büyük olasılıkla sürgün edilmeyecek miydi? Dahası Abidin'in
Ankara'ya gitmesi vesilesiyle Sabahattin Eyüboğlu'nun kardeşine gönder­
diği mektubunda, "Realiteye uyarak iş çıkarmak güç ve başka türlü iş çıkar­
maya da olanak yok" diye yazdığında o günkü koşullarda aydınların, sanat­
çıların yaratma konusunda nasıl bir zor dönemde bulunduklarının altını
çiziyordu sanki. Ankara'da polisin yakın takibine karşın bir şeyler yapma­
ya çalışanlar ve Tercüme Bürosunu göz önüne alırsak epey şey yapanlar,
sürgün edilmediler belki. Ama onlar da çok çektiler. Hele o günlerde du­
yumsanan tedirginlik: "Sıra bana da gelecek mi, " kabusları. İşte Güzin Di­
no genç bir öğretim üyesi olarak DTCF'de böylesine çalkantılı bir ortamın
içinde buldu kendini.

ABi D i N D i N O 2 37
5 ARALIK 1945: SuPHi NuRi İLERi Öıoü
Tan saldırganlığından bir gün sonra, Leyla Abla'nın eşi, Rasih Nu­
ri ileri'nin babası, Abidin'in büyük halasının oğlu, eniştesi ve kadim dostu
Suphi Nuri İleri 58 yaşında vefat etti. Böylece Cumhuriyetin kuruluş döne­
mindeki CHP iktidarının önemli şahsiyetlerini öteden beri tanıyan ileri ve
Dino aileleri üyelerinin son temsilcisi de yakınlarına elvada diyordu. Yeri
doldurulamayacak bir boşluk bırakarak.
Cenaze töreninde, Leyla Abla'nın bindiği taksi şoförünün yanın­
da bir genç adam oturuyor ve hüngür hüngür ağlıyor. Tanıyabildiniz mi?
Hayır mı? Nitekim cenaze törenine katılanlar da tanıyamıyorlar ve soru­
yorlar: "Akrabanız mı olur bu genç? " Leyla Abla yanıtlıyor: "Hayır Abi­
din'in askerlik arkadaşı." Hala tanıyamadınız mı? Pes doğrusu. Hani Gü­
zin, Kayseri'ye Abidin'i ziyarete gittiğinde asker ocağından "Er Şükrü"
var ya işte O. Evet böyledir Abidinik karizma. Şükrücük terhis olduğun­
da, Abidin'den aldığı adres ve tavsiye ile doğru Nişantaşı'na, Leyla Ab­
la'ya gidiyor. Ona iki altın bilezik hediye götürmeyi unutmadan. Eh bu
kadar olur yani. Ona bir iş bulunuyor. Ve Şükrü artık evin en yakın
adamlarındanfen devamlılarından biridir. Şimdi düşünüyorum da Leyla
Abla'nın zaman zaman verdiği ve birçok insanı davet ettiği o yemeklerde
Şükrü'nün de yüzü gülüyor mu? Güzin ve Abidin'e vakti zamanında
"bekçilik" yapan Er Şükrü artık "Abidin'in asker arkadaşı" rütbesini ka­
zanmıştır. Bir Anadolu çocuğu için de bu az bir şey sayılmaz hani. Kıy­
metini bilene elbette.
Carlo Cafıero'dan çevirdiği Kapital (Özet) ile birçok insanın, hatta
peş peşe birkaç kuşağın, 196o'ların ortasına kadar, Marksizmle tanışması­
na katkısı olan Suphi Nuri İleri, 1936'dan itibaren Yeni Adam dergisine dü­
zenli yazılarıyla renk katmışh. Vefatı sonrasında Yeni Adam'ın ruhu genel
yayın yönetmeni İsmayil Hakkı Baltacıoğlu onun için şunları yazdı:
"Suphi Nuri İleri'nin ölümüyle, Yeni Adam yapısının üzerinde dur­
duğu temel duvarlardan biri yıkılmıştır. Ben bunu söz olsun diye söylemi­
yorum; onun Yeni Adam'a ne getirdiğini ve ölümüyle Yeni Adam'dan neler
götürdüğünü bilen bir adam olarak söylüyorum. Yeni Adam'a yalnız kale­
miyle değil, kişiliği, hatta benliğiyle bağlıydı. Hiç kuşkusuz Suphi Nuri bü-

AsK E R Aai o i N : KAYS E R i ' D E


yük bir yazar, büyük bir gazeteciydi. Yazmasını da bilir, okutmasını da bi­
lirdi. Onun bir kelimesine gözünü kaptıranlar yazısını sonuna kadar oku­
maktan kendilerini alamıyordu.
Kendi düşüncelerine karşı yapılan haklı haksız saldınlara karşı
dik, sessiz durur; ilgi, sevgi duyardı. inceliği, olgunluğu insanüstü bir
kertedeydi. Ona karşı herhangi bir haksızlık yapan insan eninde sonun­
da kesinlikle utanırdı.
Suphi Nuri, hiç kuşkusuz dünyanın en zeki insanlanndan biriydi.
Zekası hep gözle görülür, elle tutulur günlük yaşamsal konular üzerine dü­
şer, onlar üzerinde çırpınır dururdu.
Kabına sığamayan, dünyaya dar gelen insanlar vardır. Yasalar, adet­
ler, varlıklar, her şey onlar için eksik, yanlış, hatta kötüdür. Yaşamları bo­
yunca iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin bütününü ararlar. Bunu bulmak, bu­
lamayınca da yapmak, yaratmak için yaşadıklan süre çırpınıp dururlar. So­
nunda da ölüp giderler. İşte bizim sevgili arkadaşımız Suphi Nuri ileri de
böyle bir özveri insanıydı."
Rasih Nuri İleri babasının ölümü üzerine iki yazı kaleme aldı: " Ba­
bam Suphi Nuri ileri" ve "Hocam Suphi ileri" başlıklı yazılar Yeni Adam'da
yayınlandı. Tuna Baltacıoğlu'nun kitabından (s. 78-79) bu yazılardan yapı­
lan alıntıları aktarıyorum:
"Babamdan çok şey öğrendim. O bana kısa ve öz Türkçe cümleleri­
ni, akıcı üslubunu aşılamaya uğraştı. Mütarekede işgal ordularının sansü­
rüyle çarpışan Suphi Nuri, asıl bana en ağır şeyleri hafif yazmasını, cesare­
tin kelimelerde değil, manada olduğunu uygulamayla öğretti. Ü stat (yani
İsmayil Hakkı Baltacıoğlu. M ŞG) kızmasın, babam; 'Baltacıoğlu birçok ya­
zımı yutturamadın kaydıyla geri yolluyor, halbuki geçirmek istediğim yazı­
ların farkına bile varmıyor' der, 'sansürler, kelimelere, klişelere bakar, fi­
kirlere değil' diye eklerdi.
Bir örnek vereyim, bir gün babam Kropotkin'in bir yapıhnı eve ge­
tirdi, 'İstersen bazı cümlelerini tercüme et, kitabıma koyalım' dedi. Seçti­
ğim cümlelerden biri, 'Bir anarşistin hak uğruna yapacağı bir bombaya
karşı devlet fabrikaları her gün binlerce bomba yapar' şeklindeydi. Babam,
'Aman Rasih çıldırdın mı, devlet, ordu, polis sözcükleri burada geçmez' de-

ABi D i N DiNO 2 39
yince, dayanamadım, 'Aman baba anarşizm konusunu yazıyorsun, Kropot­
kin böyle dediyse bize ne' dedim.
O, 'Olmaz; bilemezsin, bal gibi suçtur, al kalemini yaz' dedi ve sö­
zü geçen cümle 'Bir anarşistin hak uğruna yapacağı bir bombaya karşı bur­
juva fabrikaları' şeklini aldı. Tüm yazılanın böylece şiddetini kaybetti, tör­
pülendi, ama anlam ve etki korundu. İşte babamdan bunu öğrendim.
Babam her şeyden önce bir gazeteciydi. Özgürlük ve gerçek onun
tapınılan varlıklarıydı. Özgürlük, her şeyin açıkça söylenmesi, medeni ce­
saret demekti. Babamın bir makalesine şiddetli bir cevap yazmıştım. Yazı­
hanesinin üstüne bırakınca, 'Nedir o, oku' dedi. Beğendi, ertesi günü bas­
hrmak için gazete gazete dolaşh.
Gerçek: Bazen ben, 'Baba, sırası mı, bu eleştiri karşı tarafın işine
yarar, yazma' derdim. Babam: ' Rasih, bu taktikalarınızdan bıktım. Söyle
yazdığım yalan mı?' diye beni sustururdu. Bu yüzden babam hiçbir devir­
de parti adamı olamadı. O ancak tehlike anında askerce hizmet etmesini
bilirdi, yoksa dalkavukça alkışlamasını değil."

7 OCAK 1946: DEMOKRAT PARTİ ( nP ) KURULDU


Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ni­
hayet 7 Ocak 1946'da DP'nin kurulduğunu açıkladılar. DP'nin en sıkı sa­
vunucusu, hatta sözcüsü Vatan gazetesi 8 Ocak 1946 Salı günkü başlığını
sekiz sütun üzerine attı: "Demokrat Parti, resmen teşekkül etti. Parti Prog­
ramını veriyoruz. Hükümet, yeni partinin kurulması hakkındaki müraca­
atı resmen kabul etti ve partinin kurulduğu hakkındaki resmi ilmühaberi
partiyi kuranlara verdi. Demokratik Parti (aynen böyle yazılı. DP'yi tutan­
lar bile "demokrat" sözcüğüne hemen alışamadılar. Halk ise bunu "demir­
kırat"a çevirerek "anlaşılabilir" kıldı. M ŞG), Türkiye Cumhuriyeti'nde de­
mokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin
demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadile kurul­
muştur." DP programının "tahlili" ayrı bir sütundadır. Ve dört fotoğrafko­
nulmuştur birinci sayfaya: Bayar'ın iki çocukla, torunlarıyla, çekilmiş bü­
yükçe bir fotoğrafı yanında Refik Koraltan, Köprülü ve Menderes'in "vesi­
kalık" fotoğrafları.

AS KER ABi D i N : KAYSERi'DE


Elbette DP'nin öncelikle toprak ağalarının ve patronların çıkarlarını
temsil etmek ve korumak için kurulduğunu bilmek için siyasetbilimci ol­
maya ihtiyaç yok. Nitekim CHP, durumun farkında olarak, Toprak Kanu­
nu, Ormanların Devletleştirilmesi Kanunundan sonra 23 Ocak 1945'te
Toprak Ürünleri vergisinin kaldırılması için yeni bir kanunu TBMM'den
geçirdi. İkinci Savaş yıllarında konulan ve köylülerle çiftçilerin ısrarlı mu­
halefetiyle karşılaşan ve CHP aleyhtarlığının artmasına yol açan Toprak
Mahsulleri Vergisinin kaldırılması iyi bir şeydi. Ancak köylülerin ve çiftçi­
lerin DP'ye yönelmesini engellemeye yetecek miydi?
24 Şubat 1946'da Ankara'da Halkevlerinin 14. Bayramı vesilesiyle
CHP'nin şiir yarışmasında birincilik ödülünü Cahit Sıtkı Tarancı kazandı.
Sanat Ödülünü aldı "Otuzbeş Yaş" şiiri ile:

"Otuzbeş yaş! yolun yarısı eder.


Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider."

Herkesin mutlaka bir kez duyduğu bu şiir şairi ülke düzeyinde ta­
nıttı. Bu çok iyi. Şiiri, genel olarak şiiri sevdirdi. Bu daha çok iyi. Nazım
Hikmet şiirleri sarı defterlerden sarı defterlere kopya ediliyor yatılı liseler­
de; yeni şiirleri ince kağıtlara yazılı, bir dergiden öbürüne, bir gazeteciden
on gazeteciye dolaşırken, Tarancı şiiri bu ülkede şairler ve şiirleri var diyor­
du: Yüksek sesle. Az şey mi bu kardeşim?

ı6 MART 1946: BEHİCE BoRAN EvıENİYOR


Görevden alınmak, göreve yeniden dönmek, DTCF'deki sevimli öğ­
rencilerle köyleri dolaşmak, öğrenim yapmak, sevimsiz öğretim üyelerini
görmezlikten gelmek ve karşınıza çıkan sempatik bir insanla evlenmek. İn­
san hayatı erkeksiz olur mu diyor kadınlarımız. Olmaz! 36 yaşındaki Behi­
ce Boran, Nevzat Hatko ile evlendi. Ankara'da, ı6 Mart 1946'da. Hatko o
sırada Basın Yayın Umum Müdürlüğünde memur olarak çalışıyor. Behice

ABi D i N D i N O
Boran gibi, O da birkaç kuruş daha kazanabilmek için kimi çeviriler yapı­
yor. 1946'da Aristophanes'ten çevirdiği Kurbağala r gibi.
Güzin o sırada ev aramakla uğraşıyor. Azra Erhat'ta iki ay kaldık­
tan sonra. Neyse ki Adnan Cemgil bulduğu bir evi tutmaktan vazgeçince
Güzin'e haber veriliyor ve Güzin o evi tutuyor. Babasının vefatından son­
ra istanbul'da yalnız kalan annesi Perdiye Dikel Hanım da yanına gelince
Güzin annesiyle bu evde oturuyor artık. Ev Maltepe'de. Güzin şöyle anım­
sıyor o evi:

"Maltepe'de, yolsuz, çamurlu arsaların ortasında kocaman, kışlamsı,


dört köşe bir yeni yapı. .. Kayserili Dedeoğlu Apartmanlan'nda bir ze­
min katı, Adnan Cemgil'den devren kiralanmış, annesini oraya ge­
tirmiş İstanbul'dan. Bu zemin katta iki oda, yine ortalannda bir ko­
ridor, sağda mutfak, solda banyo... Karşıdaki, eş, kocaman, dört kö­
şe yapının giriş kapısının bir yanındaki zemin katta, ev sahibi Dede­
oğlu'nun iki karısı oturuyor, genci gebe. Giriş kapısının öteki yönün­
deki zemin katında Profesör Yavuz Abadan ve yeni evlendiği eşi N er­
min (Nermin Siley-Abadan. MŞG) Abadan, balaylarını yaşıyorlar."

Yavuz Abadan o sırada hem CHP milletvekili, hem SBF'de öğretim


üyesi, hem de Ulus gazetesi yazarlarından. Genç eşi Nermin Siley-Abadan
Ulus'ta çalışıyor. Yanılınıyorsam o günlerin Ulus'larından birinde arka say­
fada evlenmelerine özel biçimde yer veriliyor. Nermin Hanım daha sonra
S BF'de öğretim üyesi olacak.
Güzin Ankara'da ailesinden birçok insan buluyor. Hele annesi de
geldikten sonra. En başta " Küçük Amca" Esat Dikel'i saymalı. Sonra "Bü­
yük Teyze'nin askeri doktor oğlu" Hasip. Güzin G el Zaman Git Zaman'da
Hasip yerine Rasih ismini tercih ediyor. O hep kimilerinin rahatsız olma­
ması için bazı isimleri değiştirmek arzusu sonucu. Amca için sorun yok.
Ondan sadece "Küçük Amca" diye bahsediyor kitapta. Onları anlatacağım;
ama önce Maltepe'deki eve "sokaktan gelen ve yerleşen" bir canlı var, onu
da takdim etmem gerekiyor. Bu bir kedidir ve adı Tekir'dir. Abidin'in as­
kerden döndükten sonra can yoldaşı olacaktır. Şimdiden duyuruyorum.

ASK E R ABi D i N : KAYSERi'DE


Abidin'in terhis olmasına az kaldı. Onu Kayseri'de bırakıp İstanbul ve An­
kara'larda dolaşıyoruz sanılmasın lütfen.

"KüçüK AMcA": EsAT DiKEL


Güzin'in babasıyla anne bir baba bir kardeşidir Esat Dikel. Daha ön­
ce sözünü ettim. Ne iyi ki Küçük Amca Ankara'dadır o sıralar. Masmavi ba­
kışlarıyla kadınların başlarını yine fena halde döndürüyor. Güzin'in yalancı­
sıyım. Biraz yaşlı ama olsun. Küçük Amca dört kez evlenmiş, boşuna mı sa­
nıyorsunuz. Asker biliyorsunuz. Savaşlara katılmış, sağır olmuş, esir olmuş,
prensesler ona aşık olmuş. O masmavi bakışiara kalp mi dayanır ayol! O ne­
denle Küçük Amca'nın bir ara bir lakabı bile var: Vronsky. Tolstoy'u boşuna
mı okuyoruz sanıyorsunuz. Ailede nitekim adı artık Vronsky kaldı. Eh ne de
olsa Bulgaristan'da mı Yugoslavya'da mı esirken hastanede kendisine bir
Rus Prensesi bakmış. Boru değil! Güzin bunları anlathktan sonra ve ben bu­
rada biraz özetledikten sonra şunları ekliyor: "Yakışıklıydı amcam. Mavi
gözlü. Mavi bakışlı. Yani şaka değil. Ufak tefekti ama müthiş hoş, son dere­
ce esprili bir adamdı." (Güzin kitapta çocukluğunda amcasıyla birlikte oyrıa­
dıkları oyunları falan da anlatıyor. Meraklıianna duyuruyorum.)
Peki, Amca Ankara'da ne yapıyordu? Güzin anlatıyor: "Maliye Ba­
kanlığının Başmütercimiydi. Dil bakımından çok kuvvetliydi. Cin gibi
adam. Askerlikten sağırlık sonucu emekli olunca, babam ona iş buldu mü­
tercim (çevirmen) olarak. Babam çok etkili bir insandı, birçok bakanlıkta,
genel müdürlüklerde birçok arkadaşı vardı Galatasaray'dan filan. Arncam
Fransızca-Türkçe çevirmendi. Çok iyi bilirdi bu dilleri. Nurullah Ataç da bir
ara yanılınıyorsam Maliye Bakanlığında çevirmendi. Onun Fransızcası da
müthişti. Ezbere Montaigne okuyordu filan.
Küçük Arncam müthiş alkol düşkünü. içki içmeye bayılırdı. Sarhoş
olmaz asla, ama içince, aslında içmeden de çok hoşsohbet, çok şakacı, çok
bulunmaz bir adam oluyordu. Ankara'nın o yıllarda meşhur bir meyhanesi
var, "Kürdün Meyhanesi" olmalı, herkesin gittiği, geceleri içki içtiği, sohbet
ettiği bir mekan. Orhan Veli de gidiyor örneğin. Küçük Arncam da oranın
müdavimi. Orada sarhoşluk ediyorlar, sarhoş olmadan asla. Arncam şen şak­
rak bir insan, bir dizi şey anlatıyor, dönemin gençleri için son derece ilginç;

ABi D i N D i N O 243
ağızlan açık dinliyorlar. Haftada bir "Enişte"ye, yani askeri doktor Mesih'le­
re gidiyoruz. Arncam da geliyor oraya. Böyle hoş bir hava doğuyor. Abidin as­
kerden terhis olup geldikten sonra bu havaya bayılıyor. Amcaını da çok sev­
di. Amca kahraman. "Kürdün Meyhanesi"nde olan bitenleri anlatıyor."
Güzin ben biliyorum deyince şaşırıyor, hatta biraz kızıyor da: " Sen
bilemezsin! " diyor. Güzin "Ben biliyorum" deyince ve "Çünkü Orhan da
gidiyor, O anlattı bana" deyip yineleyince, amca:
"- Hangi Orhan diye soruyor.
Güzin: Orhan Veli diyor.
- O senin arkadaşın mı? Olamaz, O sarhoşun biri, O nasıl senin ar­
kadaşın olabilir? Sonrasını Güzin'den dinleyelim:
"Katılıyoruz gülmekten. Arncam da gülüyor ama biraz şoke olmuş
gibi. Çünkü 'Yeğenim Güzin, Orhan gibi bir sarhoşun nasıl arkadaşı olabi­
lir?' diye kendi kendine sorular soruyor, belli.
Sonra Orhan'ı görünce ona diyorum. 'Yahu sen benim amcamla
meyhaneden tanışıyorsun.' O zaman şaşırma sırası Orhan'da:
- Kim senin amcan?
- Esat Bey.
- O Esat Bey senin arncan mı? Olabilir mi yahu? O sarhoşun teki.
(Güzin bunları anlatırken gülüyor. Ben de.)
Yani Orhan Veli de arncam gibi tepki veriyor. Arncam beni Orhan'a
yakıştıramıyor, Orhan da Esat Amcama. İkisi de oysa benim en çok sevdi­
ğim mahluklar. Evet Orhan Veli ile Esat Arncam akşamcılık, sarhoşluk ya­
pıyorlardı o yıllarda, birlikte, Kürdün Meyhanesinde."
Askeri Doktor Mesih Enişteyi Güzin şöyle anlatıyor: "Enişte diyo­
ruz ama ne kadar enişte bilemiyorum. Büyük halamın kızıyla evli. Emek­
li olduğundan beri Ankara'da gönüllü doktorluk yapıyor, para almadan.
Bir muayenehanesi var, oraya gelenleri karşılıksız haftada iki gün kabul
ediyor ve bedava doktorluk yapıyor. Oraya hasta olmayan pek çok gelen gi­
denler de var. Küçük Arncam en başta. Ama başkaları da oluyor. Ve orada
da öyle hoş bir taraf var. Haftada bir de Enişte'nin evinde toplanılıyor. Sıh­
hiye'de oturuyor. Orada Ankara'daki bütün aile üyeleri toplanıyoruz. O da
çok hoş."

244 ASKER As i D i N : KAYS ERi'DE


Güzin'in Ankara'da bir de "Küçük Teyzesi" var. Ondan sırası gelin­
ce söz ederiz. Bir korkaklık abidesi sanki. Şimdilik bu kadarı yeter.

KURTULDU ABiDiN
Kayseri Ankara'ya o kadar uzak mıdır? Siz bunu Abidin'le Güzin'e
sorun hele. Güzin DTCF'ye doçent olarak girince iki "misyonu" tamamla­
mak için canla başla çalıştı:
Bir: "Çürük" olmasına karşın ille askere götürülen Abidin'in özgür­
lüğüne kavuşması.
İki: " Adana'da ikamete memur" Abidin'in Ankara'da "ikamet" ede­
bilmesi için izin elde etmek.
Az şeyler değil bunlar. İki kocaman dert. Güzin kararlı ama. Canı­
nı dişine taktı desem yeridir. Mutlaka altından kalkacak bu işlerin. Dokuz
ay sürdü derderin üstesinden gelmek.
Güzin'e birkaç kişi yardımcı olmaya çalıştı. Burada önce Tevfik Fu­
at Kent'i anmak gerekiyor. 193o'lu yıllarda D Grubu sergisi vesilesiyle ma­
kale yazan, öyküler yayımlayan, 1 942'de İstanbul'daki Havagazı Şirketinde
çalışan, Güzin'le birlikte Medtözü'ndeki sürgün Abidin'e hediye gönderen
Tevfik Fuat Kent'tir bu. Güzin anlatıyor: "Evet o Tevfik Fuat Kent, Abidin'i
askerlikten kurtarmak için de uğraştı. Bana yardım etti. İstanbul Sıkıyöne­
tim Komutanlığına mı ne, Harbiye'de askeri bir makama başvurmam la­
zımdı. Ben oraya tek başıma nasıl gideyim, deyince Tevfik beni götürdü
oraya. Bir subayla görüştük.
Çok ilginçti. Ve bugün bile unutamıyorum. Bizi kabul eden subay
gözlerini yerden hiç kaldırmadan bizi dinledi. Ama hiçbir şey yapmadı."
Nazım Kalkavan ve Rasih Nuri ileri de çok çabaladılar. Güzin'e bu
ikisinin Abidin'i askerlikten kurtarmak için neler yaptıklarını soruyorum.
Yanıtı şu:

"Nazım Kalkavan, Abidin Kayseri'de askerken nihayet Türkiye'ye


döndü. Bizim evlendiğimizi ve Abidin'in askerde oldugunu duy­
muş. Ben o günlerde istanbul'da Nişantaşı'ndaki evimizdeyim, ad­
resimi buluyor ve telefon ediyor ve geliyor. Ben de can havliyle bek-

ABi D i N D i N O 245
liyorum. Bakalım belki parayla filan Abidin'i çıkarabiliriz diye bek­
liyorum. Çünkü Nazım çok zengin ve ne istersen yapar. Zaten o ni­
yetle geldi. Ve gelir gelmez hemen sordu:
- Ne yapabilirim ? Ne istersen yapmaya hazırım dedi.

O gün çok da garip bir şey oldu. Abidin'in o belalı bölüğünden Nazım
bana geldiği gün birdenbire pat diye Abidin'in askerlik arkadaşı İstanbullu
yanılınıyorsam ismi İbrahim'di, çıkıp gelmesin mi? Nazım'a İbrahim varma­
dan önce Abidin'in böyle bir arkadaşının geleceğini söylemiştim. Şimdi bir
düşünün Nazım süper zengin, süper elegant, süperoğlusüper, süper partüm­
ler içinde. İbrahim ise tam bir İstanbul bitirimi, poturla ve askeri üniformay­
la çıka gelmiş, cezalı asker. Abidin'in iki arkadaşının karşılaşması harikaydı.
MŞG: Rasih Nuri İleri, bana gönderdiği bir mektubunda, "Abidin'i
terhis ettirmek için Nazım Kalkavan'la birlikte çok uğraştık" diye yazıyor.
Rasih Nuri neler yaptı?
G D: Hepimiz uğraştık Herhalde Rasih de. Kalvanç da. Rasih'le o sı­
ralarda aynı binada oturuyoruz. Muhakkak ki Rasih de Nazım'ın peşine düş­
müştür? "Bir şeyler yapalım" diye. Hepimiz bir çare anyorduk. Ankara'da da
epey uğraştık Arncam oğlu Naim en başta. Tanıdığı herkesin kapısını çaldı.
Nurullah Ataç'ın yardımını bile istedik. Naim, Falih Rıfkı'yı tanıyordu. Görü­
şüyorlardı. Onun da bir şeyler yapması için Naim özel olarak çabaladı.
Güzin'in bana anlatlığına göre, o sırada "dönemin en ünlü, en et­
kili kalemlerinden, CHP resmi organı Ulus gazetesi başyazarı ve CHP için­
deki "müfritlerden" olan Falih Rıfkı Atay'da "işe yaradı."
Güzin bu konuda bana şunları da söyledi: "Atay, Abidin'e 'Gel,
Ulus'un kültür sayfasını yönet' önerisini bile yaptı. Ama Abidin kabul etme­
di. Abidin'in Ankara'da kalması için Atay yardımcı oluyor. Çünkü Örfi İda­
re (Sıkıyönetim) henüz kalkmamış ve benim korkum Abidin'in askerlikten
terhis edildikten sonra yeniden Adana'ya sürgün gönderilmesi. Ne yapıp ya­
pıp Abidin'in Ankara'da ikamet etmesi için izin koparınam şart. Babam ye­
ni ölmüş ama Ankara'da herkesi tanıyordu, daha önce söylediğim gibi. O
arada büyük amcaının oğlu Naim de Ankara'da Krupp'un Türkiye temsilci­
liğini yapıyor. Onun da yardımı oldu. Siyasetle pek ilgilenmezdi. Ama müt-

AS KER ABi DiN: KAYS E R i ' D E


hiş bir çevresi var. Cevdet Kerim İncedayı var. Yani ne kadar tanıdık akraba
varsa bütün bu ilişkileri bir araya getirip Abidin'i kurtarmaya çalıştım. As­
lında Falih Rıfkı Atay sayesinde kurtardık, sonunda. Çünkü anladı durumu,
medeni adam. Ben şahsen kendisini tanımadım. Abidin de bir kez görüştü,
yanılınıyorsam askerlikten kurtulduktan sonra. İşte bu görüşme sırasında
Abidin'e Ulus'un kültür sayfasını yönetmesini öneriyor. Abidin kabul etme­
di. Abidin solcu çünkü netice olarak. Nasıl Ulus'ta çalışsın? Abidin Anka­
ra'da ikamet izni için İçişleri Bakanı ile görüştü. Belki de bakanlıktaki biriy­
le. Her şeyi hatırlamak zor. Sonuçta Abidin'in Ankara'da ikamet etmesi iz­
nini de kopardık Böylece Abidin, doktor raporuyla askerlikten terhis edildi.
Sağlık sorunları sonucu yapmaması gereken askerlikte dokuz ayını verdik­
ten ve birkaç hastalık daha kaptıktan sonra. Ve Ankara'da oturma iznini ko­
parınca Abidin de Ankara'ya yerleşebildi."
Rasih Nuri ileri ile mektubundan sonra bir telefon görüşmesinde
bana bu konuda epey şey anlattı. Aynen aktarıyorum:
MŞG: Abidin, Kayseri'ye "sürgün alayına sakıncalı piyade" olarak
götürülüyor, yanılınıyorsam Mayıs 1945'te ...
RNİ: Evet 45'te. Kayseri'ye "yoklama kaçağı" olarak götürülüyor. On­
dan sonra yoklama kaçağı olmadığı tespit ediliyor. "Çürük raporu" da vardı.
Biz Abidin'i yoklama kaçağı olmadığını ve çürük raporu bulundu­
ğunu ispat ederek kurtardık
MŞG: Ama yine de dokuz ay askerlik yapmak durumunda kaldı.
RNİ: Ben ve Nazım Kalkavan işleri halettik Hatta bende Abidin'in
bana ve Nazım Kalkavan'a teşekkür mektubu bile var. Çok özel bir mektup.
Bir aralık Sabahattin Eyüboğlu da yardımcı oldu. Onun da babası Anka­
ra' da. Ama bir şey yapamadı.
M ŞG: Nurullah Ataç?
RNİ: Nazım'la ben yaptık o işi. Sana Abidin'in askerden terhisini de
anlatayım: Abidin'in terhisi çok garip bir terhis. Evvela Askerlik Şube­
si'nden bir sürü güçlükler çıkardılar. Bir şubeden diğerine evrakı dolaştır­
dılar, getirip götürdüler, amaç işi geciktirmek. O arada Kayseri'den Abi­
din'e bir izin veriliyor. O zamanlar buna "memleket izni" deniliyordu. Abi­
din izinli olarak Ankara'ya geliyor. Çünkü Güzin o sırada DTCF'de doçent

ABi D i N DiNO 247


olmuş, zaten iznini de eşinin yanında, yani evinde geçirmek için geliyor.
Güzin Ankara'da o sırada. Ve işe bak ki Abidin'in terhis tezkeresi Anka­
ra'ya geliyor, izinle gelmiş olan Abidin'e. Terhis tezkeresinin önemli tarafı
şu: Genel Kurmay Başkanlığının emriyle verilmiş olmasıdır. Oysa terhis
için Genel Kurmay Başkanlığının emri diye bir şey söz konusu olamaz.
Evet Abidin'in askerlikten terhis tarihi Ocak 1 946'dır.
M ŞG: Abidin'in terhis kağıdı var mı sizde?
RNİ: Terhis kağıdı yok elimizde, mektuplan var. Ocak 1946'daki bir
mektubunda, Abidin, "Ankara' da izindeyken terhis kağıdı geldi" diye yazıyor.
MŞG: Mektubun tarihini tam anımsayabiliyor musunuz?
RNİ: Maalesef Abidin ve Güzin'in mektuplarından birçoğunda ta-
rih yoktur.
M ŞG: Tamamen haklısınız. Doğru.
(Rasih Abi buna gülüyor, birlikte gülüyoruz.)
İşte böyle Abidin'in askerlik serüveni Ocak 1946'da sona erdi. An­
kara'da. Ve artık Güzin ve Abidin çifti için Ankara yılları başlıyor.

BozAcı n
Elbette Abidin Maltepe'deki eve gelir gelmez evin önüne bir polis
diktiler hemen. Bir sivil polis, "çamurların içinde ve ayazlara karşı dolaşıp
duruyor binaların köşelerinde yok olmaya çalışarak." Güzin o günlerde ve
Ankara'nın o bilinen soğuk kış gecelerinde bozacılık yapan, yoksa "oyna­
yan" mı demeli, tipin de yüzde yüz polis olduğunu sandığını söyledi. Gü­
zin ekliyor: "Ankara'da sürekli polis gözetimi altında yaşıyorduk."
Abidin, Ankara valiliği de yapmış dedesi Abidin Paşa'nın izini sü­
rüyor dense yeridir hani. işte buyrun Adana'dan sonra Ankara. Dedenin
vali olduğu kentlerde, il merkezlerinde, torun sürgün. Ama bu kadarı da
olur arhk. Türkiye'deyiz ya kardeşim.
Maltepe'deki evde Güzin'in annesi de var. Güzin'in belirttiği gibi,
"Abidin ile siyasal görüşleri uyuşmadığı halde, sevgiyle saygıyla arkadaşlık
içinde güzel bir ilişkileri oldu." Abidin, Güzin'in annesini bir anne gibi be­
nimsiyor. Kısa Hayat öyküm de bir anlamda "bütün annelerine" teşekkür
etmek umuduyla, Abidin şu satırları yazıyor: "Bir ömür boyu talihim açık

ASKER ABi D i N : KAYSERi'DE


olmuşhır bu konuda. Üç annem oldu birbiri ardından. Başlangıçta Cenev­
re'de daha çok Leyla Abla, İstanbul'da Kadı Anam. 194o'lardan sonra Gü­
zin'in annesi Perdiye Hanım annelik ettiler bana."
Ancak evin önünde soğukta öylesine, o soğuk kış günlerinde, Anka­
ra'da, ince paltoyla bekleşen sivil polise anne acıyıp, "Donacak ayol bu
adam, ölüp gidecek, bari içeri buyur edelim" deyince, Abidin'le hafif tartı­
şırlarfatışırlar. Abidin, "Bir de evimizin içine kadar girip bizi izlemesinler"
filan deyip itiraz ediyor. (197o'li yılların sonunda Mehmet Ali Aybar'ın An­
kara'daki apartman katının girişinin önünde, sahanlıkta, hemen kapısının
önünde bekleyen, küçük masa ve sandalyesiyle bir tür kendi bürosunu
oluşhırmuş, çayı, kahvesi ve hatta yiyecekleri Aybarlardan karşılanan polis
memuru aklıma geldi.)
O günlerde Abidin, Güzin'le, Güzin battaniyesine sarılı, ya hasta ya
da Ankara'nın soğuğunda tedbiri elden bırakmamak için, bir fotoğraf çek­
tiriyor. Ve Abidin fotonun arkasına bir not düşüyor: "Güzin ve ben, 1946."
Daha sonra biraz daha alt tarafına, ikinci bir not düşüyor: "Askerlik dönü­
şü" şimdi oldu işte. Çünkü biz daha Abidin'i bu kadar kısa saçlı görmemiş­
tik hiç. Saçlar kısa, Abidin epey süzülmüş, erimiş dememek için, yüz hat­
ları ancak bu kadar belli olabilir. Gömlek yakası hafif kalkık İç fanilası be­
yaz. Delikanlı. Güzin, ne kadar mutluluk bu böyle ayol. Yün bir kazak üs­
tünde siyah yelekle Güzin evet çok mutlu. Dingin. Rahat(lamış gibi) gibi
diyorum. Çünkü korku dağları bekleme ...
Abidin'in sesini duyar gibiyim: "Bu askerlik dönüşü halim" diyor.
Asker dönüşü Abidin'in tek derdi polis, sivil polis, gizli polis değil. Askere
hasta hasta götürülmüştü; askerde de bir-iki hastalık ekleyerek çok hasta ve
oldukça bitkin bir vaziyette dönmüştü Ankara'ya. Bütün bu dertlerle sıra­
sıyla uğraşması gerekiyordu. Askerlik dönüşü yeni maceralar, yeni dertler
kapıdaydı. Ne iyi ki şu Tekir kedi var.

ABi D i N D i N O 249
DÖRDÜNCÜ BöLÜM

ANKARA-MANKARA
nkara o sıralar dehşet kardeşim dehşet." "Ankara'nın ilk yazından

A başlayıp güz sonuna dek, gökyüzünü akşamüzederi sıvayan bir ay­


dınlık vardır ki, coşku ve mutluluk verir, kendinden geçirir insanı.
Başınızı kaldırdığınızda, bakakalırsınız o ışığa ... Şimdi kalmadı o ışık, o gök,
diyorlar; duman kapladı Ankara'nın göğünü, diyorlar. O günlerdeyse başka
dumanlar hasardı ortalığı." Güzin aynen böyle söylüyor, böyle yazıyor.
O yılların Ankara'sı kocaman bir taşra kentidir, biraz uykulu, biraz
uyanık. Birçok aydının, sanatçının, yazarın, çevirmenin toplandığı, İstan­
bul ve çevresindeki sıkıyönetimden uzak, görece rahat, görece sadece bir
kenttir. Resmen başkenttir ama fiilen henüz değil. Aydınların, yazarların,
sanatçıların, çevirmenlerin peşinde sürekli birer "görevli," birer "gölge," bi­
rer "hafiye," birer sivil polis veya kısaca resmen polis, birer "polis neferi,"
Mehmed Kemal'in diliyle; bütün yaptıkları izleniyor, notlanıyor, fişieniyor
olsa bile Ankara biraz da mankaradır. Evlere şenlik çalkantılar, heyecanlar,
tehlikeler eksik değildir. "Aman abi önüne arkana, sağına soluna dikkat et!
" Sobelenmek istemiyorsan.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü hemen yanı başındadır Ankara'nın. Ha­
san Ali Yücel'in, Sabahattin Eyüboğlu'nun iilihan ve övmekten, istanbul'dan
her gelene göstermekten onur duyduklan bir "eser." Milli Eğitim Bakanlığı,
Tercüme Bürosu Ulus'tadır ve herkes harıl harıl çalışmaktadır. Klasikierin
çeviri işinde bir tür yarış vardır. Zamanla, geçmişle ve tarihle kısacası.
Ankara bürokrasi kentidir. İdari kenttir. Boşuna başkent değil hani.
Ankara fakülteleriyle bir öğrenci kentine dönüşrnek üzeredir aynı zamanda.
O fakültelerde bin bir renkte, okumayı ve okuma alışkanlığını henüz bilme­
yen, henüz özümseyememiş öğrenciler değişik yönlerde sallantıdalar. Dev­
rimci, ilerici öğrenciler var. Dergiler yayınlayan, dergilere şiirler yazan, koş­
turan, ileri gitmek için çabalayan. Irkçı öğrenciler var. Sayılan belki az ama
peşlerinden birçok öğrenciyi sürükleyebilen. Çünkü arkalarında CHP "ma­
kinesi." Öğrenciler bölük pörçüktür. Pek açık olmayan bir biçimde.

AN KARA·MAN KARA
Ama Ankara iki parçaya ayrılmıştır. Gösterilmek istenmeyen, ama
hemen göze çarpan bir çizgiyle. DTCF yanından geçen demiryolu sınırdır
sanki. DTCF'nin görkemli, sert ve otoriter duruşlu binası bir denetim nok­
tasıdır sanki. Bir tarafta Ulus, Kale, Kaledibi bulunur. Öte tarafta Yenişe­
hir, Kızılay.
O günlerde genç bir gazeteci olarak mesleğe Ulus gazetesinde adım
atan Cüneyt Arcayürek, 1 94o'ların ortasındaki Ankara'yı son derece ger­
çekçi bir biçimde betimliyor:
"Toplumsal yapı açısından Ankara, adeta ikiye bölünmüştü. Sağlık
Bakanlığı ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arasındaki demiryolu köprü­
sünün Yenişehir yanı, erişilmesi oldukça zor, kentin ayrı bir köşesiydi.
Kentin, büyük sayıdaki insanları ise köprünün 'öte yanında', Ulus alanı yö­
relerinde yaşardı.
Ulus yanı, eğer değerini birden yitirmiyorsa, egemen kişiler için çe­
kiciliğini sürdürüyorsa, belli başlı üç neden sayılabilirdi: CHP genel merke­
zi Ulus alanındaydı. Müze yapılmadan önce, Birinci TBMM, bu binada top­
lanmıştı. CHP merkezinin hemen aşağılarında TBMM binası bulunuyordu.
Cumhuriyet tarihinin çeşitli zamanlannda önemli olaylara sahne olan, ağır­
başlı büyüklerimizin uğrak yeri tarihi Ankara Palas, TBMM binasının tam
karşısındaydı ... Ulus'un öteki özelliği, ünlü Karpiç Lokantası'nın da alanın
bir köşesinde bulunmasıydı. içtenliği söz götürmez dostluklann, arkadaşlık­
ların odak noktaları bizim için, Posta Caddesi'nin alt başından yukarıya doğ­
ru üç merkezde başlardı: Kürt Mehmet'in Meyhanesi, Şükran Lokantası, Pa­
labıyığın ayaküstü meyhanesi ... " (Cüneyt Arcayürek, Açıklıyor: Cilt 1 : Demok­
rasinin İlk Yıllan, 1947-1951, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 3 1-34).
"Kürdün Meyhanesi" Paris yıllarında bile Güzin'in aklındadır. Kita­
bında bir yerde (s. 237) bu nedenle şu güzel formülü buluyor: "Kimi gün,
Rue Saint-Jacques'da Guimart bistrosu, Ankara'daki Kürdün Meyhane­
si'ne karışır."
Bu meyhane "solcuların" buluştuğu bir meyhanedir. Bunu birçok
yazar anlattı. En iyi anlatanlardan biri, o günlerde şairliği yanında gazeteci­
lik de yapan Mehmet Kemal'dir (Acılı Kuşak'ta, s. 42 vd.). Solcuların devam
etmesi nedeniyle "hafıyeler"in de mecburen "müşteri" kılığında oturduğu

ABi D i N D i N O
bir mekan. Solcuların arkadaşı olarak bu meyhaneye gelen biri daha vardır:
Öykü yazarı olarak tanınan ve zaman zaman avukatlık bile yapan Sarnet
Ağaoğlu. Ama Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğünden ayrılarak
birden DP'ye giriverince bütün arkadaşlarına, hele ozan arkadaşlarına sırt
çeviren Sarnet Ağaoğlu. Artık kimsenin yüzünü bile görmek istemediği bir
mahluktur. "Nefret ettiğimiz bir adamdı. Solcu düşmanı." Hele siz onu bir
de Adnan Menderes hükümetlerinde Başbakan Yardımcısı olarak görmeli­
siniz! Unutulmaz bir yaratık. Elinden gelse bütün eski ozan arkadaşlarını
kodese tıkacak!
Kürdün Meyhanesinin hemen üstünde "Çelebi Meyhanesi" vardı.
Sahibinin isminden ve "ötekinden biraz pahalı." Mehmed Kemal yazıyor:
"Çelebi titiz adam. Her müşteriyi almaz. Hatta müşterilerine kabalık eder­
di. Onun için müşteri, para demekti. O da bizde yoktu." (s. 44)
Ama daha "yeni," daha "Avrupai" ve biraz daha geç açılan ve daha
geç kapanan yerler de var: "Tabarin Bar," "Yeni Bar" gibi. Genellikle gaze­
teler, dergiler "bağlandıktan" sonra, gece yarısında gidilen mekanlar. "He­
men köşe başındaki Tabarin Bar'a giderken ... Ecevit (Bülent) gelmezdi" di­
yor Arcayürek (Cilt II, s. 79). "Yeni Bar"da Cahit Sıtkı ile Fethi Giray'a rast­
lamak ise her gece mümkün. Cahit Sıtkı için evlenene kadar... Sonrası baş­
ka bir tarihtir ...
Tercüme Bürosunda çalıştınız, gazetede ilk haberleri verdiniz, Kür­
dün Meyhanesi'nde bir şeyler "attınız" veya "Palabıyığın ayaküstü meyhane­
sinde" bir yudum bir şey içtiniz, kamınız acıkmaz mı? Acıkır. O zaman he­
men Posta Caddesi'ndeki "Şükran Lokantası"na gitmeli kamımızı doyurmak
için. Tas kebabı, pilavı, kuru fasulyesi enfestir. Ağzımza layık. Ama yanınız­
da Melih Cevdet Anday ve Tercüme Bürosundan arkadaşları varsa Şükran'da
"akşamcılık yapılabilir." Oradan o zaman Sabahattin Eyüboğlu'nun Yenişe­
hir'deki Yeşil Apartmanı'na göçrnek mümkün. "Bakarsınız Hasan Ali Yücel
ile Nurullah Ataç da gelmişler oraya. İşlerimiz, bıraktığımız yerden orada da
konuşarak sürerdi. Orhan Veli, elinde bir kadehcik rakı, çoğunlukla ayakta,
duvara dayanmış dururdu." (Melih Cevdet Anday, A. g. k., s. 44)
Peki arada bir şöyle Avrupai bir şeylere ne dersiniz? Ulus'taki "Ma­
car Lokantası"na örneğin. Anday aniatsın yeniden:

AN KARA-MANKARA
"Ulus'taki Macar Lokantasında içtiğimiz bir gündü. Orhan Veli, bir
iş için dışarı çıkmak üzere ayağa kalktı. 'Şimdi dönerim' dedi. Ben de, ba­
na bir on birlik cigara almasını rica ederek ona on beş kuruş uzattım. Or­
han kısa bir süre sonra döndü, cigaramı koydu masaya, sonra da cebinden
dört kuruş çıkardı. Ben 'Kalsın' dedim. Teşekkür edip oturdu yerine. Gü­
lüşseydik şakanın tadı kalmazdı ki! " (s. 125-126). Evet ve en güzel şakalar
gülünmeyenlerdir. Kıssadan hisse.
Ulus'ta "Zevk Lokantası" yüksek bürokratların uğrak yerlerinden bi­
riydi. Karpiç Lokantası dersen o da öyle. Ama Karpiç'in "Amerikan Barı"na
genç gazetecilerin "tünemesine" müsaade edilirdi. Hepsi bu kadar, "öbür ta­
rafa" geçmemek kaydıyla elbette: "Aile var," "iş bitiriliyor, bilmemne."
CHP'li Hıfzı Oğuz Bekata'nın Denizciler Caddesi'ndeki matbaası
unutulmasın. Ulus'taki "Oska Mağazası" yeni eviilere bir geceliğine gelin­
lik kiralıyor, isteyen damatlara da frak. Duyduk duymadık demeyin.
Ulus'tan DTCF'ye doğru giderken, Atatürk Bulvan'nın başladığı
noktada iki kitabevi bulunuyor: Akba Kitabevi, bütün İstanbul gazeteleri­
nin Ankara başbayiidir. Kimi gazeteciye "hesaptan indirilmek şartıyla" def­
terden borç bile verir. Arcayürek biliyor. Hachette (Haşet) Kitabevi de tam
orada işte. Fransızca dergi, gazete, kitap ne isterseniz var. Dünyaya açılan
pencere kardeşim. Daha ne olsun. Daha ne mi olsun? Akba'nın tam karşı­
sında size bir sandviççi dükkanı bile açtık. İsmi "Uğrak." Ayaküstü sandviç
yemeniz ve bir ayran (tuzlu ve serin) içmeniz için.
Bir dakika. Ulus'tan ayrılmadan önce şu Heykel'e bir göz atalım:
Halkın genel olarak "Ulus Heykeli" deyip geçtiği anıtın asıl ismi
"Zafer Anıtı"dır. 24 Kasım 1927'de törenle açılmıştır. Cumhuriyet gazete­
si kurucusu ve o dönemdeki başyazarı Yunus Nadi'nin, Abidin ailesinin
yabancısı sayılmaz, girişimiyle başlatılan ülke boyutundaki kampanya so­
nucu gerekli para bulunarak yapıldı. Avusturyalı heykeltıraş Heinrich
Krippel anıtı yarattı. Açılış töreninden bir gün önce atlı M ustafa Kemal
Heykeli üzerine örtülen bayrağın, ip çekilince açılıp açılmayacağı konu­
sunda kuşkuya düşen Yunus Nadi Bey ve arkadaşları gece Ulus Meyda­
nı'na giderek, gizlice prova yaptılar. Neyse ki her şey tıkırındaydı. Derin
bir nefes aldılar. Ve anıt ertesi gün törenle açıldı. O tarihten beri de bir

ABi D i N D i N O 2 53
buluşma noktasıdır. Ankara'ya yeni gelenler için bir tür deniz feneri. Ka­
rada. Ankara' da.
Ulus'un hemen orada Kaledibi'nde Ruhi Su oturur. Ona bir merha­
ba demeden ayrılmayalım. Ruhi Su Opera sanatçısı, sesi çok güzel, kendi­
si güzel. Sesine bayıldığı Ruhi Su'ya ilk plağını Abidin doldurtacaktır. Ce­
lal Cündoğlu isimli dostu sayesinde. Cündoğlu Han'ı biraz yukarıdadır.
Anafartalar'da. Aklımız da kalsın. Birazdan uğrayacağız çünkü.

"ÖBÜR YAKA"
O günlerde DTCF'de öğrenci olan Mübeccel Belik (Kıray), o sırada­
ki ikiye bölünmüşlüğü doğruluyor ve "Asıl hudut (sınır) tabii Sıhhiye'dir"
diyor. O günlerin küçük bir çocuğu olan Altan Öymen de kitabında "Ulus­
lular" ile "Yenişehirliler" arasındaki farklılığı vurguluyor (A. g. k., s. 75). Evet
sınır bellidir. Fark çok açıktır.
Güzin nitekim " Ulus'tan yukarılara sadece bir kez çıktım" diyor.
"O da Tekir kediyi aşı için Anafartalar Caddesi'ne götürrnek vesilesiyleydi."
İki Ankara var o yıllarda. Evet iki Ankara, yani "Eski Ankara" ile "Yenişe­
hir" arasında bu kadar uzaaaak bir mesafe vardır. Aslında Güzin Abidin'in
pasaport işi veya kendi pasaport işi için Karaoğlan'a kadar da inmiş. "Pos­
ta Caddesi var ya, onun en dibine kadar inerseniz Karaoğlan'a varırsınız.
Caddesini bilemiyorum ama semt olarak oraya Karaoğlan deniyordu. Pasa­
port Dairesi oradaydı. Bir keresinde de Tekir kediyi doktora götürdüm. O
yıllarda doktorların, bütün doktorların, bir arada toplandığı bir bina vardı,
oradaydı. Her doktorun kendine ait bir muayenehanesi vardı."
Yenişehir'e varıyoruz, Cüneyt Arcayürek'in anlattıklarına kulak ka­
bartalım:
"Demirköprü'ün Yenişehir yanı ise, modern kent bilim kurallarına
uygun biçimde kurulmaya çalışılan Ankara'nın 'öteki yüzü' idi.
Sağlık Bakanlığından öteye bahçe içindeki iki katlı evlerle uzanırdı.
Kızılay'a doğru geldikçe apartmanlaşan yapılar göze çarpardı. Kızılay ala­
nında bir park, küçük bir havuz. Yeni yeni yapılmaya başlayan bakanlık bi­
nalarından yukarılara, Kavaklıdere'ye gelinirken seyrelen konutlar, birden
başlayan üzüm bağları, ağaçlıklar, orta yerlerinde küçük evler ...

2 54 AN KARA-MAN KARA
Devrin önde gidenlerinin toplandığı, 'köprünün öteki yakası'ndaki
insanların yaşam düzeyi ile Ulus dolaylarında yaşayanlar arasında belirgin
bir ayrım olduğu yadsınamazdı ...
O yakada gençlerin toplandığı pastaneler daha bir 'Batı'lıydı kuş­
kusuz ...
Oysa, resmi bayramlarda, hele Cumhuriyetin yıldönümlerinde
okullarda 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' diye bağırırdık Bu
slogan, Ankara'nın ünlü bulvarlarına asılırdı.
Köprünün iki yakasındaki genç insanlar, hatta yaşlılar, işte böylesi­
ne kaynaşamıyorlardı! Biz onlara uyamıyorduk, onlar da bize uymak iste­
miyorlardı."
Yenişehir'i en güzel anlatanlardan biri de, o günlerde küçük bir kız
çocuğu olan Filiz Ali'dir. Çocuk gözüyle baktığı zaman gördüğü Yenişehir
şudur:
"194o'lı yıllarda Ankara Türkiye'nin kalburüstü bürokratları, bilim
ve sanat adamlarının (ve kadınlarının. MŞG) toplandığı yeni kurulmakta
olan bir kentti. Gündelik Ankara hayatı Yenişehir'de Karanfil Sokak, Konur
Sokak, Selanik Caddesi, Sümer Sokak, Uçak Sokak ve o sıralarda yeni inşa
edilmekte olan Bahçelievler ve Saraçoğlu mahallelerinde geçiyordu" (A. g.
k., s. 44). Biraz sonra şunları ekliyor Filiz Ali:
"Ankara, o zamanlar avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can dama­
rı Atatürk Bulvarı. Bulvan bir baştan bir başa yürüdünüz mü sağa sola se­
lam vermekten yorulursunuz. Herkes, herkesi tanır. İşte o 'herkes', Sakar­
ya Caddesi'ndeki Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden
alışveriş yapar; çocuklar Pekpak Pastanesinin dondurmasına bayılır. Cu­
martesi günleri Karanfil Sokak'ın tam karşısına düşen Ulus Sinemasında
Hollywood filmleri seyredilir. Ya da Ulus'a kadar uzanılır ve Yeni Sine­
ma'da oynayan bir başka Amerikan filmine gidilir, çıkışta da Atlas mağaza­
sından insanın ayaklarını acıtan, topukları vuran rugan ayakkabılar alınır,
ayakkabılar küçülünce arkaları kesilir ve terlik niyetine kullanılır.
Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. Mızmız Filiz, Karpiç'te bile ızga­
ra köfte ve pilav mönüsünden şaşmaz ama Baba Karpiç'in yemekten sonra
savaş zamanında bile özel olarak getirdiği Yafa portakal veya muza da hayır

Aai o i N D i N o
diyemez. Savaşan Avrupa'dan kaçan müzisyenler Karpiç'te yemek müziği
yaparlar. Arkalarında kim bilir ne türlü kariyeder bırakıp gelmişlerdir
194o'ların Ankara'sına. Dönemin kodamanlarının da uğrak yeriydi Karpiç.
Babamın (Sabahattin Ali. M ŞG), bu kodamanlada sıkı fıkı gibi görünen iliş­
kileri, dostları arasında epey eleştirilmiştir. Oysa O komplekssizliğinden kay­
naklanan bir rahatlık içindeydi oldum olasıya. Devlet kodamanları ile sıradan
yoksul köylü arasında ayının yapmaz, her iki uçtaki insanın da ilginç yönle­
ri olabileceği varsayımından yola çıkarak tarafıara eşit fırsat tanırdı." (s. 59)
Evet o günlerin Ankara'sının "yeni" tarafında "Parisli" veya "parizi­
yen" (Paris'i yiyen ama hazmedemeyen) kahveler bile var. "Kutlu," "Mut­
lu," "Özen." sonra ayrılmalar üzerine ikiye bölünüp "Büyük Özen," "Küçük
Özen" ismini alanlar... Aman dikkat yine de; çünkü polisler nöbette. "Çev­
remizden polis kılıklı bazı gölgeler eksik olmazdı" (Mehmet Kemal, A. g,
k., s. 51). O yıllarda "Kutlu"da bir resim sergisi bile açılıyor. Sabahattin Eyü­
boğlu, kardeşine yazdığı mektupta aynen şöyle diyor: "Asker emeklileri
'Biz bir sergi yapalım da alem resim görsün' demiş olacaklar. Korkunç"
(Kardeş Mektuplan, s. 210).
Bayan öğrenciler bayan öğretim üyeleri de dönemin sevimli ve "en­
telektüel" kahvelerinin müdavimleri arasındadırlar. O zamanın Ankara'sı
ne ki: Kızılay'a çıkılınca bütün dünyayı, herkesi görmenin mümkün olduğu
küçük ve sevimli bir taşra kenti. Ve herkes Kutlu'da karşılaşırdı veya hadi bi­
lemediniz önünde hemen, bulvarda. Güzin gider miydi Kutlu'ya: "Tek tük
giderdim. Ama öyle devamlı değil. Benim pek vaktim yoktu. Dersler veriyor­
dum bir yandan, öte yandan evle uğraşıyordum. Abidin'in hastalıklarıyla da.
Bütün bunlar zamanımı zaten yeterince, hatta fazlasıyla dolduruyodardı."
Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu elbette aynı saatlerde değil,
Melih Cevdet Anday sık sık, neredeyse her gün, oradalar ama.
Evet Ankara o günlerde yan semtleriyle 300. ooo nüfuslu bir baş­
kent. Gençlerin arada bir çıkıp Çubuk Barajı taraflarına gittiği oluyor pik­
nik yapmak bir-iki-beş-on bira içmek için. Ankara'nın Gazi Orman Çiftliği
de var elbette. Gençlik Parkı yapımı ya yeni bitmiştir ya bitmek üzeredir.
Buralarda da oturolup bira içilebilir ailece. Dostlar, arkadaşlar, çoluk çocuk
bir arada. Ne güzel.

AN KARA-MAN KARA
Ah bir de şu polisler olmasaydı. Bir de şu dedikodular. Bir de şu kıs­
kançlıklar. Bir de şu ayak kaydırmalar. Kışkırtmalar. Güzin aynen şöyle di­
yor: "Ankara o yıllar zelzele kardeşim zelzele. Siz o günleri yaşamadığınız
için bilmiyorsunuz."
Ben de ekliyorum, Uğur Mumcu'nun dizi yazısı ve kitabı aklım­
da. Evet o günlerin Ankara'sı bir "cadı kazanı. " Bir türlü durulmuyor, du­
rulamıyor. Şöyle bir hızlı dökümünü yapalım mı? 1 944 yılı Nihat At­
sız'ın ihbarı ve Sabahattin Ali'nin açtığı hakaret davasının S. Ali aleyhi­
ne döndürülmesiyle çalkalanıyor. 1944'te başlayan bu saldırganlık 1 945
sonunda Tan saldırganlığı ile barbarlığa ulaşıyor. DTCF'deki öğretim
üyelerinin atılması için bu tarihten 1 948 sonuna kadar uğraşılıyor. Anka­
ra ve DTCF ve fakülteler de zelzele hatta Abidin'den alıntılayarak zerze­
le demek olası. 1 949 başında "Otuz Üç Kurşun meselesinin" TBMM 'de
gündeme getirilmesi üzerine basının ve kamuoyunun çalkalanması. Sa­
bahattin Ali'nin Nisan 1948'de kaybolmasının peşinden Ocak 1 949'da
"ölüsünün bulunması. " Mayıs ve Temmuz 195o'den itibaren "Türk Ba­
rışseverler Cemiyeti"nin kurulması ve üyeleri hakkında hemen açılan da­
vanın yankıları, Behice Boran'm, hamileyken, tutuklanması, hapsedil­
mesi. Yine 1 9 5 o'de Nazım Hikmet'in açlık grevleri ve büyük bir hareket­
lilik sonrasında özgürlüğüne kavuşması ama ülkesini terk etmek zorun­
da bırakılması. Ekim 1 9 5 1'de TKP tutuklamaları dizisinin yeni aşaması.
Ve daha bin bir serüven, bin bir dert, bin bir acı, bin bir zulüm. Bu zel­
zele değilse zelzele nedir kardeşim?

u LAN ANKARA!
Abidin elbette asker dönüşü mutluydu Güzin'i bulduğu için. Niha­
yet dokuz aylık aradan sonra aile hayatının koparılmak istenen iplerini bağ­
Iayabildiği için. O günlerde olmalı Arif Dino Adana'dan kalkh kardeşini zi­
yarete Ankara'ya geldi. Hani bir fotoğraf vardır. En üstte Arif, onun elleri
Abidin'in başı üstünde, Abidin'in elleri de Güzin'in başı üstünde. Arifin
gözlükleri yine alnında. Ve hepsi, istisnasız, yere bakıyor. İ şte bu foto An­
kara'da, Maltepe'deki o evde çekildi. Yıl 1947.
Güzin'e bu evden neden ayrıldınız diye sordum. İşte yanıh:

AB i D i N D i NO 2 57
"Çünkü, galiba, küçük mü geldi? Evet, iki odacıktı. Belki ondan. An­
nemin odası içerde, böyle vagon gibi. Benim odam. İşte o Arif, Abidin ve
benim birlikte fotoğrafımızın çekildiği oda. Fotoğrafa iyi bakınca belli olu­
yor zaten. Abidin'in saçları da askerden yeni döndüğü için oldukça kısa. O
odada hem yemek yiyoruz, hem içiyoruz, bütün o eş, dost, arkadaş kalaba­
lığı geliyor, gidiyor, oda doluyor boşalıyor. Ondan mı? Yani o evin bize ar­
tık çok dar gelmesinden mi? Yoksa ikinci evi bulunca mı? Yani orası daha
genişçe olunca oraya taşındık Evet öyle oldu.
Ankara'daki ikinci ev Kavaklıdere'de, TBMM'nin tam karşısında
Mecdi Devrim'in evinin giriş katındadır. Bahçe içinde. Çok hoş. Mecdi
Devrim çok önemli bir adam, efendi, çok efendi, görgülü falan. Gazeteci.
Ev çok güzel, alt katta olmamıza rağmen, bahçenin üstündeyiz. Su akıyor,
bahçenin içinde. Bahçeden ötesi bozkır."
Güzin bunları bana birkaç kez anlattı. Gel Zaman Git Zaman'da bu
evi betimleyen çok güzel birkaç satırı var, buraya almak isterim:
"Mecdi Devrim'in bahçe içindeki evinin alt katında oturdular. O
katta da iki oda var, yine ortadan bir dar koridor ufak bir sofacığa açılıyor,
sağda ve solda mutfak ve banyo ... Sofacıkta yemek yiyorlar. Öndeki iki oda­
yı birlikte ısıtmak üzere soba yanıyor. Odaları iki pencereli ve bahçeye ba­
kıyor. Küçük bir su akıyor bahçenin içinden, bir derecik sanki. Suyun öte­
sinde ise boş, hayırlı arsalar. Bahçe bakımlı, kışın, uzun haftalar boyunca
karla örtülü. Kar, kimi kışlar, dört ay kalkınıyor bahçeden. Kimi geceler
kurt mu, çakal mı, iniyor çevre tepelerden, sabahları ayak izleri benek be­
nek karın üstünde. Ankara'nın az ötesi Allahın stepleri değil mi? Bir gün
de o bahçede bir karga kavalarnıştı dereden atlayarak kaçan bir kediyi, son­
ra da tepesine binip gagalamıştı kedinin başını. Olayı, pencereden dehşet­
le seyretmişlerdi."
Bu evi ve gelen gideni bir de Abidin anlatsın. Bilhassa Orhan Veli'yi:
"Kayseri dönüşü Ankara'da uzun süre yatalak kalmam, Orhan'la
ikide birde görüşmeme engel olmuyordu.
Yapı halinde bulunan yeni meclis karşısında, caddenin karşı yaka­
sında, iyice çukurda, bir yönü sokağa, bir yönü küçük bir dereye ve bayıra
bakan Mecdi Bey Apartmanının bodrum katında oturuyorduk. Evden öte

AN KARA·MAN KARA
bozkır başlıyordu! Bizi görmeye gelen dostlar apartmanın kaygan basa­
maklarını inip, kapımızın zilini çalıyariardı sık sık. Orhan Veli ise pence­
reden girmeyi yeğliyordu. Neden olmasın her yiğidin bir yağurt yiyişi yok
mu? Orhan arka bayırı koşarak iner, yarış ah gibi dere hendeğini atlar, pen­
cere kapalıysa upuzun parmağını tık tık cama vurarak Karagöz sesienişle­
riyle geldiğini haber verirdi. Cam açılınca, upuzun leylek hacağını kolaylık­
la içeri sarkıtıp, kendini odada bulurdu. Bu kendine özgü eve giriş yönte­
mi, Orhan'ın terbiyeden yana kusurlu olabileceğini düşündürmesin size.
Orhan kadar terbiyeli kişi pek az gelmiştir yeryüzüne. Tam zamanında gel­
mesini, tam zamanında gitmesini bilirdi, tüy gibi hafif.
Hasta olduğum için beni kolluyordu ya Orhan" ( Yazılar, s. 205) .
Bu eve gelenlerden biri de Melih Cevdet Anday'dır. O kitabında
evin başka bir köşesini, başka bir özelliğini, Abidin'in amatör koleksiyon­
cu olduğunu, vurguluyor:
"Sözgelişi Kavaklıdere'deki evde iken masaların üzerinde bir yığın
lüle vardı, ne oldu? Ben (Melih Cevdet Anday. M ŞG) Abidin'in hangi evine
gitti isem, yeni başlanmış bir koleksiyonla karşılaşmışımdır. Anladığıma
göre, onun için bağlanma tehlikesi yoktu, toplar, sonra bırakır giderdi.
Bense, sözgelişi, şu mavi şişelerimden, döğme anahtarlanından kurtula­
mıyorum bir türlü." (A. g. k., s. 209.)
Ankara'daki üçüncü ev Konur Sokak'ta bir pastanenin tam karşısın­
daki apartmanın giriş katında. Yine giriş katı. Abidin 1952 başında Türki­
ye'den ayrıldığında bu evde oturuyorlardı.
Abidin, Güzin ve Güzin'in annesine ev işlerinde yardımcı olması
için genç bir kız bulundu. Güzin anlahyor: "Önce Gül Hanım'ın abiası ça­
lışh bizde. Sonra Gül Hanım. Her ikisi de son derece ketum. Abiası ya ev­
lendi veya başka bir mesele oldu bizden ayrılmaya karar verince, kız karde­
şini gönderdi bize. Gül pekala yaptı o işi. Abiasım çevremizdeki tanıdıkla­
ra sorup bulmuştuk. Her ikisi de son derece çalışkan insanlar. Karadeniz­
li. Yün, beyaz, koltuk ve yatak örtülerini bu iki kız kardeş sayesinde öğren­
dik. En önce onlarda gördük sonra tiryakisi olduk. Önce onlar getiriyorlar­
dı. Sonra başkalarına tarif ederek sürekli o örtülerden getirttik Nitekim ba­
kın burada, Paris'te, bugün bile şuradaki örtü oranın örtülerindendir. O yıl-

ABi D i N D i N O 2 59
larda neredeyse modasını biz başlattık diyebilirim. Ankara'da herkes başla­
dı, bu örtülere tiryaki oldular. Aynca çok pahalı da değildiler. Kızların abla­
ları, anneleri, akrabalan Ankara'ya gidip geliyorlardı. Ya Erzurumluydular
ya da Giresunlu. Tam çıkaramıyorum. Ama dediğim gibi çok çalışkan, hoş
ve ketum. Ankara'da iken sabah gelir akşam dönerlerdi. 1948'den itibaren
İstanbul'a gitmeye başlayınca Gül Hanım'ı da bizimle götürürdük. Ve o za­
man orada tuttuğumuz evimizde bizimle kalırdı.

ABi DiN'iN AKRABAlARI


Abidin Ankara'ya varınca kendisini hem sevimli arkadaşları ara­
sında buldu, hem de Güzin'in baba tarafından akrabalarıyla. Küçük Am­
ca Esat Dikel, " Enişte" ve onların çevrelerindeki diğer aile üyeleri. Abidin,
gelmesinden sonraki günlerde " Enişte"nin evindeki haftalık aile toplantı­
larına katılıyor ve dinliyor. Abidin'in en büyük özelliklerinden birinin din­
lemek ama "iyi dinlemek" olduğunu açıklamanın tam sırasıdır. Güzin ne
diyor biliyor musunuz: "Abidin dinliyor bir melek gibi." Abidin'in Küçük
Amca'dan çok hoşlandığım daha önce yazdım. Küçük Amca 1944'te dede
bile olacakhr. Füsun isminde bir kız çocuğu doğdu çünkü. Annesi Küçük
Amca'nın kızıdır madem ki. Füsun Akatlı daha sonra Nusret Hızır'ın
asistanı oldu, ıg66'da DTCF'yi bitirdikten sonra. Güzin'le yakınlığı sade­
ce bir akrabalık değil.
Ankara'da Küçük Amca eşinden boşandıktan sonra kendine göre
bir düzen kurdu. Güzin'e bakarsanız: "Boşandı çünkü geçinilecek gibi de­
ğildi. Arncam Ulus'ta bir apartınarı kahnda yahut bir otelde, bir odada ka­
lıyordu. Abidin müthiş protokol meraklısı, saygıda, nezakette asla kusur et­
mek istemez. Amcama, aileye bu açılardan büyük özen gösteriyor. Örneğin
'Arncanı ziyaret etmelisin veya ziyaret etmeliyiz' diyor. Ve Küçük Amcam'ı
ziyarete gidiyoruz. Arncam odasında yatıyor, odasında, etrafta, o zamanın
lüks kadın ve moda dergileri var, Vogue gibi, Abidin soruyor:
- Bu dergiler neyin nesi?
- Gelip bakıyor hanımlar bunlara diyor (Güzin anlatırken gülüyor).
Anla ki orada da kendine göre bir düzen kurmuş. Başka türlü bir adamdı.
Müthiş bir adamdı. Şen şakrak ve sıkı şakacı yönü asla unutulamaz."

ANKARA-MAN KARA
Sivil polisler Ankara' da evlerin önünde, meyhanelerde, pastaneler­
de, fakülte dersliklerinde, amfılerinde, sokaklarda, bulvarlarda nöbettedir­
ler, ama yaşam şakayla ve acıyla yoğrularak saat saat, gün gün haftalara, ay­
lara yıllara devriliyorlar. İnsanlarımız dimdik kalıyor. Evet Abidin, Güzin
ve arkadaşları, Ankara'da da "iyi saatte olsunlar" ile bir tür köşe kapmaca
oynuyorlar. Abidin, Güzin ve arkadaşları için son derece tatsız tuzsuz bir
hale dönüşen oyun. Sonuçta Abidin'in Ankara'ya, İstanbul'a ve Türkiye'ye,
bu çok sevdiği ülkesine, elveda demesiyle sonuçlanana kadar.
Şuraya bakın, DTCF'de öğretim üyeleri tehdit ediliyor. Konferans­
Ianna Polis Koleji öğrencileri dolduruluyor: Kışkırtmaya kurulu. Ankara
Üniversitesi rektörü DTCF'deki bürosunda, evet bürosunda, hakarete uğ­
ruyor, tartaklanıyor. Behice Boran'ın cesareti görülmeye değer ama. Enver
Gökçe'ye ne demeli? Şapka şair şapka, Anadolu dilinde helal olsun denir ya
aynen öyle.
Evet her şeye rağmen dayanmak, yaşamak, çalışmak ve yaratmak.
Ne iyi ki arkadaşlar da var Ankara' da.

"ARKADAŞ ISLIKLARI"
Abidin, Ankara'da İstanbul "Küllük" takımından birçok arkadaşını
buldu: Orhan Veli (Ankara-İstanbul arasında mekik dokumayı aralıksız
sürdürüyor yine de), Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday en başta sayılmalı.
İ stanbullu arkadaşlarından Rasih Güran'ı da unutmamalı. " Uzun"
Rasih Ankara'yı ihmal etmiyor. Oktay Rifat'ın yakını, akrabası Mehmet Ali
Aybar ile de tanışacak Abidin, 1946'da. Ankara' da. Sonra aralarında sıkı bir
dostluk kurulacak.
Abidin devlet memuru olan dost ve tanıdıklada ve arkadaşlarıyla
görüşmekten kaçınıyor onlara bir kötülük gelmesin diye. Hatta yine bu ne­
denle hani bir yerde biriyle karşılaşır selam verir, selam verenin başına be­
la gelebilir korkusuyla, pek piyasaya da çıkmıyor. Arada bir "Kürdün Mey­
hanesi"ne uğruyor, ama hızlı çok hızlı bir biçimde. Abidin zamanının bü­
yük bir bölümünü değişik hastalıklan nedeniyle hastane kapılannda geçir­
mek zorunda kalıyor. Abidin'i siz o günlerde hastane kapılarından sorma­
lısınız. Ne kadar aşındırdı o kapıları. Bir de Güzin bilir.

ABi D i N D i N O 261
Abidin Ankara'nın yabancısı da sayılmaz. Sabahattin Eyüboğlu'nun
daveti ve önerisi üzerine 1938'de ve sonrasında Çocuk Esirgeme Kurumu
Çocuk Tiyatrosu çalışmaları için Ankara'da bir süre kalmış olması nedeniy­
le Ankara ile bir tanışıklığı var. 1943 Şubat'ında Güzin Dikel ile Ankara'da
Azra'nın evinde nişanlandı. Ankara tarihinde yazılı bunlar. Adana sürgü­
nü öncesi uğradı Adana'ya Mecitözü'nden gelerek, izinle. İkamete memur
olan izinsiz terk edemez kasabasını, kentini. "Göz hapsi" diye bir şey var
bu memlekette. Unutulmasın sakın. Evet Adana'daki sürgün yıllarında da
Ankara'ya uğramışlığı var Abidin'in. Bütün bunları alt alta koyup topladı­
ğımız zaman Abidin'in başkentle ne kadar alışverişi olduğunu ortaya çıka­
rabiliyoruz. Belki çok değil ama tanımak için yeterli.

"RAHAT! KAÇAN AGAÇ "

Abidin desen çizer, karikatür ve resimler yapar. İz bırakır Türkçe­


siyle. İşte Melih Cevdet Anday'ın 1946'da yayınlanan şiirler kitabı: Rahatı
Kaçan Ağaç. Yeditepe Yayınları olarak yayımlandı (A 'dan Z'ye Abidin Di­
no 'da, s. 33'te kapağını tıpkı basımında görmek olası.)
Melih Cevdet Anday, o kitabın kapağını ve hemen sonrasını anlatı­
yor: Akan Zaman Duran Zaman'da (s. 187) :
"İlk şiir kitabım Rahatı Kaçan Ağaç 1946 yılında basılmıştır. Kita­
bın insana dönüşmüş ağacı, ya da ağaca dönüşmüş insanı gösteren kapak
kompozisyonu Abidin Dino'nundur. Ozana karşı duyulan kuşkunun yo­
ğunlaştığı yıllardı (belki de bu kuşku hep yoğundur) , kapak resmi polisi fı­
tillendirmiş, uzun aramalardan sonra, kimi çizgilerde orak çekiç bulur gi­
bi olmuşlar. Ama ben, evirdim çevirdim kapağı, büktüm, katladım, orağı
çekici ortaya çıkarmayı, başaramadım bir türlü.
Bir gün Gençlik Parkı'ndan geçiyordum, sıralardan birinde otur­
makta olan bir genç beni görünce kalkıp yanıma geldi, kendini tanıttı, bir
köyde öğretmenmiş, okulu teftişe gelen bir müfettiş kitapları arasında Ra­
hatı Kaçan Ağaç'ı görünce soruşturma açmış onun hakkında. Bunu anlattı
bana genç öğretmen. Ne diyeceğimi, ne edeceğimi bilemedim."
Belki şunu söylemek olası: Rahatı Kaçan Ağaç burada apaçık bir şe­
kilde Rahatı Kaçan Adam'a dönüşmüştür, sevimli öğretmenin kişiliğinde.

AN KARA-MAN KARA
Cahit Külebi'nin İstanbul'da, 1946'da yayınlanan bir kitabı var. İs­
mi Adamın Biri. Ön kapaktaki desen imzasız ama Abidin'in olmalı, kitabın
içindeki desenler ise (s. 7, ı6, 24, 29) Abidin imzalı. Abidin'deki kitapta
bunlar görülebiliyor. Abidin'deki örnekte birinci ve ikinci sayfalar yırhlmış.
Belki Külebi'nin imzalı bir notu vardı. Bilemiyorum. Kitabın arka kapağın­
da ise şunlar yazılı: "Üniversite Matbaası Komandit Şti. Beyoğlu-İstanbul."
Ve elbette fıyah: Aynen şöyle "Fiatı: 75 kuruştur." Kitaba "Yanlış-Doğru
Cedveli"(aynen) bile konulmuş, "uçan" küçük bir kağıtta. San bir kağıt.
Hani bilirsiniz o yılların vazgeçilemez büro malzemesi.
Cahit Külebi'nin 1945-1946'da Ankara'da yaşadığını biliyoruz. Bu
sırada Abidin'den rica etmiş olabilir. Bu aynı zamanda Abidin'in Ankara'ya
varır varmaz çalışmaya başladığının başka bir ömeğidir.
Bu konuyu Güzin'e sordum. Hoşlanmadığı (Bunu benim önceden
bilmem elbette mükün olmuyor. Dolayısıyla ne çıkarsa şansıma diyorum.
Ne yapalım Gül'ü pardon Güzin'i seven dikenine katlanır) birinden veya bir
konudan sözetmek istediğim, bunlara ilişkin bir soru sorduğum zaman yap­
hğı gibi beni kısa ve çok açık bir "Bilmiyorum"la yanıtladı. Her şey anlaşıldı.
Güzin bu konuyu açmak istemiyor. Geçelim. Ama başka kaynaklardan bilgi
ve veri bulunur umarım. Nitekim bulduklarımı burada size sunuyorum.
Paris Okulu ve Türk Ressamlan. Paris 1945-1960 isimli Türkçe ve
Fransızca kitapta (YKY, İstanbul, 2000, s. 128) , Abidin'in "ı946'da Ankara
Halkevi"nde bir sergisi sadece anılıyor. Bu konuda maalesef başka bilgim
yok. Güzin'e kalırsa Abidin'in iki sergisi var Ankara' da. Daha sonraki yıllar­
da. Birazdan göreceğiz. Dolayısıyla bu konunun araştırılınaya ihtiyacı var.
Arif Damar, "Ama Oktay Rifat öldü ... " başlıklı ve Oktay Rifat'ı an­
mak için kaleme aldığı makalesinde (Hürriyet Gösteri, Temmuz 1982, s. ıo)
194o'ların Ankara'sına götürüyor bizi:
"Oktay Rifat'ı ilk kez 1944'te Ankara'da Abidin Dino'nun evinde
görmüştüm. Sabahattin Eyüboğlu da vardı. Bir kişi daha vardı ama o Melih
Cevdet mi, değil mi bilemiyorum. Yemek zamanıydı. Yemek yeniyordu. İç­
ki de vardı. O gece onları nasıl tedirgin ettiğimi çok sonra anladım. Sofraya
çağnldım gelir gelmez, Abidin Bey tarafından. Yemek yediğimi, tok olduğu­
mu söyledim. Oturmayı da sürdürüyordum, kalkıp gitmiyordum. Böylece

ABi D i N DiNO
epey zaman geçti. Ev sahibi için de güç bir durumdu. Bir yandan, uzakta
oturan benimle ilgilenmek zorunda kalıyordu. Oktay Rifat, 'Artık bir şeyler
yiyebilirsiniz, bize katılın, birlikte olalım' anlamında güzel sözler söyledi.
Ötekiler de ısrar ettiler. Direndim, oturmadım. Az sonra da aç geldiğim Abi­
din Dino'nun evinden aç kalkıp gittim. Oysa Abidin Bey' e ilk gelişim değil­
di. İlk yemek yiyişim de olmayacaktı ... Evet o gece niçin sofraya oturmaktan
kaçınmıştım, söyleyeyim: Bıçak tutmasını bilmiyordum. Masadaki yiyecek­
lerden de çekinmiştim. Böyle beyaz güzel bir sofraya hiç oturmamış, yemek
yememiş, içki içmemiştim. Küçük düşmekten korktum."
Olay çok ilginç değil mi? Bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: Bu
olayın "1944'te" yaşanmış olması mümkün değil. Çünkü o tarihte Abi­
din'ler henüz Ankara'da değiller. 1 946'da veya sonrasında olabilir.
Evet Arif Damar'ın da belirttiği gibi, Abidin'lerin çevresinde, Anka­
ra'da bulunduğu zamanlarda Sabahattin Eyüboğlu'na da rastlıyoruz. Anka­
ra'ya uğradığı veya kimi zaman bir süre kaldığı dönemlerde Bedri Rahmi
Eyüboğlu'na da. Milli Eğitim Bakanlığında yüksek görevler üstlenen ve ile­
rici genel müdürlere de, Örneğin Hakkı Tonguç'a.
Güzin şöyle aktanyor: "Daha ziyade Roji'nin evinde buluşurduk. Sıh­
hiye'de bahçe içindeki evinde. Yoksa Abidin eski arkadaşlanndan devlet me­
muru olanlarla özel ilişkilerden hep kaçınırdı. Onlara zarar vermemek için
onlardan hep biraz mesafeli durdu. Szabo'nun eski eşi Roji piyanist, evinde
sık sık buluşurduk. Sabahattin Eyüboğlu ailesinde asıl hanım, kız kardeş
Mualla'ydı. Çok parlak bir kadın. Bildiğimiz ve daha çok ilişkimiz olan oydu.
Gider gelir filan. Son derece serbest bir kadın. Mualla, Hasanoğlan köyünün
ve çevresinin planını yaptı. Okulu öğrencileriyle birlikte inşa ettiler. Mualla
da orada yaşıyor. Küçük bir köy evi vardı. Oraya götürürdü bizi. Bize bütün
köyiiliere dişlerini fırçalamayı nasıl öğrettiğini anlattı. Bütün köylüler onun
sayesinde her sabah dişlerini fırçalıyorlar. Mutluydu Mualla. Ama onu da ra­
hat bırakmadılar. Ne dediler biliyor musunuz onun planı için? İnanmaya­
caksınız! Efendim uçaktan bakınca Hasanoğlan köyünün biçimi orak-çekiç­
miş! Buyrun bakalım! Bu adamlar da fikr-i sabit var kardeşim. Her yerde
orak-çekiç görüyorlar. Ne demeli? Bir süre sonra Abidin'in seramiklerinde
de orak-çekiç arayacaklar. Ve daha komiği 'bulacak'lar da. Pes doğrusu ! "

AN KARA· MAN KARA


Orhan Veli'nin ve Erol Güney'in İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa­
kültesi Felsefe Bölümünden arkadaşlan N ezahat Eyüboğlu da var. Güzin ona
ilişkin şunları belirtiyor: "Evet, anımsıyorum. Çok hanımdı. Onu çok az tanı­
dık. Öğretmendi'' (Bu konuda Erol Güney'in Ke(n)disi'ne bakılabilir, s. 83).

ÜRHAN VELi GEZEGENi


"Kuyruklu Şiir ...
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk saHamak tanrının günü."

Orhan Veli Ankara'da bir ara otelde kalıyor. Mehmed Kemal anım­
sıyor: "Orhan Veli, İstanbul Pasta Salonu'nun yanında 'Tavukçu Tayfur'un
bitişiğindeki ucuz bir otelde kalırdı" (A. g. k., s. 59). Ama bir süre sonra Or­
han Veli de baskı ve polis takibinden nasibini aldı. "Orhan'ı. .. otelinde sı­
kıştırıyorlar, yokken (odasında yokken. M ŞG) odasına giriyorlar, kitapları­
nı, yazılarını, karalamalarını karıştırıyorlar, otelciye gözdağı veriyorlar.
Otelci bir gün dayanamamış:
- 'Orhan Bey, otel parasını bile vererneyen fakir bir insansınız. Po­
lisler ne isterler sizden' diye sormuş. Orhancık bu, ne desin, verecek cevap
bulamamış, boynunu bükmüş:
- 'Ne bileyim ben .. .' demiş" (A. g. k., s. 19).
Polislerden rahatı kaçan Orhan Veli, otelden ayrılmak zorunda kalı­
yor. Mehmed Kemal'in yazdığına göre (s. 59-60), "Buradan çıkıp kümes gibi
bir yere (Ekrem Vardar'ın bahçıvan kulübesine) sığınmak zorunda kaldı."
Kümes mümes hiç fark etmez. Orhan Veli oraya yerleşir. Ankara'da bulun­
duğu ve arkadaşlannda yatıya kalmadığı zamanlar. Bu kümes ayrıca edebiyat
tarihinin ilginç sayfalanndan birinin dekoru olacaktır. Birazdan göreceğiz.

ABi D i N D i N O
Orhan Veli'nin çevresinde pek çok insan vardır. Genç şairler önce­
likle, ama sadece o kadar da değil: Ankara'nın değişik fakültelerinin özellik­
le DTCF ile Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin (SBF) öğrencileri. Örneğin
SBF'den Mübin Orhan. işte Abidin'in bakışıyla o yıllardaki/günlerdeki Mü­
bin: "r94o'ların sonlarına doğru olmalı, bir ara Orhan Veli'nin yörüngesin­
de dolaşan, ip ince, uzun boylu, terbiyeli, biraz çekingen, yakışıklı bir genç
tanımışhm. Hem Orhan Veli'nin akrabası, hem Tanzimatçı Reşit Paşa'nın
torunuymuş (Sahiden bir sakal taksanız, ünlü dedesine hpkı benziyordu) .
Şiir meraklısı değerli bir kaymakam daha yetişecek sanmıştım, ne
aldanış! Birkaç yıl sonra Paris'e vardığımda Mübin Orhon'u tekrar görece­
ğiınİ hiç düşünmemiştim. Bambaşka bir genç adamla karşılaşıyordum,
Mülkiyeden neredeyse hiç iz kalmamış, resim yapma sevdasına kapılmış
bir çilekeş çıkmıştı karşıma."
Mübin, Paris'te daha sonra çok ünlenecektir. Ama Ankara yılların­
da SBF'de okuyan ciddi bir öğrencidir.
Hiç şaşırtıcı değil Orhan Veli'nin akrabası olan biri için. O Orhan
Veli ki "Hürriyete Doğru" şiirinde "git gidebildiğİn yere" diyen şairdir çün­
kü. Aynen şöyle:

"Hürriyete doğru"
"Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti, Gideceksin;
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden,
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.

AN KARA-MAN KARA
Deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller duvaklar, donanmalar mı?
Heeeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğİn yere."

NAHİT HANıM'IN Evi NDE


Ankara'da edebiyat ilgi çekiyor. Edebiyatçılar da. Hele şairler. Güzel
Sanatlar Genel Müdürü Halil Vedat Fıratlı sempatik bir adam. Eşi Nahit
Hanım, "kedi meraklısı ve kedi uzmanı." Ankara Kız Lisesinde edebiyat
öğretmeni. Evinde toplantılar düzenliyor. Bir tür Fransız usulü "salon" tü­
ründe. Bir tür "kabul günü" gibi. Kadınlı, erkekli. Rakı filan da içiliyor. Or­
han Veli var, Necati Cumalı, Melih Cevdet elbette, daha birçok insan. Kimi
eşiyle geliyor. Edebiyat konuşuluyor. Tartışılıyor. Hoş zaman geçiriliyor.
Orhan Veli ile Nahit Hanım birbirlerine aşık oluyorlar. Ama ne aşk! Yakı­
cı cinsinden. Güzin'in anlatlığına göre, "Orhan'ın Nahit Hanım'la ilişkisi­
ni herkes bilirdi, ama terbiyeli insanlar, kimse söylemezdi, dedikodusu ya­
pılmazdı, en azından yüksek sesle dillendirilmezdi. Nahit Hanım ölçülü
bir kadın. Öyle delişmen filan değil."
Orhan Veli şair ve sürekli aşık olacak ruhta bir sevimli malıluk Nitekim
Erol Güney'in genç baldızı Bella'ya da şiirsel bir sevgiyle tutuluyor. Bir dizi şiir
yazıyor. Bütün burılan Erol Güney ayrıntılı bir biçimde arılatıyor, Bella'nın bir
fotosu ve Orhan Veli'nin Bella için imzaladığı iki kitabın kapağı ve imzalı say­
falanyla, Bella'nın "Harita ve Metod Defteri"ne Orhan Veli'nin yazdıklarının ve
nihayet Bella'ya bir mektubunun tıpkı basırrılanyla (A.g.k., s. 178-ı83).

