Professional Documents
Culture Documents
DÜZELTi
FEVZi GÖLO�LU
KiTAP TASARIMI
YETKi N BAŞARI R
TASARlM DANIŞMANLI�I
BEK
KAPAK FOTO�RAFI
SlPA f i. Ö�RETMEN
1. BASlM
ŞUBAT 2008, İSTANBUL
YAYlN YÖNETMENi
ÇAGATAY ANADOL
M. ŞEHMUS GüZEL
Abidin Dino'yu sevenlere.
Abidin'i biraz daha iyi tanıyabilmek için.
Ve özellikle unutmamak için...
İÇİNDEKİLER
ı- İç SüRGÜN: ÖNCE MECİTÖZÜ ı3
TARABYA'DAN TüNEL'E ı3
"PARMAKSIZ HAMDi" ı5
SADECE ABiDiN DE DEGİL ı6
HAYDARPAŞA'DAN KALKAR ANADOLU 20
YoL ARKADAŞLARI/YOLDAŞLARI 22
"BAŞPARMAK KELEPÇESi" 23
"YiTiK BiR isTASYONDA" 24
ÇORUM 25
MECİTÖZÜ ALEVİLERi 29
PiROGLU HALİL 32
ATLlLAR 34
KEL DiYE PiYES Mİ ÜLUR? 35
"EMECE" 38
"BRE SüRGÜN AGA" 41
DAGSARAY 44
RESİM 45
ARiF'iN EMİNANIM AiLESi 46
ANKARA KAç KiLOMETRE? 47
TARİHİ YüzLER/Düş KuRAN YüzLER 48
SAVAŞ VE SüRGÜN 53
ZELZELE 54
NiŞAN ANKARA'DA: ŞUBAT ı943'TE 57
AzRA AzARLlYOR s8
2- SONRA ADANA 6o
ADANA: BiziM ADANA 6o
Üç KARDEŞ 6ı
"0TLAKİYE" 63
VERESE 69
SiYASİ TARİH DERSİ: ABiDiN'DEN 72
YENİDEN GAZETECi ABİDİN 76
HALKEVi KAPISI 8o
TüRK Sözü GAZETEsi: BuLUŞMA NoKTASI 83
"TüRKÜLER MüFETTişi" 84
"AGITLAR" 88
YAZMA EYLEMİ 89
AGusTos 1943= GüziN ADANA'YA GELiN GiDiYoR 91
BABALIK GöREVi 95
HAYDARPAŞA GARI'NDA GELiN 98
Bu AşK DEGİLSE, NEDİR AŞK? ıoo
ADANA'DA BETON DiREKLER ÜSTÜNDE 101
EYLÜL 1943= ADANA'DA EvLENMEK 105
"İNSAN ÖMRÜ KADıNsiz ÜLUR MU?" ıo8
"ÖYLE İRİ KESİLMEZ PATATES" 109
ANTAKYALI CESUR KADlN ÖGRETMEN: MEZİYET BARUTÇU IIO
ÖZGÜR ÜRHAN KEMAL II2
"İsTASYoN'DAKİ KüçüK EviMiz" ıı6
ABiDiN PAŞA CADDESi'NDE ıı8
FRANsızcA ÖGRETMENi GüziN 120
TELETEZ 124
HASTALIKLAR KoL GEZİYOR ADANA'DA 126
6 KAsıM 1943: KiEv ÖZGÜR 127
25 ARALIK 1943= NoEL GELMiş NEYİME 130
31 ARALIK 1943 131
BAŞKA ZiYARETÇiLER DE VAR 133
ÖzGÜRLÜK SEsi Mi Bu DuYuLAN? 136
"ARiF DiNo ÜNiVERsiTEsi" 138
DoN KişoT 139
AH! o TATLI SOHBETLER 140
HEM ÜKUR HEM YAZAR 142
ŞiiRDEN Düz YAZIYA 144
CoGRAFYADAN "KENDİ CoGRAFYASINA" 146
ABiDiN "ÇiÇEKLEMEsi" 148
ÇuKUROVA KöYLÜLERİ 150
REsiMDE ÇuKUROVA EMEKÇiLERİ 153
ADANA'DA SıTMAYI YENMEK 158
YUMURTALIK'TA DENİZ 160
BUYRUN HEYKEL YAPALIM 162
ADANA'DA FRESK 164
İLKBAHAR GELMiŞ 164
MERSiN'DE BiR AKŞAM ÜZERİ 166
ADANA'DA YAZ 167
25 AGUSTOS 1944= ÖZGÜR PARİS 169
SuLH: BizE DE BEKLERiz 173
"ÇIKIŞ"LAR 174
REŞAT ENiS AYGEN 175
"KiTAP DEDİGİN ÜKUN-MA-MAK içiNDiR" 177
ADANA'DA SENARYO YAZMAK 179
Su DESTANI 180
YENİ BiR DERGi: YARATlLlŞ 182
31 ARALIK 1944: ADANA'DA ŞEHİR KuLÜBÜNDE ABiDiN DANS EDiYOR GüziN'LE r84
WHITTEMORE'LA ADANA'DA 186
ŞUBAT 1945 188
ADANA'DA BiR ZiYARETÇi DAHA 189
ıs MART r945: ANrÇrKıYoR 19o
MAYIS 1945: "DEMOKRAsi" GELiYOR! 192
ABiDiN DiNO 7
ÖGRETİM ÜYELERİ RESMi GEÇİTTE 226
NusRET HızıR 230
İNÖNÜ ANSİKLOPEDİSİ 231
YENİ DERGiLER: AYNI TAKIMLARlN 2Jl
I ARALIK 1945· GöRÜŞLER ÇıKTI: TEK SAYI. TüRKİYE SALLANIYOR 233