OKTAY Ri FAT
O yıllarda Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday'ın en yakın arkadaşı
Zonguldak valisinin damadı da olan şair Oktay Rifat'tır. Paris Siyasal Bilgi-

Aei o i N DiNo
ler Enstiilisünü bitirmiş, 194o'ta dönmüş, Basın Yayın Genel Müdürlü­
ğünde bir süre çalışmış ve sonra avukatlık mesleğini seçmiştir. Aslında ba­
ba mesleği şairliktir. Trabzonlu şair ve vali Samih Rifat'ın oğludur çünkü.
Ve nitekim 194ı'den beri Orhan Veli, Melih Cevdet Anday isimli lise arka­
daşlarıyla "Garip" şiir akımını ilan etmişlerdir. Eşi Sabiha Hanım ise Gü­
zin'in Fakülteden arkadaşıdır. Abidinler Maltepe'de otururken, komşu bi­
le oldular. Oktay Rifat Abidin'e Fransızcasını işin içine katarak L'Abdüş di­
yor. Eh o kadar olur artık iki arkadaş arasında.
Rifatların evinde Garip takımı yanında Cahit Sıtkı Tarancı, Necati
Cumalı uzun uzun "Toplum için sanat" mı "Sanat için sanat mı" mesele­
sini tartışırlar. Cahit Sıtkı Tarancı o sırada yeni kurulmuş olan Çalışma Ba­
kanlığında çevirmendir. Bir süre sonra kurulacak olan Türkiye Gençler
Demeğine üye bile olmuştur. Hatta demekte şiir üzerine bir de konferans
verdi. Nazım Hikmet için "Kafeste Dolaşan Aslan"lı şiirler de yazıyor.
Rifatların evindeki tartışmalara bazen Behice Boran oradaysa, O ve
Muvaffak Şeref de kahlıyor. Bu son ikisi Garipçilerin şiirlerini "sağcı şiir"
diyerek sıkı eleştiriyorlar. Abidin her üçünün şiirlerini de çok seviyor, on­
ları savunuyor. Behice ve Muvaffak ile Garip takımının tartışması kızışın­
ca Abidin zorunlu olarak hakem rolünü oynuyor. O arada Cahit Sıtkı Ta­
rancı daha çok "nötr" bir tavır takınıyor. Aslında O da Garip akımının bu
üç sevimli şairini ve şiirlerini tutuyor ve O da o tür şiir anlayışına yakın şi­
irler yazıyor. Ama kibarlıktan ve hiçbir şeye ve hiç kimseye karşı olmak is­
temediği için ve böyle uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir özelliğe sahip olduğu için
açıkça taraf tutmuyor. Çekinen, çahşmaya razı olmayan bir adam Cahit Sıt­
kı; veya en fazla arada bir "Yok canım" diye bütün o çok ciddi tartışmayı,
ağız kavgasını tatlıya bağlamaya çalışıyor. Mümkün mü? Bir akşamüzeri
Oktay'ın evinde kıyamet kopsun ve bunu Cahit Sıtkı'nın o zayıf ve ince ve
kibar "Yok canım"ı durdursun! Asla! Na-ümkün !
Oktay Rifat, bilinen hikayedir, Abidin de anlattı, "Birdenbire sokak­
ta fenalık geçirip ölecek olsam, başıma bir kaza gelse yol ortasında, ne bi­
leyim, hastaneye, bilemedin morga kaldırsalar, beni soyduklarında ya çora­
bım delik çıkarsa? Felaket! " derdi var o günlerde. Ama ne iyi ki başına böy­
le bir tatsız macera gelmedi.

268 AN KARA-MAN KARA


Rifatların bir oğulları oldu. İsmini pedere saygı olsun diye Samih
koydular. Büyüyünce her parmağında bin bir meslek bulunan mimar, ya­
zar, çevirmen, fotoğraf ustası, belgesel film yönetmeni ve mutlaka unutm­
ğumuz birkaç iş sahibi daha, Türkiye'nin en efendi aydınlarından biri Sa­
mih Rifat kardeşimiz yani.

"DöVERİM BAK!"
Güzin, Rifatlara ilişkin bir anısını sohbetimiz sırasında anımsadı. Bu­
raya alıyorum: "Kavaklıdere'de Mecdi Devrim'in evine taşındığım gün veya
ertesi gün, ev sahibimiz bizi ziyarete geldi. Serbest fıkirli bir insan, tabii Abi­
din'in durumunu, her şeyini biliyor. Hoş geldiniz ziyaretinde adam soruyor:
- Kimleri tanıyorsunuz Ankara'da?
Abidin de hani bu adamın ayarında, düzeyinde, beğeneceği dost ve
arkadaşlardan bir-iki isim buldu. İşte Oktay Rifat var, babası validir filan
eşinin babası da validir falan. Amaç iyi bir manzara çizmek. Şansa bakın
siz! Ertesi gün veya birkaç gün sonra, ev sahiplerimiz karı, koca baloya gi­
diyorlar. Öyle şeylere tanık oluyorlar ki ertesi gün birinci iş, gelip bunları
bize anlattılar. Buyrun kararınızı siz veriniz: 'Yahu sizin Oktay Rifat da Ok­
tay Rifat'mış yani helal olsun' dercesine. Olay şu: Ankara Palas'ta resmi bir
balo. Oktay ve Sabiha da orada. Birisi geliyor, ismini anımsamıyorum, Sa­
biha'yı dansa kaldırıyor. Dünya güzeli Sabiha kibarlık olsun diye kalkıyor.
O dansı yapıyorlar. O parça bitiyor, dans edenler orkestrayı alkışlıyor filan,
yeni bir parça çalmaya başlıyor. O adam Sabiha'ya teşekkür edip masasına
bırakacağına, ikinci dansı da onunla yapmak istiyor ve dans ediyorlar. Vay
efendim sen misin tekrar dans eden. Ulan ben insanı fena yaparım, döve­
rim! Oktay bu, kalkıyor yerinden, dans pistinde ikisinin arasına dikiliyor,
adamı biraz kenara çekip bir dayak atıyor bir dayak atıyor dillere destan.
(Katıla katıla gülüyoruz.) Neyse birileri araya giriyor ve adamı Oktay'ın elin­
den kurtarıyorlar. Ama adamın pestilini çıkarmış bizimki. Ben adamı böy­
le döverim! Sonra karı koca otomobillerine binip herkes evine.
Ev sahiplerimiz aslında bunu anlatırken Oktay'ı övüyorlar. Ama biz
rezil olduk. Düşünün onca övünerek, seçerek takdim ettiğimiz en yakın
dostumuz Oktay Rifat koskoca Ankara Palas'ta herkesin ortasında bir ada-

ABi D i N DiNO
ma resmen meydan dayağı atıyor. Bu kadar olur. Neyse ki ev sahiplerimiz
eleştirrnek için değil, neredeyse Oktay'ı övmek için ve bize 'Bravo ne dost­
larınız varmış' demek için anlatıyorlar.

M UVAFFAK Ş EREF
Güzin'in biraz önce söz ettiği Muvaffak Şeref de Abidin'in çevresin­
de bulunan insanlardan biri. O ve eşi Rebia Hanım. Güzin, Muvaffak Şe­
refi şöyle anımsıyor: "Bilgili, hukukçu bir arkadaşımızdı. Hep bizimleydi."
Filiz Ali'nin yazdığına göre bir ara Karanfil Sokak'ta Adalar Apart­
manında oturdular, sonra Saraçoğlu Mahallesi'ne taşındılar (A. g. k., s. 52).
Güzin o günleri anlatıyor: "Azra'ya evine gelirlerdi. Onların evine gittiğimi­
zi hiç hatırlamıyorum, başka yerlerde, başkalarının evlerinde sık sık karşıla­
şırdık. Hep beraberdik diyebilirim. Eşi Rebia Şeref'in Adliyede çok önemli
bir görevi vardı. Onu daha az görürdük Muvaffak Şeref hep koşuştururdu."
Şükran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü'nde Muvaffak Şe­
refin ı Mart 1913'te doğduğunu okuyoruz. Demek ki Abidin'le yaşıt. Aynı ay­
da aynı yılda doğmuşlar. 194ı'den 195ı'e Ekonomi Bakanlığı Sinai Mülkiyet
ve Teşkilatıandırma Şube Müdürlüğünde çalışıyor. Büyük ihtimalle 1951
Ekim ayındaki TKP tutuklamalan vesilesiyle Ankara Savcılığı tarafından açı­
lan kovuşturmanın takipsizlik kararıyla sonuçlanmasına karşın bakanlık em­
rine alınınca, devlet memurluğundan istifa ederek avukatlık yapmaya başla­
dı. 194o'ın başından itibaren yayınlanan bütün ilerici dergilerde yazılar ya­
yınlıyor: İnsan, Yurt ve Dünya, Ant, Sendika gibi. Tan gazetesinde de yazılan
var büyük olasılıkla, bugün maalesef unutulan eski sosyalistlerden biridir.
1968'de Türkiye ve Sosyalizm isimli bir kitap yayınladığını da eklemeliyim.
Eşi Rebia Şeref Nazım Hikmet'in açlık grevi sırasında ismini her­
kese duyurdu: 14 Mayıs 1950 tarihli Son Posta gazetesinde yayınlanan
mektubuyla.
Son Posta Rebia Şerefi şöyle tanıtıyor: "Eski Cumhuriyet Başsavcı­
sı merhum Fahrettin Karaoğlan'ın kızı ve değerli hakimlerimizden Rebia
Şeref." Ve gazete Rebia Şeref'in gönderdiği mektuptan bir parça alıyor.
Şöyle: "Babam rahmetli Fahrettin Karaoğlan bana 'Bir hakim olarak mem­
leketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hadise, Nazım Hikmet'in

AN KARA· MAN KARA


hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl hapse mah­
kum edilmesidir. Adalet tarihimizi bu günahtan kurtarmak en büyük eme­
limdir. Ama ne yazık ki buna gücüm yetmiyor' demişti." O günlerde Na­
zım Hikmet'in özgürlüğüne kavuşması için herkes koştururken Rebia Ha­
nım da bu şekilde katkı yapıyor.

CANLI VE H EYECANLI TARTIŞMAI.AR/ATIŞMAI.AR


Sabahattin Ali'nin Marksist kitaplada dolu çok zengin bir kütüpha­
nesi var. Onunla Marksizm üzerine hararetli ve sıkı tartışmalar yapılıyor.
Abidin ile Sabahattin Ali iddialaşırlardı. Anlaşmazlık çıktığında Anka­
ra'nın o soğuk, o dondurucu havalarında bile umursanmaz, ta Sabahattin
Ali'nin evine kadar gidilir, kitaplar tek tek karıştırılırdı, akla takılan soru­
nun yanıtı bulunana kadar. Abidin, "köy hikayelerinin büyük ustasını" pek
beğenirdi. İyi yazardı çünkü.
Güzin Gel Zaman Git Zaman'da bu tartışmalara ilişkin birkaç göz­
lemini aktarıyor:
"Aslında, aralarında çok keskin eleştiri ve incelemeler, tartışmalar,
yargılar sürüp gidiyor. Her okunan kitap, dergi, gazete yazısı, şiir, seyredi­
len her film, dinlenilen her konser tartışılıyor. Sherhen'in Fidelio'yu sah­
neye koymasından, Saygun'un Yunus Emre Oratoryosu'na, çevrilen kitap­
lara kadar aralarında, kimi kez sabahlamayı gerektiren, bazen de haftalar­
ca süren tartışmalar çıkıyor. ( ... )
Radikal solcu aydınlada Garipçi şairler, bir de Cahit Sıtkı'nın takı­
mı arasında, basketbol maçı sertliğinde bir sanat kavgası sürmekte. Abidin,
hakem olma sevdasında değil, ama bu maçlarda kah bir takıma, kah öteki
takıma hak verdiği oluyor. Slogancı solculuk o zaman da var, var olması­
na ... Kimi düşünürün, kimi sözleri ya da çevirisindeki bir yanlış sözcük, or­
talığı birbirine katabiliyor. Ankara'nın, sıfırın çok altında, buz kesen gece
yanlarında, taksilere binilip, kimin evinde çevrilen kitabın asıl metni varsa,
oraya cümbür cemaat gidilip ciltler karıştırılıyor, cümle bulunuyor haklı
haksız ayırt ediliyor dostça.
Tartışmaların biri Tonguç'la olmuştu. Küçük Esat'ta, Niyazi'nin
apartman dairesinde Tonguç, ağarmış saçları, dinç çehresi, güvenli bakış-

ABi D i N D i N O
lan ve tok sesli konuşmasıyla çok etkili, önder bir devlet adamı çapında. Bi­
leşimli kısa cümleleriyle, hem Osmanlı'yı hem bugünün kültür sorununu
somut örneklerle anlatıyor. Binlerce kız, erkek köy çocuğunu toparlamış,
köy köy gezerek. Gün gün anlabyor çabalarını, bostan, tarla, bozkırları do­
laşarak. Ana, baba, köylüleri kız çocuklarını okula göndermeye inandırmak
için didinip durmuş. Kültür birikiminin önemine inanıyor. O gece de sa­
bahlanıyor tartışılarak Solcu aydınlar, iki Sabahattin (Sabahattin Ali ile Sa­
bahattin Eyüboğlu. MŞG) ve Muzafferler (Muzaffer Şenyürek ve Muzaffer
Şerif. M ŞG) , Abidinler ve daha başkaları, sadece eğitimle işin üstesinden
gelinemeyeceğini ileri sürüyorlar. Sorun siyasal... Daha Makallar, Baykurt­
lar, Apaydınlar yok ortada, ama hoşgörülü, güleç ve güvenli bakışlarıyla on­
ları muştuluyor sanki Tonguç o gece."
Burada adı geçen Niyazi'nin Niyazi Ağırnaslı olduğunu anladınız
mutlaka. Bu tür toplantılar, Nahit Hanım'ın evinde de yapılıyordu. Ve he­
le o yıllarda bekar olan Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde. Orhan Veli, Cahit
Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Necati Cumalı, yani Ankara'nın
bütün şair ve yazar takımı. Nurullah Ataç'a gelince, O, gençleri Özen Pas­
tanesi'nde etrafına toplamaya bayılırdı.

E ROL GüNEY
Abidin ve Güzin'in istanbul'dan tanıdıkları başka bir dostları daha
var Ankara'da: Erol Güney. Tercüme Bürosunda çalışıyor. Güzin "Anka­
ra'da biz Erol'la çok uzak durduk" diyor ve nedenlerini açıklıyor: "Anka­
ra'da Abidin 'kötü kişi' olarak damgalanmış ve öyle yaşıyor. Erol ise Türki­
ye Cumhuriyeti vatandaşı yeni olmuş, Rusya'dan göçmüş Yahudi diye par­
ınakla gösterilenlerden. Eşi Dora ve baldızı Bella ile durumlarını mümkün
mertebe düzene sokmak istiyorlar. Baktık ki onlar da çok dikkat ediyorlar
bize karşı; biz o zaman büsbütün dikkat eder olduk. Bir de bizim yüzü­
müzden başına bir iş gelmesini istemiyorduk Hoş bu kadar dikkate ve öze­
ne karşın yine başına dertler açıldı; ama o artık başka bir mesele. Çünkü
Abidin nedeniyle adamın başına bir şey gelseydi çok büyük belalar birbiri­
ni izleyebilirdi Erol için: Vatandaşlıktan çıkarılmasından sınır dışı edilme­
sine belki hapsedilmesine kadar.

AN KARA· MAN KARA


Bu arada şöyle ilginç bir şey de oldu. Kardeşim Behlül Erol'un baldı­
zı Bella ile arkadaşlık etmeye başlıyor. Behlül o sırada Abidin 'komünist' di­
ye bizden kaçıyor. Ne annemle görüşüyor ne benimle. Son derece hayırsız
bir kardeş. Ama şunu da söylemek lazım: Son derece yakışıklı, çok zeki ve
çok kültürlü bir insan. Birkaç dil konuşuyor, dünya kadar ülke görmüş, vs.
Bir örnek vereyim: Daha 17 yaşındayken Dostovyeski'yi okuyor Fransızca çe­
virisinden. Beğenmiyor; 'Bunun bir de İngilizcesini okuyayım' diyor. İşte
böyle bir malıluk Galatasaray Lisesinde okurken son derece faşist ve Nazi
hayranıydı. Almanya'daki öğrenimi sonrasında N azilerden nefret etmiş ola­
rak döndü. Ama birtakım hastalıklan vardı, bağırsaklarından filan. Altüst ol­
du çocuk. Ankara'da Bella ile arkadaşlığı sırasında Bella durumu öğreniyor.
Behlül'ün Abidin'in 'komünist' olması yüzünden ailesiyle bağlarını kopar­
dığı meselesini. Bella şaşınyor: 'Bu kadar zeki, bu kadar kültürlü bir insan
nasıl böyle bir şey yapabilir?' diyor. Ve bu iş fazla uzamadı."
Erol Güney' e gelince, O her zamanki gibi çalışkan, birçok dil bilme­
si sonucu Tercüme Bürosunun temel direklerinden biri. Özellikle de Rus­
ça çevirilerde uzman. O bu arada bir ara Tercüme Bürosu sekreterliğini de
üstleniyor. ( Erol Güney'in ne denli çalışkan olduğunu anlatanlardan biri de
Orhan Suda'dır: Bir Örnrün Kıyılannda da, Örneğin s. 38-39).
'

KADlNlAR
Ankara'nın sevimli aydın çevresinde bir şey dikkat çekiyor: Arala­
rındaki kadın sayısının azlığı. Evet Azra Erhat, Behice Boran, Mediha Ber­
kes, Aliye Ali, Nahit Hanım, Rebia Şeref, Dora Güney, Mualla Eyüboğlu,
var. Arada belki başka kadınlar da bu kervana katılıyor. Bir süre sonra Gü­
zin Dino geliyor. Onunla birlikte Adana'daki öğretmen bayan arkadaşı da.
Hepsi bu kadar. Herhalde bu kadar.
O yıllarda bu çevreye genç ve güzel bir kadın daha katılacak. Bu Mü­
şerref Hekimoğlu' dur.
1921 istanbul doğumlu olan Müşerref diğerlerine oranla biraz
gençtir. Ve çok güzeldir. Onun Tercüme Bürosuna yaklaşmasını "1949 yı­
lı"nda olmuş biçiminde aktaran Oktay Akbal aynen şöyle yazıyor: "Bir sa­
bah genç bir kız geldi. ilk bakışta göze çarpan bir kişilik. Uzun boy, güzel,

AB i D i N D i N O 273
etkileyici gözler. Eski İstanbul konuşması. .. " ("Müşerref arhk yok mu?
Cumhuriyet-Hafta, 13 Ekim 2004) Güzin anımsıyor Hekimoğlu'nu:
"Müşerref'le çok alıhaptık Bilhassa Abidin'i çok severdi. Çok kibar bir
kadındı. Ankara'da bize, çok sık değil ama arada bir uğrardı. Melih'le (Cevdet
Anday) alıhap oldular biraz. Melih Cevdet böyle dostluklara, yakınlıklara me­
raklıydı. Bir ara arkadaşlık ettiler. Melih de yakışıklı adam o günlerde."
Müşerref Hekimoğlu hemen o günlerde Tercüme Bürosu işlerin­
den vazgeçiyor ve gazeteciliğe başlıyor. Bunu Erol Güney anlatıyor (A. g. k.,
s. 195-196). Erol Güney'in kim olduğunu bilmeden ona aynen şunları söy­
lüyor: "O Tercüme Bürosunda Rusça çevirilerden sorumlu bir adam var, is­
mi Erol Güney. Kendisi çevirileri yalnız dostlarına verirmiş. Bunun için ar­
kadaşımla bana bu klasiğin tercümesi verilmedi."
Hekimoğlu Rusça bilen bir arkadaşıyla bir kitap tercüme etmek ve
yayıniatmak istemiş, ama başvurusu kabul edilmemiş. Bunun nedeninin
de Erol Güney olduğunu sanıyor. Ayrılırken Erol Güney kendisini tanıtın­
ca Hekimoğlu kırdığı potun farkına vanyar ve ikisi birden gülüyor ve dost­
ça ayrılıyorlar. Ve dostlukları o yıllarda ve sonrasında sürüyor. Erol Güney
de onun için şunu yazıyor: "Gözlerinden zeka fışkıran güzel bir kadındı."
Güzin o günleri anlatırken teyzelerinden birini asla unutamıyor:
"Ankara'da çok ender cesur, yerli insanlar bizimle görüşürdü. Birçok insan
ise bizimle görüşmekten korkardı. Erol Güney ve eşi ile baldızları, yani Bel­
la ve büyüğü Seza, öyleydi. Başkaları da vardı. Teyzem ve kardeşim bile
korkardı. Hem de nasıl. Teyzem bir okulda müdürdü. Bana tesadüfen rast­
lasa bile ödü kopardı. İstanbul'dan Ankara'ya dönüşlerinde, 'Güzin sakın
beni karşılamaya istasyona gelmesin!' diye mesaj gönderen teyzem."
Güzin bu meseleden kitabında söz ediyor (s. 130) ve birkaç teyzesi
de olduğu için "korkak" teyzenin ismini soruyorum: "Cudiye Teyze. Anne­
min küçüğü. Siyasetten uzak durmaya çalışan korkak bir kadın. Ankara
Garı'na gidip kendisini karşılamamamı istiyordu ama eve gelip annemi zi­
yaret ediyordu. Birazcık sinirli filan bir kadındı. Ankara'da Biçki Dikiş
Okulu'nda müdürlük yaptı. Bursa ve Ankara'daki müdürlükleriyle çok
uzun bir kariyere sahip oldu. Ama feci derecede korkaktı. Emekli olduktan
sonra da tek başına yaşadı."

274 AN KARA-MAN KARA


Aslında Ankara'nın o günkü halini yazmakla yansıtmak belki hiç
mümkün değil. Bu nedenle olmalı Güzin sık sık "Siz bizi anlayamazsınız.
Bizi anlamanız çok zordur. O yıllarda bizim sayımız çok azdı. Herkes bir­
birini tanıyordu. Solcular parmakla gösteriliyordu. Ve karşımızdakiler çok
saldırgan, çok düşmandılar. Çok."
Ama hayat iyi ve kötü yönleriyle yaşanıyordu yine de. Ve onca soru­
na, derde, polis takibine karşın arkadaş, dost ve tanıdık çevrede canlı ve he­
yecanlı tartışmalar yapılıyor. Eleştiriler ve özeleştiriler, değerlendirmeler
sürüyor. Arada bir ve hele iyi bir fırsat çıkınca ise bu genç takım elbette gır­
gır da geçiyor. O zamanlar bunun ismi mutlaka gırgır veya "işletme" değil­
di ama olsun.

"MisuRi"jANKARA
Bu işlerin "uzmanı" kaçınılmaz olarak "Garip" hareketinin ele avu­
ca sığmaz, içmeyi ve eğlenmeyi de en iyi biçimde yapmaya meraklı eleman­
ları Orhan Veli, Melih Cevdet ile elbette Abidin'dir. Melih Cevdet Anday'ın
1946'da çıkardığı kitabın ismi Rahatı Kaçan Ağaç değil midir? Hani rahatı
kaçırılan demedik!
5 Nisan 1946'da ABD savaş gemisi "Missouri," Washington'da bir
buçuk yıl önce ölen Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi ve Abidin'in kadim
dostu Nesuhi Ertegün'ün babası Mehmet Münir Ertegün'ün cenazesini İs­
tanbul'a getiriyor. ülkede büyük hadise! ABD'nin "Türkiye'ye elini uzattı­
ğının" ispatıdır bu artık. 6 Nisan 1946 tarihli Cumhuriyet'in başlığı şudur
örneğin: "Filonun gelişi Türk-ABD dostluğunun parlak bir ifadesi oldu."
Ve bütün ülkede büyük bir heyecan. ABD neredeyse "kurtarıcı" dır. O sıra­
larda SSCB'nin Türkiye'den kimi vilayetleri ve boğazlarda üs istediği söy­
lentileri dolaşmaktadır çünkü değişik çevrelerde ve madem ki zaman za­
man gazeteler de olayı büyütmektedir.
"Missouri" İstanbul'a geldi. Dolmabahçe önlerinde demirledi. Erte­
si, gün ABD'li heyet Ankara'da resmi ziyarettedir. Peki Ankara'ya ya da An­
kara'da ne oluyor? Bunu da Güzin anlatıyor:
"Amerikan gemisi 'Misuri' Türkiye'ye geldiğinde, devletçe içine dü­
şülen telaş ve kamuoyundaki yankılar şaşırtıcı. O gece, Ankara Palas'ın kü-

Aoi oi N D i N o 275
çük yan kapısından girilen barda, gece yarısından sonra, kimi Amerikan
misafirler ağırlanıyor. Bar yükünü almış, kapılar kimseye açılmıyor. Or­
han, Melih, Oktay, Abidin, Nahit Hanım ve daha birkaç dost, kapıdan dön­
mek istemiyorlar. Orhan, eğilip, bar kapısının bir deliğinden içeri, 'Misso­
uri... Missouri ... Missouri!' diye üç kez sesleniyor ve kapılar açılıveriyor.
Buyur ediliyorlar! Ayakta, barın önünde içkiler ısmarlanabiliyor. Hemen
kim olduklan biliniyor ve sivil polis çepeçevre kuşatıyor onları belli etme­
den. Bunun üzerine, Melih'le Orhan matrak bir sohbet uyduruyorlar. Gü­
ya, sınıf arkadaşlan olan birinden söz etmeye başlıyorlar yüksek sesle. Tar­
tışmalı bir konuşma: ' Hayır, boyu benden uzun değildi, sen onun yanında
bücürdün. Annesi Rumdu. Lise ikide arkamda otururdu. Şimdi hariciyeci
olmuş. Olamaz, madem annesi Rum ... Anası Rum değil, babası dedik ya ...
Siviller, annesi ya da babası Rum olan hariciyecinin kim olduğunu belki de
ertesi gün saatlerce araştırmışlardır. Oysa, hepsi uydurma ... " (Gel Zaman
Git Zaman, s. 130-131).

İKİ SOSYALİST PARTi


Savaş sonrasındaki dengelerin aldığı yeni çehre ve bunun Türki­
ye'ye yansıması sonucu CHP rejimindeki değişikler sürüyor, 1946'nın bü­
yük bir bölümünde:
7 Ocak 1946'da DP'nin kurulması resmen açıklandıktan sonra, şu­
batta "öğrencilerin dernek ve birlik" kurmalanna tüzel bir çerçeve getirildi.
10-11 Mayıs'ta C H P Olağanüstü Kurultayını topladı. "Demokrasiye
yöneliş" CHP kadrolarına aniatıldı ve hükümetin yapması gerekenler be­
lirlendi.
Türkiye'deki sosyalistler de hareketlendiler: 14 Mayıs 1946'da Esat
Adil Müstecaplıoğlu ve arkadaşlan Türkiye Sosyalist Partisini (TSP) kurdular.
26 Mayıs 1946'daki belediye seçimlerinde sosyalistler kimi yerde
aday gösterdiler. Örneğin En Büyük Tehlike isimli broşürün yazan Faris
Erkman ileri Demokrat Cephe adayı olarak İstanbul'da seçimlere katıldı.
Gizli TKP, Esat Adil'in TSP'yi kurmasından ve kimi TKP'li işçi ön­
derinin bu partinin kadrolan arasında "ortaya çıkarılmasından" hiç mem­
nun olmadı. Bunun üzerine 19 Haziran'da TKP Şefik Hüsnü Deymer ön-

AN KARA· MAN KARA


dediğinde Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisinin (TSEKP) kurulma­
sında başı çekti. Artık bir değil iki sosyalist parti vardı. Ve ikisi arasında cid­
di bir yarış söz konusuydu. Esat Adil'i TKP takımı hiçbir zaman sevmedi.
Hakkında "polistir" diye söylentiler de dolaşh.
Şu kesin artık: CHP'den başka partiler de kurulabiliyordu. Tek par­
ti yönetimi bitiyor(muy)du. Tek parti rejiminin sonuna gelindiği açıkh. Bu
arada kurulan partilerin yasalara uygunluğunu sağlamak için ve kurulacak
derneklere düzenleyici ve elbette kısıtlayıcı hükümler getirmek üzere Ce­
miyetler Kanunu 5 Haziran 1946'da TBMM'de kabul edildi. 10 Haziran'da
yayınlandı ve yürürlüğe girdi.
Bunu izleyen günlerde birçok dernek, sendika ve parti kuruldu.
Bu canlılık içinde kurulan partilerden biri, biraz önce andığım
TSEKP özel olarak ilgimi çekiyor. Çünkü bu parti TSP ile rekabet halinde,
birçok ilde, özellikle de İstanbul, İzmir, Ankara gibi öteden beri TKP'nin bel­
li bir etkinliğinin olduğu bilinen kentlerde hızla örgütlenmeye başladı. Bu ay­
nı zamanda TKP'nin gizli kadrolannın açığa çıkanlması anlamını da taşıyor.
Ankara'da TSEKP Zeki Baştırnar yönetiminde örgütlendi.
TSEKP'nin Adana'daki örgütlenmesi işini yürütmek için, Aralık
1946'da, Adana'ya Rasih Nuri İleri gidiyor. Abidin Dino'nun yeğeni. Rasih
Nuri İleri değişik makalelerinde TSEKP'nin "Adana şubesinin bir numara­
lı üyesinin Arif Dino" olduğunu yazdı. Yani Abidin Dino'nun ağabeyi ve
Rasih Nuri'nin dayısı. Peki iki numaralı, üç numaralı üyeleri kimlerdi? Ra­
sih Nuri artık aradan geçen zaman içinde herhangi bir yasal yaphrım da
kalmadığına göre bunları bize açıklayabilse ne kadar iyi olacak. Rasih Nu­
ri ileri işçi sendikaları kurmak için de Adana'da uğraşhğını defalarca yaz­
dı. Bunları da daha aynnhlı bir biçimde yazalıilir mi bugün? İşçi ve sosya­
list hareket açısından çok yararlı olur. Yaşar Kemal, kendisiyle 19 Mayıs
2oos'te, Paris'te yaphğım söyleşide, Adana'da geçmiş dönemlerin çok iyi
yetişmiş komünistlerinin bulunduğunu, bunların da TSEKP'ye yakın ilgi
gösterdiklerini anlattı.
Abidin'in neden TSEKP üyesi olmadığı sorusu akla gelebilir. Büyük
olasılıkla şu iki nedenle: Birincisi zaten Ankara'da "ikamete memur" oldu­
ğu için, başında yeterince dert var. Ve zaten gözaltında olması. İkincisi Abi-

Asi D i N D i N o 277
din'in o sırada TKP üyesi olduğunu varsayarsak, TKP bütün üyelerini yasal
bir parti içinde "açığa çıkartmak" istememiş olabilir.
İki sosyalist partinin izinde, birine veya öbürüne yakın pek çok
dergi yayınlandı bu aylarda: Sendika, Dost, Yann gibi. Basın-yayın dünya­
smdaki canlılık 1946 başından itibaren gözlenen siyasileşme ile doğru
orantılıdır. Bu yayın organlarına Abidin'in çizgi ve yazılarıyla katkısı elbet­
te araştırılmalı.

ANKARA'DA "DAnA" GösTERİLERİ


1 946'nm bahar ve yaz ayları Türkiye'ye de "demokrasi"nin gelebi­
leceğinin ümit edildiği aylardır.
Mayısta belediye, temmuzda milletvekili seçimleri yapılıyor. "Tünelin
ucu görünüyor mu" diye soruluyor. Ve ümitler keyiflenmeyi de birlikte geti­
riyor. İşte o zaman Ankara'nın "haylazları" dalga geçmekte ısrar ediyorlar.
Hakları değil mi? Onca baskı, polislerin yakın takibi ve binbir sıkın­
tıdan sonra şöyle derin bir nefeslenmek. Fena mı olur yani? İşte Melih Cev­
det'le Abidin'den Ankara'da bir otobüs, bir tren yolculuğunda "Dada" gös­
terileri. Yazan Güzin Dino'dur. Ya olayı sonradan kendisine katıla katıla
gülerek anlattılar, ya da Güzin de onlarla birlikteydi. Oyunun içinde:
"Bir gün Kızılay'la Bakanlıklar arası, tıklım tıklım bir otobüsün
içinde, Melih'le Abidin uydurma bir dil bulup konuşmaya başlamışlar. Ko­
nuşma giderek tartışmaya dönüşmüş: 'Çatalaka odi viro ki? Noki niro olka
fılo. A! Rimo toto kara iboda fır, fır... Oki oki fıro fıro nan ito! Dar dar, tir
tir... " gibi hiçbir anlam taşımayan söz ve sesler çıkararak ciddi bir konuş­
ma havası estiriyorlar. Etraftakiler, yabancı bir dil konuşulduğunu düşünü­
yorlar, ama hiçbir dile benzemeyen bu sözcükleri dikkatle dinliyorlar. Abi­
din'le Melih, ciddiyetlerini hiç bozmuyorlar, sonunda gülmelerini tutama­
yacaklarmı anlayarak, kendilerini bir durakta otobüsten dışarı atıyorlar ve
çocuklar gibi, kahkahadan kırılıyorlar.
Başka bir gün, uzunca bir tren yolculuğunda, kampartımanın açılır
kapanır küçük masasının üstüne bir kutu kibriti boşaltiyorlar ve uydurma
bir oyun başlatıyorlar. Önce, kibritler sıraya diziliyor, sonra herkes bir kibrit
çöpünü kıpırdatıyor; örneğin, bir çöpü dikkatle ötekinin üstüne yerleştiri-

AN KARA-MAN KARA
yar. Beriki, uzun uzun düşündülden sonra, bir kibriti alıp, yine dikkatle, üst
üste duran kibritlerin yanına koyuyor. Karşısındaki, ciddiyetle alıyor o kibri­
ti, oyun dışı ediyor. Önce yandaki yolcular, sonra yavaş yavaş, neredeyse tüm
vagondakiler gelip, oyunu seyretmeye koyuluyor, kuralları anlamaya çalışı­
yor. Orada da, o uydurma dille tartışıyorlar. .. Tüm yolculuk böyle geçiyor.
Matrak, alaylı, şakalı, güldürücü durum ve olaylar ... Ancak bunlarla
korunabiliyor insan, ağır bunalımlı ve çoğu kez korkunç havadan. Gülmek,
gülebilmek gerek dayanabilmek için. Sürekli izlenmeler, kısalı uzunlu tu­
tuklamalar, dayak, hakaret ve çeşitli eziyetlerden, gençliğin dayanıklılığı kur­
tarıyor insanı, çoğu sağlığını koruyor böylece. Ama kimi de böbreğini, sinir
dengesini, yüreğini, ciğerini, bağırsağını çabucak eskitiyor, yitiriyor baskılar
sonunda. Oysa ne ki bunlar, sonradan olup bitenlerin yanında? "

HASANOGLAN'ı ZiYARET
Sabahattin Eyüboğlu'nun ve o günlerde onunla birlikte çalışanların
övünç kaynaklarından biri de mutlaka Hasanoğlan Köy Enstitüsüdür. Bir­
çok sanatsal eyleme de sahne olan, Anadolu çocuklarının kendi yağlarıyla
kavrulup son derece güzel şeyler yaratabilmelerine olanak veren "bilim ve
sanat yuvası." Eyüboğlu ve arkadaşları eserlerini herkese göstermekten de
özel bir zevk alıyorlar, haklı olarak. Ve herkesin bu esere katkısını sunma­
sını da bekleyerek. Eyüboğlu'nun kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı mektup­
ların birçoğu bunu gözler önüne seriyor. Eyüboğlu ve arkadaşları arada bir
toplu gezi düzenleyip Ankara'dan öğretim üyesi, sanatçı, yazar, gazeteci ve
meraklıları Hasanoğlan'a götürmeye de bayılıyorlar. işte böyle bir gezi ve
ziyarete katılan Güzin o anları aktarıyor:
" Bir sabah, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gidiyorlar, Ankara'dan
birçok profesör, yazar, gazeteci ... Kıraç bir step yolunda, toz duman için­
de 8o kilometre ... Bu boz düzlüğün üstünde birden, yine boz, şalvarımsı
pantolonlu üniformalarıyla, geniş hasır şapkalarıyla, 30-40 mandolinli
genç kız ve erkek. .. Çoraklık, yalın rüzgar, kızgın güneş ve mandolinli,
türküler. .. Güleç, sevimli, coşkulu kızlar, oğlanlar. Bozkırın ortasında se­
vinç fırtınası, kamyonların peşindeler. Enstitünün geniş giriş yolu boyun­
ca, sağlı sollu, Yunan, Latin, Türk, Fransız kültür büyüklerinin yontuları.

ABi D i N DiNO 279


Sokrates, Aristoteles, İbn-i Sina, Descartes, Montaigne. Kıraç köy genç­
lerinin yapıtları ...
Kalabalık, kızlı erkekli köylü öğrenciler, sevgiyle, yakınlıkla, akraba
gibi... Yemekhane kendi yapıtları, banklar, masalar da öyle. Mısırlar, doma­
tesler, biberler, ayranlar... Hep kendi elleriyle dikilmiş, elleriyle yapılmış.
Kendi yapıtları tiyatro, sahne. Oyuncular kendilerinden. Sonra, Hasanoğ­
lan köyünde bir enstitü öğretmeninin evi: Dışı bembeyaz kireç sıva, içi ren­
garenk kilim, keçe. Civar köylülerin sevgisi, saygısı, sevinci ... Yeni görenek­
leri, diş fırçaları, musluklu tenekeler ... "

21 TEMMUZ 1946: "HiLELi SEÇiM L ER"


Ama CHP iktidarı korkuyordu. Kararsızdı, DP'nin köylüler, işçiler
(DP ısrarla grev ve sendika hakkını savunuyordu örneğin) , öğretim üyele­
ri, sanatçılar ve aydınlar, gazeteciler arasında gittikçe taraftar toplaması
üzerine, DP'nin ahlımını sınırlamak amacıyla ilk kez genel oyla, tek dere­
celi genel seçimler düzenledi. Ama DP'nin kazanmasından çekindiklerin­
den birçok yerde seçim sandıkları önceden dolduruldular. Ve bu seçimler
siyasi tarihe "hileli seçimler" olarak yazıldılar. Seçimlere beklemediği bir
zamanda ve erken yakalanan, bu nedenle her ilde aday göster(e)meyen DP,
yine de 6 6 milletvekili çıkardı. CHP 395 milletvekiliyle birinci ve ezici par­
ti konumunu sürdürdü. Bu arada dört de bağımsız aday kazandı. Mehmet
Ali Aybar seçimlerde DP'den İstanbul bağımsız adayı olarak girdi ama ka­
zanamadı. O günkü çoğunluk sistemi büyük partinin daha çok milletveki­
li çıkarmasına neden oluyordu. En çok oyu alan parti o seçim bölgesindeki
bütün koltukları kazanıyordu. Adil değildi seçim.
Muhalefetin en yoğun oy topladığı kentlerin başındaydı İstanbul.
Nitekim adaletsiz seçim sistemine rağmen DP 18 milletvekili kazandı,
CHP beş. Dahası dört bağımsız milletvekilinin üçü de İstanbul'da seçildi
(Cumhuriyet, 24 Temmuz 1946). DP seçimlere hile karıştınldığı için birçok
yerde itiraz ettiği gibi, seçimlerin iptalini de istedi. istanbul ve çevresinde
sıkıyönetim yürürlükte olduğu için gösteri düzenleyemeyen DP'liler
bunun acısını TBMM'nin açıldığı 5 Ağustos'ta Ankara'da düzenledikleri
gösteriyle çıkardılar. Ulus Meydanı'ndan TBMM'ye (eski binasında hala)

AN KARA·MAN KARA
giden cadde üzerindeki DP taraftarları önlerinden geçen milletvekillerin­
den DP'lileri alkışladılar, CHP'lileri yuhaladılar.
6 Ağustos 1 946 tarihli Cumhuriyet TBMM'deki oylamaları şöyle
duyurdu: "Meclis açıldı, İnönü 451 oydan 388'i ile tekrar Cumhur Baş­
kanlığına (aynen böyle yazılı) seçildi. Cumhur Başkanı seçiminde
Demokrat Partinin adayı Mareşal Fevzi Çakmak 59 rey aldı. Saraçoğlu
kabinesi istifa etti, yeni kabineyi kurmaya İstanbul milletvekili Receb
Peker memur edildi. "
Evet bizi en çok ilgilendiren nokta burada: H ükümet değişikliği.
Recep Peker, 193o'lardaki Tek Parti CHP'nin "katib-i umumi"si ve otoriter
bendedimoldum devletçiliğin şiddetli savunucusudur. Onun başbakanlığa
getirilmesi "siyasi liberalleşme" açısından felaket anlamını taşıyordu. Da­
hası bu kadarla da kalınmadı: İçişleri Bakanlığına Şükrü Sökmensüer atan­
dı. Daha önce gördük, Emniyet, istihbarat ve askeri geçmişi oldukça dolu
bir insan. Altan Öymen de ekliyor: "Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecin­
de önemli görevler üstlenmişti. CHP'nin 'müfrit'lerinden sayılıyordu." (A.
g. k., s. 540).
Beterin beteri var: Milli Eğitim Bakanlığına getirilen kişiye bir ba­
kar mısınız lütfen? Reşat Şemsettin Sirer. 193o'lardan bu yana her türlü
"ihbar," her türlü kışkırtmanın elebaşlarından. İnanılmaz derecede "müf­
rit." İnanılmaz ölçüde solcu düşmanı.

SiRER'iN İcRAATI
Sirer'in Milli Eğitim Bakanlığına getirilmesinin eğer tek nedeni so­
rulursa yanıtı çok kolay: Hasan Ali Yücel'in yedi yıl yedi ay yedi gündür
yaptıklarının yıkılması. Bakanlığın altüst edilmesi. Bakanlık ve genel mü­
dürlüklerindeki ve kimi kurumlarmdaki aydın çevrenin darmadağınık edil­
mesi. Eh doğrusunu isterseniz tam adamını seçtiler demek yerinde olacak.
Sirer silmek ve süpürrnek için işe koyuldu.
İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden uzaklaş­
tırıldı. Bakanlıkta irili ufaklı bütün kadrolar değiştirildi.
Sabahattin Eyüboğlu Talim ve Terbiye Dairesi üyeliğinden alınıp
"müfettişliğe atandı." Yani "garaja çekildi," ilgisiz ve yetkisiz bir görevde iş-

Asi o i N D i N o
levsiz bırakılmak için. Bu arada kendiliğinden ayrılanlar da oluyordu: "Bu
adam(lar)la, yeni gelenlerle çalışılmaz" diyerek.
Bakanlığın Neşriyat Müdürlüğü de "payını" aldı. Ocak 1947'de Ter­
cüme Bürosundaki işleri yürüten Orhan Veli ve Erol Güney işten çıkanl­
dılar. Yaşar Nabi Nayır, Varlık dergisini ve yayınlarını İstanbul'dan yürüt­
mek için Ankara'yı terk etti.
Neşriyat Müdürlüğünde çalışan Melih Cevdet Anday, Konya'da bir
memurluğa atanınca istifa etmeye kalktı. Ama o sırada araya Kütüphaneler
Genel Müdürü Aziz Berker girdi ve onun Ankara Kitaplığında tasnif me­
murluğuna" atanmasını sağladı. (Bu konuda Melih Cevdet Anday A kan
Zaman Duran Zaman'da epey bilgi veriyor, s. 12 ve 114; Erol Güney de: s.
169; Güzin Dino da: s. 129 ve 130) Güzin Dino şunları yazıyor: "Başkent
delik deşik edildiği gibi Ankara'da biriken aydın topluluğunu da darmada­
ğın etmek gerekiyor zahir ... Tonguç en büyük suçlu; köylere kadar yaydı
okumayı melanet! Alaşağı ediliyor. Her şairin peşine bir polis, her ressa­
mın evi gözetim altında gece gündüz." Haksızlık ediyor Güzin Dino: O ka­
dar da değil kardeşim, bakın Orhan S. Orhon da hem şair hem yazar ve de
milletvekili CHP'den, hem de madenci ve işçi kenti Zonguldak'tan. Sirer
de şair sever ama. Hakkını yememek lazım adamın!
Ankara'da alışılmış biçimde polis takibi sürüyor. Hatta eski bakan
Hasan Ali Yücel bile izleniyor. O günlerde hala Bakanlık Basımevinde ça­
lışan, Şahap Sıtkı, Tercüme Bürosunun dağıtılınasını ve Hasan Ali Yü­
cel'in başına örülmek istenen çorapları şöyle dile getiriyor:
"Reşat Şemsettin, Köy Enstitülerinin 'sol yatağı' olduğunu göster­
mek için, Meclis Başkanı Kazım Karabekir'i Hasanoğlu'na davet etmiş.
Orada geçen bir olay, Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde anlahldı. Ben o sı­
rada Hasan Ali'nin liselerde okutulan Mantık kitabındaki terimierin Türk­
çeleştirilmesiyle uğraşıyorum. Zaman zaman buluşuyoruz, kitabın tashih­
leri için basımevine gidiyoruz. Bir gün otomobilde, Sabahattin Eyüboğ­
lu'nun evinde işittiğim olayı kendisine heyecanla anlahyorum. O durma­
dan beni tekmeliyor. Sonradan anladım, sözü değiştirdim. inince 'Ne yap­
tığının farkında mısın?' dedi. 'Farkındayım, ama çok geç!' dedim. 'Yahu'
dedi, benim evin karşısındaki bütün otomobillerde polisler çalışıyor."

AN KARA-MAN KARA
Unutmadan eklemeli İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim sürüyor.
Ve bakıyorsunuz Memet Fuat Hop (Takma isim dediğin böyle olur) ile Tu­
na Baltacıoğlu'nun Aşk ve Sümüklüböcek isimli kitabını yasaklar ve toplatır.
Neden mi? "Müstehcen"likten. Memet Fuat çok şaşırır ve ekler: "Açık sa­
çık tek satır yok içinde" diye yazar ( Gölgede Kalan Yıllar, s. 519). Bu da
1946'da oluyor. O günleri yazan Tuna Baltacıoğlu da bu yasaklama ve top­
latma işini anlatıyor (A. g. k., s. 214-217).

HAYAT PAHALI
Recep Peker yönetimindeki aşırı sağcı, ırkçı, tasfiyeci ve yıkıcı
hükümet iş başında kaldığı 9 Eylül 1947'ye kadar yapabileceğini yaptı. O
zamana kadar akla getirilemeyenler de dahil. Örneğin 12 Temmuz 1 947'de
"din öğrenimini serbest" bırakınayı da ihmal etmedi.
Reşat Şemsettin Sirer, Peker hükümetinin düşmesinden sonra
kurulan Hasan Saka hükümetinde de Milli Eğitim Bakanlığında kaldı. Ve
böylece silip süpürme işini 10 Haziran 1 948'de kurulan Hasan Saka
yönetimindeki ikinci hükümete dek sürdürdü. Büyük yıkım.
Ancak Recep Peker hükümeti gönderilmeden önce, bu hükümete
iktisadi alanda o zamana kadar Türkiye'de bilinmeyen bir şey yaphrıldı. Ta­
rihe "7 Eylül Kararları" olarak geçen bu olayın en çarpıcı yönü Türkiye'de
ilk kez yapılan devalüasyondur. Yani Türk Lirası'nın (TL) değerinin dolara
göre "ayarlanması," yani düşürülmesidir. Evet 7 Eylül'de TL'nin değeri %
72 oranında düşürüldü. Korkunç bir "ayarlama" dır bu. Hayat pahalılığı akıl
almaz boyutlara ulaştı. 1938'de ıoo olan fıyat endeksieri Ağustos 1 946'da
386,6 idi, ama 7 Eylül Kararlarından sonra 412,9'a ulaştı. Müthiş bir paha­
lılık Savaş yıllarındaki "Geldi İsmet (İnönü) kesildi kısmet" sloganı yeni
boyutlar kazandı.

EKİM 1946
TSEKP kendisine yakın aydın, sanatçı, şair ve yazarları bir dergi et­
rafında bir araya getirdi: Yığın. İlk sayısı Ekim 1 946'da yayınlanan on beş
günlük "düşün ve sanat" dergisinin yazı işleri yönetmeni Adil Yağcı'dır.
Abidin Dino derginin 5· sayısında " Sanat ve Politika" başlıklı bir makale ya-

ABi D i N DiNO
yınladı. Elbette 5· sayının son sayı olacağını bilmeden. Çünkü sıkıyöneti­
min o denli hızla harekete geçeceği veya geçirileceği tahmin edilmiyordu.
(Abidin'in bu yazısı Yazılar'da yer almıyor. Önümüzdeki yeni baskılannda
konulması umuduyla. Araştırmalarım sırasında bu yazıyı bulabilirsem el­
bette Turgut Çeviker'e iletmek isterim.)
Yığın dergisinin yazarları arasında İlhan Berk, ö. F. Toprak, Cahit Ir­
gat (O günlerde Mina Organ'ın eşi), Ali Karasu (A. Kadir'in o sırada kullan­
dığı takma isimlerden biri) gibi toplumcu şairler yanında, Orhan Kemal, Ke­
mal Bilbaşar gibi gittikçe tanınan öykü yazarlan bulunuyor. Hüsamettin Bo­
zok, Aslan Kaynardağ, Rüştü Şardağ gibilerini de unutmamalı. Yığın, Na­
zım Hikmet'in o günlerde yaratmakta olduğu Kurtuluş Savaşı_Destan!'ndan
parçalar yayınladı. Nazım Hikmet hala Bursa Cezaevinde mahkılmdur.
ı8 Ekim 1946'da ise daha ilginç bir gelişme ortaya çıktı: İstanbul'da
İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti, kısaltılmış biçimiyle İNHAKO Cemiye­
ti kuruldu. Kurucuları arasında eski sosyalist ve kısa bir süre Mustafa Ke­
mal'in İçişleri Bakanlığını üstlenen ama anlaşamamaları üzerine istifa
eden Cami Baykut, sosyalizme yakın duran ama daha çok "liberal demok­
rat" olarak tanınan Zekeriya Sertel ile Tevfik Rüştü Aras, çiçeği burnunda
DP'den bağımsız milletvekili seçilmiş olan Mareşal Fevzi Çakmak ve daha
önemlisi adı ırkçıya çıkmış aşırı sağcı ve o sırada DP istanbul il Başkanı
avukat Kenan Öner bulunuyor. Son derece garip bir kokteyl. Nasıl olur de­
meyin? Aras ve Baykut bakanlık yıllarından beri tanıdıkları Çakmak'ı ikna
edip bu işe katılmasını sağladılar. Aras'ın uzun süre Dışişleri Bakanlığı
yaptığını ve SSCB ile dostluk ilişkilerinin kurulmasında ve yaşatılmasında
belirleyici rol oynadığı anıimalı burada. Çakmak, cemiyet başkanı oldu,
Önen genel sekreteri. Cami Baykut o yıllarda Yeni Adam' da düzenli yazı­
lar yayınlıyor. Özellikle dış ilişkiler konusunda. Yani adı geçenlerin tümü
tanınan, bilinen insanlar. Sertel'den söz etmiyorum: Daha bir yıldan az bir
süre önce gazetesi saldırıya uğrayan dönemin en ünlü gazetecilerinden.
CHP'nin müfritlerden oluşan hükümeti olayın üstüne, DP'yi yıp­
ratmak umuduyla, hemen atıldı: Ve "DP solcularla, komünistlerle işbirliği
yapıyor" propagandasına başladı. Şuraya bakar mısınız? DP il başkanı işin
içinde. Dahası bir de bağımsız milletvekili var DP'li. Aslında Çakmak'a

AN KARA-MANKARA
herhalde yapılacak en büyük hakaret onu "solculukla" suçlamaktır. 1938'de
Nazım Hikmet'in en ağır biçimde "cezalandırılması" için genel kurmay
başkanı ve mareşal olarak bütün ağırlığını koyduğunu amınsatmak yeter.
Kenan Öner'e gelince en ilkel antikomünistlerden. Nitekim bir süre sonra
DP'nin CHP karşısındaki muhalefetini "danışıklı dövüş" ve "çok yumu­
şak" olarak suçlayıp Millet Partisi (MP) kuruculan arasında yerini alacak­
tır. Osman Bölükbaşı'nın partisi. Ki daha sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi'ne (CMKP), o da ı965'ten sonra Milliyetçi Hareket Partisi'ne
(MHP) dönüşecektir. 194o'ların ırkçılan 196o'lardakilerle buluşacak ve
günümüze kadar geleceklerdir.
ı8 Ekim 1946, tarihi açıdan, iyi seçilmişti. Siyasi deneyimsizlik ve­
ya aptalca bir kışkırtma. Çünkü S SCB, Türkiye Cumhuriyeti'nin birinci no­
tasını reddeden yanıtı üzerine ikinci notasım verip isteklerinde ısrar edin­
ce, Türkiye'de tam ı8 Ekim'de bu ikinci notaya cevap veriyordu. Göz göre
göre lades buna denir. CHP'liler durumu hemen değerlendirdiler. Hele
dönemin İçişleri Bakanı "Zehir Hafıye" Şükrü Sökmensüer: Çok açıktı
efendim: İNHAKO Cemiyeti eşittir komünistlik o da eşittir " Rusya." Dik­
katinizi çekmek isterim artık " Sovyet Rusya" bile denmiyor, sadece Rusya.
Böylece Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki karşılıklı savaşlara ve "Rus
zulmüne" çok açık gönderme yapılıyor. Bilinçaltına ve Abidin'in söylediği
gibi "bilinç üstüne de."
Çakmak ve Öner çok alındılar bu suçlamalara. Hemen gazetelere
açıklamalar yaparak "aşırı solcularla aniaşınama imkan yoktur" dedi mare­
şal. Kenan Önerde "bu cemiyetin kurulmasıyla hiçbir alakam yoktur" diye­
bildi. Pes: Çünkü ı8 Ekim 1946'da Cemiyetin kuruluşu Öner'in avukatlık
bürosunda yapılmıştı. Daha öteye bile gittiler Çakmak ve Öner: CHP'lileri
"komünistlikle" suçladılar... Ve bu iş uzadı. .. Ocak 1 947'de Hasan Ali Yü­
cel ile Kenan Öner arasında suçlamalara ve adli safhaya kadar gitti.

KAsıM 1946: MARKO PAŞA


25 Kasım 1946'da Marko Paşa isimli haftalık gülmece dergisi birin­
ci sayısını yayınladı. Başyazan Sabahattin Ali'dir. Yayın işini Aziz Nesin'le
birlikte kotanyor. İkinci sayısı 2 Aralık'ta çıkıyor. Ve hemen iki gün sonra

AB i D i N D i N O
TBMM'de sıkıyönetimin altı ay daha uzatılınası için bahanelerden biri ola­
rak ileri sürülüyor. (Bunları ve dahasını Aziz Nesin yazıyor: TBMM Tuta­
nak Dergisi 'nden alıntılarla. Yazısı ilk kez 1973'te Cumhuriyet Dönemi Türk
Mizahı isimli çalışmada yayınlandı. Sonra Cumhuriyet Dönemi Türkiye An­
siklopedisi'nde: Cilt: 6, s. 1435-1437. İletişim Yayınları, İstanbul, ) . Sıkıyöne­
tim altı ay daha uzatılıyor. Birazdan ne işe yaradığını göreceğiz. Burada
Marko Paşa'nın ve Sabahattin Ali'nin başına gelenleri çok iyi biçimde özet­
leyen bir alıntı yazmak zorundayım.
Marko Paşa gazetesi, o güne kadar hiçbir yayın organının görmedi­
ği ilgiyle karşılandı; eleştirel yazılar, gülmece fıkraları ve çizgiler halkın son
derece hoşuna gidiyordu. Ama çeşitli yazılardan dolayı dergi sorumluları
da mahkemeye veriliyordu. Marko Paşa başyazarı Sabahattin Ali, iktidarın
inandırıcı olmayan yeni tutumunu eleştirdiği için Aralık 1946'da, ıo Mart
1947'de, 25 Haziran 1947'de ayrı ayrı nedenlerle suçlanıyor ve mahkum
oluyor. Gazetesi, Sıkıyönetim Komutanlığınca kapatıldıktan sonra değişik
isimlerle yayınlandı, okurları bu gazeteleri de kapışıyordu.
Ne var ki, "Topunuzun köküne kibrit suyu" başlıklı bir yazıdan do­
layı (16 Aralık 1946) Sabahattin Ali, dört ay hapse mahkum edilmiş ve hü­
küm Mayıs 1 947'de Yargıtayca onanınca, İstanbul ve Üsküdar cezaevlerin­
de bu mahkumiyetini geçirmişti.
Hapisten çıktıktan sonra bir yazısında "adaleti tahkir" savının varlı­
ğı ileri sürülerek tutuklanmış, 12 gün tutuklu kaldıktan sonra, yargılandığı
gün tahliye edilmişti. Ancak son yapıtı "Sırça Köşk" adlı olanı, Bakanlar
Kurulu kararıyla toplatılınca Sabahattin Ali'yi saran görülmez baskı, gide­
rek somutlaşıyor ve büyük yazar da eleştiri dozunu dizginlemeye çalışsa bi­
le her yazısı, aklından geçirmediği anlamlarla yorumlanıyordu.
(Kemal Sülker: "Ölümünün 36'ncı yılında Sabahattin Ali," Somut,
4 Mayıs 1984).
Filiz Ali'nin kitabında bu konularda geniş bilgi var. Ali'nin mektup­
larına dayanan bilgiler birçok şeyi açıklaması açısından önemli. (A. g. k., s.
107 vd.) Bu arada Aziz N esin'in yazısında gazetesinin değişik kadroları ara­
sındaki isimleri sıralarken, Orhan Erkip isimli kişi için "polis ve milli em­
niyet ajanı olarak çalıştığı anlaşılmıştır" açıklamasını parantez içinde ver-

AN KARA-MAN KARA
mesi çok yerinde. Çünkü birçok dergi, gazete, sendika ve siyasi parti kendi
bünyeleri içinde bu tür insanların çalışhrıldığını bile söylemek istemezken
Aziz Nesin bu adamın ismini açıklayarak bir gerçeği gösteriyor. İyi ediyor.
Bu tür şeylerin günümüzde artık bilinmesinde sayısız yarar vardır. Ajanla­
rın ve kışkırtıcıların maskelerinin indirilmesi demokrasi ve insan hakları
mücadelesinin olmazsa olmazlarındandır.
Evet CHP hükümeti rahatsızdı gelişmelerden. Çok rahatsızdı.

S EssiZLİK HüKÜM SüRM ELİ !


Ülke düzeyinde polisiye baskılar artırıldı. Sosyalist partilerin, onla­
rın denetiminde kurulan işçi sendikalarının, yayın organlarının çok yakın­
dan izlenmesi ve "gerekenin yapılması için." İstanbul'da ise Sıkıyönetim
Komutanlığı harekete geçirildi. ı6 Aralık 1946'da İstanbul Sıkıyönetim Ko­
mutanı Asım Tınaztepe imzasıyla şu bildiri yayınlandı:
" Sıkıyönetim bölgesi içinde genel güveni sağlamak görev ve sorum­
luluğu altında bulunan komutanlık, hududu içindeki illerde aşağıdaki ted­
birlerin alınmasına lüzum görmüştür:
ı . Mahkum komünistler veya müfrit komünist mefkureli kimseler
tarafından örtülü bir şekil altında kurularak memleket içinde içtimai bir
zümrenin, diğerleri üzerinde tahakkümü tesise ve mevcut iktisadi ve içti­
mai nizarnları bozmaya çalıştıkları anlaşılan Türkiye Sosyalist Emekçi ve
Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi merkez ve şubeleri ve mevcut
sendikalardan bu partiler veya onlardan aldıkları direktiflerle hareket eden
kimseler tarafından kurulan ve kendi maksatlarına göre sevk ve idare edi­
lenleri ve İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ve İstanbul İşçi Kulübü kapahla­
rak faaliyetlerine son verilmiştir.
2. Bu partilerin fikirlerini yayan Sendika, Ses, Non Or, Gün, Yığın ve
Dost gazete ve dergileri ve bunların matbaaları kapatılmıştır.
3· 9 Aralık 1946 tarihli nüshasında belirmiş olduğu veçhile memle­
ketin siyasi ve hukuki nizarnını bozma yolunda propaganda yapan Yann
gazetesi ve matbaası dört ay için kapatılmıştır.
4- irticai mahiyette yaydığı fıkirlerle emniyet bakımından zararlı
görülen Büyük Doğu dergisi ve matbaası dört ay için kapatılmıştır.

Aei o i N D i N o
S· Komünist propagandasını taşıyan her türlü yazının sıkıyönetim
hududu dahilindeki iliere girmesi ve bu illerde basılıp satılması yasaktır."
CHP, böylece sosyalist hareketin işçi hareketiyle ilişki kurmasına
büyük bir darbe vurdu. En azından İstanbul, İzmir ve diğer kentlerde. An­
kara'da TKP "hücreleri" ortaya çıkarılamadı. Bunda Zeki Baştımar'ın "ko­
nuşmamasının" rolü büyüktür. Baştımar, 1 944 tevkifatında olduğu gibi
1946'da da bir süre gözaltında tutuklu kalıp, sonra serbest bırakıldı.
O sırada Ankara örgütü Zeki Baştırnar ve Muzaffer Şerif Başoğ­
lu'nun (daha sonra ABD'ye gidip sosyal psikoloji alanında evrensel üne ka­
vuştu) yönetimindedir.
Zeki Başhmar, Ankara'da; Halil Yalçınkaya İstanbul'da; Mehmet
Bozışık İzmir'de örgütlenme çalışmalarını üstlenmişlerdir.
Ankara'da 1947'de ve sonrasında, Baştımar, gizli kadrolara pek çok
üye kaydedilmesinde rol oynamıştır. Öğrenci kadrosu Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi ile Devlet Konservatuarı'ndan sağlanmıştır. Türkiye Gençlik Der­
neği bu çalışmalara katkıda bulunmuştur. Türkiye Gençlik Derneği (TGD)
1943'te İstanbul'da Mihri Belli tarafından kurulan ileri Gençlik (veya Genç­
ler) Birliğinin devamı gibidir.
16 Aralık 1 946, aslında Türkiye'de sola vurolan büyük bir darbe ni­
teliğindedir. Birçok militan ve işçi önderi gece vakti evlerinden alınıp götü­
rülmüşlerdir. Bu günlerde gazetelerin yanlı, yani devleti tutar yayınları ile
SSCB'nin "Türkiye'den Doğu illerini ve Boğazlarda üs istediği" söylentile­
riyle birlikte bütün ülkede ilkel antikomünist isterinin hakim olmasına yol
açmıştır: Baskınlar, güya gösteri adı altında kışkırtılmış öğrenciler ve "genç­
ler" vasıtasıyla muhaliflerin korkutulması, matbaaların basılması. .. muhalif
gazetelerin paket paket deste deste alınıp kent meydanlarında yakılması. ..

BARBARLAR ANKARA' DA
İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer Ocak 1947 sonunda TBMM'de
yaptığı "Türkiye'deki komünist faaliyetlere" ilişkin konuşmasında, DTCF öğ­
retim üyelerinden Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve eşi
Meliha Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Nusret Hızır ve Azra Erhat'ı "komü­
nistlikle" suçladı. Kenan Öner de aynı şeyi yaptı. Ama mahkeme önünde ve

288 AN KARA-MAN KARA


getirdiği tanıklarla. Bu tanıklar 1944'te yargılanan ırkçı ve turancılardı. Böy­
lece Yücel'in adı geçen "komünistleri himaye ettiği ispat edilmiş" oluyordu.
Tanıklar arasında DTCF öğrencileri de bulunuyordu. Böylece Yücel'in Köy
Enstitülerini de "komünist yuvası" haline getirdiği, Tercüme Bürosunun za­
ten öyle olduğu suçlamalan günlerce, haftalarca aylarca basının gündemini
kapladı. ilköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Nurullah Ataç, An­
kara Üniversitesi rektörü Prof. Şevket Aziz Kansu ve daha birçok kişi "komü­
nist" damgasını yedi. Sanki bir plan içinde İçişleri Bakanı ve Kenan Öner iş­
bölümü yapmışlardı. Şimdi planın yeni bir safhasına geçilmesi gerekiyordu.
Bunun için de öğrencilerin devreye sokulması gerekiyordu.
6 Mart 1947'de DTCF'de saldırganlık sergilendi. Antikomünist ol­
duklarını iddia eden ırkçı ve turancılar tarafından kışkırtılmış öğrenciler
Boratav'ın dersine engel olmak için DTCF'yi basıyorlar. Boratav dersini
yapmayınca Rektör Kansu'ya saldırıyorlar. Tartaklıyorlar. Daha sonra Ulus
Meydanı'na yöneliyorlar.
Olayların devamını, 7 ve 8 Mart ile 13 Nisan 1947 tarihli Cumhuri­
yet'ten izleyelim: "Ankara gençliğinin kızıl propagandayı protestosu: Üni­
versite talebeleri, DTCF'de başlayıp Ulus Meydanı'nda biten bir protesto
gösterisi yaptılar. Gençler, miting yapmalarına müsaade edilmediği için
grup grup gittikleri Ulus Meydanı'nda Marko Paşa ve 24 Saat gazetelerini
yırttılar." Bu arada, göstericiler yolları üzerinde, Denizciler Caddesi'ndeki
TG D (Türkiye Gençler Derneği) binasını tahrip edip, yöneticilerini dövme­
yi de ihmal etmemişlerdi. Olayların sonunda, "hadisenin mahiyetinde bir
suç unsuru bulunmadığından tutuklama" vb. önlemlere başvurulmamış,
adli tahkikata gerek duyulmamıştır. Ancak, daha sonra, olaya kanşan 8o
"genç" mahkemeye verilmiş, tutuksuz yargılanmış ve heraat etmişlerdir.

Bi R DE GüziN ANLATSIN
O günlerde, o olaylar sırasında DTCF'de genç doçent Güzin Dino
ise yaşadıklarını, o tehlikeli ve heyecanlı anları şöyle anlatıyor: Önce 4 Mart
1947'de olanları:
"Solcu profesör olarak bilinen Boratav'ın konferansı tıklım tıklım
dolu. Gelenlerin çoğu Polis Koleji öğrencisi, hem de kimisi içkili, gergin,

Aa i o i N DiNO
tatsız, elektrikli bir hava. Rektör olay çıkmasından korkuyor, konferansçı­
nın salona girmesine izin vermiyor. Dinleyiciler arasında üç aylık hamile,
doçent Behice Boran da var, onu korumak için kendi öğrencileri salondan
ayrılmasını öneriyorlar. Yanında oturan ve çevresindeki dostlar, belli etme­
den, tetikte bekliyorlar, olayların nasıl bir yön alacağını. Ön ve arka sıralar
polis öğrencilerle dolu. Uğultulu, saldırgan bir gürültü dalgası içindeler.
Uzun bir süre geçiyor, yine ağızdan ağıza, kimi öğrencilerden haber geli­
yor: Profesör konferanstan vazgeçmek zorunda bırakılmış. Kimse kıpırda­
mıyor. Kimi olay çıkarmaya gelmiş, boşuna mı geldiler yani? Konferansın
verilmeyeceği salona açıklanıyor, ama kimse yerinden kımıldamıyor. Uğui­
tu sürüyor, tek tük laf atmalar başlıyor. Büyük bir yüreklilikle, gebe bayan
doçent ayağa kalkıyor, büyük bir soğukkanlılıkla, dostlarının ortasında,
kendi öğrencilerinin de uzaktan, belli belirsiz korumasıyla, salonu boydan
boya geçerek kapıdan çıkıyor. Ayağa kalktığında, üzerine atlayıp onu ve ko­
ruyucularını perişan edebilecek olan o yüzlerce hazırlıklı genç, şıp diye ses­
lerini kesiyorlar ve büyülenmiş gibi, gözlerini sakin ve dik, görkemle yürü­
yen bayan doçentin grubuna dikip salondan çıkışiarına kadar büyük bir
sessizlik içinde, salonun ortasında ilerleyen yürüyüşü seyrediyorlar. Salon­
dan çıkar çıkmaz bayan doçentin öğrencileri, onu apar tapar arka kapıdan
kaçırıyorlar. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin büyük giriş halünde Alman
Hititoloji profesörü dimdik duruyor. N azi Almanya'sından kaçmış. Dışarı­
da sıralanmış polisler, cipler. Alman profesör, dalgın, dinliyor salondan ge­
len, güya vatansever haykırışlan, bağırtıları. Alman profesör ağlamaklı. ..
Belli etmemek için, durmadan, beyaz mendiliyle bumunu siliyor.
O gün olay çıkarılamayınca, iki gün sonra (6 Mart 1947'de. MŞG)
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine ders saatlerinde hücum ettiriliyor. Başta,
yine Polis Koleji öğrencileri. . . Arka tarafta, bir dershanede, yazılı sınav ya­
pıyor Güzin. Asistanlardan biri geliyor, "Odanıza gidin. Pencerenizden gö­
rülecek çok şey var," diyor. Odası, fakültenin ikinci katında, ön tarafta, gi­
riş kapısının üstünde. Aşağıda, yüzlerce genç, caddeye kadar yığılmış, ka­
pıyı zorluyorlar. Rektör, kapının demirlerini taktırmış. Derken, camları
şangırtıyla kırmaya başlıyor dışarıdakiler. Rektör hemen kapıları açtırıyor.
Kalabalık çılgın gibi içeri dalıp merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Doğru

AN KARA-MAN KARA
rektörün odasına ... Güzin ise ne yapacağını şaşırmış, odasından çıktığında,
gerici, tutucu, Almanca profesörü bayan, kendi bürosundan çıkıyor ve " Siz
hiç ortada görünmeyin, sınav salonuna gidin," diyor. Oysa kimi kez selam
bile vermezdi ona. Nedense, o gün insancıl duyguları mı tuttu?
Sonradan öğreniliyor ki, saldırganlar, birçok profesörün gözleri
önünde rektörün üstüne başına, yüzüne gözüne tükürüyorlar, tükürük
yağmuruna boğuyorlar, Ankara Üniversitesi Rektörlük makamını.
Kişisel ve fiziksel saldınlar, o günden sonra, kahvelerde, lokanta hela­
lannda da sürdürülüyor. Sabahattin Eyüboğlu zor kurtarıyor canını bir kez."
Olaylar nedeniyle sol eğilimli Türkiye Gençler Derneği Rektör Kan­
su'ya olayları kınayan bir telgraf çekti.
Derneğin Memleket Gazetesi'ne gönderdiği açıklamada da "Türki­
ye'de yalnız Moskova'nın değil hiç kimsenin uşaklığını yapacak bir genç
yoktur" deniliyordu.
Açıklamanın altındaki imza Nihat Sargın'dı.
Olaydan sonra Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Muzaffer Şerif
Başoğlu ve Niyazi Berkes haklarında soruşturma açıldı.
Soruşturma konuları arasında " Komünist tanınan Ruhi Su ile" ar­
kadaşlık ve dostluk da vardı.
Boratav, yapılan yargılama sonunda aklandı. Boran ve Niyazi Ber­
kes asliye ceza mahkemesince görevi kötüye kullanmak suçundan cezalan­
dınldılar; Yargıtay bu kararı da bozdu.

HüRRiYET VE ZiNCİRLi HüRRiYET


Çok partili "demokrasi" ile birlikte "özgürlük" geldiği iddia ediliyor.
Ocak 1947'de DP "Özgürlük Andı" adıyla bir bildiri yayınlıyor. Seçim güven­
cesinin sağlanması, cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının ayrılma­
sı, demokrasiye aykırı bütün kurumların kaldınlması ve buna benzer bir di­
zi istek sıralanıyor. DP Birinci Kurultayında "şiddetli alkışlarla" kabul edilen
bildiri muhalefet partisi açısından olumlu birkaç puan daha demekti.
Bu arada genel havadaki göreceli rahatlama üzerine Mehmet Ali
Aybar da çorbada tuzum olsun misali haftalık bir dergi yayınlamaya karar
veriyor. Sonrasını Aybar'dan dinleyelim:

ABi D i N D i N O
"1947 yılında Şubat başında Hür adlı bir haftalık gazete çıkarmaya
başladım. Bu gazete 6 sayı çıktıktan sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlı­
ğı tarafından kapahldı. Bunun üzerine 'Zincirli Hürriyet' adıyla gazeteyi ye­
niden çıkarmaya çalışhm. Fakat İstanbul'da hiçbir matbaa gazeteyi basmak
istemiyor, korkuyorlardı. Tam bu günlerde İzmir'de bir matbaa sahibinden
mektup aldım. Gazeteyi basabileceğini söylüyordu. Kalkıp İzmir'e gittim.
Zincirli Hürriyet İzmir'de de ancak üç sayı çıkabildL Çünkü Amerika'nın
Türkiye'ye el atmaya hazırlanması üzerine gazetede açılan kampanya CHP
iktidarını sinirlendirmişti. O günlerde CHP iktidan öğrencilere kaba kuwet
gösterileri yaptırarak, hoşlanmadığı görüşleri susturma yolunu denerdi.
İzmir'de Zincirli Hürriyet'i basan matbaaya da saldırı düzenlendi.
Daha sonra İstanbul'da bir sayı daha çıkarabildim. İzmir'de olduğu gibi,
tahrip edilmekten çekinen matbaalar, Zincirli Hürriyet'i basmadılar."
(Bk. Koray Düzgören - Yayına Hazırlayan, "Türk Solunun Yakın
Geçmişi. Mehmet Ali Aybar'ın Anılan.," Milliyet (Almanya basısı) , dizi ya­
zı, 23 Aralık 1987 - 12 Ocak 1988. Alıntı 6 Ocak 1988 tarihli yazıdan) .
Mehmet Ali Aybar'ın gazetesinin İzmir'de başına gelenleri, döne­
min gazeteleri, "Komünizmi tel'in mitingi" başlığıyla verdiler.
CHP'nin kurdurtluğu "9 Eylül Gençlik Derneği" kışkırtmasıyla, 19
Nisan 1947'de İzmir'de "ellerinde bayraklar ve Atatürk'ün resimleri oldu­
ğu halde Cumhuriyet Meydanı'nda toplanan gençler, bundan sonra 'İzmir­
li Hürriyet' gazetesinin basıldığı matbaaya gittiler, mevcut gazeteleri alarak
parçaladılar." Gençler, "Yurdumuza komünizm ruhu giremez. Kahrolsun
Komünizm" diye sloganlar atmıştır. Bu miting, birçok bakımdan 4 Aralık
1945'teki Tan olayını anımsatmaktadır. 20 Nisan 1947 tarihli Cumhuri­
yet'ten izleyelim:
"İzmir yüksek tahsil gençliğinden bir grup, 19 Nisan 1947'de, öğle
vakti okulların tatil zamanında, liseiiierin de kahlımını sağlayarak komü­
nizm aleyhinde bir miting yapmıştır. Gençler, 'savulun kızıllar, gençlik ge­
liyor' şiirini hep bir ağızdan söyleyerek, yürüyüşe geçmişler; İstanbul kaça­
ğı 'İzmirli Hürriyet' gazetesinin basıldığı matbaaya giderek orada durmuş­
lar. Zabıta daha ewel burada tedbir almış bulunuyordu. Birkaç talebe kilit­
li kapıları iterek (kırarak M . Ş. G.) açmışlar ve Cumartesi olmak münase-

AN KARA·MAN KARA
betiyle kapalı bulunan matbaaya girmişler, orada gördükleri 'İzmirli Hürri­
yet' gazetesinin paketlerini alıp bunları pencereden gençlik gruplarına at­
mışlardır. Gazeteler parçalanmış ve bu esnada 'Dağ başını duman almış'
marşı söylenmiştir. Gençler, matbaaya bir mektup bırakarak, bu gazeteyi
bastığı takdirde doğabilecek akıbetin mes'uliyetini yüklenmiş sayılacağını
bildirmişlerdir. Vilayet makamı, gençlerin yaptıklan tezahürlerde kanun­
suzluk tespit edilmediğini, bir gazetecinin sualine cevaben bildirmiştir."
Saldırganlara hiçbir şey yapılmazken, Mehmet Ali Aybar, gazete­
sindeki yazıları ve "Zincirli Hürriyet sahibi M . Ali Aybar'dan İstanbul Va­
lisine açık mektup" başlıklı broşürü nedeniyle, bu dönem sık sık yargılan­
mıştır. Örneğin, I 6 Mayıs I 948'de, broşürü nedeniyle Ankara'da (broşür
Ankara'da, Sakarya Matbaasında basıldığında) yargılanmıştır. (Hürriyet, I8
Mayıs I 948). Aybar broşürünün bir yerinde şunları söylüyor: "Düşünüyo­
rum Anayasayı kimsesiz bırakınakla bu işe başlayanlar, senelerdir kanun­
ları, keyiflerine göre tatbik ettiler. Milyon vurduğu ısrarla söylendiği halde
bir türlü Divanı Ali'ye verilmeyen bakanlar, mahkeme kararlarını kağıt se­
petine atan valiler, köyleri haraca kesen kaymakamlar, hususi bir raporcu­
lukla kurtuluveren anlı şanlı katillerden bahsolunmaktadır. Bu ne korku
yarabbi! Haftada bir çıkan bir küçük gazeteyi kanun dışı bastırmak için ne
kadar korkmak lazım, yanlış anlaşılmasın korkuları Zincirli Hürriyet'ten
değil, korkuyu yapan ve yaptıranların korkusu millettendir." Aybar, Zincir­
li Hürriyet'in 5 Şubat I 947 tarihli sayısında S . Ali'nin "Asıl büyük tehlike
bugünkü iktidarın devamıdır" başlıklı yazısı ve kendi broşürü nedeniyle
hapis cezasına çarptırılmıştır.

BiR MAYIS I 947= ANKARA


Antidemokratik baskılar akıl almaz, düşünülemez, Kafkamsı boyut­
lar alıyordu Türkiye başkentinde.
Nijat Özön, Türkiye Gençler Derneği (TGD) üyesidir. Ve I 947'de
Bir Mayıs'ı Ankara'da piknik yaparak kutlarlar:
" ... I 947'nin I Mayıs'ında şimdiki Kuğulu Park'ın bulunduğu yerde,
piknik yapmaya gittik; az ötesi, Atatürk Bulvarı'ydı ve bir polis kulübesi var­
dı. Birkaç saat sonra genç ve temiz yüzlü bir polis yanımıza geldi; tedirgin-

ABi D i N D i N O 2 93
di: ' ... Gürültü ediyormuşsunuz, rahatsız olmuşlar!' diyerek, kimliklerimi­
zi alıp götürmek istedi. Tuhaf şey. Gürültü etsek de, o zaman oralarda on­
dan başka duyacak kimse yok. Bakhk kulübenin yanında bir 'sivil,' tabii he­
men anladık. Birinci şubenin memuru, kimliklerimizi saptamak istiyor.
Kimlikletimizi vermedik, genç polis de bir şey demedi. Bu ufak olay tam
bir yıl sonraki olayın başlangıcıydı. .. "

KIŞKIRTMALAR SüRÜYOR
Sabahattin Eyüboğlu bu karmaşa, kışkırtma ve yüksek siyasi tansi­
yon havası içinde saldırıya uğradı. Güzin Dino'nun bana anlattığı gibi: "Sa­
bahattin Eyüboğlu'nu Ankara'da Kürdün Meyhanesinde, apteshanesinde
ırkçılar vurmaya teşebbüs ettiler." Gel Zaman Git Zaman da şunları yazıyor
'

Güzin Dino: "Kişisel ve fiziksel saldırılar, ( . . . ) kahvelerde, lokanta helaların­


da da sürdürülüyor. Sabahattin Eyüboğlu zor kurtarıyor canını bir kez." (s.
127), Eyüboğlu canını zor kurtarıyor ve bu boğucu ortamdan çıkabilmek
için de Paris' e atıyor kendini. Belki Paris' e gitmeden önce, İstanbul'da Or­
han Veli ve Sait Faik'le birkaç saati birlikte geçiriyorlar. Üçünün o günler­
de çekilmiş şirin bir fotoğrafı var. Alhnda "1947" yazılı. Giysilerine bakılın­
ca mevsimlerden yaz olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ve o günlerde "Artık
şairin tabiatı sevmesi için güzel mevsimlere, 'şairane' manzaralara elveriş­
li ruh hallerine ihtiyacı olmadığı" sonucuna da varabiliriz elbette. Bu üç gü­
zel insan o günlerde ve sonrasında rahat yüzü görmeyecekler uzun süre.
Ne kadar yazık.
Sabahattin Eyüboğlu'nun kardeşi Bedri Rahmi'ye Paris'ten gönder­
diği ilk mektubun (Kardeş Mektuplan 'nda: s. 232 vd.) tarihi 10 Ağustos
1947, ama anlaşılan bir süre önceden beri Paris'te. Bu mektubunda bakın
neler yazıyor: "Aşağılık insanlara kırk kahr, kötü niyetiere kırk satır, canla­
ra sevgi, dostlara sıla. Bir de rakı olsa da içsek bu akşam. Pencerenin önün­
deki ağaca tıpış tıpış yağmur yağıyor, içimde hasret cıvıl cıvıl, dokunsalar
boşalıvereceğim." Sabahattin Eyüboğlu, mektubunda aşık olduğundan söz
ediyor: Bu Magdi'dır. Daha sonra evleneceği aşkı. İsviçreli güzel. Babası
büyük tarihçi. Özellikle Fransız Devrimi uzmanı. Güzin Dino bana şöyle
dedi bir gün: "Doğru, bu kadar olur tarihçi dediğiniz, onunla bir defa Ver-

2 94 AN KARA-MAN KARA
sailles'ı birlikte gezdim. Müthişti. Tam bir tarihçi. Gerçek bir ermiş. Bilme­
diği şey yok." Evet, Magdi Rufer ile aşk böyle başladı. Ve sürdü. Sabahattin
Eyüboğlu İsviçre'ye gidip aileyle tanışıyor, vb. ı8 Nisan 1948'de Bedri Rah­
mi ağabeyine aynen şöyle yazıyor: "Derhal onunla evlen! Ve derhal baba
ol!" (s. 274).
Sabahattin Eyüboğlu Paris'te boş durmuyor. Şiirler çeviriyor. Na­
zım Hikmet'ten. Mehmet Ali Cimcoz'un gönderdiği şiirleri. 10 Ağustos
1947 tarihli mektubunda yazıyor: "Avukat Mehmet Ali bana Nazım'dan ye­
ni şiirler gönderecekti, gelmedi, mevcutlardan yaptığım çeviriler beğenildL
Takma adla çıkacaklar." Bu şiirler değişik dergilerde yayınlandıktan sonra,
Hasan Güreh'in "notlanyla" 1951'de Paris'te bir kitapta toplandılar. Tristan
Tzara'nın önsözüyle yayınlanan kitap. Eyüboğlu, Paris'te Nazım'ın tanıhi­
masında daha önce Abidin'in başlattığı çalışmayı sürdürdü. Belki Abi­
din'in tavsiyeleriyle Tzara elbette ve en başta, Aragon, Eluard ve başka bir­
çok şair ve yazarla ilişki kuruyor. Mektuplarında sözünü ediyor (Örneğin s.
z68'de) . Eyüboğlu Paris'te o günlerde bulunan ve bizim de Abidin'in arka­
daşları vejveya tanıdıkları olmaları vesilesiyle tanıdığımız birçok ressam­
dan, yazardan, şairden ve bilim adamı ve kadınından söz ediyor: Avni Ar­
baş'tan, Selim Turan'dan örneğin. Bir ara Cahit Irgat'ın Paris'e geldiğin­
den söz ediyor (Şubat 1 948'de olmalı). Daha sonra (9 Temmuz 1948 tarih­
li mektubunda) "Mina geldi" diyor. Bu bizim Mina Urgan'dır. Ve o sırada
üç aylığına Paris'e gidiyor. Eylül 1948'de Mina Urgan ve Sabahattin Eyü­
boğlu birlikte ve vapurla Marsilya'dan İstanbul'a dönüyorlar. Eyüboğlu bir
yıldan fazla süre kaldığı Paris'te oradaki bizim şair, ressam ve yazar takı­
mıyla iç içe yaşıyor. Doğal: Çünkü, daha sonra Abidin ve Güzin'in de yaşa­
yacakları, Schola Cantarum'da yatıp kalkıyor. Mektuplarında bu mekandan
hep "pansiyon" diye söz ediyor. Ve birkaç kez çok iyi biçimde betimliyor:
İçindekilerle birlikte. Kısa bir alıntı yapıyorum: "Pansiyon Paris'in en aca­
yip evlerinden biri. Bir Rus romanı kadar zengin. Olmadık insanlar var."
Temmuz 1948'deki mektubunda ise şunları yazmaktan korkmuyor: "Pan­
siyonda Türkler çoğalah keyfimiz kaçtı. Ama bu pansiyondan çıkmak bir
sorun. Kötü alıştık, çok sempatik yanları olduktan başka, ucuzluğundan,
serbestliğinden başka Magdi'nin sabahtan akşama kadar çaldığı ve başka

ABi D i N D i N O 2 95
hiçbir yerde çalamayacağı piyano var. Şimdi pansiyonda, Avni ve Selim'den
başka Cahit ve Mina var." Eyüboğlu'nun şikayet ettiği "Türkler" burada is­
mi verilenler değil; daha pek çok insan var o günlerde "pansiyonda."
Eyüboğlu o günlerde Paris'te yaşayan ve bizim daha önce 1939'da
Sirkeci'den yolcu ettiğimiz Abidin'in kadim dostu Fikret Mualla'dan da
birkaç kez söz ediyor. Birkaç alıntıyla Fikret Mualla'yı ve Abidin'e dostlu­
ğunu aktarmak istiyorum:
ıo Ağustos 1947 tarihli mektubunda: "Fikret Mualla şimdi gitti.
Kardeşinin ölümü ile meşgul. Anasına küfredip duruyor. Sana (Bedri Rah­
mi'ye. M ŞG) mektup yazmış." (Burada söz konusu olan Mualla'nın üvey
annesidir.)
25 Şubat 1948 tarihli mektubundan: "Gelelim Fikret Mualla'ya. Bir
acı hikaye de o. Biçare Paris'te yoksulluktan büsbütün delirmiş. ( . . . ) Zaval­
lı Abidin ona bu kadar yardım ettiği halde (O günlerde Abidin Mualla'nın
birkaç resmini satmış parasını ona iletmiş. M ŞG) aleyhine söylemedik laf
bırakmıyor. Niçin durmadan erzak göndermiyormuş, resimleri niçin sat­
mamış! Pis Arnavut zaten niçin kendisine yiyecek yollamışmış? ... Birtakım
kaba küfürler de öğrenmiş. İnsanı kusturacak cinsinden. Boyuna onları
söyledi. Nasıl yaşıyor diye sorarsan, düpedüz dilencilikle. Rastgeldiğinden
para istiyor, arkasından enayiyi vurduk diye şarap içiyor. Kısacası Fikret
Mualla yok artık. Sana bunları yüreğim sıziayarak yazıyorum."
Abidin 1952 sonuna doğru Paris' e döndüğünden itibaren Fikret Mu­
alla'ya elinden gelen kardeşliği, arkadaşlığı gösterdi, ona çok yardımcı oldu.
Özellikle kara günlerinde. Fikret Mualla'nın kara günleri çoktu o yıllarda.
1947'de Paris'te Maeght Galerisinde "1947'de Sürrealizm" sergisi­
ni açtılar: bilmem Sabahattin Eyüboğlu o günlerde Paris'te miydi? Evet Sa­
bahattin Eyüboğlu Paris'e giderek bir süre Ankara'nın boğucu havasından
kurtuldu.
1947'de Bedri Rahmi Asmalımescit'te, istanbul'dayız, kendi adını
taşıyan özel bir atölye açh. Ama Ankara'da baskılar sürüyordu.
Evet, Ankara'da baskılar sürüyordu: O günlerin genç şairlerinden
Mehmed Kemal tutuklandı örneğin: Dört buçuk ay. Kitabında bizzat yazdı­
ğı gibi "Gözalhnda üç ay tutulduktan sonra hakim karşısına çıkarıldı." (Acı-

AN KARA-MAN KARA
lı Kuşak, s. 88) 1943'te de bir ay kadar gözaltında tutulan Mehmed Kemal'in
1945'te Birinci Kilometre adı altında yayınladığı şiir kitabı hemen yasaklan­
mış ve toplatılmıştı. Bütün bu "suçları" nedeniyle Mehmed Kemal Yedek
Subay Okulundan "çavuş olarak" çıkabildi ve askerliğini çavuş olarak yaptı.
O yıllarda lise mezunları askerliği yedeksubay olarak yapıyorlardı.
Güzin o günleri şöyle anımsıyor: "Ama işte yok ediliyor Tonguç
hareketi ve o güzelim Köy Enstitüleri... Alaşağı edilen yalnızca o değil...
Ankara'daki şair, yazar, çevirmen, romancı, eğitimeHer çil yavrusu gibi da­
ğıtılıyorlar."

ABi DiN Çizi-YOR-UMLUYOR


Çevre siyasi koşullarının ağırlaşması, birçok arkadaşının Anka­
ra'dan uzaklaştırılması için bin bir bahane uydurulmasını üzülerek izleyen
Abidin, kendisinden yardım isteyen, bir resim, bir desen, bir çizgi rica
eden tanıdıklarını, yeni tanıdıklarını da kırmıyor. Örneğin İlhan Tarus'un
öyküleri Tarus'un Hikayeleri başlığıyla yayınlandığında, 1 947'de, Abidin ka­
pağını çiziyor. İlhan Tarus bir yandan Adalet Bakanlığı'nda memur, öte
yandan Ankara'da yayınlanan DP yanlısı Zafer gazetesinde fıkra yazarı, be­
ri yandan Yücel dergisinde öyküler yayınlıyor.
Abidin Salim Şengil'in Seçilmiş Hikayeler Dergisi'ne de katkıda bu­
lunuyor. Şükran Kurdakul'un yazdığı gibi, İlhan Tarus," Sabahattin Ali, Sa­
it Faik kuşağının erken yazmaya başlamış sanatçılarından biri, ( . . . ) Türk
toplumunun yaşayışını ve düşünüşünü nakletme amacı taşıyan bir yazar
kimliği kazanmak istedi."
Bu derginin ilk sayısı ı Ekim 1947'de yayınlandı. Aylık dergi, ismin­
den anlaşılacağı gibi, uzun süre yalnız öykü ve öykü üzerine makalelere yer
verdi. Zaman zaman bir tek öykücü için özel sayılar da çıkararak öykünün
daha geniş çevrelerce tanınması, sevilmesi için uğraştı. Sait Faik, Orhan
Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Necati Cumalı isimlerine dergide sık sık rast­
lanıyordu. 195o'de yayınlanan 38-39. sayısının (cilt: 5) kapağında "Bu Sa­
yıda" başlığı altında kapağın sol tarafında şu isimleri okuyabiliyoruz: ( ... )
Orhan Kemal, ( . . . ) İlhan Tarus, ( ... ) , Cahit Sıtkı Tarancı, ( ... ) , Mehmed Ke-
mal, Çetin Altan, ( . . . ) , Şahap Sıtkı, Salim Şengil, A. Dino, ( .. )
. .

ABi D i N DiNO 2 97
A.Dino bizim Abidin Dino'dur. Çizgileriyle dergiyi süslüyor. O gün­
leri amınsayan Salim Şengil şunları yazıyor: Anlatısında Mecdi Sayman de­
diği zatın Güzin'in Mecdi Devrim diye bahsettiği insan olduğu açık:
Salim Şengil, Abidin'le önce bir köylü gazetesinin çıkarılması vesi­
lesiyle görüştüğünü ve birlikte çalıştıklarını anlatıyor, daha sonra Seçilmiş
Hikayeler Dergisi'nde. Aynen aktarıyorum:
"Toprak Mahsulleri Ofisi yayın işlerinde çalışıyor, bir yandan da Se­
çilmiş Hikayeler Dergisi'ni çıkarıyordum. O zamanki İktisadi Devlet Kuru­
luşları - bugünkü KİT'ler - 3659 sayılı yasa ile çalışanlarının sanatla uğraş­
malarına izin veriyordu. Buralardaki görevliler isterlerse konser verebilir,
resim sergisi açabilir ya da bir sanat dergisi çıkarabilirlerdi.
Ofisin bir köylü gazetesi çıkartması kararlaştırıldı. Eğitici olacak,
ofisi sevdirtecek, hoş vakit geçirtecek. Bunun yönetimi bana verildi. Yarar­
Ianacağım kişi olarak aklıma ilk gelen Abidin Dino oldu. Onun büyük kat­
kısı olur, zamanın şartlarına göre de azımsanmayacak ölçüde telif parası al­
ma olanağı bulunurdu. Hemen evine gittim. Abidin önerime "Olur... " de­
di. Ama imzasını kullanmayacaktı. Zaten kullanmak istese bir çizgi bile
çizdirtmezler, böyle birisiyle işbirliğine girdiğim için benim de işime son
verirlerdi. Nedeni, onun çok sakıncalı bir kişi sayılmasıydı.
O sıralar Karagöz adlı bir gazete yayımlanırdı. Bu köylü gazetesi
de onun boyutunda, ilk sayfasında Karagöz gazetesinde olduğu gibi beş
sütuna renkli bir resim bulunacaktı. Ne var ki Ankara'da trikomi renk
ayrımı yapacak bir işyeri yoktu. Bu yüzden Abidin siyah beyaz bir resim
yapacak, bunun kimi yerlerini kurşun kalemle sınırlandırarak üzerleri­
ne rengini ve yüzde kaç nokta -tram- verileceğini yazacaktı. Resmin al­
tına da ona uygun düşecek iki üç satır -lejand- düşecekti. Böylece 3-4
kişiden oluşan çok güzel bir renkli basım ortaya çıkıyordu. Gazete ofi­
sin arnbariarına gönderiliyor, bedava dağıtılıyordu. Kimi ambarların
ikinci kez istedikleri olurdu. Dino'nun hazırladığı resimler yüzünden
gazete sevildi, tutuldu. Resimleri kimin yaptığını soranlar olursa karar­
laştırdığımız uydurma bir ad söylüyordum. O fiste yalnız bir kişi, genel
sekreter olan Fuat Pekin biliyordu gerçeği. Çağdaş bir düşüncede, M il­
li Eğitim Bakanlığı Tercüme Dergisinde çeviri şiirleri çıkardı. ( Fuat Pe-

AN KARA· MAN KARA


kin arada bir Seçilmiş Hikayeler Dergisi'nde de bir şeyler yayınlıyordu, o
yıllarda. M ŞG)
Telifhakkını alma yöntemine gelince: Ressamın buraya çalışma sa­
atleri içinde gelemeyeceğini kabul ettirmiştim. Ödeme fişi ile parayı evine
yolluyor, kimi zaman da ben götürüyordum. Olayın gülünçlüğünü konu­
şur dalgamızı geçerdik.
Gazete serüveni, böyle bir zaman sürüp gitti. Sonra bağlı olduğu­
muz Ticaret Bakanlığı böyle bir gazete çıkarılmasını gereksiz gördü, gaze­
te kapandı, bizim oyunumuz da bitti.
Abidin'in dergisine katkısını şöyle anımsıyor Salim Şengil:
" Seçilmiş Hikayeler Dergisi'ni çıkarırken, zaman zaman kapağına
bir desen yapması için evine giderdim. Ankara'da Atatürk Bulvan üzerin­
de Küçükesat sapağını geçince içedek bir yerde İş Bankası Yayın M üdürü
Mecdi Sayman'ın apartmanının giriş katında oturuyorlardı. Şimdi anım­
sıyorum, beni buyur ettiği odanın sedirinde, koltuğunda, döşemesinde
hep kilimler vardı. Diyebilirim ki kilimi sevme zevkim bu eve gelgitlerle
güçlendi.
Dergiye girecek ve kapağında bir deseninin bulunmasını istedi­
ğim öyküye bir göz gezdirdikten sonra odanın ortasında bulunan masa­
nın üstüne kocaman bir resim kartonunu, dört köşesine birer ağırlık
koyarak yerleştirir. Ardından bir çıra parçası getirir. Ucunun iki yanını
bıçakla inceltir. Çırayı neredeyse eskiden kullanılan kamış divite dönüş­
türür. incelttiği ucu çini mürekkebe batırarak, gözüyle koca kartonu
sanki 15-20 parçaya bölmüşcesine elindeki çırayla, beşi altıyı aşmayan
vuruşlar atar, kartonun üstünde öylesine güzel desenler belirirdi ki şa­
şar kalırdım. Sonra bunlardan bir tanesini keser bana verir, geri kalan­
larını yırtıp çöp sepetine atardı. Elini tutup onları bana vermesini söy­
lediğimde:
"Olmaz" derdi, "onlar işe yaramaz ... " Tatlı bir gülümsemeyle gön­
lümü almayı da esirgemezdi.
Salim Şengil ile Abidin arasındaki ortak çalışma daha sonraki dö­
nemlerde sürüyor. (Salim Şengil'in şu yazısına bakılabilir: "Abidin Dino
üzerine," Cumhuriyet, 18 Aralık 1993).

ABi D i N D i N O 299
EKİM 1947: KöMÜRDE ABiDiN
Ankara'da soğuklar bazen erken bashnr ve kömürünüz alınmaınış­
sa zamanında evde hır çıkabilir. Güzin anımsıyor:
"1947-48 yıllarında, Ankara'da, kömür almak için ta yaz başından
yazılırdınız, gün ve sıra numarası alabilmek için. Gününüz gelince, kömür
tozundan kararmış, başlarından aşağı çuval geçirmiş, çıplak ayak hamalla­
rın kömür yığınları arasında, kamyonlar arasında koşuştuğunu izler, vira­
neler arasındaki dağıtım barakasının önünde uzanan bekleme kuyruğuna
girer, yağmurda, ayazda, gün kararmadan kömürünüzü teslim almaya, evi­
nize taşıtmaya uğraşırdınız. Bağrışma, çağrışma, pazarlık, bitkinlik, peri­
şanlıkh bu serüven. Bir yaz başı, gün almayı unuttunuz mu, o kış hapı yu­
tardınız. İşte, evcek unutmuşlardı gün almayı o sene. İ stanbul dönüşü,
ekim ayının başında, ilk soğuklar başlayınca, ancak on beş günlük kömür
kalmış kömürlüğün köşesinde ve evde kıyametler kopmuş. Her biri öteki­
ne atıyor kabahati. Hanımlar (Güzin ve annesi, M ŞG) hem birbirlerini suç­
luyor, hem de Abidin'e yükleniyorlar. Öyle değil mi ya, hiçbir zaman evin
hiçbir işine önem vermez zaten! İşte onun (onun, yani Abidin'in, M ŞG) yü­
zünden donacaklar bu kış zatürre, grip, öksürük, hepsi bekliyor onları.
Ekim ayında, arhk karaborsadan bile bulunmaz kömür, durum felaket...
Tiz sesli tartışmalar ve suçlamalar arasında akşam kararmaya başlarken,
Abidin kapıyı biraz sertçe çekip gidiyor. Ana kız sert tartışmalarını sürdü­
reduruyorlar, derken... birbuçuk saat bile geçmiyor ki, Abidin,"Kömürlü­
ğün anahtarını verin, kömür kamyonu bekliyor... " diye dönmüyor mu? Ev­
cek, bu inanılmaz başarı karşısında şaşakalıp, süklüm püklüm, gidip kö­
mürlüğü açıyorlar. Yine, koruyucu melekleri ya da Abidin'in şeytan tüyü
işin içinden çıkarmış onu..."

Ekim ayında Orhan Veli bazen İstanbul'dadır bazen Ankara'da.


Bedri Rahmi Paris'teki ağabeyine yazdığı bir mektupta Orhan Veli'yi anla­
hyor: "Önceki akşam Mehmet Ali Cimcoz'un evindeki toplantıda, ( ... ) Or­
han Veli de orada idi. O da içti. Hepimiz içtik. Orhan bir aralık bir portre
gibi sessizce uyudu. Hiç kimse farkına varmadı. Bir aralık ben uyandırdım:
- Hadi Orhan, Karagöz istiyoruz, dedim.
- Derhal, 'Perde kurdum' diye başladı.

JOO AN KARA-MAN KARA


Orhan dün Ankara'ya gitti. Birkaç gün kalacakmış. Veli Bey hep bil­
diğin gibi.
Yaz ortası Melihler, Roji sık sık buluşhık, güzel günler oldu."
Bedri Rahmi o günlerdeki siyasi gelişmelerin Güzel Sanatlar Aka­
demisi ve Köy Enstitüleri üzerinde siyah kapkara bulutlar gibi dalaştığını
anlatırken, bu işlerde kraldan daha fazla kralcı davranan Halil Vedat ve
Burhan Toprak için "fınocuklar" demekten kaçınmıyor: "Enstitülerin bu
adamlara dayanacağı çok şüpheli. 'Moby Dick'teki köpek balıkları, vurulan
halinayı nasıl kemirirse onlar da böyle ısırıyorlar. Burhan Toprak ve benze­
ri fınocuklar." (A. g. k. s. 238 ve 239)
Kimileri böylesine uysallaşırken bildiğimiz kahramanlar ise müca­
deleyi sürdürüyorlar: Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük için:
İşte Sabahattin Ali, ı Kasım 1947 tarihli Merhum Paşa'da aynen
şunları yazıyor:
"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabu­
cunu yalayan ertesi gün İngilizlerle takla atan, daha ertesi gün de Ame­
rika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik Yalnız ve yalnız
bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da cefakeş milletimizdir. Me­
ğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile
ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık,
makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara yatırmadık, han, apartman
sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emelleri­
ne kapılmadık Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik
Yalnız ve yalnız bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyon­
larca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne af­
fedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arka­
mızdan bağıracaklar: "Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak
istiyor ve ahengimizi bozuyor ... " Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimi­
zi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak isternek bu
kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı. Na­
muslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katianmasını bilen bu
millet de namuslu."
Bu satırlar da Sabahattin Ali'nindir:

Asi o i N DiNo JOI


"Biz demişiz ki; ' Bu memleketin istikbali her şeyin üstündedir. Mil­
letin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istikbali siyasi oyunlara alet edip
elden kaçırmayalım, sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım.'
"Cevap vermişler: 'Hain, satılmış, bolşevik ajanı!'
"Biz demişiz ki: 'Yabancı sermayeye imtiyazlar vermeyelim, mem­
leketin mali ve askeri işlerine yabancılar burunlarını sokmasınlar. Hem so­
yuluyoruz, hem de bir dünya patırtısı olsa arada biz eziliriz.'
"Cevap vermişler: 'Demokrasi düşmanı, Moskova ağzı konuşan kızıl!'
" Biz demişiz ki: 'Halkın selametini sağlamakla görevlendiritmiş
olanların siyaset oyunlarına katılmaya, halka zulüm etmeye onu dövmeye
ve halkın sırtına binmeye, onu tabutluklara kapatmaya hakları yoktur. Bu­
nun önüne geçilebilir.'
"Cevap vermişler: 'Bozguncu, devlet düşmanı, anarşist!'
" Biz demişiz ki: 'Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa
oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen ci­
nayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür. Öte yanda millet ka­
rasabanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz.'
"Cevap vermişler: 'Fesatçı, tezvirci, komünist!'
"Biz bir fikir ortaya atmışız, onlar bize cevap yerine küfür savur­
muşlar.
"Bu türlü mücadelenin zevkli olmadığı meydanda. . . Lakin yüreği­
mizi ferahlatan şu ki, halk, o iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırmakta hiç
şaşmayan varlık, hep bizim tarafımızı tutuyor. Var olsun."

ABiDiN'iN BöBREK AM ELiYAT!


Askerden döndüğünden beri birçok sağlık sorunlarıyla uğraşan,
sağlık sorunlarını belki yeterince ciddiye almayan Abidin, sonunda böbrek­
lerinden ameliyat olmak zorunda kaldı:
Güzin bana defalarca ve değişik boyutlarıyla anlattı ameliyatı:
"Kavaklıdere'de Mecdi Bey'in evinde oturduğumuz sırada Abidin
ameliyat oldu. Böbreğinden. Sılılıiye Sokağı'nda, İşçi Sigortaları Bakıme­
vinde on gün yattı. Ameliyatta Abidin'e bir şeyler yaparlar diye ödüm koptu.
Ama doktoru çok iyi, çok efendi bir insan çıktı. Sıhhiye'de o küçük polikli-

}02 AN KARA·MAN KARA


nik türü hastanede ameliyat oldu. Ameliyattan sonra eve döndü. Ama yara­
sı kapanınıyar bir türlü. Ateşi düşmüyor. Abidin sürekli hasta. Numune
Hastanesinde ürolog Doktor Fevzi Bey böbrek ameliyatı ve sonrasında Abi­
din ile çok yakından ilgilendi. Ama yarası kapanmadığı için haftada iki üç
kez Numune Hastanesine götürmek gerekiyor. Dr. Fevzi Bey'e görünmek
için. Pansumanını o yapıyor çünkü. Ama hastaneye gitmek de kolay iş değil
o günlerde. Neyse ki her yerde ve her durumda olduğu gibi, hastalık sırasın­
da da Abidin'in bir koruyucu meleği ortaya çıktı. Ve böylece bakıma gidip
gelmeler bir ölçüde kolaylaştı. Bu 'melek' o günlerin Ankara'sında ki tek ja­
guar otomobil sahibi olan Celal Cündoğlu'dan başkası değil."
Celal Cündoğlu Jaguan ile geliyor, Güzin ve Abidin'i alıyor, Numu­
ne Hastanesine götürüyor, orada bekliyor ve sonra ikisini alıp eve getiriyor.
Haftalarca sürüyor bu gidip gelmeler."Bir kez, Dil Tarih ve Coğrafya Fakül­
tesi önünde sağcı öğrenci gösterisinin içine düşüyorlar, araba kıpırdayamı­
yor kalabalığın içinde. Öğrenciler çepeçevre, haykırarak İ stiklal Marşı söy­
lüyorlar. Fakültedeki üç solcu öğretmene (Pertev Naili Boratav, Behice Bo­
ran, Niyazi Berkes. M ŞG) karşı bir gösteri... Kimse tanımıyor Jaguar yolcu­
larını. Celal Cündoğlu'nun yüzü kireç gibi beyaz, Abidin sakin, eşinin (Gü­
zin Dino'nun) yüreği çırpınıyor, belki onun da yüzü kireç...
Aylar süren açık yara Abidin'i odaya, yatağa bağlıyor. Doktorlar, gi­
den gelenlere akşam altıdan sonra gelme izni veriyorlar. Bu git gelin dene­
timi kolay olmuyor. 'Saatiniz bize uymuyor,' diye kızanlar var. En uysalı
Orhan Veli; kelebek hafıfliğinde kısa ziyaretler yapıyor. Zaten hep pencere­
den girip çıkıyor eve uzun bacaklarıyla. Yatağın kenarına konmasıyla git­
mesi bir oluyor. Kimileri, altıda gelip sekizde adayı sigara dumanma ve
yüksek siyaset tartışmaianna boğuyor. Azra, bağıra çağıra kapı dışarı edi­
yor onları, kimi kez, hem de zorla.
Abidin de uslu oturmuyor, kah bir dergiye imzalı imzasız yazıyor,
kah resimler yapıyor. Anadolu imgeleri hep kafasında, onları çiziyor."
Abidin o günler için şunları söyledi: "Aşağı yukarı iki yıl, neredeyse
iki yıl yatakta kaldım. Zavallı Güzin benimle uğraşıp durdu."
Abidin'in yarası kapanınıyar bir türlü. Bu arada Güzin şartların zor­
laması üzerine hastabakıcılık dersi bile alıyor ve "iğneci" oluyor:

ABi D i N D i N O 303
"Abidin'in hastalığı sırasında her gece saat tam on ikide bir iğne ya­
pılması lazım Abidin'e. İğneci getirecek olanağımız yok. Ona ödeyecek pa­
ramız yok. İğneciye para ödersek iflas edeceğiz çünkü. Ben bunun üzerine
iğne dersi aldım. Mecburum. Çünkü günde üç iğne yapılıyor: Bir sabah, bir
öğlen, bir de gece yarısı. Gece on ikide hastabakıcı getirmek mümkün de­
ğil. O zaman iğneleri bizzat yapıyorum. Ben ki bırakınız iğne yapmayı, iğ­
ne görünce titriyorum. Birine iğne yapılırken bile seyredemem, ben Abi­
din'e iğne yapıyorum! Abidin'e hastabakıcılık yapıyorum. Mecburen.
Abidin'in yarasının kapanması için o günlerde Ankara'ya uzak bir
ülkeden, Mısır'mıydı başka bir yer miydi şimdi anımsayamıyorum, bana
çocukluğumdan beri bakmış olan askeri doktor Burhanettin Bey geldi. Ne
kadar da iyi oldu. Bir de ona damşahın dedik. Ve Burhanettin çareyi bul­
du. O sıralarda yeni çıkan bir ilaç vardı, yaraların hızla kapanmasını sağ­
layan. Streptomisin olmalı adı. Ancak Türkiye'de henüz serbestçe satılmı­
yor; ve bu ilacın alınması için Sağlık Bakanlığından özel izin gerekiyor.
Şansımız var, o sırada Sağlık Bakanlığı müsteşarı kim olsa beğenirsiniz?
Abidin ve benim Adana'dan tanıdığımız ve çok beğendiğimiz Seyfi Bey.
Hani daha önce sözünü ettiğimiz gerçekten devrimci bir insan. Seyfi
Bey'e durumu açıklayınca O hemen gerekli iznin çıkarılmasını sağladı.
Ama bundan sonrası da çok ilginç: Çünkü bu ilaç o günlerde sadece An­
kara Emniyet Müdürlüğünün kadınlar bilmemne şubesinden veriliyor.
Bu şubede o sırada Ankara'nın Karaoğlan denilen semtinde, Ulus tarafla­
rında Adiiyeden yukarı doğru çıkan yokuşta. Ben oraya gidiyorum: İşe ba­
kın Ankara'nın vesikalı kadınları da orada. Evet, orası hayat kadınlarıyla
dolu. Meğerse onlara da bu ilaç veya başka tür ilaçlar izinle ve orada veri­
liyormuş. O kadınların arasında ben de oturuyor ve sırarnı bekliyorum.
Son derece etkileyici, çok ilginç bir manzara. Epey gözlem yapma olana­
ğım oldu böylece. Abidin her dönüşümde ilaç kadar bu gözlemime de il­
gi gösteriyordu. Abidin'e hep anlatıyordum gördüklerimi, konuştukları­
mı. Çünkü şubede sırarnı beklerken ne ahbaplıklar yaptım o kadınlarla.
Her biri bir roman o kadınların. Bunları evde Abidin'e anlatırken annem
arada bir şöyle diyordu: ' Dur bakalım daha neler göreceğiz neler!' Biz de
öyle diyorduk aslına bakarsanız. Ama annem hiç böyle şeyleri duymamış,

AN KARA-MANKARA
o nedenle bütün bunlar ona çok alelacayip bir hayat gibi geliyordu: Kapı­
mızda polis bekliyor, Abidin böbreğinden ameliyat oluyor ama yarası ka­
panmıyor, ilaç için hayat kadınlarının müdavimi olduğu 'eczane'den, ha­
di buna eczane diyelim, ilaç almak zorunda kalıyoruz, vb. vb. Bu hayat
acayip değil de nedir?
Evet öyledir. Dahası o tedaviye rağmen bile hastalık daha iki üç ay
sürdü. Askeri Doktor Burhanettin Bey sayesinde. O günlerde Gülhane
Hastanesinde çalışıyordu, daha sonra paşa oldu."
O sıralarda, Aralık 1947 - Ocak 1948'de kırk gün kadar Ankara'da
yaşayan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Paris'teki ağabeyine 31 Ocak 1948 tarihli
mektubunda Abidin'in hastalığından şu şekilde şikayet ediyor: "Abidin bir
ameliyat geçirdi. Yara yeri kapanmıyor. Bir iltihap var. Oldukça üzüntülü.
İnşallah bugünlerde bir parça toplanmıştır." (Mektubu İstanbul'a dönü­
şünden on beş gün sonra yazdığı için yakın geçmiş ve gelecek için dileğini
belirtiyor. Bedri Rahmi mektubunda, Aralık 1947'de Ankara'da olan-biten
bütün olayları özetliyor ağabeyine: O günlerin tarihi açısından son derece
önemli niteliğe sahip bir belge niteliğinde.)

CELAL CüNDOGLU
Çetin Altan daha önce andığım yazısında şöyle diyor: "Ankara 'da
gazeteciliğe başladığım yıllarda (1947 ve 1948 yıllarında. M ŞG) Postane
Caddesi'nden geçerken Gündoğdu (Cündoğlu olmalı) Han'ın vitrin camla­
rından Abidin Dino'nun duvardaki büyük boy Zeybek (Altı çizili. M ŞG) fı­
gürlerine bakardım" (Sabah, 10 Aralık 1993).
Abidin'in bu figürleri çizerken çekilmiş bir fotoğrafı var: Rasih Nu­
ri İleri Arşivi'nden. Murat Belge bu fotoğrafı İstanbul Yalılan isimli kitabın­
da yayınladı: Abidin yüksek merdiven üstüne tünemiş çiziyor.
Rasih Nuri İleri de Abidin'in vefatından sonra kaleme aldığı maka­
lesinde bu konuya değiniyor ve Abidin "Cündoğlu Han'ında freskler yaptı"
diye yazıyor.
Biraz önce Güzin, Cündoğlu'nun Jaguarı ile gelip Abidin'i, Gü­
zin'le birlikte, bakım için hastaneye götürdüğünü söyledi. O zaman Gü­
zin'e, Celal Cündoğlu kimdir sorusunu sorabiliriz. İşte yanıtı:

Ani D i N D i N o
ı 946 sonrasında Abidin Cündoğlu Han'ında, freskler döşeniyor.
Rasıh Nuri ileri Koleksiyonu

"Celal Cündoğlu çok iyi ahbabımızdı. Kafa ahbabı değil öyle gönül
ahbabı. Arkadaş ama samimi ve Abidin'i beğenen bir arkadaş. Çok zengin.
İzmirli. Ayvalık taraflarında zeytinlikleri var. Zeytinyağı ticareti ile uğraşı­
yor. Bu arada müteahhitlik te yapıyor. Çok para kazanan bir insan. Çok da
cömert. Küçükesat tarafında evi var. Büyük bir ev ama. Şahane. Beğendi­
ğim bir ev değil ama gösterişli. Büyük çaplı zeytinyağı ticaretiyle uğraşıyor,
iyi para kazanıyor ve evi herkese açık. Geleni gideni var. Gerçekten cömert
bir insan. Evinde epeyce kalabalıklar toplanıyor filan. Bürosunu mimar
Selçuk Milar'a yaptırdı. Abidin de girişini fresklerle döşedi. ( Han'ın şu an­
daki sahibi Celal Cündoğlu'nun oğlu olmalı, 2005 başında, bir gazeteye
açıklama yaptı : ' Evet Abidin'in freskleri hala duruyor' dedi. M ŞG.)
Ruhi Su'yu ona biz tanıttık. Ruhi Su'nun ilk plağını O yaptı. Ruhi
Su'yu ona biz götürdük. Orhan Veli'yi de. Orhan'ın şiirlerini ilk kez Celal
Cündoğlu kaydetti."

AN KARA·MAN KARA
Sıdıka Su, Celal Cündoğlu ile Ruhi Su arasındaki dostluğun 195o'le­
rin sonunda sürdüğünü belirtiyor. Ruhi Su'nun 1951-1952 TKP tutuklama­
larından, hapishane ve sürgün faslından sonra, hiç kimse kendisine iş ver­
mezken hatta birçok insan bir selamı bile esirgerken, Celal Cündoğlu'nun
yardım elini uzattığını anlahyor: "Etimesgut'a iki kilometre kala, Ankara as­
falh üstünde işçi evleri ( ... ) O evler Ruhi'nin dostu olan ve o sırada bizden
yardımlarını hiç esirgemeyen işadamı Celal Cündoğlu'nun işçilerinin loj­
manlarıydı. Elektriği, suyu olmayan, zemini toprak işçi evlerinden biriydi bi­
zimki de. Orada 24 ay oturduk." (Cumhuriyet, 23 Eylül 1992)

Mi MAR SELÇUK M i LAR


Güzin'in "zengin işadamı ve çok sempatik" diye anımsattığı Celal
Cündoğlu ile birlikte Abidin ve Güzin'in o günlerde tanıdıkları bir insan
daha var, burada mutlaka anlatılması gereken. Bu insan mimar Selçuk
Milar'dır. Güzin anlatıyor: "Selçuk Milar ve eşi Emel Hanım çok iyi dost­
larımızdı. Milar ve Abidin birbirlerine yardım ediyorlardı. Abidin'in Cün­
doğlu'nun bürosunda freskleri yapması işi böyle ortaya çıktı. Epeyce bir
para aldı Abidin: Öyle zengin bir adamın bürosunda dekor yapmak kolay
iş değil."
Selçuk Milar,"İstanbul'da bir vali oğlu olarak doğmuş, büyü­
müş."Robert Kolej'den, yani Abidin'in de okuduğu okuldan, sağlık neden­
leriyle ayrılmak zorunda kalıyor. 1937'de Galatasaray Lisesinden diploma­
sını alıyor. 1938'de Güzel Sanatlar Akademisinde öğrencidir. 1943'te me­
zun oluyor. Necip Fazıl Kısakürek'in yeğenidir.
Abidin Selçuk Milar için kaleme aldığı makalesinde İstanbul'da va­
purdaki ilk karşılaşmalarını anlatıyor. Sonra Ankara'da buluştuklarında,
Milar, Milli Eğitim Bakanlığında çalışıyordu.
Selçuk Milar, 12 Temmuz 1946 seçim kampanyasında DP'nin arhk
çok ünlü "Yeter! Söz milletindir!" yazılı ve bir elle süslü afışini yapmakla
daha çok tanındı. Orada bir "el" bulunması "el" ve "parmak" resimleri de­
nince akla ilk gelen Abidin'in etkisiyle ilgili midir? Bilmek zor. Ama o afı­
şin o günlerde çok ses getirdiği biliniyor. Belki DP'nin daha çok tutulma­
sında bile belli bir rol oynadı. Şu kesin o günlerde CHP'nin Atatürk ile İnö-

ABi D i N D i N O
nü'nün resmi kıyafetteki siyah beyaz fotoğraflarıyla süslü afışinden daha
etkili oldu. Veya öyle yorumlandı: Milar'ın renkli ve hareketli afışi. Ve he­
men bir tartışma başladı: "Afışlerde resim olur mu?" Ve daha sonraki se­
çim kanunlarında afışlerde resim bulunması yasaklandı. Bu yasak elbette
CHP'nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde hezimete uğramasını önleyemedi.
Selçuk Milar ünlü afışi gerçekleştirdiği sırada Milli Eğitim Bakanlı­
ğı Teknik Öğretim Müsteşarlığında çalışıyordu. Afışin kendi eseri olduğu­
nun bilinmesi üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Mi­
lar'ı makamına çağırıyor. Milar bu vesileyle yaphkları konuşmayı şöyle
anımsıyor:
"-Demokrat Parti'nin Yeter Söz Milletindir afışini siz yaphnız de­
ğil mi?
- Evet, efendim altında imzam var. (Afışin ilk biçiminde, sol alt kö­
şede, Selçuk Milar imzası bulunuyor. Daha sonra imza kaldınldı. MŞG.)
- Sizi yürekten kutlarım. insanda hayranlık uyandıran çok üstün
bir başarı ...
- Teşekkür ederim. Özellikle sizin beğenmiş olmanız beni çok
mutlu etti.
- Asıl sizden biz yararlanmak isterdik ..
-... Siz benden böyle bir hizmet isteseydiniz yapmazdım. Çünkü
ben Türk milletinin demokrasi gerçeğini dinlemesinin değil yaşamasının
hasreti içindeyim. O nedenle sizin iktidarı halkın oylarıyla kaybetmeniz ve
muhalefetteki partinin iktidara gelmesini istiyorum.
- Pekiyi ama yeter sözü ile ne demek istiyorsunuz, ne yeter?
- Muhalifleri destekleyen vatandaşiara yapılanlar yeter; her gün ga-
zetelerde okuduğumuz tatsız olaylar yeter; devletin görevi olan hizmetlerin
muhalefetteki vatandaşlardan esirgenmesi yeter...
- Bu afışi sizden kim istedi?
- Onu size kesinlikle söyleyemem Bakanım.
- Neden?
- Başlarına neler geleceğini bildiğim için.
Sayın Yücel ayağa kalktı, 'teşekkür ederim' diyerek elimi sıktı. Ben
de kendisine teşekkür ederek odadan çıktım.

AN KARA-MAN KARA
Bu olaydan yaklaşık 20 gün sonra Urfa'da bir şantiyeye tayinim çık­
tı. Teknik Öğretim Müsteşarlığından istifa ettim."
Milar Ankara'nın sevilen ve tanınan bir mimandır. Abidin'in o
günlerdeki en yakın arkadaşlanndan biridir. Nitekim Milar'ın yayınlamaya
başladığı ve ilk sayısı ı947'de çıkan Eser isimli dergide Abidin Mimar Si­
nan üzerine yazısını yayınlıyor. Bu makalenin ikinci bölümü ise derginin
Nisan ı948'te yayınlanan ikinci sayısında okuyucuya sunuldu.
Vedat Dalokay, Milar üzerine yazdığı makalede bu dergiyi çok iyi
hatırlıyor: "Milar çabalanyla Eser adlı -kanımca çok güzel- bir dergi çıkar­
dı. Hepimiz abone olduk. Ancak dergi iki sayı çıktı. Yıllar sonra kendisine
abone paramız ne oldu diye sorduğumda, parayı çıkarıp masanın üstüne
koyduğunu anımsıyorum."
Abidin'in Koca Mimar Sinan'a ilgisinin ı93o'lara kadar indiğini bi­
liyoruz: Yeni S. E. S. dergisinin aralık ı939 sayısında yayınladığı "Atatürk
ve Sinan" makalesi buna bir örnektir. ( Yazılar: s. 300 - 30ı) Sinan'a ilgisi
daha sonraki yıllarda sürdü: Örneğin " Kim bu İlhan Koman" başlıklı ma­
kalesinde İlhan Koman ile Sinan arasındaki ilişkiyi Koman'ın Edirneli ol­
masında kurar. (Yazılar: s. 384 - 390. Bu makale Milliyet Sanat'ta yayınlan­
dı: Önce ıs Mart ı98ı'de sonra ikinci kez ı s Ocak ı987'de.)
Abidin'in Sinan eserinde (YKY, İstanbul, ı999) Koca Mimar'a yö­
nelik sevimli "güzellemeyi" okumak olası. Böylece Abidin Sinan'a ilişkin
yazdıklarının tümünün zirvesini okuyucularına miras bıraktı.
Selçuk Milar ile Abidin ve Güzin dostluğu sürdü. ı948'de Selçuk
Milar, Cündoğlu Ham projesini hazırladı ve inşaatında da işlerin başında
bulundu. Selçuk Milar'ı anlatan bir makale yazan Şevki Anlı bu yapıyı ba­
kın nasıl övüyor: "Ulus'taki Cündoğlu İş Ham, milli mimari akımının so­
nuna rastlayan çok başarılı bir yorum, nefıs bir inşaat örneğidir."Milar'ı ya­
kından tanıma olanağı bulan Vedat Dalokay ise şunları ekliyor: "Yarattığı
Cündoğlu Han'ın duvarlarına Abidin Dino'nun resimlerine yer vererek,
Onu sanat dünyasına tanıttı. Hanın yapıldığı yıllarda Paul Bonatz yapıyı
gezmiş ve detaylarına hayran kalmıştır."
Paul Bonatz Milar'ı yakından tanıyor. Çünkü Milli Eğitim Bakanlı­
ğında birlikte çalışmışlardı.

AB i D i N D i N O
Selçuk Milar dostu Cündoğlu'nun Ayvalık'taki evinin de mimarıdır.
Selçuk Milar'ın eşi Emel Hanım boşanıp, Abidin'in başka bir yakın
dostu olan o günlerin genç diplamatı Hami Batu ile evlenince de Abidin ve
Selçuk Milar dostluğu sürdü. Hami Batu ise, bildiğimiz gibi, Abidin ile
1938 Paris günlerinden tanışıyorlardı, dosttular, arkadaştılar: Gençlik arka­
daşlığı unutulmaz kolay kolay. Emel Hanım ve Harnit Batu ile dostluk hep
devam etti. Parisli yıllarda Batular, Paris'e büyükelçi olarak gelince yeni ve
sevimli boyutlar kazanarak.
Selçuk Milar yeni eşiyle birlikte Cündoğlu Han'ın çah kahnda yaşa­
dı. Abidin'le dostluğu sürdü. Abidin'in Türkiye'yi ender ziyaretlerinde
mutlaka görüştüler. 198o'lerin başında Milar Gaziosmanpaşa'da oturuyor­
du. Her zaman Ankaralı olarak kaldı yani.

TEKİR KEDi DEDİGİN


Hastalık, polisin yakın ve sıkı takibi, görünmeyen ama her zaman
duyumsanan baskılar, Ankara'nın o meşhur soğuğu, kömür derdi, geçim
derdi, günlük yaşamın bilinen ve bazen hiç beklenmeyen sorunları yanın­
da, küçük fakat önemli zevkler de eksik değil ne iyi ki: Eğer güzel ve sevim­
li dostlarınız ve bir de bir tekir kediniz varsa. Melih Cevdet Anday yazıyor:
"Abidin Dino kedisiyle, parmağını sallayarak, 'Ulan Tekir!' diye konuşur­
du. Ruhi su da onun Tekir'le konuşmasını çok iyi taklit ederdi. Bu kedinin
resmi, Abidin'in elinden çıkma boyalı resmi bendedir."
Resmi Anday'da dursun, anıları ise Güzin'dedir. Güzin bunları ba­
na değişik seferler anlath. Bunların tümünü kasetlerinden çözdüm. Şimdi
bu sahrları yazmadan önce bir kasetlerden çözdüklerimi okudum bir de
Güzin'in kitabında Tekir için yazdıklarım. Yazdıkları daha bir içim su. O
nedenle burada kitapta yazdıklarını size sunmak istiyorum. Aynen:
"Küçükken sokaktan gelip, ta Maltepe'den beri evlerine yerleşen bir te­
kir kedileri var. Pencerenin boşluğuna oturup bakıyor sık sık. Gün ağarırken,
perdeyi aralayıp, ön ayaklarını göğsüne doğru kıvırarak, kendine göre bağdaş
kuruyor oraya, gün iyice ağannca iniyor pencerenin içinden. Abidin hastane­
den döndükten sonra yatağına zıplıyor, göğsünün üstünde yavaş yavaş ilerli­
yor, bumunu Abidin'in bumuna doğru uzahyor, nefes aldığına kanaat getirin-

310 AN KARA-MAN KARA


ce geri çekiliyor. Ayakucuna kıvnlıyor, ama bedenini Abidin'in bedeninin bir
yerine değdiriyar mutlaka ve hattaniyenin üstünde uyuyor herkes uyanana
dek. Abidin hastanedeyken, iki ön ayağını yatağın kenanna dayayıp, başını
uzatarak, bumuyla koku almaya çalışıyor. Yatağın boş olduğunu anlayınca,
inip tekrar pencerenin içine sıçnyor, uzun uzun, sabırla seyrediyor bahçeyi.
Bir köpek sadakati ve huylan var bu kedide. Evdekilerin geldiğini ta uzaktan
görünce, hemen fırlayıp karşılamaya koşuyor, havlayarak sevincini göstere­
meyeceği için, gelenlerin hacaklanna sürtünüyor, zıplaya hoplaya dolanıyor,
önden arkadan koşarak eve kadar eşlik ediyor insana. Bir gün hastalanıp, ye­
mekten içmekten olup, evin bir köşesine büzülünce, bir telaşhr almış evdeki­
leri. Geceyarısı, kedi meraklısı ve uzmanı sayılan Nahit Hanım'a telefon edil­
miş ... O da, bir sofra dolusu misafıri bırakıp, taksilere atlayarak, Yenişehir'den
Kavaklıdere'ye koşmuş ... Ertesi sabah da Veteriner Fakültesine götürülmüş
Tekir. Bronşit olduğu anlaşılmış. Ancak, o sıralarda, verem savaşı nedeniyle,
Tekir'in ciğerlerinin "radyosu" çekilerneden eve bırakılmıyor. Fakültenin rad­
yoloğu ise "bilim ve görgüsünü" arhrmak için Viyana'ya gönderilmiş, bir ay
sonra gelecek. Telefonla ve arada dostlardan yardım isteyerek, sırayla bir sürü
Ankara doktoruna ricalara başlanıyor, kedinin "radyosu"nun yapılması için.
Sonunda, İsmet Paşa'nın doktoru Pamir Bey işi kabul ediyor. Kedi sanlıyor,
sarmalanıyor, taksiyle Pamir Bey'e götürülüyor. Adiiyenin karşısında, doktor
muayenehanelerinin bulunduğu hana... Doktor Pamir, az görülen bu kedi ci­
ğeri radyosundan, handaki öbür doktorlann da yararlanması için komşu mes­
lektaşlannı çağırmış. Beyaz giysileriyle Ankara'nın ünlü doktorlan Tekir'i
bekliyor... Kedinin ön ve arka ayaklarından birer kişi tutuyor, hayvanın bede­
ni upuzun geriliyor. Bir o yana, bir bu yana çevrilerek radyolan alınıyor ve he­
men banyo edilerek filmler bir sicime asılıyor. Müjde! İyi haber: Verem değil,
ciğerleri tertemiz bizim Tekir'in. Evdeki nekahatinden sonra, ilk kez bahçeye
çıkışı, kediyi, sevinçten çiçekten çiçeğe zıplahyor. Bıyıklı bumunu, yeşillenmiş
çalılara uzahyor, her bitkiyi yanaklannı sürterek okşuyor. Sırtüstü ahyor ken­
dini çimenlere, debeleniyor, zıplıyor, çocuk gibi oradan oraya fırlıyor, yakala­
mak isteyenlerden kaçıyor, küçük dereciklerden atlayarak, tarlalara, viranelere
doğru koşuyor. Gece geç vakit eve dönüyor, halının üstüne upuzun serilip,
mutluluktan bitkin, derin uykulara dalıyor."

ABi Di N DiNO }Il


ARALIK 1 947: İsTANBUL ÇAGIRIYOR
16 Aralık 1947'de İstanbul'da Leyla Abla'nın evinde akşam yemeğin­
de epey insan var: Leyla Abla, Rasih Nuri İleri, Rasih'in o gece için eve davet
ettiği gençlik ve okul arkadaşlan Hıfzı Topuz, Ziya Şav, Faruk Sayar ve "Bi­
bi." Naile Hanım'ı unutmamak lazım. Topuz'a kapıyı açan O zaten. Kanıel­
ya Apartmanının 5· katına asansörsüz çıkılıyor o günlerde. Hıfzı Topuz böy­
le yazıyor (A. g. k., s. 12 vd.). Emlak Caddesi tam Vali Konağının karşısında.
Evdeki insanlar ilginç: Faruk Sayar'dan başlayalım: Galatasaray Li­
sesini Hasan Esat Işık, Semih Günver, Refik ileri, Selçuk Milar, Mordo Di­
nar, Cihat Burak ile aynı yılda bitirmiş. İkinci Savaş yılları öncesinde Pa­
ris'te. Orada Mehmet Ali Aybar ve Oktay Rifat ile arkadaşlık ediyor. Sava­
şın başlamasıyla Mehmet Ali Aybar, Oktay Rifat ve diğerleri ülkeye döner­
ken Sayar Paris'te kalıyor ve Direniş örgütlerinde mücadeleye katılıyor: Na­
zilere karşı. İki yüz kadar Yahudinin Nazi zulmünden kurtarılmasını sağ­
lıyor. Bu arada daha sonra Fransa'nın en tanınan Türkologlarından biri
olacak İrene Melikov ile evleniyor. Bu evlilikten Şirin isminde bir kız çocu­
ğu oluyor...
Faruk Sayar'ın Galatasaray Lisesinden arkadaşları ve burada ismi
geçenleri tanımaya çalışalım şimdi:
Hasan Esat Işık, devlet memuru ve diplomat olacak Mülkiyeyi bitir­
dikten sonra. Paris'te büyükelçilik yapacak. CH P'den milletvekili ve bir ara
Savunma Bakanı. Hıfzı Topuz'un kuzeni.
Semih Günver, devlet memuru ve diplomat olacak.
Refik ileri, Sedat Nuri ileri'nin oğlu, Abidin'in kuzeni, Rasih Nuri
ileri'nin amcasıoğlu. O günlerde Dışişleri Bakanlığında "protokol müdür­
lüğünde memur." Bu bilgileri Güzin ve Rasih Nuri ileri veriyor.
Selçuk Milar, biraz önce sözünü ettiğimiz sevimli, çalışkan ve yara­
tıcı mimar. Abidin'in iyi dostu.
Mordo Dinar,''İstanbul'un hali vakti yerindeki Yahudilerinden."
Cihat Burak öykü yazarı ve "iyi ressam." Onu biraz daha iyi tanı­
mak için Ece Ayhan'ı yardıma çağırıyorum. Geliyor Ece Abi: "Galatasaray
Lisesi.. . (yüzyılda da olsa) iki-üç 'adam' çıkarabilmiştir. 'Marjinal ressam'
Cihat Burak, 'marjinal yazar' Fikret Ürgüp . " Bu kadar. Galatasaray Lise-

JI2 AN KARA-MAN KARA


si mezunlarına biraz haksızlık ettiği ortada: Ama Ece Ayhan'ın "zor" ol­
duğunu ve öyle kolay kolay "adam" beğenmediğini hepimiz biliyoruz.
Bodrum "adamları" hariç . . . Cihat Burak Paris'te yaşadı bir ara: 1 952-
1953'te yanılmıyorsam. Sonra epey gidip geldi Paris'e: Abidin'le çok
iyi dost oldular o günlerde. Veya dostlukları daha güzelleşti, daha derin­
leşti diyelim.
Peki "Bibi" kim? Sabahattin Ali'den başkası değil. Ve o sırada hapis
yatıp çıktıktan sonra hakkında yeniden tutuklama emri verildiği için sakla­
nıyor. Ve "en sağlam yer" olarak da Leyla Abla'nın evini bulmuş. Bir süre
orada kalıyor.
Ziya Şav Galatasaray Lisesi ve Mülkiye o zamanki ismiyle Siyasal
Bilgiler Okulu mezunu ve iş arıyor. İ stediği gibi bir iş bulacak, merak et­
meyin. Daha sonra Fransa'ya birçok kez gelecek, Abidinleri Paris'te ve Ak­
deniz kıyısında yaz tatilini geçirdikleri mekanlarda ziyaret edecek.
Görüldüğü gibi ismi geçenlerin tümüne yakını o sıralarda ve daha
sonra Abidin'in can ciğer arkadaşlan olacaklar. Hıfzı Topuz'dan henüz söz
etmedim. Çünkü o en çok tanınanı. Ve son yıllardaki birbirinden yararlı ki­
taplarıyla artık tanımayanlar bile epey tanıyor. Ama Parisli yıllarda mutla­
ka onunla da yeniden karşılaşacağız.
Peki, o gece neyi kutluyorlar? Bilemiyorum: Belki artık o kış gelme­
si dört gözle beklenen "demokrasi"yi. Belki de artık bir daha uzatılmayaca­
ğına kesin gözüyle bakılan Sıkıyönetimin yakında bitecek oluşunu. Yoksa
birinin yaş yıldönümü mü? Belki de sıradan bir ziyafet: Hani dostların bir
araya geleceği güzel bir akşam yemeği ve içmesi.
Ve beklenen oldu: 22 Aralık 1947'de Sıkıyönetim kaldırıldı. İstan­
bul ve çevresi derin bir nefes aldı. Kaç zaman sürdü Örfi İdare? Kemal Sül­
ker hesabını yaptı: "Tam yedi yıl bir ay on bir gün."

ABiDiN'iN İ STANBUL SEFERi


Abidin yıllardır bugünü bekliyordu: Özlediği İ stanbul toprağına
varmak. Boğaziçi'ne merhaba demek. Martılada sohbete oturmak. Çay-si­
mit veya simit-çay sevdasına yeniden kapılmak 193o'ların seslerini ve izle­
rini bulmak. Nazım burada oturdu, burada Neyzen Tevfik ile içildi. Arifle

AB i D i N DiNO
şuradan geçerken Arif "Döner kebap dönmez olsun!" dedi. Leyla Abla'yı zi­
yaret etmek. İstanbul'da yitip gitmemek için İstanbul'a gitmek.
Sıkıyönetimin kaldırıldığını duyar duymaz, Abidin hemen Gü­
zin'in annesiyle konuşup, gara gidiyor ve İstanbul'a üç bilet alıyor: Güzin
Fakülteden döndüğünde ev halkı İstanbul seferine çıkmak üzere. Güzin bu
seferi kaçıracak değil. Ver elini gar. Ver elini Haydarpaşa: İstanbul'un Ana­
dolu kapısı merhaba.
Güzin anlatıyor: "Abidin, 5 Aralık 1945'te vefat eden Suphi Nuri ile­
ri'nin ölümüne çok üzülmüştü, cenaze törenine katılamamış olmaktan da.
O nedenle sıkıyönetim kaldınlır kaldırılmaz sürgünler de kaldınldı nasıl ol­
sa deyip gittik ve hemen Leyla Abla'ya koştuk: Başsağlığına. Annem kızkar­
deşinin evine gitti. Biz Nişantaşı'na, Leyla Abla'ya. Kamelya Apartmanına.
Trenle gece gittik. Tekir Kedi de yanımızda elbette. Sabah erkenden vardık
eve. Evde Rasih var, yirmi altı yirmi yedi yaşında. Leyla Abla var. Naile Ha­
nım var. Yatak hazırlanmış. Naile Hanım o sıralarda yüz yaşında mı ne, öy­
le bir şey, ama yine koşturuyar her işe: O günü evde geçirdik Ertesi sabah
herkes işinin gereği, görmesi gereken insanlara göre bir yöne gittik. Ben
öğlen saatlerinde eve döndüm. Evde kimse yok. Abidin bir not bırakmış sa­
dece: 'Beni götürüyorlar.' Beni bir panik aldı: Polisler demek gelip Abidin'i
evden almışlar. Epeydir istanbul'a gelmediğim için nereye gideceğimi, ne
yapacağımı da bilemiyorum. Neyse ki hemen aklıma Mina geldi. Mina o sı­
rada Fakültede Halide Edip Adıvar'ın asistanı. Mina'ya telefon ettim. Duru­
mu aktardım. 'Gel buraya anlatırsın' dedi. Kalkıp Mina'ya gittim. Onunla
konuştuktan sonra bana birlikte Halide Edip Adıvar'a gitmemizi önerdi.
Halide Edip o sırada Beyazıt'ta oturuyordu. Ona gittik. Bizi can kulağıyla
dinledi. Üzüldü duruma. Abidin'i seven biri. Aynca kendisi de sürgünün
ne bela bir şey olduğunu bizzat biliyor. Sağa sola telefonlar etti, bağırdı ça­
ğırdı, epey bir patırdı kopardı, ama sorumlu birini bir türlü bulamıyoruz.
Kimse bize Abidin'in nerede olduğunu söyle(ye)miyor. Sıkıyönetim kalk­
mış kalkmasına ama yine de olsa olsa, 'Abidin'i Harbiye'ye götürmüş ola­
bilirler' dedi. Sıkıyönetim resmen kalkmış ama fiilen büroları hala duruyor
ve bazı işleri İstanbul'da hala askerler yönetiyor. Akşam oldu. Halide
Edip'in evinden Mina ile çıkıyoruz, hiç unutmam, Halide Edip aynen şunu

AN KARA-MAN KARA
söyledi: 'Türkiye maalesef böyledir, bir insanın boyu bir santim geçerse he­
men vurulur!' Mina ile çıktık. Mina aynlırken tutturdu, 'Ben olsam Harbi­
ye'ye gider bakarım orda mı?' Mina evine döndü. Ben Harbiye'ye doğru git­
tim. Harbiye'ye vardım. Kapıda bir nöbetçi. Durumu anlattım. Beni bir su­
baya havale etti. Subay bana şurada, şuraya gideceksiniz, orada bilmem ki­
mi göreceksiniz, size sadece o subay bilgi verebilir, dedi. Ve yanımda bir as­
kerle beni o büroya gönderdi. Askerle Harbiye'nin koridorlannda yürüyo­
ruz. Ama beni aldı bir korku. Hava kararmış, Harbiye'nin koridorlan ka­
ranlık ve daha garibi bana sanki koridorlar gittikçe daralıyor gibi geliyor. Biz
yürüyoruz koridorlar daralıyorlar ve diyorum ki böyle yürümeye devam
edersek koridorlar üzerimize kapanacak. Ödüm koptu. O karanlık, loşluk
ve korku. Birdenbire durdum ve askere ben vazgeçtim bu işten dedim. Son­
rasını bilemiyorum, kendimi Harbiye'nin dışında bulunca derin bir nefes
aldım, bir daha derin bir nefes aldım. Kabustan uyanıyor gibiydim. Ne kor­
ku, ne panik ama. Leyla Abla'nın evine Nişantaşı'na döndüm.
(Maçka Teknik Üniversitesi binası astsubay okulu olarak yapılmış­
tı. Yanındaki küçük bina ise Jandarmaya aitti. Bu bilgiyi Murat Belge veri­
yor: İstanbul Gezi Rehberi'nde: s. 264. Güzin'in gittiği bina bunlardan biri
ve herhalde ikincisi olmalı. M ŞG.)
Orada durumu öğrendik: Abidin'i yine Sansaryan Han'a götür­
müşler. Götürenler yine Siyasi Polisten memurlar. Leyla Abla ile hemen
bir iki battaniye ve birtakım giysilerle Sansaryan Han'a gittik. Çıktık üst ka­
ta. Ama bizi Abidin'le görüştürrnek istemiyorlar. Ama olsun Abidin'in ora­
da bulunduğunu öğrendik ya. Ertesi sabah Leyla Abla ile biz ikimiz yeni­
den Sansaryan Han'a döndük. Sabahın köründe. Biz bir tür salıanlık gibi
bir yerde, büroların girişinde, bekliyoruz. Biz beklerken birçok genç geldi.
Çoğu sivil giysili hemen hemen hepsinin yakasında Hukuk Fakültesi roze­
ti. Bu arada bir de ayakkabı boyacısı gelmesin mi? Leyla Abla'nın saflığına
ne dersiniz?: Ayakkabı boyacısını görünce ayakkabılarını boyatıyor ve ada­
ma para bile veriyor ve daha güzeli adam parayı alıyor. Tam komedi yani.
O sabah gördüğüm gençleri ve yakalarındaki Hukuk Fakültesi rozetlerini
asla unutamam. Evet sivil polis bulunduğunu biliyorduk, ama sayılarının
bu kadar çok ve bu kadar genç insanlardan olduğunu o ana kadar bilmiyor-

ABiDiN D i N O
dum. O gün orada öğrenmiş oldum. Ayakkabı boyacısı ise bana elbette za­
man zaman Ankara'da bizim evin oralarda dolaşan bazen tam evin karşı­
sında tezgah kuran sivil polisi anımsattı. Birbirine ne kadar çok benziyor­
lardı. Bu kadar olur.
Neyse epey bekledikten sonra nihayet bizi o ünlü 'Parmaksız' Ham­
di kabul etti. 'Ankara'ya dönecek' dedi. O arada izniyle Abidin ile çok kısa
görüşebildik Abidin 'Merak etmeyin' filan dedi. Biz çıktık. Artık Haydarpa­
şa Gan'na gidip beklemek kalıyordu ... Annemle gara gittik. Vapur geliyor,
yolcular iniyor. Abidin yok. Bizi bir merak sanyor. Ya gelmezse ya bırak­
ınaziarsa diye. Bir vapur daha geliyor, biz yine merakla bekliyoruz, 'Ya çık­
mazsa!' korkusuyla. Abidin çıkıyor nihayet. Birkaç adım arkasında sivil po­
lis. Trene biniyoruz. Ankara'ya dönüyoruz. Ankara'da polis 'Emniyete götü­
rüp teslim etmem lazım' diyor. Annemle ben eve dönüyoruz. Beklerneye
başlıyoruz Abidin'i. Abidin birkaç saat sonra eve geliyor. Ve biz yeniden An­
kara yaşamımıza kaldığımız yerden başlıyoruz. İstanbul'a bu seferimiz hiç
beklemediğimiz bir şekilde sonuçlandı. Ama Abidin Leyla Abla'yı ziyaret
olanağı buldu ve başsağlığı dileklerini iletebildi. Bu da az şey değil hani."
Abidin değil mi İstanbul'u şöyle tanımlayan:

" İstanbul kah sinip yamyassılayan,


Kah kabarıp gökyüzüne tırmanan
bir yaratık,
bir hayvan cinsi,
bir canavar.
Ne yapacağı hiç belli olmaz."

27 ARALIK I94T YASLI AN KARA


Ankara'da Abidin sürgündür: Her gün karakola gidip imza atması
gerekiyor. Ankara'da o günlerde son derece can sıkıcı şeyler de yaşanıyor:
Korku dolu günler bunlar: Dile kolay.
Ankara'da ırkçı, turancı ve aşırı sağcı öğrenciler 27 Aralık 1 947'de
Ankara Üniversitesi Rektörüne saldırıyorlar: Behice Boran, Pertev Naili
Boratav, Niyazi Berkes ve diğer solcu öğretim üyelerinin mutlaka görev-

JI6 AN KARA-MAN KARA


den alınmalarını ısrarla ve şiddetle istiyorlar: O günleri yaşayan Boratav'a
sözü bırakmak istiyorum. (Bilim ve Sanat dergisinin, Aralık 1987'deki
Behice Boran özel sayısında Ercan Eyüboğlu'yla yaptığı söyleşiden akta­
rıyorum) :
"1947 Aralık ayında Ankara Hukuk Fakültesi çevresinde hareket
eden ırkçılar, DTCF'ni basıyorlar. Yalnızca bir fikir vermesi bakımından
söylüyorum, elebaşılar, kışkırtıcılar arasında Behçet Kemal Çağlar da var,
İnkılabın şairi... Tabii, DTCF'de baş hedef, Felsefe Bölümü oluyor, 'Solcu,'
'Komünist' öğretim üyeleri ve öğrencilere saldınlıyor. Dönemin AÜ Rektö­
rü olay üzerine istifa ediyor."
O günlerde Ankara'da bulunan Bedri Rahmi Eyüboğlu, yukarıda
andığım 31 Ocak 1948 tarihli mektubunda şunları yazıyor:
"Tam o günlerde aslan gençlik Fakülteye saldırmış ve rektörün sa­
çını başını yolmuştu. Bir sivil polis tabancasını çekmese, adamı parampar­
ça edeceklermiş. Sivil memur rektörü sırtına alarak:
- Dokunursanız gebertirim! diyerek adamın canını kurtarmış."
Olaylar sadece üç öğretim üyesinin kadrolarının kaldırılmasıyla sı­
nırlı kalmıyor. Hirsch bu olaylara şunları ekliyor: "( ... ) zamanında, Ata­
türk'ün kesin isteği üzerine, Atatürk'ün dil ve tarih teorisine bilimsel zemi­
ni sağlamak amacıyla ilgili kürsülere çağrılmış bulunan bazı Alman profe­
sörlerin maaşları da yeniden onaylanmadı. Sonuçta Profesör Eberhard (Si­
noloji), Profesör Güterbock (Hititoloji) , Profesör Landsberger (Asuroloji) ,
Profesör Rohde (Klasik Filoloji) ve Profesör Ruben (Hindoloji) Ankara'yı
terkettiler. Münhasıran DTCF'ni hedef alan bir temizlik harekatı söz konu­
suydu" (A. g. k., s. 426).
Burada ismi geçen öğretim üyelerinden Profesör Rohde'nin Azra
Erhat'ın kürsü başkanı olduğunu amınsatmak isterim. Azra Erhat'ın gö­
revden alınmasının nedeni ise, 1947'de Macar mühendis Szabo ile evlen·
miş olmasıydı. Yetkililer onu DTCF'den çıkarmak için "devlet memuru bir
yabancı ile evlenemez" yasağını anımsadılar. Azra Erhat işinden çıkarıldı.
1948'de ise eşinden ayrıldı. Ama işine geri dönemedi. Ayrılmalarının ne­
deni elbette işe dönmek değildi. Ama böylesi bir yasağın ne denli yersiz ve
haksız olduğunu göstermek için bu örnek son derece öğretici.

ABi D i N D i N O
Aralık 1947'deki saldırganlıklar sırasında Abidin ve Güzin'in Sıhhi­
ye'de doktordan dönerken otomobil içinde saldırganların ortasında kaldık­
larını ve son derece korkulu dakikalar geçirdiklerini daha önce Güzin'den
aktardım.
Bu arada Aralık 1947'de görevlerine son verilen öğretim üyelerin­
den Güzin'in çok iyi arkadaşı Azra Erhat hayatını daha sonra gazetecilik ve
çevirmenlik yaparak kazanmaya çalışh. Uluslararası Çalışma Bürosunun
Ankara'daki kitaplığında memurluk yaph ...
Aralık 1 947'de "gençlerin sol eğilimlilerle savaşmak için örgütler
kuracağı" basma bildirilince; bu haber hükümet tarafından desteklendi ve
basın organlarında "memnunlukla" karşılandı. İki örnek olarak Cihat Ba­
ban'ın 12 Aralık 1947 tarihli Tasvir'deki "Milliyetçi Türk gençliğine muvaf­
fakiyet dilerim" yazısıyla Nadir Nadi'nin 14 Aralık 1947 tarihli Cumhuri­
yet'teki " Komünizmle savaşırken" başlıklı başyazısı anılabilir.
N adi aynen şunları yazıyor:
"Yüksek öğrenim gençliğinin komünizm tehlikesine karşı ciddi bir
mücadele açhğını memnunlukla haber alıyoruz. Milli varlığımızı yok et­
mek amacını güden bir düşmanı sınırlarımızın ötesinde zararsız bir hale
sokabilecek yegane kuvveti ancak fikir ve iman gençliğimizde arayacağımı­
za göre teşebbüs doğrudur ve yerindedir. Yarınki büyüklerimiz demek olan
bugünkü yüksek öğretim nesillerine savaşlarında aydın başarılar dileriz.
ilk bakışta gençliğin teşebbüsünü belki lüzumsuz göstermek isteyen­
ler çıkacaktır. Türkiye'de komünizm propagandası yasak edildiği ileri sürüle­
rek, tek taraflı bir savaşın uygunsuzluğu üzerinde belki gizlice durulacaktır.
Fakat düşmanın pek yakınımızda bulunduğu ve açık emellerini yürütmek
için her çareye başvurduğunu hahrlayanlar bu sinsi iddialara kulak asmaya­
caklar, gençliği mücadelesinde desteklemekten geri kalmayacaklardır."
Bunun devamında, 16 Ocak 1948'de, İstanbul Gazeteciler Cemiye­
ti merkezinde, Hüseyin Cahit Yalçın başkanlığında toplanan Türkiye Gaze­
teciler Birliği Merkez idare Heyeti,"Komünizmle mücadelede bütün Türk
gazetelerinin müşterek ve mütesanid (dayanışma içinde f dayanışık) bir
cephe teşkil ettiklerini ve bu mücadelenin aynı uyanıklık, azim ve hararet­
le devam edeceğini" açıkladılar. (Cumhuriyet, 17 Ocak 1948)

JI8 AN KARA-MAN KARA


Bu gelişmeler, toplantılar, kışkırtmalar, teşvikler 9 Mayıs 1948'de
Komünizmle Mücadele Derneğinin kurulmasına yol açtı. 10 Mayıs 1948
tarihli Cumhuriyet, adı geçen derneğin kurucuları arasında "emekli valiler­
den İzzet Tevfik, muharrir Ali Kemal Meram ile Hasan Ekte'nin bulundu­
ğunu bildiriyordu. Dernek bir süre sonra Adana'da (13 Haziran), Zongul­
dak'ta ve başka kentlerde şubeler açtı...
Solcu aydınların yaşamı zehir edilmek üzeredir.
Güzin, kitabında o günler için şu satırları yazıyor:
"Hocalar fakülteden kapı dışarı. Mahkemeler, tutuklamalar. .. Eş,
dost, hısım korkuyor bizden . . .
Güzin'in okul müdiresi olan teyzesi haber yolluyor: 'Sakın beni karşı­
lamaya, istasyona gelmesin!"' diye... Fakültede (Güzin'in) odasına kimse uğra­
maz oluyor. Bir öğrenci, odasına girip, masasının üstüne bir gül bıraktığında,
ödü patlıyor arkasından nasıl bir olay çıkacak diye... Evet, çiçekten bile korkar
oluyorlar. Sivil polis her yere peşlerinden geliyor; sinemaya, konsere, tiyatro­
ya ... Kimselere gidemez oluyorlar. Geceleri kapıda duran bozacıdan, gündüz­
leri kapılarına dadanan portakalcıdan kuşkulanıyorlar. İşi matrağa almaktan
başka çare yok, öyle de yapıyorlar. Her şeye rağmen bir araya gelip, olan biten­
lere gülüyorlar ve bu sayede üstesinden geliniyor bunalımın, kendilerine güve­
ni kaybetmiyorlar hiç, en olmayacak olaylar, onlar için eğlence konusu."
Ne iyi ki dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar var. Ve o dostlar, arkadaşlar
ve tanıdıklar arasında güler yüzlü, geleceğe umutla bakanlar var.

ANKARA'DAKi FRANSA
O yıllarda Ankara'da bir Fransız topluluk var: AFP (Agence France
Presse. Fransa Haber Ajansı) ve Fransa Cumhuriyeti Büyükelçiliği çevresin­
de. Ve bilhassa "cooperant_techniqu�" sıfatıyla Türkiye'de sivil işlerde çalışan
ve Fransa yasalarına göre askerlik görevlerini yapan birkaç genç. Fransa'da
yabancı bir ülkede sivil bir görevde çalışmayı kabul edenler belli bir süre bu
işi yaparak hem o ülkeyi, dilini, geleneklerini, kültürünü tanıma olanağı bu­
luyor, hem de böylece askerlik görevini yerine getirmiş oluyorlar.
AFP en başta Erol Güney ile tanınıyor Ankara' da. Erol Güney Ter­
cüme Bürosundan ayrıldığından beri AFP'de çalışıyor. Bu arada İstan-

AB i D i N D i N O
bul'da Fransızca olarak yayınlanan Stamboul gazetesine katkıda bulunuyor.
Ankara'ya uğrayan Amerikalı, Fransız gazetecilerle ilişki kuruyor. Veya on­
lar Ankara'ya geldiklerinde mutlaka Erol Güney'le de görüşüyorlar. Örne­
ğin Le Monde gazetesinin "Ortadoğu Uzmanı" Edouard Sablier. Erol Gü­
ney bizzat şunu söylüyor: "Ankara'ya her gelişinde mutlaka bana uğrar ve
benden durum hakkında genel bilgi alırdı." (A. g. k., s. 207)
Erol Güney o günlerde Abidin ve Güzin ile düzenli görüşmüyor. İki
tarafta diğerinin başına yeni belalar sarmamak için ilişkilerini en aza indir­
miş durumda. Ama zaman zaman bir yerlerde karşılaştıkları da oluyor.
Belki birazdan sözünü edeceğim cooperant techniq u� lerden (Türkçesini
'

unutmadan yazayım buraya: Teknik işbirlikçi. Veya daha güzeli bu konu­


da uzman eleman) birinin evinde. Çünkü Erol Güney bir yerde şöyle diyor:
"Clot ile tanıştırdığım Abidin Dino, bize orayı (Kapadokya'yı) ziyaret etme­
mizi önerdi. O zamanlar Kapadokya'yı pek bilen yoktu." (A. g. k., s. ısı)
Burada adı geçen Clot o sırada AFP Ankara temsilcisi olan Andre
Clot'tur. Demek ki Abidin Dino ile Andre Clot'yu Erol Güney tanıştırdı.
Clot ı946 başından ı952'ye dek Ankara'da AFP temsilcisi olarak görev ya­
pıyor. Bu meseleyi Güzin'e sorduğum da şu yanıtı verdi: "Bizi Andre Clot
ile tanıştıran Erol olabilir. Öte yandan Abidin Kayseri'de askerliğini yapar­
ken Kapadokya'yı ziyaret etmiş, biliyor orayı. Ben Abidin'le Kapadokya'ya
gitmedim. Ama Abidin adeti olduğu üzere bir yere gittiğinde etrafındaki ta­
rihi mekanlan hiç kaçırmaz, mutlaka ziyaret ederdi. Anadolu coğrafyasına,
tarihine, ozanlarına, aşıklarına, anlatılarına, efsanelerine bayılırdı Abidin."
Clot ile Abidin'in ve Güzin'in dostluğu çok uzun zaman sürecek
Ankara'da ve Fransa'da.
Bu, o günlerde Ankara'da bulunan Fransız cooperant technique'ler
için de geçerli. En azından biri için: Louis Bazin için. Bazin o sırada eşi
Micheline ile Ankara'da bulunuyor ve Mülkiye'de, S BF'de, Fransızca dersi
veriyor. Güzin'in amınsaclığına göre, "O sırada Marcel, Bazinierin ilk çocu­
ğu, sekiz yaşında olmalı. Çok ahbap olduk Bazinlerle. O kadar ki Abidin'in
o hastalık günlerinde, o yarasının kapanmadığı ve Abidin'in o nedenle ev­
den pek çıkmadığı günlerde Bazinler eve kadar geliyorlar kan-koca, Abi­
din'i eğlendiriyorlar. Abidin yatakta bu ikisi onunla birlikte vakit geçiriyor-

3 20 AN KARA·MAN KARA
lar, Abidin'e arkadaşlık ediyorlar. Hem Abidin hem ben Fransızca konuş­
tuğumuz için Bazinlerle sohbet ve fıkralar gırla gidiyor, her şey var, o tat­
sız o baskılı günlerde böylece zaman zaman hoş saatler geçirdiğimiz olu­
yordu. Çok hoştu arkadaşlığımız. Bazin de çok şakacıydı. Müthiş esprili bir
insan. Bazin ve Abidin birbirlerini çok beğendiler ve bu arkadaşlık sürdü.
Bazin bizim yakın çevremize girmezdi. O sırada Ankara'da bulunan diğer
Fransızlada ahbaptı Andre Clotlarla ve diğerleriyle.
O sırada başka bir Fransızca öğretmeni daha vardı: Mösyö Giraud.
(Erol Güney'in kitabında bu isim yanlışlıkla, mutlaka bir dizgi hatası olma­
lı, Ciraud biçiminde yazılı. MŞG) Bazin Giraudlarla görüşürdü. Clotlarla
da. Bayan Clot müthiş piyanistti. Yanılınıyorsam zaman zaman evinde pi­
yano konseri verirdi. Bayan Clot Romanyalı. Clot daha önce orada, Bük­
reş'te, AFP temsilciliği yapmış ve eşiyle orada tanışıp evlenmişti. Clot AFP
temsilciliği döneminde Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras devletlerin he­
men hemen birçoğunda görev yaptı. Nitekim Ankara'dan sonra Atina'ya
gitti. Böylece Osmanlı tarihini yakından inceleme, tanıma olanağı buldu.
Bu sayede hem Fatih'i yazdı hem Kanuni'yi."
Her biri üzerine birer kitap "yumurtladı." Zamanı gelince görece­
ğiz. Bayan Clot Romanya Yahudilerinden ve çok iyi piyano çalıyor. Bu açı­
dan da Erol güney ile bir koşutluk var: Çünkü onun eşi Dora da Romanya
Yahudilerinden ve çok iyi piyano çalıyor. Bu ortak yön arkadaşlıklarının pe­
kişmesinde mutlaka rol oynadı.
Güzin'den Giraud ailesini anlatmasını rica ediyorum: "Mösyö Gira­
ud o günlerde çok gençti. Tabii yeni bir başkentte bulunmak, yeni bir çevre
içinde bulunmak hoşuna gidiyordu. O da eğlenmeyi, hoşça vakit geçirmeyi
seven bir insandı. Eşi Renee Giraud da öyle. Genç insanlar işte. O da yanıl­
ınıyorsam Hukuk Fakültesinde Fransızca dersi veriyordu. Bu dersler aslın­
da haftada bir-iki saatle sınırlı kalan şeylerdi. Dolayısıyla epey boş zamanla­
rı oluyordu. Ve bunu Türkiye'yi tanımaya ayırabiliyorlardı. Biz Bay ve Bayan
Giraud'yu Ankara'da pek sık görmezdik Görüşmezdik öyle sık sık. Daha
çok Paris'e geldikten sonra tanıdım, Bazinierde birkaç kez görüştük."
Ankara'daki Fransa'nın içinde DTCF'de Fransızca Bölümü baş­
kanı Prof. Bonnaud'yu da saymak lazım elbette. Ama onu daha önce

AB i D i N DiNO }21
gördük. Güzin'in onun için "felaket bir adam" dediğini anımsatmakla
yetiniyorum.
Fransa Cumhuriyeti Büyükelçiliği ile de birtakım ilişkiler var mıy­
dı? Abidin ve Güzin tek tek bütün büyükelçileri tanımadılar mutlaka. Ama
önce 1943'ten Ocak 1945'e kadar, sonra yeniden 1952'den 1955'e kadar bü­
yükelçilik yapan Abidin'in kuzeni Nesrin Celal Nuri ileri ile evli Jacques
Tarbe de Saint-Hardouin ile ilişkileri olduğunu ve bunların niteliklerini da­
ha önce aktardım ...

PHILIPPE S ouPAU LT AN KARA'nA


Soupault 1944'te AFP'de gazeteci olarak görev alıyor: Ve özellikle
AFP'nin Kuzey ve Güney Amerika'da yeniden örgütlenmesi işini üstleni­
yor. ABD, Kanada Konfederasyonu, Meksika Birleşik Devletleri, Guatema­
la, Kolombiya, Arjantin, Brezilya Federal Cumhuriyeti gibi devletleri dola­
şıyor... 1946'da Fransa'ya dönüşünde radyoda yabancı ülkelere dönük
programların müdürlüğüne getiriliyor. 1 947'de UNESCO tarafından Gü­
ney Amerika, Afrika, Ortadoğu gibi bölgelerde görevlendiriliyor.
1 948'de İ sviçre, Mısır, Lübnan ve Türkiye'de bu görevi yerine ge­
tiriyor.
Bir söyleşisinde görevini şöyle anlatıyor: "Gittiğim ülkelerde bası­
nın durumunu araşhrıyordum. Ne tür gazeteler yayınlanıyor. Bu arada rad­
yo yayınlarını da izliyordum: Neler yayınlıyorlar, nasıl yayınlıyorlar. UN ES­
CO üyesi devletlerde gazetelerin yayınlanma biçimleri ile radyoların örgüt­
lenme yollarını araştırıyordum." (Bu konuda şu kaynaklara bakılabilir:
Henri-Jacques Dupuy: Phillippe Soupault, üçüncü baskı, Seghers "Poetes
d'Aujourd'hui " koleksiyonu, Paris, 1979; Serge Fauchereau: Expressionisme,
Dada, Surrealisme, Denoel Yayınları, Paris, 1976; Bemard Morlino: Philip­
pe Soupault, Qui etes-Vous?, La Manufacture Yayınları, Lyon, 1987.)
Soupault'un Ankara'ya 1948'de geldiğini sanıyorum. Burada andı­
ğım kaynaklar böyle diyorlar. Melih Cevdet Anday, Akan Zaman Duran Za­
man' da "Ünlü Fransız ozanı Philippe Soupault 1949 yılında Ankara'ya gel­
di" diye yazıyor (s. rr6). Anday'ın yanıldığını sanıyorum. Kitabında daha
önce de saptadığım ve daha önce belirttiğim gibi kimi başka hatalar daha

322 AN KARA-MAN KARA


var: Tamamen hafızadan yazılan "amlar"da bu tür hatalar, eksikler doğal­
dır. Abidin bu konuda yazdığı notlarda bu ziyaret tarihi olarak "1946'dan
sonra" diyor. Abidin zaten tek dersten sınıfta kalacak olsaydı bu, öyle bir
ders var olabilseydi, rakamlar dersi olabilirdi. Bilmem bunu yinelemenin
yararı var mıdır? Abidin ve rakamlar birlikte yürümedHer asla. Onun aklı
fikri çizgilerdeydi çünkü. Anday'a dönecek olursak Soupault'un ziyaretine
üç sayfa ayırıyor kitabında (s. n6-n8), ama Abidin'den veya Güzin'den hiç
söz etmiyor. Sanki onlar orada değillermiş gibi. Ama anlattıklarını da elbet­
te yabana atmıyorum: Çünkü kimi tarih hatası olsa, kimi unutmaları ve ek­
sikleri olsa da Anday'ın anlattıkları da Soupault'un Ankara ziyaretinden bir
sayfayı yansıtıyor. Ama burada önce Güzin'in bu konuda bana anlattıkla­
rıyla başlamak niyetindeyim:

"ANKARA'DA P H I LIPPE SouPAULT'Yu ŞAŞ I RTTIK YANi"


"AFP'nin Ankara temsilcisi Andre Clot, bir gün bize haber veri­
yor: 'Soupault Ankara'ya geliyor onuruna bir akşam yemeği düzenliyo­
rum sizi de aramızda görmek isteriz.' Gidiyoruz. O akşam yemeğinde
kimler yok ki? Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat, Orhan
Veli, Melih (Cevdet Anday) , Erol Güney ve eşi. Azra (Erhat) var mıydı yok
muydu hatırlamıyorum. Epey kalabalık ve hoş bir topluluk. Tabii Abidin
ve benle Andre Clot ve eşini de saymalı. Nurullah o akşam sofrada Mon­
taigne okuyor. Ataç ezbere bütün Montaigne'i okur. O akşam dostluk
üzerine bir parça seçti ve ezbere okudu. Ezbere, şiir filan değil, Montaig­
ne'den satır satır bir deneme. Hepsi her şeyi biliyor, herkes mükemmel
Fransızca konuşuyor. Orhan ve M elih Fransızcayı iyi bilmezlerdi fakat
her şeyi biliyorlar. Hele Orhan Paris'te yaşamış gibi Paris'i bilirdi. Han­
gi cafede ne zaman ne oldu kim kimleydi, ne isterseniz var Orhan'da. O
derecede biliyordu yani Paris'i.
Şaşırdı adam. Bashayağı şaşırdı. Sabahattin Eyüboğlu döktürüyor.
(O sırada Paris'ten döneli çok az oluyor. MŞG) Abidin bir yandan. Konuşu­
yorlar hep, aktüalite, sürrealistler, bilmemne, Aragon, Breton, filan fıstık.
Onların hepsini yiyip yutmuş bizimkiler. Soupault afalladı, hasbayağı afal­
ladı. O akşam yemeği çok dehşetli. Çok iyi geçti.

ABi D i N DiNO
Sonra biz de onu mutlaka davet etmeliyiz filan dedik. Ve davet ettik."
Melih Cevdet Anday bu davet konusunda başka bir şey anlatıyor:
"Biz o yıl Yaprak dergisini çıkarıyorduk. Adam bizi, çıkardığımız dergiyi
duymuş, tanışmak istediği haberini gönderdi. Ama 'Lokanta istemem,
Yaprak yönetimevine davet etsinler beni' demiş."
Anday böyle yazınca ve Yaprak'ın ilk sayısının ı Ocak 1949'da çık­
tığını bilince Soupault'un Ankara'ya geliş tarihi olarak 1949'u veriyor. Ama
şu da olabilir: Soupault Ankara'ya önce 1948'de geldi sonra 1949'da. Ney­
se bunun araştırılması gerek. Biz öyküroüze devam edelim: Güzin'in an­
lattığı biçimde:
"Evet, biz de Soupault'unun davetine davetle karşılık verelim de­
dik. Orhan Veli'nin ahbabı Nahit Hanım'ın Kızılay'da bahçeli bir evi var
ve bahçesinde de bahçecilikle ilintili şeyleri bahçe araç-gereçlerini koydu­
ğu büyükçe bir kulübesi var. Diyelim ki bizim evin bu girişi büyüklüğün­
de. Bir sabah bizimkiler o kulübeye gittiler. Boşalttılar. Bahçe araç-gereç­
leri çıkarıldı. Abidin duvarları gazete sayfalarıyla bir güzel kapladı. Çep­
çevre. Herkes yardım etti. Ve sonra donattı Abidin orayı: Boya, renk, has­
bayağı resimler yaptı. Orası müthiş bir hal aldı. Olağanüstü bir biçime bü­
ründü. Neredeyse sürrealist bir hal aldı. Ondan sonra Nahit Hanım'ın
bahçesinde veryansın ettik: Her türlü Türk yemekleri yapıldı: Çerkes tavu­
ğundan tut bilmemne dolmasına, puf böreğinden tut bilmemnesine, hel­
vası şusu busu, donattık. Adamı davet ettik. Ve geldi adam. Hepimiz eğ­
lendik. Şanlı bir şey oldu. Andre Clot gibi isimler vardı. Ve her ikisi de
Abidin'e çok yakınlık gösterdiler. Bilhassa Soupault, biliyorsunuz Abi­
din'in Paris' e geldiği ilk zamanlarda Abidin için gerçek bir dost oldu. Can
ciğer arkadaş oldular. Müthiş. Nitekim Abidin'in Paris'teki ilk sergisi So­
upault'unun ısrarıyla düzenlendi. Benim hikayem bu: Ankara'da Philippe
Soupault'yu şaşırttık yani."
Melih Cevdet Anday, Soupault'ya " Erol Güney'le haber gönderdik"
diye yazıyor. Kulübenin oturulabilir hale getirilebilmesi için iki gün uğraş­
tıklarını belirttikten sonra. Artık Anday'dan bir parça alıntı yapabilirim:
"Sıra şiire gelmişti. Orada bulunan azanlar birer şiir okudular. Sa­
nırım bunların çevirisi daha önce yapılmıştı. Fransızcalarını Sabahattin

AN KARA·MAN KARA
Eyüboğlu okudu. Gecenin şaşırhcı olayı Orhan Veli'den geldi. Kapının ya­
nında ayakta duran Orhan şu şiiri okudu:

Şarkı
Şakir efendi
Koltukçu
öldü
Dün gece
Çerkeş'te
Öldü
Gitti
Çerkeş'te öldü gitti.

Hesapta yoktu bu; Orhan Veli, Philippe Soupault'dan çevirdiği bir


şiiri okumuştu. Hepimiz gülmeye başladık. Konuğumuz ne olduğunu an­
layabilmek için bakınıp duruyordu. Sabahattin Eyüboğlu durumu anlattı
ona. Soupault çok sevinmişti, şiiri bir daha dinledi Orhan'dan ve 'aslı gi­
bi' dedi.
Bunun üzerine şiirin çevrilip çevrilemeyeceği konusu açıldı. Bu ko­
nuda Philippe Soupault şunları söyledi:
"Şiir gerçi bir söz sanahdır, ama bir öz sanatıdır da. Bu bakımdan
başka dile çevrilebilmelidir. Ben şiirin çevrilebileceğine inanıyorum. Gide­
rek daha da fazlasına, şiir dilinin müzik gibi, uluslararası bir dil olduğuna
inanıyorum. Dünya ulusları, birbirlerini, belki her şeyden çok şiirle anlaya­
caklardır."
Yurdumuzdan ayrılırken de bir gazeteciye şöyle demişti: 'Şiiri bü­
tün dünyada aradım Türkiye'de buldum."'

BAŞKA TüR DERGiLER


Oktay Rifat ve Orhan Veli, birçok dergide şiirlerini yayınlıyorlar: Ör­
neğin Nisan 1947'de yayma başlayan ve Kasım ı9s2'ye kadar çıkan Aile
dergisinde. Bu arada Edebiyat Dünyası isimli bir dergi de ıs Ocak 1948'de
yayın hayatına giriyor. ıs Şubat ı9so'ye kadar.

ABi D i N D i N O
Türkiye Sosyalist Partisi'nin (TSP) kimi yöneticileri özgürlüklerine
kavuşurken TSP'ye yakın aydın, sanatçı, şair ve yazarlar Yeni S. E. S. 'i ya­
yınlamaya başlıyorlar: 14 Ocak 1948'de yayınlanan sayıdan sonra 21 Ocak
1948'de bir sayı daha yayınlanıyor. Ve orada kalıyor. Daha sonra 27 Ocak
ve 3 Şubat 1951'de iki sayı daha yayınlanacak.
Abidin'in bu dergilerde katkısının olup olmadığını bilemiyorum.
Abidin, munis Faik Ozansoy'un 1948'de yayınlanan Hayal Ettiğim Gibi
isimli şiir kitabı için kapak çiziyor.
2 Ocak 1948'de Ankara Halkevi Salonunda Dokuzuncu Devlet Re­
sim ve Heykel Sergisi açılıyor. 2 Şubata kadar sürüyor. Abidin'in bu sergi­
yi dolaştığı tahmin edilebilir. Elif Naci gibi tanıdığı birçok sanatçının eser­
lerini seyretmek için en azından. Abidin mutlaka kendisi de resim yapıyor.
Bu arada, daha önce belirttiğim gibi, Paris'e giden ama maddi durumu iç­
ler acısı olan arkadaşı Pikret Mualla'nın birkaç resmini satıyor: Ona bir
miktar para gönderebilmek için. Bedri Rahmi Eyüboğlu o sırada Paris'te
bulunan ağabeyine yazdığı 3 Şubat 1948 tarihli mektubunda "Abidin on­
dan ( Pikret Mualla'dan) birkaç resim satmış" diye yazıyor. " ( Kardeş Mektub­
lan: s. 26ı.)