İSTANBUL'DAN ANKARA'YA 236
5 ARALIK 1945: SuPHi NuRi İLERi ÖLDü 238
7 OcAK 1946: DEMOKRAT PARTi (DP) KuRULDU 240
ı6 MART 1946: BEHİCE BoRAN EvLENİYOR 241
"KüçüK AMcA": EsAT DiKEL 243
KuRTULDU ABiDiN 245
BOZACIII 248
4- ANKARA-MANKARA 250
ÖBÜR YAKA 254
ULAN ANKARA! 257
ABiDiN'iN AKRABALARI 260
"ARKADAŞ iSLIKLARI" 261
"RAHAT! KAÇAN AGAÇ" 262
ÜRHAN VELi GEZEGENi 265
NAHİT HANıM'ıN EviNDE 267
ÜKTAY RiFAT 267
DöVERİM BAK! 269
MUVAFFAK ŞEREF 270
CANLI VE HEYECANLI TARTIŞMALAR/ATlŞMALAR 271
EROL GüNEY 272
KADlNLAR 273
"MisuRi"/ANKARA 275
İKİ SOSYALİST PARTi 276
ANKARA'DA "DADA" GöSTERİLERİ 278
HASANOGLAN'ı ZiYARET 279
21 TEMMUZ 1946: "HiLELi SEÇiMLER" 280
SiRER'iN İcRAATI 281
HAYAT PAHALI 283
EKİM 1946 283
KAsıM 1946: MARKO PAŞA 285
8 iç i N DEKiLER
SESSiZLİK HüKÜM SüRMELİ 287
BARBARlAR ANKARA'DA 288
BiR DE GüziN ANIATSlN 289
HüRRiYET VE ZiNCİRLİ HüRRiYET 291
BiR MAYIS 194T ANKARA 293
KIŞKIRTMAIAR SüRÜYOR 294
ABiDiN Çizi-YOR-UMLUYOR 297
EKİM 194T KöMÜRDE ABiDiN 300
ABiDiN'iN BöBREK AMELiYATI 302
CElAL CüNDOGLU 305
MiMAR SELÇUK MiiAR 307
TEKİR KEDi DEDİGİN JIO
ARALIK I94T İSTANBUL ÇAGIRIYOR 312
ABiDiN'iN İSTANBUL SEFERİ 313
27 ARALIK I94T YASLI ANKARA 316
ANKARA'DAKi FRANSA 319
PHILIPPE SOUPAULT ANKARA'DA 322
"ANKARA'DA PHILIPPE SouPAULT'Yu ŞAŞIRTTIK YANİn 323
BAŞKA TüR DERGiLER 325
"OTUZ Üç KURŞUN" 326
"SIRÇA KöşK" 332
2 NisAN 1948: SABAHATTİN ALi YoiA ÇıKıYoR 333
ABiDiN NE DiYOR? 336
BiR MAYIS 1948: ANKARA'DA 339
"KoMüNiZMLE MücADELE DERNEGi" 341
IS MAYIS ı948: ANKARA'DA MEYDAN 342
NAZlM HiKMET ŞiiRi DUVARI AŞlYOR 345
AH! CANlM İSTANBUL. AH! BOGAZİÇİ CANIMIN İçi 347
KAMELYA APARTMANINA 350
ARKADAŞlAR 354
ANKARA: YiNE 355
ANKARA'DA "TERZİLER TEVKİFAT!" 356
NAZlM HiKMET HALA HAPİS 357
I ÜCAK 1949: YAPRAK ÇıKlYOR 339
RESİM SERGİLERİ 365
ÜCAK 1949: SiYASET 368
ABi D i N D i N O 9
I NiSAN ŞAKASI: ŞADIRVAN 373
BARIŞ HAREKETİ 374
ABİDİN ANKARA'DA SERGİ AçıYOR 375
AsiDiN'iN FARKLI ARKADAŞL\RI, DosTu.Rr 378
YAZ GELDi: İSTANBUL'DA 381
NAZlM'DAN MEKTUP VAR 382
NAZIM SERBEST BıRAKILMALI 384
2 KAsıM 1949: NuHuN GEMisi GELiYoR! HEY! 387
Şu BiN DoKuz YüzELLi YrLI 391
AşıK VEYSEL'LE BiR GECE 392
AF ÇıKMlYOR 394
NAZIM HiKMET NE YAPACAK? 395
IMZA KAMPANYASI BAŞLIYOR 397
14 MAYIS 1950: NAzıM HAPis. SEÇiMLER "SERBEST" 398
Bu İşi ANCAK AsiDiN ÇözEDİLİR 400
İsTANBuL'DA DosTL\R DA VAR 401
MENDERS HÜKÜMETİNİ KURUYOR 404
NAzrM'r UNUTMAMAK 405
BARIŞ 406
İKi ZAMAN İKi MEKAN ARAsiNDA NAzıM ÖzGüR 408
DosTu.Ru. BiR ARADA 410
RuHi Su, NAzıM VE DiGERLERİ 412
TEKİR KEDi VE NAZIM 413
DENİZ VE NAZIM 413
"HAPiSHANE USULÜ USKUMRU" YER MİSİNİZ? 414
ABİDİN TüRKİYE'Yi TERK ETMEYE HAZIRL\NIYOR 417
ANA-ÜGUL RESİM TARTIŞIR. DAHA NE ÜLSUN? 419
İsTANBUL'DA BiR Ev SATIN AL VE YAN GELiP YAT ! 421
EYLÜL 1950 423
SiNEMADA: PoLis SEANS! 424