"OTUZ Üç KU RŞUN"
DP ile CHP arasındaki tartışma değişik konular etrafında sürüyor.
7 Şubat 1948'de DP Kütahya milletvekili Adnan Menderes, Kayseri millet­
vekili Fikri Apaydın ve Eskişehir milletvekili İsmail Hakkı Çevik TBMM
Başkanlığına bir önerge verdiler: Temmuz 1943'te Van'ın Özalp ilçesi ya­
kınında 3· Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emri üzerine
sorgusuz sualsiz katledilen otuz üç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ne­
den, niçin ve kimler tarafından öldürüldüğünün araştırılmasını, bu konu­
da neler yapıldığının bildirilmesini istediler.
DP milletvekilleri belki gerçekten "hakikatın" ortaya çıkmasını isti­
yorlardı; belki Kürt vatandaşlara, onların haklarını da savunduklarını gözler
önüne sererek oylarını almak istiyorlardı. Ne olursa olsun 1943'ten beri öl­
dürülenlerin yakınlannın o kadar başvurusuna karşın hiçbir yanıt alınama­
yan hiçbir şey yapılamayan bu mesele birden bire Türkiye'nin gündemine

AN KARA-MAN KARA
oturdu. (Bu konuda birçok ciddi araştırma bulunuyor: Şu ikisine örneğin
bakılabilir: İsmail Beşikçi: Muğlalı Olayı 1 33 Kurşun. Günay Aslan: Yas Tu­
tan Tarih/ 33 Kurşun, son baskısı: Mezopotamya Yayınları, Köln, 2005.)
TBM M 'deki ve basındaki tartışmalar ve katHarnın artık saklana­
maz hiçbir yönünün kalmaması üzerine ve madem ki demokrasiye gidi­
liyor" denilerek, Genelkurmay Başkanlığı istemeye istemeye harekete
geçti ve Muğlalı'ya karşı dava açmak zorunda kaldı. Askeri Savcı Ş erif
Çıtak, 9 Eylül 1 949'da Genelkurmay Askeri M ahkemesinde başlayan da­
vada, Muğlalı ve emrindeki asker ve subayları ve astsubayları "cinayet"le
suçladı ve haklarında "idam cezası" istedi. Muğlalı 33 Kürt köylüsünün
sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesi emrini neden verdiğini açıkladı. Bu­
nun yürürneyeceği anlaşılınca avukatı Muğlalı'nın "deli olduğunu" ileri
sürdü. Çok komik duruma düştüler. M ahkeme bile bu sav karşısında şa­
şırdı ve " Ordu komutanlığı yapmış birinin akli dengesinin yerinde ol­
madığı iddiasını, askerlik makamını rencide edeceği" savıyla reddetti.
Duruşmalar birbirini izledi. Ve nihayet 22 Şubat 195 ı'deki duruşmada
Muğlalı kurşuna dizme emrini bizzat kendisinin verdiğini kabul etti. Ve
mahkeme kararını 2 mart 1 9 5ı'de açıkladı: Muğlalı önce idama mah­
kum edildi, sonra yaşlılığı göz önüne alınarak idam cezası 28 yıl ağır
hapse çevrildi. Muğlalı cezasını sonuna kadar çekemedi Aralık 1 9 5 ı 'de
cezaevinde öldü.
Bu olay elbette kamuoyunu ilgilendirdi. Abidin'in, Güzin'in ve ar­
kadaşlarının dikkatini çekti. Sadece bu kadar da değil. O günlerde Güzin'in
DTCF'deki öğrencisi ve evlerine sık sık gelenlerden olan Ahmet Arif nede­
niyle de, bu mesele Abidin ve Güzin'i etkileyecek. Bakın nasıl: Çünkü Ah­
met Arif şairdir. 1927'de Diyarbakır'da doğan delikanlı, 194o'ların ortasın­
da DTCF'de Felsefe Bölümünde öğrencidir. Şairdir:
"Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları." diyen bir şair.
Öğrencidir evet. Ama ekmek parasını kazanmak için Ankara'da ya­
yınlanan Ankara Telgraf'ta çalışıyor. Türkiye Gençler Derneği üyesidir. Ve
hatta derneğin 1949'daki fesih kongresinde feshe karşı oy kullanan tek

ABi D i N DiNO
üye odur."Kürdün Meyhanesi"ne bile gider: Bilhassa çok sevdiği hacası
Nusret Hızır ile.
Evet, Ahmet Arif, Güzin'in de öğrencisidir. Ve elbette Abidin ve
Güzin'in dostudur. Kendisinden dinleyelim mi? (Refik Durbaş'la gerçek­
leştirdiği söyleşi kitabından aktarıyorum: Ahmet Arif Anlatıyor: Kalbirn Di­
namit Kuyusu, Piya Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, 1997.)
"Abidin Dino'nun evine giderdik Çünkü Güzin Dino benim ho­
camdı, doçentimdi, Fransızca öğretmenimdi. Ben o evin oğluydum. O evin
iki oğlu vardı. Biri Yaşar Kemal, biri ben. Yani ekmeğini yemişiz, öğrendik­
lerimizin pek çoğunu orada öğrenmişiz. Özellikle Yaşar Kemal'in çok kalı­
rını çekmişlerdir. Abidin Ağabey gerçekten bir baba gibi kalırını çekmişti.
Nusret Hoca, Nusret Hızır benim çok yakınımdı. Arkadaşımdı, ba­
bamdı. Ve şiirden de anlardı. Meyhaneye giderdik Şeker hastasıydı. Eşi
Ayşe Abla peşimize düşerdi. Adamın aylığını elinden alırdı. Ama Nusret
Hoca bu, ayda yılda bir olsun içmeden, sohbet etmeden olmuyor. Bana şi­
irlerimi okutur, gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü. "Hocam özür di­
lerim" derdim. " Deli misin oğlum" derdi,"Benim duygu alemimi besliyor­
sun." Ben de ondan rica ederdim, hacarn aramızda kalsın bunlar diye . . .
Dikkat edersen Nusret Hoca o kadar yazı yazmıştır, benden hiç
bahsetmez. Oysa diyelim ki dört tane, üç tane yakın öğrencisi varsa, biri
bendim.
Orhan Veli de benim şiirlerimi bilirdi. Büyük hayranlıkla büyük
saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı da öyle. Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere
akutmuştur bana " Otuzüç Kurşun 'u, Karanfil Sokağı nı . . . Her seferinde Ca­
'

hit Abi ağlardı."


Evet, Ahmet Arif bu dayanılabilir mi? Elbette "Otuzüç Kurşun" şi­
irini O yazacaktır, ondan iyisini de kimse yazamaz zaten. Ama Ahmet
Ariftir bu ve şiirini o sıralar yayınlamaz. Sevdiği, çok güvendiği birkaç dos­
tuna, birkaç arkadaşına okur. Yazılı bir şey de bırakmaz. Çünkü biliyor: Ya­
zılı bir şey "delil" olur. Başa iş açabilir. Herkese okuyamaz çünkü biliyor ki
istenmeyen kulaklara kadar gidebilir. Ama o kadar tedbire rağmen nasıl
oluyorsa oluyor ve "Otuzüç Kurşun" şiiri polisin kulağına ulaşıyor. Vay sen
misin bu şiiri yazan:

AN KARA-MAN KARA
Gayrı eşkiyaya
çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına ...

Polis bu, şiir dinlemekle yetinse ya. Yetinmez. Gelir ve Ahmet Arifi
götürürler. Ahmet Arif anlatmalı:
"İşte bu 'Otuzüç Kurşun' şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni.
Gece sabaha kadar dövdüler. 'Oku' dediler, okumadım. ( ... ) Hiçbir yerde
tek satır çıkmış değil. 'Oku' dediler ya inat ettim, 'ölürüm okumam' dedim.
Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar. ..
( ... ) Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok,
stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapan çocuklar orada.
Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni: Ora­
da öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip
gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan
çıkarıyorlar. Bir taksi çağırıyorlar. 'Paran var mı oğlum?' diyorlar, ' Var' di­
yorum. Ve eve gelip bir hafta yattım.
Kaldığım yer han gibi bir yer. 20-30 odası var. Ev sahibim 'Mebus
Hatçe' derler bir kadıncağız. Çok hoş bir kadındı. Bana çorba getirdi içeme­
dim. Komşular arasında garsonlar, bıçkınlar, lumpenler var. Bir bu kadın
acıdı bana, komşuları azarladı. Üniversitede okuduğum için seviyordu be­
ni herhalde, koruyordu. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta
sonra sokağa çıkabildim. Hiç kimseye de aniatmadım bu olayı. En yakın ar­
kadaşlarıma bile ... ( ... )
Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca'ya, Salim Şengil'e ver­
dim, o yayımladı." Bak abi" dedim," basın yasağı var, başımıza iş açar." " Sen
nene lazım" dedi. Salim Amca ve şiiri tefrika etti.
Şimdi Allahı var Salim Amca'nın. Her seferinde yüz lira verdi. Yani
o zaman ben bir işe girsem bu parayı vermezler bana. Memur olsam ala­
rnam bu kadar para. Onu da söyleyeyim bir Cahit Sıtkı'ya para verirdi Salim
Şengil bir de bana. Başka kimseye vermezdi. Cahit Abi'ye de ıo lira verirdi.

ABi D i N D i N O
İşte böyle parça parça yayıroladı Salim Amca şiiri ' Seçilmiş Hikaye­
ler' dergisinde ...
Salim Şengil ve dergisinden daha önce söz ettik. Abidin'in katkıla­
rını da anlatarak.
Ahmet Arif gördüğü zulmü Abidin'e anlatıyor elbette. Ahmet Arif
birkaç defa gözalbna alındı Ankara'da. Örneğin 31 Aralık 1949'da,"Patri­
yot" Hayati (Hayati Tözün) , İbrahim Erdem ve Hilmi Artan ile. ihbar üze­
rine gözaltına alındılar ve aylarca tutuksuz yargılandılar, ilk gözaltı ve da­
yak faslından sonra. (Cezmi Ersöz, Son Yüzler isimli kitabında "ihbar ede­
nin 5· Kişi olduğunu belirtiyor. İletişim Yayınları, İstanbul, ı996, s. 106.)
Ahmet Arif gördüğü işkence, dayak ve reziliikieri Abidin'e anlab­
yor. Abidin 195o'lerin ortasında Paris'te sergilediği ve ismini "İşkenceler"
koyduğu resimlerinde anlatılanlar, Abidin'in anlattıkları, bunların yansı­
malarıdırlar. Abidin bunu bana defalarca söyledi şunu da ekleyerek "Ah­
met AriPin anlatbğı işkenceleri unutmak mümkün değildir."
Abidin'in "işkence" desenleri, daha sonra, toplu olarak bir resimse­
ver tarafından sabn alındı ve İnsan Haklan Vakfına armağan edildi. Vakıf
da bütün desenleri işkence. Torture_adı altında bir güzel kitapta topladı.
(Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Galeri Nev Yayını olan bu eserin yayın ta­
rihi unutulmuş. Yanılınıyorsam 1994 olmalı.) Kitapta "5." Resim "isimsiz"
olarak takdim ediliyor. Oysa dikkatli bakılınca resmin sol alt köşesinde dört
harfli bir sözcük bulunuyor 5 Mayıs 2005'te bu desene Güzin'le birlikte bir
daha baktık ve dört harfli bu sözcüğü çözmeye çalıştık. Güzin'le aramızda
şöyle bir konuşma geçti.
MŞG: Bunu nasıl deşifre edebiliyorsunuz?
GD: Keje.
MŞG: Efendim?
GD: K var E var, üstünde nokta var bu J, E var. Keje okunur, yani
şöyle bakınca.
MŞG: Evet ben de Keje okudum. Desende sırtüstü uzanmış veya
uzatılmış bir erkek var.
G D: Acaba bir şeyin formülü mü? B Hemediğimiz bir işkence for­
mülü mü?

330 AN KARA-MAN KARA


MŞG: Bilemiyorum. Ben de onu merak ediyorum.
GD: Bunu ben de bilemiyorum, Keje, yahut birisinin bir arkadaşı mı?
M ŞG: Bir isim olabilir.
GD: Bize işkenceleri tafsilatıyla anlatan Ahmet Ariftir. Zaten "ön­
söz"de bahsediliyor.
MŞG: Keje niçin önemli biliyor musunuz? Çünkü bir Kürt ismidir,
aynı zamanda.
G D: Ahmet Arif Kürttü.
MŞG: Evet Ahmet Arif Kürttür. Bir de bu işkencelerden önce yazdı­
ğı bir şiir vardır "Otuzüç Kurşun" diye; orada geçen kahramanlardan biri­
nin ismi olabilir mi?
G D: Bilmiyorum.
Abidin Dino'nun kitaplığında Ahmet Arifin o çok sevilen o çok ün­
lü şiir kitabı: Hasretinden Prangalar Eskittim var (Bilgi Yayınevi, Ankara, Ka­
sım 1968). Abidin bir gün gösterdi: Ahmet Arifbirinci sayfasına yazmış şu
satırları ve imzalamış. Aynen tek harfine dokunmadan aktarıyorum: "De­
ğerli Hocam Prof. Güzin Dino ile sevgili Ağabeyim Abidin Dino'ya, sevgiy­
le, saygıyla, onurla ... 29 Ocak 1969. Ankara." Bu kitabın son şiirinin ismi­
dir "Otuz Üç Kurşun."
" Lo biz seni hapislerde sevdik. .. Biz seni sürgünlerde ... " başlığı al­
tında Ahmet Arife özel dosya ayıran Esmer dergisinin Haziran 2005 ta­
rihli sayısında, Ahmet Arif hayatını Ferzende Kaya'ya anlatıyor ve bir yer­
de aynen şunları dile getiriyor: Birçok hapislik dönemlerinden sonra,
" Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş
ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. ı6
lira alıyordum, ama hangi işe girersem polis peşimdeydi, beni kovduru­
yolardı. .. "
Ahmet Arif daha sonra 195ı'de İstanbul'da "48 kişinin tutuklandı­
ğı davada" tekrar içeriye alındı: "Dokuz gün dokuz gece dövdüler. .. "
Sonra Ekim 195ı'de İstanbul'da başlatılan TKP tutuklanmalarını iz­
leyen ve Eylül 1952'de Ankara'da başlatılan TKP tutuklanmalarında gözal­
tına alındı. Önce Ankara'da uzun bir tutukluluk dönemi, sonra İstanbul'a
"transferi" ve Sansaryan Handa işkence ve bin bir türlü rezillik. ..

ABi D i N D i N O 331
Abidin de Ekim ıgsı'de, İstanbul'da, bu tutuklama salgını sırasın­
da bir sabah erkenden gözaltına alındı, akşama kadar tutuldu. Zamanı ge­
lince göreceğiz.
Ahmet Ariri bir kez daha dinleyelim mi?
"Vurulsam kaybolsam derim
Çırılçıplak bir kavgada
Erkekçe olsun isterim
Dostluk da, düşmanlık da
Hiçbiri olmaz halbuki
Geçer süngüler namluya
Başlar gece devriyesi, jandarmaların."
Ozan'ın Akşam Erken iner Mahpushaneye isimli şiirinden.

" SIRÇA KöşK"


1948'in başında, bir süre önce çıkmış olan Sırça Köşk bizim tanıdık
aydın çevrede konuşulan kitapların başında geliyor.
Sabahattin Ali o günlerde hakkında açılan bir dizi soruşturma, araş­
tırma, kovuşturma nedeniyle bir daha yargılanusa hakkında çok ağır bir
hapis cezası verileceği korkusuyla saklanıyor. Sabahattin Ali saklanmak
için değişik arkadaş ve 1 veya çiftierin evinde kalıyor:
Örneğin bir süre evinde kaldığı Asaf H alet Çelebi, Hıfzı Topuz'un
yazdığına göre,"başına bir şey gelmesinden korktuğu için, Sabahattin Ali,
Çelebi'nin Kuzguncuk'taki evinden ayrılmak zorunda kaldı." Aralık
1947'de Abidin'in ablası, Rasih Nuri ileri'nin annesi Leyla Abla'da kaldığı­
nı daha önce yazdım. (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, s. n vd.) O günlerde za­
man zaman Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz'un evinde kaldığı da biliniyor.
Topuz'un belirttiği gibi: " En uzun kaldığı yer Cimcozların Tünel'deki
apartmanıydı"(s. 26). Bu arada M ehmet Ali Aybarlarda, bazen Valilarda
yatıp kalkıyordu. Cimcozların yardımıyla bir kamyon alıp taşıma işlerine
bile giriyor: Ekmek parasını kazanmak için. Ama bu iş istediği biçimde yü­
rümüyor. Sabahattin Ali'nin durumu gittikçe zorlaşıyor. Kamyonla " son­
dan bir önceki yolculuğunu" (deyim Filiz Ali'nindir: A. g. k., s. n6) Urfa'ya
yapıyor. Şubat 1948'de. Sonra yeniden İstanbul'a geçiyor.

332 AN KARA-MAN KARA


2 NisAN 1948: SABAHAlTİ N Aıi YoLA ÇıKıYoR
Sabahattin Ali yola çıktığı 2 Nisanda mı katledildi? Daha sonra mı?
Bunu bugün bile kesinkes bilemiyoruz. Ama onun katledilmesiyle, Abidin
ve Güzin başta, onu tanıyan arkadaşlan için yaşam tam anlamıyla bir kabu­
sa dönüştü. Ve korku, bu defa öldürülme korkusu, hapis vefveya tutuklama
korkusu değil, yoğunlaştı. Sabahattin Ali 41 yaşında öldürüldü. Hızlı bir ge­
riye dönüşle son dört yılına bir göz atalım: Sabahattin Ali'nin ülkesini ter­
ketmesine kadar geçen süreç Mayıs 1944'te başlahldı dense yeridir: 3 Mayıs
1944'te Ankara Adiiye Sarayı önünde ırkçıların bağınp çağırmalan, Nihai
Atsız'a karşı açhğı hakaret davasının kendisinin "komünistlikle" suçlanma­
sına dönüştürülmesi. Aralık 1945'te Tan'a saldın sonrasında, Aralık 1945'te
görevine son verilmesi. Marko Paşa'yı yayınlamaya başlaması ve hemen her
sayısından sonra Sabahattin Ali hakkında dava açılması, hapsedilmesi ve da­
ha trajik olanı bu vesileyle hapishanede kendisini kaçıracak şebekenin
adamlarıyla tanışması ve onlara inanması. .. Aralık 1946'da Türkiye Sosyalist
Emekçi ve Köylü Partisi tutuklamalan sırasında onun da yeniden gözalhna
alınması. Ve baskıların sürmesi üzerine Sabahattin Ali'nin iyice bunalhlma­
sı. Bakın kırk bir yıllık ömründe defalarca tutuklandı. İki yıldan fazla hapis
yath. Üç kez askere alındı. Üç kez askerlik yaphnldı demek daha yerinde ola­
cak. Sayısız kovuşturmalara uğratıldı. Sürüldü. Ve sürekli izlendi. Baskılar­
dan ne kadar yıldığını bizzat kendisi 25 Kasım 1947 tarihli Ali Baba da (Mar­
'

ko Paşa'nın yasaklanması sonucu aldığı isimlerden biri) şöyle dile getiriyor:


"Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabu­
cunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Ameri­
ka'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik Yalnız ve yalnız bir
tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz. Kanunlu, kanunsuz baskılar al­
tında ezile ezile ezile pestile döndük. ..
Çalmadan çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydiren­
leri donsuz bırakmadan yaşamak isternek bu kadar güç, bu kadar mihnet­
li, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?"
Sabahattin Ali'nin son günlerindeki bıkkınlığını göstermesi açısın­
dan Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun bir mektubundan bir parçayı aktarmak is-

ABi D i N DiNO 333


tiyorum. Sabahattin Ali'nin başından geçenlerden o anda haberi olmadığı
kesin (çünkü cesedi Haziran 1948'de bulunacak ve ölümü kamuoyuna an­
cak Ocak 1949'da duyurulacak) , Bedri Rahmi o günlerde Paris'teki ağabe­
yi Sabahattin Rahmi'ye yazdığı ı8 Nisan 1948 tarihli mektubunda, Saba­
hattin Ali'nin büyük olasılıkla İstanbul'daki son günlerinden üzüntülü ve
üzücü birkaç manzarayı aktarıyor. Bu sahrlar aynı zamanda Sabahattin
Ali'nin nasıl bir panik içinde olduğunu da ispatlıyor:
"Bundan yirmi gün kadar önce bir gün Sabahattin Ali bana sergiye
uğradı. O günler hep sarhoş dolaşıyordu. Sergide bir sanatçılar toplanhsın­
da da o kadar içti ki, fıçı gibi sızdı kaldı. Onu hiç bu kadar kalender ve sar­
hoş görmemiştim. Son gördüğüm gün de öylesine sarhoştu. Beni dışarı ça­
ğırdı. Paltosuz çıkhm. Dışarısı müthiş soğuktu. Bana bugünlerde Anka­
ra'ya gidip gitmeyeceğimi sordu. Niyetim olmadığını söyledim. Kendisinin
bir işi için gidip gitmeyeceğimi sordu. 'Sergimiz var bırakamam' dedim.
' Senden başka hiç kimse bilmiyor, bilmesini de istemiyorum. Ben artık bu
memlekette yaşayamam. Çekip gideceğim. Nereye olduğunu pek bilmem
ama. Belki bir gün ağabeyine uğrarım.' ( ... )
O bunları söylerken ağzından alev gibi votka dumanı çıkıyordu ve
ben paltosuz titriyordum. Bu kadar arkadaşı vardı. Böyle bir sırrı açmak
için niçin beni seçmişti? Onunla hiçbir zaman dost olacak kadar birbirimi­
ze sokulmamıştık. Birçok halleri bana sevimsiz geliyordu. Yalnız son za­
manlarda. Adaletierin (Cimcoz) evinde onu ara sıra görüyordum. Çoğu kez
eğlence, içki ve kadın peşinde idi.
Son kitabında (Sırça Köşk. M ŞG) çok güzel iki üç hikaye okumuş­
tum. Kendisini kutlamıştım. Ama kötüleri de vardı. Her ne hal ise, bana
dört beş dakika içinde memleketten çıkmaya karar verdiğini söyledi. Anka­
ra'ya gidemediğime üzüldü. Herhalde karısına bir emanet gönderecekti ve
hemen kimseyi bulamamıştı. Benden ayrılır ayrılmaz arkamda Adalet'le
kocası Mehmet Ali'yi gördüm. Koşarak köşeyi dönen Sabahattin'i gördüler:
- Ne o bizden mi kaçıyor, dediler. Ben bir parça şaşırdım.
- Vallahi kimden kaçıyar bilmem ama ben dondum paltosuz dedim."
Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun mektubu tuhaf, garip ve manidar. Çün­
kü o günlerde yola çıkhğını veya çıkmak üzere olduğunu tahmin ettiği Saha-

334 AN KARA-MAN KARA


hattin Ali'nin anlathklannı Paris'teki ağabeyine yazması tedbirsizlik. Çünkü
bu tür mektupların açıldığını bildiğini tahmin ediyorum. Nitekim Paris'teki
ağabeyine yazdığı başka mektuplannda son derece "kapalı," neredeyse "şif­
reli" bir dil kullanıyor: Bu açıdan ağabeyinin Nazım'ın şiirlerini çevirdiği
günlerde kullandığı dil örnek alınabilir. (Sabahattin Eyüboğlu bu şiirleri bir
süre sonra Hasan Güreh takma adıyla yayınlayacak: Fransızca olarak Fran­
sa'da.) Oysa Sabahattin Ali gibi aranan birinin yurtdışına yasal olmayan yol­
lardan çıkmasını bu denli açık yazıyor. Burada kendisini "temize çıkarmak"
arzusu yatıyor olabilir? Başka mektuplannda da bu tür bir yöntem kullandı­
ğım görmek mümkün. Yazık! Korku dağlan sarmış ve kimi "aydınımız, sa­
natçımız, şair, yazar ve ressamımız" bu tür bir yol izlemek zorunda kalmış­
lar. Ne demeli? Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun mektubunda yazdığım belki:
Onun Sabahattin Ali ile herhangi bir benzerliği, yakın dostluğu yoktur savcı
bey, yazın bunu lütfen deftere. Dahası zaten son kitabını da beğenmemiş:
Birkaç iyi öykü olmasına rağmen, vs., vs. Gereği düşünüldü: Bedri Rahmi
suçsuzdur. Resim yapmaya, şiir ve makale yazmaya devam edebilir. Yaşşa!
Sabahattin Ali'nin Bulgaristan'a sığınmak için yola birlikte çıktığı
ve bugün arhk Milli istihbarat Teşkilatı'nın (MİT) adamı olduğu kesinlik
kazanmış Ali Ertekin tarafından aldatıldığı biliniyor. Sabahattin Ali'nin
"teşhis edilemeyen cesedi" 16 Haziran 1948'de Kırklareli'nin Sazara köyü
yakınlarında bulundu. Ancak cinayet (eğer Ali Ertekin tarafından öldürül­
düğüne inanılıyorsa!) kamuoyuna aylarca sonra duyuruldu. (Cumhuriye!,
12 Ocak 1949). Gazeteler hiç çekinmeden "maruf komünist" Sabahattin
Ali' den ve yaptıklarından söz ediyordu. (Örneğin Cumhuriyet, 17 Ocak
1949). Cinayet duruşması, Ali Ertekin katil konumunda olarak, Mayıs
1949'da başladı. Ve aylarca sürdü. Ve bu süre boyunca gazeteler komü­
nizm düşmanlığı için yeni bir olanak buldular...
Ali Ertekin'in cinayeti "milli duygularının kabarınası sonucu" işle­
diği anlatılıyordu. O günkü koşullarda ve gazeteler tarafından neredeyse
Türkiye'ye yönelik "komünist komplonun" düzenleyicilerinden biri hatta
en önemlisi olarak tanıtılan Sabahattin Ali'nin katli neredeyse "haklı" gös­
terilmeye çalışılıyordu. Nitekim Ali Ertekin son derece hafifbir cezayla pa­
çasını kurtanyordu . . .

ABiDiN D i N O 335
ABİDİN NE D iYOR ?
Rasih Nuri ileri, Şahap Balcıoğlu ile gerçekleştirdiği ve 4 Mayıs
1984 tarihli Somut'ta yayınlanan söyleşisinde, bu konuda şunları belirti­
yor: " Kendisine (S. Ali'ye. M ŞG) Kırklareli'nde örgütsel sorular sorulur­
ken evet bu sırada öldü. Onunla birlikte kaçmak isteyebilecek iki kişinin
daha yakalanabilmesi amacıyla ölümü bir süre gizli tutuldu. Sonuç alına­
ınayınca (Yani kaçmaları beklenenler sınırı geçmeye kalkmayınca. MŞG),
sınırda öldürüldüğü duyuruldu. Ali Ertekin'e de usulen hafif bir ceza ve­
rildi, mesele kapatıldı."
Rasih Nuri ileri'nin söyledikleri önemli; çünkü Sabahattin Ali'nin
fıran ve sonrasındaki bir mektup meselesini yakından bilen bir insan. Bu­
nun ayrıntıları bugün artık biliniyor. Hıfızı Topuz da Eski Dostlar'da bir kez
daha anlatıyor. İyi de ediyor. (A. g. k., s. 36-47. Hıfzı Topuz daha sonra B a ­
şın Öne Eğilmesin isimli kitabında bilinenleri yineledi.)
Rıfat Ilgaz da bu konuda şunları söyledi: " Sabahattin Ali TKP üye­
si değildi. Sınırda yakalandıktan sonra İstanbul'a getirildi. 'Örgüt' ve ben­
zeri konularda sorguya çekilirken öldürüldü."
ıg8o'lerin ortasında, bu mesele yeniden gündeme getirildiği gün­
lerde, Abidin Dino ile bu konuları zaman zaman konuştuğumuz oluyordu.
Örneğin 20 Temmuz ıg88'deki sohbetimiz sırasında ileri ve Ilgaz'ın söy­
ledikleri hakkındaki düşüncesini sorduğumda, Abidin yeğeni "Rasih Nuri
ileri ile Rıfat Ilgaz'ın söylediklerinin doğru olduğunu" belirtti.
Abidin, o gün bana, Sabahattin Ali'nin kendisine ve birkaç arkada­
şına Ali Ertekin'den söz ettiğini, hem kendisinin hem de diğer arkadaşla­
rının Sabahattin Ali'ye "Bu adama inanma, bu adama güvenme sakın. Bu
kesinlikle bir polis oyunudur" dediğini de anlattı. Ama zavallı Sabahattin
Ali o kadar bunalmış, o kadar zor durumda ve o kadar köşeye sıkıştırılmış­
h ki kimseyi dinlemedi, dinleyemedi. Çünkü özgürlüğüne kavuşmak, öz­
gürce dolaşabilmek, yazahilrnek istiyordu.
Ama o sıkı polis takibini unuttu mutlaka. Abidin, Sabahattin Ali ile
Erdek' e yaptıkları bir yolculuğu ve sürekli olarak polis tarafından nasıl iz­
lendiklerini de anlattı o gün. Evet, her yerde arkalarında bir polis, bir hafı­
ye, bir sivil vardı ve her yaptıkları, attıkları her adım rapor ediliyordu. Böy-

AN KARA·MAN KARA
lesi bir durumda Ali Ertekin gibi karanlık bir adama nasıl güvenilir? Sade­
ce Sabahattin Ali gibi zor durumda olunca herhalde.
Sabahattin Ali'nin karmaşık bir provokasyonla katledilmesi, alçak­
ça öldürülmesi ve bunun basın-yayın organlarınca "solcuların" teşhiri ama­
cıyla günlerce kullanılması, arkadaşları ve özellikle Ankarab bilim adamı
ve kadınlarıyla, sanatçılar arasında müthiş bir öfke doğurdu. Kendi gele­
cekleri için de korkmaya başladılar. Adı "komüniste " çıkarılmış insanlar
kimi önlemlerle, canlarını ve özel yaşamlarını güvence altına almaya çaba­
ladılar: Örneğin evini değiştirenler, daha güvenilir evlere taşınanlar, pence­
relerine demir parmaklık taktıranlar az değildi. Çünkü gerçekten artık "öl­
dürülme" korkusu söz konusuydu. Sabahattin Ali öldürüldüğünde Abidin
hasta yatağındadır. Güzin yazıyor:
"İşte Abidin'in o uzun hastalığı sırasında tuzağa düşen Sabahattin
Ali'yi öldürtüyorlar. Kahrı, çaresizliği, yası, kederi, bunalımı çöküyor gaze­
te sayfalarının, ateş nöbetleriyle hasta yatanın üstüne."
Bu arada Ankarab bilim adamlanndan fırsahnı yakalayan, Türkiye'yi
terk etmekten başka çare bulamadıklarından çıkıp gittiler. Birçoğu bir daha
hiç dönmedi. Yurtdışında çalışmalarını devam ettirdiler. Örneğin, N . B er­
kes, P. N. Boratav ve i. Başgöz bilimsel çalışmalarını ABD, Fransa ve Kana­
da'da sürdürmüş ve her biri kendi alanında uluslararası ün kazanmışhr. Bu
bağlamda Berkes'ten şu alınh açıklayıcı olacakhr: "'Bugün' denilen tablo bü­
tün görüntüleriyle Milli Şerimizin zamanında başlamışh ve bunlar Nazi re­
jiminin Bah ve Sovyetler karşısında erimeye başlaması yüzünden oluyordu.
En tepedekilerin inançlannın tersine giden sonuç, gözükıneye başlamışh.
Bu inançlara uymayan her insan ya solcu, ya komünist ya Moskovacı, ya da
vatan haini oluyordu. En aşağı düzeyde bunu Nihai adlı bir öğretmen, en
yüksek düzeyde de İçişleri Bakanı Sökmensüer resmi tanınmışlığı olan bir
gerçek biçimine sokmuşlardı. Hiçbirimiz böyle almadığımız için önceleri
gülerdik Fakat 'öldürülme' korkusu denen şey gelince, işin rengi değişmiş­
tL Tek kurban zavallı Sabahattin Ali oldu. Ötekiler, birer ikişer kendiliğimiz­
den çekilerek daha başka cinayetler işlenınesini önlemiş olduk."
Berkes'in İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer'i zikretmesi boşuna
değildir mutlaka: Erzincan emniyet eski müdürü CHP milletvekili ve Re-

ABi D i N D i N O 337
cep Peker'in İçişleri Bakarn olarak bu işlerde mutlaka büyük sorumluluğu
vardır. Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü sırada bakan değildi. Ama işlerin
bildiğimiz yönde gitmesinde başlangıçtaki rolü açıktır.
Sabahattin Ali'nin ölümünün İstanbul'daki aydın ve sanatçı çevre­
de doğurduğu üzüntüyü Yıldız Sertel'in Ardımdaki Yıllar isimli kitabında
da (Milliyet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 107-109) bulmak olası:
"Hava zaten ağırdı, kurşun gibi ağır. Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü
haberi gazetelerde çıktıktan sonra daha da ağırlaştı. Bu haber bizim aydın
grubunda bir bomba gibi patladı. Hepsi Sabahattin'in sıkı dostlarıydılar.
Hepsi onu çok yakından bütün ayrıntılarıyla tanıyor ve çok seviyorlardı. Bu
nasıl olurdu? Sorumlusu kimdi? Çeşit çeşit sorular ortaya atılıyordu. Her­
kes, Sabahattin'in son günleri hakkında bildiklerini anlatıyor, tartışmalar
oluyordu. Artık, akşam sohbetlerinde bundan başka laf konuşulmuyordu.
Genel kanaat şuydu: Sabahattin zekasma kurban gitmişti. Kendisi­
ne çok güvenmişti. Birbirini kovalayan davaların sonunda, 15-20 yıl hapse
girmesi bahis konusuydu. Bunun için gizleniyordu. Ama, bu gizlenme çok
tedbirsizce bir gizlenmeydi( . . . )
Kısacası, bizim dünyamızda, Sabahattin'in ölümünün tepkileri bü­
yüktü. Üzüntü çok derinlere gidiyordu. Böylesine değerli bir insanın, bu ka·
dar vahşice bir tuzağa düşmesini kabullenmek zordu. Gazeteler, Sabahat­
tin'in kanlı elbiselerini bastılar. Ali Ertekin değişik değişik laflar söylüyor,
çok da akıllı olmadığı için, emniyete hizmet ettiğini gizleyemiyordu ...
Bundan sonra ilk akla gelen şey, karısı Aliye ve kızı Filiz oldu. Sa­
bahattin kızını çok severdi. Ana kızın durumları iyi değildi. O halde Saba­
hattin'e yapılacak ilk dostluk onlarla ilgilenmekti. Filiz'in tahsiline devamı
garantilenmeli, Aliye maddi, manevi her türlü desteği görmeliydi.
Derhal onları görmek ve durumlarının anlamak üzere Ankara'ya gi­
denler oldu. Rahatlıkla diyebilirim ki, dostları Sabahattin'in ailesini ihmal
etmediler. Kimse elinden geleni esirgemedi."
O yıllarda askere alman kimi komünistin de askerken öldürüldükle­
ri söyleniyor/ yazılıyor: Örneğin Vartan İhmalyan, Bir Yaşam öyküsü isimli
anılannda (Cem Yayınevi, İstanbul, 1989, değişik yerlerde ve s. 132'de) " O
zamanlar Türkiye'de, askerlik yapmayan komünistleri askere alır, türlü iş-

AN KARA-MAN KARA
kenceler yapar, hatta öldürüp, anasına babasına bir raporla askerde öldüğü­
nü ( intihar ettiğini demek istiyor sanırım. MŞG) bildirirlerdi."
O günlerdeki korkuyu defalarca göz altına alınan Aziz Nesin'den
dinleyelim:
"O zamanlar, öyle zor koşullarda, bunalımlı, baskılı bir dönemde
yaşıyorduk ki, öyle haksızlıklada karşılaşıyor, öyle uydurma nedenlerle ce­
zaevlerine atılıyorduk ki, her şeyden kuşkulu, çekinir olmuştuk. Savcı, elin­
de, bir arkadaşımızın pantolonunu tutuyor ve size, 'bu kimin?' diye soru­
yor. Altından ne çıkacağı hiç belli değil. Suçsuz olmakla da insan cezadan
kurtulamıyor. Suçsuzluğumuz mahkemede aniaşılana kadar beş-altı ay ce­
zaevinde yatırıldığımız çok olmuştu." ( Yansıma, Mart I 973, s. I45)
Sabahattin Ali'nin Türkiye'yi terk etmeye karar verdiği günlerde ve
henüz katiedildiğinin bilinmediği, duyulmadığı zaman diliminde, Ankara
başta, ülkede, baskılar sürüyordu. Herhalde garip bir rastlantı sonucu ol­
malı, 2 Nisan I 948'de, Ankara Üniversitesinde "solcular" aleyhine güya
"gösteri," aslında bilinen saldırılardan biri daha yapıldı. Bunu ve benzeri
olayları, kışkırtma ve saldırıları bahane eden CHP TBM M Grubu I8 Mayıs
I 948'de "Türk demokrasisinin aşırı sağa ve aşırı sola kapalı olacağına ka­
rar vermiştir."

BiR MAYIS I948: ANKARA'DA


Hürriyet gazetesi yayın hayatına girmek için I Mayıs I948'i seçti.
O gün Ankara'nın genç liseiiieri bir yıl önce yaptıkları gibi I Mayıs'ı
yine piknik yaparak, belki biraz da solcu bir hava vererek kutlamak istedi­
ler. Ve bu isteklerini yerine getirdiler. Ama bir şeyi unuttular: Bir Mayıslar­
da Türk polisinin ve güvenlik güçlerinin hele hafiyelerin alarm halinde ol­
duklarını. Daha yıllar öncesinde bir mayıs öncesinde adı "komünist"e çık­
mış insanlar birkaç gün önceden " tedbir olsun" diye gözaltına alınmıyor­
lar mıydı? Alınıyorlardı. O halde yeni bir mayıs kutlamaları her biçimiyle
mutlaka önlenmeliydi.
Bir Mayıs 1947'yi kendilerine uygun bir biçimde Kayaş'ta kutlayan
gençlerden Nijat Özön ve arkadaşları Bir Mayıs 1948'i yine Kayaş'ta kutlar­
lar. Nijat Özön o sırada DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğrenci-

ABi D i N D i N O 339
dir. Yıllar sonra Atilla İlhan, Nijat Özön'ün kendisine gönderdiği mektuba
dayanarak şu satırları yazıyor:
"I948'in I Mayıs'ı yaklaşınca I Mayıs I947'yi kutlayan gençler otu­
rup nerede piknik yapacaklarını konuşurlar; çoğunluk ' Kayaş' diye 'tuttu­
mr.' Nijat Özön bir yıl önceki olayı hatırlatarak Kayaş gibi tenha bir yerin
elverişli olmayacağını söyler; ne var ki sözünü dinletemez, bir yıl önceki
grup, gruptan ikisinin bu kez üç kız kardeşi de katılmak üzere (ikisi orta­
okul öğrencisi) Kayaş'a giderler. Nijat Özön anlatıyor:
'Ben evde kitap okuyordum, iki kız kardeşiyle geziye katılan arkada­
şıının ilkokuldaki küçük kız kardeşi geldi: 'Nijat ağabey, ablalanmı, ağabe­
yimi, arkadaşlarını polis alıp götürmüş, annem ağlıyor seni istiyor' dedi.
Eve yaklaştığım anda bir sivilin karşı tarafta nöbet tuttuğunu fark ettim.
Çocukların annesiyle konuşurken 'sivil' geldi, ' Şube'ye gideceğiz' dedi; bir­
likte, o yolu tuttuk.
Beni önce komiser Süleyman Çağlar, sonra onunla birlikte Birinci
Şube Müdürü Ekrem Anıt'ın önüne çıkardılar. Bu 'muhteşem ikili'nin
(muhteşem ikili diyorum, çünkü tek parti devrinde Ankara'da uçan kuşa
solcu deyip kök söktürmeye çalışan bu polisler, sonradan kapağı DP'ye atıp
aynı şeyi orada sürdürdüler ve Yassıada'lık oldular.) merakı, benim niye Ka­
yaş'a gitmediğim, arkadaşlarımın ı. Şubeye götürüldüğünü nasıl haber aldı­
ğım ve niye o eve gittiğimdi. Gençlik bu ya, çok aptalca bulduğum bu soru­
ları, aptalca bulduğumu duyumsatır kısa, sert bir biçimde yanıtladım, ger­
çekte de çekineceğim bir şey yoktu zaten; niye gitmediğim belli değil mi, uy­
durma sebeplerle buraya getirilmek için. Haberi, buraya alıp getirdiğiniz ar­
kadaşımın ve iki kız kardeşinin annesi verdi. Eve gittim, çünkü arkadaşlan­
mı merak ettim. Anıt, biraz alaycı ve öküz altında buzağı aramış da bulmuş
gibi, '-Demek merak ettin?' dedi. '-Evet, merak ettim, onlar benim okul ar­
kadaşım, sınıf arkadaşım, ben de onlar gibi olabilirdim'. Anıt'la Çağlar bir­
birlerine baktılar. Anıt biraz düşündü sonra Çağlar'a '-Bırak gitsin!' dedi
O akşam 'liseliler'i ve kız kardeşlerini ı . Şubede tuttular. Ertesi sa­
bah öğleye doğru salıverdiler. Bırakıldıktan birkaç saat sonra, bir araya gel­
dik. Bana Kayaş serüvenini ve bırakılınadan önce Vali Avni Doğan'ın kar­
şısına çıkarıldıklarında olanı sıcağı sıcağına anlattılar: Yılmaz Çolpan (I95I

AN KARA-MAN KARA
TKP tutuklamalannda gözalhna alındı, çok konuştu, polisle işbirliği yaph,
daha sonra Paris'te Basın Müşaviri iken ASALA tarafından öldürüldü.
MŞG), Selçuk Şener, Şükrü Ünal, Nevzat Yıldınm, Ferdi Talay ve kızları
valinin önüne dizmişler; çiçeği burnunda Ankara Valisi Avni Doğan (Do­
ğan Birinci Bölge Parti Genel Müfettişi iken, ki şimdiki Olağanüstü Hal
Bölge valisinden çok daha yetkili, bölgenin tam yetkilisi oluyordu; üç ay ka­
dar önce Ankara Valiliğine getirilmişti) tatlıfsert bir nutuk çekmiş ve bu
arada; ' ... ayağınızı denk alın, bir daha böyle işlere karışmayın. Hem size ne
oluyor, bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz' demiş ... "
Nijat Özön, bunları, Atilla İlhan'a gönderdiği I I Haziran 1997 tarih­
li mektubunda yazıyor. İlhan bu mektubu '"O karanlıktan' bir mektup!"
başlıklı yazısında aktarıyor. (Cumhuriyet, II Temmuz 1 997) .
Attila İlhan'ın da daha çocuk yaşında, 15-16 yaşındayken, 1941'de,
"kız arkadaşına" elden vermek istediği mektubunda Nazım Hikmet'den sa­
hrlar döşendiği için gözalhna alındığını biliyoruz. Bunun üzerine arhk "
okuyamaz" diye bir belge bile veriliyor. Onun hakkında: O sırada Milli Eği­
tim Bakanı Hasan Ali Yücel'dir. Bu Arada İlhan, Manisa Akıl Hastanesine
"müşahede gerekçesiyle" gönderiliyor... (Bütün bunları ve sonrasını Öner
Ciravoğlu imzalı Büyük Yollann Haydutu, Fotoğraftarla Atilla İlhan'ın Yaşam
öyküsü isimli kitapta bulmak olası: Sel Yayıncılık, İstanbul, 1997.) Kitabın
122. sayfasındaki foto, Atilla İlhan'ı "suç ortağı" Cemşid Hun'la gösteriyor:
Yanındakiler mi?: KUTV neslinden 'Tornacı' Ömer Karaman, "idamlık" Al­
hndiş Mehmet (bir süre sonra asıldı) , sayılı kabadayılardan Bayraklı Fethi
(Kerim Korcan'ın Linç isimli yapıhndaki "kahramanı").
Bu olaylar, 194o'h yıllarda çocukların bile gözaltına alındıklarının,
"tecrit"e kapahidıklarının göstergeleridirler. İlhan "çıkhktan" sonra da sü­
rekli takip altında tutulacakhr: "Taharriler günlerce beni izlediler" diye de­
falarca yazdı. ..

"KoMÜNİZMLE MücADELE DERNEG.i"


Aralık 1 945'ten bu yana saldırı biçimine dönüşen "komünizmle
mücadele" Mayıs 1948'de yeni bir boyut kazandı: Birçok kentte "Komü­
nizmle Mücadele Derneği" (KMD) kuruldu: İstanbul'da, Adana'da ve Zon-

ABi D i N D i N O
guldak'ta. Hatta Ahmet Yücekök Türkiye'de Örgütlenmiş Dinin Sosyo- Eko­
nomik Tabarn (1946-1948) ( SBF Yayınları, Ankara, 1971) isimli son derece
ciddi çalışmasında, ilk KMD'nin Zonguldak'ta 1947'de kurulduğunu belir­
tiyor. Çok ilginç, çünkü, bilindiği gibi, Zonguldak o günlerde işçi yoğun bir
kenttir. Ve öteden beri birçok işçi eylemine sahne olmuştur.
Zonguldak KMD, broşürler yayınlayarak "komünizmle" savaşmakta­
dır. q Aralık 1949 tarihli Ulus'taki habere göre, "Zonguldak Komünizmle Sa­
vaş Derneği bir broşür yayınladı." Haber şöyle sürüyor: "Komünizm afetiyle
savaşmak üzere Zonguldak'ta teşekkül ve Fabrikatör Bahattin Dökerel'in baş­
kanlığındaki demek, hayırlı ve başarılı çalışmalarına devam etmektedir.
Demek ahiren 'Nazım Hikmet meselesinde Ahmet EminYalman'a
Cevap' adlı 2 No. lu broşürünü de yayınlamışhr. 24 sayfalık bu broşürde,
Yalınan'ın N. Hikmet hakkındaki yazılarına karşı derneğin bu husustaki
görüşü belirtilmektedir. Çok vukufla yazılan bu broşür 30 kuruş fiyatla sa­
tılığa çıkarılmıştır."
O günlerde Vatan gazetesi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman, Na­
zım Hikmet'in haksız bir biçimde hapsedildiğini ileri sürüyorlar. Ve bir an
önce serbest bırakılması kavgasını veriyorlardı.
Bu arada daha sonra Türkiye'deki ve Ortadoğuda'ki birçok siyasi
olayları etkilernesi açsından vurgulanması gereken bir nokta var: 14 Mayıs
1948'de İsrail Devleti'nin kurulması.

15 MAYIS 1948: ANKARA'DA MEYDAN


Ankara'da genç şairlerden Fethi Giray ile Mehmed Kemal, birlikte
Meydan isminde bir dergi çıkarmaya karar veriyorlar. Mehmed Kemal, Abi­
din Dino'yu tanıdığı için ondan derginin iç düzenlemesi, şiir seçimi ve de­
senlerin çizimi için yardım istiyor. Mehmet Kemal anlatıyor:
Abidin "iki yaprak, dört sayfalık bir dergiyi aldı, evirdi, çevirdi, de­
hasının parıltılarını ortaya döküverdi. Bu sadece bir dergi değil bir sanat
başyapıtıydı." ("Paris'te bir büyükelçiydi...," Cumhuriyet- Hafta, 18 Aralık
1993- Mehmed Kemal Acılı Kuşak isimli kitabında bu derginin çıkarılması­
na ve başından geçen maceraya yer veriyor: s. 97-99. Bölümün başlığı: "Bir
derginin hikayesi") .

A N KARA-MAN KARA
Dergi tek sayı çıkıyor. Çünkü hemen kapatılacaktır. Bu dergi öykü­
sü, Abidin Dino'nun o günlerde kendisinden istenen her yardım için kol­
larını sıvadığını göstermesi bakımından önemli. Elbette belli koşullarda.
Derginin yayıniayacağı şairler arasında Abidin ve Güzin'in İstanbul'dan ta­
nıdıkları ve daha önce birkaç kez ismi geçen, sürgün edilen şairlerden ve
İstanbul'daki yoğun dergicilik döneminde Abidin'le çok sıkı arkadaş/yol­
daş Suphi Taşhan da bulunuyor. Sorunlar da burada başlıyor. Mehmed Ke­
mal' i okumanın tam zamanıdır:
"Dergiyi biz Fethi Giray'la birlikte çıkardık. Fethi memur olduğu
için kanuni sorumluluk alınıyordu. Fakat mali işlerine o bakacak kanuni so­
rum da bende olacaktı. İmtiyazını aldık. Vilayete de bir beyanname verdik.
Mali kısmı, dergide yazı ve şiir yazacak olanlardan sağlanacaktı.
Her şair ıo lira verecekti. On lirayı verıniyenin şiirleri dergiye girmeyecek­
tL Suphi Taşhan oldum olası, paralı görünmeyi severdi. Derginin iki top­
luk kağıdını o temin edecekti. Sanırım, kağıtçı bilmem ne Nedim aile dost­
ları idi, oradan iki top kağıt aldı ve bize verdi.
Derginin süslenmesi işini Abidin üstüne almıştı. Abidin'le Sup­
hi'nin arası açıktı. Abidin eğer dergiye Suphi'nin şiirleri girerse resim yap­
mayacağını söylemişti. Ya yardan, ya serden geçecektik. Suphi'nin şiirlerini
korsak, Abidin resim yapmayacak, koymazsak kağıt temin edemeyecektik.
Abidin resimleri yapmış, klişeye vermiştik. Fethi de Abidin'den ya­
na çıkmış, Suphi'nin şiirlerini koydurmak istemiyordu. Suphi de hergün
başımıza dikiliyordu. Hatta matbaaya kadar gelmiş, şiirlerini dizdirmiş,
provaları görmüş, şiirlerin gireceği yeri bile tespit etmişti.
Fethi de Abidin'e (Suphi Taşhan'ın şiirleri. M ŞG) girmeyecek diye
söz vermişti.
Şimdi ne olacaktı?
İhtiyatı da elden bırakmamıştık. Son dakikada Suphi'nin şiirleri­
ni sayfadan çıkartacak, dizdirdiğimiz yedek bir yazıyı ötekinin yerine ko­
yacaktık.
Suphi, kendinden emin, matbaadan ayrıldıktan sonra Fethi:
- Suphi'nin şiiri girmeyecek ...diye tutturdu.
- Peki, girmesin ... dedim.

Aai o i N D i N o 343
Buna razı oldu, ardından:
- Girmesin, ama hiç olmazsa adı da geçsin ... dedim
- Nasıl? dedi.
- Suphi Taşhan'ın şiirleri gelecek sayıda diye bir ilan koyalım.
Bu ilanı koyduk ve dergi baskıya girdi.
Böylece hem Abidin'i hem de Suphi'yi memnun ettik.
Bu dergide Suphi'nin başka bir emeği daha vardır. Galip Dede'den
bir beyit bulmuştu. Bunun derginin başına konmasını istiyordu. Onu da
koyduk. 'Ser ver ki olasın Seraser Meydanındaki baş için efser.' Dergi çıktı.
Ertesi gün baktım ki Suphi'de de Abidin'de de surat bir karış. Biri şiiri
çıkmadığı için kızıyor, öteki 'Suphi Taşhan gelecek sayıda .. .' sözüne içerliyor.
Gelecek sayının hazırlığına giriştiğimiz sırada, beni Emniyet Birin­
ci Şubeden aradılar. Verdiğimiz beyannarnede matbaanın adını yanlış yaz­
mıştık. Biz şu matbaada basacağız, demişiz. Uyuşamadığımız için başka
matbaada bastırmışız. Yanlış beyanda bulunduğumuz için dergiyi kapatı­
yorlardı. Nitekim allem ettiler, kallem ettiler, oyuna getirip, baskı, tertip
dergiyi kapattıklarını bize kabul ettirdiler. Bu oyunu bulanın da adını açık­
layayım size: Reşat Akşemsettinoğlu... Hani şu mahpushaneden kaçan zat.
O Vilayet Hukuk işleri Müdürü idi o tarihte.
- 'Bu dergiyi ne yap, yap kapat...' demişler. O da bu formülü bul­
muştu.
Dahası var; Reşat, Suphi'nin uzaktan akrabası da olurdu. Suphi bir
çeşit intikamını bizden alıyordu. Ne yalan söyleyeyim, dergiyi çok sevme­
me rağmen kapatılmasına memnun oldum. Zira olur olmaz o kadar laf et­
mişlerdi ki, kapanması ile bu laflar da bitmişti.
(Mehmed Kemal, Abidin'in vefatı sonrasında onun anısına kaleme
aldığı kısa yazısında bu derginin bir örneğinin Seyit Nezir'de bulunduğu­
nu belirtiyor. Ve ekliyor: "Yitmezse ilgilenenler onda bulabileceklerdir."
Turgut Çeviker'in ilgileneceğini tahmin ediyorum. Ve bu dergiyi bulursa
jedinebilirse, belki Abidin'in katkılarını da gün yüzüne çıkarır.)
Mehmed Kemal Abidin ile Suphi Taşhan arasındaki sorunun ne ol­
duğunu açıklamıyor. Aynı kitapta bir yerde (s. 33) Fahri Erdinç'in bir şiiri­
nin dergide yayınlandığını ve "çok ilgi topladığını" belirtiyor. Meydan'a şiir

344 AN KARA-MAN KARA


veren sadece Fahri Erdinç değil. Ahmet Arif, Refik Durbaş ile yaphğı söy­
leşide bu konuda şunları konuşuyorlar:
AA: O yıllar büyük bir iddiarn yok ama kendime güveniyorum. Şi­
irimin şiir olduğunu biliyorum. Meydan diye bir dergi çıktı. Herkes imza­
sız şiir verdi. Ben de 4-5 şiirimi imzasız verdim. Bir seçim yapacaklar.
Ama Abidin Abi (Dino) dedi ki: Seninki belli imzaya gerek yok."
RD: Öteki şairler kimler?
AA: Rifat Abinin (Ilgaz) şiiri var, Fahri Abinin(Erdinç), Niyazi Abi­
nin (Akıncıoğlu) şiiri var. Hepsi sevdiğim şairler bunlar.
RD: Kaç yılları oluyor?
AA: 1947 galiba (1948. MŞG) Abidin Abi (şiirlerimin. MŞG) en kü­
çüğünü yayınladı. Ötekileri saklamış, kapanış sayısı için ... ( . . . )
İşte Abidin Abilerde oturuyoruz. Ben Nazım'dan şiirler okuyorum.
Nazım'ın şiirlerini tabii sonradan öğrendim. Müzehher ( Müzehher Va-Nu
mu?Yoksa Münevver Andaç da ismi burada yanlış mı telafuz edildi veya
dizgi hatası sonucu yanlış mı yazıldı? MŞG) Hanım eliyle geliyor. Abidin
Ahilere geliyor. Ben alıp bu şiirleri Cahit Sıtkı'ya götürüyorum. Daha baş­
ka şairlere götürüyorum. Özellikle şiire tutkun arkadaşlara ...
Nazım hapiste. Özellikle bugün de en çok sevdiğim 'Piraye'ye
Mektuplar'ı deli gibi okuyorum. Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı
verebilirim."

NA.zıM H i KM ET Ş iiRi DuvARI AşıYoR


Nazım Hikmet şiirini o günlerde Türkiye'de lise öğrencileri, genç­
ler, üniversiteliler okuyorlar: "Çakhrmadan!" Aman hafıyelere dikkat:
Fransa'da 193o'ların başından itibaren şiirleri değişik dergilerde ya­
yınlanan Şair'in bu ülkede hayranlarının sayısı gittikçe artıyor ve Haziran
1948'de Paris'te Maison de_la Pensee Française'de Aragon tarafından okunu­
yor. Bu olayı, o günlerde Paris'te bulunan Sabahattin Eyüboğlu'nun karde­
şi Bedri Rahmi'ye 9 temmuz 1948'de yazdığı mektubundan izleyelim:
"Nazım'ın şiirleri burada hiç düşünemeyeceğin bir gürültü ko­
pardı. Geçen ay bazı şiirleri Maison de la Pense Française' de bin kişilik
bir yazar ve sanatçı topluluğu önünde Aragon tarafından okundu. Dinle-

ABi D i N D i N O 345
yiciler arasında birçok Türk gibi ben de vardım. Bir Türk şairi okunduğu
için gitmezlik edemezdik Düşüncelerinden bize ne. Yanlış yolda yürü­
müş, ama iyi şair!
(İzninizle araya girmek zorundayım tam da burada: Yukarıda Bed­
ri Rahmi'nin kendisini "temize çıkarmak" için güttüğü yöntemi burada
ağabeyi de uyguluyor: Çünkü CHP iktidarını çok iyi ve "içeriden" tanıyan
iki kardeş de mektuplarının açıldığını veya açılabileceğini bildiği için böyle
bir yol izlemeyi tercih ediyorlar. Tuhaf ama gerçek. Ve bunu ne eleştirrnek
için yazıyorum, ne de kınamak için: Sadece böyle bir olay, böyle bir gerçek
te yaşandı o karanlık, baskı ve zulüm günlerinde. Bilinsin diye. Unutulma­
sın diye. M ŞG.)
Birçokları Nazım'ın bugünkü dünya şiirinin ustalarından biri oldu­
ğunu açıkça söylediler. Birçok kitapçılar Nazım'ın şiirlerini basmak istiyor­
larmış. Çevirkinin kim olduğunu anlayamadık. Yalnız bir Fransız bana,
acaba Nazım'ın kendi çizdiği resimleri var mıdır? En son şiirleri istenebi­
lir mi, tamamen kendisine verilmek üzere istenebilir mi, şiirlerinin kitap
halinde çıkmasına izin verir mi diye sordu. İlgim olmadığını söyledim.
Rastgele öğrenirsem, söylerim dedim."
Biraz önce yazdığım gibi, mektubunun okunabileceğinden haklı
olarak şüphelenen Sabahattin Eyüboğlu, son derece "tedbirli" yazıyor,
"Yanlış yolda yürümüş, ama iyi şair" türü cümleleri bu açıdan değerlendir­
mek lazım. Öte yandan Nazım Hikmet'in şiirlerini bizzat kendisi çevirme­
sine karşın, bu konuda da renk verınemeye çalışıyor. Fakat Bedri Rahmi
ağabeyinin çeviri meselesinde dayanamıyor, kendisine özgü coşkuyla, ağa­
beyine yanıt mektubunda bakın neler döktürüyor: Mektubunda "Yiğidi­
min" dediği Nazım hikmet'ten başkası değil. Öte yandan ağabeyine çeviri­
lerindeki başarısı dolayısıyla iltifattan çekinmiyor. Ve dolaylı bir dille Na­
zım Hikmet'in, bir piyesinin "Acaba bir piyes Paris'te tutar mı?" diye sor­
duğunu aktarıyor. " Şiirlerinin orada hasılınasına tabii razı olur." Yanıtını
da ulaştırıyor. Ve bu şiirler 1951'de derlenip yayınlanacak elbette. Nihayet
"Garip Kuş" Sabahattin Eyüboğlu'dur ve o sırada Paris'te epey para sıkıntı­
sı çekerken Nazım çevirileri ona bir miktar rahat nefes aldırmış olmalı. İş­
te Bedri Rahmi'nin mektubundan bir parça:

AN KARA-MAN KARA
"Senin son mektubunda sorduğun şeylere çok güzel cevaplar var.
Yiğidimin son şiirlerinden birkaç tanesi insanı tuttuğu gibi koparıyor. Bi­
zim hiç duymadığımız çok güzel şeyler daha var. Ama senin dönmen yak­
laşıyor. Bunları topariayıp göndermek herhalde uzun sürecek.
Geçenlerde: Acaba bir piyes Paris'te tutar mı? Diye soruyor... Şiirle­
rinin orada hasılınasına tabii razı olur.
Şiir çevirilerini kim yapmışsa döktürmüş yani!. .. Böyle çevirileri bul­
sam ben de basanm. Hele üç ilk gelen dergideki şairi tanıtma yazısı. Buna
hangi yürek dayanır. Bu çevirmene rastlarsan ellerinden öptüğümü söyle...
Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış, Koçyiğitin yuvasını yapmak
da bir yiğite düşmüş."
İşte size şifreli bir mektup. Ne Nazım ismi geçiyor, ne başka bir
isim: Ama mesaj yerine ulaştırılıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?

AH! CANlM İSTANBUL. AH ! BoGAziçi CANIMIN içi


Her ayrılığın bir sonu vardır. Ve her ayrılık bir buluşma ile sonuç­
lanmak zorundadır. Doğanlar doğduklan kente bir gün mutlaka geri dö­
nerler. O toprağa en azından yüzlerini sürmek için. En azından bir borç
ödemek için: Sağ olasın toprağım beni bu diyara saldın demek için. Her ay­
rılış çünkü bir geri dönüşün müjdecisidir. Onca zorluk, onca bela, onca
dert, onca hastalık, onca bilmemnelere karşın. Hele ayrılan mekanın ismi
İstanbul ise. İşte gerçek kentse. Evet Abidin sıkıyönetim kaldırılır kaldırıl­
maz 1947'nin son günlerinde belki 1948'in hemen başında geldi İstan­
bul'a. Ama yüzünü toprağına süremeden. Boğaziçi ile hasret gideremeden,
Sansaryan Han'ın kokuları sardı her yeri. Kabus çöktü İstanbul akşam
üzerlerine. Taşkışla koridorlannda nefes alamaz duruma gelen Güzin, o
yalnız akşamları bir daha yaşamak istemiyordu. Abidin de istemiyordu ar­
tık gözaltılarım, çaysız ve sirnitsiz sabah yüzlerini polislerin.
İstanbul ah! İşte geldik dayandık surlarına. Aç kapılarını ve kabul
et çocuklarını. Gürültünden, akıl almaz insan kalabalığının hareketin­
den, "balık ekmeğinden," çay simitten, kayıklarından, köprülerinden, ha­
vandan ve suyundan onlar da nasiplensinler. Dostlarını görebilsinler:
Akrabalarını, arkadaşlarını, yoldaşlarını da. Ne olacak anakent sen değil

ABi D i N D i N O 347
misin? Kabul et çocuklarını: Özlemle sarılsınlar. Hasret gidersinler: Ken­
tim benim. Bir tanem.
"Yanılmıyorsam 1948 yılı idi. Nazilerin yenilgisinden hayli zaman
sonra 'Örfı İdare' (Sıkıyönetim) kaldınlmıştı nihayet. Böylece Güzin'le bir­
likte İstanbul'a dönebilmiştik." Bu satırlar Abidin'den. ( Yazılar: s. 257)
Güzin de yazıyor İstanbul'a gidişleri: Tekir kediyi asla unutmak ol­
maz: Abidin ve Güzin'le birlikte:
"Yazları, anne (Güzin'in annesi Perdiye Hanım. M ŞG), Gül Hanım
ve de kedi İstanbul'a götürülüyor. Kedinin aşı kağıdı, belediye izni, sepeti...
Onun yüzünden, yataklı vagonla gidiliyor İstanbul'a. Kampartımanın yer­
lerine kat kat gazete kağıdı seriliyor. Kedi işerse, çeksin diye ve tabii, işiyor
kedi. Sabahın erken saatlerinde, o gazeteler, gizlice dışarı atılıyor. Yoksa,
bagaja vermek gerek kediyi. Oysa, bir kere verilmiş, ertesi sabah çılgın gi­
bi çıkmış İstanbul'a varınca. Zaten kedi hiç sevmiyor bu yolculukları ve
sayfıye sefalarını. .. Yolculuk hazırlıkları başlayınca Ankara'da, kedi yabani­
leşiyor, yatakların altına, dolapların üstüne kaçıyor, gizleniyor, hatta evden
de kaçıyor. Hazırlık telaşını nefretle seyrediyor. Bir keresinde, sokak sokak
aratıyor kendini ve sonunda başka bir mahallede bulunuyor."
Evet Abidin nihayet İstanbul'a dönme izni alabildi. A'dan Z'ye Abi­
din Dino da belirtilcliğine göre, "1949'da, Örfı İdare kalktığı için İstanbul'a
'

dönme izni aldı" (s. 285).


Benim Güzin'in yazdıklarından ve bizzat bana aniattıklarından ve
Abidin'in yazdıklarından çıkarsadığıma göre İstanbul'a tatil için 1948 ya­
zında gidiyorlar.
Abidin bir yaz tatili boyunca İstanbul'da kaldı: Güzin, Güzin'in an­
nesi, Gül Hanım (ev işlerine yardım eden genç kız), Tekir kedi. Ve İstan­
bul. Ve dostlar. Tatil süresince kalabilmek için Caddebostan taraflarında
Çiftehavuzlar'da bir ev kiraladılar. Tasvirini Güzin'e bırakıyorum:
"İstanbul'da yaz. Çiftehavuzlar'da Tosun Bey Köşkü'nün eski ahır­
ları. Geniş odalar, yüksek tavanlara kadar uzanan geniş pencereler. Sanki
bir odanın değil, bir limonluğun pencereleri. . . Orman gibi görkemli bir
bahçeye açılıyor. Dışarıda ışık yeşil, yüksek, ulu çarnların arasından sızıyor.
Fıskiyeli, kocaman bir havuz.

AN KARA· MAN KARA


Abidin ve Güzin Çiftehavuzlar'da Tosun Bey Köşkü parkında. 1 950 yazı olmalı. Güzin yanılarak 1 951
yazmış, fotonun arkasına.
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

Önde, deniz üstündeki köşk ise eski saltanatını kaybetmiş, artık


paşalar gidip gelmiyor buralara. Çiçekli muşamba örtülü masanın etrafın­
da, köşkün gölgesine sığınıp maltızda çorba kayrıatıyor köşkün yeni, taşra­
lı sahipleri. Kat kat kiraya veriyorlar Tosun Bey'in köşkünü. Ama alt katta
İstanbullu zengin kiracı doktor, çoluk çocuk, hanımefendi damat, gelin,
Marmara'ya karşı, bu azametli, dört köşe, kocaman evin sefasını sürmeyi
biliyorlar. Manolya ağaçlarının altında, beyaz, keten şezlonglara uzanmış­
lar. Hasır takım masaların üstünde, buğulu sürahilerde limonatalar, Sada­
kor elbise gitmiş yaşlı büyük bey, beyaz süet, bağlı iskarpin, bagetli ipek
çoraplarıyla ortalıkta dolaşıyor. Hamrolara güzel laflar yetiştiriyor, eski ha­
vuz, fıskiye kameriyelerden ve hanımefendilerden söz ediyor.
Bu parkın hemen girişindeki ahırdan bozma, limonluğa benzeyen
evi tutmuştu Abidinler."

ABi D i N DiNO 349


" Ev Adalar'a bakıyor. Bahçe denize değin uzanıyor. Ev Tosun Bey
Köşkü'nü sınırlayan büyük demir parmaklığın yakınındadır." Abidin böyle
anlahyor. ( Nazım Üstüne : s. ıs) Abidin ekliyor: "Kapımızın önünde koca
çamlarla çevrili geniş bir su parçası uzanıyordu."
Evet biz de zaten tam oraya varmak üzereyiz: Her yaz. Evet her yaz:
Ama lütfen dikkat 1948, 1949, 1950 ve 1951'de dört yaz. (Abidin'in ülkeyi
terketmek zorunda kalmasından çoookkkk sonra Abidin ve Güzin İstan­
bul'a birlikte tatil için ancak 1991, 1992 ve 1993'te üç kez dönebildiler: Bu
defa üç yaz. Ne tuhaf. Bu son üç yazın hikayesini Güzin yazıyor.)
Abidin ve Güzin orada o havuzun başında ve o ulu fkoca çarnların
hemen önünde durup bir yerde bir tür "Yaz Hahrası" fotoğrafı çektiriyor­
lar. İşte şuna bir bakalım: Abidin'in saçları uzamış, elinde sigarası, gizli bir
tebessümle objektife bakıyor. Abidin yalnız. Ama fotoğraf makinasının ar­
kasında Güzin olmalı. Belki de İlhan Arakon: O günlerin arkadaşlarından.
Abidin neredeyse tombulca. Kaç yıldır hiç böyle görmemiştik Abidin'i. Ne­
rede o Adana sıcaklarında erim erim eriyen Abidin. Nerede o bir deri bir
kemik Abidin. Anlaşıldı: Askerden döndüğünden, ameliyatından beri Gü­
zin ve Güzin'in annesi, Abidin'in de annesi, Abidin'i yedirmiş, içirmişler.
Belli. Bakılmış Abidin'e. Tombul ve çok hoş bir Abidin bu. Çünkü daha
sonraki fotoğraflarda göreceğimiz Abidin biraz daha incelmiş, biraz süzül­
müş bir Abidin'dir.
Abidin ve Güzin'in yazlık evlerine birçok arkadaş gelecek: Melih
Cevdet Anday, Vedat GünyoL Gençlik arkadaşları: Celal ve diğerleri. Akra­
baları: Rasih Nuri İleri ve eşi Bedia İleri. Ahmet Dino, her zamanki gibi yi­
ne yalnız ve biraz hüzünlü: Demek ki o kadar da yalnız sayılmamalı: Ma­
dem ki onun da hüznü var: Elde bir. Ve diğerleri.
Ve Abidin İstanbul'da Leyla Abla'yı ziyaret edecektir. Evine zaman
zaman uğrayacakhr.

l<AMELYA APARTMANINA
Yaşar Kemal romanın sürükleyici olması için Arif Dino'nun öneri­
siyle Kamelyalı Kadın'ı okur. Yine okur. Leyla Abla da bilindiği gibi Kamel­
ya Apartmanı'nda oturur: Beşinci katta. Asansör yok, sonra söylemedi di-

35 0 AN KARA-MAN KARA
yemezsınız. Nişantaşı'nda Emlak
Caddesi'ndeyiz. Bu evde o günlerde
çok pek çok insan yaşıyor. Siyah
Bacı Naile Hanım veya Nailo. Evin
demirbaşlanndan. (Fotosu var: Epey
uğraştıktan sonra Güzin bir fotosu­
nu bulabildi. s Mayıs 2oos'te.) Mat­
mazel Dupont: Rasih Nuri'nin "go­
uvernante "ı. Ona 192o'de Cenev­
re'de doğumundan sonra bakan ve
bu arada belki Fransızca özel ders
veren kişi. Evde odası var. O da evin
demirbaşlarından. (Onun da bir fo­
toğrafı var. Arkasına bir de not düş­
müş: "Souvenirs affectueux, Dupont.
İstanbul. 7 Şubat 1950." Fransızlar
böyledir işte, tarihi koymayı unut­
mazlar asla. Çünkü bilirler tarihe iz
bıraktıklarını.)
Leyla Abla'nın "evine yeme­
ğe gelenlerden veya bazen yatmaya
kalanlar"dan biri de "Dayıko"dur:
Abidin'in ve Leyla Abla'nm dayısı
Cevat Bey. Hani daha önce konuş­
muştuk: Diplomat, franç-maçon, ya­
ni mason. Güzin'in anımsattığı gibi,
kılık kıyafetiyle başlı başına bir olay:
"Pabuçlarının üstüne bir defa geyk
giyerdi. Papyon kravat takardı. Ve Abidin 1 950 yazında Çiftehavuzlar'da,
Maurice Chevalier türü şapka. Bir Tosun Bey Parkı'nda.
de hastonunu eksik etmezdi."Biraz
üstü kaval altı Şişhane havasında.
Ama olsun. Güzin ekliyor: "çok duy-

ABi D i N DiNO 35 1
gusal bir insan aynı zamanda. Romantik İtalyan şarkılar söyler ve onları
söylerken gözleri yaşarır ve geçmiş dönem aşklarını anlatırdı: 'Ah! Ben
bunları nasıl yaşadım bir bilseniz' filan derdi." (Dayıko'nun fotoğrafını bul­
duk: Haberiniz olsun!)
Leyla Abla'ya Atina'dan da misafir geliyor: Güzin'in anlatlığına gö­
re, "Atina'dan Ali Ekrem Dino'nun kızı Saffet geliyordu örneğin." Belki
başka akrabalar da: Atina'dan Adana'dan.
Saffet'in geldiğini ispatlamak isteyen bir fotoğrafımız bile var: Bu ev­
de çekilen: Saffet önde, güzelim bir halının üstüne yayılmış/oturmuş,
hoş bir tebessümle objektife bakıyor, genç bir kadın, kulaklarındaki küpeler
dehşet, saçlar bir güzel taralı, hoş bir kadın. Arkadaki divanda beş kişi var:
Evet tam beş kişi: Rasih Nuri ileri: Kravatlı ve takım elbiseli, ince bir bıyık
ve hoş bir tebbesüm. Kucağında çocuklarından biri: Ya Mehmet ya Mustafa
Suphi. Çocuğun kucağında kız bebek, gül bebek var. Ortada Naile Hanım:
Evet dede Abidin Paşa'dan bu yana Dino ailesinin tarih hazinesi: Açılma­
yan. O da sevimli bakıyor, ama biraz sağa doğru. İki elini dizlerinin üstün­
de üstüste koymuş. Sırtında hırka. Hemen yanı başında Bedia ileri: Şık bir
giysi içinde genç anne ve onun kucağında ikinci çocuk: İkisinden biri. De­
mek ki 195o'li yılların ilk yansındayız. Çocuklar henüz bebek çağındalar
madem ki. Fotoğrafa ne olur dikkatli bakar mısınız? Soldaki masanın üs­
tünde bir abajur ve onun hemen altında, gözünüzden kaçmayacaktır küçük
bir çerçevede bir fotoğraf var: Bu Abidin Paşa'nın o bildiğimiz fotoğrafıdır.
N aile Hanım burda Abidin Paşa da. Öbür tarafta camekanlı bir mobilya var:
Aynalı filan. Abidin'in resimleri nerede acaba? Belki karşıki duvarlardan bi­
rinde. Ve mutlaka başka odalarda. Fotoğrafın arkasına Güzin not düşmüş,
aynen: " Rasih ailesi ve Saffet ve Naile Hanım." Evet işte böyle.
Bu eve gelenler arasında bir de elbette Rasih Nuri ileri'nin babasın­
dan kalan aile dostları ve arkadaşları ile bizzat kendi arkadaşları var: Birka­
çı ile biraz önce tanıştık. Burada amınsatmak için Faruk Sayar ile İzak Ka­
puano'yu ( bir süre sonra Paris'te karşımıza çıkacak olan çok ünlü matema­
tikçi ve fızikçi) , Füreya Koral'ın annesi Hakiye Emin Hanım'ı (Güzin, Ha­
kiye Hanım'ın "çok güzel çantalar yaptığını" söyledi) ve ressam Fahrünisa
Zeid ile bu ailenin diğer üyelerini saymalıyım.

35 2 AN KARA· MAN KARA


Güzin, İzak Kapuano'nun, ismini anımsayamadığı, kızkardeşinin
de çok parlak, çok zeki bir insan olduğunu ekledi: "O da çok ünlüydü ve o
sıralar çok ünlü bir Alman profesörün asistanıydı."
Parisli yıllarda daha yakından tanıma olanağı bulacağımız bir genç
daha var Kamelya Apartmanı'nın "müşterileri" arasında: Ziya Şav. Onun
kız kardeşi Şamuş ve Şamuş'un eşi Besim Hıfzı da bu eve zaman zaman
gelenler arasında. Ziya Şav'ı daha önce tanıttım sanıyorum: Galatasaray Li­
sesinden Rasih'in arkadaşı, son derece sevimli ve şaka yapmayı seven bir
delikanlı. Abidin'le hayat boyu dost kalacak bir insan.
Rasih Nuri ileri'nin o günlerdeki arkadaşlarından biri de Hıfzı To­
puz'dur. Ziya Şav gibi Hıfzı Topuz da Abidin'le bu evde tanışıyor:
Hıfzı Topuz bu tanışmayı Eski Dostlar' da anlatıyor:
"Abidin'i 1952 ortalannda (bu mümkün değil. Çünkü Abidin o tarih­
te Roma' dadır. Dolayısıyla tanışmanın 1948, 1949, 1950 veya 1951'de olduğu­
nu sanıyorum. MŞG) tanıdım. Sürgünden yeni dönmüş, abiası Leyla Tey­
ze'nin apartmanma gelmişti. Yaklaşık sekiz yıl Rasih'ten Abidin'i dinlemiş­
tim. Abidin gözümüzde bir efsane adamdı. Kendisini görünce hiç yadırga­
madım. O da Rasih'ten beni duymuş olmalı ki, aramızda hemen sıcak bir ile­
tişim kuruldu. Bu, İstanbul'da Abidin'i ilk ve son görüşüm oldu." (s. 203)
Hıfzı Topuz, Abidin'le Paris'te görüşme olanağı bulacaktır. Parisli
yıllarda birbirlerini daha iyi tanıyacaklar. Dost olacaklardır.
Hıfzı Topuz, Leyla Abla'nın evine gelenlerin ismini veriyor (s.
14-15) ve bir yerde şunu ekliyor: "Bir ara Şoförler Cemiyeti başkanlığı yap­
mış olan, Londra'da ünlü modacı Rıfat Özbek'in babası İsmet Özbek evden
hiç eksik olmazdı. İsmet çok yakın arkadaşımızdı."
(Rıfat Özbek yıllar sonra üne kavuştu. 195o'lerin başında belki he­
nüz doğruarnıştı veya küçük bir çocuktu.)
Peki Leyla Abla nasıldı o günlerde? Hıfzı Topuz anımsıyor: " Ley­
la Teyze Rumcayı ve Fransızcayı ana dili gibi konuşurdu, ingilizeesi de
vardı. Uzun yıllar İsviçre'de yaşamıştı. Bol bol Fransızca roman okur, si­
nemaya giderdi. Ama gerçekçi ve sosyal içerikli yapıtlardan hoşlanmaz ve
' Hayat zaten kötü ve karanlık, ben sinemaya gönlümü eğlendirmek için
gidiyorum' derdi.

ABi D i N DiNO 353


Abidin'in ve Arif Dino'nun kardeşi, Suphi Nuri'nin eşi ve Rasih
Nuri İleri'nin annesi olmasına karşın, Leyla Teyze'nin zerre kadar solcu­
lukla ilgisi yoktu" (s. 15-16).
Hıfzı Topuz'un yapıhnda evin epeyce ayrınhlı bir betimlemesi var:
Onu da artık meraklılarına bırakıyorum. (isteyenler sayfa 15'te okuyabilir­
ler.) Sadece şu kadarını aktarıyorum: Leyla Abla'nın evi "eski Osmanlı ko­
naklarının, köşklerinin, yalılarının son örneklerinden biriydi. Mobilyalar,
yemek ve salon takımları tümüyle bahdan getirilmiş masif şeylerdi."
O yaz özgürlük rüzgarı sıcak havalarda çok iyi gidiyordu mutlaka:
Mayıs 1948'de tahliye edilen Türkiye Sosyalist Partisi lideri Esat Adil, 14
Temmuz 1948'de kararlar açıklandığında TSP'nin varlığına son verilmediği
için, partisini 20 Temmuz'dan itibaren yeniden siyaset sahnesine soktu ve
çalışmalarını 1952'ye kadar sürdürdü. Abidin'in 1939'da Balıkesir tarafların­
dayken Esat Adil ile arkadaşlık ettiğini biliyoruz. Bu arkadaşlık bir süre daha
devam etti: Esat Adil'in İmralı Cezaevinde görevli olduğu sıralarda, bir sefe­
rinde, İmralı'da kedilerin garip ve biraz yampri yümpri yürümeleri söz ko­
nusu edildiğinde, Abidin'in bana anlathğına göre, Esat Adil,''Doğal demiş,
çünkü çok balık yiyorlar."
Ancak bu dostluk maalesef uzun ömürlü olamayacak ve siyasi görüş
aynlığı sonucu Abidin'in Esat Adil ile arası bozulacak. Birazdan göreceğiz.

ARKADAŞLAR
İstanbul'da Abidin'in birçok arkadaşı bulunuyor. Biraz önce ismini
andıklarıma Bedri Rahmi'yi eklemek lazım. Sait Faik'i de. Abidin o günle­
ri anlatırken bir yerde şöyle diyor: " Dostlara kavuştuk ve Sait candan bir se­
vinçle karşıladı bizi."Ve sonra şunları ekliyor:
"Sait gündelik basında yazıyor, sabırsızlıkla beklenen hikaye kitap­
larını yayınlıyordu. Davetiere hem yetişemiyor, hem de isteksizdi. Rastladı­
ğı kimi kişilerin küçüklüklerine, alçaklıklarına sinirleniyor, küplere bindik­
çe yoruluyordu çok. Gerçi sürü ile alıhapları vardı ama arkadaşı pek az.
Ona alkol yasaklanmıştı. Yaramayan şarap mıydı, rakı mı? Ne olursa olsun
karaciğeri ağır hasta. Oysa alkolik değildi, sırf alıhaplada bir-iki kadeh atı­
yordu, o kadar. .. Çekinmeden dert yanabileceği seyrek arkadaşları arasın-

354 AN KARA· MAN KARA


daydık Güzin ve ben. Sancıyordu. Hem de pek çok. Arhk işin sonu yakla­
şıyor gibiydi ama belki Fransa'da bir ameliyatla... Durum açıktı, derhal git­
meliydi Paris'e. Razı oldu sonunda. Birkaç gün sonra Paris yolcusuyla ve­
dalaştık. Duygulandık karşılıklı. Bir hafta geçti geçmedi. Galatasaray posta­
nesi önünde Sait! Geri dönmüştü. Anlattı: 'Tek başıma bıçak alhna yatma­
yı göze alamadım, sizler orada olsaydınız belki..."' ( Yazılar: s. 257)
Yazla birlikte İstanbul'a dinlenceye gelen Ankarab arkadaşlarla bile
İstanbul'da karşılaşmak mümkün. Örneğin Oktay Rifat ile Sabiha Rifat,
Orhan Veli ile Nahit Hanım ve başkaları ...

AN KARA: YiNE
O günlerde Ankara iç siyasetteki yeni gelişmelerle çalkalanıyor:
8 Haziran 1948'de istifa eden Hasan Saka yeniden hükümeti kur­
ınakla görevlendiriliyor. ıo Haziranda işbaşı yapan İkinci Saka Hüküme­
tinde Milli Eğitim Bakanlığına Tahsin Banguoğlu getiriliyor. Reşat Şemset­
tin Sirer gitti diye çok sevinmernek lazım: Çünkü yerini alan da birçok
alanda Hasan Ali Yücel mirasından kalanları yıkmayı sürdürdü. Bu hükü­
mette daha sonra isimleri çok duyulacak olan Kasım Gülek Ulaşhrma Ha­
kanıdır. Nihat Erim ise Bayındırlık Bakanı. Bu hükümet aynı zamanda
CHP içinde İnönü'nün başlattığı "gençleştirme" girişiminin yeni bir aşa­
ması olması açısından da dikkat çekiyor.
Aynı günlerde Türkiye'nin birçok kent ve kasabasında "komünist
şebekelerin ortaya çıkarıldığı" basma yansıyor: 4 Eylül 1948 tarihli Cumhu­
riyet'ten izleyelim: "İnegöl'de komünist propagandası: Komünist propa­
gandası yapmak amacıyla duvarlara afiş asmaktan N. Gökçen ve suç ortağı
inegöl Orta Okulu son sınıf öğrencisi İ . Ekmekçi tevkif edildi. Ortada bir
şebekenin bulunduğu şüpheleri uyandı." Vay anasını!
13 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet bu konuda şunları aktarıyor: "N.
Gökçen'e beş ay hapis cezası verildi."Pes!
12 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet ise, Ocak 1948'de Isparta'da yaka­
lanan Romanya doğumlu ve Gönen Köy Enstitüsünün "komünist öğretme­
ni Görgü Kararout'un yargılanmasından sonra 8 ay 10 güne mahkum" ol­
duğunu ve "9 aydır mevkuf olduğu için serbest bırakıldığını" yazıyor.

ABi Di N D i N O 355
Bir başka örneği 12 Kasım 1948 tarihli Cumhuriyet'te buluyoruz."İz­
mit'te komünizm propagandası yapan gümrük memuru NazifTunalı yaka­
landı, suç ortaklan bulunduğu anlaşıldığından İstanbul'a götürüldü."
Komünizmle mücadelenin aldığı boyutlar bunlar.

ANKARA'DA "TERZİLER TEVKİFAT!"


16 Aralık 1946'da Türkiye'de genel bir biçimde başlatılan tutukla­
malar TKP'nin Ankara "hücrelerini" ortaya çıkaramadı. Zeki Başhmar'ın
gözaltında konuşmaması belirleyici oldu. Baştırnar 1 944 tevkifatında oldu­
ğu gibi 1946 sonunda da bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
Şefık Hüsnü Değmer'in Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi
(TS EKP) lideri olarak hapsedilmesi üzerine Baştırnar TKP'nin yeni lideri
olarak partisini yeniden örgütlernek için kollan sıvadı.
Halil Yalçınkaya (Hasan İzzettin Dinarno'nun kayınbabası. Hani
kızının Dinama ile düğününe Abidin, Güzin ve birçok dost katılmıştı) İs­
tanbul'da, Mehmet Bozışık ("Boz" Mehmet. Hani Abidin'in Medtözü sür­
gününe gönderilirken "başparmak kelepçesi" takılarak birlikte yola çıktık­
lan yoldaşı: Her iki anlamda da) İzmir'de TKP'nin yeniden örgütlenmesi­
ni üstlendiler.
Baştırnar o günlerde ve hemen sonrasında, TKP'ye pek çok üye kay­
dedilmesinde rol oynuyor."Öğrenci kadrosu DTCF ile Devlet Konservatu­
arı gibi okullardan" olmak üzere. TG D (Türkiye Gençler Derneği) bu çalış­
malarda katkıda bulunuyor. (Bu satırları o günlerde TGD üyesi ve büyük
olasılıkla TKP üyesi de olan ama 1952'de TKP üyesi olarak yakalanınca iş­
kence ve baskı üzerine "doğru yolu" bulan Aclan Sayılgan'dan aktarıyo­
rum. Türkiye'de Sol Hareketler Tarihi: s. 283-)
TKP "Ankara Vilayet Sekreterliğine önce Kemal Ergin getiriliyor.
Ancak, O daha sonra İstanbul'a alınınca, yerine TS EKP Ankara militanla­
nndan Ömer Lütfü Tuncay getiriliyor. Onunla birlikte Enver Gökçe ve Be­
kir Karayel TKP Ankara Vilayet Komitesini oluşturuyorlar. ö. L. Tuncay
özellikle terzi işçiler arasında faaliyet gösteriyor. 1 948'de, Ankara'da "Ter­
ziler Tevkifatı" olarak anılan tutuklamalara rağmen, çalışmaları belli bir
düzeyde sürdürüyor. K. Ergin, daha sonra, yeniden Vilayet Komitesi Sekre-

AN KARA· MAN KARA


terliğine getiriliyor ve bu görevde Ocak 1952'de tutuklanana kadar kalıyor.
(Sayılgan: 283, ve dönemin savcısı Kazım Alöç'ün Yeni Gazete'deki dizi ya­
zısından: 17 ve 19 Mayıs 1967 tarihli Yeni Gazete'de.)
TKP, 19 Aralık 1948'de Bulgaristan Komünist Partisinin 5· Genel
Kongresi'ne gönderdiği telgrafta şunları dile getiriyor: " Türk irtica hükü­
metinin ve mürted Türk basınının bütün baskı ve tezvirahna (yalan dolan­
larına) rağmen Türk Komünistleri faaliyetlerine devam etmektedirler"
(Cumhuriyet, 20 Aralık 1948).
Bu telgrafın o günlerde İstanbul gazetelerinden birinde hemen ya­
yınlanması oldukça manidar: Bunu aynı zamanda o günlerin isterik bir ha­
va içinde yaşanan ve yaşahlan "komünizmle mücadele" bağlamında değer­
lendirmek gerekiyor.
TKP'nin Ankara'da çalışmaları daha çok öğrenci ve aydınlara yöne­
lik biçimde gelişiyor. işçilerle ilişki "terzi işçilerle" sınırlı kalıyor.
Şurası önemli sanıyorum: TKP'nin yeniden örgütlenmesini ülke
düzeyinde üstlenen Zeki Baştırnar Ankara'da yaşıyor ve Abidin'i çok iyi ta­
nıyor. Güzin Dino,"Zeki Baştımar'ı tanırdık Bizim eve gelip giderdi." di­
yor. Daha önce TGD üyesi olan ve 1949'da feshine tek karşı oyu kullanan
Ahmet AriPin de Abidiniere gidip geldiğini biliyoruz: DTCF'de Güzin'in
öğrencisidir. DTCF'nin öğrencisi ve "Denizciler Caddesi'nin çıkardığı en
ünlü şair Enver Gökçe de öyle: O da Abidin ve Güzin'in tanıdığı gençler­
den biridir. Ve o günlerde Abidin'in Ankara'daki arkadaş, dost ve tanıdık
çevrelerinden birini de bu isimler oluşturuyor. Dolayısıyla o yıllarda Abi­
din'in Ankara'da TKP ile ilişkisini sürdürdüğü sonucunu çıkarabilir miyiz?
Ne dersiniz?