CADDE VE SOKAKL\RIYL\ ANKARA 425
ÜRHAN YEL 1914-1950 429
BiZDE BöYLE ÜLUR BARIŞ 430
ANKARA'DA SERAMiKLER EYLEMDE (!) 431
1951 Ynı 435
GAZETEci ÜL\CAK YAŞAR 435
ABi Di N DiNO II
BİRİ NCİ B öLÜ M
TARABYA'DAN TüNEL'E
akşamüzeri Güzin, Tarabya'da yaz dinlencesi için kiraladığı oda
ABi D i N DiNO
Sonrasını Güzin şöyle anlatıyor:
" Dünyam başıma yıkıldı sanki. Çok feci biçimde sarsıldım. Artık
Tarabya'daki evime dönemezdim. Nişantaşı'na ana-baba evine döndüm.
Derdimi annerne açtım. Derdimi ancak ona dökebilirdim:
- Abidin'i tevkif ettiler diyorum.
- Eyvah! diyor annem. İkimiz de korkuyoruz. Tevkifın sonunun ne-
reye nasıl varacağını bilemiyoruz çünkü. Hemen Minalara ve diğer arkadaş
lara telefonlar ediyorum. Bu arada Leyla Ablalara çıktım. Üst katta oturuyor
lar. Abidin'in abiası ve yeğeni Rasih Nuri İleri haberi almışlar önceden. Bi
zim eve telefonlar geliyor ardı arkası kesilmeden. Babam da eve döndükten
sonra telefonlann böylesine sık çalması üzerine şaka bile yapıyor: 'Sanki Mis
tir Eden tevkif edildi!' O sıradaki İngiltere Dışişleri Bakanını amınsatarak
Abidin'in tevkif edilmesinden bir süre sonra sürgüne gönderilece
ğini öğrendik. Cevdet Kerim İncedayı'ya durumu ilettik CHP içinde etkili
bir isim ve milletvekili, babamın da yakın arkadaşı olduğu için bir şeyler ya
pabileceğini umuyorduk. Ama Cevdet Kerim 'Sürgün konusunda maalesef
elimden bir şey gelmez' dedi. 'Sürüldü, sürüldü .. .' diye ekledi. Biz de o za
man Tamam anla meseleyi, Abidin hiçbir şey yapmadı, neden sürüldü, ne
haindir ne de vatanı sattı' dedik. Ama Cevdet Kerim etkili olamadı. Baba
mın arkadaşı İstanbul Emniyet Müdürü de 'Hiçbir şey yapamam' dedi.
Abidin Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle İstanbul Emniyet Mü
dürlüğüne bağlı sivil polislerce gözaltına alınmıştı. Ve ne milletvekili ne de
emniyet müdürü bu konuda etkili olabiliyordu.
Bizlere Abidin'in 1 5 gün sonra sürgüne gönderileceğini söylediler.
Ama Abidin'i bir cumartesi günü, hiç beklemediğimiz bir anda alıp sürgün
ettiler. Aileden bir tek Rasih Nuri İleri'nin haberi olmuştu sürgün günün
den. Abidin ona 'Beni aramayın, hele Güzin beni kesinlikle aramasın' diye
mesaj bırakıyor.
Güzin'in bana anlatlığına göre, Mina Urgan gibi yakın arkadaşlar
çok üzülüyorlar. Ama bu arada birçok sanatçı ve ressam arkadaşı da Abi
din'e sırt çevirdi. Sürgüne gönderilince. Bir tek Avni Arbaş dost olarak kal
dı. Bu işte elbette kıskançlığın büyük rolü var. Bahane olarak da Abidin'in
"komünist" olduğu ileri sürüldü. Dahası hem yazar olması, hem de iyi ya-
"PARMAKSIZ HAMDi"
Abidin'i gözaltına alan sivil polisler onu Sansaryan Han'a götürdü
ler. Abidin'in Pikret Mualla isimli kitabında anlattığı haliyle Sansaryan
Han: "Az ötesi Sansaryan kokar, yani sidik ve küf, tutuklanma kokusu ...
Çabucak geçelim ... " Ama bu defa Abidin "çabucak geçemiyor" maalesef ve
orada birtakım insanlar tanıyor: En başta " Komiser Harndi Bey." Abidin
onun portresini Kızılbaş Günlerim isimli minik ve sevimli kitabında (Sel
Yayıncılık, İstanbul, 2001) aynen şöyle çiziyor:
" Elini havaya kaldırarak: 'Mecitözü,' demişti bir parmağı eksik Ko
miser Harndi Bey, 'ikamete memursunuz, sizi Medtözü'ne gönderiyo
rum .. .' Sanırsın, Sultan İkinci Hamid, bendeleri Abidin kuluna tırnar ve
zeametler balışediyor ve el etek öpmemi bekliyor. Oysa sultan değil, kara
kuru, hırçın bir küçük adamdı İkinci Şube Şefi Parmaksız Hamdi.
Ama keyfi yerinde. Etrafına üşüşen, bekleşen sivil polislere sert
emirler veriyor, koşuşturuyor, zaman zaman odada fır dolanıyor, değil mi
ki elindesiniz ve sizin gibi daha nicelerin, değil mi ki canı isterse kimsenin
ruhu duymadan çeşitli yöntemlerle canımza okuyabilir, Harndi Bey keyif
lenmeyecek de ne yapacak?
Parmaksız Harndi önce kendi kendine bir şeyler mırıldandı, masa-
daki kalemlerle oynadı ve sonra memnun bir sesle:
'Mecitözü' dedi tekrar.
'Neresi orası?' diyecek oldum.
'Görürsünüz efendim, görürsünüz' karşılığını verdi sıntkan komiser.
'Sadece biraz uzak, ama iki jandarma refakatinde gidersiniz. Hiç
merak etmeyin, neresi olduğunu gösterirler size.'
Derken kafasında ne estiyse esti, polislere:
'Alın götürün şunu' deyiverdi birdenbire sertleşerek...
Tamam. Tekrar deliğe tıktılar beni. Çok dar bir yer. Penceresiz. Ge
ce gündüz yanan sert bir elektrik ışığı tepede ...
AaioiN D i N o 15
Zarar yok, ama Medtözü neresi? Nereye düşer, Akdeniz taraflannda
olsa duyardım adını, Karadeniz'de mi yoksa, yoksa Doğu'da mı Mecitözü?
Bu bilmece çok geçmeden çözülecek, kendimi Medtözü'nde bula
caktım. Çorum'la Amasya arası bir yer. iri bir köyle kasaba arası, hoş ... "
Rasih Nuri ileri o günleri çok iyi anımsıyor:
ABiDiN DiNO
bir nefes alarak aldırışsız koca istanbul'un ve köpürmüş çivit mavisi denizin
suratına giderayak, bir 'veda' dumanı salmamza imkan yok demektir. Bildi
ğim kadarıyla AriPin sürgün konusunda başkaca bir şikayeti olmamıştır."
Ama Arif öyle kolay kolay "ele geçirilememiştir." Bunun ispatı için
Mina Urgan'ı tanık olarak çağırmamız gerekiyor: Bir Dinazor'un Anıla
n'nda (YKY, İstanbul, 1998, s. 228) yazıyor:
ABi D i N D i N O 19
İşte böyle, aynen böyle, Arif Dino İ stanbul'dan alındı, elleri kelep
çeli, ama ikramını unutmadan, dört jandarma gözetiminde, Kayseri'nin
güneyindeki Develi kasabasına sürgüne gönderildi. Abidin ise çoook uzak
lara, Develi'den gidilmesi mümkün olmayan bir yere: "Leblebi ülkesi" ama
asla "leblebistan" olmayan Çorum'un güneydoğusundaki Mecitözü'ne.
"Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat 15.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
"Haydarpaşa Garı.
Boz Mehmet'le yan yana Sansaryan Handan çıkıp, Yeni Cami'nin
kuşlarını ürkütüp (elbette yaya ve kelepçeli olarak, ikişer jandarma eşliğin
de) , hınca hınç Kadıköy vapuruna nasıl bindiğimizi, Haydarpaşa Garı'na
nasıl indiğimizi, hele ondan sonraki yolculuğu anlatacak değilim, hem
uzun sürer, hem de merak edenler daha güzelini 'İnsan Manzaralan'nın
Haydarpaşa bölümünü okumakla, seyahatimizin ayrıntılarını üç aşağı beş
yukarı öğrenebilirler.
ABi D i N DiNO 21
İzer'le ben kalıyorduk orada. Fuat İzer ressamdı. Zeki Faik İzer'le her
hangi bir akrabalığı yok. Son derece sevimli bir arkadaşımdı. Tevfik
Fuat Kent daha çok edebiyata meraklıydı ve dergilerde yazıyordu. Hat
ta bir ara Arif üzerine bir kitap hazırlamaya başladı. Ben de kendisine
bilgi vermiştim. Ama bu kitap çıkmadı.
1 946 sonunda Havagazı Şirketi'nden ayrıldım ve bilinen siya
si gelişmeler sonucunda (ı6 Aralık 1 946'da iki sosyalist partinin
kapatılması, yöneticilerinin tutuklanması, yayınlarının yasaklan
ması, vb. M ŞG) siyaset yapamaz durumda kalınca ekmek paramı
zı çıkarabilmek için o atölyede Fuat İzer ile serigrafçılığa başla
dım. Yani uzun sözün özü Abidin sürgüne gönderildikten sonra
atölyesinde dört beş yıl kaldım. Eşyasını muhafaza ettim. Arifin
kileri de."