NAzlM HiKMET HA.ı.A HAPİS


TKP denilince ilk akla gelen isim elbette Nazım Hikmet'tir. Abi­
din'in kadim dostu. Abidin Nazım'ın o günlerine ilişkin kimi anılarını ak­
tarıyor: "Dolaylı olarak sürdürdüğümüz haberleşmeler, daha 1948'de, sağ­
lık durumunun ve sinirlerinin, tutukluluğa uzun süre dayanamayacağı işa­
retini veriyordu bana. Daha o tarihte bir açlık grevi söz konusu olmuş,
1938'den yakın doshım olan Tristan Tzara'ya 1948'de bir mektup yazarak,

Aei o i N D i N o 3 57
şairi hapishanelerden kurtarmak için -açlık grevi ile ilişkili- bir kampan­
yanın mümkün olup olmayacağını sormuştum."
Evet Nazım Hikmet artık özgürlüğüne kavuşmak istiyordu. Usan­
mıştı olmayan suçlardan çektiği bu akıl almaz eziyetten. Bıçak kemiğe da­
yanır denir ya aynen öyle bir durum. Korkunç bir durum.
Nazım Hikmet'i o günlerde hayata sımsıkı sarılmaya iten iki önem­
li etken daha giriyor denkleme: Birincisi hükümetin af kanunu çıkarması
olasılığı. İkincisi dayısının kızı Münewer Andaç-Berk'in mektupları. (Bu
konuyu Saime Göksu ve eşi Edward Timms'in Romantik Komünist isimli
çalışmasından izlemek olası: 2. 244 vd.)
Münewer'i iki satırla tanıtmamız gerekiyor: 12 Şubat 1917'de Sof­
ya'da dünyaya gelen Münewer'in babası Mustafa annesi Fransız Gabrielle
Taron'dur. Babası Mustafa, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'ın küçük
kardeşidir. Ve 19ı7'de Sofya'da büyükelçilikte görev yapıyor. O günlerde bir­
likte görev yaptığı Mustafa Kemal'in yakın arkadaşıdır. Baba Mustafa genç
yaşta vefat ediyor. Ve Soyadı Kanunu çıkınca aileye Andaç soyadını Mustafa
Kemal Atatürk öneriyor. Gabrielle Hanım eşinin vefatından sonra kızlan
Leyla ve Münewer ile Paris'e taşınıyor. İki kızı da Paris'te büyüyor ve Fran­
sızca öğreniyor. 1926'da Gabrielle Hanım vefat edince, Münewer İtalya'da
bir yatılı okula gönderiliyor. 1934'te Marsilya'da da eğitimini tamamlıyor.
1935'te Münewer, abiası Leyla ile birlikte İstanbul'a dönüyor. Bir yandan Hu­
kuk Fakültesinde yükseköğrenimini yaparken Fransızca öğretmenliğiyle ha­
yatını kazanıyor. 1 935'te Nazım Hikmet'le tanışıyor.
Münewer'in Saime Göksu'ya anlattığına göre,''Nazım tutuklanana
kadar süren, üç yıllık oldukça çalkantılı bir ilişki yaşıyorlar. Nazım o yıllarda
evli olduğu için 'işleri zordu'. Nazım hapishaneye düştükten yedi yıl sonra,
1945'te, Münewer İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde öğretim üyesi ve
ressam ve Abidin'in D Grubundan arkadaşı ve dostu, Nurullah Berk ile evle­
niyor. Ertesi yıl Rennan ismini verdikleri bir kızlan dünyaya geliyor.
1948'de Münewer, Nazım ile mektup göndererek yeniden ilişki
kurduğunda ikisi de evlidir. Münewer'in bir kızı vardır. Ve otuz bir yaşın­
dadır: Yaşam muhasebesinin yapıldığı sıkı dönemlerden birincisinin ba­
şında. Nazım ise 48'indedir. Ve on iki yıla yakındır hapis.

AN KARA-MAN KARA
Münevver I948 Ekim başında Nazım'ı ziyarete gidiyor: Yanında
kuzini Ayşe Molcan-Baştımar (Zeki Baştımar'ın kardeşi Dündar Baştırnar
ile evlidir) ve arkadaşı romancı Peride Celal.
Saime Göksu ve eşi yukarıda andığım yapıtlarında şöyle yazıyorlar:
"Münevver'in Nazım'a beslediği küllenmiş duygular yeniden canlanırken,
Nazım da kendi payına bu özgür kadından büyülenmişti."
Nasıl büyülenmesin? Abidin'in yazdığı gibi "dünya güzeli Münev­
ver" karşısında. Yıldız Sertel onu I95o'de tanıyor, Sertel'in tanımlaması da
öyle: "Kibirli, vakur ve çok güzeldi Münevver." Daha ne eklemeli? Kültürlü
olması, birçok ülkeyi avucunun içi gibi bilmesi, daha o yaşta, ağırbaşlı ve
temkinli tavrı ve davranışı, birçok dili biliyor olması. Aman az daha unutu­
yordum: Kumral ve yeşil gözlerini. Gel de dayan bakalım! Nazım aşkların
en derinlerinden birine düşüyor anında. Aşkı elbette şiirine de vuruyor:
Tutku, arzu ve umut dolu şiirler artık sökün edebilirler yoldaş. Nazım he­
men oturuyor ve Ekim I948'de "Güz" başlıklı şiirini yazıyor: Aşka ve yaşlı
aşıklara imgeler dolu. (Şiir, Romantik Komünist'te, s. 246'da.)
Evet Ekim I948'den itibaren Nazım Hikmet'in hayatında ve çevre­
sindeki yoldaşlarının ağzında "dayı kızı Münevver" var artık. Ve bir süre
sonra Nazım Piraye'den ayrılmaya girişecektir.
Güzin şöyle yazıyor örneğin: "N azım'ın Münevver'le sevişınesi aylar­
dır tartışma konusu sol çevrelerde. Nazım'ın yakın dostlan arasında bile, bu
kadar yıl sonra Piraye'den ayrılması yadırganıyor. Güzin ise Nazım'ı savunu­
yor. Zaten bu olayı, Nazım'ın birini bırakıp bırakmaması olarak görmüyor,
bir yaşam, mutluluk hakkı, özlemi filan gibi bir duyguyla savunuyor."
Nazım özgürlüğüne kavuşunca Güzin'le ilk karşılaştıklarında ona,
bu işte kendisini savunduğu için teşekkür etmeyi ihmal etmeyecek.
Nazım Münevver'e aşıktır. Münevver de Nazım'a. Bunun adı sevda­
dır ve söylenecek söz bırakmaz ağızda. Akan sular durur: Seyreder aşıkla­
rı: Köprüden geçen gelinleri.

I OCAK I949: YAPRAK ÇlKlYOR


I Ocak I949'da Orhan Veli'nin A'dan Z'ye kadar her şeyi ile uğraş­
tığı ve onun ismiyle birlikte anılan Yaprak dergisi yayınlanmaya başladı.

ABi D i N DiNO 359


Mahmut Dikerdem'in parasal desteğiyle, Orhan Veli yönetimi ve Sabahat­
tin Eyüboğlu gözetiminde Ankara'da on beş günlük olarak çıkan dergi yurt
çapında büyük ilgi gördü." Bu ilgi o dönem edebiyatımızın canlı bir tanığı
olmasından kaynaklanıyordu. (Bu satırları Vedat Günyol yazıyor: "Cumhu­
riyet sonrası sanat ve edebiyat dergileri," Türkiye'de Dergiler Ansiklopediler,
(1849-1984), Gelişim Yayınları, İstanbul, 1984, s. 102.)
Mahmut Dikerdem dergide M. Fırtınalı imzasıyla yazıyor. Orhan
Veli ve Sabahattin Eyüboğlu yanında yazarları arasında şu isimler dikkat
çekiyor: Abidin Dino, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik, Cahit Külebi, Orhan
Kemal, Necati Cumalı, Başaran (Mehmet?), Sabahattin Kudret Aksal, Me­
lih Cevdet Anday, Oktay Rifat vb. (Vedat Günyol'dan aktarıyorum.)
Yaprak, CHP iktidarına taraftar değildi. Kimi kaynaklara bakılırsa
Yaprak TKP'nin yayın organlarından biri (?): Yakıştırma. Nitekim daha
önce yazdım TKP'ye yakın olan veya sadece solcu bilim kadın ve adamla­
rı, sanatçı ve yazarlar, Orhan Veli başta benzeri şairleri "sağcılıkla" suç­
luyorlar. Dahası dergi, yeri gelince göreceğimiz gibi, Orhan Veli'nin ve
sadece onun ve birkaç yakın arkadaşının özverisine, koşturmasına, uğra­
şma dayanıyor. Ama çok doğal olarak demokrasi, İnsan Hakları ve dü­
şünce özgürlüğü alanlarında olumlu yayınlar yapıyor. Sanat ve edebiyata
geniş yer veriyor. Ve bilhassa 1950 başından itibaren Nazım Hikmet'in
özgürlüğüne kavuşması için başlatılan kampanyaya kendi olanakları
içinde katılıyor.
Dergi 15 Haziran 195o'deki son sayısına kadar 28 sayı çıktı. Orhan
Veli'nin ölümünden sonra arkadaşları, dostları, sevenleri tarafından onun
anısını anmak üzere ! Şubat 195ı'de Son Yaprak adıyla bir sayı daha yayınlan­
dı. Meziyet Bölükbaşı'nın yazı işleri müdürlüğünü üstlendiği bu sayı Orhan
Veli için yazılan makalelerden oluşuyor ve Yaprak'ın 29. Sayısı olarak kabul
edilir. (ı Ocak 1989'da yayına başlayan Yeni Yaprak hem Orhan Veli'yi hem
Yaprak' ı anmak için Ramazan Üren ve arkadaşlannın sevimli bir girişimi ola­
rak edebiyat tarihinde yerini aldı. Bu başka bir hikayenin konusudur artık.)
Yaprak'ın tanıtımı şöyledir: "Her ayın biriyle on beşinde çıkar, fikir,
sanat gazetesi. Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden: Orhan Veli Kanık.
"Adresi mi? İşte: "P. K. 179 Ankara."

AN KARA-MAN KARA
Sabahattin Eyüboğlu, derginin ilk sayısındaki "Alışveriş" başlıklı şi­
irimsi makalesinde veya makale şiirinde bakın ne güzel şeyler yazıyor:
"Gül verir yonca alınzjBülbül verir serçe alırız/Edebiyat verir yalın
söz alırızJŞarkı verir türkü alırız/ Tek ses verir çok ses alırız/Halı verir ki­
lim alınzJKara tahta verir hayat alırızJDiploma verir değer alırız/Lisan ve­
rir dil alırızfTesbih verir pergel alırız. JHacıyağı verir zeytinyağı alırız/Me­
ta verir fizik alırız/Turan verir memleket alırız/Heınşeri verir yurttaş alı­
rız/Salon verir sokak alırızfHazırlop verir alınteri alırız/Canan verir dost
alırız/Gözyaşı verir ümit alırız."
Bu satırlar aynı zamanda derginin amacını belirtiyordu ilk sayısında.
O sayıda Sabahattin Eyüboğlu " Üç yol," M. Fırtınalı "İleri-geri,"
Erol Güney "Tarihin hızlanışı ve edebiyat," Jean Cocteau'dan çevrilen "Si­
nema yazıları," Orhan Kemal'in "istasyonda" isimli öyküsü, Oktay Rifat'ın
"Kervan" şiirlerine yer veriliyor.
Dergi dönemin genç şair ve yazarlarının bütün yayın işlerini birlikte
gerçekleştirdikleri, hem Eyüboğlu'nun hem Abidin'in mecnunu olduklan
imece yöntemiyle yaratılan bir dergi olmasıyla ilgi çekiyor, sempati topluyor.
Abidin Dino derginin yayınma katılıyor, yardımcı oluyor. Abidin
dergide beş yazı yayınlıyor:
"Yaprak yazariarına mekhıp," 15 Haziran 1949. (Metin, Yazılar'da
s. 320-322.)
"Yaprak yazariarına ikinci mektup," 15 Aralık 1949. (A.g.k.: s. 323-324.)
"Halk türküsü aldı yürüdü," 15 Mart 195o'de. (A. g. k.: s. 325-327)
"Balaban üzerine," 15 Nisan 195o'de. (A. g. k.: s. 328-329.)
"Sanatta kaytarma," 15 Mayıs 195o'de. (A. g. k.: s. 330-331.)
Nusret Hızır, felsefi kavrarnlara açıklık kazandıran notlar yayınlaya­
rak son derece önemli bir işin üstesinden geliyor.
Erol Güney, eşi Dora Güney'in Orhan Veli'ye Yaprak günlerinde na­
sıl yardımcı olduğunu anlatıyor: Dora Orhan Veli'ye "Çok yardım etti. Der­
ginin çok az olan parasının veznedarıydı. Bazen bizim evde hazırlanırdı
Yaprak. Dora ile Orhan'ın ilişkileri gittikçe daha yakınlaştı. (Baldızım Bel­
la'nın da öyle. Orhan'ın onu çekici bulduğunu biliyoruz.)" (A. g. k., s. 200.)
Erol Güney Yaprak'ın ilk günlerini şöyle anımsıyor: (s. 169):

ABi D i N D i N O
"1949 yılında Yaprak'ı bu kadar kuvvetle çıkarma isteği, Tercüme
dergisindeki ortamı yeniden yaratmak isteğiydi, sevdiği insanlarla, sevdiği
bir iş için. Tabii ki şartlar başkaydı. Yaprak'tan gelen parayla yaşamasına
imkan yoktu, hatta tam tersi, mali bakımdan bir yüktü. Bazı özel eşyaları­
nı, kendisine verilen hediyeleri satmak zorunda kalırdı.
Orhan'ın Yaprak'taki nesir yazıları, onun entelektüel bakımdan ol­
gunlaştığını gösteriyordu. Sola gidiyordu. Bunda Mahmut Dikerdem'in de
etkisi vardı. Onun yalnız bir şair değil, iyi bir düşünür ve iyi bir yazar oldu­
ğu da belli olmuştu."
O günlerde Orhan Veli'nin "yörüngesinde dolaşan" gençler de
vardı. S B F 'de Mübin Orhon gibi. Halim Şefık Güzelson gibi. Orhan Su­
da gibi.
Orhan Suda, Erol Güney ile can ciğer arkadaştır. Daha önce yaz­
dım. Hem TKP'lidir o günlerde. Hem de arkadaşlık ve dostluk olsun diye
derginin her türlü işinde yardımcı olmaya can atan bir gençtir: Kitabında
aynen şunları yazıyor: " .. .ilk susuz rakıyı Orhan Veli'nin elinden içmiştim,
Nahit Hanım'ın evinde Yaprak 'ı paketliyorduk. 'İç bunu adaşım' dedi. Bir
dikişte yuvarladım. Boğazım ve midem yanıyordu. Ardından bir tek ma­
rul yaprağı verdi. 'Ye bunu iyi gelir' dedi. Sonra da ekledi: ' Rakı benim ben­
zinimdir, içmezsem motorum çalışmaz"' (s. 324).
Orhan Veli'nin ve belki Nihat Hanım'ın da akrabası olan Mübin
Orhon ile Abidin Paris yıllarında çok iyi dost olacaktır.
Cüneyt Arcayürek, Orhan Veli'ye ayırdığı birkaç sayfada bir yerde
şunları belirtiyor: '" Yaprak' adlı, küçük, tek yapraklık bir dergiyi yayımla­
maya başladı. Bir sanat-edebiyat dergisi olan Yaprak'ın yazı işleri müdürü,
teknik sekreteri, düzeltmeni, dağıtıcısı tek kişiydi: Orhan Veli.
Dergiyi hazırlar, dağıtır, günü gelince, dağıtımolardan parayı da
bizzat toplardı." (Cüneyt Arcayürek: Açıklıyor - 2: Yeni İktidar Yeni Dönem,
1951-1954, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983, s. 35.)
Abidin, Yaprak deneyimini 198ı'de yayınladığı bir makalede anlatı­
yor: '" Yaprak'ı çevirirken" başlıklı yazısında, Abidin, önce Orhan Veli'nin
son derece çarpıcı bir tanımını veriyor. Sonra Yaprak'ı ve çok bozuk olan
mali durumunu ve Orhan Veli'nin bulduğu "çare"yi:

AN KARA-MAN KARA
"Belki garipsenir bu sözüm, bence Orhan Veli Türk şiirinin 'meç­
hul askeri'.
Ne şiiri - bildiğim kadarı ile - bir araştırma konusu olmuş, dizele­
rinin iç yapısına iyice ışık tutulmuş, ne de kişiliğinin gerçekten yiğit niteli­
ğine değinilmiştir.
Dünyayı umursamaz haşan çocuk görüntüsü, perdesi altında Or­
han Veli, şiir ve kültür konularında olduğu kadar toplum sorunlarında da
ilkelere, tutarlı görüşlere bağlı kaldığını sonuna dek kanıtlayacaktı.
1939 sonlarından başlayarak - şiirsel bir tür içinde - şakanın ciddi­
yetini yapacaktı. Başka bir kahramanlık örneği oluşturulmuştu. Pek anla­
şılınadı o gün bugün. 1949'da, yani tanıştığımızdan ıo yıl sonra, düşünce
alanında kavga büsbütün kızışmıştı. 'Yaprak' dergisinin 'sahibi ve yazı iş­
lerini fiilen idare eden' kişi olarak ortaya çıkmıştı Orhan, bir meydan oku­
yuştu ve böyle algılandı Ankara'da.

Geriye dönük bir yarışma başlamıştı partiler arası ve işte bu yüz­


dendir ki 1949'da, halktan yana bir demokrasiyi geliştirmenin ilkelerini
savunacak kişiler elbette iki ateş arasında kalacak, ağır kayıplar verecekti.
'Yaprak,' bunca güçlü bir siyasal geritepiş karşısında ne kadar dayanabi­
lirdi? Orhan'la arkadaşlarının urourunda değildi. Söylenınesi gereken söz
söylenecekti. Ankara Sirkinde ün'ün sert projektörleri -bu genç, incecik,
upuzun- ip cambazının üstünde dolaşıyordu; bir ayak sürçmesi Orhan
Veli'nin düşüp, paramparça olması için yeterliydi. Hani koruyucu bir ağ
da yoktu altında ve bu düşüşü bekleyenler pek çoktu düşmanları ve kimi
"dostları" arasında. Orhan bütün bunları biliyordu. 'Yaprak' çıkıyor, çıkı­
yordu ya, sık boğaz da ediliyordu. Alışılmış yöntem, sicimi bile çözülme­
miş, açılmamış iade paketleri yığılıyordu Orhan'ın önüne, Orhan bayiden
bayiye koşuyordu Ulus'la, Bakanlıklar arasında.
Kayseri dönüşü Ankara'da uzun süre yatalak kalmam, Orhan'la iki­
de birde görüşmeme engel olmuyordu. ( ... )
Hasta olduğum için beni kolluyordu ya Orhan, aslında 'Yaprak'
benden çok daha hastaydı. 'Yaprak' 'savunma hattının" bile daha uzun da­
yanamayacağını söylüyor, apaçık görüyordu durumu.

ABi D i N D i N O
Nihayet bir gün, pencereden girmişti ya, bozuk çalıyordu bes bel­
li. Yüzü bir karış, upuzun, bembeyaz. Dilinin altında bir şeyler vardı
besbelli, bir süre şişe açma aleti gibi kıvrılıp kalmış, sonunda baklayı
ağzından çıkarmıştı: Ona hediye ettiğim resimler vardı ya, onları sata­
bilir miyim? ' S on sayıyı çıkarabilmek için başka çare kalmadı' demişti,
boğuk bir sesle ve müthiş utanarak ... Ne demekti, daha kaç tane resim
istiyorsa vermeye hazırdım, yeter ki alıcısı bulunsun! Biraz neşelendi
ama, alt tarafı 'Yaprak' dergisinin cenazesine çelenk hazırlıyorduk. Şa­
ka maka.
Orhan son sayıyı, ilk sayıyı çıkardığı gibi tertemiz çıkardı.
Hani Pertev'in şarkısı gibi: 'Ölü yapraklar kürek kürek toplanır .. .'
sicimli 'iadeler' kürek kürek atılmıştı bir kenara, 'Yaprak' faslı bitmişti. Kı­
lık kıyafetine toz kondurmayan Orhan Veli, biraz derbederleşiyordu son
zamanlarda. Para sıkıntısı ve işsizlik bastırıyordu besbelli, paltosuzdu, in­
cecik bir yağmurlukla dolaşıyordu kış kıyamette. Oysa karşısında sımsıkı
kapalı duran değirmen kapıları bir tek vazgeçme sözü ile yeniden açılabi­
lirdi. Böylesi öğütçüler eksik değildi şairin etrafında. Boşuna zahmet, ne şi­
irden ne de görüşlerinden vazgeçecek adamdı.
Orhan'ın gözünde 'Yaprak,' bir kuşağın kimlik belgesiydi, ona toz
kondurmayacakh."
Yaprak mali ve başka sorunlarla cebelleşirken İstanbul liselerinde­
ki kimi edebiyat meraklısı gençlerin örnek aldığı bir dergi niteliğini de ka­
zanıyor: 1 95o'li yılların başında, Kabataş Lisesinde yatılı öğrenci olarak
okuyan Hasan Pulur anlatıyor: '"Dönüm' adında bir dergi çıkaracağız, ta­
bii Behçet Necatigil'in 'yüksek himayelerinde' ... (Necatigil o sıralarda Lise­
de edebiyat öğretmenidir) . Behçet Hoca'nın himayesinde çıkacak, sanat ve
kültür dergisi olacak. Okul maçlarına dergide yer yok:
Örnek, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat'ın çıkardıkla­
rı 'Yaprak' dergisi. Önlü arkalı bir yaprak, bizim ' Dönüm' de öyle ...
Behçet Necatigil ve birkaç arkadaş yazıları, şiirleri topluyor, seçiyor,
girecekleri saptıyor. Sonra bize izin kağıdı, doğru Cağaloğlu'na, şair Özde­
mir Asafın ' Sanat' Matbaası'na .. .'' (Hasan Pulur: "Behçet Necatigil'in şiir
mirası...,'' Milliyet, 27 Nisan 2005.)

AN KARA-MAN KARA
RESİM SERGİLERİ
2 Ocak 1949'da Ankara Halkevi Salonunda açılan Onuncu Devlet
Resim ve Heykel Sergisi 2 Şubata kadar sürdü. Abidin'in bu sergiyi gezdi­
ğini biliyoruz. Sergide Elif Naci gibi ressam arkadaşlanndan birçoğunun ya­
pıtları bulunuyor. Onları görmek ve resim sanatında son yapılanlar hakkm­
da bilgi sahibi olmak için. Nitekim Abidin, Yaprak'ta resim üzerine makale­
ler yazılması üzerine kaleme sanlıyor ve düşündüklerini kağıda döküyor:
Önce '"Yaprak' yazarianna mektup" başlıklı yazısında. Bu yazı derginin ıs
Haziran 1949 tarihli 12. sayısında yayınlandı (s. ı'de) . Aynen aktarıyorum:
'"Yaprak' yazarlarının dobra dobra konuşmasına uyarak, düşün­
düklerimi söylemek istiyorum. Bence resimden hem az bahsediyorsunuz,
hem de yazdıklarmız açık değil. Yazı sanatı üzerine yazdıklarımza aklım
eriyor. Yazar diyorsunuz, toplumun içinde ve toplumun içinden geleni ya­
zacak, doğru söyleyecek, ustaca söyleyecek, ustalıkla doğruluk denkleştiği
ölçüde eser yücelecek. Resim için de bu böyle değil mi? İşin inceliğine kaç­
madan önce bunu söylemek, tekrarlamak lazım. Resim sanatı bizde bir sı­
kıntı geçiriyor. Resim sanatı bir duraklama, bir hocalama içindedir. Bana
öyle geliyor ki Türk resmi - "Yaprak"çılann sözüyle - sorumluluğunu yük­
lenmiyor. Bu tek bir okula mahsus değil, eskiler de yeniler de öyle. Hiçbi­
rimiz bu sıkıntıdan kurtulmuş değiliz. Bunun böyle olduğunu sayılada
göstereyim mi? Geçen kış gördüğümüz Devlet Resim Sergisinde şu çeşit­
ler vardı: 232 görünüş (paysage) , 6o cansız şey (nature morte), 30 boy res­
mi (fıgure), 24 benzerlik (portraid) , 14 istif (composition). Bundan başka
çeşidini seçemediğim birkaç resim daha ... Gelelim bunların cinsine: 232
görünüşün 2oo'e yakını İstanbul, hem de çoğu Adalar ve Boğaziçi. (Ne­
dense tıpkı doktorlar gibi İstanbul'a pek düşkünüz.) 2oo'den arta kalanlar
kasabadan öteye gidemiyor.
232 görünüşü bırakıp da 6o cansız şeye dönünce, görüyoruz ki res­
samlar vazolara, çiçeklere, meyvalara pek tutkun. Sanki ortalık gül gülistan.
Katıktan, postaldan, testiden haber yok, bunlara tenezzül eden yok. (Bir de
Van Gogh'un iğri büğrü iskemiesini düşünüyorum ... ) Bir zamanlar şiirde
hor görülen sözler vardı ya, resimde de bugüne dek hor görülen biçimler
var anlaşılan. Boy resimleri ve yüz benzerlikleri derseniz, onlar da gelirli

ABi D i N D i N O
şehirlilere mahsus. Çalışan halktan, gençlikten söz açan yok. Sergilerde
Anadolu halkını aramayın, bulamazsınız. Hele göçten, ırgatlıktan, tarla­
dan, çabadan, dertten ses seda yok. Ya 232 görünüşe karşılık 14 istif? İşte
asıl yaya kaldığımız çeşit budur. Nasıl öyle olmasın ki, geniş istiflerde bü­
tün çeşitler birleşir. Çeşitlerin hiçbirinde kıvamı bulamadıktan kelli bu çe­
şitlerin toplamından bir hayır mı beklersiniz? Eski mi, yeni mi? Tabiat mı,
düşünce mi? Fotoğraf mı, nakış mı? Güzel mi, çirkin mi? Picasso'mu, Ing­
res mi? Kafamızda düğümlenen bütün düşünceler bir yana, yukarda belirt­
tiğim sayılar şunu gösteriyor ki, manzaracıklar uğruna memleketimize yüz
çevirmişiz. Eskiler de öyle yeniler de. Ne klasiğin lafı, ne modemin güzafı
bu gerçeği saklayamaz.
Siz değil ya, belki başkalan şöyle diyeceklerdir: "Bu adam sanattan mı
bahsediyor, istatistikten mi? istatistik memuru mu ne?" Evet, istatistik me­
muru gibi konuşuyorum, diyorum ki, ressam, gözüyle, duygusuyla, kafasıy­
la içinde yaşadığı toplumun doğru bir ortalamasını verebilmeli. Memleketten
kıtlık haberleri gelirken şeftali, zerdali resimleri yapmıya aklım ermiyor.
Aslına bakarsanız biz yeniler, eskilerden ancak şekilde ayrıldık Öz­
de ise eski tas eski hamam. Tanzimat'tan bu yana kendi kendimizi aldattı­
ğımız yeter. Yeniliği özde bulmadıkça bütün çabamız boş. Özde yenilik ol­
madıkça şekil yeniliği nemize gerek. Daha ötelere gitmeden soruyorum,
şunda beraber miyiz: Resim sanatında ağır bir sıkıntı var ve bu, özde bir
düzensizliğin işareti. Ne dersiniz? Selam."
Abidin, resim konusundaki düşüncelerini, ikinci bir makalesinde
daha başka boyutlarıyla aktarıyor."'Yaprak' yazariarına ikinci mektup" baş­
lıklı ve derginin ıs Aralık 1949 tarihli r6. sayısında yayınlanan makaleyi ay­
nen alıyorum:
"Geçenlerde, size bir mektup gönderip resim sanatına yüz verme­
yişinizden şikayet ehniştim. Sizden, resimden, biz ressamlardan da öyle.
Resim sanatı çıkınaza girdi, gerçekten koptu, durakladı diyordum. Sanat
mevsiminin başından beri gördüğüm birkaç sergi -ne yazık ki- yanılma­
dığıını gösteriyor. Gerçekçi sanattan yana taraf tutma kararı ile bundan bir­
kaç yıl önce bir araya gelen 'Yeniler'in sergisi - başlangıçtaki ilkelerine bağ­
lılık bakımından gerilemiş durumdadır. Sergideki resimler kötü mü? Her-

AN KARA· MAN KARA


hangi bir sergide olduğu kadar iyi. Ne yapalım ki, ressamların teker teker
ustalığı, tutulan yolun verimsizliğini örtbas edemez. 'Yeniler'in topluluk
olarak, ilkelerden yana kendilerini toparlamaları, gerçekçi ve halkçı bir sa­
nat uğruna yeniden çalışmaları lazım bence.
Bocalamalar bize mahsus değil; iki yıldır Fransa'da aynı çekişmeler
var. Orada da gerçekçi bir resim sanatının kavgası yapılıyor. Yeniliği biçim­
de arayanlada özde arayanlar arasında keskin bir ayrılık beliriyor. ( Malum
nakarat: Özsüz biçim yoktur, biçimle öz birbirinden ayrılamaz vs. evet ama
kimi zaman biri, kimi zaman öteki üste çıkar; bunları bu ikizleri denk ge­
tirmek şaheseriere mahsus.) Konu aldanınaya elverişli. Bakıyorsunuz kar­
şınızda yeni gözüken bir biçim aslında hiçbir gerçek yenilik taşımıyor. Öte
yandan da yepyeni bir öz var: ama olgun bir biçime erişememiş. Bizde de,
yabancı ülkelerde de kıyamet hep bundan kopuyor.
Fransa'da Fougeron adında bir ressam var, bilirsiniz, iki yıldır ger­
çekçi resimler yapmaya çalışıyor. Ne yalan söyleyeyim, yaptıklarını beğen­
miyorum. Beğenmiyorum ama doğru yolda, verimli yolda, çıkar yolda ol­
duğunu da biliyorum; varsın bocalasın. Bir Fransız işçisi veya köylüsü bu
çeşit bir resmin karşısına geçince ne idüğü belirsiz bir nesne ile karşılaş­
mayacak Resmin konusu ona faydalı şeyler düşündürecek Aniayacak ki
hayat hiç de küçümsenecek bir şey değil. Aniayacak ki - o müzelere konan
çerçeveli resimler var ya- onlar da kendisinden yana. Bilecek ki sanat de­
nen şey öğrenilmeye değer ve kendisi içindir. Varsın başlangıçta resim o
kadar da başarılı olmasın. Zararı yok, telaşlanmayın gelecek sefere Fourge­
ron daha iyisini yapacak. Ben buna sanatta demokrasi diyorum, ne dersi­
niz? Bize gelince; öylesine güzel resim yapmak sevdasındayız ki, felaket...
Hani güç işe pek gelemiyoruz içimizden ne geliyorsa o. İstiyoruz ki, resim
şerbet içmek gibi bir şey olsun. Vurup kafayı çalışamıyoruz; kolayına kaçı­
yoruz işin. Duvarcı ise oturuyor, bir duvar çekmek için taşları teker teker
seçiyor, rengini, biçimini beğeniyor, harcını hazırlıyor; günlerce alın teri
döküp bir duvar yapıyor; ama ne duvar! İşte öylesine resim yapmalı ... ( Bu
sitemler, bu öğütler kendime ... )
İşte böyle bir ressam, duvar ressamlarından biri öldü geçenlerde.
Ölümüne bizde aldırış eden olmadı. İsmi Orozco (Orozko denecek), Jose-

ABi D i N D i N O
Clemente Orozco. Meksikalıydı. Büyük adamdı. Büyüklüğü şurada ki, üşen­
meden, usanmadan, memleketinin duvarlarını halkın resimleriyle donath.
Meksika'nın köylüsüne, işçisine, açık, anlaşılır şeyler söyledi. Ona çektikle·
rini idrak ettirdi, yol gösterdi. Yeryüzünden büyük bir ressam, gerçekçi bir
ressam eksildL Orozco'nun ölümü ile gerçekçiler bir öncü kaybettiler. Dü­
şünüyorum: Meksika sanatıyla ilgimiz neden bu kadar az?
Duvar resmi babında bizde de yeni davranışlar var. Belki de gazete­
lerde resimlerini gördüğümüz Radyoevinin duvarlarını şenlendirmek için
bir yarışma açılmış. Birinci: Zeki Faik İzer. İkinci: Nurullah Berk-Sabri Fet­
tah Berkel ( Beraber çalışmışlar) . Ellerine sağlık, emek harcamışlar, asılla­
rını görmek isterdim.
Sözü uzathm, ressam G. Braque'ın bir sözünü hatırlatıp mektubu­
mu bitireyim: 'Bir nehri yatağından çıkarabilirsiniz; gelgelelim nehri tersi­
ne çeviremezsiniz. Gerçekçi sanatı da.'
Selam."

OcAK 1949: S iYASET


Ocak 1949'da dönemin ünlü şairlerinden ve bir süre önce CHP lis­
tesinden milletvekili seçilen Behçet Kemal Çağlar, partisinin yöneticilerini
"gün geçtikçe altı oktan uzaklaştıkları" için suçlayarak CHP'den istifa etti.
Birkaç ay sonra Ahmet Emin Yalınan'ın yardım ve desteğiyle Şadınıan der­
gisini çıkaracak.
CHP istifanın yarathğı tepkileri önlemek, yatıştırmak amacıyla yur­
dun çeşitli bölgelerine parti müfettişleri ve propaganda görevlileri gönder­
di. Bunlardan biri adını daha önce birkaç kez andığımız Sinop milletvekili
Cevdet Kerim İncedayı'ydı. Ama Aydın Halkevinde öyle bir konuşma yap­
tı ki o konuşmasıyla CHP'ye tepkilerin daha da artmasına yol açtı. İnceda­
yı Doğu Anadolu bölgesinde yaşayanların, yani Kürtlerin, büyük çoğunlu­
ğunun okur yazar olmadığını ileri sürerek aynen şöyle konuştu. "Ben bu
bölgelere gittiğimde, birtakım kimselerle öğrencilerin tercümanlık yapma­
sı sayesinde konuşabildim. Onları şimdi serbest bırakırsak oylarını ya Has­
so'ya ya Memo'ya verirler. Büyük Millet Meclisi'ne Hassoların Memoların
dalınasına sizin vicdanınız razı olur mu?"

AN KARA-MAN KARA
Burada birçok mantık ve bilgi hatası var:
Bir: Anlaşılan söz konusu vatandaşların derdi okur yazarlık değil.
Veya sadece o değil. Konuştukları dili İncedayı'nın anlamamasıdır. Aman
bunlar Kürt olmasınlar? Fesüpanallah! Konuştukları dil Kürtçe mi acaba?
İki: O yıllarda, Cumhuriyet kurulduğundan beri, Doğu ve Güneydo­
ğu Anadolu'da ve ülkenin diğer bölgelerinde adayları CHP bizzat belirli­
yordu. Ve genel olarak Yahya Kemal ve benzeri çok ünlü şair ve yazarlar o
bölgedeki illerin temsilcisi olarak TBMM'de yer alıyorlardı. Ki tümü seçil­
meden önce ve hatta seçildikten sonra o iliere adım atmamış insanlar. Çok
partili demokrasiye geçişle herkesin kendi adayını kendisinin veya partisi­
nin bizzat saptaması tartışılıyor o günlerde. Ve İncedayı bilinen yöntemin
sürmesini savunuyor. Bizde "demokrasi" bu kadar olur hemşerim!
İncedayı'ya tepkiler hemen geldiler: Alper S edat Aslantaş ile Baskın
Bıçakçı'nın Popüler Siyasi Deyimler Sözlüğü'nden aktanyorum ( iletişim Ya­
yınları, İstanbul, 1995, s. 102.):
"İncedayı'ya ilk tepki Sedat Simavi'den geldi. Simavi Hürriyet gaze­
tesindeki yazısında, 'Hasso'ya oy veren Hasso'ya güveniyor demektir. Eğer
doğuda oturan vatandaşlar cahilse, tercüman aracılığıyla konuşuyorlarsa
bunun sorumluluğu herhalde kendilerine ait değildir. Bırakalım bu millet
kendi milletvekilierini kendi seçsin' diyordu.
Çeşitli yerlerde düzenlenen toplantılarda İncedayı'nın sözleri pro­
testo edildi. 'Hasssolar Memolar' deyişi hem demokrasiye inançsızlığın ifa­
desi hem de bir bölücülük olarak algılandı. Örneğin, İstanbul Üniversitesi
Talebe Birliğinin düzenlediği protesto toplantısında öğrenciler 'bu memle­
kette şark (doğu) garp (batı) yok, Hasso-Memo yok, topyekun Türkiye ve
Türk milleti var' diye bağırıyordu.
Tepkiler üzerine İncedayı bu sözleri söylemediğini öne sürdüyse de
-çok sayıda Aydınlının, söylediği yolunda mahkemede 'yeminli ifade' ver­
meye hazır olduklarını açıklamaları üzerine- inandırıcı bulunmadı.
Neyzen Tevfik'in şu sözleri o günlerde herkesin elindeydi: 'Rızk için
Allah kerim, fısk (ahlaksızlık, hak yolundan çıkmak) için Cevdet Kerim.'"
Cevdet Kerim İncedayı'nın Güzin Dino'nun babası Asım Dikel'in
iyi dostu olduğunu ve kimi konularda Güzin'in zaman zaman ondan yar-

Aei o i N D i N o
dım istediğini hahrlıyoruz. Elbette bunların onun kırdığı siyasi potla bir
ilişkisi yok. Ancak daha önce adı geçtiği için bu siyasi gafını burada atla­
mak da olmazdı.
İkinci Saka hükümeti 14 Ocak 1949'da istifa etti. Yeni hükümeti
kurma görevi o sırada Sivas milletvekili olan Şemsettin Günaltay'a verildi.
Adı geçen zat Güzin Dino'nun Edebiyat Fakültesindeki tarih profesörüydü
ve tarih dersinden az daha bütünlerneye bırakacaktı. Araya Leo Spitzer gir­
meyip Güzin'i Günaltay'ın elinden kurtarmasaydı. Günaltay öteden beri
CHP'nin en "has adamlanndan" biridir. CHP İstanbul örgütünün kurul·
masını üstlenen adam. Türk Tarih Kurumunun kuruluşunda yer aldı ve
kurumun belli bir süre başkanlığını yaptı. Zulmetten Nura, Hurafeden Ha­
kikate, Maziden Atiye gibi birçok eseri bulunan Günaltay tarih yanında ah­
lak ve din alanlarında çalışmalarıyla tanınan bir öğretim üyesidir. Yapıtla­
rında Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkınhlardan kurtarılmasına çare ola­
rak "milliyetçiliğin güçlenmesini" gösteriyor. İslamiyetİn ilk dönemlerin­
deki "saf haline dönülmesini arzuluyor." "Milli ve çağdaş ilimlerle güçlen­
dirilmiş bir eğitimi savunuyor." (Murat Bardakçı: "Avrupa'da fizik okudu,
tarih profesörü ve başbakan oldu," Hürriyet, 12 Aralık 2004.)
Günaltay hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ola­
rak Nihat Erim'i buluyoruz. O günleri gazeteci olarak çok yakından izleme
olanağı bulan Cüneyt Arcayürek bu konuda şöyle bir açıklama yapıyor:
"Günümüzün deyimiyle Şemsettin 'hoca' ortanın sağında bir insandı. Dü·
rüstlüğü, üniversiteden parlamentoya gelmiş olması, ılımlı davranışlarıyla
İnönü için paha biçilmez -o günler için aranan- bir başbakan idi. Köken·
de Şemsettin Günaltay, Erim'in önünde koruyucu nitellikte saygıdeğer,
yaşlı bir siperdi. Henüz otuzunu aşmış bir insanı, Erim'i İnönü hüküme­
tine başbakan yapamazdı. Parti içi dalgalanmaları hesaba katması gerekliy­
di. Ustaca oynamış, kendi eğilimleri doğrultusunda bir ekibi Günaltay gibi
bir 'hoca'nın şemsiyesi altında toplamıştı.
Muhalefet kanadı da, Günaltay'a sevecenlikle bakıyordu doğrusu.
Geçmişi temizdi. Oysa, Çankaya Köşkü ile sürekli ilişki kuran, İsmet Paşa
ile Türkiye'nin yeni siyasal yörüngesinin ana çizgilerini hazırlayan Nihat
Erim'di. İhtirasının yanı sıra değerli bir bilim adamı kimliğiyle, DP önde

AN KARA· MAN KARA


gelenleriyle kurabildiği diyalogla 'günün koşullarına uygun' yeni bir siya­
setçiydi. Kamuoyu duyulan her yeni isme gösterdiği ilgiyi Erim'den de esir­
gemiyordu.
Tünelin sonuna geliyorduk, ışık görünmüştü. 1950 seçimlerinin
hükümetçe hazırlanıp Meclis'e gönderilecek yeni bir yasayla yapılması ar­
tık kesinlik kazanmıştı. CHP önde gelenleri, Günaltay ile Erim, gizli oya,
açık oy sayımına dayalı seçim sisteminin gerçekleşeceğini açıkça söylüyor­
lardı."(Cüneyt Arcayürek: Açıklıyor-ı Demokrasinin İlk_ Yıllan, 1947-1951,
Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983, s. 131-132)
Bu hükümetin görevi 1950 seçimlerini demokrasiye yakışır biçimde
düzenlemekti. CHP'nin bu dönemdeki son hükümeti oldu. Günaltay, 22
Mayıs 195o'de başbakanlık görevini Adnan Menderes' e devretti. Göreceğiz.
16 Ocak 1949'da göreve başlayan Günaltay Hükümetinde Milli Eği­
tim Bakanı yine Tahsin Banguoğlu'dur. Önceki yılların Milli Eğitim Bakan­
lığı yapmış belalı siyasetçilerinden Reşat Şemsettin Sirer ise bu defa yeni­
den hükümettedir: Çalışma Bakanı olarak. Ulaştırma Bakanı Seyhan (Ada­
na iline o yıllarda verilen isim) milletvekili ve daha önce sözünü ettiğimiz
Kemal Satır' dır. Kemal Sahr daha sonra ismi çok duyulacak siyasetçilerden
biridir. Bu arada yine Seyhan milletvekili Cavit Oral ikinci Saka hüküme­
tinde olduğu gibi Tarım Bakanlığı görevini sürdürüyor.
Günaltay'ın ve hükümetinin ılımlı görünüşü dönemin gazete ve
dergilerinin kısa süreli bir ilkbahar yaşarnalarına yol açtı sanıyorum. Elbet­
te yayınlamak için mali sorunları çözebildikleri oranda. Ama daha hükü­
met kurulmadan önce Ocak 1949'da Sabahattin Ali'nin ölümünün kamu­
oyuna yansıhlması gündeme damgasını vurdu.
12 Ocak 1949 tarihli Cumhuriyet birinci sayfasından şu başlıkla du­
yuruyor: "Bulgaristana (aynen. M ŞG) gizlice adam kaçıran bir şebeke yaka­
landı." Bu başlığın altında ise şunu okuyoruz: " Şebeke efradından (fertlerin­
den) biri Sahahaddin Ali'yi kaçınrken hudud boyunda vurup öldürdüğünü
itiraf etti." Daha sonra şu alt başlık veriliyor: "Hadisenin tafsilahnı veriyo­
ruz." Ve bu haberin altında S. Ali'nin bir fotoğrafı var. Öyle okurken, yazar­
ken filan çekilmiş bir fotoğraf değil. Olur mu? "Sabahattin Ali İstanbulda ya­
pılan muhakemesi sırasında" yazıyor alhnda. Bu kadar olur "gazetecilik."

ABi D i N D i N O 371
Bir cinayet işlenmiş. Türkiye'nin o günlerdeki en iyi, en ünlü yazarlanndan
biri öldürülmüş. Gazete bula bula bu fotoğrafı buluyor ve bu başlıkları.
Ve bu böyle devam edecek: Günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca.
Ali Ertekin'in katil olarak yargılandığı duruşmalar 30 Nisan
1 949'da Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesinde başladı ve 15 Ekim 195o'de so­
na erdi. "Cinayeti milli duygularıının kabarınası sonucu işledim" diyen ka­
til 4 yıla mahkum edildi. İnsafl Ve o yıl çıkanlan Af Kanunundan yararlan­
dı. O günlerde yurtdışına adam kaçırmak ve cinayet cezası 4 yıldan fazla el­
bette, ama katili 4 yılla cezalandırdılar. Rasih Nuri ileri'nin yazdığı gibi, ka­
tile "usulen hafif bir ceza verildi ve mesele kapahldı." O kadar ki karar
okunduğunda katil kararı okuyan hakime "sağolun" diyor! Bu kadar hafif
cezanın nedeni herhalde sadece "milli duyguların kabarması" değil. Katilin
Milli istihbarat Teşkilatının (MİT) adamı olduğu biliniyor ve işin gerçek
yüzü belki bugün bile öğrenilmiş değil.
O günlerin basını, özellikle günlük gazeteler, duruşmaları düzenli
bir biçimde yansıthlar. Böylece "komünizm" düşmanlığı yapmaları için ye­
ni bir olanak buldular. Ve aynı zamanda Türkiye'ye yönelik "komünist
komplonun" düzenleyicilerinden biri hatta en önemlisi biçiminde tanıtı­
lan, gösterilmek istenen Sabahattin Ali'nin öldürülmesi nerdeyse "haklı"
hale getirilmek istendi.
Sabahattin Ali öldürüldüğünde 41 yaşındaydı henüz. Ve Türkiye'yi
terk edemeden, sınırı geçerneden öldürüldü. Bu birçok şeyi açıklıyor: Onun
kadar sıkı bir biçimde izlenen birinin ülkeyi terk etmesinin mümkün olma­
dığını. Çok çok zor olduğunu. Terk etmek isteyenin sınıra kadar ölümle bir­
likte yolculuk yapması gerektiğini. Ve onun gibi birçok insanın da çok ya­
kından takip edildiğini. Basının sürekli ve yanlı yayın yapması aynı zaman­
da bu "gerçeği" herkese duyurmaya ve göz korkutmaya yönelikti. Ama ismi
"komünist" e çıkmış veya çıkarılmış herkes, her yazar, her aydın, her sanat­
çı ülkeyi terk etmenin yolunu aramayı da ihmal etmedi. Fahri Erdinç, Tuğ­
rul Deliorman ve Ziya Yamaç gibi genç öykü yazarları, çevirmenler ülkeyi
terk etmek olanağını buldular: "Eylül 1949'da Bulgaristan'a geçtiler."
Ziya Yamaç, İstanbul ve bilhassa Adana'da Abidin'in arkadaşı gaze­
teci Cavit Yamaç'ın kardeşidir. Tuğrul Deliorman o sıralarda Cumhuriyet

372 AN KARA-MAN KARA


gazetesinde çalışıyordu ve patronundan Edirne'ye gitmek ve birkaç gün
dinlenmek için izin almıştı. (Bu açıdan Nadir Nadi'nin bu olayı anlatması
başlı başına ilginç: Emin Karaca Cumhuriyet Olayı isimli kitabında aktarı­
yor, Nadir Nadi'nin Perde Aralığından kitabına dayanarak: s. I76-I77·) Falı­
ri Erdinç, Sabahattin Ali'yi Devlet Konservatuarından tanıyan biridir.
Ancak yurtdışına çıkmayanlar polis takibi altındadırlar yine. Yılla­
rın polis devleti alışkanlığı bir günden ertesine kaybolmuyor: Hele o gün­
kü koşullar içinde. Bir yandan dışarıda "çok partili rejime geçtik ve pek ya­
kında da demokrasi gelecek" diyenler içeride geçmiş yılların alışkanlıkları­
nı sürdürüyorlar.
Birkaç örnek vermek olası: Yaprak'ın en çalışkan, en koşturan ve en
meraklı genç elemanlarından biri olan Necati Cumalı, I94o'ların sonu için
şunları yazıyor: "Hepimizin arkasında bir gözcü, her birimizin arkasında
bir gözcü" (Etiler Mektupları'nda değişik yerlerde) "Siviller" sürekli izle­
mektedirler. "Taharri memurlarının" izlemesi, o günleri yaşayan herkes ta­
rafından yazıldı. Yıldız Sertel'in Ardımdaki Yılları ndan birkaç satır: " Polis
'

kontrolü altındaydık. Komşu Moda Palas Otelinin sahibi, gizli emniyetin,


otelin bizim eve bakan cephesinde bir oda kiraladığını, oradan gözetlendi­
ğimizi haber vermişti. Ayrıca, evin önündeki ağaçlıkların altında da sabah­
tan akşam kadar bir ayakkabı boyacısı oturur ayakkabı boyamaz, bizim eve
girenleri gözlerdi. Telefon dinleniyordu. Bu da yetmiyormuş gibi, sokağa
çıktığımız vakit arkamıza bir memur takılırdı."
Güzin'in ve Attila İlhan'ın anlattıklarını ve yazdıklarını da anımsar­
sak en ilkelinden bir polis devletinin en garip uygulamalarının geçerli ol­
duğunu görürüz. Ne iyi ki herkes dönemin sivillerini tanırdı: "Hepsi Sü­
merbank'tan verilen gri yahut çizgili kahverengi elbiseler giyer. Hepsinin
de fötr şapkası gri ... "

I NisAN ŞAKAsı: ŞADIRVAN


Türkiye Cumhuriyeti I4 Mayıs I948'de kurulan İsrail Devleti'ni 28
Mart I949'da resmen tanıdı. (Cumhuriyet, 29 Mart I949·)
I Nisan I949'da Behçet Kemal Çağlar'ın yönettiği haftalık Şadırvan
dergisi yayınlanıyor. İmtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olarak görünen

ABi D i N D i N O 373
Çağlar'ın birkaç yıl önce kimi gösterilerin düzenlenmesinde rol oynadığını
gördük."İnkilap şairi" olarak bilinen Çağlar CHP'den milletvekili seçildi.
Daha önce yazdığım gibi, Ocak 1949'da partisinden istifa etti. Sisteme bağ­
lanan şairlerin durumunun ne denli yerinde olduğunu gösteren iyi bir ör­
nektir Çağlar. CHP'den istifası da göründüğü kadar masum değildir. Arka­
sında muhtemelen DP'nin parmağı var. Çünkü o günlerde DP'nin İstan­
bul'daki yayın organı gibi çalışan Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin
Yalman, Çağlar'ın ve dergisinin koruyucusudur, mali bakımdan destekle­
yicisidir. Bu dergide o günlerde çalışan Vedat Günyol yazıyor bunları.
Bu dergide A. Adnan Saygun, Agah Sırrı Levend ("Fuzuli Akkoyun­
lu mudur?" makalesi örneğin. Bu makale 1958'de Nazım Hikmet'in "Aze­
rilerin Fuzuli'ye sahip çıkmak istemeleri" üzerine kapıldığı panikten epey
önce ama Fuzuli kimselere kaptınlmak istenmemektedir) , Hilmi Ziya Ül­
ken, Sarnet Ağaoğlu, Ahmet Muhip Dranas, Munis Faik Ozansoy, Ceyhun
Atuf Kansu, Fahri Erdinç (Biraz önce adını andığımız genç: Bulgaristan'a
Eylül ı949'da sığınan) , Ercüment Behzat Lav imzaları dikkat çekiyor.
İsmi geçenlerin birçoğu Abidin'in İstanbul'da vejveya Ankara'da
tanıdığı, birlikte dergi çıkardığı isimlerdir. Hatta Munis Faik Ozansoy, Er­
cüment Behzat Lav gibi birkaçının kitaplarına kapak kotarmıştır, iç desen­
lerini yapmıştır. Dergi kadrosunda her renk vardır demek mümkün. DP'ye
yakın olanlar ağırlıkta yine de. Örneğin o sırada DP ile birlikte yürümeye
başlayan Sarnet Ağaoğlu neredeyse düzenli makale yayınlamayı ihmal et­
miyor: Dava için olmalı. 14 Mayıs 195o'de DP'den milletvekili seçilecek, de­
falarca bakanlık yapacaktır: DP'nin en önemli isimlerinden biridir yani.

BARIŞ HAREKETİ
1949'da Fransa'da ve başka ülkelerde Barış İçin Hareket veya Barış
Hareketi denilen aydın, şair, yazar, sanatçı, bilim kadın ve adamlarından
oluşan grubun Paris'te ve taşra kentlerindeki toplantı, gösteri ve yürüyüş­
lerle tartışmalanndan sonra Paris'te 20-23 Nisan 1 949'da "Barış Partizan­
ları Evrensel Kongresi " toplandı. Pleyel salonunda düzenlenen kongreye
katılanlar arasında şu isimler anılmaya değer: Aragon ve eşi Elsa Triolet,
Emmanuel d'Astier de La Vigerie, Pablo Picasso, Pablo Neruda, (O sırada

374 AN KARA· MAN KARA


Fransa'da sürgün hayatı yaşıyor), Vercors ... Barış Hareketinin amacı Nazi
belasının insanlık üzerinde yaphğı tahribah teşhir etmek ve yeni savaşları
önlemek. Kongrenin afışini Picasso yaptı: Beyaz Güvercin. Barış Güverci­
ni. Hareketin içinde savaş yıllarında Nazilere karşı direnen birçok direniş­
çi bulunuyor. ismindeki "Partizanlar" sözcüğü aynı zamanda bu yakın geç­
mişe saygı göstergesinin ispatıdır.

ABi D i N ANKARA'DA S ERGİ AÇlYOR


Abidin'in resimlerini sadece çok yakınları, arkadaşları, tanıdıkları
görüyordu. Ama artık resimler ve desenler sokaklara, meydanlara, cadde­
lere çıkmak istiyorlar. Ve Abidin ilk sergisini Ankara'da açıyor. ilk kişisel
sergisinin tarihi konusunda değişik kaynaklarda değişik şeyler yazılıyor:
Kimi 1946 diyor, kimi 1947 ve 1949 diyor, kimi 1 948 ve 1949· Abidin ve
Güzin ile konuşmalarımdan, okuduklarımdan ve anlatılanlardan ilk kişi­
sel sergisinin belki Nisan-Mayıs belki Mayıs-Haziran 1 949'da Ankara'da
açıldığı sonucuna ulaştım. Öte yandan Abidin'in "sergileri" listesinde ilk
iki kişisel sergisi için 1949 ve 1950 tarihleri veriliyor. Bu tarihleri kabul
edelim diyorum.
Tarihler konusunda sorun var ama konular konusunda yok: Önce
Burhan Toprak'ın 1943'te yayınladığı Sanat Tarihi'nden bir alıntı yapmak
istiyorum. (Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları, İstanbul 1963- Kitabın
üçüncü cildinde s. 269'da): Abidin için aynen şunları belirtiyor:
"1942'den 1946'ya kadar Anadolu'da yaşamış, bunun meyvesi An­
kara'da 'Köylü Konuları' sergileri olmuştur."
Tarihler konusunda Burhan Toprak'ın yanlışları var ama yazdıkla­
rıyla o yıllarda Abidin'in " Köylü Konuları"na ağırlık verdiğini O da doğru­
luyor. Daha önce aktardığım Abidin'in Yaprak yazariarına mektubundaki
resimlerdeki köylü, ırgat, testi, kahk, postal eksikliğini vurgulamasının ge­
rekçesi ortaya çıkıyor. Abidin "resimde hor görülen biçimler"i sergiliyor.
"Çalışkan halktan, gençlikten söz" açmak istiyor."Anadolu halkından, göç­
ten, ırgatlıktan, tarladan, çabadan, dertten" de.
Evet Abidin'in Ankara'daki ilk kişisel sergisine "Köylüler "adını ver­
mek olası.

ABi D i N D i N O 375
"Anadolu'da geçirdiği yılların izlerini taşıyan, özellikle köylüleri ve
ırgatları konu alan sayısız desen ve resimlerinden" bir bölümünü ilk kez
1 949'da Ankara'da sergiledi (A 'dan Z'ye Abidin Dino: s. 30.).
Sergilenen çalışmaları daha çok Anadolu köylülerini, Çukurova ır­
gatlannı, hani Adana faslında anlattığım insanlarımızı konu almaktadır.
Bir tablosunda örneğin sıtmadan yatan bir erkek ve hemen yanı başında
ağlayan veya ağlamaklı bir kadın" vardır. A'dan Z'ye Abidin Dino'da sayfa
34'te Ankara sergisinden bir görüntü bulunuyor: Irgatlar, İnsanlarımız, be­
şi bir arada, biri sanki kadın ve kadının elinde bir çocuk (mu?). Ayaklar ya­
lın. İnsanlarımız oldukları gibi. Aynene yakın. Anadolu'dan ve insanların­
dan Abidin'in esinlendikleri bunlar.
Güzin'le Ankara sergisini 2 Aralık 1989'da konuştuğumuzcia bana
anlattıkları şunlar: "Sergiye saldırı olabilir, resimler yırtılabilir, falan filan
olabilir diye tedbirli olalım dedik. Enver Gökçe örneğin baskın olursa ted­
birli olmamız için sopalar götürmemizi önerdi. Ve bunun üzerine ilk gün
Abidin bir sopa aldı yanma. Ama açılışa büyükelçiliklerden gelen olunca ve
hele Yunanistan Büyükelçisi başta, tabloları satın almaya başlayınca baskın,
basma tehlikesinin geçtiği sonucuna vardık. Sergideki on altı tablonun hep­
si satıldı."
Güzin'le Abidin'in ilk sergisini 6 Aralık 2oo6'da bir kez daha ko­
nuştuğumuzda şunları anlattı: "Abidin'in ilk sergisinde herkes korkuyor­
du. Bir şey yapacaklar diye. Ya da haber geldi Abidin'e, 'Yanına sopa alma­
dan sakın gitme!' filan. 'Baskın yaparlar, seni dövmeye kalkarlar!' diye. Abi­
din kuzeni ve o sırada Dışişleri Bakanlığında protokol müdürü olarak çalı­
şan Refik ileri'ye durumu söyledi. O da protokol müdürü ya, bütün diplo­
matları sergiye davet etti: Vernissage (sergi açılışı) için polis bile geldi, ted­
bir aldı: Hem trafiği idare etti, hem de orada bulundu. Çünkü düşünün,
birçok elçi otomobilleri geliyor, elçileri, diplomatları bırakıp gidiyor, bu tra­
fiğin idare edilmesi gerekiyordu. Sergi tıklım tıklım oldu. Müthiş satış ya­
pıldı. Yunanistan Büyükelçisi Abidin'den tablolar satın aldı. Evet Refik ile­
ri bu işi kotardı: Bütün elçileri davet ederek."
Abidin'in sergisine değişik büyükelçiliklerden epey insanın gelme­
si anlaşılır bir şey:

AN KARA-MAN KARA
Bunun nedenlerinden biri Ankara' da bu tür kültürel faaliyetlerin
son derece az olması nedeniyle doğal biçimde gösterilen ilgidir: O gün­
lerin Ankara gazeteleri mutlaka sergi açılışı öncesinde haberi duyurmuş­
lardır. Mutlaka bir miktar davetiye de gönderilmiştir: Bu tür işleri çok iyi
bilen Abidin herhalde kimlere ve nasıl davetiye göndereceğini bize sora­
cak değildi.
Bir diğeri ise, Güzin'in anlattığı gibi, o günlerde Dışişleri Bakanlı­
ğı " Protokol Müdürü" Abidin'in kuzeni, Sedat Nuri İleri'nin oğlu, Refik
İleri'nin değişik büyükelçiliklerdeki tanıdığı diplamatları harekete geçir­
miş olmasıdır.
Nihayet Abidin'in bizzat kendi çevresindeki ilişkiler demetidir: Ör­
neğin " Ankara'daki Fransa"yı neredeyse bütün elemanlarıyla tanıyor: Biraz
önce gördük. Açık konuşmak lazım: Fransızca, İngilizce, Rusça, İtalyanca,
Yunanca başta ve belki unuttuğum birkaç dil daha vardır, birçok dil bilen
ve o günlerde epey tanınmış ve muhalif bir ressamın kişisel sergisi elbette
ilgi odağı olmayı hak ediyordu.
O günkü siyasi çevre koşulları içinde Abidin'in sergisinin basılma­
sının, Abidin'in dövülmesi olasılığının ve tablolarının yırtılmasının akla
gelmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Abidin ilk kişisel sergisinde Anadolu köylüsünü konu alarak bir
anlamda bir süre sonra gündeme gelecek olan "köylü edebiyatını" muştu­
lamaktadır. Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ünün eli kulağında. Abidin'in
Kel isimli piyesinde de bu konuda bir yol açtığını amınsatınama lütfen
izin veriniz.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, kendisi gibi genç ve üretken ve geleceği
parlak bir ressam olarak gördüğü Abidin'in resmi konusunda ağabeyi Sa­
bahattin Rahmi'ye gönderdiği ı8 Nisan 1948 tarihli mektubunda yazıyor.
Önce o yıllarda Güzel Sanatlar Akademisinde Resim Bölümü Başka­
nı ve Bedri Rahmi'nin de "hocası" olan ve bu nitelikleri sonucu dönemin bir­
çok genç ve öğrenci ressamlarını etkileyen Leopold Levy'den söz ediyor: " Levy
belki kötü bir örnek ama böyle bir işçilik dalgası muhakkak var. Örneğin, Abi­
din! Çini mürekkebinden dışarı çıkınca işleri fena halde sarpa sarıyor, ama
çini mürekkebini şeytan gibi kontrol ediyor."(Kardeş Mektuplan: s. 273)

ABi D i N D i N O 377
Ancak Abidin'in ilk sergisindeki başarısı Bedri Rahmi'yi yalanlıyor.
Daha ilginci Sabahattin Eyüboğlu'nun, Bedri Rahmi'nin ağabeyinin, ı Ha­
ziran 1949 tarihli Yaprak'ta Abidin'in resmine ilişkin şu satırlarıdır:
" Dino, durgun, ölmüş doğadan öylesine kurtulmuş ki, resminde
yalnız çalkalanış, kıvranış, yürüyüş halindeki insanlar değil, cansız ça­
nak, çömlek, kapı, pencere, elma, armut bile rahat durmuyor: Hepsi te­
laş içinde. Ama Dino, doğadan uzaklaştıkça gerçekten uzaklaşmıyor, ter-
.
sıne ( ... )
"

Nazım Hikmet'in 25 Eylül 1949'da Abidin'e Caddebostan adresine


gönderdiği mektup da Abidin'in bu sergisiyle ilinrili olabilir. Abidin'in res­
miyle ilgili veya Abidin'in yazdığı gibi "resimle ilgili." Birazdan aktaracağım.
Şu kesin: Abidin'in ilk kişisel sergisi ses getirdi. O günlerin gazete­
lerinde, dergilerinde derinlemesine bir araştırma başka "ses"leri duyma­
mızı da sağlayabilir. Niçin olmasın?

ABiDiN'iN FARKLI ARKADAŞLARı, DosTLARı


Abidin'in değişik dönemlerden gelen değişik çevrelerden arkadaş­
ları, dostları hep oldu. Ailesel ilişkiler, akrabalıklar ve o yaşında o kadar
farklı ve değişik mekanlarda yaşamış olmaktan kaynaklanan iletişim bağla­
rı sonucu. Örneğin Menemencioğlu ailesinden dostları, arkadaşları var. Bu
elbette bütün Menemencioğlu ailesinin bütün üyeleriyle dosttu anlamına
hiç gelmiyor.
Nermin Hanım Muvaffak Menemencioğlu'nun kızıdır. Nermin
Hanım 19ıo'da İstanbul'da doğdu. ABD'de Brown ve Columbia üniversi­
telerinde okudu. ingilizeesi mükemmeldir. 1939'da New -York'ta açılan ve
İstanbul'daki hazırlık aşamasında Abidin'in sanat danışmanlığını üstlendi­
ği Türkiye bölümünde çalıştı. Sonra Türkiye'ye döndü.
Ankara'da Yurt ve Dünya ile Adımlar dergilerine çeviri, eleştiri, in­
celeme ve araştırma yazılarıyla katkıda bulundu. Bu bakımdan da Abidin
ile ortak noktaları bulunuyor. Ortak noktaları ve ortak arkadaş ve dostları.
Eşi İngilizdir. Ve bir İngiliz şirketinin Ankara'da yaşayan Türkiye
temsilcisidir. O tarihlerde Ankara'da yaşıyorlar. Daha sonra eşinin İngilte­
re'ye dönmesi üzerine Londra'ya yerleşiyorlar. Orada da Abidin ve Güzin'le

AN KARA-MAN KARA
dostlukları sürüyor. Zamanı gelince göreceğiz. Ankarab yıllarda neler yapı­
yorlardı? Güzin'in bu soruya yanıh şudur:
" Eşi ve kendisi, ikisi de çok ahbabımızdı. Nermin asıl Abidin'in ar­
kadaşıydı. Çok eski arkadaşı. Ankara'da neredeyse komşu gibiydik. Onlar
Kavaklıdere'de oturuyorlar, biz biraz aşağısında. Nermin Nazım Hikmet'i
İngilizceye çeviren ilk kişidir. (Hem çeviren hem de Nazım'ı tanıtan son
derece yetkin bir makalenin yazarıdır Nermin Hanım. M ŞG). Müthiş bir
Anglosakson terbiyesinden geçmiş bir bayan. Ankara'daki birkaç yıllık ar­
kadaşlığımızda bu yönü hep çok belirgindi. Eşi pilottu. İkinci savaş yılların­
da İngiltere Hava Kuvvetlerinde Romanya üzerindeki çatışmalarda büyük
fılonun komutanı, kahramanlıklar göstermiş bir insan. Ankara' da çok az
kalıyordu. İşi gereği sık sık başka taratlara gitmesi gerekiyordu. Bir işada­
mıydı arhk ve Ankara'da çok az görürdük onu. Nermin'i sık sık görürdük.
Onu Melih (Cevdet Anday), Orhan (Veli) ve Oktay ile de tanışhrdık. Evin­
de çok gösterişli, çok şık yemekiere davet ederdi. Kavaklıdere' deki en güzel
apartmanlardan birinde oturuyorlardı. Oktay orada bir gece yediğimiz ye­
meği 'haricot_bilmemne'yi diline doladı aylarca ve snopluk olsun diye za­
man zaman 'Ne yemek yiyeceğiz çocuklar?' diye sorar sonra da 'haricot bil­
memne mi?' diye işi dalgaya alırdı açıkçası. Nermin ve ailesi köklü bir aile­
den geliyor, ailenin kökünün Kanuni'ye kadar dayandığı söyleniyordu. Ok­
tay da böyle sultanlık fılanla, snopluklarla alay etmeye onları ti'ye almaya
bayılırdı. O günleri esprileri hoş, bu genç insanlarla yaşamak gerçekten bir
zevkti. Çok hoştu. Nermin'in yemeklerinde Abidin, Melih, Oktay, Orhan
çok güzel zaman geçirirler, çok eğlenirdik. Nermin'in eşini bir-iki kere gör­
dük. Londra'ya taşındıklarından sonra ise yanılınıyorsam o kadar sık git­
memize ve bir ara ı966'da Abidin'in Goal (Türkiye'de Altın Goller adıyla
gösterilen belgesel film) çekimi için orada bir süre yaşamamıza rağmen,
eşini bir kere görebildik Ticaretle uğraşhğı için sürekli gezilerdeydi."
Ankara'da Güzin'in annesi İstanbul yıllarından tanıdıkları Suphi
Ziya Özbekkan ve eşi Neriman Hanım'ı buluyor. Güzin anlatıyor: "Suphi
Ziya Özbekkan babamın çok yakın arkadaşıydı. İstanbul'da ailece görüşür­
dük. Eşi Neriman Hanım da annemin çok iyi arkadaşıydı. Onlar birbirle­
riyle görüşmeye başlayınca, biz de, yani Abidin ve ben de, Özbekkan aile-

ABi D i N D i N O 379
sinin Ankara'daki çevresine girdik. Suphi Ziya ve eşi annemin kuşağından
insanlar. Evlerinde davet olunca annemi de çağırıyorlar. O vesileyle bizi de
davet ediyorlardı. Böylece onlarla yakın dost olduk. Ahbap olduk.
Suphi Ziya Özbekkan ikinci savaş yıllarında Vatikan'da Türkiye Bü­
yükelçiliği yapmış bir diplomat. O sırada Dışişleri Bakanlığında çalışıyor.
Çok geniş bir kültüre sahip çok sevimli bir insan. Suphi Ziya'mn kızı Gü­
zin ve damadı Sabih Bey de çok sevimli insanlar çıktılar. Damadı Ankara
yüksek sosyetesinin gözde dişçisi. Damadı çok şık kokteyller veriyor evin­
de, bizi davet ediyor. Şöyle bir bakın, davet edilenler arasında İtalya Büyü­
kelçisi, Fransa Büyükelçisi, bakanlıklardan çok üst düzeydeki memurlar
var. Bir de biz: Abidin ve ben. Biz evden çıkıyoruz davete gitmek için. Pe­
şimizde sivil polis. Suphi Ziya Bey'in damadının evine gidiyoruz. O kadar
seçkin bir toplulukta Abidin ve ben ve annem. (Güzin bunları anlatırken
gülüyor.) Polisler peşimizde varıyoruz eve. Çevrede hep bakanlıkların, bü­
yükelçiliklerin resmi otomobilleri ve yaya gelen üç kişi: Abidin, annem ve
ben. Polisler heyecanlanıyar elbette: 'Ne yapacaklar burada? Niçin geliyor­
lar buraya?' Kafaları karışıyar elbette. Ve biz diğer davetliler gibi giriyorduk
eve ve paşa paşa orada görüşüyor, sohbetlere katılıyorduk. (Yıllar sonra Pa­
ris'te Suphi Ziya Özbekkan'ın oğlu Hasan Özbekkan ile bir araya gelece­
ğiz.) Ankara yıllarında Suphi Ziya Özbekkan, eşi Neriman Hanım, kızı Gü­
zin ve damadı Sabih Bey ile ahbaplığımız sürdü."
Suphi Ziya Özbekkan'ı müzikseverler hemen tanıyacaklardır: Çün­
kü Türkiye'nin en ünlü bestecilerinden biridir. Çocuk yaşından itibaren
müzikle ilgilendi, ancak öğrenimi ve daha sonra Dışişleri Bakanlığındaki
görevleri nedeniyle kendini istediği ölçüde müziğe adayamadı. Besteciliğe
epey geç başladı. Nota bilmeden elli kadar şarkı ve ayrıca başka tür yapıt
besteledi. İşte sevilen bir şarkısından bir parça:

"Feryad ediyor bir gül için bülbül-i şeyda


Mecnun'u gönül zencirine bağladı Leyla
Her zerrede bin aşk eseri oldu hüveyda
Sevmekle sevilmek, ezeli maksad-ı aksa
Kanun-ı mahabbet ediyor hükmünü icra."

AN KARA·MAN KARA
O yıllarda Ankara'da Abidin ve Güzin'in Fethi Okyar'ın oğlu Os­
man Okyar ile de dostluklarını sürdürdüklerini tahmin ediyorum.
Eralp ailesinden Yalım Eralp, Orhan Eralp ile ilişkilerinin olduğunu
sanıyorum. Ancak bu konularda kesin bilgim yok. Araştırmak gerekiyor.

YAZ GELDi: İSTANBUL'DA


1949 Haziran sonunda Abidin, Güzin, Güzin'in annesi, Gül Ha­
nım, Tekir kedi, hep birlikte İstanbul'a taşındılar. Buna taşınmak demek
lazım, çünkü bütün aile en azından üç aylığına geliyor Dersaadet'e. O yaz
İstanbul'a başkaları da taşındı: Behice Boran, annesi ve eşi Nevzat Hatko
örneğin. Ankara'ya veda zamanı gelmişti onlar için: DTCF'deki sorunlar ve
tasfiye davasının sonunda. Artık ekmek parasını çıkarmak için İstanbul'un
kapısını çalmak gerekiyordu. Kapısını çalan herkese ekmeğini kazanması
için yol gösteren kent: İstanbul.
Abidinler yine Caddebostan Çiftehavuzlar'da Tosun Bey Köşkünde­
ki eve yerleştiler. Abidin Güzin'le havuzbaşında fotoğraf çektirmeyi ihmal
etmedi. Bir anlamda İstanbul'a tekmil vermek niyetiyle: İşte geldik şen ola­
sın, sağ olasın İstanbul şehri demek için.
Haziran ayında Nazım Hikmet'ten gelen haberler iç açıcı değildi:
Nazım'ın çok ciddi sağlık sorunları vardı. Sinirleri bozuktu. Evet Nazım'ın
on iki yıldır haksız yere hapis yatması sağlığının kötüye gitmesinin en
önemli belirleyicisiydi.
Haziran ayı başında o zamana dek akla gelmeyecek biri Nazım'ı ziya­
ret etti. Bu Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman'dır. Yalınan'dan da·
ha önce söz ettim. İstanbul'da Güzinierin ve Suphi Nuri iletilerin oturduğu
binanın karşısındaki binada oturuyor. Anımsayınız. Yalınan 1943'te Varlık
Vergisi'ne karşı Vatan'daki kampanyası ile de adından epey söz ettirmiş,
CHP'nin oklarını üstüne çekmişti. Ve yine daha önce yazdığım gibi Vatan ga­
zetesi DP kurulmadan önce bile Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Ko­
raltan'a sayfalarında yer veriyordu. DP kurulduktan sonra ise açıkça bu parti­
yi tutuyor. Vatan o yıllarda 8o bin kadar basıyor. Ve dikkatle izleniyordu. Mu­
halefetin sesi olması açısından özel bir ilgi çekiyordu. Sadece DP muhalefeti­
nin değil bütün muhaliflerin sesi olmaya da gayret sarfediyordu. İşte bu bağ-

ABi D i N D i N O
larnda Vatan'ın ve başyazannın Nazım Hikmet'e özel ilgi göstermesi oldukça
manidar. Hemen akla gelen şu: Nazım Hikmet dosyasını açarak CHP iktida­
rını biraz daha sıkıştırmak ve DP'yi "sola daha yakın" bir havada sunmak.
Böylece "demokrasi yanlısı" olduklan konusunda somut bir örnek vermek.

NAZlM'DAN MEKTUP VAR


Nazım o günlerde kadim dostu Abidin Dino ile de mektuplaşıyor.
Abidin "Nazım Hikmet ve resim" başlıklı ve ilk kez Yazılar'da yayınlanan
(s. 369-370. Sonra Abidin'in Nazım Üstüne isimli kitabında: s. 52-53-) ya­
zısında,"ı949'da Nazım'dan aldığım iki mektubu, gittikçe ağır basan tu­
tukluluk koşullarında yorumlamak, hem resim sanatı aracı ile biraz oyalan­
ma, hem de 'dışarısı' ile -resim yoluyla- ilişkilerini sürdürme çabası ola­
rak anlamak lazım." diyor.
Güzin'le, arşivinde yaptığımız araştırmada Nazım'dan Abidin'e,
1949'da gönderilen bir mektup bulabildik! Birazdan sunacağım. İkinci
mektup nerede? Belki bir yerlerdedir ve bir gün çıkar ortaya.
Abidin'in 2 Kasım 1949'dan itibaren birkaç arkadaşıyla yayınlamaya
başladığı "Nuhun Gemisi" (Haftalık dergide aynen böyle yazılıyor başlığı; ben
de uyuyorum; o yıllarda üstten ayraç çok ender kullanılıyor) 12 Nisan 1950
tarihli 24. sayısını neredeyse tümüyle Nazım Hikmet'in özgürlüğü için top­
lanan imzalara ayırmıştır. Ana başlığı "Türk aydınları adaletle beraber"dir.
Bu sayının ikinci sayfasındaki "Nazım'a ait fıkralar: Şiire, söze, dile, resme
dair" başlıklı makalede iki bölüm dikkatimi çekiyor. Ve sanki bu iki bölü­
mün Nazım'ın Abidin'e yazdığı bir mektuptan alındığı izlenimini ediniyo­
rum. (Alıntıları hemen aktaracağım. Siz de kararınızı verebilirsiniz). Bu
mektup 1949'daki "iki mektuptan" birincisi olmasın? Bana kalırsa böyle.
Şimdi iki alıntlyı sunuyorum:
Birincisinin başlığı "Amatör": "Nazım'ın bir arkadaşına yazdığı
mektuptan:
'Benden yeni yaptığım resimleri istiyorsun. Yaptığım yok. O öyle
bir hevesti geldi geçti. En nefret ettiğim şey amatörlüktür, öyle olduğu hal­
de bazan (aynen böyle yazılı. MŞG) bu çukura ben de düşüyorum. Amatör­
lükten maksadımı ters anlama.

AN KARA-MAN KARA
Nice profesyonel sanatkarlar vardır ki hakikatte sadece amatördür­
ler, çünkü mesuliyetli bir iş yaptıklarının farkında değildirler. Mesuliyetini
idrak etmeyen sanatkar amatördür."'
İkincisinin başlığı "Resim": "Yine bir mektuptan":
'Sanat kollan içinde resim, gerçek resim, yani hem titiz, en bilgili, en
namuslu, en profesyonel ressamın kusursuz bulacağı, hem de, belki ömrün­
de hiç resim görmemiş halktan insanın anlıyacağı, ona bir şeyler söyliyen,
onu düşünmeğe, heyecanlanmağa, götüren resim, müthiş bir şey."'
Güzin Dino'nun arşivinde bulduğumuz mektuba gelince, onun ta­
rihi 25 Eylül 1949. 27 Eylülde postalanmış. Üstünde Abidin Dino'nun İs­
tanbul'da yaz tatilini geçirdiği mekanın adresi bile var: "Caddebostan. Çif­
tehavuzlar Caddesi. İstanbul." Daha ne olsun? Evet o tarihlerde/günlerde
Abidin ve Güzin o adreste oturuyorlar. Bu mektubu aynen aktarıyorum:
Vir-gül-üne dokunmadan:
"25 Eylül 949
Bursa Hapisane

Kardeşim,
Mektubuna ve resimlere teşekkür etmekte geciktim. Fakat, sen 'on
beş güne kadar İstanbuldan ayrılacağım' diye yazıyordun, ben de dönmeni
bekledim. Her halde dönmüşsündür.
Natürmortların hepsine, ele ve dinlenen, yatan insanlar serisine
bayıldım: yani hem çok, ama pek çok beğendim, hem çok ama pek çok
sevdim. Şimdi, her gün onları, karşıma dizip içimi aydınlatıyorum. Elie­
rin nur olsun. Fakat, ötekileri beğendimse de sevmedim. Berikileri niçin
hem sevip, hem beğendiğimi, yani hayran olduğumu, bunları ise niçin sa­
dece beğendiğimi, bir hesap meselesi gibi izah edebilirim, yani sevgimde
o kadar şuurluyum.
Sana yine birkaç parça çizgi gönderiyorum. Tabii utana utana yollu­
yorum bunları, ustalığının hoşgörüdüğünü bilmesem cesaret edemezdim.
Şiir hakkında öteberi yazmama gelince, sana yeni hiçbir şey öğre­
temeyeceğimi bildiğim halde bu işi gelecek mektubumda başarınağa ça­
lışacağım.

ABi D i N D i N O
Hasretle gözlerinden öperim kardeşim."
Nazım Hikmet'in böylece, resim sevgisinde ikili aşama söz konusu
olduğunu saptıyoruz: Sadece "beğenmek;" "hem beğenmek ve sevmek,"
"yani hayran olmak." Ve sevmekte şuurlu olmak. Abidin'in o günlerde Na­
zım'ın çizgileri için neler yazdığım maalesef bilemiyoruz. Ama yukarıda
andığım ve 1 977 tarihini taşıyan "Nazım Hikmet ve resim" çalışmasında
Nazım'ın resmi için yazdığı şu satırları aktarmak lazım:
"Bursa Hapishanesinden yazılan, resimle ilgili küçük iki mektup
Nazım'ın resme karşı gerçek sevgisini, giderek 'tutkusunu' yansıtmak bakı­
mından önemli. Nazım'ın kimi resmi, profesyonel nice ressamın yapıtların­
dan daha güçlü bence. 1921'de, inebolu'ya gidişinde yazdığı şiirler, kendi
deyimi ile: şiir yolunda 'peizaj' (manzara) denemeleridir. Annesi Celile ha­
nımın ressam olması, kuşkusuz şairin daha genç yaşta resme karşı ilgisini
uyandırmış bulunuyordu. Çocukluk çizgileri hayli ilginç bu bakımdan. ( ... )
Nazım'ın cömertliğine sınır yoktu, olamazdı, coşku, yaşamasının
yaratmasının kesinkes akaryakltı idi. ( .. )
.

Burada kısaca değindiğim Nazım ve resim sorunu, derinlemesine,


bilimsel bir yaklaşım gerektiriyor; ciddi bir araştırma, şiir ve resim alanın­
da ilginç sonuçlara varır kanısındayım."
Nazım'ın mektubunda, Abidin'in daha önce kendisine gönderdiği
mektupta "on beş gün kadar İstanbul'dan ayrılacağını" belirttiğini öğreni­
yoruz. Abidin İstanbul'da dinlencedeyken başka yerlere de gidiyor demek.
Ama nereye? Ne yapmak için. Aldı bir merak beni. Bir dahaki sefere Gü­
zin'e mutlaka sormalı. Bir şeyler öğrenirsem sizinle paylaşırım. Söz.

NAZlM S ERBEST BıRAKILMALI


1949 Eylül sonunda veya Ekim başında Ahmet Emin Yalman, eşi
ve şair Behçet Çağlar ile birlikte Nazım Hikmet'i Bursa Cezaevinde tek­
rar ziyaret etti. Yalınan iki yıl içinde serbest bırakılacağı konusunda Na­
zım'a ümit veriyor. Fakat Nazım iki yılın çok uzun bir süre olduğunu ile­
ri sürerek buna karşı çıkıyor. Behçet Kemal Çağlar'ın Yalınan'ın yanında
bulunması da ilginç. Ve doğal: O sırada Şadırvan dergisi yayınlanıyar ve
Yalınan desteğini sürdürüyor çünkü. Birkaç ay öncesine kadar "solcu,"

AN KARA-MAN KARA
"komünist" dergi, gazete, matbaa, kitabevi baskınlarının düzenlenme­
sinde başı çekenlerden olan ve daha çok kısa bir süre öneeye dek CHP
milletvekili Çağlar'daki "değişim" çarpıcı. Şadırvan Kasım 1 949'da 35· sa­
yısıyla tükendi.
Yalman, Nazım'ın serbest bırakılması için verdiği mücadele nede­
niyle kendisini eleştiren kimi sağcı çevrelere, kendisini ve gazetesini tehdit
eden kimi isimli veya isimsizlere karşı da kendisini savunmak zorunda ka­
lıyor. Bu arada Nazım'a yeni bir avukat seçmesini öneriyor. Nazım Hik­
met, Yalınan'ın bu önerisini benimsiyor: Yeni bir avukat seçiyor: Mehmet
Ali Sebük. Sebük o günlerde DP üyesidir. Ve Fransa'da kriminoloji oku­
muş ve konunun uzmanı olarak yurda dönüp avukatlık yapıyor. Vatan'ın
hukuk danışmanıdır. Zaman zaman kendi dalında yazılar yazıyor. Sebük,
Nazım davasına bir tür yerli Dreyfüs Davası olarak bakıyor. (Sebük'ün şu
kitabına bakılabilir: Korkunç Adli Hata ve Nazım Hikmet'in Özgürlük Sava­
şı, Cem Yayınları, İstanbul, 1978. Sebük ile 1987'de bir süre kaldığı Paris'te
birkaç kez epey uzunca söyleşiler yaptım. Ses alıcıda kayıtlı tümü. Genel
olarak kitabında yazdıklarını anlattı, ayrıca Nazım'ın o günlerdeki yaşamı­
nı ayrınhlı bir biçimde aktardı.)
Sebük o günlerde şöyle üçlü bir yol izliyor:
Önce Nazım davasını yeniden açhrmak istedi. Olmadı.
Sonra Nazım'ın sağlık sorunlarını ön plana çıkararak tedavisi için
İstanbul'a nakledilmesini talep etti. Başvurusu reddedildi.
O zaman özel bir af için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye başvurdu.
İnönü ile yüz yüze, baş başa görüştü. Bir sonuç alamadı.
Her şeye rağmen yılmadı: Sebük, Şubat 195o'de Nazım'ın davası­
nın yeniden açılması için hem Yargıtay'a hem TBMM'ye resmen başvurdu.
Bu girişimi de sonuçsuz kaldı.
Nazım Hikmet'in açlık grevi bütün yollar tükendikten sonra gir­
mek zorunda kaldığı bir eylemdir. Göreceğiz.
Nazım Hikmet'in özgürlüğüne kavuşması, için Türkiye'de Ahmet
Emin Yalınan başta kimi gazeteci, yazar ve şairler ile avukatları İrfan Emin
Kösemihaloğlu, Mehmet Ali Sebük en başta, hukuki alanda uğraşırken,
Abidin ve Güzin en önde arkadaşları, özellikle Ankara ve İstanbul'da her

ABi D i N DiNO
yolu denerken, Fransa ve dünyanın birkaç ülkesinde kimi aydın, yazar, sa­
natçı, tiyatro ustası, şair de yardım için ellerini uzatıyorlar: Nazım'ın bir an
önce serbest bırakılması için.
Abidin o günleri Nazım Üstüne başlıklı kitabında dile getiriyor (s. 17):
"Her iki cephede de olaylar kendiliğinden gelişti: Türkiye'de şairin le­
hine yazılar yazılıyor, protestolar yapılıyor, imzalar toplanıyordu; öte yandan da
Paris'teki genç Türk öğrencilerin (Aralarında öğrenciler gibi öğretim üyesi
olanlar, genç araştırmacılar da var: Örneğin Fahri Petek, Taeettin Karan, Cahit
Güçbilmez, Gün ve Necil Togay, Hasan Akkuş, Attila İlhan. MŞG) gecikme­
den başlattığı ve Tristan Tzara'nın, Aragon'un ve tüm Fransız solunun (Abidin
biraz abartıyor burada: Nerede "tüm Fransız solu" kardeşim, sadece FKP'li ve­
ya FKP'ye yakın olanlar desteklediler. MŞG) kuvvetle desteklediği bir kampan­
yanın etkisiyle dünya kamuoyu tepki veriyordu. Bütün bunlar çok çabuk, nere­
deyse anında olup bitiyordu. Ne var ki dünya çapında yürütülen bir kampanya
ağır, ölçülemeyecek kadar ağır bir mekanizmadır. Süleymaniye Camisi'ni ye­
rinden oynatmak gibi bir şeydir...dünya çapındaki bir kampanya kaprislidir, ay­
larca hatta yıllarca çırpınıp durursunuz, hiçbir sonuç çıkmaz, sonra kimi za­
man birden marş basar, makine sarsılmaya başlar, hafıfler, hızlanır ve sizi ge­
ride bırakarak geçtiği her yeri silip süpürür; çığdan beter hale gelir!"
("Açlık grevi" başlıklı bu bölüm daha önce Les Temps Modernes isim­
li dergide Ağustos- Eylül 1963'te yayınlandı. Fransızcadan Türkçeye çevi­
ren Aykut Derman'dır.)
Nazım 29 Ekim 1949'da Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle genel bir
af çıkacağını bekliyordu. Ancak bu beklentisi gerçekleşmedi. Nazım'ın
ümitleri suya düştü. Umudu azaldı. Ve yapacağı tek şey kalıyordu: Açlık
grevi. Kasım 1949'da Nazım açlık grevine yatmayı düşündü. Avukatı İrfan
Emin Kösemihaloğlu bunu doğruluyor; 7 Nisan 1949'da düzenlediği basın
toplantısında şunları belirtiyor: "Nazım Hikmet daha kasım ayında açlık
grevine yatmak kararı vermişti. Ziyaretine gittiğim zaman içi kapkaranlık­
tı, mutlak surette kararını tatbik edeceğini, hiç değilse ölüsünün hapisha­
neden çıkarılacağını ısrarla söylüyordu. Kendisine bu adli hatanın tamir
edileceğini ve adalete inanmasını söyledim, ancak bunun bir zamana bağ­
lı olmasını da anlattım. Çekişe çekişe bir yıl vade koparttım. Ayrılacağım sı-

AN KARA·MAN KARA
rada bana dedi ki: 'Bir gün sana bir telgrafım gelebilir, o zaman iki elin
kanda bile olsa derhal Bursa'ya gelmeni rica ederim.' Anladım ki bir gün
apansız açlık grevine başlayabilir. Nitekim çok geçmeden o yola döküldü.''