YOL ARKADAŞLARI{YOLDAŞLARI
Abidin Haydarpaşa Garı'nda Arifin de çıkageleceğini sanıyor, ama
Arif görünmüyor: "Belki Arif de çıkagelir umuduna kapılmıştım, fakat ha
yır; Parmaksız Hamdi, Arife haşmetlıl Erciyes Dağı'nın doğu eteklerinde
Develi kasabasını yakıştırmış."
Rasih Nuri ileri'nin aniattıklarından şu ortaya çıkıyor: Arif Dino,
Abidin yola çıktıktan sonra tutuklanıyor. Ve Abidin'den sonra sürgüne
gönderiliyor. Arada anlaşılan birkaç günlük bir fark var.
Evet Arif gel(e)mez ama başka bir yol arkadaşı daha çıkar. Sözü Abi
din'e bırakıyorum:
ABi D i N D i N O
vatlı bir şey. Kuramsal bir sanat türü ürün sanıp, Hilton müzayede sa
lonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yan
racak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insa
nın iki başparmağını sırt sırta sımsıkı birleştiren, müzelik, acayip, ko
ca bir makineydi bizim kelepçeler. Ne var ki, ayrılan dostların el sal
lamalanna pek elverişli değildi demek istiyorum bu kelepçe cinsi.
Yine de selamlaştık pekala.
Tam tren kalktı, birdenbire, bir süredir trenimizin tepesinde do
laşan kara bulutlar boşalıverdi üstümüze, korkunç gök gümbürtüle
riyle. Pencereden sarkıp bakan diğer tren yolcularının şaşırmış ba
kışları önünde ... "
Güzin'in bana anlattığına göre, Abidin parmak kelepçesi veya
başka bir şey ne olursa olsun, bir yolunu bulup ona bir mektup ya
zabilmiş. Güzin anlatıyor: "Abidin'in sürgüne gönderildiğini öğ
rendik. Abidin'den bana bir mektup geldi. Ama ne garip mektup
Ankara'dan postalanmış. Halbuki Abidin Medtözü'ne gönderiliyor
ve Ankara'da trenden inmesine müsaade edilmiyor, fakat trenden
Ankara'da inen sürgün yol arkadaşlarından birine rica ediyor, mek
tubu veriyor ve böylece mektup Ankara'dan postalanıyor. Mektu
bun içeriğini pek hatırlamıyorum, ama herhalde işte 'yolcuyum, gi
diyorum' türünden bir şeyler yazmıştı sanıyorum. Mektubu maale
sef bulamadık, saklamamışım herhalde."
"YiTiK B i R isTASYONDA"
Abidin ve iki jandarması Çerikli isimli "yitik bir istasyonda" indiler.
Boz Mehmet ile Nudiye Hüseyin'in daha gidecek yolları vardı. Başparmak
kelepçesine inat, zor da olsa dostlarının el sallamalanna baktı Abidin. Yol
daşlarından ayrılıyordu Abidin: Yollar ayrıldığı için. Trende konuşulanları
ve olup bitenleri aklında tutarak, Abidin, vagon penceresinde gittikçe küçü
len yoldaşlarına ve yolculara baktı bir süre. Sonra yağmurun böyle birden
bire bindirmesine bir anlam bulmaya çalışıyor. Ama o da ne! "Bir bu eksik
ti! Çerikli İstasyonu bir kulübeden ibaret, baktık ki az ötede topu topu, ya
n yıkık, belki Selçuklulardan kalma bir han pusuda duruyor sağanaklar al-
ÇoRUM
Orta Karadeniz Bölgesi'nin mütevazı kenti Çorum. Bak kapma kim
geldi? Abidin Dino nam ressam. Ne Paris, ne İstanbul, işte Çorum. Şirin.
Kendi halinde. Düzgün. İnsanları hoş.
Abidin Çorum'da ilginç olaylarla karşılaşıyor. Örneğin "Türkiye Çin·
gene kralının senelik düğünü," Çingenelerin derdest edilmeleri, yüz kadarının
ABi D i N D i N O
Abidin'in bulunduğu karakola düşmeleri. Abidin, vali tarafından çağrılıyor ve
orada Bedri Rahmi ile karşılaşıyor. Bedri Rahmi (Eyüboğlu) oraya resim yap
maya gelmiş. Bedri Rahmi ile karşılaşması çok çarpıcı. Çünkü ikisi de aydın,
ikisi de ressam, ikisi de zaman zaman aynı dergilerde yazılar/şiirler yayınla
dılar. Ama Çorum'da valinin makamında biri "resim yapmak için ziyarete
gelmiş" öbürü "ikamete memur." Birinin ismi Bedri Rahmi Eyüboğlu, öbü
rününki Abidin Dino. Resmi kayıtlara böyle geçer o an. Resmi kayıtlara göre
yine o yıllarda/günlerde Çorum valisinin ismi Muzaffer Akalın olmalı.
1941'den 1943'e. 1943'ten sonra Sahip Örge tayin edilecektir. O artık ayrı hi
kaye. Çorum'da başka şeyler de oluyor elbette. Evet, yine Çorum'da karakola
götürüldüğünde, Abidin, "Beni görür görmez karakolda bir 'yazıcı' jandarma
boynuma atılıyor: 'Sen Tophane esrarkeş tekkesinde resmimi çizen ağabey değil
misin?' 'Evet, benim."' İşte Abidin bu. Alın götürün sürgüne, en yitik Anado
lu kentine, kasabasına, köyüne; her çevreden insan tanıyacaktır mutlaka.
Ülkesinin değişik kadarını, toplumunun değişik katmanlarını tanı
mak herkesin harcı değildir, olamaz.
O günlerden, yoksa o günden mi demeli, iki fotoğrafımız var:
Birinde Abidin ile Bedri Rahmi. O gözünü sevdiğimin Anado
lu'nun o eşi bulunmaz, kaplayıcı, sarıp sarmalayıcı gökyüzü altında. Boz
kır'da işte kardeşim. Çorum yaylasıdır burası. Dehşet. "Barut mu, kükürt
mü, bir taş kokuyor." Kokar. Daha ne olsun? Abidin'in sırtında bir ceket,
boynuncia atkı var. İkisinin de iki elleri ceplerinde. Bedri Rahmi'de şık bir
kravat. İkisi de sanki biraz hüzünlü. İki genç adam, iki dost. Abidin üzgün.
Abidin'de bıyıklar delikanlı bıyığı. Birkaç yıldır bıyık merakı var Abidin'in.
inanmayan fotoğraflarına, hele 1941'li ve 1942'li hatta 1943'lü fotolarına
bakabilir. Bedri Rahmi o gün mü hediye etti o güzelim desenini Abidin'e?
Yıllar sonra Güzin buldu bu deseni. Ve bir gün, Paris'teki ev-atölyede ken
disini ziyaret ettiğim bir gün, 23 Kasım 2004'te, dile kolay altmış iki yıl
sonra, Güzin bana aynen şöyle dedi, son derece mutlu: "Çerçeveleteceğim.
Yukarıda buldum. Herkes görsün diye çıkarıp, buraya koydum." Güzin'in
alt katta oturduğu koltuğun sağında, kalariferin üstündeki rafa yerleştiril
miş desen, yaşanmış bir dostluğun tanıklığı gibi o günü bizimle geçirdi.
Memnun: Desen memnun. Güzin memnun. Ben memnun.
ABiDiN DiNO
Abidin Dino Çorum-Mecitözü bozkırında, Bedri Rahmi Eyübo�lu ile halkının içinde.
M �ı:ıtımus Güzel Koleksiyonu
MECİTÖZÜ ALEVİLERi
Sürgüne gönderildiğİnizde sigara tüttürememek zordur mutlaka.
Ama sürgün daha da zordur. Hele kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ ba
şındaysanız. Ama bazen şansınız yaver gider ve sevimli insanlara rastlaya-
AB i D i N D i N O 29
bilirsiniz. işte Abidin'i, Osmanlı'dan beri sürgün mekanı olmakla ünlü Ço
rum kasabası Medtözü'nde böyle tatlı bir sürpriz bekliyordu.
Abidin o günleri, 199o'da France-Culture Radyosu için kendisiyle
uzun bir söyleşi yapan yakın arkadaşı şair Andre Velter'e şöyle anlahyor:
rü'nün kahvesinde ne kahve kalmış ne çay. 25) Ama bir şişe 'boğma'sı var
ki Şükrü'nün, 'ilk ağız', enfes, 'Fine Napoleo'dan lezzetli ama barut gibi,
kaç derece bilemiyorum. İcabına bakıyoruz. 26) Görünüşe göre başka eğ
lencesi olmayan 'velet' bizi seyrediyor, sıtmadan titreyen iki köylü de var
dipte, yumulmuş, boğma içmeyi reddeden. 27) 'Boğma' şansını kazanmış
olmalıyım ki, Şükrü elini omzuma dayıyor: ' İkramdaş sayılırsın, bre sür
gün Ağa' diyor. ' Eyvallah' diyorum. 28) Şükrü kapının eşiğinde saygılı du
ran velede, 'Git Kasap Şükrü'yü çağır bakayım' diyor. 29) Kasap Şükrü se
ğirtip geliyor. Kahveci Şükrü, Şükrü'ye: 'Sende oturacak bu can' diyor. El
cevap: 'Başüstüne!' Oldu bitti. 30) 'Kira kaça ?' diyecek oluyorum. 31) 'Sus,
sus, ayıp ediyorsun, ne demek para...' diyorlar, koro halinde iki Şükrü bir
den. 32) Kasap Şükrü'nün evi hoş, iki katlı bir köy evi. Avluyu, koca incir
ağacını, kuyuyu, ahırı, helayı ve evi saran yüksek bir duvar, çepeçevre kıv
rılıyor. 33) Kasap Şükrü'nün anası Erzurumlu, uzun, zayıf, kupkuru, tünı
iyilik saçan bir yaratık, bir mumya. 34) Odam mükemmel, kerevetli, ocak-
ABi D i N D i NO 3'
lı bir oda. Ama tamtakır. Olsun. 35) Kasap Şükrü'nün dükkanı yok, kaçak
kesiyor hayvanları hesapça, o bakımdan etten yana sorunu yok, üstelik bul
guru, şarabı, şusu busu tamam. Para vermeye kalkışıyorum, kıyamet kopu
yor. Ana bir güzel paylıyor beni. 'Sus, ayıp ediyorsun evlat' korosu bir da
ha sürüyor dakikalarca. 36) Bir 'cicim' albnda iyi bir uyku. Kerevette şilte
siz de yatılıyormuş pek güzel. Zaten şilte de gelecek ertesi günü.