2 KAsıM 1949: NuHUN GEMisi GELiYOR! H EY!


DP yanlısı yayını ile tanınan hatta DP'nin resmi yayın organı olarak
anılan ve Ankara'da yayınlanan ve Ulus'a karşı denge olmaya çabalayan_Za­
Jer gazetesi Kasım 1949 başında "Türkiye'de mahkUm sayısının 35ooo'e
yükselmiş olması dolayısıyla bir umumi (genel) af temayülünün belirdiği­
ni" yazıyor. Tam o günlerde işte Abidin Dino ve arkadaşları yeni bir yayın­
la merhaba diyorlar. Abidin, anlaşılan istanbul'daki yaz tatilini sadece de­
nize girerek, ziyaretler yaparak, dolaşarak geçirmedi. Hazırlandı: Nazım
Hikmet'in özgürlük mücadelesinde yerini almak üzere. Bunun adıdır " Nu­
h un Gemisi." Bir mücadele aracı olarak haftalık bir dergi. Tam yedi ay sü­
ren. Evet, son sayısını 31 Mayıs 195o'de çıkardılar.
Birinci sayısı 2 Kasım 1949'da yayınlandı. En üstte şu yazılı "Nuh
der peygamber demez." Sonra derginin başlığı: "Nuhun Gemisi."Solunda
"Alan bir pişman ... " sağında "almayan bin pişman .... " Çarşamba günleri çı­
kar." "Hediyesi 10 kuruş"tur. Ve müsaadenizle "siyasi mizalı dergisi"dir.
Birinci sayının ana başlığı şudur: "Nuhun gemisi geldi!.." (Ünlemden son­
ra iki nokta konmuş, aynen aktarıyorum.) Altında "gazeteciler bugün Nuh­
la görüştü." Sonra "Gemi limanımızda." Ve bir karikatür: imzasız ama Arif
olan anlar. Abidin olan da. Evet, yedi ay boyunca bir, belki iki istisnayı say­
mazsak, bu dergideki bütün çizgiler Abidin'den. Tam bir şenlik. Gerçek bir
sergi. Ve epey eser var: Karikatür, desen. Ve elbette abidinik makaleler, iğ­
nelemeler, "muziplikler" ve daha neler de neler. Göreceğiz birkaçını. Bel­
ki. Vakit ve yer kalırsa.
Abidin'in daha ilk sayıdan itibaren bazen ikinci sayfada, bazen ikin­
ci ve üçüncü sayfada birden, dört kareden oluşan bir karikatürü var: Buna
karikatür denmez krikatür veya ba�azıkarikatür demek lazım. Yıllar sonra,
çok yıllar sonra Le Monde gazetesinde Plantu'nun yapacağı cinsten şeyler:
Örneğin birinci sayıda, ikinci sayfada,"Halk Partisi Tarihi"üst baş­
lıklı ve yazısız dört karelik bir başyazıkarikatür var, müthiş: birinci karede

ABi D i N D i N O
" Kuvayı milliyeci bir subay elinde tüfeğiyle," ikincisinde tombul gözlüklü
ve yüksek fötr şapkalı siyasetçi koltuğa kurulmuş, üçüncüde tesbihli, sakal­
lı takkeliftürbanlı bir müslimin, nihayet dördüncü karede ABD tipi, ağzın­
da piposu, başında kovboy türü fötrü ile çizmeli bir tip. Hepsinin sol yaka­
sında bir rozet: CHP'nin alh oku.
Bu başyazıkarikatür de imzasız. Ama Abidin'in çizgisi olduğu aşikar.
Birinci sayının başlığı ve başlıkla ilişkili "haberler," çok açık bir bi­
çimde Missouri'nin İstanbul'a gelişi ve gerek siyasi çevrelerden ve basın­
dan, gerek her türlü esnaf ve tüccardan gösterilen "ilgi" ile ince bir alay.
Genelev kadınlan bile es geçilmeden.
"Babıalinin doktoru" başlığı altında,"siyasi mizalı dergisi" çıkarma­
nın ne kadar "anormal" bir şey olarak karşılandığı anlahlıyor.
Derginin sürekli sütunlan var: "Mektup: Nuh Dede Eliyle Dokuma­
cı Ahmed'e," (Çukurova'dan epey söz ediliyor) , "Mektup: Nuh Dede Eliyle
Veli Yılmaz'a" vb.
Dergi ilk sayısında ve sonra "yazarlan"nı takdim etmekten hiç mi
hiç çekinmiyor. İşte yazarları: "Baş yazanmız: Nuh," "Oğlu Ham, Bay May­
mun, Fil Oğlumuz" veya genellikle " Fil," sonra "zaman zaman ABD ile il·
gili haberlere ve makalelere imza atan 'Sam."' Unutmadan söylemeli: Der­
gi dehşet biçimde ABD ve emperyalizm karşıh. Abidin olsaydı " Ça va de
soi" derdi. Diğer yazarları ise "Ahmet, Hikmet Uydurur" isimleri dikkat çe­
kiyor(!) Fotolar ise "foto Nuh"tan.
Dergide iç siyaset ağırlıkla işleniyor. İstanbul'un gecekonduları,
Haziran 1949'dan beri yapılan gecekonduların yıkılınası emri ve girişimi
de. Üniversiteler. İrtica meseleleri. Partilerin dini siyasete alet etmeleri de.
Bu arada işçi sorunlarına da epey yer ayrılıyor.
Sendikalara, patronlara da. O günlerde kurulmakta olan Sosyal Si­
gorta Kurumu, İş ve İşçi Bulma Kurumu'na da. CHP'nin sendikaları nasıl
kurdurttuğu vefveya nasıl ele geçirdiği sık işlenen konulardan.
ABD ve "Marşal Planı" ile epey alay ediliyor."Mak Komik" isimli
zatla da. Spor bile var. Spora ilişkin gelişmeler ve boks maçlan vb. Bu ara­
da tiyatro ve sinema da eksik değil. Şarlo' dan bahsetmeden mizalı olur
mu? Abidin tiyatro ve sinema konusunda fırsat buldukça yazıyor. İmzasız.

AN KARA-MAN KARA
Evet Abidin yazıyor, çiziyor. Anlaşılan derginin birçok şeyiyle uğraşı­
yor. Adana'da Türk Sözü'nü nasıl çekip çevirdiyse burada da öyle. Ama Abi­
din bu, kendini öyle kolay kolay ele vermez. Çizgileri epeyce bir süre imzasız
çıkıyor. Sonra "Celal" diye imzalıyor: Hata yok. Çünkü kahramanımızın iki
isminden biridir Celal. Anımsayınız boşuna mı taa başlarda Celal Abidin Di­
no diye yazdım? "Nüfus Cüzdanı"nda aynen böyle yazıyor nitekim.
Sonra çizgilerin altında Abidin imzası görülüyor. Ama bu imza da­
ha orak çekice kendini benzetip komünizm propagandası yapacak imza de­
ğil. Kendi halinde bir imza. İlk Abidin imzası ıo. sayıda ortaya çıkıyor. 4
Ocak 195o'de. Sonra Abidin Dino imzası bir kez kendini gösteriyor, evet
sadece bir kez: Bir ara Esat Adil ile başlatılan ve epey süren bir tartış­
mafatışma var. Esat Adil de kendisinin ve partisi TSP'nin (Türkiye Sosya­
list Partisi. Hani bir süre önce yeniden faaliyete geçen parti) yayın organı
Gerçek'te karşılık verince ve Abidin'e ismini vererek saldırınca, Abidin ka­
lemi alıyor eline ve yazıyor yanıtını. Esat Adil alınmasın diye de ismini de
soyadını da koyuyor. Artık bu kadar olur.
Derginin ilk sayısından son sayısına kadar "sahibi ve yazı işlerini fi­
ilen idare eden" bir kahramanı vardır: İsim ve soyadını vermek zorunda­
yım: İşte: Nahit Üstemir. Dikkat hem "üst" hem de "emir" var. Kimdir?
Henüz teşhis edemedim. Edersem size de bildiririm.
Dergiye Abidin ile birlikte katkıda bulunan hatta dergiyi birlikte çı­
kardıkları değişik kaynaklarda belirtilen iki isim var: Mehmet Ali Aybar ve
Rasih Güran.
Abidin Dino, Selçuk Demirel ile yaptığı söyleşide aynen şöyle diyor:
"Ankara'da Mehmet Ali Aybar'la birlikte Nuhun Gemisi'ni (Abidin ile şaka
yapılamaz: Derginin ismini ilk günkü gibi yazar. MŞG) çıkarttık, tam yılı­
nı söyleyemeyeceğim, sanırım 1948'lerde veya 1 949'larda. (Abidin'de tarih
aramayınız, işte bir örnek daha. Ama gerçek tarihten de pek uzak değil yi­
ne de. MŞG) Nuhun Gemisi'nde yazı ve çizgilerim vardı, belki kimisi il­
ginç." Bu son cümle de Abidin'in vazgeçemediği alçakgönüllüğünün ispa­
tıdır (Selçuk Demirel: Özel Koleksiyon: s. 228).
"Aybar" "maddesini," A'dan Z'ye Abidin Dino'da okuyunca şöyle bir
cümle karşımıza çıkıyor: "Abidin'in 1 946'dan sonra, yani Ankara'da yaşar-

ABi D i N D i N O
ken tanıştığı Aybar, o günlerde (Ankaralı olmasa da) en sık görüştüğü kişi­
lerden biriydi. Abidin, 1948'de, Aybar'la birlikte çıkardıkları Nuhun Gemi­
si adlı dergide 'Sarı Çizmeli' takma adıyla yazılar yazdı."
Burada bir soluklanalım: Derginin çıkış tarihinin 1948 olmadığını
biliyoruz. Doğrusu 2 Kasım 1949-31 Mayıs 1950. Ayrıca " Sarı Çizmeli"
takma adını Abidin Nuhun Gemisi'nde hiç kullanmadı. En azından benim
okuduğum sayılarında. Benim koleksiyonumda bir tek 17 Mayıs 1950 tarih­
li dergi eksiktir. Bu sayıda Abidin " Sarı Çizmeli" takma adıyla bir şey(ler)
yazdı mı? Hiç sanmıyorum. Ancak kesin bir şey söyleyebilmek için bu sa­
yıyı görmek gerek. Dolayısıyla bu sayıdan elinde bulunan, bir fotokopisini
iletebilirse minnettar kalacağıını belirtmek isterim.
Bir kaynakta şöyle bir şey okudum: "Abidin Dino o günlerde Rasih
Güran yönetiminde yayınlanan Nuh'un Gemisi (Böyle yazmışlar) isimli
dergiye de katkıda bulundu."
Şimdi Rasih Güran Nahit Üstemir olmasın diye sormaz mısınız?
Sorarız. "Uzun" Rasih, bildiğiniz gibi, öteden beri Abidin'in yakın arkada­
şıdır. Nazım Hikmet'in de çok yakınıdır. Ve herkesin bilmediği gibi TKP'li­
dir. Daha önce sık sık sözünü ettim. Ben de zaten oraya geliyorum: Nuhun
Gemisi'nin TKP'nin desteklediği yayın organlarından veya kısacası yayın
organlarından biri olduğu yazılıyor. O günlerde ve sonrasındaki TKP tutuk­
lamalarındaki ifadelerde bu yönde konuşanlar oldu. Bu kadar da değil, da­
ha önce sözünü ettiğim gibi, Rasih Nuri İleri, Yeni Edebiyat Sosyalist Ger­
çekçilik isimli kitaba yazdığı önsözde bakın neler diyor: "Sonraki illegal dö­
nemde ise Ankara' da, Parti (TKP demek istiyor. MŞG) yine Zeki Baştırnar
ve Abidin Dino yönetiminde, bu defa 'Nuhun Gemisi' isimli bir mizalı (dü­
zeltiyorum: "siyasi mizalı dergisi"dir. M ŞG) dergisi yayınlayabilmiştir
(1949-1950)." (s. 10)
Evet durum budur: Nuhun Gemisi konusunda ismi geçen ve tanı­
nan, bilinen isimler bu kadar: Abidin Dino, Rasih Güran, Mehmet Ali Ay­
bar, Zeki Baştırnar ve Nahit Üstemir. Bu sonuncu hakkında hiçbir şey bil­
mediğimi yineliyorum.
Yedi ay yayınlanan dergi özel bir "görevle" yayınlanmış olabilir mi?
Hani görevi bitince kapatılan/kapanan. Bilemiyorum. Eğer öyle bir "göre-

39 0 AN KARA-MAN KARA
vi" varsa bu Nazım Hikmet'in özgürlük mücadelesinde şaire, büyük şairi­
mize yardımcı olmaktır diyebilirim. Elbette başka dergiler, Yaprak gibi, bir­
çok gazete, Vatan yanında Va-Nfı' nun çalıştığı Akşam, o günlerde yeni bir
yönetimle yayınlanan Tan ve başkaları örneğin İzmir'de çıkan Yeni Asır,
var. Ama bir de böyle bir derginin Nazım'ı çok yakından tanıyan iki, yani
Abidin ile Aybar, belki dört, yani ilk ikisi yanında Zeki Baştırnar ile Rasih
Güran, yoldaşı yönetiminde yayınlanması iyi olacaktır diye düşünülmüş
olabilir. Öyle de oldu. Nuhun Gemisi, yedi ay boyunca Nazım'ın mücadele­
sini birinci derecede iyi biçimde ve tarihte kalacak belgeleriyle kamuoyuna
duyurdu. Çok da iyi etti.

Şu BiN DoKuz Yüz Eni Y1u


Nazım Hikmet Türkiye siyasi tarihinin değişik dönemlerine imza­
sını atmış, mührünü vurmuştur. Ama herhalde en çok 1950 ve 1951 yılla­
rına. Evet 1950 ve 1951 Nazım'la dolu yıllardır. Türkiye'nin en önce. Nere­
deyse doğal demek geliyor içimden. Çünkü bir daha geri dönmemek, dö­
nememek üzere ülkesini, bu canından çok sevdiği güzelim ülkesini terk et­
mek zorunda bırakılacaktır, kısa ve yoğun bir özgürlük döneminin tadına
doyamadan: Münevver'le, yeni doğan oğlu ile, arkadaşları, yoldaşları, dost­
larıyla. Denizle, Marmara Denizi ile önce elbette. Çünkü Karadeniz başka
türkülerin denizidir. En iyilerini Refik Erduran söyletir ona. Evet Nazım
1950 ve 1951'e damgasını vuracaktır. Vurdu.
Bu kadar da değil: Kore Savaşı 195o'de patlak verdi. Atom bombası
korkusu da var. Ve BARIŞ arzusu yükseltildi: Dünyanın bütün ülkelerinde
ve kendi ülkemizde: Behice Boran ve arkadaşları Türk Barışseverler Cemiye­
tini kurdular. Ve devlet devletliğini gösterdi: "Bize barış gerekirse biz getiri­
riz(!)" Tutuklamalar. Hapishane. Aybar da hapishanededir 1950 başlarken.
Abidin Nuhun Gemisi'ndedir. : Karaya oturtmadan dümende; Biraz
latife, biraz alay, ciddiyede ve Nazım ile yüklü olarak.
Genel Af Kanunu tasarısının sarpa sardığını gören arkadaşları, her
türlü yolu denemek için hareketleniyorlar: Güzin'in bana değişik tarihler­
de anlatlığına göre, "Bizim evde Mahmut Dikerdem'in de katıldığı toplan­
tılar yapıyoruz. İsmet İnönü'nün iki oğlunu da iyi tanıdığı için onlar nez-

ABi D i N D i N O 39 1
dinde bir şeyler yapmasını kararlaşhnyoruz. Mahmut Dikerdem durumu
Erdal İnönü ve kardeşine aktarıyor: Babalarına anlatsınlar, Nazım için özel
bir af çıkarsın diye. Ama sonuç alınmıyor."
Mahmut Dikerdem mutlaka iki kardeşe Nazım'ın durumunu aktar­
mış ve yardımlarını istemiştir. Hiç kuşkum yok. Ama iki kardeşin durumu
babalarına ilettikleri konusunda çok kuşkum var.
15 Mart 1950 tarihli Les Lettres Françaises'de ise " Solidarite avec le po­
ete turc Nazım Hikmet" başlığıyla "Le Comite National des Ecrivains"in
(CNE. Yazarlar Ulusal Komitesi'nin) Nazım'ın özgürlüğü için mücadele
eden Uluslararası Demokrat Hukukçular Derneği'ne desteğini duyuruyor.
Aragon'un yönetimindeki Les Lettres Françaises ile CNE'den başka şey de
beklenmezdi zaten. Direnişçilerin ve Fransız Komünist Partisi'nin deste­
ğincieki dergi ve komite öteden beri Nazım'ın mücadelesine sempatiyle ba­
kıyor ve yardımlarını esirgemiyordu.
Uzaktan destek ve dayanışma bir metinin yayınlanmasıyla bitmiyor.
Birçok aydın, sanatçı, yazar ve şair Nazım için imza kampanyasına kahlıyor:
En başta Albert Camus, Jacques Prevert, Jean-Paul Sartre, Pablo Picasso,
Bertold Brecht, Pablo Neruda, Louis Aragon, Halldor Laxness ve başkaları
bulunuyor. Bu isimler ellerinde iri makaslar ve tüfekle af kanunu tasarısını
kuşa benzetmeye çalışanların kulaklanna "yerli mi"? Değil. Yabancı!

AşıK VEYSEL'LE B i R GECE


Abidin Dino koşturuyor. Mart 1950 dopdolu bir ay. Yazmak, çiz­
mek, Nazım için imzalar toplamak, birazdan göreceğiz. Ama bütün bu
koşturmacalar arasında Ankara Halkevi'nde Aşık Veysel ve ayrıca Ruhi Su
konser verse gitmez misiniz? Ben giderim. Abidin de. Zaten nitekim git­
miş. Dahası üşenmemiş bir de yazı döşenmiş. Hayır Nuhun Gemisi nde de­ '

ğil Yaprak'ta yayınlanmış. Başlığı "Halk Türküsü aldı yürüdü." Yaprak'ın


15 Mart 1950 tarihli 22. sayısından aynen aktarıyorum:
"Ankara Halkevinde Aşık Veysel için görülmemiş bir kalabalık top­
lanmışh, halk şairi Veysel'e büyük bir sevgi gösterisi yapıldı. Kendi derdini
bırakıp dünyanın haline hayıflanan Aşık Veysel'in en çok tutulan türküleri
'Taşlamaları' olmuştur. Bu da halkla aydınların, taraf tutan şiire karşı ilgisi-

39 2 AN KARA-MAN KARA
ni gösteriyor. Aşık Veysel gecesinin başta gelen özelliklerinden biri de, Ruhi
Su'nun bu şenliğe katılmış olmasıdır. Ruhi Su'nun senelerden beri halk tür­
küleri üzerinde yeni bir anlayışla çalıştığını biliyoruz. Aydınlanmız bu çalış­
malara karşı türlü tepkiler göstermişlerdir. Kimine göre halk türküleri günü­
nü bitirmiş bir sanatın kalıntılarıdır, halk şairlerinin sesiyle tekrarlanmalan
gerekir, sadece bir folklor konusudur. Kimine göre de halk türküleri Garp
musiki anlayışı içinde, hammadde olarak kullanılacak ve geliştirilecek sesli
hareket noktalarıdır. (Nasıl yeni şiir de bunlardan faydalanmasını bilmişse.)
İşte böyle, kimine göre dokunulması, kimine göre de yeni baştan ufalanıp pi­
şirilmesi icabeden halk türkülerine karşı Ruhi Su'nun tavrı nedir?
Ruhi Su'ya göre, yaptığını iyice anlayabildimse, halk türküleri me­
lodi ve şiir bakımından tam kıvamını bulmuş sanat eserleridir, ses ve oku­
nuş bakımından pürüzlerinden ayıklanınca - Garp musiki anlayışı ile bağ­
daşan - klasik denecek kadar sağlam ve belirli bir ses mimarisine erişmiş
şaheserlerdir bunlar. Melodi ile ses, şiirle okuyuş arasında gözetmek iste­
diğim fark meydanında; melodiye tam hakkını veren, Garplı anlamda ter­
biye edilmiş bir ses yoktur halk aşıklarında, sesleri çoğu zaman pürüzlü,
yayvan ve uyuşturucudur. Şiire de hakkını vermiyor aşıklar, yarattıkları
mısralara karşı sanki kayıtsızdırlar, aralarında öze göre değişen bir okuyu­
şa rastlamak pek güç. Şu var ki folklorcu görüşle yetinen kimseler, bu ek­
sikleri "halislik" bakımından seviyorlar, türkü sanatını yaratanlara karşı
saygı yönünden bu ilişmeme kaygusunda haklıdırlar bir bakıma. Bir bakı­
ma da sesli musiki için halk türkülerine dayanmak isteyen musiki yaratıcı­
ları da yanlış düşünmüyorlar, şekilcilikten uzak, zengin melodili, özlü bir
yeni musiki yaratmak için elbetteki halkın ses mirasına sahip çıkmaları la­
zımdır. Ruhi Su'nun yolu apayrı görünüyor. Ruhi Su, seçilmiş, ses ve sözü
süzülmüş halk türkülerinin - mesela klasik Alman musikisindeki 'lied'le­
re kadar - dört başı marnur sanat eserleri olduklarına inanıyor. Ruhi Su,
kendi anlayışı içinde söylediği bu türkülerin sürekli değerlerine, gelecekte
de canlı kalacak değerlerine bel bağlıyor. Türk halkının ses yolundan söz
yolundan tarih boyunca yaşayacak eserler verdiğine inandığı içindir ki Ru­
hi Su, bunları arıyor, buluyor, ayıklıyor, değerlendiriyor, bu arayışın zorlu­
ğu ve önemi üzerinde söylenecek çok söz var.

ABi D i N D i N O 393
Ruhi Su bu son konserde iki aşkı peşinde, Aşık Veysel'den önce
türkülerini söyledi. Karşılaştırmamak elde değil. Veysel'in güçlü şair oluşu
bir yana, musiki olayı bakımından Ruhi Su'nun çabasında haklı olduğu,
gün gibi meydandaydı o gece. Halkevinde bulunanların kıyasıya alkışı, bir
halk sanatının yeni zamanlara uymasını selamlamıştır. Bu biçim halk tür­
küsü, alaturka - alafranga çatışmasının dışında ileri bir kültüre dayanan,
herkese açık bir çeşit olarak artık geleceğini sağlama bağlamıştır bence."
( Yazılar: s. 325-327.)
Abidin Aşık Veysel'in birçok resmini çizdi. Aşık Veysel o günlerde
Ankara' daki aydınlar tarafından sevilen, eve davet edilen halk türküleri us­
tasıdır. Örneğin Erol Güney, eşi Dora'nın "evimize birkaç kez gelen Aşık
Veysel'le çok sıcak bir bağı" olduğunu ve "ondan ( ... ) türküler öğrendiğini"
yazıyor (A. g. k., s. 200). Sabahattin Eyüboğlu da Aşık Veysel'i çok beğeni­
yar: Elimde nerede ne zaman çekildiklerini bilemediğim birkaç tane Eyü­
boğlu ve Veysel fotoğrafı var: Birbirlerine sarılmış iki dost. Nitekim o gün­
lerde kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı ve tarihi konulmamış mektubunda
şunları yazıyor: Ne mükemmel bir insan şu Veysel, bilsen. Anadolu topra­
ğının kendisi' ... Yanık, durgun, olgun ... Yalnız çehresini görmek kafi. İnsan
dağların sımyla karşılaşmış gibi oluyor. Sıcaklarda bile sırtından çıkmayan
eski yamalı bir paltonun içinde Veysel muhteşem bir dilenci gibi dolaşıyor.
Önceki gün bu odadaydı. Çaldık. .. Söyledik. .. " (Kardeş Mektuplan: s. ı 6o.)

AF Ç ıKM lYOR
"Yurt çapında olağanüstü ilgiyle izlenen af kanunu çıktı, çıkmak
üzereydi. Gazeteler, işin bittiğine o denli inanınışiardı ki, ertesi gün man­
şetleri bile düzenlenmişti: Genel af yasası çıktı!
Meclis'teki görüşmelerin geceye uzandığı bir saatte, bir olay oldu,
garipsenecek, yorumlanması çok güç bir olay.
Adalet Komisyonu Başkanı Hulki Karagülle, birden söz istedi, kür­
süye geldi:
'Arkadaşlar!' dedi, Komisyonumuz, genel af yasasının bazı madde­
lerini yeniden incelemek kararındadır. Bu nedenle tasarıyı geri alıyoruz."'
(Cüneyt Arcayürek: ı. Cilt, s. ı 63).

394 AN KARA· MAN KARA


Evet aynen böyle, 22 Mart 195o'de tasarı geri alındı. Görüşmeler
durduruldu. Ve daha kötüsü TBMM 14 Mayıs 1950 seçimleri vesilesiyle ta­
tile girdi. CHP bir vaadini daha rafa kaldırıyordu.
22 Mart 1950 tarihli Nuhun Gemisi'nin 3· sayfasında bir karikatür var:
Başlığı "İki gazeteci ... " Altta iki kareden birincisinde bir erkek, elinde içki
bardağı sanki Ankara Kalesi'ni seyreyliyor. Bu "Yabancı Gazeteci." Yanında­
ki karede ise başka bir erkek var: Elleri ve ayaklan kelepçeli. Penceresi demir
parmaklıklı. Zindanda olmalı. Bu "Türk Gazeteci." Çizen belli değil. Abidin
olabilir mi? Herhalde çizen Abidin değil. Çizgilerine hiç benzemiyor.
İkinci sayfasında Abidin'in ilk kez Abidin Dino olarak imzasını gö­
rüyoruz: "Esat Adil'e" başlıklı kısa cevap yazısında: Abidin, Esat Adil'in 22
Mart 1950 tarihli Gerçek dergisindeki "Nuh çarpıldı" başlıklı yazısına yanıt
verdiğini belirtiyor. O zaman Nuhun_Gemisi 22 Mart tarihini taşımasına
karşın ertesi gün yayınlanmış olabilir. Yani Af Kanunu tasarısının geri çe­
kildiği öğrenildikten sonra. Elbette derginin başhaberini ve içeriğini değiş­
tirmek mümkün olmuyor. Ama 29 Mart 1950 tarihli Nuhun Gemisi başha­
berini bu konuya ayırıyor: "Af Kanunu işkence oyunu oldu ... " diyerek. He­
men altında şunu okuyoruz: "Rüya gibi bir şey. Acaba torpil (bomba anla­
mında. M ŞG) nereden geldi. Gaflet bizde."

NAZlM HiKM ET NE YAPACAK?


Defalarca açlık grevine yatmak isteyen ama her seferinde af çıkacak
diye eyleminden vazgeçirilen Nazım Hikmet'in o sıradaki durumunu, ruh
halini en iyi yine Abidin anlatıyor:
"Nazım, dostlarını 1 948 yılından bu yana uyanp durmuştu; direnci
azalıyor, sağlığı tekliyordu, bir şeyler yapmak gerekiyordu. İyi güzel de ne
yapmalıydı? Bu konuda klasik tartışmalara girilmişti: dünya ölçeğinde bir
kampanya yararlı olur muydu ya da böyle bir girişim otoriteleri daha da sert
davranmaya mı iterdi? Gerçek şu ki, işin ucunda hücreye kapatılmak, mut­
lak yalnızlık vardı. Ziyaretleri yasaklanabilir, korkunç, kimi zaman buz gibi
soğuk, kimi zaman cehennem gibi sıcak korkunç bir cezaevine nakledilebi­
lirdi. Bursa ne de olsa başkaydı; orada iklim ılımandı. Her şey bir yana o ka­
dar kötü de sayılmazdı. Sivas'la ya da Çorum'la karşılaştırıldığında örneğin;

ABi D i N D i N O 395
ayrıca onu orada görmeye kim giderdi? Piraye ( ...) daha şimdiden, İstan­
bul'dan Bursa'ya gidebilmek için borç alıyordu. Önce Mudanya'ya kadar kü­
çük bir vapur, sonra çocuk oyuncaklarına benzeyen bir tren. Otele para öde­
mek, tutukluya küçük bir armağan almak gerekirdi; mevsimiyse küçük Bur­
sa şeftalileri örneğin, ama hangi parayla? Ya Sivas, Sivas'a kim gidebilirdi?
Tüm bunlar gerçekti; ama bunlar kadar gerçek olan bir şey daha vardı: Na­
zım neredeyse tamamen tükenmişti. Uzun süre içerde yatanlar söyler: Bu­
nalım aşama aşamadır; yıllar geçtikçe insan aynı şeye aynı biçimde tepki ver­
mez. Koca bir yıl, bir solukta geçip gider, sonra birden bir hafta gelir ki kat­
lanmak, önceki on iki, yirmi dört, kırk sekiz aya katianmaktan çok daha zor
gelir insana. Bunalım kapıyı çaldığında, dizlerinizin bağı çözülür, göğsünü­
zün derinliğinde bir yanardağ ağzı açılır, kalbiniz küt küt atar, bir şeyler ge­
mi azıya alır ve insan kendini sırtüstü yerde bulurdu; bir tür yer çekimsizli­
ği paniği yakanıza yapışır ve bu sizi bedensel bir hareket yapmaya zorlardı:

Ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resmi çerçeveden;
ayakları yere vurdu.

Üstelik şu kalbiniz, göğsünüzdeki şu anjin, şu siyatik, şu kaşınma­


lar, şu halsizlikler, şu terlemeler ve insanın yalnızca kendi özüyle besleni­
yor olması ... Ve sonra kadınsızlık; insan, bir keşiş gibi, bir ağaç yaprağına
dokunduğunda şehvetle irkilecek hale geliyor. On iki yıl, insanı delirtecek
bir süre: öfke, şiir, iğrenme delirtir insanı; duvarda ezilen tahtakurulannın
pis kokusu, akşam olduğunda dışardan gelen çocuk ağlamalarının sizi içi­
ne düşürdüğü umutsuzluk. .. "

Nazım Hikmet artık bıçak kemiğe dayandı diyerek aylardır yapmak


istediği açlık grevinden başka çaresi kalmarlığına kesin karar verdi. Başka
ne yapabilirdi? Seçimlerden önce af çıkacak diye bekleyen Nazım Hik­
met'in diğer mahkumlar gibi ümitleri tuzla buz edilmiş ve şaire başka yol
bırakılmamıştı. Ama dostları, akrabaları, arkadaşları, yoldaşları, yakınları
Nazım'ın açlık grevini kaldıramayacağını, o kadar yıl hapislikten sonra bo-

AN KARA-MAN KARA
zulan sağlığı sonucu açlığa dayanamayacağından ve sağlığının daha beter­
leşmesinden korkuyorlardı. Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması için Türki­
ye'de imza toplanılmasına karar verildi. İmza toplama fikrinin Nazım'ın
dayısının kızı ve sevgilisi Münevver Andaç-Berk ile Sare Teyzesinin kızı
Ayşe Mocan-Başhmar'dan çıkhğı anlaşılıyor. Ayşe'nin babası Şevket Mo­
can'ın Af Kanunu tasansı TBMM'de görüşülürken komünistleri "suçlu de­
ğil haindirler" diye nitelerken kızının Nazım Hikmet'in serbest bırakılma­
sı için imza kampanyası başlatması ne kadar hoş ne kadar anlamlı. Böyle­
ce yurtdışından ünlü isirolerin imzalanna "yabancıdırlar" diyerek yüz ver­
meyeniere Nazım'ın yakınlan "Bir dakika yerlilerimiz var bunlara ne diye­
ceksiniz?" sorusunu sorma olanağını da bulacaklardı.
Münevver ve Ayşe'ye başlangıçta Sare Teyze ve kız kardeşi yani Na­
zım'ın annesi Celile Hanım destek veriyor. Böylece meseleye bu aşamada do­
ğal olarak ailesel bir boyut katılıyor. Çünkü artık söz konusu olan sadece Na­
zım'ın özgürlüğü değil hayatıdır. Mehmet Ali Aybar'ın ve Oktay Rifat'ın imza
kampanyasında, Abidin, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli ve diğerleri yanında,
önemli rol oynamalannda da akrabalık ve ailesel boyut aramak olası. Çünkü
Aybar ve Rifat da Nazım ile akrabalık bağlan olan insarılardırlar. (Hepsinin ay­
nı zamanda Kuzguncuklu olması sonucu Murat Belge'nin "Kuzguncuklu Sos­
yalistler" diye bir deyim üretmesine bile yol açan bir akrabalıkhr bu.)

İ MZA KAM PANYASI BAŞLIYOR


İmza kampanyası İstanbul'da başladı. Önce Adnan Adıvar ile Hali­
de Edib Adıvar'a imzalatılan ve "Cumhurbaşkanlığı Yüksek Kahna" diye
başlayan dilekçeyle ulaşılabilen aydınlardan imza toplanıyor.
Ankara'da imza toplama işinde Abidin Dino'yu buluyoruz, doğal
olarak. Ve o kadar işi arasında bunu da yapıyor: Abidin anlahyor:
"Ankara'da kapı kapı dolaşıp imza toplayacak çok kişi vardı. Ben,
bir yılı aşkın bir süredir yatakta yatmasına karşılık Orhan Veli ile ekip oluş­
turmuş, karşıma gelen ilk kapıyı çalmışhm. Ankara gibi küçük ve güvenil­
mez bir kentte herkes bize kucak açmışh! Kendisinden imza istendiği için
sevinçten ağlayan insanlar vardı. Hem de önümüze çıkan ilk evdeki her­
hangi bir insan ...

ABi D i N D i N O 397
O günlerde Abidin ve Orhan Veli'ye imza toplama konusunda yar­
dımcı olan Melih Cevdet Anday anımsıyor:
" Refik Fersan'a bağış dilekçesini ben götürmüştüm. Yenişehir'de
sanırım Necatibey Caddesi'ndeki bir apartmanın ikinci katında oturuyor­
du. Ziyaretimin nedenini anlayınca ağlamaya başlamıştı. Zayıf, uzunca
saçlı, çok nazik bir insandı. 'Nazım Hikmet'in hapiste yatması benim der­
dimdir' demişti. Sonra imzasını atıp içeri seslenmişti. 'Fahire, gel, sende
imzala! ' demişti eşine.
Sonra Orhan Veli ve Abidin Dino ile birlikte Falih Rıfkı Atay'ı ara­
dık; bize Ankara Palas'ta randevu verdi. Gittik. Falih Rıfkı Atay, dilekçeyi
okuduktan sonra, 'Bunu bu akşam bende bırakın, baştan yazayım' dedi.
Biz, Cumhurbaşkanına seslenen dilekçeyi 'rica ederiz' diye bitiriyorduk, o
ise bu sonu sertleştirdi, 'istiyoruz' diye bağladı." (Akan Zaman Duran Za·
man: s. ng-120.).
Cüneyt Arcayürek, kitabında (Cilt: ı , s. 158 ve ı6o-ı6ı), "Kimi ozan­
lar başta Orhan Veli, Nazım Hikmet hapisten çıkıncaya değin sakallarını
kesmeyeceklerini ilan etmişlerdi. Açlık grevi yerine 'sakal grevi."'
Arcayürek şairleri, en başta Orhan Veli'yi takip ediyor,"başkaları"
da Arcayürek'i izliyor.
13 Mayıs'ta Nazım'ın durumunun, sağlığının çok kötüleşmesi üze­
rine hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi Kliniği'ne kaldırılıyor. Kendisi­
ne serum takılıyor. Daha sonra Verem Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya
yatırılıyor. Nazım Hikmet 15 Temmuzda özgürlüğüne kavuşana kadar bu
odada kalacaktır. Daha önce reddettiği Cerrahpaşa'da kalmayı bu kez kabul
ediyor. Başka türlüsü sağlığı açısından derin sorunlar doğuracaktı çünkü.

14 MAYıs ıgso: NA.zıM HAPis. SEçiMLER " S ERBEsT"


Seçim günü yayınlanan Son Posta gazetesinde Abidin ve Güzin'in
yakın dostlarından Rebia Şerefin mektubu yayınlandı. Gazetenin "Eski
cumhuriyet Başsavcısı merhum Fahrettin Karaoğlan'ın kızı ve değerli ha­
kimlerimizden" biçiminde tanıttığı ve bizim bildiğimiz gibi, Muvaffak Şe­
refin eşi ve aynı zamanda Adalet Bakanlığında yüksek memur olan Rebia
Şeref mektubunda şunları söylüyor:

AN KARA-MAN KARA
"Büyük Türk şairi Nazım Hikmet'in adım adım ölüme yaklaştığı bu
anda, babam Cumhuriyet Başsavcısı merhum Fahrettin Karaoğlan'ın bana
Nazım Hikmet için söyledikleri bugün gibi hatırımda. Babam, 'Bir hakim
olarak memleketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hadise Nazım
Hikmet'in hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl
hapse mahkum edilmesidir. Adalet tarihimizi bu günahtan kurtarmak en
büyük emelimdir. Ama ne yazık ki buna gücüm yetmiyor' diyordu.
Babam bu duygu ve düşüncelerini yalnız yakınlarına söylemekle
kalmadı. Yanılınıyorsam 1945 yılında TBMM Adalet Divanında da açıkça
belirtti. Ve bir gün Hipodromda Sayın Cumhurbaşkanına da açtı.
Bu hahraları delaletinizle Türk halkına nakletmek imkanı bulur­
sam, yalnız bir insan, bir Türk olarak Nazım Hikmet'e karşı değil, bir ev­
lat olarak hak ve adalet aşığı babama ve asil bir yargıç olarak şerefım saydı­
ğım Türk adaletine karşı olan vazifeınİ de yapmış olacağım."
Rebia Hanım'ın mektubundan söz ettiğim 13 Nisan 2005'teki söy­
leşimizde, Güzin, aynen şunu söyledi: "Evet böyle bir hatundu, aramızday­
dı boyna."
Siyasi tarihte Türkiye'deki "ilk serbest seçimler" olarak anılan 14
Mayıs 1950 seçimlerinin en çarpıcı yönü katılımın %88, 88 ile müthiş bir
orana ulaşmasıdır. Halk gerçekten dananın kuyruğunun koparılmasını is­
tiyordu. Öyle de oldu: 3- 176. ooo seçmenin oyunu alan (%39, 9) ama biz­
zat kendisinin saptadığı seçim yasasındaki çoğunluk sisteminin azizliğine
uğrayan CHP feci bir hezimete uğradı: Sadece 69 milletvekili çıkarabildL
DP ise 4· 241. ooo seçmenin oyuyla (%53, 3) 408 milletvekilliği kazandı.
Türkiye'yi kimin yöneteceği çok açık bir biçimde ortaya çıktı: DP'liler.
Abidin bakın bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyor: "( ... ) beklenmedik
bir şey oldu; ikinci açlık grevi oldukça ilerlemiş, iktidarın güç yitirmesine
katkıda bulunmuştu ki seçimler yapıldı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu
yana ülkeyi yöneten tek parti devrilmişti. Bu, halkın tamamının sınırsız bir
sevince boğulmasına neden oldu (ardından ne geleceğini henüz kimse bil­
miyordu) . Bu öyle bir sevinçtİ ki, kimse artık bir şey düşünmüyordu; se­
çimler demek ki her şeyin anahtarıydı, bir kutunun içine bir kağıt parçası
atıyordunuz, hükümetler düşüyor, her şey yoluna giriyordu! Nazım'ın gre-

ABi D i N DiNO 399


vi mi? Ha, evet, Nazım'ın grevi, ama o seçimlerden önceydi... İnsanlar se­
vinçten ağlamak istiyordu, işte o kadar" (Nazım Üstüne: s. 20-21 ) .

Bu İşi ANCAK ABiD i N ÇözEBiti R


Arkadaşları, dostları, yoldaşları, sevenleri Nazım'ın açlık grevine son
vermesini istiyorlar artık. Abidin, Nazım'ı açlık grevine son vermesi veya ara
vermesi konusunda ikna etmekle görevlendirildi. " Seni kırmaz" dediler ya­
kınları Abidin'e. Yakınları dediğim Güzin en başta Orhan Veli, Oktay Rifat,
Melih Cevdet Anday. Güzin Gel Zaman Git Zaman'da o günleri anımsıyor:
"Yeni hükümetin kurulması, sorumluluk taşıması için bir iki ay ge­
çecek. Nazım' sa gün geçtikçe zayıflıyor, hayatı tehlikede. Bir şey yapmak la­
zım ama ne? Üç şairle Abidin açlık grevinin ertelenmesini her bakımdan
zorunlu buluyorlar. Tek çare Abidin'in İstanbul'a gidip durumu Nazım'a
anlatması, onu ikna etmesi... İkinci açlık grevinin ı6. günü dört arkadaş
Güzin'i de ikna ederek karar veriyorlar. Abidin ne olursa olsun uçağa binip
İstanbul'a gidecek, Nazım'ı görüp onunla bir çözüm bulacak, bu yeni siya­
si durum karşısında. Çok zor bir yolculuk yapıyor Abidin, hasta, ateşi var,
ama çaresiz gidilecek."
O günleri Abidin de yazdı: Nazım Üstüne'den aktarıyorum: "Na­
zım'a gelince, kendi hesabına açlığa ve ölüme gömülüyordu. Onu Avrupa
yakasındaki Cerrahpaşa Hastanesi'nde özel bir bölüme nakletmişlerdi.
Aşık olduğu, tirşe rengi gözlü, güzel yeğeni Münevver onu her gün ziyare­
te geliyordu; dostları onunla yeniden temas kurmuştu; Fransız gazeteleri
yatağının ucuna kadar geliyordu; Yunanistan'daki, İspanya'daki, daha bir­
çok yerdeki cezaevlerinden mesajlar gelmişti. Ne var ki Türkiye'de olay bit­
mişti. Neden? Çünkü ortada bir hükümet yoktu, yenisi de kurulmamıştı;
kurulması için bir ay gerekiyordu. Nazım bu arada ölecekti. Gerici takımın
istediği de tam olarak buydu.
Ankara'da kapı kapı dalaşmalar ve sonu gelmez tartışmalar beni tü­
ketmişti. Bu yüzden yeniden yatağa düşmüştüm, açlık grevinin on altıncı
gününe giriyorduk. Nazım'ın kız kardeşi bana şöyle demişti: "Boşu boşu­
na ölecek; birisinin oraya gitmesi gerek." İyi de kim? Yeniden tartışıldı: üç
şair, kız kardeşi ve Güzin. Bu konuda benim bir şansırnın olduğuna karar

400 AN KARA·MANKARA
verildi. Bunun üzerine, tarif edilmez bir baş dönmesi içinde, öğleden son­
ra kalkan uçağa bindim; İstanbul'a vardığımda, bir taksiye atlayıp Nazım'ın
avukatına gittim: yine ve yine kanıtlar, ne var ki fazla umut yok. Nazım ge­
ri dönülemeyecek kadar ileri gitmişti, artık hiçbir şey anlamıyordu, ayrıca
kazanacağı zafer bir kez elinden alınmıştı ve aynı hatayı yeniden yapmak
istemiyordu. 'Ölmek mi? Böylesi çok daha iyi ... '"

Bu konuda okuduklarımdan ve dinlediklerimden anladığıma göre,


Abidin büyük ihtimalle 15 Mayıs 195o'de Ankara'dan İstanbul'a uçtu: Na­
zım'ı ölümden kurtarmak umuduyla. Çiçek Palas toplantısının yapıldığı
pardon yapılamadığı gün yani, eğer hesahım yanlış değilse.
16 Mayısta Nazım'la görüştü.
17 Mayısta Nazım'ı açlık grevinden vazgeçirmek için gerekli imza­
lar toplanıyor.
18 Mayısta İrfan Emin imzaları, telgrafları, mektupları Nazım'a ta­
şıyor ve okuyor. Nazım ertesi güne kadar süre istiyor.
19 Mayısta Nazım Hikmet ikinci açlık grevine son verdiğini açıklıyor.

İ sTANBUL'DA DosTLAR DA VAR


Nazım'ın açlık grevi süresince bozulan sağlığı İstanbul'daki dostla­
rını da tedirgin ediyor. Zekeriya ve Sabiha Serteller en başta, Yıldız Sertel
adını andığım kitabında bu gelişmeleri şöyle aktarıyor:
"Ne var ki, hükümet bir türlü kurulamıyor, Nazım için herhangi bir
karar alınmasını sağlamak zorlaşıyordu. Grev uzadıkça, şairin durumu kö­
tüleşti ve nihayet hastaneye kaldırıldı. Babam sık sık ziyaretine gidiyor ve
bize kötü haberler getiriyordu: "Nazım'ın durumu iyi değil, her ne kadar,
Nazım, ortada bir sorumlu hükümet yok. Bu işin sonunda ölüm var, vaz­
geç bu grevden! diyorsam da dinlemiyor. 'Ben, dünya halklarına söz ver­
dim, vazgeçemem.' diyor."
Akşam sohbetlerinde artık, başka bir laf konuşamıyorduk. Herkes
bir çıkar yol göstermeye çalışıyor, bir türlü işin içinden çıkılamıyordu. Ey­
lem yapmak iyiydi ama, eylemler de bir sonuç vermiyordu. Göz göre göre
Nazım'ın ölmesine de müsaade edemezdik. ilgilenen herkes sorunun bi­
zim evde tartışıldığını biliyor, bize geliyordu, ama bir türlü bir çare buluna-

ABi D i N D i NO 401
mıyordu. Aydın grubu her akşam toplanıyordu. Bir ara, Karaköy köprüsü­
nün üstünden her gün bando müzikayla geçen bir bahriye bölüğünün pe­
şine takılıp, bir gösteri yapmayı bile düşündük.
Geceleri uykum kaçıyordu. Nazım benim için ne sadece bir dev
şair, ne davası için kahramanca savaşan bir idealistti. Ben gözümü dün­
yaya onunla açtım, onun şiirleriyle büyümüştüm. O benim, bir ağabe­
yim, bir kardeş gibi yakınımdı. Bunun üstüne de insanlığı ve büyüklü­
ğü ekleniyordu." Nazım için, canımı da vermeye hazırım, ama faydası
ne?" diye düşünüyordum, kendi kendime. Bir gün, hastane dönüşü, ba­
bam "Nazım'ın hali fena, karnı şişti, ateşi yüksek" deyince dünyamız
tersine döndü. Derhal, dost aydınların katılmasıyla bir toplantı yapıldı ve
Nazım'a Türk aydınları adına bir başvuru yapılmasına karar verildi. Bu
başvuruda Nazım'a, Türkiye'de siyasi durumun istikrarsızlığı anlatıla­
cak, kendisinden, durum açığa çıkana kadar, grevi bırakması istenecek­
ti ve bu başvuru basında yayınlanacaktı. Bu, başvuruyu Nazım'a babam
iletti. Anlattığına göre, Nazım ilk evvela diretmiş, " Beni dünya efkan
önünde, rezil mi etmek istiyorsunuz?" demiş, babam çok ısrar edince
kabul etmişti."
Nitekim Güzin de kitabında Abidin'in İstanbul'a gider gitmez Ser­
tellere uğradığını yazıyor:
"İstanbul'a gider gitmez, Nazım'ın yakını birkaç dostla, Sabiha Ser­
tel'le, avukat İrfan Emin'le meseleyi tartışıyorlar ... Herkes yeni kurulacak
hükümetin iktidara gelmesini beklemenin şart olduğu görüşünde, fakat
doludizgin açlık grevini sürdüren Nazım'ın kimseyi dinlemeyeceğini dü­
şünüyorlar. Abidin kararlı, ertesi sabah Sertel'le hastanenin başhekimine
çıkıyorlar, diller döküyorlar ve böylece Abidin'e tek başına Nazım'la görüş­
me izni veriyor doktor bey."
Abidin ı6 Mayıs 1 95o'de Nazım'ı ziyarete gidişini şöyle anlatıyor:
On yıldan beri ilk kez görecek Şair'i:
"Ertesi gün İrfan Emin (Nazım'ın avukatı) taksiyle hastaneye kadar
bana eşlik etti. Ah! Ne kadar da geveze şu İrfan Emin! Konuşuyor, durma­
dan konuşuyor, Nazım'dan ezbere şiirler okuyordu; sevgili avukat kendini
edebiyata kaptırmıştı . . .

AN KARA· MAN KARA


Kısa kesiyorum. Başhekim, benim Nazım'ın bulunduğu odaya gir­
ınemi çok istiyordu. 'Onun ölümünün tek sorumlusu ben olacağım, anlıyor­
sunuz değil mi, buysa hoşuma gitmiyor, çoluğum çocuğum var benim, mes­
lek bilinci olan bir insanım ben, aynca (gözleri ineelikle parlıyordu) onu, Na­
zım Hikmet'i çok seviyorum ben, siyaset bir yana, onu çok seviyorum .. .'
Beyaz önlüklü bir asistanla birlikte gri renkli pavyonların arasından
geçiyoruz. Küçük modem bir yapı. Nazım orada. Birinci kattaki koridorcia iki
jandarma var. Köylü usulü çömelmiş, silahlarını bacaklarının arasına almış­
lar. Asistan yumuşak bir ses tonuyla bana, "Haydi gidin," dedi ve beni yalnız
bıraktı. Kapıyı vurup içeri girdim. Gözlerim kamaşb. Küçücük odanın içinde
kocaman bir pencere vardı, pencerede de gökyüzü ve deniz, ışıl ışıl bir aydın­
lık ve Nazım. Onu görmeyeli on yıl oluyordu. Nazım beyaz bir yatağın üstün­
de boylu boyunca yabyordu. Yüzü süzülmüştü. Hınzır ve kaygısız bir çocu­
ğun mavi gözlerini taşımasa, yüzü bir ölünün yüzü, bedeni bir ölünün bede­
ni denebilirdi. Onu oraya, denize bakan o odaya özellikle koymuşlardı.
Nazım'a son durumu açıkladım; Ankara'daki ve ülkedeki havayı an­
lattım. Ne var ki, anlattıklarımdan çok, bana kağıt parçalarının üzerine çi­
ziktirdiği şiirlerini okumak onu çok daha fazla ilgilendiriyordu sanki. Na­
zım, bir saat boyunca ateşli biçimde konuştu: bir tür doruk noktasıydı bu;
terliyordu, tükenmişti. Pencerenin önünde, dışarıda, terasta iki jandarma
gidip geliyordu; kendilerine zaman zaman dostça el eden bir hastanın ba­
şında neden beklemek gerektiğini çok iyi anlayamayan iki köylü çocuğu...
Kimi zaman, camın ardında güzel bir hemşirenin ya da bir asista­
nın gizlenmiş bir dostluğu ifade eden yüzü beliriyordu... Nazım şu öneriyi
çok büyük zorlamalar sonucu kabul etti: kurulacak olan hükümetin sorum­
luluklarını açıklayan çok açık seçik bir metin hazırlanacak, bu metni ön
planda adı geçen en az otuz kişi imzalayacakb. Onun önüne de açlık grevi­
ni geçici olarak bırakmasını isteyen bir kağıt gelecek olursa, bu konuda
uzun uzun düşündükten sonra karar verecekti.
On yedinci gündeydik: gerçekten çok uzun bir süre geçmişti. İrfan
Emin'le birlikte hastaneden koşa koşa çıktık. Otuz imza; geçen her dakika­
nın önemli olduğu bir durumda, o imzaları arayın da bulun bakalım! İm­
zaları toplamak - hiç unutmayacağım - yirmi dört saat sürdü."

ABi D i N D i NO
ilk imzalar çok önemli. Her zaman olduğu gibi akla kim geliyor?
Güzin anlahyor:
"İlk akla gelen saygın iki kişi. Halide Edip'le kocası Adıvar. Mina Ur­
gan'la Abidin gidiyorlar hemen evlerine, tekrar bir tamşma başlıyor fakat so­
nunda imzalar alınıyor, üst tarafı çorap söküğü gibi... Ayakta duracak hali kal­
mayan Abidin Ankara'ya dönüyor, mutlu. Nazım ölmeyecek 1950 yılında."
En başta Halide Edib Adıvar ile eşi Adnan Adıvar'ın imzaladığı me­
tinde şunlar yazılıdır: "Nazım Hikmet, Cerrah Paşa Hastanesi, İstanbul.
Sizi haksız yere hapiste tutan idare halkın oyu ile iktidardan uzaklaşhrılmış
bulunuyor. Bugün ise haklı taleplerinizle ilgilenecek sorumlu makam he­
nüz teşekkül etmemiştir. Yeni iktidar kuruluncaya kadar ve bu husustaki
durumu aydınlanıncaya kadar açlık grevinize fasıla vermenizi ısrarla rica
ediyoruz."
Bu metnin alhnda iki ünlü ve onurlu insanın yanında onlar kadar
ünlü ve aydınlık onurunu en kutsal biçimde taşıyan şu imzalar da bulunu­
yor: Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu, Pikret Adil, Mina Urgan, Abidin Di­
no, Ahmed Harndi Tanpınar, Sait Faik.

M ENDEREs HüKÜMETİ Nİ KuRUYOR


Kimi subayın iktidarın DP'ye devrini önleme arzusunu belirtmele­
rine karşın, ülke yönetimi seçim sonuçlarının gerektirdiği bir biçimde ço­
ğunluğu kazanan DP'ye bırakıldı. Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildi. O da
Adnan Menderes'i başbakanlığa atadı. Yeni hükümet 22 Mayıs 195o'de iş­
başı yaptı. iktidar İnönü'den Bayar'a, CHP'den DP'ye geçiyor. Ama köklü
değişim bekleyenierin umutları uzun ömürlü olmuyor.
Menderes'in Birinci Hükümeti 8 Mart 1951'e kadar sürdü. Bu hü­
kümette dikkati çeken bakanların başında Sarnet Ağaoğlu geliyor: Manisa
milletvekili seçilen eski öykücü Ağaoğlu birinci hükümette "Devlet Bakanı
ve Başbakan Yardımcısı" dır. Hükümetin ikinci adamı. Daha beş-altı yıl ön­
ce Ankara'da Kürtün Meyhanesi'nde şair, öykücü, roman yazarı ve gazete­
ci arkadaşlarıyla ucuz şarap içen bir insan için bu "yükseliş" baş döndürü­
cü. Nitekim Ağaoğlu'nun da başı fena halde dönüyor. O kadar ki eski arka­
daşlarını bırakın tanımak neredeyse onlardan bilinmeyen "yenilgilerin"

AN KARA-MAN KARA
acısını çıkarmaya çalışıyor. (Memet Kemal'in Acılı Kuşak 'ta ismini verme­
den Ağaoğlu'nu anlattığı sayfalar bu bağlamda çok eğlenceli: A. g. k., s. 58
- 6 ı.) Ağaoğlu 9 Mart 1951'de göreve başlayan ve 14 Mayıs 1954'e kadar sü­
ren İkinci Menderes Hükümetinde doğrudan doğruya Başbakan Yardımcı­
sı olarak atanıyor artık. Evet hükümetin yine ikinci adamı.
Birinci Menderes Hükümetinde devlet bakanı olarak atanan Mani­
sa milletvekili Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da dikkat çekiyor.
Birinci Menderes Hükümetinde Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü'dür.
Ve bu görevi Menderes'le kavga edip DP'den ayrılana kadar sürdürüyor.
Birinci Menderes Hükümetinde İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhi­
oğlu'dur. İkinci Menderes Hükümetinde bu göreve önce İzmir milletve­
kili Halil Özyürek atanıyor. Bir süre sonra ise Devlet Bakanlığından bu gö­
reve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu geçiyor. Abidin'in pasaport işlerinde bu
ismin önemi var. Birazdan göreceğiz. Daha sonra İçişleri Bakanlığına Et­
hem Menderes getirilecek. Bu bakanlıktaki bunca sık değişiklik aynı za­
manda polis ve istihbarat kurumlarıyla DP'lilerin bir türlü anlaşamamala­
rı ve DP iktidarının bu kurumlar üzerinde otoritesini hemen kuramama­
sı ile yakından ilgilidir.
31 Mayıs 195o'de son sayısını yayınlayan ve okuyucularına hoşçaka­
lın diyen Nuhun Gemisi'nin ana başlığı "Halkımız harp istemiyor"dur.

NA.zıM'ı UNUTMAMAK
Birçok aydının, yazarın, bilim kadın ve adamının aklında sadece
DP'nin "yeni iktidarı" değil, aynı zamanda Nazım Hikmet'in artık özgür­
lüğüne kavuşması isteği var. DP'nin bu konuda daha samimi olduğu tah­
min ediliyor. Adalet Bakanlığının genel af kanunu tasarısını yakında
TBMM'ye sunacağı bekleniyor. Bunun bir an önce gerçekleşmesi arzula­
nıyor.
Nitekim 15 Haziran 1950 tarihli Les Lettres Françaises'e yansıdığı gi­
bi, Adalet Bakanı Halil Özyürek'in genel af kanunu tasarısını hazırlayan
komisyona başkanlık ettiğini öğreniyoruz. Ve şunu ekliyor Fransız dergi:
"Fakat, hemen tutucu basın, komünistlerin - ve böyle adlandırılanların ­
tasarı kapsamına alınmaması için baskı yapıyor."

ABi D i N D i N O
BARIŞ
Banş dergisinin ilk sayısı büyük olasılıkla 1950 Mayıs ayında çıktı.
Logoda Beyaz Güvercin var. Picasso'nun " güvercini" olmalı. Ama çizen
yüzde yüz Abidin.
21 Mayıs 195o'de, Türkiye Cumhuriyeti'nin NATO'ya üyelik başvu­
rusundan on gün sonra, İstanbul'da Türk Barışseverler Cemiyeti kuruldu.
Resmen faaliyete geçiş tarihi 14 Temmuz 195o'dir. Kurucuları bildiğimiz,
tanıdığımız isimlerdir:
Adnan Cemgil (Felsefe doçenti) , Behice Boran ( Sosyoloji doçenti),
Nevzat Özmeriç (mimar), Vahidettin Barut (avukat), Fuat Toprakoğlu (avu­
kat) , Turgut Pura (heykeltıraş), Affan Kırımlı (mimar), Reşat Sevinçsoy (de­
koratör), Muvakkar Güran (ev kadını, Rasih Güran'ın eşi).
Behice Boran Derneğin başkanlığını üstleniyor. Dernek üyeleri ara­
sında başka isimler de anılıyor. Örneğin kendisiyle yaptığım bir söyleşide
ney ustası Ali Dede Altıntaş, " Fuat Toprakoğlu'nun arzusuyla Barış Deme­
ği üyesi oldum" dedi.
25 Haziran 195o'de Kuzey Kore'nin Güney Kore'ye saldırmasıyla
başlayan Kore Savaşı ve Kore'ye Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesi
Barış meselesini gündeme oturttu. Ve dolayısıyla Cemiyetin attığı her
adım dört gözle izieniyor oldu. Zaten izlenen Cemiyet nefes alamaz hale
getirildi. Bu saldırganlık o günlerdeki ilkel antikomünizm salgın hastalığı­
nın doğal sonucuydu. Hatta Kore'ye asker gönderilmesi bile bu açıdan de­
ğerlendirilebilir. Adnan Menderes ve hükümetinin NATO'ya ne pahasına
olursa olsun girme isteği yanında.
Cemiyetin savaşa karşı bildiri dağıtması hemen hakkında dava açılma­
sına, yönetici ve kuruculannın tutuklanmasına vesile olarak kullanıldı. Bu da­
va Abidin'i yakından ilgilendiriyor. Çünkü Cemiyetin çıkardığı Banş dergisinin
kapak karİkatürünü Abidin çiziyor: İmzasız yayınlanan karikatür desende bir
Türk köylüsü görülüyor ve yanında şu soruya yer veriliyor: "Kore nere?"
Abidin yıllar sonra, Selçuk Demirel ile yaphğı söyleşide, o günleri
şöyle anımsıyor: "O sırada iki yıl süren uzun bir hastalık geçiriyordum. O
yüzden kovuşturmanın zahmetine katlanacak durumda değildim. Ve böy­
lece imzaını atrnamıştım, resmin altına. Resim benimdir."

AN KARA· MAN KARA


Burada izninizle bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Abi­
din'in "iki yıl süren uzun bir hastalık geçiriyordum" cümleceğini şimdiye
kadar hemen hemen her belalı konu için kullandığım görüyoruz. Oysa
1 95o'de "iki yıl süren uzun hastalık"ın epeydir bittiğini biliyoruz. Başka bir
hastalığının o günlerde başlayıp "uzun sürdüğünü" ise hiç bilmiyorum.
Olabilir mi? Sanmıyorum. O zaman Abidin neden imzasız yayınlıyor kimi
çizgilerini? Kanımca şu veya bu biçimde TKP'ye yakın vefveya onun teşvi­
kiyle çıkarılan veya çıkan yayın organlarında imza atarak kendisini gerek­
siz yere sergilemek istemiyor. Abidin bu konularda çok dikkatlidir. Bunu
kendisini tanıyan herkes biliyor. O günlerde ve daha sonra da TKP'li oldu­
ğunu en yakınlarından bile saklayan bir insandır Abidin. TKP yayın organ­
larında imza atmaz ama bu onun bu dergilere katkısını sunmayı da asla
engellemez. Mesele boşu boşuna risk alınamakla açıklanmalıdır sanıyo­
rum. Çünkü Abidin " Bu işlerin çok belalı olduğunu" hepimizden, herkes­
ten iyi biliyor: Unutmamalıyız 1 942'den beri sürgündür. Bunun ne anlama
geldiğini ona biz anlatacak değiliz mutlaka. Dahası Nazım gibi büyük bir
şairin yıllardır zindanda tutulmasının nedenlerini de hepimizden, herkes­
ten iyi Abidin biliyor. Bu ülkede kardeşim suç sadece komünist olmak de­
ğildir. Bu ülkede ünlü olmak, yakışıklı olmak, özgürce yaşamak bile suçtur.
Bilmem anlatabiliyor muyum? Kıskançlıkları, en ucuz tarafından dediko­
duları asla unutmamak gerek. Ve hemen eklemeliyim: Dedikodu kadınla­
rın tekelinde değildir bu ülkede, erkekletimizde haklarını yerneyelim şim­
di, çok sıkı çok iyi dedikoducudur ve başa bela kıskançtırlar kardeşim. Bu­
nu bilmeyen mi var diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama burada bir kez daha ya­
zılması da zaruri bir hal aldı. Bağışlayınız.
Sadece o resimfdesenfkarikatür değil Banş dergisinin logosunun
solunda yer alan beyaz güvercin de Abidin'in kaleminden çıkmıştır. Bakan­
lar görebilir.
Cemiyet kurucuları hakkında açılan dava değişik tutuklamalar, sor­
gulamalar sonrasında hapis cezalarının verilmesiyle sonuçlandı.
Abidin Dino hapis cezasını Ankara Cezaevinde çekmek durumun­
da kalan Behice Boran'ı düzenli ziyaret etti. Güzin Dino bana şunları an­
lattı bu konuda: "Ben Behice'yi ziyaret etmek istiyordum. Ama Abidin ba-

ABi D i N DiNO
na ' Sen devlet memunısun, doçentsin başına bir iş açabilirler' diyerek zi­
yarete gitmemi istemedi. Ama O Behice'yi, ikimiz için de, muntazam bir
biçimde ziyaret etti."
Bu olaylar ve Kore'ye asker gönderilmesi Türk basınında varolan il­
kel antikomünizm bunalımının/hastalığının sürdürülmesini kolaylaştırdı:
Türk basınında "Kızıllar" sözcüğü bir tür küfür biçiminde sürekli bir şekil­
de kullanıldı. Ve elbette bütün basın kayıtsız şartsız DP hükümetinin arka­
sında hiç tanımadıkları Kuzey Kore'ye karşı savaşa giriverdi: Ne hikmetse!
Bu arada ABD'nin Türkiye'ye birçok konuda yardım yapacağı pro­
pagandası da eksik olmuyor: Örneğin 13 Şubat 1951 tarihli Vatan şöyle bir
başlık atıyor: "Türkiye'ye yapılacak fevkalade yardımlar. Marshall planı ve
askeri yardım dışında ı milyar dolar istedik. 120 tepkili uçak alıyoruz." vs.
vs . ... Bu koşullardaki bir Türkiye'de bütün çarklar ABD için dönüyor, dön­
dürülüyor artık. Nazım Hikmet bu şartlarda elbette kaleme sarılacaktır:
'"23' sentlik askere dair" şiirini patlatıyor. Bildiğiniz gibi.

İKİ ZAMAN İ Ki M E KA N ARASINDA NAZ l M ÖZGÜR


1950 Haziran ayı sonunda veya temmuz başında, Abidin, Güzin,
Güzin'in annesi Perdiye Hanım, ev işlerinde yardımcı olan genç Gül Ha­
nım ve elbette Tekir kedi İstanbul'da Çiftehavuzlar'daki kiralık evdedirler.
Bu kez Melih Cevdet Anday ve eşini de misafir ediyorlar.
Abidin ve Anday boş duracak değiller ya, imece usulü bir tiyatro işine
girişiyorlar. Bu çalışmanın izini Sabahattin Eyüboğlu'nun o sırada Paris'te
bulunan kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı bir mektupta buluyoruz. Aynen şöy­
le: "Melih'in (Melih Cevdet Anday'ın. MŞG) piyesini (Salıpazan'nda arıyor.
MŞG) aramamızın nedenine gelince: Mehmet Ali (Cimcoz olmalı. MŞG) Ses
Tiyatrosu sahibi ile bir anlaşma yapmış. Salıneyi çok elverişli koşullarla bir ay
için verecekmiş. Melih'le gidip salıneyi gördük. Melih kendi piyesini amatör­
lerle sahneye koymak üzere harekete geçti. Dekorlarını Abidin yapacak."
Ne oldu sonrası? Bir bilene sormalı.
Nazım özgürlüğüne kavuşunca, bu evde, O da imece yoluyla Kuvay-ı
Milliye Destanı'nın kısa bir bölümünü oluşturacak. Abidin'in ı 8 resim çiz­
diği destan. Anday'ın Nazım için kütüphanede belge topladığı günler.

AN KARA·MAN KARA
Temmuz 195o'de yeni hükümet eski hükümetin izinde gittiğini bir
kez daha gösterdi: Dincilere göz kırparak. Evet çünkü radyoda dini prog­
ram yasağı kaldırıldı.
13 Temmuz 195o'de TBMM Genel Kurulu Genel Af Kanunu tasansı­
nı görüşmeye başladı. İki gün süren tartışmalardan sonra tasarı kabul edildi.
Nazım Hikmet af edilmedi. Evet bu nokta çok önemli. Nazım Hikmet
af kapsamı içine alınmadı. Çünkü TBMM Genel Kurulunda onun af kanunu
kapsamı dışında bırakılması kabul edildi. Birçok milletvekili, aralannda bir-iki
bakanla, Nazım'ın affını adli hatayı düzeltmek yerine uluslararası siyasal çe­
kişme çerçevesinde bir tür inatlaşmaya dönüştürmek gayreti içindeydi. Ve
milletvekilleri de bu adamların, bu ilkel antikomünistlerin, bu ırkçılann, bu
aşın sağcıların etkisinde kaldılar. Ancak sonraki celsede, bağışlanmayan, af
kapsamına alınmayan mahkumların cezalanndan yapılacak indirimin, veri­
len cezanın üçte ikisi olması öneriidi ve kabul edildi. İşte ancak bu sayede Na­
zım Hikmet serbest kalabildi: Çünkü 12 yıl 7 ay hapishanede tutulmuştu ve
28 yıl 4 aylık "cezanın" geri kalan 16 yılını "yatmayacaktı." İşte böyle.
15 Temmuz 1950 tarihli Resmt Gazete Genel Af Kanununu yayınla­
dı. Ve kanun yürürlüğe girdi. O gün avukat, M. A. Sebük, savcılık ve ceza­
evinde gerekli işlemleri yaptıktan sonra Cerrahpaşa Hastanesi'ne geldi:
Nazım, avukatı ve vasisi İrfan Emin ile Münevver onu bekliyorlardı.
Saat tam " 14. 15'te on üç yıllık tutsaklık sona erdi. Başhekim Doktor
Esat Durusoy ile Nazım'a yaşamının çeşitli dönemlerinde yakınlık göster­
miş olan Doktor Tarık Temel de bu mutlu anı izleyenler arasındaydılar.
Avukat Mehmet Ali Sebük, Nazım ile Münevver Andaç'ı hastaneden oto­
mobiliyle alıp Va-Nılların Salacak'taki evine götürdü."
Nazım Hikmet "çıktığında," özgürlüğüne kavuştuğunda 48 yaşın­
daydı. Ve hayatının tam 17 yılını "içeride" geçirmişti.
Nazım Hikmet bir süre Va-Nıllarda kaldı. Daha sonra Cevizlik'te
annesi Celile Hanım'ın evinde. En sonrasında ise Kadıköy'de Sular İdare­
sinin karşısındaki bir apartmanın zemin katında. 17 Haziran 1951'de ülke­
sini terketmek zorunda kalıncaya kadar geçen on bir ayını Münevver ve 26
Mart 1951'de doğan oğlu Mehmet ile yaşadı. Yoğun bir özgürlük dönemi;
ama, maalesef çok kısa ömürlü.

ABi D i N D i N O
ı4 Temmuz ı9so tarihli Ntizıni Hikmet dergisi "Nazım Hikimet'i
Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi Başkam" Tristan Tzara'nın fotoğ­
rafıyla ve onu tanıtan bir yazıyla çıkıyor. Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması
için son günlerde yapılanları da aktarıyor.
ı s Temmuz ı9so tarihli L'Humaniti "Nazım Hikmet libre" ("Nazım
Hikmet özgür") başlığı ve şairden bir şiirle yayınlanıyor. Birinci sayfadan.
20 Temmuz ı9so tarihli Les Lettres Françaises ise birinci sayfasının
büyük bir bölümünü Nazım'a ayınyor: Dergi logosunun üstünde "Victoiret
("Zafer!") yazılı. Daha sonra ise şu okunuyor: "Le grand poete turc Nazım Hik­
met Libere" ("Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet serbest") . Nazım'ın kara ka­
lem bir portresi geliyor sonra. Çizen belli değil. Abidin olabilir mi? Daha son­
ra Tristan Tzara'nın açıklamasına yer veriliyor: Tzara artık komitenin varlık
nedeni kalmadığı için kendi kendini feshettiğini açıklıyor. Madem ki amacı­
na ulaşh. Daha sonra bu mücadelede korniteye yardımcı olan CNE (Yazarlar
Ulusal Komitesi) , Demokrat Hukukçular Uluslararası Birliği ve ilerici Jön
Türkler Birliği'ne teşekkür ediyor. Mücadelesindeki başansının barış için ve­
rilen genel mücadele çizgisi ile çakışhğını vurgulamayı ihmal etmiyor.

DosTLARLA B i R ARADA
Temmuz ı9so'de Abidin ve Güzin yaz dinlencesi vesilesiyle İ stan­
bul'dalar: Çiftehavuzlar'da Tosun Bey Köşkü'nün girişinde "ahırdan boz­
ma, limonluğa benzeyen evi" tutmuşlar yine. Güzin ve Melih Cevdet An­
day ve başka dostlar Nazım'ı ilk bu evde görüyorlar.
Abidin, Nazım Üstüne'de (s. ıs vd.) "Açlık Grevi" başlıklı bölümde
anlatıyor: "Nazım açlık grevinin başlangıcını ve sonrasını, bize Caddebos­
tan'da, bizim evde, Anadolu yakasında Adalar'a karşı, yazlık olarak tuttuğu­
muz o küçük evde anlatmıştı. Bahçe denize değin uzanıyordu. Ahşap bir
saray yavrusu olan Tosun Bey Köşkü, en dipte, neredeyse suyun içinde
bembeyaz yükseliyordu. Kullanılmayan eski bir müştemilat olan bizim kü­
çük evimizse, köşkü sınırlayan büyük demir parmaklığın yakınındaydı. Ka­
pımızın önünde, koca çamlarla çevrili geniş bir su parçası uzanıyordu. ( ... )
Nazım son derece zayıftı, yüzünde ve ellerinde kırmızı lekeler vardı. İkin­
ci açlık grevinden henüz çıkmış, özgürlüğüne yeni kavuşmuştu."

410 AN KARA-MANKARA
Melih Cevdet Anday ise Akan Zaman Duran Zaman 'da (s. 121) ak­
lında kalanlan aktarıyor:
"O yaz Abidinler, Caddebostan'da, Ragıp Paşa'nın, kızı için yaphrdı­
ğı yalının bahçesindeki, belki eski zamanda aşçının ya da bahçıvanın otur­
duğu küçük bir evi tuttular, eşimle beni de konukladılar. Bu küçük, taştan
evin önünde, üstü hep yapraklada dolu bir havuz vardı. İşte Nazım Hik­
met'le ilk orada tanışhk. Boynuma sarıldı, kısaca, 'Teşekkür ederim' dedi.
Sık sık buluşuyorduk. Dostlar, arkadaşlarla bir arada geçen gecele­
rimizin tadını unutamam."
Güzin'den daha güzel kimse anlatamaz yine de Nazım'ın o eve ilk
gelişini: Gelin Güzin'i dinleyelimjokuyalım: " Evde Melih Cevdet ve ilk ka­
rısı Sahahat misafir o gün. Güvenlik nedenleriyle, kimseye haber verilme­
miş Nazım'ın o gün Çiftehavuzlar'a geleceği. Nazım, Vala Nurettinlerde
oturduğu için onlar da Münevver'le beraber gelecekler. Bir gün öncesinden
ev halkını müthiş bir heyecan kaplıyor. Bir Gül Hanım belli etmiyor duy­
gularını, ama çok önemli bir kişinin geleceğini kestirmiş. Çünkü gazete
okuyor Gül Hanım, her gün tek satır bile kaçırmamacasına. Ve de o gün­
lerde tüm gazeteler, 13 yıldan sonra aftan yararlanarak serbest bırakılan Na­
zım Hikmet'ten söz ediyorlar durmadan. Evde de günlerdir yalnızca onun
sözü ediliyor.
Tosun Bey'in denize karşı görkemle duran köşkünü, orman gibi ko­
ca bir park ayırıyor Abidinlerin havuz başındaki ahırdan bozma evlerinden.
Yanı başlarında, yüzyıllık, ulu çam ağaçları, havuzun çevresinde yükseli­
yor. Nazım için oraya kuruluyor küçük bir rakı sofrası. Melih, Güzin'in he­
yecanını kavramış. Nazım için havuz başında ayrılan şezlongun bitişiğine
küçük bir tabure koymuş. 'Sen buraya, Nazım'ın dizinin dibine oturursun,'
diye tatlı şakalar yapıyor. Oysa O (Güzin. M ŞG) da, aksi gibi öksürük ol­
muş. Boğazı da yanıyor. Heyecandan mı, sinirden mi, sabırsızlıktan mı,
nedense, neredeyse nefes alamayacak durumda.
Sonunda, akşamüzeri dört misafir geliyor. Anne (Güzin'in annesi
Ferdiye Hanım. M ŞG), Gül Hanım'ı yanma alarak, bahçeyi devriye gezi­
yorlar. Gündüzleri büyük, demir bahçe kapısı açık durduğu için, ne olur ne
olmaz, yabancı dolaşmasın Nazım oradayken...

ABi D i N D i N O
Ne uzun boylu Nazım! Soluk benizli, zayıf, yüzünde hafif beyaz le­
keler... Ter, kan ve sevinç içinde, herkesle sarmaş dolaş. Havuzun başında­
ki koltuk ve iskemlelere oturuluyor, her şey birden konuşuluyor. Nazım'ın
Münevver'le sevişınesi aylardır tartışma konusu sol çevrelerde. Nazım'ın
yakın dostlan arasında bile, bu kadar yıl sonra Piraye'den ayrılması yadır­
ganıyor. Güzin ise Nazım'ı savunuyor. Zaten bu olayı, Nazım'ın birini bı­
rakıp bırakmaması olarak görmüyor, bir yaşam, mutluluk hakkı, özlemi, fi­
lan gibi bir duyguyla savunuyor. Havuz başında, dizinin dibine çökmüş
olan Güzin'e, 'Duydum, sen bizi savunmuşsun. Teşekkür ederim,' diyor
Nazım. O (Güzin. M ŞG) ise, sevincinden düşüp bayılacak. Bir ara Nazım,
şezlonga upuzun yahyor ve tepesinde yükselen ulu çarnlara sadece bir an
için dalıyor ve birdenbire gerisin geriye doğrulup, 'Olacak şey değil,' diyor,
'İnanamıyorum. Ne bu ağaçlara, ne bu havuza, ne bu duyguya ... İnanamı­
yorum, fazla geliyor."'

RuHi Su, NA.zıM vE DiGERLERİ


Güzin anlahmını sürdürüyor:
"Hayret! Arada rastlanb bu ya, Ruhi Su uğramış eve. Nazım ise Ru­
hi'nin sazına bayılıyor; hapiste, radyoda dinlemiş. Oysa saz yanında değil Ru­
hi'nin. 'Git, getir,' diyorlar. Söz verdirtiyorlar Ruhi Su'ya, kimseye bir şey söy­
lemesin diye. Ama Ruhi Su dayanamıyor, Behice'ye (Behice Boran. Hani da­
ha önce İstanbul'a geldiğini duyurduğumuz. M ŞG) haber veriyor. O akşam,
saat dokuzda, Çiftehavuzlar'daki evde eliiye yakın dost toplanıveriyor. . . Duyan
koşmuş, kopup gelmiş. Kocaman oda hklım hklım. Yerlerde, pencere içlerin­
de, dolaplann üstünde oturuluyor. Dışarıda, karanlıkta, iri dallar sarkıyor. Ev­
den biri zaman zaman devriye geziyor bahçeyi ne olur ne olmaz diye... İçeri­
de, Ruhi Su durmadan saz çalıp herkesi ağlahrcasına türkü söylüyor, gür, tok
ve coşkulu sesiyle. Ağlayanlar da var gerçekten. Nazım da zaman zaman göz­
yaşlarını tutamıyor. Sadece buluşma, kurtuluş sevinci gözyaşlan değil bunlar,
daha öte, daha karmaşık bir duygunun dürtüsü. Mutluluk da değil, keder de
değil; olağanüstü bir an yaşamanın coşkusu: 'Gelin canlar, bir olalım . . .'
Geceyanlarını geçiyor saat. Hayret, Güzin'in öksürük ve boğaz ağ­
rısından eser kalmamış!"

412 AN KARA·MANKARA
TEKİR KEDi VE NAzlM
Güzin Dino, Nazım'ın bakışını şöyle betimliyor: "Masmavi, kimi
kez koyulaşan bakışları, insanın yüreğine işliyor; hemen düşünmeye, duy­
guya, davranışa dürtüyor... Hemen o gün olan bitenlerin sorumlusu oluve­
riyorsunuz, günün olayları bütün boyutlarıyla sizi kavnyor, hem de yarını
düşünmek gerek... Ne yapmalı?" (s. 138)
Abidin ve Güzin'in bir de kedileri var: Hani adını anmıştık daha ön­
ce: Tekir Kedi. O kedinin görüntüsü Nazım'ın kucağında verdiği bir poz sa­
yesinde ölümsüzleşti. Fotoğrafı bütün dünyayı dolaştı. Ve tekrar Çifteha­
vuzlar' daki eve geliverdi.

DENİZ VE NAZlM
Abidin anlatıyor: "Özgür kalışından üç hafta sonra, doktor denize
girmesine izin verdiğinde bizim eve geldi. Çok çekingen bir hali vardı: on
üç yıl sonra yeniden denize girmek! Yüzmeyi becerebilecek miydi? Cılız ve
akça pakça bir damadı andınyordu; ürkek bir yeni damat.
Biz girdikten sonra, Nazım da suya atladı. Başını sudan çıkardığın­
da yüzünü görmeniz gerekirdi: O zamana kadar hiç görmediğim, en mut­
lu, bütünüyle kendinden geçmiş bir yüzdü bu. Kısa bir süre güçlü kulaçlar
attı. Birden kıyıya yaklaştı ve panik içinde sudan çıktı:
- Dayanılmaz bir şey bu, gerçekten müthiş güzel. Köpoğlusu,
müthiş ... "
Güzin de o an orada ve bakın nasıl aktarıyor o sahneyi: "Hep birden
kalkıyorlar. Tosun Bey'in iskelesinden Nazım denize girmek istiyor, fakat
10 yıldan fazla süren bir ayrılık denizden! Önce Vala giriyor, sonra Abi­
din'le Nazım. Ötekilerin hepsi iskeleden seyrediyorlar bu buluşmayı, heye­
canla. Biraz tedirginlik de var, deniz fazla gelmesin, diye 'agina pectoris'e.
Fazla gelmiyor, Nazım denizde mutlu."
O günlerde Nazım'ın Abidin ve Güzin'le, Münevver ile ve hepsinin
topluca çekilmiş fotoğrafları var. Güzin'e soruyorum " Kuzum kim çekti
bunları?" İşte yanıtı: "Bütün o fotoğrafları çeken İlhan Arakon'dur. Abi­
din'in o günlerdeki can ciğer arkadaşı. Abidin, Nazımların geleceğini İlhan
Arakon'a haber verdi: 'Gel fotoğraflarını çek' demiş olabilir. Bütün o güzel

ABi D i N D i N O
fotoğrafları Nazım Münevver ile, Nazım bizimle, Abidin ile ve benimle, bü­
tün onları işte o gün İlhan Arakon çekti. İlhan Arakon çok sempatikti. Bi­
zi çok severdi. Abidin'i çok seven bir insandı."
Abidin'in İlhan Arakon ile arkadaşlığının 193o'larm başından
beri sürüp geldiğini biliyoruz. Hani saatlerce bekleyip Süleymaniye Ca­
mii'nin bir fotoğrafını çekmeye çalıştıkları gençlik yıllarından beri. Abi­
din, ıgso'de İlhan Arakon ile kimi senaryo yazımına çalışıyor. Örneğin
Aşk-ı Memnu nun senaryosunu birlikte yazıyorlar. Abidin ülkesini ter­
'

ketmek zorunda kaldıktan sonra, epey zaman sonra, Arakon bu senaryo­


dan bir film çekti. Abidin'in ismini senaryo yazarı olarak belirtmekten
çekindi mutlaka ve o nedenle Abidin ismi senaryo yazarı olarak o film­
de yer almıyor.
1950 Temmuzunda Arakon'un çektiği o fotoğrafiara bakın lütfen:
O ne gençliktir, o ne güzelliktir öyle: Abidin'in, Güzin'in, Nazım'ın mutlu­
luğu, gençlikleri yüzlerinden okunuyor. Münevver biraz kederli gibi.

"HAPiSHANE Usuıü UsKUMRu" YER M İSİNİZ?


Nazım Hikmet zaman zaman öğlen saatlerinde uğruyor Çifteha­
vuzlar'a. Güzin birini anlatıyor:
"Bir keresinde, ressam Balaban'ı da getiriyor. Abidin, o sıralarda
Ankara'ya, pasaportunu almak için uğraşmaya gitmiş. Nazım'la Balaban,
gelirken, Kadıköy çarşısından uskumru almışlar. Öğle yemeğine, hapisha­
ne usulü uskumru pişiriyorlar. Bol sebzeli, bol suda kaynatarak, hanımla­
rın hiçbirinden yardım istemeksizin, nefıs bir yemek çıkarıyorlar ortaya."
Melih Cevdet Anday, Ressam Balaban'ı anımsıyor: "Ressam Bala­
han da çıkmıştı onunla birlikte, yanlarında kalıyordu. Nazım'ın evinde ka­
lıyordu. 'Baba' diyordu Nazım Hikmet'e. O zaman bu söz şimdiki gibi yay­
gın değildi, kabasaha da kaçmıyordu, sadece saygı bildiriyordu. O 'Baba'
sözcüğü şimdilerde kullanıldığı anlamda yaşlılığı vurgulamıyordu, sahici
'baba' anlamında idi." (A. g. k., s. 40 ve ızı.)
Çiftehavuzlar'daki havuz başı şöleninin oldukça sık yinelendiğini
belirten Anday şunları anlatıyor ve bilhassa Kuvay-i Milliye Destanı nın bir
'

bölümünün nasıl ortaya çıktığını da aktarıyor:

AN KARA-MAN KARA
"Sonraki günler hemen her akşam buluşur olduk. Havuz başındaki
şölenimize Zekeriya Sertel ile Sabiha Sertel de arada bir katılırdı. Hatta bir
gün Zekeriya Sertel bir gazete çıkarma önerisinde bulundu. Hepimiz düşün­
dülderimizi söylüyorduk, o da bunları cigara paketinin arkasına not ediyor­
du. Benim, 'Siz dalgınlıkla o paketi atarsınız, notlar da gider' demem üzeri­
ne Zekeriya Sertel'i bir gülme tuttu. Ne var bunda gülecek! Meğer Ameri­
ka'dan dönüşünde, Ankara'da bir gün Köşk'e çağrılmış, Atatürk'ün buyruk­
larını gene böyle cigara paketinin arkasına yazdığı için paylanmış bir temiz.
O günlerden birinde Nazım Hikmet'in benden bir isteği oldu. Ku­
vay-i Milliye Destanı'nı yazıyordu, bir bölüme 16 Mart Şehitleriyle başlaya­
caktı, bana, 'Belgeler lazım, ben rahat dolaşamıyorum, ne olur, bir kitaplık­
tan gerekli bilgileri buluver' dedi.
Ben de kalktım, ertesi gün Beyazıt Kitaplığına gittim, müdüre 1920
yılının gazetelerini görmek istediğimi söyledim. Müdür, ' İlgili memuru ça­
ğırayım' diyerek zile bastı. A. .. biraz sonra içeri As af H alet Çelebi girmez
mi? 'Emrediniz efendim' dedi müdüre. Durumu anlayınca da beni kendi
odasına götürdü.
1920 yılının cilderi getirildi. 1 6 Mart Şehitleri ile ilgili haberi kolay­
ca buldum. Götüreceğim bilgi, bilimsel bir yapıt için değildi, bir şiir içindi,
ona göre seçmeliydim. Nazım Hikmet'in şiirini biliyordum, hangi çeşit bil­
gi ile neler yapacağını kestirmeliydim. Okuduklarım içinde şunlar bana il­
ginç göründü: Erlerden üçü uyurken süngü ile öldürülüyor, ikisi kurşuna
diziliyor, altıncı şehitin nasıl öldürüldüğü belli değil ve adı bilinmiyor. İki
şehit mezarı belli değil.
Bunlardan Nazım Hikmet'in nasıl bir şiir çıkaracağını merakla bek-
ledim.
'Uykuda kesti kafir üçümüzü
Kurşuna dizdi kafir ikimizi'
dizelerinin yinelenmesi ile süren parça Beşinci Bapta'dır, başlığı da şu:

'92o'nin 16 Martı
Ve
Manastırlı Harndi Efendi

ABi D i N D i N O
Ve
Reşadiyeli Velioğlu Memet'in Hikayesi'
şöyle bitiyor:
'Arama bulamazsın ikimizin kabrini
belki maşnkta, belki magnpta,
biz de bilmeyiz yerini
uykuda kestiler üçümüzü
Kurşuna dizdiler ikimizi
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşıının adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de alhncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekanı şöyle dursun,
adını da bilen yok'

Güzin'in yazdığına göre, Nazım Hikmet, "Kuvay-i Milliye Desta­


nı'nın o küçük bölümünü Çiftehavuzlar'daki evde bitiriyor. İlk kez oradaki
ev halkına okuyor şiiri. Herkesin fikrini soruyor; annenin (Güzin'in anne­
si Ferdiye Hanım. M ŞG), Gül Hanım'm, misafir Mahmuran Hanım'ın
(Niyazi Ağırnaslı'nın ablası. Abidin'in askerlik günlerinde evini açan ha­
nım, M ŞG) ... ille de herkesin eleştirisini istiyor."
Abidin 195o'de, belki o günlerde, Destan için "Kuvay-i Milliye İn­
sanları" adını verdiği onsekiz desen 1 resim çizdi. Abidin bunları Selçuk
Demirel'e şöyle anlatıyor: " Kurtuluş Savaşından kalma bütün fotoğrafları
elden geçirmiş, notlar almıştım; Mehmetçikleri çizmiştim, bütün ayrıntıla­
rı ile. Nazım'ın destanını resimiemek için epeyce uğraştım böylece. Nazım
resimleri kapıp, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaşmış bir asker akrabasına
götürüp göstermişti, hiçbir şey söylemeden. Uzun uzun baktıktan sonra
resimlere, 'Hangi cephede, hangi bölükte bulundu bu arkadaş' demişti de­
neyimli asker, kimliğimi sorarak. Bizim eve gelmişti Nazım, sevinçten te­
pinerek, 'Tamam' demişti, 'imtihanı geçtin ... "' (A. g. k., s. 239.)
Sonra o resimler o dizelerle yayınlandılar: Ve meraklıları merak,
sevgi ve heyecanla seyretti o resimleri, o dizeleri okuyarak.