Mecitözü küçük ama şirin. Topu topu üç beş dükkan, birkaç ev, ka
rakol, şu bu ... Şükrü'nün kahvesinde Mecitözü'nün önde gelenleriyle tanı
şıyoruz artık. 'Geçmiş olsun'a geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğü
mün nedeni uruurlarında değil. Çabucak farkına vanyorum ki, 'ikamete
memur' olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan 'terfi' edip, saygıdeğer sür
gün 'payesine' yükselmişim bilmeden... 37) 'Yıllar önce Hüseyin Cahit Bey
de sizin gibi bize misafir olmuştu efendim' diyorlar, yaşlı iki Mecitözülü.
Hem Abdülhamid, pek seçkin sürgünleri, özellikle Mecitözü'ne gönderir
miş... Ne şeref! Koltuklarım kabarıyor. Tevekkeli değil, II. Abdülhamid'den
sonra, II. Parmaksız Hamdi, bana buralarını 'tensip' buyurmuş. Meğer il
tifat etmiş de kadrini bilememişim işte."
Evet, işte böyle. Çorum'un Mecitözü kasabası, Osmanlı İmparator
luğu'ndan beri ve özellikle Abdülhamid döneminde sürgün yeridir. Siyasi
nedenlerle dışlananlar, tecrit edilmek istenenler, İstanbul'dan, o zamanki
başkentten, Dersaadet'ten (bu isim işte böyle durumlarda bilhassa gerçek
tanırnma ulaşıyor mutlaka!) uzaklaştırılıyorlar. Kimler var kimler sürgün
edilenler arasında. Hele Güzin'in ve Abidin'in ailelerinden...
Güzin, Abidin'in ilk sürgünlük günlerine ilişkin şunları anlahyor: "Abi
din varınca kasabaya, jandarma onu bir kasabın (Kasap Şükrü) evine yerleştiri
yor. Bir taş odaya. Hiçbir şeyi olmayan. Ne çanak çömlek. Ne masa, ne sandal
ye. Ne hiçbir şey. Hiçbir şeysiz bir oda. Yere doğrudan doğruya gazete filan se
rerek yemek yiyor, yine gazete sererek yerde uyuyor. Tam bir yokluk içinde."
PİROGLU HALIL
Mecitözü Alevileri güzel insanlar, Piroğlu Halil onların lideri ve O
da Abidin'i görmek, tanımak, söyleşmek ister. Bir gün çıkagelir nitekim.
Abidin yazıyor:
ABiDiN DiNO 33
İşte benim Kızılbaş (Alevi. M ŞG) günlerim
böyle başladı.
Hacı Bektaş Veli'nin dediği ne güzel:
'Yeryüzü etim benim
Akan sulardır kanım."'
ATLlLAR
Ve hemen ertesi günü, sabah on-on beş atlı geliyor. Atlılar taş oda
yı donatmaya geliyorlar. Şilte mi istersin, al sana şilte. Keçe mi keçe. Halı
mı halı. Yorgan mı yorgan. Kilim mi kilim. Ne istersen hepsi var. Erzak fi
lan da. Böylece Abidin'in taş odasını biraz yaşanabilecek hale koyuyorlar.
Kilimler, halılar içinde taş bir oda yaşanabilir hale gelebilir mi? Bilinmez.
Yaşar Kemal'in bir yerde şunları yazdığı ise biliniyor: "Çorum'da Mecitö-
AB i D i N D i NO 35
lan, hem de daha sonra tartışılacak ve tartışması sürecek olan "köy romanı"
konusunda ilk örnekler arasında bulunmalandır. Bunlar roman değildir el
bette, ama köylüyü, köyü ve köy emekçilerini betimleyen önemli yapıtlardır.
Kimi "Şehirli yazar köy romanı yazamaz, (çünkü uzaktan görmüştür
(!?), yaşamamıştır. Köyü ancak köyde yetişen, köylü olan romancı yazabilir"
demektedir. 196o'lı yıllarda çok tartışılan konulardan biri buydu: "Köylü köy
romancısı" ile "şehirli köy romancısı" arasındaki uyuşmazlıklar...