AN KARA· MAN KARA


ABİDİN TÜRKİYE'Yi TERK ETMEYE HAZlRLANlYOR
Biraz önce Güzin'in temmuz sonu veya ağustos başında "Abidin, o
sıralarda Ankara'ya, pasaportunu almak için uğraşmaya gitmiş." diye yaz­
dığım gördük. Evet, Abidin Türkiye'den çıkmak için pasaport almaya uğra­
şıyor. Abidin'in, 1938'de Türkiye'ye dönerken, bir an önce askerlik işini bir
sonuca bağlayarak hemen Paris'e geri gelmek istediğini anımsıyorsunuz.
Ancak ülkeye vardıktan sonra başından geçenler veya daha doğru bir de­
yimle başına sarılanlar sonucu arzusunu gerçekleştiremedi. Ama her şeye
karşın 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrasındaki iktidar değişimini izleyen
günlerde beliren özgürlük ve daha geniş özgürlük olanaklarından yararla­
narak, hemen pasaportunu çıkarmak için harekete geçti. O günlerde Abi­
din Türkiye'den ayrılmaya kesin kararlıydı.
Hele son birkaç yıl içinde olan-bitenler onun bu kararında ısrar et­
mesini de birlikte getirdi: Sabahattin Ali'nin alçakça tuzaklarda katli, birkaç
kez gözaltı, sürekli polis takibi, Nazım'ın başına çorap örülmek istenmesi
ve bizzat Abidin'i bekleyen olası sorunlar.
Temmuz 1950 sonunda veya daha sonraki bir tarihte Sabahattin
Eyüboğlu'nun Paris'teki kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı mektupta şu iki
cümle dikkat çekiyor: "Abidin hala Ankara'da pasaport işleri ile uğraşıyor.
Bir yerlerde takılmış." Nerede takılmış acaba?
Peki ne demek oluyor bütün bunlar kuzum? Şu demek: Abidin 8
Ağustos 195o'de pasaportunu alıyor ama yurtdışına çıkması ancak 25 Ocak
1952 sonrasında gerçekleşiyor. Birazdan göreceğiz. Peki, neredeyse on ye­
di ay boyunca neden çıkmadı ya da çıkamadı? İşte soru budur. Ve bu soru­
ya doyurucu bir yanıt bulabilmek için neler okudum neler. Ve Güzin ile
kaç defa konuştuk kaç defa. Anlaşılan şöyle bir gariplik oluyor: Affedersi­
niz o günkü Türkiye'de buna gariplik demek bile doğru değil. Sıradan bir
olay aslında. Ama anlahlmasında yine de yarar var:
Abidin'e pasaport veriliyor. Ama birkaç gün, belki bir hafta sonra
Abidin, "Bir şey eksik" denilerek Emniyet Genel Müdürlüğü Birinci Şube­
si (Siyasi Polis) tarafından çağrılıyor. Abidin paşa paşa gidiyor. Siyasi Polis
sorumlusu pasaportunu alıyor, " Siz gidin size daha sonra haber veririz."
(!!) deniyor. Buyrun bakalım! Burada elbette İçişleri Bakanlığı Pasaport

ABi D i N D i N O
Hizmeti ile Emniyet Genel Müdürlüğü Birinci Şubesi arasındaki anlaş­
mazlık söz konusu. Ve daha komiği Abidin "yurtdışına kaçar" diye kapısı­
na penceresine bir de sivil polis dikiyorlar. Hele Ankara'da.
Evet böylece Abidin yasal biçimde elde ettiği pasaportuna el konul­
ması sonucu yurtdışına çıkamıyor. Abidin'in, pasaportunu geri alabilmesi
ve yurtdışına çıkabilmesi için iki yıla yakın süre daha boğuşması gerekti.
Göreceğiz. Ama şunu kesinkes biliyoruz: Eğer Abidin'e verilen pasaportu­
na siyasi polis el koymasaydı Abidin daha önce çıkacaktı.
8 Ağustos 1950 tarihli pasaportuna bir hafta sonra el konuluyor ve
Abidin'in pasaportunu özgür bir vatandaş olarak kullanabilmesi için iki yı­
la yakın bir süre daha mücadele etmesi gerekiyor. Nerede olabilir böyle bir
muamele, 195o'nin Türkiye'si dışında?
Şunu da hemen belirtmek gerekiyor: Abidin'e o gün pasaportu ve­
rilmiş olsaydı, Abidin yurtdışına temelli çıkacak değildi. O da bütün Türki­
ye Cumhuriyeti vatandaşları gibi istediği zaman ülkesinden çıkmak, yurt­
dışında yapması gerekenleri yapmak, gezmek, görmek, çalışmak ve dön­
mek istiyordu. Yani o günkü Abidin için ülkeden çıkıp bir daha geri dön­
mernek söz konusu değildir. Dahası o günlerde ve daha önce birçok tanı­
dık yazar, sanatçı, ressam, bilim kadın ve adamı yurtdışına, bu arada Fran­
sa'ya vefveya Paris'e, gidip geliyorlar. Gidip gelebiliyorlar demek neredey­
se daha yerinde olacak. Örnekler birçok: bu kitabın başından bu yana an­
dıklarımı sıralamak bile yeterli olabilir: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin
Eyüboğlu, Selim Turan, Nurullah Berk, Avni Arbaş, Atıf Kaptan, Cahit Ir­
gat, Mina Urgan ve daha niceleri. O halde Abidin de doğal olarak pasapor­
tunu almak ve anayasada yer alan "seyahat etmek özgürlüğünden" yarar­
lanmak istiyor. Başka bir şey değil. Hele 14 Mayıs 1950 seçimleri ile yeni
bir hükümet işbaşı yapmışken. Aman unutmadan tekrarda yarar var: Hü­
kümeti kuran partinin ismi Demokrat Parti'dir.
Abidin'in pasaportunu alıp çıkmak ve geri dönmek istediğinin
birçok gözle görülür, elle tutulur nedenleri, ispatları var: Bir defa eşi
Güzin Dikel-Dino DTCF'de öğretim üyesidir: Yani düzenli ve hayat bo­
yu garantisi olan bir iş sahibidir. Ve daha önemlisi Güzin bu mesleği
isteyerek, bilerek seçmiştir. Yani bir rastlantı sonucu bu işe girmiş de-

AN KARA-MAN KARA
ğildir. Ve daha önemlisi mesleğini bırakıp bir yere gitmesi söz konusu
değildir.
Öte yandan pasaportunu çıkarmak için Abidin bir yandan Anka­
ra'da uğraşırken, öte yandan Güzin'le birlikte İstanbul'da yazın geldikle­
rinde kalabilecekleri ve kendi zevk ve seçimlerine göre donatacakları bir ev
aramaktadır. Bunu birazdan daha yakından görmek olanağı bulacağız. Bu­
rada söylemek istediğim şudur: Abidin, eşiyle birlikte kışları, eylül veya
ekimden haziran sonuna Ankara' da, yazları, haziran sonundan eylül sonu­
na kadar İstanbul'da kalabilecekleri bir düzen kurmak niyetindedir. Bunun
gerçekleşmesi için çabalamaktadır.
Yani Abidin bırakın ülkesini temelli terk etmeyi ülkesine temelli
yerleşmek istemektedir. Bu Abidin'in ve eşi Güzin'in en derin isteğidir o
günlerde. Ama gelin görün ki yetkililer öyle şeyler öyle şeyler sahneye ko­
yacaklar ki ve Abidin 1952 başında çıktıktan sonra da bu şeyler yeni boyut­
larıyla öyle bir şekilde sürdürülecektir ki bir süreliğine yurtdışına çıkan
Abidin bir daha kolay kolay dönmeyecektir. Dönemeyecektir. Sırası gelin­
ce göreceğiz. Ama şimdiden şu kadarını yazmama izin veriniz: Siz siz ol­
sanız ve yetkililer seramiklerinizde "orak-çekiç görüntüleriyle komünizm
propagandası yaptığınızı" iddia etseler ve bunu ispat için ( ! ! ! !) bilirkişi bil­
mezkişi bilirkişi bilmezkişi oyunu aynasalar onlara itimat edip ülkenize
döner misiniz? Dahası da var: Abidin gittikten sonra 1954 yazma kadar An­
kara' da işinin başında öğrencilerine bildiklerini öğretmek için canla başla
çalışan Güzin iki yıldan fazla bir süre dayanabilecektir ancak. Çünkü O da
özgürlüğün tek yolunun "ülkeden çıkmak olduğunu anlayacaktır. Zorunlu
olarak. Gel Zaman Git Zaman da Güzin'in uçakla yurtdışına çıkmak üze­
'

reyken yaşadıklarını ne olur bir kez daha okuyunuz. Göreceksiniz: Dayan­


manın da bir sınırı var. Ve o sınıra varınca çıkmak dayatır kendini. Bir an
önce çıkmak. Ve derin bir nefes almak. O kadar çok korktuğunuz bir uçak
yolculuğunda bile: Oh be dünya varmış! diyebilmek

ANA-0GUL RESİM TARTIŞIR. DAHA N E OLSUN ?


Pasaport işleri, resmi dayatmalar Ankara'nın, başkentin damgasını,
rengini, havasını taşırlar: Simsiyah. Siyahı da elbette renkten sayıyoruz. Pi-

ABi D i N D i N O
casso değiliz çünkü. istanbul ise başka, bambaşka bir dünyadır: Mavi ve
mavinin bütün boyutlarıyla bu kent sanki biraz daha özgürlük, biraz daha
arkadaşlık, dostluk ve yoldaşlık dünyasıdır: Hele onlarla birlikte olduğunuz
anlarda. Evet Abidin, Güzin, Nazım ve Münevver'le olunca örneğin:
O günlerde Abidin ve Güzin Nazım ve Münevver'i Nazım'ın anne­
sinin evinde ziyaret ediyorlar. Güzin o günü anlahyor:
"Başka bir kez, Abidin'le Güzin, Kadıköy'de Nazım'ın annesinin
evine gidiyorlar, dehşetli bir resim tartışması içine düşüyorlar. Annesi, Ce­
lile Hanım, Balahan'ın öküz resimlerini eleştiriyor, Nazım'sa, annesinin
havuz başında serili çıplak kadınlarını . . . Ana oğul, kendinden geçmişçesi-
ne kıpkırmızı kesilmişler. Üstelik Nazım kan ter içinde ... Ahp tutuyorlar,
birbirlerine, resim sanatı üstüne bir çekişmedir gidiyor .. .
O gün, 'Yusuf ile Menofıs' piyesini okuyor. Nazım Abidin'le Gü­
zin' e. Büyük bir heyecanla okuyor, yine kan ter içinde. Dinleyenler de bun­
ca güzellikten gırtlakları düğümlü, gözlerinden yaş boşandı boşanacak Pi­
yesin eşsizliği mi, ilk dinleyicileri olmak mı, Nazım'ın coşkusu mu? ... İna­
nılmaz saatler yaşanıyor. Masanın üstünde Nazım'ın ünlü, eski model,
emektar, Bursa'dan gelme yazı makinesi, duygusuz, ilgisiz duruyor. Antik
bir aletin iskeleti gibi ... "
Güzin'le bunları konuştuğumuz 13 Nisan 2005'te Berfin Bahar der­
gisinin Mart 2005 sayısını gösteriyorum: Balahan özel sayısı. Aynı günler­
de, Mart 2005'te, Balahan'ın Yurt ve Dünya Galerisi'ndeki "Yaşamın Çiz­
gileri 1 949'dan 2004'e" başlıklı desen sergisinin 12 Mart 2005'te Radi­
k al'de yayınlanan duyurusundaki deseni de. Sırtüstü uzanmış bir insan,
sol eli biraz kalkık Ve çırılçıplak. Adı mı: "Vurulduk ey halkım, unutma bi­
zi." Güzin aynen şunları söylüyor: "Şu çizgilere bakın, ne kadar güzel. Ne
kadar iyi." Evet Güzin önceden de sonradan da Balahan'ın resimlerini, de­
senlerini beğeniyor.
Nazım Hikmet o günlerde Mübeccel Belik ile de tanışıyor. Daha
sonra Kıray soyadını alan ve tanınan bilim kadını. Bu tanışmanın önemi şu­
rada: Güzin'e bırakıyorum sözü: "Mübeccel DTCF'deyken tanımadım. Çün­
kü ben DTCF'ne doçent olarak atandığımda, o ABD'de doktorasını yapıyor­
du. Behice'nin öğrencisi. Onun tavsiyesi yol göstermesi üzerine ABD'de

420 AN KARA· MAN KARA


sosyolojide uzmaniaşmaya gitmişti. Daha sonra tanıdım. Çok kültürlü, bi­
raz çok bilmiş bir insan. Marksist: Çok sıkı bir biçimde. Ama öyle siyasetçi
filan değil. Kendinden çok emin. Nazım'ın bize uğradığı gecelerden birinde
Mübeccel de bizdeydi. O gece evde yine birçok insan var: Bizlerin, yani Abi­
din, Annem, Gül Hanım, Mahmuran Hanım, Melih Cevdet Anday ve eşi dı­
şında epey insan bulunuyor. Mübeccel uçtu sevinçten: Nazım'la tanışacak
diye. Neyse Nazım geldi. Bir ara Nazım bir şiir okudu. Şimdi hangisi oldu­
ğunu hahrlamıyorum. Tabii oradaki herkes şiire hayran kaldık. Nazım alışı­
lageldiği gibi herkesten fikrini sordu. Herkes bir şey söyledi. Melih de bir
şey söyledi. Mübeccel böyle kenarda duruyor, susuyor. Nazım bu, Gül Ha­
nım'ın bile düşüncesini aldıktan sonra Mübeccel'e de sordu: 'Ne diyorsun?'
Mübeccel başladı bir nutuk atmaya: Çok sıkı marksist bir nutuk ath yerler­
de yuvarlanacağız. (Güzin bunu anlahrken ikimiz de kahla kahla gülüyoruz,
biz de neredeyse yerlere yıkılmak üzereyiz!) Nazım böyle hayran hayran din­
liyor. Evet, Nazım Mübeccel'in oradaki o marksist nutkuna hayran kaldı.
Ama biz kahlıyoruz gülmekten. Mübeccel işte aynen böyle bir kadındı." Gü­
zin hemen ekliyor: "Ama tahmin ediyorum ki sonradan çok çok önemli şey­
ler yaph. Parlak bir bilim kadınıydı."
Evet aynen öyledir: Mübeccel Bilek - Kıray'ın hakkını kimse yemek
istemez. Türkiye'de sosyolojiftoplumbilim alanında bizzat yaptıkları, eser­
leri ve yetiştirdiği genç, şimdi biraz daha az genç bilim kadın ve adamları
ile unutulmaması gereken bir isimdir.
O gece orada Nazım'ın şiirini marksist açıdan irdeleyerek güzel bir
"giriş" yaptı. Nazım'ın şiirlerinin "analizi" uzmanını hala bekliyor. Yapı­
lanlar az değil. Ama yol çok uzundur. Çok.

İsTANBUL'DA Bi R Ev SATIN AL vE YAN GELiP YAT!


Abidin ve Güzin "bir ev almak durumuna geldiğinde" sanının 1950
yazının içindeyiz. Onca koşturmaca içinde ev aramak hem kent tarihiyle soh­
bettir, hem de coğrafyanızla sarmaş dolaş olmaktır. Güzin bu bir dizi serüve­
ni Autrement dergisinin İstanbul özel sayısı olarak yayınlanan Mart 1998 sa­
yısında yazdı. Fransızcası bir içim sudur. Sonra Gel Zaman Git Zaman'da
bunlar bir kez daha ve bu defa da Türkçe olarak zuhur ettiler ( s. 42-46).

Aei o i N DiNo 4 21
Ev aramanın da keyfi ayrı. Bu keyfi Abidin Güzin'le paylaşıyor. O
günlerde bu işler için "tellallar" var. Bizimkilerin aradığı "eski bir ev." Gü­
zin şöyle yazıyor: " ( ...) ne Boğaz' dan, ne Marmara' dan, ne de limandan vaz­
geçebileceğinden, Üsküdar'dan başlamıştılar ev aramaya. Umutları ise 'Sa­
lacak'ın üstlerine düşen yörede eski bir ev bulmak. .. " Üsküdarlı bir tellal ile
epey dolaşıyorlar o yörede. Hatta bir ara tellal onlara, Abidin ve Güzin'e,
"köprünün ayağını satmaya" kalkıyor. Gelin bu kısacık bölümü Güzin'den
okuyalım:
Ev Üsküdar'da, Paşakapısı Cezaevi yakınında. Nazım'ın daha bir­
kaç zaman önce "yattığı" Cezaevi.
"Ve galiba, o zaman için pek pahalı olan, üç oda için 35 bin lira isti­
yor hanım. Tellal da hanımdan taraf oluyor; evin önemini ve istenen para­
nın fazla olmadığını ispat etmek için, hanım kalkıyor, perdeyi aralıyor ve
az ötede, selvili bir meydancığı göstererek, 'Yapılacak köprü ayağı efendim,
tam şu önümüze düşecekmiş' diyor. Vilayette çalışan yakın bir akrabası
söylemiş, istenirse gidip soruşturabilirmiş. ' Köprünün ayağı tam önümü­
ze, tam arkamıza, şuracığa, hatta tam da satılan evin üstüne düşecek. .. böy­
lece karlı çıkılacak. . .' sözleri destaniaşmış zaten. Tellallar ev satmıyorlar;
köprünün ayağını satıyorlar, daha 1950 senesinde!. .. Köprünün ayağını sa­
tın alacak güçte olmadıklarını anlayınca, hanım çok canı sıkılıyor."
Ancak umudunuzu yitirmemek lazım ev arıyorsanız İstanbul'da: Ni­
tekim aranan ev bulunuyor: "Salacak, İhsaniye, Şemsipaşa, Paşakapısı semt­
lerini çok istedikleri halde, sonunda karşı kıyıda, Kabataş'ta, Setüstü'nde, ara­
ba vapuru iskelesine bakan, katlı, yan ahşap, dar, uzun bir ev buluyorlar. Bu­
rası, Beyoğlu'nun Boğaz'a inen etekleri. ( . . . ) Evin manzarası dehşet. .. Karşıda
Üsküdar, yanar söner camlanyla. Marmara, Adalar'a kadar ve de Kız Kulesi.
(Boğaziçi'ne cinler periler girmesin diye nöbette. Ne olur ne olmaz. Burası İs­
tanbul çünkü. MŞG) Önlerinde akıp duran Boğaz'ın git geli... kayık, mavna,
çatana, vapur ve gemiler, takalann 'pat pat' ı, kalın öten gemi bacalan, duman­
lan... Solda Kabataş Camii ve Boğaz'ın Marmara'ya açılışı. Setüstü'nde, ama­
vutkaldınmı taşından merdivenlerden çıkılan bir yokuşta bu evleri. Sağda ah­
şap, büyük bir konak bozması. Iimanın bir bölümünün manzarasını kapatı­
yor. Önlerinde Çürüksululann kagir konağı upuzun serilmiş. Dedesi (Gü-

422 AN KARA-MAN KARA


zin'in dedesi. M ŞG) Kemal Paşa'nın (Eğer Kemal Paşa ise Güzin'in dedesi
değil dedesinin babası olmalı. MŞG) Abdülaziz'in çeşitli nazırlıklannı ettiği
sıralarda, hizmetinde 43 uşak ve kahya koşturduğu konak.

Neredeyse evin tam içinden vapurlar geçiyor. Üsküdar'a araba götü­


rüp getiriyor, evin arkasında yükselen küçük minareden sabah akşam ezan
okunuyor. Berber, muhtar (Birazdan göreceğiz, aslında herher aynı zaman­
da mahallenin muhtarıdır da. MŞG ), bekçi ve imamdan başka eşraf yok
görünürde" (s. 46, 47 ve 1 7 1).
Abidin ve Güzin'in satın aldıkları ev ahşap ve üç katlı. Güzin evi sa­
tın aldıklarında eski püskü olduğunu söyledi. Ayakta duruyor ama oturula­
bilir olması için sıkı bir onarıma ihtiyacı var. Ve bu işi Abidin ile Güzin an­
cak 1951 yazında yapabilecekler. Çünkü tatil bitti ve Ankara'ya dönüş vakti
geldi artık. Birazdan göreceğiz.

EYLÜL 1950
ıs Eylül 195o'de Güzin Abidin'in portresini çizdi. Evet, yine yanlış
okumadınız. Ressam değil portreyi çizen. Ressamın ressam olmayan eşi.
Eh ne de olsa gözü resme değmiş. Bu işler böyledir yoldaş: Avni Arbaş ve
Bedri Rahmi, Güzin'in portresini çizer Güzin de Abidin'in portresini.
Evet döndük dolaşhk İstanbullarda ve başka mekanlarda; ama yine
Ankara'ya geldik. Abidin ikinci kişisel sergisini Ankara'da açtı. Acaba Eylül
- Ekim 195o'de mi? Ah! Bir bilebilsem. Araştırıyorum. Bulunca size de
söylerim. Ama şunu biliyoruz: Bu sergisinde "Anadolu insanlarını, köylü­
leri, emekçileri, ırgatları" yansıttı yine: Desenlerinde ve resimlerinde. Ne
zaman çizdi bunları Abidin? Adana'da. Ankara'da. İstanbul'da. Ama her­
halde bilhassa Ankara'da. Sergi de orada açıldı zaten. Zaten Güzin ve Abi­
din Ankara' da oturuyor kışları.
Ankara deyince Ankara arkadaşları, dostları arasında Can Yücel'i
anmadan geçmek olmaz. Bakan çocuğudur ve aynı zamanda son derece öz­
gür ve uyanık bir gençtir. Dahası şairdir. Her zaman şair. Eski Bakan Ha­
san Ali Yücel'in Yenişehir'de İsmet Paşa Caddesi'ndeki evine biraz da Can
için gidilir. Abidin'in Can Yücel ile dostluğu eksilmeden sürdü. Daha son-

ABi D i N D i N O
raki Paris yıllarında da: Tanığıyım. Abidin ki Paris'teki ev-atölyesinin bu­
lunduğu mahalleden kolay kolay çıkmaz. Abidin'dir Can Yücel'i görmek
için taaaa Bobingy'deki bir açık oturuma, bir "festivale" kadar gitti: Onu
görmek hal ve hatırını sormak için. Paris'in taaa Kuzey banliyölerinden Bo­
bingy'ye. Dile kolay.

S i NEMADA: Poıis S EANSI


Ankara'daki evin önünde sivil bir polis bekliyor. Her an peşlerinde.
Yetkililer tedirginler: Ankara'da Abidin'in ve Güzin'in çevresindeki gençle­
rin, DTCF öğrencilerinin git-gellerinden. Ahmet Arif, Enver Gökçe örne­
ğin. Evin misafirleri arasında. Nisan 1951'de de dev cüssesiyle Yaşar Kemal
geçecektir buradan. Daha kimler mi? Zeki Baştırnar örneğin. Mehmet Ali
Aybar: Ankara'ya uğradığı günlerde. Oktay Rifat. Melih Cevdet Anday. Da­
ha birçok insan. Ev değil ev olmasına sanki bilgi-bulgu-düşünce üretme
merkezi. " İyi saatte olsunlar" fena halde korkuyorlar. Polis evin önünde kı­
şın titriyor. Yağmur çamurda evlerin köşelerinde bitti bitecek. Yok canım
yetkililer kültürel canlılık istemiyorlar. Aydınlıktan korkuyorlar. Aydınlan­
ınayı aydın-lamba gibi algılıyorlar. Korkuyorlar canım işte bu kadar. Tartış­
mak, yaratmak da çok korkutuyor. O zaman ne yapacaklar? Her zamanki­
ni: Baskılar artırılacak Gözetim ve denetim de.
Güzin anlatıyor: " Bir gün annem, Abidin ve ben sinemaya gitmek
için evden çıktık. Bizim çıktığımızı gören sivil polis de hareketlendi. Kızı·
lay'a vardık. O da peşimizde. Biz gidiyoruz. O da gidiyor. Durup bir vitrine
mi bakıyoruz, polis şaşırıyor, ne yapacağını bilemiyor: Ayakkabısının bağı­
nı mı bağlasın, yoksa ıslık çalarak gökyüzüne mi baksın? Hiçbirini yapamı­
yor, felç olmuş gibi durup duruyor, alık alık bize bakıyor: Sanki aptallığının
kabahati bizdeymiş gibi. Aslına bakarsanız biz de ne yapacağımızı bilemi­
yoruz: Gülsek mi? Ağiasak mı? Böyle bir durum yani. Sinemaya vardık. Bi­
letimizi alıyoruz. O da peşimizde. O da biletini alıyor. Sinema salonuna gi­
riyoruz. O da giriyor. Biz ortalarda bir yerlere oturuyoruz. O arkalarda bir
koltuğu tercih ediyor. Ve hep beraber paşa paşa filmi izliyoruz. Abidin'in
hiç öyle 'kaçmaya' filan niyeti yok. Şimdi elbette burada bir polisi sinema­
ya götürüp polislerin kültürel donanımını artırmak gibi yüce bir görevi ye-

AN KARA-MAN KARA
rine getirdiğimizi iddia edecek değilim. Çünkü fılmin ismini anımsayamı­
yorum. Ah! İsmini bir hatırlayabilseydim! O polisin o gün Abidin'i izleme­
si sonucu kültürünün ne kadar arthğını size ispat edebilirdim. Ama maale­
sef bu mümkün değil. Ah! Hatıralar!"
Ne iyi ki Güzin var: Bütün bunları bize anlatmak için. ikide bir ha­
fızasından derdeniyor ama bu hafıza da herkeste bulunmaz. Örneğin bu
polisli sinema faslım kaç kişi biliyor? Kaç kişi biliyordu?
Şaka bir yana Güzin sözü alıyor yeniden: " Polisler evin önünde ne­
redeyse iki yıl beklediler kardeşim. Hani Abidin gizli bir yoldan yurtdışına
çıkar ınıkar diye. Pasaportuna el konulmuş, yasal yoldan çıkması mümkün
değil. İstanbul'da Nazım'ın evi önünde seyyar karakol kuruluyor, bizim
evin önünde sivil polis nöbette. Bu arada arkadaş, eş, dost işkencede, hapis­
te, intihar edenler bile oluyor. Abidin pasaportunun kendisine teslim edil­
mesi için başvuruyor ama kimse oralı olmuyor."
O günlerin Ankara'sıdır bu. O günlerin Ankara'sında başka bir me­
sele daha var: Her gün her sokağa her caddeye çıktığınızda karşılaştığınız.
Güzin yazıyor:
"Ankara cadde ve sokaklannın kaldırımları boydan boya sökülmüş
ve derin hendekler açılmış. M eğer lağım boruları mı, elektrik hatları mı, te­
lefon telleri mi ne, unutulmuş kent yapılırken ... Seke seke, hoplayıp sıçra­
yarak yürümek zorunluluğu var. Aylarca, seneyi aşkın günlerce böyle, hop­
laya zıplaya yürünüyor Ankara sokaklarında. Hendekierin içinde Anadolu
köylüleri kazma kürek sallıyor. Ayaklarınıza toprak ya da çamur savrulu­
yor. Kimi, hendeğin içine oturmuş, öğle vakti zeytin ekmek yiyor; kimi,
mezarına uzanmış gibi, kestiriyor; kimi de bir türkü tutturmuş. Caddeler
ve yollar boyunca toprak yığınları, otobüse binip inmeyi bir serüven haline
dönüştürüyor" (Gel Zaman Git Zaman: s. 128-129).

CADDE VE SOKAKLARlYLA AN KARA


İşte böyle bir Ankara'da, Kasım 1950 başında Orhan Veli, Anka­
ra'ya bir aylığına gelmişken, düşüyor bir çukura. Yapım için açılmış ve üs­
tü kapatılmamış bir çukura. O güzelim Orhan Veli ne olurdu ya o gece de
bir resim gibi uyuyakalsaydı gittiği yerde. Düştü Orhan Veli çukura ve ba-

ABi D i N D i N O
şı yarıldı. Ama bu Orhan Veli' dir. Ve öyle bir baş yarılması nedeniyle has­
taneye gidecek adam değildir. Bakın Orhan Veli'nin yakın geçmişinde
düşmek, baş yarılması ve kalkmak birlikte çekiliyor: Örneğin 1943'te as­
kerlik yaparken attan düşüyor. Birkaç gün acı çekiyorsa da iyileşiyor. Ve
kalkıyor. Daha önce, Ağustos 1939'da Melih Cevdet Anday'ın kullandığı
otomobil devriliyar zor kurtuluyorlar ölümden. Orhan Veli yirmi gün ko­
mada kalıyor. Ankara'da bir çukura düştüyse düştü. Orhan Veli müthiş ih­
malci ve bir doktora görünmüyor bile. Sonra kalkıp İstanbul'una çok sev­
diği Beykoz'una dönüyor. Ama yanındakilere "vücudundaki sızılardan söz
ediyor. Geçer sanıyor ama geçmiyor." Ve hiç kimse de " Kalk bir doktora
gidelim" demiyor. Neden desinler: Otuz altı yaşındaki insan ölür mü? O
yaşta mümkün mü bu? Daha bilmiyoruz henüz: " Otuz beş yaş(ın) yolun
yarısı"ndan daha fazla olduğunu: Hem Orhan Veli için hem de bu güzel
şiiri yazan Cahit Sıtkı için. Otuz beş yaş onlar için yolun sonuna çeyrek va­
rm Türkçesi maalesef. Ama bilmiyorduk ki. Nasıl bilebilirsiniz? Nasıl? 14
Kasım 1950 Salı günü Orhan Veli bir arkadaşının evinde öğle yemeği yer­
ken birden fenalık geçiriyor. Hastaneye kaldırılıyor. Çok geç maalesef. Or­
han Veli o gece saat 23'e doğru beyin kanamasından ölüyor. Şiirimiz "Ga­
rip" kalıyor kendi çocuğuna.
Abidin Dino sevimli arkadaşı Orhan Veli için en güzel satırlarından
birkaçını yazdı desem yeridir. Abidin her zaman en güzelini en sevdikleri­
ne saklamışhr. Hepimiz biliyoruz. Orhan Veli'nin Mayıs 1950 sonrasında­
ki günlerini ve bir "sırça ölüm haberi"ni de anlatıyor önce:
"Orhan'ın durumu tatsızdı, aşkları da yaver gitmiyordu görünüşe
göre. Ortadan yok oluyordu sık sık, kendini İstanbul'a atıyordu. Günün bi­
rinde Büyükdere'de mi, Kavaklar'da mı ne Orhan Veli'nin boğulduğu ha­
beri patlak verdi, yıldınm hızı ile yayıldı İstanbul'a. Dostlar ayaklanmış, ha­
ber almak için koşuşmuştu her tarafa. Bereket versin işin aslı bambaşkay·
dı. Ahmet Harndi (Tanpınar) ile Orhan bir sandala binerken Orhan'ın aya­
ğı kaymış, denize düşmüştü. Hepsi bu kadar.
Beykozluydu Orhan Veli, uskumru gibi yüzen adama denizde ölüm
yoktu elbet. Fakat işe bakın, olayın ağızdan ağza bunca büyümesinden,
abartılmasından, dostların velvelesinden, ağıtlarından son derece hoşlan-

AN KARA· MAN KARA


ınıştı Orhan. 'Demek beni sevenler varmış, bunu bilmem için ölmem la­
zımmış' sonucuna varmıştı göğsü kabara kabara.
Acayip bir genel prova niteliğindeydi bu sırça ölüm haberi. Ölüm
tekrar omuz vuracaktı Orhan'a, bir hendeğe düşürecekti Ankara'da.
Sonra? Sonra tekrar İstanbul'a dönüş ve son." ( Yazılar: s. 206 - 207).
Abidin daha güzelini de yazdı arkadaşı için: Bu, onun ı Şubat
195ı'de arkadaşlarının Orhan Veli'yi anmak için çıkardıkları Son Yaprak ta­ '

ki yazısıdır. Ve bu yazıyı buraya aynen almak en iyisi olacak:


Abidin için Orhan Veli "Yeni Şair"dir. Hepsi bu iki sözcükle ifade
edilebilir. Bir de yazılanları okumalı: Evet Abidin'in makalesinin başlığıdır
"Yeni Şair":
"Tanzimattan önce tekkeye, saraya, beylere kapılanmış şair, Tanzi­
mat ertesi, saraya karşı koyabilmek için muhalif prenslere, paşalara, azınlık
sarrafına sırtını dayamıştı. Kavgadan kaçınanların ileri gelenlerine bir sefa­
ret, bir devlet memurluğu bahşedilirdi. Cumhuriyet devrinin de kendine gö­
re sefır-şair, mebus-şairleri olmuştur. CH P'nin, tek parti baskısına boyun
eğmeyenler de vardı. Sanatlarını doğrudan doğruya halkın hizmetinde bi­
lenler, sanat tarihlerimizin yepyeni bir çağını açtılar. Bu sanatçılar ne padi­
şah ihsanı, ne Mustafa Fazıl maaşı, ne Sarraf Zarifı sermayesi, ne sefır pa­
yesi, ne mebusluk ödeneği tanımışlardı. Bu sanatçılar Evliya Çelebi'nin bah­
settiği, Kadıasker alayında kasideler okuyarak geçen sekiz yüz adet "esnaf-ı
şairan" dan değillerdi. Görünüşte tek başına, aslında bütün milleti ile birlik,
yepyeni şair, gerçek vatansever şair ortaya çıkmıştır. Orhan Veli bu bakım­
dan yeni çağ şairlerinden biridir. Orhan Veli düşman bildiklerine karşı ol­
duğu kadar işinde de uzun süren zorlu bir savaşa girişmiş, düşünce ve sa­
natını halka yabancı unsurlardan ayıklamağa çalışmıştır. Bir yandan katık­
sız bir halk dili kullanmak, halk şiir geleneğinin yenileşmesini sağlamak,
öte yandan yerleşmiş düzme şairanelikle didişmek, kalıplaşmış, donmuş
duygu ve düşüncelerden şiiri ayıklamak Orhan Veli'nin başlangıçtaki (İkin­
ci Dünya Savaşı ertesine kadar) en büyük kaygısı olmuştur.
Keskin bir sınır çizmek mümkün olmasa bile, denilebilir ki bundan
sonra Orhan Veli'nin sanat endişeleriyle topluma alt düşünceleri gitgide
bütünleşmeye doğru gitmiştir.

ABi D i N D i N O
Kişi duyguları, avareler, şehir artıklan yerine, çalışanların, sıkınb
içinde bulunan halkın duyguları şiirinde günbegün daha önemli bir yer
tutmuştur:

Denizlerimiz var güneş içinde,


Ağaçlanmız var yaprak içinde,
Sabah akşam gider geliriz,
Denizlerimizle ağaçlanmız arasında,
Yokluk içinde.
( Yenisi, s. ıo)

Orhan Veli çalışan insanlar arasında, kelimelerle çalışan bir insan


olarak yer aldı.

Ama hepiniz, hepiniz...


Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın gün olur ben de
Bir şiir söylerim belki sizlere dair
Elime üç beş kuruş geçer
Karnım doyar benim de.
(Karşı, "Galata Köprüsü")
Orhan Veli yiğitçe safını seçti: Yobazlığa, ırkçılığa, inkılap düşmanlı­
ğına karşı koymak için kendini cömertçe harcadı. Neden açıkça söylenmesin?
Tek serveti, sevdiği birkaç yağlıboya resmi satarak, yemekten giyrnekten ge­
çerek işine devam etti. Çeşitli cumallara, hapis tehditlerine kulak asmadan,
yılınadan dergisini çıkardı. Hem de nasıl, bir halk türküsü söylercesine.
Canı acısa bile gülümsemesini bilen, hayata bağlı, kavgasından
dönmez bir şairdir Orhan Veli. Mücadelesinde olduğu kadar şiirindeki baş­
lıca davranış da bu değil mi?

Bu düzen böyle mi gidecek


Pireler filleri yutacak

AN KARA-MAN KARA
Yedi nüfuslu haneye
Üç buçuk tayın yetecek
(Karşı, ''Pireli Şiir")

Bir bakıma ne kadar, yalnız, bir bakıma ne kadar kalabalık bir dün­
yada yaşadı Orhan Veli."
(Bu yazı Yazılar'da yer alıyor: s. 145 - 147. Sayfa 147'de yazının bi­
timinde " Son Yaprak, 1951" notu bulunuyor. Ama kitabın 66o. sayfasında
bir yanlışlık sonucu bu yazının künyesi için şu açıklama yapılıyor " Son
Yaprak, ıs. 8. 1941, Sayı: 20, s. 2." Orhan Veli'ye Saygı isimli kitapta s. n ,
ve başka kaynaklarda belirtildiği ve benim daha önce vurguladığım gibi, bu
dergi tek sayı olarak ı Şubat 1951'de yayınlandı.) O halde Abidin'in bu ya­
zısı ı Şubat 1951'de okuyucusuna sunulmuş oluyor.
Orhan Veli'nin vefat ettiği günlerde Ankara'da bulunan Abidin ve
Güzin cenaze törenine katılamadılar. Güzin söyledi.
A 'dan Z'ye Abidin Dino 'da şöyle bir not buluyoruz: "Abidin, ağabe­
yi Adnan Veli (ağabeyi değil, küçük kardeşi. M ŞG) ile birlikte Orhan Ve­
li'nin Rumelihisarı'ndaki kabrini ziyaret etti ve Orhan Veli'nin mezarı için
bir proje yaptı."
Orhan Veli'nin iki yaş küçüğü Adnan Veli Kanık, 1953 Kasım'ında
yayınladığı Orhan Veli İçin isimli kitabında (Yeditepe Yayınları, İ stanbul,
1953, s. 21) şu satırları yazıyor:
"Abidin Dino, Orhan için bir mezar projesi hazırladı. Mimar Nev­
zat Kemal inşaatı bizzat başardı. Orhan Veli şimdi, siyah taşlarla örülen ve
kademe kademe yükselen setler üstünde, bembeyaz taşlarla örülmüş bir
mezardadır. Cephe duvarının sağ köşesinde, mermer bir plak üstünde Pro­
fesör Emin Barın tarafından yazılan şu satırlar okunuyor:

ORHAN VELi 1914 - 1950


Orhan Veli üç yıldan beri orada, baharları kıpkırmızı çiçek açan bir
erguvan ağacının gölgesinde yatıyor."
Anlaşıldığı gibi, Abidin, 1952'de Türkiye'yi terketmeden önce arka­
daşına sevgisini bir de böyle iletiyor.

ABi D i N D i N O
" Biliyorum kolay değil yaşamak, 1 Gönül verip türkü söylemek yar
üstüne; 1 Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, 1 Gündüzleri gün ışığında ısın­
mak; 1 Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, 1 Yan gelebilmek Çamlıca tepesin­
de... 1 1 Her şeyi unutabiirnek maviler içinde. 1 Biliyorum, kolay değil ya­
şamak; 1 Ama işte 1 Bir ölümün hala yatağı sıcak, 1 Birinin saati işliyor ko­
lunda. 1 Yaşamak kolay değil ya kardeşler 1 Ölmek de değil; 1 Kolay değil
bu dünyadan ayrılmak."
(Orhan Veli: Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul. Bu kitapta Şairin tüm şi­
ideri yer alıyor: Garip, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi, Karşı ve Kitap­
lara Girmeyen Son Şiirleri. Daha ne olsun. Orhan Veli'yi tanımak için asla
geç kahnmış olunamaz.)

BiZDE BöYLE ÜLUR BARIŞ


Kasım 195o'de Orhan Veli Rumelihisarı'ndaki rnekanına çekildi.
22 Kasım 195o'de Dünya Barış Hareketi I l . Genel Kurulunu Varşova'da
topladı. Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Pablo Picasso, Paul Robeson ve
Wanda Jekubowaka ile birlikte "Barış Ödülü"ne layık görüldü. Ancak Na­
zım'ın toplantıya katılmak için yaptığı pasaport başvurusu geri çevrilmişti
ve Şair toplantıya katılamadığı için ödülünü de alamadı. Ödülünü onun ye­
rine alan Pablo Neruda onu bir yıl sonra Nazım'a sunacaktır.
Ancak Nazım'ın pasaport istemesi üzerine yetkililer askerlik işini
gündeme getirdiler. Nazım'ın yurtdışına çıkmaması için yetkililer ellerin­
den geleni arkalarma koymadılar. Yetkililer Nazım'ın "askerlik hizmetini ta­
mamlamadığını anlayınca, bu durumu yalnızca pasaport vermemek için de­
ğil, Şairi askere almakla tehdit etmek için bir bahane olarak da kullandılar."
Nazım o günleri " Bir Hazin Hürriyet"te şöyle dillendiriyor:

"Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında,


ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle,
hürsün!

Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in,


günün birinde, diyelim ki, Kore'ye gönderilebilirsin,

43 0 AN KARA-MAN KARA
büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilirsin,
meçhul bir asker olmak hürriyetiyle,
hürsün! "

B u herkes için geçerli.


Türk Barışseverler Cemiyetinin duruşmaları sonucunda, Cemiye­
tin Başkanı sıfatıyla Boran'a reva görülen nedir bakalım? 30 Aralık
195o'den itibaren Ankara Kapalı Cezaevi'nde mahkfımiyet. Karar çıkmıştır
mahkemeden: Behice Boran'a barış istediği için hapis cezası verilmiştir.
Türkiye'de barış diyenlere hapis cezası veriliyor. Polanya'da Dünya Barış­
severleri Nazım'a barış ödülü veriyor. Burada bir yerde yanlışlık var. Ama
nerede?
Behice Boran'ın 7 Nisan 1951'e kadar süren hapislik döneminde
Abidin onu düzenli bir biçimde ziyaret etti. Dostluk, arkadaşlık ve yoldaş­
lık gösterisi bu kadar olur. Elbette Abidin bunu gösteri olsun diye yapma­
dı. Ama dayanışma o günlerde çok ender bir nesnedir. Bu nedenle vurgu­
lanmasında yarar var. Behice Hanım'ı ziyaret edenler arasında Mediha
Berkes'i de anmadan geçmeyelim. Evet böyle: Bizim ülkemizde barışın
davası olur, barışa ödül verilmez. Savaşa gidenler kendi ödüllerini bizzat
kendileri alırlar: Kimine bir kurşun, bir "çukur." Kimine buzdolabı, çama­
şır makinesi, televizyon vesaire. O günlerin gazetelerini anımsıyor musu­
nuz? Hani birinci sayfalardan gösterilen güler yüzlü, elleri, cepleri, valizle­
ri, çanta ve çuvalları dolu askerleri. Veya kasabanıza, köyünüze, kentinize
arabalar (at arabaları, otomobiller gibi) dolusu malla dönenleri anımsıyor
musunuz? Ve hele yüzlerce askerin kınldığı yenilgilerin "zafer" diye kut­
lanmasını. .. Ah! Kore Ah!

ANKARA'DA SERAMi KLER EYLEMDE ( ! )


Abidin'in seramiklerle ilişkisi 194o'ların sonlarına doğru başlıyor.
Abidin ve Güzin'in dost, arkadaş, tanıdık ve akraba çevresinde hukukçu ve
yazar, bir ölçüde de gazeteci ve o günlerde DP milletvekili Zeyyad Ebüzzi­
ya bulunuyor. Güzin'in hala tarafından ahbaplığı bulunan bir ailenin üye­
lerinden biri. Zeyyad Ebüzziya, daha sonraki yıllarda ve günümüzde ünlü

ABi D i N D i N O 43 1
seramik ustası, Alev Ebüzziya'nın babasıdır. Alev o günlerde henüz bebek.
Daha sonra Alev, Abidinlerin Paris yıllarında en yakınlarından biri olacak­
tır. Abidin'in deyişiyle "Bu evin bir kızı var: Alev. Bir de oğlu: Şehmus." Bu
"çocuklara" birkaç ismi daha katmak lazım: Selçuk Demirel en başta. Gaye
Petek'i hiç ihmal etmeden. Eskileri şimdilik saymıyorum: Ama unutulduk­
larını sanmasınlar lütfen: Yeri ve zamanı gelince anılacaklar. Eşitlik tarih
içindeki eşitliktir bizde. Abidin'den öğrendiğimiz biçimiyle.
Evet Paris'li yıllarda "Evin kızı" olacak Alev'in babası Zeyyad Ebüz­
ziya 1950 sonunda, 1951 başında, Abidin'i bir gün Ankara'daki "Seramik
Enstitüsü'ne" götürüyor. Zeyyad Ebüzziya oldum olası seramiğe çok me­
raklı çünkü. Abidin'in seramik alanında yenilik getireceğinden emin. Sera­
mik Enstitüsü Müdürü Hakkı İzzet ses çıkarmıyor, kabulleniyor, ama ikir­
cikli, coşkusuz: D P milletvekiliyle gelen adama ses çıkarması mümkün
mü? Hatta "başlangıçta sevinir gibi bile oluyor." Bunu Güzin belirtiyor.
Yine Güzin'in söylediği gibi,"Zeyyad Ebüzziya ile Abidin'in ilişkisi
milletvekili ressam ilişkisi. Resmi. Dost olmadık. Eve gidip gelme söz ko­
nusu değil. Ama Abidin'i bir anlamda koruması altına aldı. Abidin'e şunu
söyledi: 'Osmanlı seramikleri iyi, dehşet filan ama sen artık bunları mo­
dernleştir. Bir de modern katkısı olsun Türk seramiğinin.' İşte bu amaçla
Abidin Seramik Enstitüsü'nde çalıştı. Ve doksan kadar parça ya ph. Modern
oldu olmasına ama o seramiklere 'komünist' damgası vurdular.''
Güzin bunu söylerken gülüyor. Ben de gülüyorum. Seramiklerde
"orak-çekiç" araşhrılması çünkü başlı başına bir karamizah eseridir. Sırası
ve zamanı gelince göreceğiz.
Abidin o günlere ilişkin şunları söylüyor: "Ankara'da ( ...) bir dostu­
rnun isteği üzerine hiçbir iddiası olmayan küçük seramikler gerçekleştirmiş­
tim.''Ferit Edgü, bir yazısında aynen şu sahrlan kaleme alıyor: "Ankara'da
Gazi Eğitim Enstitüsünde Hakkı İzzet adında bir hoca kendi özel fırınını yap­
mış, ya da yaphrmış, öğrencilerine ve ilgilenen sanatçılara fırının kapağını aç­
mış. ( Abidin Dino bu fırında pişirmektedir ekmeklerini!).'' (Ferit Edgü: "Fü­
reya'nın gerçek öyküsü yapıtlannda,'' Cumhuriyet Kitap, 15 Ekim 1992).
O günlerde polis izlemelerinden dalaylı vejveya dolaysız baskılardan
usanan Abidin belki bir parça huzuru yeni bir sanat alanında, yani seramik

43 2 AN KARA-MAN KARA
yapımında, aramış olabilir: Kökü eski Anadolu uygarlıklanna Abidin'in bayıl­
dığı Anadolu uygarlıklanna dayanan geleneksel anlayıştan esinlenerek sera­
mik çalışmalan yapmak. Ne güzel bir buluş. Ankara'da Seramik Enstitü­
sü'nde Hakkı İzzet'in bizzat yaptığı fırında. Abidin'den sonra aynı fırında se­
ramik ustası olacak başka sanatçılar da çalıştılar: Füreya gibi. Füreya Koral'ı
ve yapıtlarını anlatan yazısında Ferit Edgü'nün Abidin'in seramikleri pardon
"ekmekleri" ile Füreya'nınkiler arasında ilinti kurması boşuna değil.
Abidin haftalarca enstitüye taşınarak seramiklerini bir bir yarattı:
Güzin'in yazdığı gibi,"ilk kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla seramikler"
yaptı."O yıllarda henüz kimse yapmamış böylesini."
Abidin'in eski Anadolu uygarlıklarının etkisi, yol göstermesi sonu­
cunda gerçekleştirdiği doksan kadar eser, modem Türk seramik sanatının
Anadolu halk kaynaklarından güç kazanacağı, kazanahileceği tezine yeni
bir kanıt getiriyor. Getirir.
Çok güzel. Ama herkes bu kanıda değildir elbette. Ve bilinen çeke­
memezlikler de devreye girince Abidin'in ve seramiklerinin başına polisi­
ye bir çorap örülmek istenir. Burası Türkiye kardeşim. Ve 1952 yılındayız,
müsaadenizle. Evet, Abidin'in Türkiye'den ayrılmasından hemen sonra,
bu seramikler "komünizm propagandası" yapmakla suçlanacak ve "gözal­
tına" alınacaklardır. Bilirkişilerin, bilmezkişilerin denetlernesi için. Çünkü
efendim Abidin'in imzasında orak-çekici çağrıştıran çizgiler varmış(!!!) Vay
başımıza gelenler! Zamanı gelince göreceğiz ...
Unutmadan eklemeli: O "suçlanan" seramikler var ya onlardan bir­
kaçının fotoğrafı kalacaktır bize: Ankara'da çekilmiş mutlaka. Kimi çatı ka­
tında, kimi balkon duvarının kenarında: Uçmaya hazır! Pırrr! Prrr! Şimdi
seramik uçmaz diyenler olabilir. Onlara yanıtım çok basit: Siz ki seramik­
lerin orak-çekiçlerle işbirliği içinde "komünizm propagandası" yaptığına
inanıyorsunuz, uçtuklarına niye inanmayacaksınız? Niye? Nasreddin Ho­
ca'ya sormalı mı? Nasreddin ile Abidin arasında az benzerlik de yok hani.

1951 Yıu
1950 sonu ve 1951 başı,"Çukurova Okulu"nun İstanbul'a "taşındı­
ğı" zamandır bir bakıma: Önce Orhan Kemal geliyor. Onun peşinden Ya-

ABiDiN DiNO 433


şar Kemal. Ve bir süre sonra bu "Okul"un ordinaryüs profesörü Arif Dino.
Böylece "Çukurova Okulu," "Adana Halk Üniversitesi" tam takım İ stan­
bul'dadır. Ankara'daki Abidin ve Güzin'in de bir ayaklarının, İ stanbul'da
bulunduğunu unutmadan elbette.
Adana'dan İstanbul'a gelişin bir nedeni Dersaadet'in edebiyat ve ya­
yın dünyasına girmektir. Bir nedeni de Adana ve çevresinde başlatılan ve
artık dayanılmaz dereceye gelen ilkel antikomünizm isterisidir. Evet bir an
önce İstanbul'a gitrnek ve yaratmaya orada devam etmek.
ıs Ocak 195ı'de nitekim Nokta isimli yeni bir dergi yayınlanıyor: Sa­
hibi Ömer Edip Cansever'dir. Şair. Yazı işlerini fiilen idare eden Nevzat
Üstün'dür: Oktay Rifat'm yakın dostu. Aylık olarak çıkan dergi 15 Kasım
1951'e dek sekiz sayı dayanabildL ilk sayısında birçok tanıdık var: Fikret
Adil, Nurullah Berk, Salalı Birsel, Oktay Akbal...
O günlerde Abidin senaryolar yazıyor: Çingeneler gibi...
1948'den beri askerlik yapan Rasih Nuri ileri1950'de askerden dö­
ner dönmez evieniyor ve 195ı'de baba oluyor. Abidin ve Güzin'in takılmak
için "nunurcuk" dedikleri Rasih artık aile babasıdır. Büyüdü mü o ayrı bir
konu. Ama böyle bir hayatı da herkes yaşamamıştır mutlaka ... Anlatması
ona kalıyor artık.
Baba olanlar pek çok 195ı'de: Bunlara 49 yaşmda baba olan çok iyi ta­
nıdığımız birini de eklemeliyiz: Nazım Hikmet'i. Evet 26 Mart 1951'de Meh­
met Hikmet Ran doğdu: Mehmet Nazım yani. 23 Mart 1951'de Kadıköy As­
liye 2. Hukuk Mahkemesinden alınan kararla Nazım Hikmet Piraye Ha­
nım'dan boşandı. O duruşmada avukatlada tanıklardan Kemal Sülker bu­
lundular. Üç gün sonra Memet doğdu özel bir klinikte, İstanbul'da. Ama Na­
zım Hikmet, oğlunun anası Münevver ile nikah yapmak olanağı bulamadı.
Nazım Hikmet, " Hapisten Çıktıktan Sonra" şiirinde "Doğum" baş­
lıklı bölümünde Memet'in dünyaya gelişini bakın nasıl aktarıyor:

"Anası bir oğlancık doğurdu bana;


kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağmda yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında."

4 34 AN KARA·MAN KARA
Va-Nıl ise şöyle anlatıyor o günleri: "Nazım, piyasada hayli tutan
filmler yaptı imzasız. Paralar kazandı. Parasını verip mütevazı, fakat mo­
dern bir zemin kat tuttu, Kadıköy' de Sular İdaresinin karşısında. Doğacak
çocuk için hazırlıklarını tamamladılar.
Nihayet bir gün Memo (Mehmet) özel bir klinikte doğdu. Nazım'ın
kopyası, mavi gözlü, sarı saçlı, gürbüz bir oğlandı.
Ana baba, arabaya koyup çocuklarını gururla gezdiriyorlardı. Mü­
hürdar kıyılarında, parklarda, sokaklarda ... "
Nazım takside aldığı mobilya ve ev eşyalarıyla evini döşemeye çalı­
şıyor. Münevver güzel güzel evini donatıyor. Evet doğan bir çocuktur: "gü­
neşten kopmuş gibi afacan ve sarışın."
195ı'de Paris'te Nazım Hikmet'in şiirleri yayınlanıyor, daha önce
sözünü ettiğim gibi. Şöyle: Poemes (Şiirler) . Kitabın sunuşunu yazan Tris­
tan Tzara'dır. Şiirlerin pek çoğunu çeviren Hasan Gureh, yani Sabahattin
Eyüboğlu, ismi de geçiyor: Notları yazan olarak. Bu da şundan olmalı: Ki­
mi şiirin çevirisi daha önce ve başkaları tarafından yapıldığından. Kitabı ya­
yınlayan EFR'dir: Editeurs Français Reunis: O yıllarda Fransız Komünist
Partisine yakın yayıncıların yayınevi.
Ama bu güzel haberler bu mutluluk manzaraları maalesef uzun
ömürlü alamayacaklar. Maalesef.
Dünyada savaş birçok yerde sürüyor: Kore'de örneğin. Vietnam'da
ve daha başka mekanlarda. Barış ne zaman gelecek?

GAZETEci OLACAK YAŞAR


Yaşar Kemal, Kadirli hapishanesi ve buna bağlı olarak gelişen
maceralar sonrasında, hapishaneden paçasını kurtardı. Ve bir fırsatını
bulunca, yani Ankara'ya giden bir kamyona atlayınca, ver elini başkent.
Yanında Arif Dino'nun armağanı iki resimle Ankara'ya vardı ve hemen
soluğu Abidin ve Güzin'in evinde aldı. Vardığında evde Oktay Rifat da
vardı. Bir ara Abidin ve Güzin, Yaşar Kemal'i Oktay Rifafla başbaşa bı­
rakıp odalarına geçtiler. Yaşar Kemal Oktay Rifafla sohbet ede dursun,
Abidin ve Güzin bütün kumbaralarmı kırdılar, ellerindeki avuçlarındaki
bütün paralarını Yaşar Kemal' e verdiler. Çünkü O yolcu: İ stanbul'a. Evet

ABi Di N D i N O 435
Yaşar Kemal İstanbul'a gitmeye kararlı. Gazeteci olacak çünkü. Kafaya
koymuş.
Yaşar Kemal'i otobüs ganna kadar götüren Abidin, cebinde beş ku­
ruşu kalmadığı için evine dönemezken, Yaşar Kemal durumu fark ediyor
ve dönüş parasını Yaşar Kemal veriyor: Abidin ve Güzin'in bütün kumha­
ralarını silip süpürdüklerinin ispatıdır bu. (Bütün bunları Yaşar Kemal an­
latıyor: 19 Mayıs 2005'te yaptığımız söyleşide. Ve daha önce yayınladığı Ko­
nuşmalar'da yazdı.)
Mayıs 195ı'de Arif Dino'nun da İstanbul'a dönmesiyle Yaşar Ke­
mal, onun yardımıyla Cumhuriyet gazetesinde "Yurt Haberleri Servisi"nde
gazeteciliğe başlıyor.
Yaşar Kemal bana, Nadir Nadi ile daha önce eşiyle Adana'ya geldik­
lerinde Arif Dino'yu evinde ziyaret ettiklerinde tanıştığını söyledi. İstan­
bul'da ise Nadir Nadi'nin genç gazeteciye verdiği ilk görev Diyarbakır'a gi­
dip röportaj yapmasıdır. Hemen Diyarbakır'a doğru trenle yola çıkan Yaşar
Kemal, Ankara'da Abidinlerde mola veriyor. Ve işte bu mola sırasında, o
gün Ankara'da Abidin, ona ismini değiştirmesini ve gazeteci olarak Yaşar
Kemal ismini almasını öneriyor. O da kabul ediyor. Böylece Yaşar Kemal
ismi doğuyor. Daha önce yazdım, burada bilmem yinelemeli mi? Abidin'e
"peder" veya "peder bey" diye hitap eden tek insan Yaşar Kemal'dir. Ger­
çek babası mı? Değil elbette. Ama başka yardımları yanında Abidin'in
onun isim babası olduğu artık aşikar.
Yaşar Kemal'in tadına doyum olmaz röportajlarından birincisi "Ka­
çakçılar arasında" başlığıyla Cumhuriyet'te 22 Ağustos 195ı'de yayınlanıyor.
Ve daha birçoklan onu izliyorlar...
Sonra Yaşar Kemal Abidin ve Güzin'i istanbul'da ziyaret ediyor el­
bette: Kabataş'taki evde ve kaldıkları başka mekanlarda. O artık gazetecidir.
Giyim kuşamma da önem vermek zorundadır. Kıravat takması bile bazen
şaşırtır. Yaşar Kemal'in hiç mi hiç sevmediği bir şey.
Şimdi şaşırtabilir: Cumhuriyet gazetesi yönetimi, bir yandan Kore sava­
şı, Vietnam savaşı, Türkiye'deki tutuklamalar vesilesiyle "Kızıllar" diyerek/ya­
zarak veryansın ederken, öte yandan Yaşar Kemal gibi adı "komüniste" çıkmış,
bu yüzden hapis yatmış birine iş veriyor. Bunun birçok nedeni var elbette:

AN KARA-MAN KARA
Hemen akla şu geliyor: Belki hiç kimse Yaşar Kemal isminin "ko­
münistlikten" hapis yatmış Sadık Kemal Göğeeli olduğunu bilmiyordu. Ve
bu böyle sürüp gitti. Veya onun öbürü olduğunu öğrendiklerinde de izleme­
yi sürdürdüler ama yazdıklarında suçlanacak herhangi bir şey bulamadılar.
Dahası Nadir Nadi, DP listesinden bağımsız milletvekili seçildiği
için zaten öteden beri ailece sahip oldukları iktidarlarını biraz daha pekiş­
tirme olanağı bulmuştu ve kimse gazetesinde çalışan birine müdahele ede­
miyordu, etmiyordu, etmek istemiyordu.
Ve nihayet Nadir N adi o günlerin şartları içinde gazetesinde bir
"solcunun" bulunmasının o kadar da kötü bir şey olmadığını bizzat itiraf
ediyor: Perde Aralığından başlıklı kitabında (Cumhuriyet Yayınları, İ stan­
bul, 1965) Nadir Nadi aynen şunları yazıyor:
" ( ... ) 195o'lerin başında köy öğretmeni Mahmut Makal'ın Bizim
Köy 'üne sahip çıkmamız (1950 Mayıs sonunda Makal, Cumhuriyet gazetesi
tarafından İstanbul'a davet edildi, gezdirildi, kimi yazar ve şairle tanıştınldı.
MŞG) birkaç yıl sonra (1951'de. M ŞG) Adana'dan gelen Yaşar'ın elinden tut­
mamız hep Cevat Fehmi'nin düşüncesiyle olmuştu. Bunlar 27 Mayıs (196o)
sonrasına kadar bizim solculuğumuzun en önemli kanıtları oldu."Evet son
derece açık: Yaşar Kemal'in işe alınması gelecek için bir tür "yahnm."
En nihayet bir kez daha Yunus Nadi'nin Abidin'in ve Arif'in dede­
si Abidin Paşa tarafından oğlu gibi, oğlu ile aynı koşullarda, oğlu ile birlik­
te okurulduğunu eklemek lazım. Yani Abidin ve Arif'in babası ile Nadir ve
Doğan Nadi'nin babası neredeyse kardeş gibi yetiştirilmişlerdi. Bu neden­
le iki aile arasında sıkı bir akrabalık ve bunun sonucu sıkı bir dayanışma
vefveya yardımlaşma söz konusuydu. Ve dolayısıyla Arif Dino'nun arzusu­
nu kıracak değildiler Nadi kardeşler. Ve Yaşar Kemal bu çerçeve içinde işe
alındı. Ve alınır alınmaz da kalemini konuşturdu. Sonra gazetenin vazge­
çilmez yazarlarından biri oldu.
Abidin'e gelince, pasaportunun kendisine iade edilmesini bekler­
ken, Ankara'da ve zaman zaman gittiği İstanbul'da, senaryolar yazıyor. Bu
senaryo çalışmalarına bazen Yaşar Kemal de katılıyor. Yaşar Kemal, Konuş­
malar'da (s. 70) şöyle diyor: "Abidin Dino'yla İstanbul'a geldiğinde bir iki
senaryoda çalışmıştım." Abidin'in on üç belki on dört senaryo yazdığım sa-

ABi D i N D i N O 437
nıyorum. Hangilerine Yaşar Kemal katkıda bulundu? Bunu bir dahaki se­
fere Yaşar Kemal'e sormalıyım.
Abidin, Türkiye'yi terk etmeden önce, İstanbul'da bırakacağı birçok
şey gibi, senaryolarını da kutulara doldurup Leyla Abla'sına emanet etti.
Bugün duruyorlarsa, bu senaryolar, Rasih Nuri İleri'de olmalılar. Onları da
Rasih Nuri İleri'den sormalı, bir gün.

NAZlM HiKMET TüRKiYE'DEN AYRILMAK ZoRUNDA KALlYOR


15 Nisan - 15 Mayıs 1951'de Ankara'da Sergievi Salonunda "Onikin­
ci Devlet Resim ve Heykel Sergisi" açıldı. Abidin mutlaka gitmiştir, dolaş­
mıştır sergiyi. Daha önceki yıllarda yaptığı gibi.
10 Haziran 1951 tarihli Milliyet yazıyor: " İsveç ile Türkiye arasında
oynanan milli maçı 3-1 kaybettik. Milli takımımızın golünü penaltıdan Lef­
ter attı. Çok güzel bir oyun çıkaran kaleci Turgay cansiperane kurtarışlarıy­
la milli takımı hezimetten kurtardı."
17 Haziran 1 9 5 1 tarihli Milliyet_birinci sayfasından duyuruyor:
"Yüz bin kişi önünde oynanan milli maç: Türkiye-Almanya milli futbol
maçını 2-1 kazandık." H aber aynen şöyle: "Almanya Olimpiyat Sta­
dı'nda yüz bin kişi önünde oynanan Almanya-Türkiye maçını 2-1 ka­
zandık. Güzel bir oyun çıkaran milli takımımızın gollerini Recep ve
Muzaffer attı. M açın ikinci yarısının büyük bölümü kalemiz önünde
geçti. Genç kaleci Turgay, Almanların ataklarını müthiş kurtarışlarıyla
savuşturdu. "
Aynı gün, yani 1 7 Haziran 1951 Pazar günü, Nazım Hikmet çok sev­
diği vatanını terketmek zorunda kaldı:
"1951'de bir denizde genç bir arkadaşla/yürüdüm üstüne ölümün."
Yıllar, çoook yıllar sonra, bu "genç arkadaşın" Refik Erduran oldu­
ğunu öğrendik: Nazım'ın baba bir anne ayrı küçük kızkardeşi Melda'nın
eşi ve o sırada askerlik görevini yapmakta olan Refik Erduran, bir sürat mo­
toruyla Nazım'ı Bulgaristan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne götürmek
üzere Boğaz'dan yola çıktı o gün. Ama Karadeniz'e çıktıklarında Romanya
Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bayrağı taşıyan " Plekhanov" vapuru ile karşı­
laşınca Nazım bu vapura geçti ve Romanya'ya yöneldi.

AN KARA-MANKARA
Neden çıkh Nazım Hikmet? Refik Erduran yazıyor: "Nazım Ağa­
bey'i askere alma hazırlığı sözkonusuydu! Önce kimse inanmadı. Zaten
Bahriye Mektebi'nden çıkmış olan, elli yaşında, kesin kalp hastası bir insan
nasıl askerlik yapardı? Hem de -söylentiler doğruysa- er rütbesiyle, Do­
ğu'nun sarp bir dağbaşında ... Kendisine özel kolaylıklar gösterilmeyeceği
de kesin olduğuna göre, dayanarnayıp kısa bir süre sonra öleceği besbelliy­
di. Kör kör parmağını kabalığıyla nasıl yapılırdı böyle bir şey? Nitekim çok
geçmeden söylentiler doğru çıkmaya başladı. Hasta şair şubeye çağrıldı, ka­
rar kendisine resmen tebliğ edildi."
Va-Nu şunu da ekliyor: "Nazım'ın sezgisi İstanbul'daki gizli güçle­
rin kendisini öldüreceğini söyledi."
Evet Nazım Hikmet İstanbul'da veya askere alımnca gittiği yerde öldü­
rüleceğinden, öldürülebileceğinden kuşkulanıyordu. Ve haksız değildi mutla­
ka. Ülkeyi terk etmeye karar vermek zorunda kaldı. Çıkışından bir gün önce
Kadıköy'de Mühürdar Gazinosu'nda çekilmiş bir fotoğraf var: Münevver, ço­
cuk arabasında Memet, Müzehher Va-Nu, Nazım Hikmet, Zekeriya Sertel ve
öndeki sandalyede ismini bilmediğim (için özür diliyorum) bir çocuk. Bu ül­
kedeki son anılardan biridir. O günü Zekeriya Sertel şöyle anımsıyor: "Mem­
leketi terk edeceğinden bir gün önce Kadıköy'de Mühürdar Gazinosu'nda gö­
rüştük. Karısı ve çocuğu ile son defa olarak buraya gelmişti. Orada beraber
son bir fotoğraf çektirdik Kendisine hayırlı ve başarılı yolaıluk diledik."
Son cümlesine katılmak zor. Çünkü Nazım'ın ülkeyi terk edece­
ğini en yakınları bile bilmiyordu. Nitekim bizzat Va-Nu yazıyor: Münev­
ver Hanım bile habersiz. Nazım o gün,"Ankara'ya gidiyorum diye evin­
den" ayrılıyor.
İki kişi biliyor gidilecek yönü: Nazım Hikmet ve Refik Erduran.
17 Haziran 195ı'de evden çıktı Nazım, polislerin dikkatini çekme­
den. Veya onları atlatarak. Ayrıntısını Refik Erduran kitabında anlatıyor.
Hapishaneden çıkışından, özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir yılını bile
dolduramadan, yakınlarına doyamadan, ülkesini adım adım dolaşamadan,
oğlunun büyümesini günü gününe izleyemeden. O kadar sevdiği eşini,
koklamaya dayamadığı oğlunu, hayran olduğu ülkesini, yoldaşlarını, arka­
daşlarını, dost ve arkadaşlarını terk etmek zorunda kaldı N azım.

ABi D i N D i N O 439
Nazım Hilanet'in ülkeyi terk ettiği birkaç gün sonra duyuldu. 21 Ha­
ziran ıgsı'de Billaeş'te olduğu haberleri yayıldı. Türkiye'de yayınlanan gün­
lük gazeteler, haftalıklar ve ne varsa onlar, ilkel antikomünizm hastalığı, iste­
risi ile sarsıldılar. Günlerce, haftalarca komünistlere, Nazım Hilanet'e, "sol­
culara" ağıza alınamayacak laflar söyledilerfyazdılar, küfürler ettiler.
Örneğin 24 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Nadir Na­
di, biraz önce adını andığımız, "Bırakın gitsinler" başlıklı başyazısında ba­
kın neler yazdı:
"Nazım Hilanet'in kaçmasına kızmadım. Arkasından "vatansız, ha­
in, satılmış adam! " diye bağırmayacağım. Maddi, manevi yeryüzündeki bü­
tün kıymetleri inkarla işe başlayan komünizm, bugün tam manasile bir din
olmuştur ve Nazım Hilanet bu dine yürekten bağlılığını saklamaya hiçbir
zaman lüzum görmemiş, fanatik denecek kadar ateşli mürninlerden biridir.
Komünizm bir dindir diyoruz. Bu hükmü sadece bir benzetiş san­
mamalıdır. Sosyolojik manasile komünizm bir dindir. Tanrı fikrini reddet­
mesine, manevi değerleri tanımamasına rağmen bu dine de ötekilerin ya­
nında bir yer ayırmak bilimsel düşünce metoduna uygun bir hareket olur.
Komünizmin kitabı vardır, peygamberi vardır, kilisesi vardır, ayinleri var­
dır; velhasıl bir din müessesesini meydana getiren her türlü unsurlar bu
rejimin bünyesi içinde yer almıştır. Onun için komünistlerle münakaşa
edemezsiniz. Bugünkü sosyal ve ekonomik teşkilatın ferdiere daha fazla
refah sağlayan bir şekle sokulması, milletlerarası münasebetlere yaklaştırı­
cı, birleştirici bir mahiyet verilmesi konuları onları ilgilendirmez. Kilise
(Kominform) nasıl tesbit ederse öyle hareket eder, Papa (İstalin) (Stalin.
M ŞG) ne emrederse öylece amel eyler.
Her din gibi komünizm de tarihsel gelişme şartları içinde döne do­
laşa bugün bir emperyalizmin aleti haline gelmiştir. Onun hür milletler
hesabına korkunç bir tehlike olması da sırfbundan ötürüdür. Yoksa vicdan
hürriyetinin hüküm sürdüğü ülkelerde hiçbir devlet bir kısım fertlerin şu
veya bu inanca bağlanmasına ses çıkarmaz, hatta bu dinin propagandasını
bile hoş görebilirdi. Ne çare ki komünizm sosyal veya ekonomik bir inanç
meselesi olmadığı gibi, bir vicdan işi olmaktan da çok uzaklaşmış kurnaz
ve usta ellerde dünya hegemonyasını hedef bilen bir vasıta olmuştur. Bu

AN KARA·MAN KARA
vasıta, her memlekette oranın sosyal bünyesine göre kalıplanmakta, kemi­
rici, yıkan, parçalayan bir rol oynamaktadır. Demokratik memleketlerde
komünistlerin en büyük silahı söz, yazı ve vicdan hürriyetidir. Bütün bu
hürriyetleri yok etmeyi amaç bilen bir rejimin mensupianna bu hakları ta­
nımak demek, demokrasinin kendi kendini inkarı demek değil midir? Bu
suale 'Hayır Değildir!' cevabını vermek güç olduğu içindir ki bazı Bah Av­
rupa memleketlerinde ve nihayet Birleşik Amerika'da da komünizm ka­
nun dışı ilan edilmiştir. Komünistlere parti kurmak, propaganda yapma,
hatta kamufle bir şekilde çalışmak imkanları verilmemektedir (Tümüyle
yalanfuydurma. M ŞG).
Fakat unutmamak lazımdır ki, gizli faaliyet bahsinde Kominforma­
nın ( ! ! ! M ŞG) geniş tecrübesi vardır. Maksada varmak uğruna her vasıtayı
mübah sayan, yukarıdan gelen emidere körü körüne boyun eğen ajanlar sı­
rasına göre milliyetçi, ırkçı, liberal, mason, terakkiperver, barışsever, her
kılığa girmeye hazırdırlar.
Bu itibarla komünizme karşı savunma kararı veren hürriyetçi mil­
letierin bir araya gelerek beraberce tedbir almalan lüzumuna inanırız. Bir
defa Rusya'ya göçrnek isteyen samimi komünistlere (dönüşlere müsaade
etmemek hakkını elde tutmak şartiyle) kolaylıkla pasaport verilmelidir."
24 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet bu başyazının hemen yanında­
ki haberine şu başlığı uygun görüyor: "Nazım da Moskofların şakşakçı pey­
ki oldu." Sonra da şunu ekliyor: " Rumanyaya kaçan kızıl şaire göre, sulh
bayrağını Stalinin eli tutuyormuş." (Yazış biçimine dokunmuyorum.)
25 Haziran 1951 tarihli Vatan gazetesinde Nazım Hikmet "hain"
ilan edildi. Daha önce Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması için mücadele
eden gazete ve başyazarı çark ediyorlar. Nitekim Ahmet Emin Yalman, 21
Temmuz 1951'de komünistleri aşağılayan, bu yola girenierin tümünün
dengesiz olduğunu ileri süren bir yazı yayınlıyor.
5 Temmuz 1951'de, Hukuk Fakültesinde okumuş o günlerin genç
gazetecisi Çetin Altan, Yeni Adam dergisinde Nazım'ı "karaktersiz," "irade­
siz," "uşak," "haysiyetsiz," "şerefsiz," "canı cehenneme" gibi küfürlerle
aşağılayan bir yazı yayınladı. Çetin Altan, ne olursa olsun "vatanın bırakıl­
maması gerektiğini" savunuyor ve Şair'in yurt dışına bir "kapris uğruna"

ABi D i N D i N O 441
gittiğini iddia ediyor: "Nazım eğer mert bir insan olsaydı vatanını terk et­
meye tenezzül etmezdi. Vatan ne pahasına olursa olsun bırakılmaz. Vatan
kötü idare edilse de, düşman istilasına uğrasa da, geçim temin etmese de
gene bırakılmaz. Değil Nazım gibi bir kapris uğrunda, böyle büyük zorluk­
lar karşısında dahi vatanı terk edenler küçük, iradesiz, güçsüz insanlardır."
Çetin Altan gençliğin verdiği cesaret ve cahillikle yazıyor. Türkçede
ne güzel deyişler var: "Bekara boşanmak kolaydır" gibi. Veya "Sahura kal­
kana oruç tutmak kolay gelir" gibi. Çetin Altan vatanın terk edilmemesi ge­
reken halleri sayıyor. Ama hepsini değil. Saydıklarını dikkate alırsak Na­
zım'ın o hallerde ülkesini terk etmediğini görüyoruz. Ama Çetin Altan'ın
saymadığı veya aklına gelmeyen durumlar da var: Ve Nazım işte o durum­
lardan birinde kaldığı için terk etti vatanını. Herhalde Çetin Altan kadar se­
viyordu vatanını Nazım Hikmet. En azından. Dahası Nazım'ın başına ne
geldiyse vatanını çok sevmesinden geldi. Neyse; şunu da eklemeli: Çetin
Altan ustanın hakkını yememek için: Zamanı gelince O da en zor koşullar­
da bile Nazım için "Nazım Hikmet büyük vatan şairidir." demesini bildi.
Nazım'a saldırılar Temmuz 1951'de sürdü: 12 Temmuz 1951'de
Cumhuriyet gazetesi, Nazım'ın Moskova'ya vardığında kendisini karşıla­
yan S SCB Yazarlar Birliği genel sekreteri Aleksandr Fadeyev ile kolkola
fotoğrafını yayınlıyor, "Nihayet resmi de geldi" başlıklı bu haberde aynen
şunları yazılı:
"Kendi tabirile Stalin'in yarattığı Nazım Hikmet, Moskova'ya vannca
hepimizin nefretle okuduğumuz mahud beyanatı verdi. Kızıl propagandası­
nı plağa aldırdığı bu demeçten bol bol istifade etmeye çalıştı. Nihayet onlar
da rahat ettiler, biz de rahata kavuştuk, derken bu sefer resim faslı başladı.
Sovyetler, Nazım Hikmet'in Moskova'da aldırdıklan boy boy, şekil şekil re­
simlerini bütün dünya fotoğraf ajansıanna dağıtmaya başladılar. Yukanda
gördüğünüz resim, bunlardan biridir. Bu fotoğrafı sütunlanmıza geçirirken
şair Eşrefin Abdülhamid'e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmi­
ni teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz
de yukandaki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."
25 Temmuz 195ı'de DP Hükümeti, Nazım Hikmet'in Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmasına karar verdi.

442 AN KARA·MANKARA
31 Temmuz 195ı'de Hür Adam gazetesi, İrfan Emin ile Mehmet Ali
Sebük'ün fotoğraflarını yayınlayarak, "Nazım Hikmet gitti, lakin memle­
kette bıraktığı vasileri, avukatları, ajanları ne olacak?" sorusunu soruyor­
muş gibi yaparak, Nazım'ın avukatlarını hedef gösterdi.
Nazım Hikmet'in Türkiye'yi terk etmesi konusunda, yıllar sonra, At­
tila İlhan en güzel soruyu soruyor: "Nazım Hikmet, acaba neden gözü kara
bir gencin yardımı, bir komşunun motoruyla, tek başına Karadeniz'e çık­
mak zorunda bırakıldı? O 'Moskova'nın adamı' olsa, bu epeyce muhataralı
maceraya gerek mi kalırdı?" (Cumhuriyet, ı Şubat 2002). Attila İlhan şunu
ekliyor: "Yukarıya (SSCB demek. M ŞG) intikal gerekti mi, 'Partililer' daima,
tereyağından kıl çeker gibi, sessiz sedasız Moskova'ya kayabilmişlerdir."
Nazım Hikmet'in ülkeyi terk etmesinin yan etkileri de oldu: Bir ta­
nesi çok ilginç: Arif Damar anlatıyor: Nazım Hikmet Türkiye'yi terk edin­
ce "O sırada İstanbul'da Orhan Kemal'i evinde misafir eden, korkup, Or­
han Kemal'i evinden atıyor."
Nazım'ın ayrılmasından sonra Münevver ve Memet'in kaldığı evin
önünde tedbirler artınlıyor: "Bir jeep, bir şoför ve iki sivil polis gece gündüz ta­
kip ettiler ana ve oğlunu." Nazım'la mektuplaşmalan yasaklanıyor: 1955'e dek.
Bir de ilginç ve sevimli bir olay anlatmalıyım: Kosta Daponte'nin eşi
Athena Daponte ile Abidin'e ilişkin anıları için sohbetimiz sırasında söz
döndü dolaştı Nazım Hikmet'in ülkeyi terk etmesine geldi. Athena Dapon­
te o günlerde istanbul'da O RİTAB isimli tütün şirketinde çalışıyor, bana
anlattıkları aynen şunlar: "ORİTAB (Orient Tabac'dan: Doğu-Tütün Umi­
ted Şirketi) isimli şirketin Ortaköy'deki merkezinde sekreter olarak çalışıyo­
rum. Herkesin bildiği gibi tütün ihracat şirketlerinde çok sayıda kadın işçi
çalışıyor. Ve tabii içlerinden pek çoğu solcu. Komünist. Çok tuhafbir şeydi.
Nazım'ın Türkiye'yi terk etmesinden sonraydı, bir gün bir kadın işçi geldi
ve bana aynen şunu söyledi: 'Artık Nazım'ı da kaybettik, bizi kim himaye
edecek şimdi?' Ben hemen idrak edemedim. Ne anlatıyor bu kadın dedim;
çünkü o kadar tuhafıma gitmişti ki. Çok ilginç bir şeydi. Ben Nazım'ın is­
mini duymuştum, kim olduğunu biliyordum. Ama yine de o kadın işçinin
o sözü çok tuhafıma gitti. Hele bana öylesine açıkça söylemesi çok tuhaftı.
O kadının yüzünü, o andaki yüz halini, hala hatırlıyorum: Çok ince, zarif

ABi D i N D i N O 443
bir yüz, saçlarını toplamış, başında siyah bir tülbent. Öyle bir tülbent işte,
dini filan değil. Hep gözümün önünde o kadın ve o ince ve zarif yüzü."

İ sTANBUL'DA Ev ATÖLYE
-

Nazım Hikmet Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldığı sıralarda,


Abidin Dino Türkiye'ye iyice yerleşmek üzere kesin karar vermiştir. Evet
bu nedenle Abidin ve Güzin, Kabataş'ta Setüstü'nde, 1950 yazında, satın
aldıkları "üç katlı, yarı ahşap, dar, uzun" evle, 1951 yazı başından itibaren
uğraşmaya koyuldular: Onarmakfonartmak ve kendilerine uygun bir biçi­
me sokmak için. Güzin, evi satın aldıklarında epeyce eski püskü olduğu­
nu söyledi, değişik söyleşi ve sohbetlerimizde. Evet ev ayakta duruyor ama
oturulabilir olması için sıkı bir onarıma ihtiyaç duyduğunu bilmek için
Portekizli duvar ustası olmaya gerek yok. Onarım işini Güzin Gel Zaman
Git Zaman da anlatıyor (s. 46-48 ve 171-173) . Biz ise bu meseleyi birkaç
'

kez birlikte konuştuk. Epey kaset doldurduk. Kasetlerden çözdüiderimin


ve Güzin'in yazdıklarının karışımından oluşan şu satırlar evin nasıl yıkın­
h olmaktan çıkıp, abidinik ve güzinik bir biçime dönüştüğünü gözler önü­
ne seriyorlar:
Bu güzelim evi bu hale sokabilmek için Abidin ve Güzin bazen bir­
likte, bazen ayrı ayrı Kapalıçarşı senin yıkıcıların pazarları benim, İstanbul
kazan onlar kepçe dolaşıp durdular. 195o'de ve 1951'de. Çünkü evin onarı­
mı işine Adana'daki vereseden para gelmesi gerekiyordu. Abidin'in sergi
satışlarından elde ettiği mütevazı katkıya da ihtiyaçları vardı.
Güzin'e, " Setüstü'ndeki evi Adana'dan, 'verese'den gelen parayla
mı aldınız?" diye sorduğumda bana şu yanıtı verdi:
"Herhalde öyle oldu."
1951'de Arif Dino da Adana'dan İstanbul'a döndükten sonra Kuz­
guncuk'ta "küçük bir ev" alıyor. Anlaşılan o yıl "verese"den gelen para bu
alımları ve Abidinlerin evinin onarımını karşılayacak kadar.
Evin onarımına büyük olasılıkla 1951 yaz mevsiminin başında baş­
ladılar. Güzin birkaç defa "Onarımı yakından takip edebilmek için 1951 ya­
zında İstanbul'daki tatilimiz için Bebek'te bir ev kiraladık O yaz Çifteha­
vuzlar'daki evi kiralamadık" dedi.

444 AN KARA· MAN KARA


Abidin bu konuda şunları anlatıyor:
"İstanbul'da çok güzel bir yerde oturduk. Bebek'te. Bebek sırtların­
da. Çok güzeldi.
Sonra Kabataş'ta bir ev satın aldık. Harika bir yer: İskele'nin, şim­
diki Kabataş iskelesi'nin karşısında, yukarıda biraz, tepede. Setüstü'nde.
Çok güzeldi.
Buradaki evi, atölyemi bir süsledim bir süsledim ki anlahlamaz.
Neler yoktu ki? Bir Osmanlı çeşmesi bile bulup taraçaya yerleştirmiştim.
Kapalıçarşı'dan bir dizi şey bulup yerleştirmiştim.
Güzin'in odası ayrı güzel. Güzin'in annesinin odası ayrı güzel.
Maalesef fazla oturamadım ben bu ev-atölyede. Çünkü baskılar baş-
ladı, tatsızlıklar başladı. Ondan sonra da terketmek zorunda kaldık. Bir sü­
rü hikayeden sonra, çok çapraşık olduğu için anlatmıyorum."
Burada bu "çapraşık" gelişmeleri anlatmaya çalışalım diyorum. Ön­
ce ev-atölyenin onarımından başlamak lazım:
Yaz tatilini geçirmek için Bebek'te tutulan ev Kabataş'a iki adım,
böylece, Abidin, istediği zaman, evin onanınını izlemek, denetlemek, yapı­
lanları görmek amacıyla, birkaç dakikada Bebek'ten Setüstü'ne ulaşabili­
yordu. Çünkü onarımı bir taşeron yapıyor ama direktifler Abidin'den. Bo­
şuna mı Len Film Stüdyolarında dekoratör olarak çalışh. Adana ve Anka­
ra'da boşuna mı fresklerle donattı banka senin Cündoğlu Han'ı benim. O
canım freskler. Şimdi Abidin kendi evinin, ne evi kuzum kendi kuş yuva­
sının, o da değil kendi ressam atölye- ev- yuvasının yaratılması için kolla­
n sıvadı. Kolay gele Abidin Usta!

ÖNCE KURBAN ŞART


Taşeronu Abidin ya bizzat kendisi buldu. Ya da tanıdıklardan bi­
ri tavsiye etti. Güzin "Onarım altı ay sürdü, epey uzunca bir zaman aldı.
Çünkü hayatımızı artık bu evde ve Ankara'daki kiralık evimizde geçir­
mek arzusundaydık. Ama gel gör ki Abidin maalesef bu evde, onarımı
bittikten, oturulabilir hale geldikten sonra, sadece bir ay yaşayabildi. Ve
evimizin ilk ziyaretçileri polisler oldu. İnanmayacaksınız!" Bunu biraz­
dan göreceğiz.

ABi Di N D i N O 445
Önce taşeronun bir arzusu var: Onu yerine getirmek şart, evet ta­
şeron işini bilir, adetlerini tanır bir usta: "Esas onarıma başlanıldığı gün,
sanki temel atılıyormuş gibi mahalleyi hoşnut etmek için kurban kesiliyor,
konu komşuya dağıtılıyor. Barsaklan, 'hayırlı, uğurlu olsun' diye mahalle­
nin geleneklerine uyularak, yeni yapılacak beton merdivenin dibine gömü­
lüyor. Bu sihirli önlemler işe yaramıyor. O evde çok oturmayacaklardı, yer­
leştİklerinin ilk haftasında polis, ( ... ) evde arama yapıyor" (Gel Zaman Git
Zaman: s. 47-48).
Güzin bu kurban meselesini bana şöyle anlattı: "Taşeron iyi filan,
ahbap falan ama işe başlamadan önce bir koyun kesrnek lazım dedi. Adet­
tir dedi. Zaten mahalle öyle bir mahalle, epey popüler bir yer. Koyun kes­
rnek şart. Taşeron adamlarını topladı, bekçiyi filan da çağırıp, koyunu kes­
ti, etini çevre halka dağıttı."
Kabataş iskelesi'nin tam karşısında, biraz yüksekçe sette, o neden­
le ismi Setüstü ya, üç katlı ahşap evde onarım başladı sonra:
Güzin şunları anlattı: "Biraz düzeltim yaptırdık Eski bir evdi. Biz
onu nasıl kendimize uydurabiliriz diye yeniden düzenledik En alt kattaki ka­
gir kat ayn bir apartman dairesi olarak düzenlendi. Ayn bir daire gibi olun­
ca kiraya vermemiz mümkün oldu. Ahşap iki üst katı ise kendimize göre
onardık ve düzenledik Üst katlan alt kattan ayırmak için dıştan beton bir
merdiven ekliyoruz. Alt kat ile üst katlar arasındaki iç merdiven kaldırılıyor.
Ama iki üst kattaki iç merdiven duruyor. Bizim evin içinde artık o. Böylece
bir kattan öbürüne geçmek mümkün: Dışarıya çıkmadan. Bizim evin birin­
ci katında, eski evin ikinci katı, büyük bir giriş yaptık. Çok büyük bir sofa.
Mutfak ve banyo ve annem için geniş bir oda. Yanında büyük bir yemek oda­
sı, salon gibi bir mekan. En üst kat ise boydan boya atölye ve yatak odası, or­
tasında filizi çini, yüksek bir soba. Balkon var sonra: Balkon geniş, özel seçil­
miş, kahverengi, beyaz karması döşeme taşlanyla kaplanmış. Bir köşesinde
yıkıcılardan bulunmuş küçük, mermer bir Osmanlı çeşme. Kurnasıyla, oy­
malı süslü, kar gibi beyaz. Abidin balkon duvarındaki çimentoya yerleştiril­
miş taşlan bilhassa kendisi tek tek seçti. O çeşmeye horturola su bile bağla­
dık. Her şeyi kendi zevkimize göre düzenledik, yerleştirdik Eski biçimiyle
evin ikinci katından, bizim düzenlediğimiz biçimiyle birinci katından üst ka-

AN KARA-MAN KARA
ta bir iç merdivenle çıkıyordulc Atölye ve yatak odamız: Hem Abidin'in atöl­
yesi hem de yatıyonız, hem de balkon. Hem de her şey. Bir manzara serili­
yar orada gözlerimizin önüne nefesimiz kesiliyor. Veya coşuyoruz: Duruma
ve saatine göre: Boğaz, Adalar, İstanbul limanının bir bölümü, ta karşıda Üs­
küdar'ın yanar söner pencereleri/ışıkları. Bir genişlik, bir büyüklük, bir sev­
da, bir zevk, bir akşamüstü sadece Setüstü'nde. Abidin ve Güzin baş başa."
Evin badanası ve boyası yapıldıktan sonra sıra iç dekorasyonuna ge­
liyor: Gelsin! "Evin içini dekore etmek için çok dolaştık. Ve çok güzel şeyler
bulduk." Güzin yazıyor: "Haftalarca aranıp bulunmuş eski kapı tokmaklan,
mutfak, banyo muslukları, tek tek yıkıcılardan aranıp bulunmuş eski tok­
maklar, sade, pirinç, kimininse özenerek çizilip yaptırılmış biçimleri var. Yı­
kıcılardan aranıp bulunmuş oymalı, eski tavan göbekleri, rüzgarların esintl­
sine göre açılan kapanan büyük pencere kanatları, baba evinden kalmış kö­
şe kanepeleri, sade, iddiasız Abdülaziz devrinden kalma koyu yeşil renkleri
soluk çiçeklerle bezenmiş üç gözlü demir konsollar, eski fanuslardan lam­
balar, oraya buraya serpiştirilmiş cam rengi, açık san ya da buzlu... "
Güzin'in annesinin "Hamadan ve Gördes halıları, Abidin'in Kapa­
lıçarşı'da bulduğu yelkenli Çanakkale çanakları, yeşil, kahverengi iri süra­
hiler, ibrikler . . . "
Her şey ve her şeyi ile ev "eski konakların havasını taşıyan parçalar­
la dolu." Rüzgarlarla dolu konakların iç sesleri ve havasıyla.
Onarım bitti. Yapı paydos. Badana ve boya da. İç dekorasyon da ta­
mam. O zaman buyrunuz: Önce bayanlar: Beton dış merdivenden çıktınız.
Tak tak. Kapıyı ya Abidin açar ya Güzin. Ama bana kalırsa mutlaka Abidin
açar. Dostlar için. Giriş kapısı başlı başına bir eser. Tarihi. " Kapıya dikkat
edin," diyor Güzin. "Bunları biz yaptırdık." Kapının tokmağı çok özel. Çok
güzel. Eve girdiniz: Yerde kilimler. Bir tarafta mutfak. Öte yanda Ferdiye
Hanım'ın odası. Holden girilen yemek odası salon var: Orada Ferdiye Ha­
nım'ın "Dünya Evi"nden getirdiği iki koltuk: Güzelce örtülü. Biraz yakla­
şın lütfen: Fanus lambalarını görebiliyor musunuz? Girişin hemen sağın­
da duvara dayalı, köşeleme bir divan var. Bir masa, tam karşı duvara daya­
lı. Masa Fransız usulü, kapalı gibi. Sandalyeler var yanında. Üç ayaklı bir
lamba daha: Elektrik lambası yandı yanacak Tavana açık, dönük. Gelin bu

ABi D i N D i N O 447
salona girelim: Antikacıda bulunup alınan demirden konsaHardan biri de­
ğil mi şu? Evet o. Bir, iki, üç, dört geniş çekmecesi var: Ve evet "koyu yeşil
renkleri soluk çiçeklerle bezenmiş." Konsolun üstünde kitaplar, Abidin'in
bir tablosu, yine kitaplar. Kibarca ayakta duruyor kitaplar. Abidin'in tablo­
su dedim ama bu bir Abidin "çiçeklemesi" de olabilir. Bir "Uzun yürüyüş"
te. Arhk ne zaman uğradığımza kalıyor bu. Köşedeki yatak güzelce örtülü
bir divan azametinde kuruluyor. Haydi çıkalım. Ama bir dakika o demir
konsolun üstünde bir fotoğraf görmedik mi? Bu Leyla Abla'nın fotoğrafı
değil mi? Acele etmeyin canım yerdeki halıyı da görmemezlikten gelme­
yin: Ya Hamadan ya Gördes. Halden geçerken aynamız var: Şöyle kendi­
mize bir çeki düzen versek nasıl olur? Ah şu saçlar! Ne kadar isyankarlar.
Ne olacak işte ressam saçlan bunlar yoldaş. Yahu bu aynanın çerçevesini
nereden buldunuz? O nakışlar nereden? Hele tam ortadaki o fıyonk! Mest.
O hep kapalı duran o kapı: Açan pişman açmayan pişman kapısı ol­
masın? Takınağa bir göz atar mısınız lütfen. Biz o kapıyı açarız ve oradan,
o iç merdivenden üst kata çıkarız: Kimse de bizi engelleyemez. Evet kapı
önünde veya bir cipte polisler olabilir. Ama evin içinde henüz karakol ku­
rulmamış. O kapıdan üst kata çıkıyoruz. Evet o iç merdivenden. Şu geniş­
liğe bakar mısınız? Kapı takınağı çok hoş ama bu büyüklük, bu ışık dolu
mekan daha hoş. Işık, deniz, gökyüzü cümbür cemaat sizi içlerine alıyor:
Harmanlıyor. Yoğuruyor. PestHinizi çıkarıyor. Ama kendinizi kapıp koy­
vermeyiniz. Daha taraça var: Taraçada da bir çeşme. Üçüncü Ahmet Çeş­
mesi zaten iki adım altta. iskele ile asfalt yol arasında değil mi(ydi) ? (Bura­
da geçmiş zaman kullanıyorum: Çünkü ı96o'ların lise yıllarıının değiş­
mez durağı Kabataş'tan ve adı geçen Çeşme'den kimbilir belki hiçbir şey
kalmamıştır. Burası İstanbul kardeşim: Her şey olabilir: Galata Kulesi'ni
bile satabilirler. İşbilenler hele bir devreye girsinler!) Tamam kardeşim iş­
te taraça nihayet: Beyaz çeşme haşmetle kuruluyor. Sağ ve solunda birer
bitki, gül, çiçek, ağaççık? Ama öksüz. Ve karlı bir gündeyiz. Ama olsun ta­
raçanın yarım duvarlarında Abidin'in özenle seçtiği küçük taşlar yerli ye­
rinde duruyor. Ne kadar çok taş var. Ne kadar çok taş var. Ve hemen öbür
tarafta kareye giren başka bir ahşap bina. Pencere kanatları yarı açık yarı
kapalı. O da öksüz.

AN KARA-MAN KARA
1951'de bu eve, her şey yerli yerini bulunca, yerleşen Abidin ve Gü­
zin çok mutluydular. İstedikleri evi en sonunda yaratabilmişlerdi. Ne mut­
luluk. İşte "Hayatımızı artık bu evde geçirmeye başladık" diyor Güzin.
Ama biliyoruz "o evde çok oturmayacaklardı." Evet 1 9 5 1 yazı sonunda, bel­
ki sonbaharında, bitti evin onarımı vesairesi. Ve tam bir hafta sonra evi po­
lisler bastılar: Bu kadar olur işte! Yetkililer çok iyi iz sürdüklerini elaleme
göstermek için bundan güzel fırsat mı bulacaklardı? Bir ressam, bir bilim
kadını ve bilim kadınının annesinin son derece mütevazı bir mahallede
oturduğu evi gece geç saatte basarak. Eller yukarı!

İLK MisAFİRLER: PoLiSLER


Eve yerleştiklerİnİn ilk haftasında evi polis basıyor. Güzin bu mese­
leyi kitabında anlatıyor (s. 172-173) . Birlikte birkaç kez bu olayı konuştuk.
Şöyle oluyor:
"Bir gece Abidin ve ben dışandayız. Beyazıt taraflannda bir yere git­
tik. Benim tanımadığım Abidin'in tanıdığı bir kitapçı mı, terzi mi, böyle bir
yere gidiyoruz. Birtakım ciddi meseleler, siyaset filan konuşuluyor. Gece sa­
at o1'de eve dönüyoruz. Annem pür hiddet oturuyor evde. Henüz uyumamış.
Hayra alarnet değil. Bize çok fena halde kızmış. Belli. Olan-bitenleri anlattı:
Anne yine hırçın ve sinirli. 'İki herif geldi. Polismişler. Kartlarını gös­
terdiler. Ama güvenmedim. Bekçiyi de muhtan da alın öyle gelin dedim.'
İki polis saat sekiz veya dokuzda eve geliyorlar. Kapıyı çalıyorlar. So-
ruyorlar:
- Abidin Dino'nun evi mi?
Annem yanıtlıyor: Evet.
- Polisiz biz evi gezeceğiz (sanki evi satın almaya gelmişler), diyorlar.
Ama annem sakınuyar eve:
- Ben yalnızım ...
- Biz polisiz, diyorlar. Polis kimlik kartlarını çıkarıp gösteriyorlar.
Ama annem Nuh diyor Peygamber demiyor:
- Olmaz ben yalnız bir kadınım, sakınarn sizi içeri.
- Ne yapalım peki hanımefendi?
- Gidin muhtarı, bekçiyi alın öyle gelin.

ABi D i N D i N O 449
Polisler gidiyorlar. Muhtarımız aynı zamanda herher mahallede.
Onu ve bekçiyi alıp geliyorlar. Bu iş onbire kadar sürüyor. Yeniden dikili­
yorlar evin kapısına. Annem o zaman kapıyı açıyor ve bütün bu takımı içe­
ri buyur ediyor. Polisler, iki kişi, iki kah tepeden hrnağa arayıp tarıyorlar.
İki kah iyice "geziyorlar." Evin her yanını, kıyı köşe bucak her yeri arıyor­
lar. Dişe dokunur bir şey bulamayınca Abidin'in o sırada yazmakta olduğu
Verese piyesinin birinci perdesini alıp götürüyorlar. Ortada duruyormuş Ve­
rese'nin ilk perdesi. Ne olduğunu anlamamışlar. Anlayamamışlar. El yazı­
sıyla doldurulmuş bir defter. Herhalde 'ihanet doludur' diyerek götürmüş­
ler. Bir daha da iade etmediler. Abidin, Verese'yi daha sonra olduğu gibi
baştan sona yeniden yazdı. Ama o dönemde yayınlanmadı bile zaten. (Bi­
rinci baskısı ıgg6'da !!! yapılabildi: Kel ile birlikte Adam yayınlarınca.
Kel'in ikinci baskısıydı bu. M ŞG) i şte böyle. Dön dolaş polisle yine burun
buruna geldik. İşte böylesine evinize geliyorlar. Yazılı piyesinizi alıyorlar ve
götürüyorlar."
Ne olursa olsun, " Polis gözetimi alhnda olmak, evde oturanların kar­
şıda Üsküdar'ın gece gündüz pırılhsını, gemi, vapur, taka, çatana, git gelini
koca gemilerin hacalanndan salınan kara bulutlan seyretmesine engel değil.
Adalara doğru açılan deniz, özgürlük duygusunu koruyor. Kabataş, Setüs­
tü'nde, arka mahalleli, küçük esnaf ve memurların kararmış, küçük ahşap
evleri, gündelik, tekdüze git geli, sütçü, saka, Silivri yoğurtçusuyla bileyci ve
Çingenenin 'Mühliye ... Mühliye!' sesiyle, güven veren bir barınak... "

Bu kadar da değil. Bakın daha neler duyumsar insan o evde:


"Kabataş vapur iskelesine bakan Setüstü'ndeki evin penceresinden
Marmara ile Boğaz'ın arasındaki git geli seyretmek, zamanı alıp götürür ve
böylece gün geçer. Geceler ışıkla dolup boşalır; dertler, üzüntüler, hasret­
ler, korkular, o küçüklü büyüklü vapur, gemi, sandal, mavna, taka ve çata­
nalara binip Adalara açılırlar. Dolaşır, dolaşır, Karadeniz'in ağzına kadar
ulaşır. Dert yok olmaz; hafifler, eziciliğini kaybeder, ertesi günü bekletir in­
sana ve ertesi gün, yeniden, Boğaz'la Marmara'nın kavuştuğu yerdeki git
gel cümbüşüne dalınır. Kız Kulesi, hep oradadır, derdinizin, kahrınızın
bekçisidir, güvenceli, sadık, hep karşınızda durur. Üsküdar'da, cam ve ay­
na oyunlarıyla, akşamdan akşama, mehtaptan mehtaba yanıp tutuşan, sö-

AN KARA-MAN KARA
nüp giden panltıları sergiler. Kimi kez, sönmemiş tek bir cam kalır Üskü­
dar'da; parıltısı sürer, uzar gider. Oysa güneş batmıştır çoktan, ay ise daha
doğmamıştır...
Haymana Ovası, Hüseyin Gazi Dağları, Orta Anadolu, Erciyes ve de
Toroslar, Çukurova'nın buğulu yeşili, düzlüğü, sıcağı, rutubeti, bire bin ve­
ren bereketli toprağı, ırgat pazarları, İstanbul'un kibar mahallesinden çıkıp
bu coğrafyanın gerçeğini yaşamak, günü gününe ve ertesi günün ne geti­
receğini bilmemek. .. "

Ah çok afedersiniz evin adresini vermeyi unuttum. Hani yolunuz


düşerse Abidin ve Güzin'e bir merhaba demeyi ihmal etmeyesiniz diye iş­
te adres:
Taşlıçıkış 4/3
Setüstü
Kabataş
İstanbul-Turquie
Bu adresi Abidin veriyor. 23 Eylül 1952 tarihinde İtalya'dan Güzin'e
gönderdiği bir kartın arkasında. Haydi bu kadarını yazdım, kartta Abi­
din'in Güzin'e sesienişini de not edeyim: "Güzinciğim, Resimde tanıdığın
bir fener göreceksin. Kayalar meğer Neron'un yazlık evi. Bir türlü oraya ka­
dar uzanamadık. Hepinizi öperim. Abidin."
Evet kartın altı ve üstü bu kadar. Ama üstü biraz daha fazla: Kartın
gönderilmesiyle polislerin evi basması arasındaki zaman dilimini neyle öl­
çerseniz ölçün en fazla bir yıl: Ondan önceki bir yılını bu evi satın almak,
bu evi onarmak, bu evi döşemek, dayamak için harcayan Abidin,"İşte niha­
yet zevkimize uygun, eşimle, Güzin'imle yaşayabileceğim, her birimizin
istediği biçimde çalışabileceğimiz bir yuvamız-atölye-evimiz oldu" bile di­
yemeden ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Neden? Nasıl? Ne zaman? Ne
oldu? Ah! Türkiye(m) ah! Ah! Yöneticilerimiz, yetkililerimiz! Ah! O polis­
ler ah! Ahoğluah!
Şimdi biz aslında biraz koşturmaca usulü gittik: Abidin'i taaaa İtalya­
lara kadar gönderdik. Oysa hikayemizin anlatılış dizimi içinde biz 1951 yazı
içindeyiz. Şu ev işi bizi aldı götürdü. Ama olsun ev çok güzel. Adresi uygun.
Çat kapı arkadaşlar, dostlar. Çat kapı gelen gidenler. Pek çok. Melih Cevdet

ABi D i N D i N O 45 1
Anday, F. Celal, Mayıs 1951 sonrasında Yaşar Kemal, Arif Dino ve daha bir­
çok arkadaş. Gelenlerden geç kalanlar olur, dönmesi zor olanlar bulunur. O
zaman onlara "Gitme kal" denir. Fakat anne evdeyse arkadaşlar "Olmaz, an­
nenizi rahatsız etmeyelim" diyerek yine de giderler. Güzin'e soruyorum bu­
nu, işte yanıh: "Arkadaş odamız vardı elbette ama hahrladığım kadanyla
kimse kalmadı yahya. Zaten evimizde biz bile fazla yahya kalamadık!"
Güzin'le o günleri konuşuyoruz:
MŞG: Arif evinizi sık sık ziyaret eder miydi?
GD: Arif bambaşka bir adamdı. Arif İstanbul'a dönünce Kuzgun­
cuk'taki evi sahn alıyor. Bize öyle sıkı fıkı gelip gitmezdi, ama görüşürdük.
Mesela bir gün Melih (Cevdet Anday) bize gelecekti. Geldi, hatta herkesten
önce geldi. Arif gelecek akşam yemeğine. Geldi ve o akşam yemeğini hep
birlikte yedik. Böylesine tatlı günlerimiz, gecelerimiz eksik değildi. Ama ne
yazık ki bunlar çok az sürdüler.
MŞG: Peki alt katta kiracılarınız kimlerdi?
GD: "En önce yabancı gazeteci bir bayan kaldı orada. Sonra bir
Türk'e kiraladık Eşi galiba Almandı. İsimlerini maalesef tamamen unut­
tum; ama bizim çevremizdendiler. Çok uygar, çok nazik, çok kültürlü in­
sanlardılar. Onlara inerdik Birlikte sohbetler yapardık Çok hoş insanlardı­
lar gerçekten. Keşke isimlerini anımsayabilseydim."
Birinin ismini bulduğumu sanıyorum. Setüstü'ndeki evin taraçası­
nın kar alundaki fotoğrafını çekip 2 Nisan 1954'te Abidin'in Ankara adre­
sine gönderen mutlaka kiracılardan biridir: İsmini ve kartta ne yazdığım
Nisan 1952 dönemini aniatacağım sayfalara kadar saklıyorum: Ama söz: İs­
mini ve kartta yazdıklannı açıklayacağım.

İ sTANBUL'DAKi SoN YAz


Setüstü'ndeki evin ananını ve iç donahmı sürerken, Abidin ve Gü­
zin 1951 yaz aylannı Bebek'te kiraladıklan bir evde geçirdiler: Yaz dinlen­
cesi vesilesiyle o günlerde İstanbul'da bulunan veya zaten İstanbul'da yaşa­
yan akraba, dost ve arkadaşların sık sık ziyaret ettikleri kiralık evde:
193o'lann arkadaşı Celal, hani Mina Urgan'ın komşusu, yani "Ha­
yat Apartınanı müşterilerinden" Celal örneğin gelenlerden biri. Hatta bir

452 AN KARA-MAN KARA


seferinde Abidin'i yere seriyor, çimierin üstünde, çocuklar, ne çocuklan ca­
nım bebeler gibi debeleniyorlar. Abidin yerde ve ayaklarını kullanıyor, elle­
rinden, "el"lerinden sonra, kendini savunmak umuduyla.
Abidin'in Ağabeyi, ama az görülenlerinden, Ahmet Dino bile bir
gün çıka geliyor: Evin bahçesinde, elleri cebinde, dolaşıyor: Beyaz gömleği
hemen dikkat çekiyor.
Arif Dino bile geliyor canım: Arif Kuzguncuk'ta oturuyor. Ve Emi­
namın hala yanında. Taa istanbul'dan Develi'ye, oradan tekrar İstanbul'a
Eminamın canım.
Melih Cevdet Anday bir gün Leyla Abla ile iskarnbil oynuyor. O sı­
ralarda bir güneş ışığı, gölgedeki hankın üstünde oturan Abidin ile Gü­
zin'in arasından geçiyor. Leyla Abla iskarnbil işinde çok dikkatli. Melih
Cevdet dikkatlice kağıtları diziyor. Güzin, Abidin, Melih de beyaz gömlek­
ler içinde. Az daha unutuyordum: Tekir kedi kaçırır mı fırsatı, güneş ışı­
ğında ve Abidin'in kucağında. Abidin'in gözleri Güzin'de. Güzin'inkiler
bizde. Yani objektifte. Ayol bu fotoğrafları kim çekiyor?
Rasih Nuri ileri olmasın? Hani askerliğini bitirmiş gelmiş, evlen­
miş ve bir çocuk babası olmuş Rasih Nuri. Bir fotoğrafkaresinde zaten onu
da görüyoruz: Abidin ve Rasih çime oturmuş, arkalarında üç bayan: Ra­
sih'in eşi Bedia Hanım, Gül Hanım ortadaki mutlaka ve elbette Güzin.
Herkes beyazlara bürünmüş. Beyaz anlaşılan yılın pardon o yazın rengi.
Abidin Bebek'ten Kabataş'a ikide bir gidip bakıyor: Setüstü'ndeki
evde işler ne alemde diye.
Bu arada Güzin ve Abidin İstanbul'a da iniyorlar. Arada bir Çiçek
Pasajı'na, Hacopolo Pasajı'na. Orada Orhan Veli yok artık maalesef. Ama
belki Oktay Rifat, belki Sait Faik çıkabilir karşınıza. Güzin anımsıyor: "Öy­
le dadanmış filan değildik. Yani bir-iki kere gittik sanıyorum. Galatasa­
ray'da. Lise'ye çok yakın, işte biliyorsunuz o dört yol ağzında."
O günleri, o ayları Güzin'le konuşalım mı?
MŞG: O günlerde İstanbul'da Adalet Cimcoz çevresinde toplanan
insanlar var: Sait Faik, Bedri Rahmi ile Eren Eyüboğlu, Vala Ebüzziya, ya­
ni Zeyyad Ebüzziya'nın eski eşi ve Alev'in annesi, Fikret Adil gibi. Adalet
Cimcoz Marlene Dietrich gibi giyiniyor. Özenli kadınlar ve erkeklerden

Asi o i N D i N o 453
ı gso'lerin hemen başında Abidin
ve Güzin Taksim Meydanı'nda bir
"şipşakçıya" yakalanmışlar yine:
Bir foto Abla!
"Abla" hiç memnun deği l.
Abidin çok şık.
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

oluşan bir çevre. Abidin ve siz onlarla görüşür müydünüz, İstanbul gün­
lerinizde ?
G D: Fikret Adil'le çok az görüştük Adalet'le de çok az görüştük
Mehmet Ali Cimcoz üzerine şüpheler vardı. Adalet çok hoş bir kadındı.
Ama özel olarak görüşmeye de çabalamadık Sabahattin Ali meselesi he­
nüz çok canlıydı. Ve kocası üzerindeki şüpheler nedeniyle ailece görüşme­
miz söz konusu olamazdı. Olmadı da. Galeri Maya'ya hiç gitmedik mese­
la. Yani Adalet Cimcoz'la çok samimi değildik.
Bedri Rahmi ve Eren'le evet samimiydik. Eren son derece hoş son
derece sevimli bir mahluktu. Çok severdim onu. Eren iki portreınİ yaptı.

454 AN KARA· MAN KARA


(Bu portreler büyük olasılıkla Mehmet Eyüboğlu'nda olmalı. M ŞG). Onla­
ra gidip gelirdik. Bedrilerle yaz tatilinde birbirlerine yakın evler kiralardık,
Çiftehavuzlar'da. Böylece daha sık ve daha çok görüşürdük.
Alev'in annesi Vala Ebüzziya'yı tanımadım. Abidin'in tanıyıp tanı­
madığını ise çok kesin bilmiyorum. Sanki tanımıyordu. Zeyyad Ebüzziya
ile ilişkimiz, Ankara' da, resmi bir ilişkiydi.
MŞG: O günlerde Mina Urgan'la görüşür müydünüz?
GD: Mina Urgan, Mühürdar'daki evinde oturuyordu o sıralarda.
Kendi evinde, çok hoş bir apartınanı vardı. (Şu anda kızı oturuyor. Bunu
ekleyen Güzin. Sohbet tarihimiz: ı Nisan 2005. M ŞG)Mina ile elbette gö­
rüşürdük. O her zamanki gibi en candan, en sevdiğimiz arkadaşımızdı.
Abidin, 195o'lere doğru ve 195o'lerin başında, istanbul'a gittiğinde,
Jean Ostrorog ile 193o'ların dostluğunu sürdürdüğünü bana birkaç kez an­
lattı: "Yine her zamanki gibi, çok kibar, çok iyi giyinen, çok iyi konuşan ve
çok nazik bir insan. Ostrorog Yalısı'nm iç dekorasyonu sanki her zaman­
kinden daha zengin: Bir müzede bile o kadar göz alıcı, o kadar çekici anti­
ka bulmak olası değil."
Abidin'e soruyorum: Kenarları ortancalarla, güllerle nakış gibi iş­
lenmiş bahçesinde akşam yemeğine kaldınız mı hiç?
İşte yanıh: "O yıllarda eskisine göre daha öz görüşüyorduk. Belki
birkaç kez."
Abidin her halde o günlerinde fötr şapka takmaya başladı. Taksim
filan gibi bir yerlerde yine bir şipşakçıya yakalanmışlar anlaşılan ve Abidin
hafif gülümseyerek şapkasını çıkarıyor."Yine yakalandık" der gibi. Güzin
ise gözlüklerine rağmen neredeyse kızgın: "Ayol rahat rahat dolaşmak, yü­
rümek olanağı da kalmadı bu memlekette" der gibi.
O 1951 yazı biraz uzun sürdü sanıyorum: Abidin için en azından.
Belki kasım başına kadar kaldı istanbul'da Abidin. O günlerde İstanbul
Güzel Sanatlar Akademisindeki kimi arkadaşlarıyla da görüştü. Örneğin o
sırada Paris'ten dönen İlhan Koman ile. Abidin nitekim Koman'ı anmak
için kaleme aldığı bir makalesinde yazıyor: "Yontularını ve kendisini otuz
yıldır tanıyorum." (Milliyet Sanat, ıs Mart ı98ı) . Koman ve Abidin'in ortak
arkadaşları var: Mimar Tarık Canın, Sevgi ile Sencer Divitçioğlu gibi.

Aei o i N D i No 455
Akademiden arkadaşlan arasında Bedri Rahmi'yi de unutmamalı.
Ancak, Güzin'in çok yerinde saptadığı gibi," Akademide Abidin'i pek tut­
mazlardı, Bedri Rahmi hariç."
Abidin o günlerinde dergi ve yayın işleriyle ne kadar ilişkideydi?
Bu konuda Arif Damar'ın anlattığı bir olayı biliyoruz: İlk sayısı 15 Ekim
1 9 5 1 'de yayınlanan Yeryüzü dergisinin çıkarılması için uğraşan Arif Da­
mar, derginin logosunu Abidin'e yazdırınayı düşünüyor. Ve bu konuyu
Abidin'le konuşuyor. Abidin dergi ismi için "Yön" veya Yeni Yön" gibi
bir isim öneriyor böyle bir ismin daha yerinde olacağını belirtiyor. So­
nuçta logoyu Orhan Peker çiziyor; ama Arif Damar'a şunu da söylüyor:
" Ben birkaç tane çizeyim, beğenmezseniz, Abidin Bey'e yazdırırsınız. "
Arif Damar daha sonra şunları yazıyor: "Orhan'ınkini beğendik. Dergi­
nin adını da kolay koymadık." Ama sonuçta "adını ben buldum" diyor.
" Benim önerdiğimi Şükran ( Kurdakul) da güzel bulunca Yeryüzü ol­
du. " (Arif Damar: " Yeryüzü dergisi ve . . . " Adam Sanat, Nisan 1 9 8 9 ,
s. 34-43 ) ·
Arif Damar daha sonra yayınladığı başka bir yazısında şunları be­
lirtiyor: "Abidin Bey beni her zamanki gibi güler yüzle karşıladı. Güzin Ha­
nım da evde idi. Dergi konusunu açtım. Biraz konuştuk. Sordu bana:
-Şevki Akşit'in haberi var mı?
Yani TKP'nin (haberi var mı? M ŞG) demek istiyor. Olumlu yanı­
tım üzerine destekleyeceğini söyledi. Birkaç yıl önce Nuh'un Gemisi dergi­
sini çıkarırken Akşit'le birlikte çalışmışlar. Ben bu dergiyi göremedim.
Çünkü üç yıl süren askerlik döneminde yayınlanmıştı. Abidin Bey'le der­
ginin ismi üzerine konuştuk. Bugün gibi anımsıyorum 'Yön' ve 'Yeni
Yön' adlarını önerdi. (Arif Damar: " Yeryüzü diye bir dergi," Cumhuriyet
Pazar, 1 5 Şubat 2004) .
1 5 Ekim 195ı'de rastlantı bu ya, Bükreş Radyosu, Nazım Hikmet'in
Romanya'ya sığındığını duyurdu. Bundan veya genel gidişten memnun ol­
madığı için Adnan Menderes, Adalet Bakanı Halil Özyürek'i görevden al­
dı. 20 Ekim 1951 tarihli Ulus gazetesinde karikatürcü Ratip Tahir, bu gö­
revden alınmayı bir trafik kazasına benzetiyor ve "Yazık oldu Halil Efen­
di"ye altyazısıyla da Orhan Veli'ye gönderme yapıyor.

AN KARA·MAN KARA
EKİM 1951: S ıKINTI
Doktor Sevim Tan, 13 Mayıs 195o'de İstanbul'dan Marsilya'ya va­
purla gidiyor. Bir süre Paris'te kalıyor. Orada "İleri Jöntürkler" ile ilişki ku­
ruyor. Sonra ABD'ye gidiyor. Oradan yine Paris'e dönüyor. Ağustos
1951'de Doğu Berlin'de "Gençlik Festivali'ne katılıyor. Tanınmamak için
" Banu" takma ismini alıyor. Yanındaki arkadaşları ise şu isimleri seçiyor­
lar: Yıldız Sertel için doğal olarak " Sitare," Halim Spatar "Haşim," Erem
Esen "Melike," Necil Togay "Ali, " Gün Toğay "Nil." Epey de fotoğraf çeki­
liyor. Sonra Bayan Tan 19 Eylül 1951'de uçakla İ stanbul'a dönüyor. Anka­
ra'ya uğruyor...
Dr. Sevim Tan, 26 Ekim 1951 günü, İstanbul'dan, Galata'dan "An­
kara" vapuru ile Marsilya'ya hareket etmek üzereyken gözalhna alınıyor.
Anlaşılan polis iz üstündeydi. Dr. Sevim Tan'nın babası İsmail Hakkı Ta­
rı'nın "eski bir emniyet mensubu" olması nedeniyle kızının polisin izleme­
sini fark etmemesi ve dahası onca eleştirilen ve İnsan Haklarına saygısızlı­
ğı nedeniyle "karnesi zayıflada dolu" olan bir ülkede bunca " demokratça"
davranması çok pahalıya mal oldu. Mutlaka başka nedenler de bulunuyor.
Elbette tek sorumlu Bayan Tan değil. Ama onun üstünde Türkiye Komü­
nist Partisi'ne ilişkin birçok "belgeyle" gözaltına alınması, pek ünlü "1951
Tevkifatı"nın başlangıcı oldu. (Bu konuda zengin bir kaynakça var: Burada
sadece ismini andığım için Sevim Tan'nın kitabını hatırlatmak istiyorum:
Boşuna mı Çiğnedik?, Cadde Yayınları, İstanbul, 2006. Çocukluğundan
başlayarak anılarını aktaran Tan, birçok açıdan döneminin değişik özellik­
lerine yer veriyor: Son derece faydalı bir kitap.)
Tan'nın gözalhna alınmasından hemen sonra TKP'nin o günlerde­
ki genel sekreteri olduğu söylenen Zeki Baştırnar ve "askeri öğretmen Yüz­
başı Abdülkadir Demirkan" (daha sonra Vedat Türkali ismiyle tanınacak) ,
gözaltına alındılar. Evet 26 Ekim 1951'den itibaren İstanbul'da TKP'li sanı­
lan birçok insan, kimine göre "250 kişi , Emniyete çekildi."
O günlerde İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Aygün'dür. TKP da­
vası nedeniyle tutuklanan Ulvi Uraz ile "anne tarafından akraba"dır. Ulvi
Uraz ve eşi Selçuk Uraz da tutuklananlar arasındadırlar. (Dokuz yıl sonra,
İstanbul Belediye "reisi" ve valisi olarak Kemal Aygün de tutuklanacak ve

ABi D i N D i N O 457
Yassıada'da DP liderleriyle, siyasetçileriyle hapsedilcektir. Ama ı96o'tan
önce Kemal Aygün ile Ankara valisi iken de karşılaşacağız maalesefl)
O günlerde ı. Şube Müdürü yine pek ünlü "Parmaksız" Hamdi'dir:
Harndi Özdemir. Ancak TKP tutuklamalarının Ankara faslında, Eylül
1952'de, gözaltına alınan ve tutuhlanan sonra polisle işbirliği yapan Aclan
Sayılgan,"Parmaksız" Harndi için aynen şunları yazıyor " .. .İstanbul Emni­
yet Müdür Muavini Parmaksız Harndi (Hamdi Özdemir)" (A. g. k, s. 330
ve dip not: 91) .
Peki müdür kim? Arif Damar'ın yazdığına göre, Müdür Ahmet
Toplaoğlu'dur. Ve hatta bakın neler yapıyor Bay Topaloğlu:
Arif Damar yazıyor: ( ... ) ben 1951 tevkifanna kadar Arif Bari­
kat'tım. Cezaevinden 1953 sonunda çıkınca eski dostum ( ... ) Yaşar Kemal
anlattı. ı . Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu, yazılarından tanıdığı Yaşar'ı, gö­
zaltına alındığım ( 5 Aralık 1951. MŞG) günlerde çağırıyor ve 'Arif Damar'ı
tanır mısın?' diye soruyor. Yaşar 'tanımam' diye yanıtlıyor. 'Pekiyi' diyor
Topaloğlu, 'Arif Barikat'ı tanır mısın?' Yaşar Kemal 'tabi tanırım' diyor. To­
paloğlu akıl erdiremiyor. Nasıl olur falan dediyse de Yaşar ısrar ediyor. Ah­
met Bey'in öğrenmek istediği benim Damar Arıkoğlu ile bir akrabalığım
var mı yok mu? Damar Arıkoğlu Kurtuluş Savaşında Atatürk'ü destekle­
miş, savaşa katılmış sonra da uzun yıllar mebus olmuş saygın bir kişi. Eğer
ben Arıkoğlu'nun yakını olursam bana bunu göz önünde tutarak davrana­
cak. Değilsem o zaman!. .. Tabii ki değildim. Gelibolu'luyum ben. İşte öy­
le." (" Yeryüzü diye bir dergi," Cumhuriyet Pazar, 15 Şubat 2004) .
Dikkatinizi rica ediyorum: Burada adı geçen Arif Damar daha bir
iki ay önce Abidin'i ve Güzin'i ziyaret eden, Abidin ile Yeryüzü dergisi için
söyleşen, Abidin'e damşan Arif Damar' dır.
Gözaltına alınan ve tutuklananlar arasında Abidin'in başka birçok
arkadaşı, dostu, tanıdığı bulunuyor: Zeki Baştırnar en başta, Güzin her za­
man anlatıyor: "Zeki Baştırnar Ankara'da evimize çok sık gelen insanlar­
dan biriydi. Hep tek başına gelirdi. Çok efendi bir kişiydi. Eve gelir bir kö­
şede efendi efendi oturur, dinlerdi."
Kemal Engin, Enver Gökçe, İlhan Başgöz, Halil Yalçınkaya, Meh­
met Bozışık, Fazıl Berkan (Veya Nuhun Gemisi ndeki birkaç karİkatürünü
'

AN KARA-MAN KARA
imzaladığı biçimiyle Fazıl Barkan), Reşat Fuat Baraner, eşi Saadet Baraner
nam-ı diğer Suat Derviş'i de sayabiliriz.
3 Kasım 1951'de tutuklananların sayısı 30 kadardı: TKP Merkez Ko­
mite üyeleri ve birçok militanı. Sonra sayı zaman içinde arttı. 1950 sonun­
da 167'ye ulaştı. Daha sonra Ankara'da başlayan tutuklamalarla 184 'e var­
dı. Ama birçok yazar için 1951 tevkifatında gözaltına alman ve tutuklanan­
lar "167''ler adıyla kaldılar. O günlerde günlük gazeteler ve iyi saatte olsun­
lar dergiler bir kez daha "kızıllar" diyerek veryansın ettiler: "Kızıllar yaka­
landı," "kızıl uşakları hesap veriyor" ve buna benzer binbir başlık.

ABiDiN GözALTINA ALINIYOR


Daha birkaç hafta önce evi polislerin "gezmesine" sahne olan Abi­
din, 26 Ekim ile 3 Kasım 1951 arasında gözaltına alınanlar arasındadır. Gü­
zin bana bu olayı değişik tarihlerde birkaç kez anlattı. Abidin'in gözaltına
alınması ve sonrası şöyle oluyor:
" İstanbul'da Kabataş'taki evdeydik. Bir sabah erkenden, saat o6 gi­
bi, evi basıp, Abidin'i gözaltına aldılar. Nereye götürdüklerini bile söyleme­
den. Abidin akşamüzeri saat 18. 30 veya 19'da eve döndü. Bugün benim en
kötü günümdür. Devletin hıyaret-ullah adamları gelip aldılar Abidin'i saba­
hın köründe. Annemle ben evde tek başımıza, kendi kendimize ve perişan
bir halde kaldık. Ne olacak? Nerede? Başına ne getirecekler? Ne zaman dö­
necek? Dönecek mi? Nasıl dönecek? Hangi hallerde? Ve benzeri binbir so­
rular. O gün bizi ziyarete gelen en büyük teyzem de halimizi görünce bi­
zimle kaldı. O gece de seramik sanatçısı Füreya'nın evinde kokteyl var, ora­
ya davetliyiz. Bizim aklımız fikrimiz Abidin'de. Daveti filan çoktan unuttuk
bile. O günün nasıl geçtiğini siz gelin bir de bana sorun. Abidin akşam 18.
30 veya 19'da çıkageldi. Bizi rahatlatmak için olmalı, 'Bir şey yok' türünden
şeyler söyledi. Sonra 'Haydi gidiyoruz geciktik' deyip, bir taksiye attığı gibi
bizi, Füreya'nın evine götürdü. Bütün günü üzülerek, sıkıntılar ve korku­
lar içinde ve son derece tedirgin bir biçimde geçiren annemi ve beni dışarı
çıkarmak için Abidin bizi Füreya'nın kokteyline götürdü. Gittik. Füreya o
sıralarda Parmakkale'de oturuyor, Dame de Sion'un sokağının yakınında­
ki Cumhuriyet Sokağı'nda. Binanın ismi bir şenlik: 'Salve Apartmanı'.

ABiDiN D i N O 45 9
Merhaba Apartmanı. Bundan iyisi olur mu şimdi? Çok lüks bir apartman,
son derce özel bir seçimle ve zevkle dayalı döşeli, iyi donatılmış. Füreya'nm
evine girince, hemen kapının orda bir boy aynası var: O aynada üçümüzün,
yani Abidin'in, annemin ve benim, yüzünü gördüm: Bir yüz mü üç yüz
mü? Bilemiyorum. Rengimiz felaket: Gri mi? Yeşil mi? Yoksa grinin yeşi­
limsi bir tonu mu? Hiç unutınarn o rengi. O yüzlerimizi."
Evet, o sabah Sansaryan Handa" sidik kokusu" içinde sorgulanan
Abidin o gece Avrupa kokusu içindedir. Tercihi size bırakıyorum.
Evet şimdi bu "işleri iyi bilenler," " ne olacak canım altı üstü bir gö­
zaltı, hatta bir gün bile değil" diyecekler. Şom ağızlılar! Özgürlük düşkünü
Abidin için on iki saat değil on iki saniye bile önemli. Şunu söyleyenler de
bulunabilir: "O kadar insan gözaltından sonra tutuklanırken Abidin neden
tutuklanmadı? Çünkü paşa torunu!" Bu tür şeyleri yazanlar bile oldu. Kara
cahiller! Bunları ve benzerlerini bir kenara bırakalım Abidin neden tutuk­
lanınadı sorusuna soğukkanlı bir yanıt vermeye çalışalım. Olanaklarımız
ölçüsünde elbette:
TKP "İstanbul il Sekreteri" olarak tanıtılanjbilinen Tevfik Dilmen
"çok konuşuyor" gözaltında. TKP dilinde ve devrimcilerin deneyimlerinde
buna "çözülmek" denir. Tevfik Dilmen feci biçimde çözülüyor. Nitekim bir
örnek vermek gerekirse, Arif Damar'ın Dilmen için "itirafçı" sıfatını uygun
gördüğünüjyazdığını anabilirim. Arif Damar bu konuda ne tektir ne de is­
tisna. Abidin anladığım kadarıyla o günlerde, eğer TKP üyesi ise, İ stan­
bul'da değil Ankara'da bir hücre içinde. Oysa daha önce de yazdım, Anka­
ra'daki TKP tutuklamaları Eylül 1952'de başlıyor. O zamana kadar Abidin
Türkiye'yi terk etmiş olacak. Terk etmemiş olsaydı ne olurdu?
Öte yandan İstanbul'daki tutuklamalarda her hücre sorumlusu
hücresindeki bütün yoldaşlarını da "vermedi." Bu konuda en iyi örnekler­
den biri Şevki Akşit'tir: Dövülüyor, zulüm görüyor, eziliyor ama çözülmü­
yor. Onun sayesinde birçok insan, TKP üyesi birkaç kişi tutuklanmıyor. Ör­
neğin Fethi Naci. Bunu söyleyen bizzat Fethi Naci'dir."Mart 1 975'in soğuk
bir günü Şevki Akşit'i Fethi Naci'yle birlikte toprağa verdik, sonsuzluğa
uğurladık. Naci'nin ağzından o gün, 'Şevki çözülseydi benim de hayatım
kaymıştı!' sözleri dökülünceye kadar TKP'li olduğunu bilmiyordum. Naci

AN KARA· MAN KARA


bu konuda tek değil, sonraları Enver Aytekin'in, Kerim Korcan'ın, Dr. Mü­
eyyet Boratav'ın kendi açıklamalannda Akşit'e bağlı TKP'liler olduklarını
öğrendim. Belki daha başkaları da vardır." (Arif Damar: a. g. y., Cumhuri­
yet Pazar, 21 Mart 2004)
Öte yandan Abidin, öteden beri, siyasi ilişkileri konusunda son de­
rece ketumdur. Ve yoldaşlarının da ketum olmalarına itina ediyor. Nitekim
dikkatinizi çekmiştir, kendisiyle ilişki kuran dönemin yeni kuşak yazar ve
şairleri hep "Abidin Bey" diyorlar. 198o'lerde tanıdığımda Abidin kendisi­
ne "bey," "sayın" denmesine fena halde içerierdi ve "Beni lütfen bey veya
sayın yapmayınız" derdi. Yİnelenince "aaa beni yine sayın yaphn" der ve işi
tatlıya bağlardı. 1 95o'lerin başında bu konuda ne yaphğını, ne dediğini bi­
lemiyorum; ancak gençlerin ona "Abidin Bey" diye hitap etmesi geleneksel
ve yerleşmiş saygı kurallarımızdan kaynaklanıyor. Doğru, ama, aynı za­
manda Abidin'in de zaten kendisine saygı ve özen gösterilmesini kendili­
ğinden getiren bir duruşu, davranışı, oturuşu, susuşu, kalkışı var(dı).
Bu konuda bir şeyi de daha vurgulamak isterim: Çok genç yaşından
beri TKP'li olan, birçok insanı TKP'ye üye yapan, onlardan ödentileri topla­
yan, TKP'nin birçok yayın organındaki isimsiz kahraman Rasih Güran, Me­
met Fuat'ın yazdığı gibi "Yıllarca bu işlerin içinde yer almasına karşın, hiç tu­
tuklanmadı, kovuşturmaya uğramadı." (A. g. k., s. 562). Demek ki ille TKP'li
diye herkes te tutuklanmadı. Polis ağlarının arasından, polis eleğinin delikle­
rinden geçebilenler de oldu. Abidin de bir yerde, çektiği sürgün belasını, bir­
çok gözalhnı asla es geçmeden, bu başarıyı gösterenlerden biri.
Bir nokta daha var: Dedesi Abidin Paşa'nın ve kardeşi Veysel Pa­
şa'nın bakanlıkları dönemlerinde zabıtajpolis kadrolarının oluşturulması
için "Arnavutluk'tan getirttikleri çok sayıda silahşörün," geçen zamana ka­
dar özellikle İstanbul polisi bünyesinde belli bir ağırlıklarının bulunduğu­
nu sanıyorum. O günleri anlatan değişik anı kitaplarında bu nokta çok
açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Polis teşkilatında, özellikle yüksek kade­
melerinde, çok sayıda "Arnavut" var. Abidin'e de billhassa düşmanlarının
"Arnavut" veya " Pis Arnavut" dediklerini biliyoruz. Bu çok önemli değil.
Ancak o günlerde paliste Abidin'in ailesine duyulan saygı polisi ona kar­
şı daha saygılı olmaya itmiştir diyebilirim, Elbette bu suçlu olduğu halde

ABi D i N D i N O
serbest bırakıldı biçiminde yorumlanmamalı. Ancak Abidin'in "TKP'li ol­
duğunu da kimse ispat edemeyince" İstanbul polisi neden onu gözaltına
alsın? On iki saatten fazla süren sorgulamadan sonra Abidin polisin soru­
larına gereken yanıtları verdi ve serbest bırakıldı. Abidin'in değişik kişisel
deneyimleri sonucu çok iyi hazırlıklı olduğu polis sorgusu başka türlü bi­
temezdi sanıyorum.
Dahası o aylarda seçimleri kazanmış, hükümetini kurmuş olan DP
iktidara henüz tümüyle hakim değil. Polis teşkilatı bünyesinde DP'nin gö­
reve getirdikleriyle CHP'liler vefveya CHP döneminden kalan alışkanlıkla­
rını sürdürmek isteyenler arasında bir "hırlaşma" da eksik değil. DP yanlı­
ları belki bir parça "liberal" davranmak istiyor. Belki birkaçı aynı zamanda
kendi "istikbali için" siyasi "yatırım" peşinde. Bunun sonucu olarak başla
ayaklar veya ayaklada baş arasında zaman zaman çelişkiler, çatışmalar,
ahşmalar hırlaşmalar ortaya çıkıyor. Biraz önce Arif Damar bir örnek vere­
rek, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Birinci Şube Müdürü Ahmet Topa­
loğlu'nun, ismi kendisi açısından "önemli" birini tutuklamadan önce bilgi
topladığını ve ancak bilgi aldıktan sonra kararını verdiğini anlath. Eh! Abi­
din için bilgi almaya bile ihtiyaç yok: Dosyası ellerinde zaten: "Osmanlı İm­
paratorluğu'nda vezirlik yapmış büyük bir devlet adamının" torunu, "polis
teşkilatma büyük hizmetler yapmış" bir diğerinin de küçük yeğeni. Topa­
loğlu veya bir başkası, Abidin için, "ileride, gelecekte büyük adam olabilir"
sonucunu çıkarmış olabilir. Daha ne olsun? Dahası sergiler açmış, birçok
makale yazmış tanınan, bilinen biri.
Bütün bunları Abidin'in tutuklanmamasının mümkün olabileceği­
ni, polisin ağlarının arasından gözüaçık bir balık gibi geçebileceğini anlat­
mak için yazdım. Bilmem ikna edebildim mi?
ikna olanlar olmayanlardan asla sorumlu değildirler. Dahası "Çözü­
lenler çözülmeyenleri asla affetmezler." Bu Mihri Belli'den. Benzetme yo­
luyla şunu da söylemek mümkün: Hapsedilenler hapsedilmeyenlerden
hep kuşkulanmışlardır. Nitekim 1968'de göreceğiz, burada adı geçenler­
den Mihri Belli ve Şevki Akşit, Abidin'e neredeyse "Niye hapsedilmedin?"
"Hapsedilmediğine göre kuşkulu bir durum söz konusu" türünden garip
suçlamalarla saldıracaklar ...

AN KARA-MAN KARA
KASIM TEDİRGİNLİGİ
Gözaltından sonra Abidin ve Güzin'in tedirginliği büyük ölçüde
arttı. Güzin o günleri anlatırken sık sık şu sözleri yineliyor: "Siz bunları
ı96o'larda yaşadığınızda hiç değilse yüzlerce kişi yaşadınız. Biz o günler­
de yüzlerce kişi değildik maalesef."
Kasım ayında Arif Damar ve arkadaşları Yeryüzü'nün yayınını sür­
dürüyorlar. Dönemin edebiyat ustalarına sorularla dolu bir anket bile ha­
zırlıyorlar. Ve Sait Faik'in ankete verdiği yanıtları derginin ıs Kasım ı9sı
tarihli sayısında yayınlıyorlar.
ı8 Kasım ı9sı'de Elif Naci, İstanbul Radyosu'nda 'D Grubu' ile il­
gili "önemli ve ayrıntılı bir söyleşi" yapıyor. Bu söyleşiye ilişkin yazısını
Tunç Yalınan 19 Kasın ı 9 s ı tarihli Vatan gazetesinde yayınlıyor.
22 Kasım ı9sı'de, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneğinin ıs Ma­
yıs ı9so'de İstanbul laleli'deki Çiçek Palas Salonunda düzenlediği ve ırkçıla­
rın saldırısıyla yapılamayan Nazım Hikmet'in kurtanlmasına ilişkin toplantı
sonrasında haklannda dava açılan ilerici ve Şevki Akşit gibi birkaçı TKP'li
gençlerin davası sonuçlandı: Dikkatinizi rica ediyorum, toplantıya saldıranlar
değil, yasal ve izinli toplantıyı düzenleyen gençler cezalandırılıyor. (Bu karar
daha sonra Yargıtay tarafından bozulacak. Ama İstanbul Ağır Ceza Mahke­
mesi ilk kararda ısrar edecek. Fakat Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı yeni­
den bozacak ve bütün sanıklar aklanacaklar. Bu daha sonraki hikaye.)
Kasım ı9sı'de Eisenhover Ankara'yı ziyaret ediyor. Gazetecilerin so­
rularına yanıt verirken çekilmiş bir fotoğraf var: Erol Güney hemen önlerde
görülüyor. (Fotoğrafı Erol Güney yayınladı: Erol Güney'in ke(n)disi: s. ıs2'de) .
İyi, hoş; Kasım ı9sı'de "H ür Dünya"nın lideri ABD'den bir misafir
geldi. Ama demokrasinin ne zaman geleceğini hala bilmiyoruz. Nitekim
bakın Abidin 8 Ağustos ı9so'de en yasal biçimde elde ettiği, ama hemen
sonra siyasi polis tarafından el konulan pasaportunu geri almak için neler
yapmak zorunda bırakılıyor:

Ni HAYET PAS A PORT- -

Bu pasaport safhasını Abidin'den hiç dinleme olanağım olmadı. Gü­


zin' den dinledim Güzin anlatırken Abidin yanımızda mıydı? Belki de de-

ABi D i N D i NO
ğildi. Güzin Gel Zaman Git Zaman'ı hazırlarken, yanılınıyorsam 1989'da,
Abidin'in pasaport serüvenini ayrıntılı bir biçimde anlattı. Tarihsiz ve bü­
yük olasılıkla Abidinlerden dönerken, metroda, aldığım notlarımdan, Gü­
zin'in kitabında yazdıklarından ve nihayet son birkaç yıldır konuştukları­
mızdan saptadığım birçok aşamadan sonra Abidin en sonunda pasaportu­
na kavuşabiliyor. Aşamalar pek çok:
Bir: Abidin 8 ağustos 195o'de pasaportunu Ankara'da aldı.
İki: Ancak birkaç gün sonra, Abidin "bir şey eksik" denilerek Emni­
yet Genel Müdürlüğü Birinci Şubeden çağrılıyor. Ve pasaportuna el konu­
luyor. Burada Siyasi Polis ile bağlı olduğu İçişleri Bakanlığı arasındaki ça­
tışma söz konusudur: Siyasi Polis Abidin'in çıkmasını engellemek istiyor.
Üç: 1952 sonuna doğru, belki Kasım 195ı'de, polisin kendisini sü­
rekli bir biçimde izlemesinden ve aylardır ısrarla ve düzenli olarak isteme­
sine karşın pasaportunun kendisine iade edilmemesine artık dayanamayan
Abidin, bir sabah kendisini izleyen polis peşinde, İçişleri Bakanına, evet
bizzat İçişleri Bakanına çıkıyor: Pasaportunu istiyor.
Dört: İçişleri Bakanının bizzat devreye girmesi üzerine pasaportu ge­
ri veriliyor. Ama hemen yine elkonuluyor. Birazdan ayrıntısını göreceğiz.
Beş: Yeniden bakanlık olaya müdahale ediyor ve Abidin pasaportu­
nu geri alabiliyor.
Altı: Abidin kimi işlerini yoluna koyduktan sonra. İstanbul'dan
uçakla Roma'ya uçmak üzereyken, pasaportuna yeniden el konuluyor. Çı­
kışı engelleniyor. Eşyası uçaktan indiriliyor. Abidin bir gece daha kalacak
İstanbul'da.
Yedi: Abidin havaalanından İstanbul'a geri dönüyor. Hemen bir kah­
veden B akanın özel kalem müdürüne telefon ediyor. istanbul Emniyet Mü­
dürü Kemal Aygün Abidin'i kabul ediyor ve pasaportu tekrar iade ediliyor.
Sekiz: Abidin ertesi gün uçakla Roma'ya uçuyor: Pırrrrrrrrrr. Niha­
yet! Prrrrrrrrrrr.
Bilmem bu safhaları okurken kalbiniz sıkıştı mı? Güzin'in kitabın­
dan bu aşamaların birkaçını okursak, Abidin ve Güzin'in ve yakınlarının,
Leyla Abla en başta, o günleri nasıl bir tedirginlik içinde yaşadıklarını daha
iyi anlama olanağı bulacağız:

AN KARA-MAN KARA
Önce şunu eklemek lazım: Abidin'i kabul eden ve pasaportunu ge­
ri almasını sağlayan İçişleri Bakanı, O zamanki ismiyle Dahiliye Vekili,
Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'dur. Ve adı geçen kişi Leyla Abla'nın eşi Suphi
Nuri ileri'nin "İstiklal Savaşı ve İleri gazetesi dönemindeki arkadaşların­
dan biridir." Bu bilgiyi Leyla Abla ve Suphi Nuri ileri'nin oğlu, Abidin'in
yeğeni Rasih Nuri ileri veriyor. (A. g. y., Toplumsal Tarih, Ocak 1994)
Burada hemen şunu da eklemeli: İçişleri Bakanının tavn o günkü
koşullarda son derece doğaldır, normaldir. Çünkü neticede bakanın yaphğı
vatandaşa özel muamele değildir, onlara "arka çıkmak" değildir. Onların
anayasada ve yasalarda düzenlenmiş olan seyahat etmek özgürlüğünün ve
pasaport edinmelerinin önüne bizzat devletin siyasi polisinin yasadışı bir bi­
çimde koyduğu engelin ortadan kaldırılması için işe karışmasıdır. O polisin
o bakanlıktan emir aldığını unutmamak lazım. Hele Abidin'in örneğindeki
yasadışı uygulamanın kabalığı, kocamanlığı bu denli ortadayken siz bakan
olsaydınız aynı şeyi yapmaz mıydınız? Ancak keyfi polis davranışiarına son
verilmesi için bizzat bakanın müdahale zorunda kalması CHP mirası polis
devletinin veya polisin kötü alışkanlıklannın sürmekte olduğunun ispahdır.
Şimdi gelin Güzin'den birkaç satırfsayfa okuyalım: "Sürekli polis
baskısı, evin sabah akşam polis gözetiminde olması, nereye gitse polisin pe­
şinde gelmesi hiç de rahatlahcı değil. Pasaportunu da bir türlü vermiyorlar
Abidin'e. Aylarca süren pasaport dairesine git geller karabasan olmuş evin
içinde. Kimi gün cipli üç polis izliyor Abidin'i... Sonunda bir sabah kalkıp za­
ten yakında, Konur Sokağının bağlandığı Meşrutiyet Caddesinin karşı sem­
tinde bulunan İçişleri Bakanlığına gitmeye ve Bakana çıkmaya karar veriyor
Abidin. Yine arkasına takılan bir polis, Abidin İçişleri Bakanının odasına doğ­
ru merdivenleri çıkmaya başlayınca, başlıyor bağırmaya: 'Durdurun şunu!
Nereye gidiyor?' Ama geç kalmış, Abidin özel kalem müdürünün odasına
girmiş bile... Haftada bir gün, bakanı herkes ziyaret edip, derdini doğrudan
doğruya anlatabiliyor o günlerde. Demokratlar iktidara yeni gelmişler ... İçiş­
leri Bakanı Feyzi Lütfu Karaosmanoğlu. Abidin'i merakla dinliyor, nezaket
gösteriyor. Suphi Nuri'nin yani Abidin'in eniştesinin ahbabı... Abidin derdi­
ni anlahyor, 'Ya tutuklayın beni ya da pasaportumu verin. . . "' Sabah akşam
polis izlemesini de arılahyor, 'isterseniz açın kapıyı, dışanda bekliyor polis ..
.'

ABi D i N D i N O
Karaosmanoğlu, bu beklemediği çıkışlar karşısında heyecanla kapıya davra­
nacak oluyor, sonra çaresiz, 'Beni de böyle izlemişlerdi,' diyerek yerine otu­
ruyor. O sıralarda, ı67'lerin, İstanbul'da işkence ve falaka olaylan var. Bunla­
ra da değiniyor Abidin. 'Her gün birkaç kez telefon ediyorum, durdursunlar
dayağı, dinletemiyorum,' diye karşılık veriyor bakan ve uzun lafın kısası Abi­
din' e pasaportunun hemen verilmesi için özel kalem müdüıüne emir veriyor
sonunda. Ertesi gün, Karaoğlan'daki pasaport dairesinden Abidin, nihayet iki
yıl önce istemiş olduğu ( ve kendine verilen; ama hemen sonra elkonulan pa­
saportu. MŞG) pasaportunu alıyor, ama iş bununla bitmiyor ki ... Pasaport iki
yıl önce istenmiş olduğu için, sadece üç aylık geçerliliği kalmıştır, ama ne
olursa olsun geçerli bir pasaporttur işte . . . Evde sevinç, bayram . . .izleyen polis
de yok olmuştur evin önünden. Abidin Adana'ya gidip biraz para bulmaya
hazırlanırken, bir sabah pasaport dairesinden telefon geliyor, 'Üç ayı kalmış
pasaportunuzun süresini iki yıl uzatacağız.' Diyorlar. Bir kuşku çöküyor eve.
Bu telefon ne demektir acaba? Ama çaresiz gidilecek. .. Belki de polis içişle­
rinden gerçekten çekinip, durumu düzeltmek istiyordur...Abidin pasaport
dairesine gidiyor. Kızıl saçlı, çiyan gibi bir şube müdüıü, pasaporttı alıp,
ucundan şöyle bir tutarak saHadıktan sonra, yepyeni çelik bürosunun sessiz,
kaygan çekrnecesinin içine atıyor. Elinin tersiyle itip kapatıyor çekmeceyi. 'Ne
olacak şimdi?' diyor Abidin. 'Hiiç! Bugünlerde bir uğrayın ... Hele bir baka­
lım.. .' O uğrarnalann dördüncü ya da beşincisinde anlaşılıyor ki, polis nere­
den almışsa emri, git gelleri uzatarak pasaporttı vermeyecek. Yine Karaosma­
noğlu'na başvuruluyor. Orada, kimsenin olaydan haberi yoktur. Karaosma­
noğlu, hırslanıp pasaporttı yine verdiriyor Abidin'e. Arada, Abidin Adana'ya
oradan da dosdoğru İstanbul'a geçiyor.'' (A. g. k.: s. ı56-ı58)

25 OcAK 1952: YENİKöY'DE NüFus HüviYET CüzDANI


Kasım-Aralık 195ı'de, Abidin, bağıra çağıra pasaportunu alıyor.
Ama bir buçuk ay kadar daha uğraşması gerekti. Sonra hemen Adana'ya
para pul işlerini çözmeye gidiyor. Adana kurtarıcı gibi. Oradan dosdoğru
İstanbul'a: Ülkeden ayrılışın son hazırlıklarını yapmak için. İşte bu vesiley­
le Abidin'in izini buluyoruz: 25 Ocak 1952'de Yeniköy Nüfus Dairesinden
aldığıfverilen "377627 sayılı nüfus hüviyet cüzdanı sureti.''

AN KARA-MAN KARA
NUFUS K A. ;;>DQJlN BULUNOU(:U
25 Ocak 1 952'de
Yen i köy N üfus M ü d ürlü�ü'nden verilen
lu
377627 sayılı n üfus hüviyet cüzd a n ı ndan
alınan kayıtta ana v e baba ad l arı karıştırılmış,
belgedeki yaniışı düzeltince
kayıt şu biçime dönüşüyor.

" Baba Adı: Rasih,


Ana Adı: Saffet,
i l i : istanbul
i lçesi: Beyo�lu
Buca�ı: Şişli
Köyü: Meşrutiyet
H a n e No: 1 2
Cilt N o : 1 4
Sahife: 1 04."

İSTANBUL'DA ÖGLE ÜZERİ: BiR ÇiFT


Abidin işlerini tamamen bitirdiğine inandığı bir anda, Ankara'da
DTCF'deki öğretim üyeliği görevini sürdüren eşine telefon ediyor. Güzin ya­
zıyor: '"Hemen gel. Öbür gün gidiyorum.' Eşi (Güzin. M ŞG) palas pandıras
Yeniköy'e, Leyla Abla'nın yalısına gidiyor. Abidin onu Beyoğlu'nda, Bursa
Sokağındaki İtalyan lokantasında bekleyecek. Saat 12. oo'de, bomboş İtalyan
lokantasında buluşuyorlar. İkisi de bitkin. Hiç istemedikleri bir şeyin gerçek­
leşmesi ve bu gerçekleşme için uğraşmanın bitkinliği... İkisi de hiçbir şey
söylemiyor, ne söylenir ki? Türkiye'yi bırakıp gitme günü gelmiş .. .''
Güzin bana o anı anlatıyor: "Abidin istiyor ki tenha, kimseye rastla­
mayacağımız bir lokanta olsun. Keyfimiz hiç yok. Bir yandan seviniyoruz
ama öte yandan ne olacağımız belli değil ve tedirginiz aynı zamanda. Çün­
kü Abidin gidiyor, ben kalıyorum. Türkiye'de biz o günlerde neyi yaşıyoruz?

AB i D i N D i N O
Abidi n ve G üzin istanbul'da. ı gsı yazı veya sonbaharı olmalı. Abidin
şapkalı. G üzi n gözlüklü ve fotoğraf çekilmesinden hiç memnun deği l.

AN KARA- M A N KARA
Zor günleri yaşıyoruz. Siz (bana ve benim kuşağıma hitap ediyor Güzin Di­
no. MŞG) başka türlüsünü yaşadınız, çok vahim bir şekilde, ama biz o yıl­
larda çok azınlıktık, yani boğsalar kimsenin haberi olmaz. Nitekim boğdu­
lar da. İşte Sabahattin Ali. işte bu karmaşık duygular içinde Abidin'in seçti­
ği o lokantaya gittik. Lokantada kimse yok, bizden başka. Oturduk, karşılık­
lı, hiç konuşmadık başlangıçta, sadece, ağladık, karşılıklı. Evet çok güzel ağ­
ladık o an, karşılıklı ve sessizce. Söyleyecek bir şey bulamıyoruz. (Güzin'le
sohbetlerimizde epey güldüğümüz oldu; ama inanın bu anı anlahrken iki­
miz de ağlamaklı olduk, niye yalan söyleyeyim. Evet ikimiz de ağlamaklı ol­
duk, Güzin'in sesi inceldi, inceldi, koptu, kopacak; benim gözlerim yaşardı,
görünmesinler diye gözlüklerimi yukarı aşağı çekip silmeye çabalıyor pozla­
rındayım; ne iyi ki gözlüklerim var, yoksa erkeklik elden gidecek laf aramız­
da. M ŞG). Oraya o noktaya kadar geldikten sonra sevinelim mi? Neye sevi­
nelim? Zaten o kararı, gitme kararını verdikten sonra çok üzüldük. Yani ne­
ye üzülüyoruz? Ben o kadar çalışmışhm, o kadar koşturmaca, müsabakaya
girmiştim, kazanmışhm (DTCF'deki doçentlik sınavı. MŞG), üniversiteye
öğretim üyesi olarak girmiştim, ders veriyorum, Anadolu'nun insanlarını
yetiştirmeye çabalıyorum, güya yani kendimize bakarsanız Türkiye'ye fayda­
lı olmaya çalışıyoruz, Türkiye'ye faydalı olacağız, bilmem ne. Böyle son de­
rece hoş ama epeyce ütopik inançlanmız var. Öğrencilerimin durumu aklı­
ma geliyor: Evlerinde kitap yok, kitaplık yok. Okumak diye bir şey bilmiyor­
lar. Bu çocuklara bir şeyler öğretmek arzusu insana, en azından bana, müt­
hiş bir güç veriyor, bir teşvik getiriyor. Ve bütün bunları gerçekleştirmeden
yurtdışına gitmek zorunda kalmak fena koyuyordu. Bunları ve benzeri bir­
çok şeyi düşünerek orada Abidin ve ben bir güzel ağladık kardeşim."

0 GECE
İyi hoş ta yola çıkan adamı da böyle ağlamaklı, ağlayarak yolcu ede­
mezsiniz. Leyla Abla düşünmüş yine: Güzin yazıyor: "O akşam, yalının her
zamanki kalabalığı, beklenmedik misafırleri, yine on kişiden fazla. Oturu­
luyor sofraya; kimi hısım akraba, Abidin Avrupa'ya gidiyor diye sevinçli...
Dışarıda, Boğaz'ın kış gecesi ıslak ve ayaz. Kocaman, kara gemiler geçiyor,
az ışıklı, sessiz ... "

ABi D i N D i N O
Güzel gemiler sessizce geçsinler. Misafirler Abidin ve Güzin'le soh­
betlerini sürdürsünler. Gelin biz de bir hesap yapalım: Abidin denen
adam, canından çok sevdiği ülkesinden ayrılmadan önce, 1952'de 3 9 evet
otuz dokuz yaşındadır. Düşünebiliyor musunuz? ülkesini terk etmek zo­
runda kalan insan daha gencecik bir kocadır. Güzin'le daha onuncu evlilik
yılını kutlayamadılar. Çocuk yapmaya bile fırsat bırakmadılar: "İyi saatte ol­
sunlar." "Gölgeler." Abidin ülkesini terk ettikten sonra 1993 Aralık ayına
kadar yaşadı: Çok basit bir hesap daha: Çocukluğundan sonsuz yolculuğu­
na giden seksen yılın sadece, evet sadece 23 veya 24 yılını ülkesinde geçi­
rebildi. Yani yaşamının dörtte birinden birazcık fazlasını. Ve bu 23 veya 24
yılının dokuz yılını iç sürgün yedi, bitirdi. Dahası var mı kardeşim? Saba­
hattin Ali'yi öldürdünüz. Nazım Hikmet canını zor kurtardı: Karadeniz
onurludur çünkü: çocuklarını boğmaz, çocuklarını öldürmez. Abidin'in ne
yapmasını bekliyordunuz? Celladın gelip ipi boynuna geçirmesini mi? Evet
ne yapmasını bekliyordunuz?
Abidin efendi insandır. Neden ülkesini terk etmek zorunda kaldığı­
nı soranlara yanıtı da efendicedir: " Baskınlar başladı. Aramalar başladı.
Tatsızlıklar başladı. Sonrasında terk etmek zorunda kaldım. Günün birin­
de çektim gittim. Bir sürü hikayeden sonra."
Güzin de bakın kibarca neler söylüyor: "Abidin, Türkiye'den ayrıl­
mak zorunda kaldı. Çünkü hiçbir şey yapmasına olanak verilmiyordu. Si­
nema yapmak ister 'olmaz' derler, tiyatro yapmak ister 'hayır' derler, senar­
yo yazar yasaklarlar. Kitap yayınlar toplatırlar. Olacak iş değildi yani."

RoMA'YA Yo ıcu VAR


O gece Leyla Abla'nın Yeniköy'deki yalısında dostlar, arkadaşlar ve
akrabalar hoş ve aynı zamanda tedirgin saatler geçirdiler. Yenilip içildi.
Abidin bu arada birçok kitabını, eserini, çizgilerini, karton kutulara yerleş­
tirdi ve Leyla Abla'nın evine bıraktı. Sonra ertesi sabahı beklemek kalıyor.
Sonrasını yeniden Güzin'den okumaya davet ediyorum:
"Ertesi sabah, erkenden, Leyla Abla, Arap Bacı Naile Hanım, Abi­
din ve Güzin, Yeşilköy Havaalanına geliyorlar. Pasaport işlemi, gümrük,
öpüşmeler ... Binanın yanındaki bir tel örgünün arkasından, Leyla Abla,

AN KARA-MAN KARA
Güzin ve Naile Hanım, Abidin'in bineceği büyük, dört motorlu uçağı göz­
lemeye başlıyorlar. Yolcular binerken, Abidin'i görecekler ve ellerini salla­
yacaklar... Uzun bir beklemeden sonra yolcular uçağa doğru, birer ikişer
yöneliyorlar. Bir türlü Abidin'i göremiyorlar. Vah! ' Kaçırdık. O da bizi gö­
remedi mi? Görseydi, şöyle bir el sallamaz mıydı?' filan diye konuşurken,
tüm yolcular binmiş oluyor uçağa. Ama bu kez de uçak bir türlü kalkışa
geçmiyor. Onlar, 'Bari uçağın kalkışını görelim, belki bizi uçağın içinden
görür .. .' diye çaresizlik içinde telaşlanırken, birden, uçağın altındaki bagaj
bölümünün kapıları açılıyor ve de Abidin'in kocaman, lacivert gardrop ba­
vulu ve daha bir iki parça eşyası indiriliyor, bir yük arabasına konuyor, ge­
risin geriye, havaalanı binasına getiriliyor. Tam o sırada Abidin gözükü­
yor, binanın beri tarafındaki kapının önünde. Onlara işaret ediyor, 'Gelin,'
diye. Uçak ise, bir dönüş manevrasıyla yol almaya başlıyor. O anda, üç ka­
dının duygularını anlatmak zor . . . Abidin'in yanma koşuyorlar. 'Pasaport­
ta bir eksik varmış. Aldılar, geri vermiyorlar .. .' Maksat besbelli, pasaport
gitti gider. ..
Hiç vakit kaybetmeden, Leyla Abla ile Siyah Bacı Naile Hanımı ora­
cıkta bırakarak, bir taksiye biniyor Abidin'le Güzin; doğru, Sirkeci'de, San­
saryan Ham'nın yanındaki, ... kahveden hemen İçişleri Bakanlığına telefon
ediyorlar. Abidin, özel kalem müdürüne durumu anlatıyor. Müdür, 'Yanın
saat sonra, Sansaryan Hanında, Emniyet Müdürüne gidin,' diyor. Tek laf
etmeden yarım saati geçiriyorlar kahvede. Emniyet Müdürlüğüne geldikle­
rinde, daha aşağıdayken, giriş kapısından, neredeyse yerden temennalarla
karşılanıyorlar, 'Müdür Beyefendinin emirleri var, hemen kabul edilecek­
siniz .. .' Abidin yalnız giriyor Müdür Beyin yanma. Müdür Bey, Kemal Ay­
gün, sonradan Yassıada sekenesinden olacak. .. 'Yanlışlık olmuş, efendim,'
diyor büyük teşrifatla Abidin'e, 'Kusura bakmayın, yanlışlık. . .' Bu kez, pa­
saport dairesi müdürünün odası. Orada, uçak bileti sorunu hallediliyor. Bi­
let yanmazmış. Yine büyük teşrifat Ancak ertesi gün Air Brasil'in bir cons­
tellation uçağıyla gidebilecek Abidin. Yine, Leyla Abla'nın Yeniköy'deki ya­
lısına gidiliyor. Orada herkes şaşkın. Sevinsin mi, şaka mı etsin, yakınsın
mı? Naile Hanım perişan. Yeşilköy'den Yeniköy'e, yalnızca gidip gelmek
bile başlıbaşına bir serüven o sıralarda ...
"

ABi D i N D i N O 471
AKŞAMÜsTü BocAziçi'NoE
" Perişan" olan sadece Naile Hanım değil. Güzin ve Abidin de öy­
le: Güzin aynen şunları söylüyor: "Yorgun olarak döndük ve perişan dön­
dük. İşte o banka oturduk. Çok iyi hatırlıyorum o anı ve bankı. Banka var­
madan öncesi var: Leyla Abla'nın yalısından Abidin'le çıktık. Biraz hava
almak istiyoruz. Yeniköy'de yolda asfalt başlarken salıilin ufak bir çıkıntı­
sı vardır, o sahilin, orada işte bir bank vardı o zaman (sonradan gittiğimiz­
de, yani 199ı'de, kaldırılmıştı o bank) . Abidin'le gittik o banka oturduk. O
akşamüstü hava durgun. Boğaz'ın göğü de suyu da sedef. Yeniköy'ün bi­
timinde, İngilizlerin yalısı olan yapının önünde genişleyen rıhtımdayız, O
bankta oturuyoruz. Hava soğuk. Şubat ayının başındayız. Şubat soğuk
olur İstanbul'da. Akşamüzeri saat beş gibi olmalı. Deniz sedef gibi. Hiç
unutamıyorum onu. Böyle ikimiz de nasılız bir görseniz, halimiz kalma­
mış, tasawur ediyor musunuz? (Gülüyor Güzin). Onu yaşamak lazım.
Abidin'le Türkiye'de birlikte geçireceğimiz son akşamdır o akşam. Abidin
bana dönüp dedi ki 'Kimbilir ne zaman döneceğiz tekrar?' Bense 'Döner­
sek' filan dedim. Abidin hemen atıldı: 'Yoo, döneceğiz döneceğiz. Belki
ikimiz de sarsak ihtiyarlar olarak geliriz bu banka. Tabii bu bank, bu rıh­
tımda kalırsa .. .' Ve sonra ekledi Abidin, bana hınzırca takılarak, ' Sen yine
şimdiki gibi kıskanç, bilmemne olarak' dedi ve ikimiz de güldük. Şaka
yapmayı ihmal etmedi hiçbir zaman Abidin; onca belayı biraz da, belki bi­
razdan da fazla, bu sayede yani hayatımızia şaka yaparak, birçok şeyi ti'ye
almasını bilerek atlatabildik.
Sonra çook sonra, 1 9 9ı'de, ilk kez birlikte, döndüğümüzde, varışı­
mızın ertesi günü, evinde bizi misafir eden Şehnaz Akıncı (15 Mayıs
1 9 5 o'de Çelik Palas eylemi sonrasında tutuklanan genç kadın, hani duruş­
masında Nazım'dan şiir okuyan genç kadın. M ŞG) tutturdu, 'sizin orada,
yani o rıhtımın o köşesinde o bankta fotoğrafınızı çekeceğim' diye. Gittik.
Fakat bank yoktu. Ama biz randevumuza gelmiştik. Ve Şehnaz o anda
çekti fotoğrafımızı: Biz yine Boğaz'ın karşısında mest olmuş durumdayız.
Ayaktayız.''
Boğaz'ın önünde evet ayağa kalkılır da ondan.

472 AN KARA-MAN KARA


Abidin sırtını Marmara Denizi'ne dönmüş.
M. Şelımus Güzel Koleksiyonu

47 3
AB i D i N D i N O
ABiDiN PIRRRRRR PIRRRRR
"Kuş uçtu yuva kaldı/Gökyüzü mavi kaldı."
O gecenin ertesi sabahı Abidin'i yeniden yolcu etmek için kalkıyor
ev halkı. Vedataşmalar Leyla Abla'nın yalısında yapılıyor. Sonra Naile Ha­
nım ile Güzin Abidin'le Yeşilköy'e gidiyorlar: Yolcu etmeye. Güzin şöyle
yazıyor: " Ertesi sabah, bu kez sadece Naile Hanımla Güzin gidiyorlar Abi­
din'i yolcu etmeye. Gel gör ki, Air Brasil'in constellation uçağı, teknik bir
arızadan ötürü dört saat gecikmeyle kalkacak. Havaalanının bekleme salo­
nunda, üçü, bu dört saati geçiriyorlar. Hiçbiri, bu uçağın Abidin'i alıp gö­
türeceğinden emin değil. Ama dört saat sonra Abidin biniyor o uçağa ve
uçak, gökyüzünde süzülerek, gözden kayboluyor.
Güzin yalnız kalıyor, annesi ve kedi Tekir'le."
Güzin bu olayı bana 1989'da anlattığında, Abidin'in uçakla ayrılma­
sından sonra, sol kolunun saatlerce ağrıdığını söyledi.
Abidin bizzat kendisi, kimi yerde, Türkiye'yi 195ı'de terk ettiğini
yazdı veya söyledi. Leyla Abiasının oğlu, Abidin'in yeğeni, Rasih Nuri İleri
29 Aralık 1996 tarihli Radikal gazetesindeki yazısında, Abidin'in Türki­
ye'yi 26 Ocak 1952'de terk ettiğini yazıyor.
Güzin, biraz önce gördük, Abidin'in gidiş tarihi olarak "19 5 2 Şu­
bat ayının başını" veriyor. Tarih bu bağlamda çok önemli değil. Önemli
olan Abidin'in 1 9 5 2 başında Roma'ya varmasıdır. Bu elbette başka bir cil­
din konusu olacak. Abidin'in Paris'li yılları ile birlikte. Şunu da eklemeli:
Abidin Türkiye'yi terk ederken birçok kutuyu, kitap dolu birçok kutuyu,
gazete ve dergi dolu birçok kutuyu, senaryolarını, belgelerinin bir bölü­
münü Leyla Abiasının ve yani aynı zamanda Rasih Nuri İleri'nin evine bı­
raktı. Bu açıdan Rasih Nuri ileri Dino ailesinin bir tür "arşivi" konumun­
dadır. Daha önce gidenlerden de kimi şeyleri biriktirdiğini biliyoruz. Biz­
zat kendim, 1 982'de o sırada bitirmek üzere olduğum bir çalışma için gö­
rüştüğüm ve uzun boylu söyleştiğim Rasih Nuri İleri'nin arşivinin zen­
ginliğini saptama olanağı buldum. Bu arada kibarca birkaç dergi ve gaze­
teyi hediye etme inceliğini de gösterdi, bir kez daha kendisine teşekkür et­
mek isterim. Öte yandan Rasih Nuri ileri, 1984'te Şahap Balcıoğlu ile ger­
çekleştirdiği söyleşide,"Abidin Dino'nun altı yüz yapıtı"na ve bütün aile-

474 AN KARA·MAN KARA


den, yani Dino ve ileri ailesinin toplamından, kalan kitaplara sahip ol­
duğunu belirtiyor. (4 Mayıs 1984 tarihli Somut'ta.)
Güzin,"Abidin'in dört yüz elli kadar resim tualinin Rasih Nuri ile­
ri'de bulunduğunu" bana söyledi, 26 Nisan 1997'de. O gün Güzin'de mi­
safir Canan Gerede de bunu doğruladı. Abidin Dino belgesel filmini çeker­
ken, Rasih Nuri ileri ile görüştüğünde, Abidin'e ait birçok resim ve tuali
gördüğünü söyledi. Nitekim bunların birkaçını o belgeselin ilgili bölümün­
de seyredebiliyoruz. Özellikle Abidin'in 193o'larda yarathğı yapıtları Rasih
Nuri ileri'de olmalı. Elbette onların da bir gün yolunu bulup meraklıianna
merhaba demelerini bekliyoruz. Sıkı ve derinlemesine bir inceleme kimbi­
lir neler ortaya çıkarır. Abidin konusunda araştırmacılara daha çoook iş dü­
şüyor. Daha yazılacak çoook şey var. Ha gayret!
Abidin Dino özgürce yaşamak ve yaratabilmek ve artık usandığı po­
lis izlenmesi ve denetiminden uzaklaşabilmek için Türkiye'yi terketti. Bu,
başlangıçta ille gidilip bir daha dönülmeyecek bir karar biçiminde de alın­
ınadı mutlaka. Güzin, yıllar sonra, o günleri düşünürken,"Paris'e sevine­
rek gitmedik. Ağlayarak gittik desem yeridir. Türkiye'de kalsak daha yarar­
lı olacaktık Hem ben, hem Abidin." deyip, peşinden "Ama kalsaydık öle­
cektik." cümlesini ekleyince bu gerçeğe parmak basıyor.
Güzin sürdürüyor düşüncesini: "Türkiye'de polis, sürgün ve ben­
zeri sorunlar 'bizi yutuyordu'. Abidin'in gitmesi çok iyi oldu. Çok üzüldük.
Ama başka çaresi yoktu. Sağlaındı ama birçok hastalığı vardı. Türkiye'de
kalsa mutlaka ölürdü. Moral açıdan Fransa'da daha iyi bir ortam vardı. Ve
bu ortam Abidin gibi bir sanatçı için çok çok önemliydi."
Abidin, önce İtalya'da sonra Fransa'daki yaşantısı için sürgün söz­
cüğünü kullanmadığı gibi, bu sözcüğün kendisi için kullanılmasına da ta­
raftar değildi. Bu sözcüğü asla sevmedi. Kendisi için sürgün denmesini de
asla istemedi.
Peki o zaman nasıl isimlenciirdi bu yaşantıyı? Sırası gelince
göreceğiz.
Abidin, Türkiye'yi terk ettiğinde sadece 39 yaşındaydı. Yaşamının
bu bölümünün yarısına yakınını yurtdışında, geçirmişti: İsviçre'de, Fran­
sa'da, S SCB'de, yeniden Fransa'da ... Türkiye'deki yirmi yılının ise dokuz

ABi D i N DiNO 475


yılını, yani yarısına yakınını iç sürgünde, polisin sürekli gözaltında, büyük
gözaltında yaşamak zorunda kalmıştı. Abidin'in Türkiye'ye ancak ı969'da
kısa bir süre için gelmesinin ve sonra yeniden Paris'e/evine dönmesinin
altındaki nedenler işte buralarda yatıyor...
Abidin elbette ülkesini, insanlarını, İstanbul'u, Ankara'yı, Ada­
na'yı, Mecitözü'nü, Çorum'u, Kayseri'yi, Balıkesir'i ve insanlarını seviyor­
du: Belki çok az insanın, aydının, sanatçının sevebileceği kadar. Çok sevi­
yordu ülkesini ve ülkesinin değişik insanlarını: Kadın, erkek ve çocukları­
nı, yaşlı ve gençlerini...
Abidin'in Pikret Mualla isimli kitabında bir sayfa var: Arkadaşının,
İstanbul'u terk etmesinden önceki zamanını anlattığı: Pikret Mualla'nın
i stanbul'la vedalaşması sahnesidir bu. Ama bana kalırsa, sadece Pikret
Mualla'nm değil, biraz da Abidin'in İstanbul'a veda etmesinin betimle­
mesidir. Onun için bu sayfayı buraya aynen aktarmak istiyorum, bu bölü­
mü bitirirken:
"indi yokuş aşağı Mimar Sinan'ın küçük türbesine doğru. Bir taşa
oturdu, belki, baktı uzun uzun Süleymaniye'ye. Kubbeye, ordan da minare­
lere, kayıp giden güvercinlere baktı ... Ola ki camiye girip, Sarhoş Mustafa'nın
renkli camlarını son bir kez seyredeceği tutmuştur, belki, kimbilir?

Bir gün Rumelihisarı'na, bir gün Eyüp'e, bir gün Haliç'e, bir gün
Kariye Camii'ne, bir gün Topkapı Sarayı'na, bir gün Karacaahmet'e, elhasıl
İstanbul ananın ayaklarına yüz sürüyordu, koltuğu altında resim kartonu
ile tek başına bir genç adam ...
Çekip gidiyordu işte, helalaşıyordu anlayacağınız giderayak, İstan­
bul şehriyle helalaşıyor, kucaklaşıyordu. Duvarlan, ağaçları, kubbeleri - he­
le kubbeleri - okşuyor, elini denize batırıyor, tuzlu tadını dilinin ucuna alı­
yor, kokluyordu lodosu, vapurların dumanını, martıları selamlıyordu, yu­
nus balıklarını, sandalları, motorları, dubaları, Köprü'yü, Köprü'de balık
tutanları, tuttukları balıkları öpüyordu, deniz suyu dolu kovalarda ölü ba­
lıkları elliyordu, mor akşamlar çökünceye dek ordan oraya koşuyordu tek
başına, yarı karanlıkta bakıyordu sevgilisine, resim gibi İstanbuluna, Tür­
kiyesine, acı bir esriklik içinde, doymak bilmez bir bakışla ...

A N KARA-MAN KARA
Gidiş tarihi yaklaşmıştı böylece ...
Ştaynbruh'ta bir 4 9'luk yuvarladıktan, gider ayak martı çığlıklarını
son bir kez durup dinledikten sonra, bir elinde küçük bir bavul, bir elinde
resim cilbendi, bindi (uçağa Abidin) ... Ağlamaklı.
... (Uçak) kalkınca, alnını ... (uçağın) camına dayadı mı (Abidin), bak­
h mı son bir kez Üsküdar'a, Haydarpaşa'ya, Kadıköyü'ne, Moda'ya, Adala­

ra? Kaçta kalkmıştı (uçak) ? Akşam olmalıydı. . . Çığlıksız, sessiz sedasız ...
kayıverdi (uçak), sudara sürünerek geçti, hiç durmadı, gittikçe hızlandı, git­
tikçe hızlandı, ver elini Paris . . . Gidiş o gidiş ... "
Abidin'in uçak yolculuğu nasıl oldu acaba? Abidin anlatmaya za­
man bulamadı. Ama " Balıkpazarlı Sineğin İnanılmaz Serüveni" başlıklı ve
maalesef yarım kalmış "kısa film öyküsü" nde bir bölüm var: Pat Abidin'in
pardon "Çat-Sinek"in yolculuğu ( Yeditepe öyküleri, s. 86-87). Aynen aktan­
yorum:
"Bense Çat-sinek kulunuz, kendime beli ince bir Fransız uçağı seç­
tim, gittim önce kanadına kondum. Bir de baktım ki yolcular teker teker
merdivene tırmanıyorlar, uçağa giriyorlar. Haydi ben de onlara uydum,
uçağın kapısından içeri daldım. Sesi baldan tatlı bir hostes karşıladı beni,
sarı saçlı, mavi şapkalı güzelim bir kız.
Çat ensesine kondum, aman Allah, bir güzel kokulu ki buğday ren­
gi saçları, başım döndü. İşte, ondan sonra olanlar oldu, hostesin peşinden
fır dolanıp uçağın burnunda bulunan Kaptan bölümüne gittik birlikte. Na­
sıl olsa uçağın kalkmasına daha çoook vakit vardı hesapça, içimde korku
kalmamıştı. Hostesle üç pilot konuşadursun, ben bir o tarafa, bir bu tarafa
uçup durdum. Kendi kendine yanıp sönen ışıklı makine göstergelerine
kondum. Ne çok kontrol aygıtı var bir uçakta, hepsi tıkır tıkır işliyordu.
Uçağın burnu tıpkı sinek gözü gibi bir şeymiş, her yanı birden görüyor,
besbelli ki uçağı yapanlar, biz sinekleri örnek almışlar, bizden öykünmüş­
ler. Doğrusu sinek milleti narnma kıvanç duydum bundan.
Baktım, hostes, pilot bölümünden çıkacak oldu, ben de arkasından.
Ön kameraya girdik, burası bir salon gibi, hep önemli kişiler oturmuş. Der­
ken iri göbekli biri, hastesten bir şeyler istedi, o da seyirtti, az geride, dara­
cık mutfak bölümüne girdi, ben de beraber. .. Baş başa kaldık hostesle."

ABi D i N D i N O 477

You might also like