Bir ara ise "ilk köy romanı" hangisidir meselesi tartışıldı: Ebubekir
Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa'sı mı (1908 ya da 191o'da yayınlandığı söy
leniyor), Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ı mı (1932), Sabahattin
Ali'nin Kuyucaklı Yusufu mu (1937) , Samim Kocagöz'ün Bir Şehrin İki Ka
pısı mı? (Köy-kasaba arasını anlatan yapıt 1948'de yayınlandı.), Mahmut
Makal'ın Bizim Köy'ü mü (1950), Yaşar Kemal'in İnce Memed'i mi (1955),
Fakir Baykurt'un Yılaniann Öcü mü (1958) ?
Bu isimler ve kitaplar sıralanır ve tartışılır. Yazar olan yazarların
romanlarıdır tartışılan. Bu arada unutulanlar da vardır. Örneğin, Reşat
Enis Aygen ve romanı Toprak Kokusu. Abidin'le 1987'de bu konuları ko
nuştuğumuz bir gün, Abidin, Reşat Enis'in yapıtını övmüş ve nasıl yazdı
ğını anlatmıştı. Çetin Altan, Abidin'in vefatı sonrasında dostunu anmak
için kaleme aldığı köşe yazısında şu notu düşüyor: "İsmayıl Hakkı Balta
cıoğlu arşivinde/koleksiyonunda Abidin'in yaptığı bir Reşat Enis portresi
ni gördüğümü anımsıyorum. " Reşat Enis, Yeni Adana gazetesinde çalışır
ken toprak ağalarını dinleyip notlar almış ve ciddi bir çalışmadan sonra ki
tabını yazmış. Toprak Kokusu 1944'te yayınlandı. Şükran Kurdakul, Şair
ler ve Yazarlar Sözlüğü'nde (Cem Yayınevi, İstanbul, 1 985) , Reşat Enis'in
1940-1945'te Adana'da çıkan Bugün gazetesinin yayın müdürlüğünü yap
tığını belirtiyor ve şunları ekliyor: "Adana'da bulunduğu yıllarda yayınla
dığı Toprak Kokusu üzerine kovuşturma açıldı, heraat etti." Kurdakul, ya
...
A B i D i N D i NO 37
Selim: Teneşir suratlı karı, melun! Kocan yatağına girer mi hiç,
daha sayalım mı, ya mütahit tek gözlü mütahit!
Mebrure: Kokmuş keçiyi kim köfte yaptı! Bulaşık suyu artığı,
mundar!
Selim: Cadaloz, sen o pamukları kendi bumuna tık, aniadın mı,
kendi burnuna. Aman Allah ne günlere kaldık!
Mebrure: Kösele suratlı!
Selim: Leş!
İşte herkes kendi "ağzıyla" böyle konuşturulur.
"EMECE"
Bu arada bir de "Garip" vardır. Kahramanlar arasında. Sessiz, seda
sız. Sorulmadan ağzını açmayan. Olumlu tipierin bütün eylemlerinde yan
larında hemen yerini alan "Garip."
Olumlu tiplerden Hasan ile Hüseyin'in "Emece"yi bir anlatışı var ki
Abidin'in, kolektif çalışmaktan, ortak yaratmaktan kısacası komünistlikten
ne anladığının somutlaştırılmasıdır sanki:
AB i D i N DiNO
39
Garip: "Artık vakit geldi, gidiyoruz Ali" der.
Yılmaz Güney Parisli günlerinde Abidin'in Kel oyununu filme al
mak için çalışıyordu. Abidin'in oyunu aylarca Yılmaz Güney'in çalışma
masasında bekledi (İnsan Yılmaz Güney isimli kitabıma bakılabilir: Kaynak
Yayınları, İstanbul, 1994). Önce hastalık sonra ölüm izin vermedi, Güney
Kel'i fılmleştiremedi.
Kel, Çorum, Mecitözü ve köylerinde, yaylalarında, sürgün günle
rinin kurgulaştırılmış ve bin bir Abidinik buluşla zenginleştirilmiş biçi
midir. Bu yapıtta isimleri biraz değiştirilerek takdim edilen kahramanla
rı, Kızılbaş Günlerim isimli kitabında Abidin gerçek isimleriyle tanıtıyor.
Örneğin Kel'deki "Alevi ileri gelenlerinden Pir Ali" gerçekte Piroğlu Ha
lil'den başkası değildir. Kasap Şükrü, Kahveci Şükrü, Abidin'in en olum
lu tipleri olarak hem yapıtlarında hem de hafızalarımızda. Abidin'in, Gü
zin'in, benim ve şimdi bu satırları okuyanların. O güzel insanlar o güzel
adarıyla yine Çorum, Mecitözü senin Amasya benim koşuşturuyorlar.
Hayat bu.
Hayat bu, evet. Ve hayat sürgün de bile anlamlı kılınabilir. Sürgü
nün bir anlamı olur o zaman. Hele Abidin, Arif ve benzerlerininki gibi yıl
larca sürerse iç sürgün. Sonuçta bu bir iç sürgündür. Yinelemekte yarar
var: Kendi ülkesinde sürgün. Böylece Anadolu halkını çok yakından tanı
ma olanağı buldu sürgünler. Ve elbette Abidin ile Arif.
Abidin aynen şunları dile getiriyor: "Çok ilginçti gerçekten. Gerçek
Anadolu ile karşı karşıya kaldım. Dost Anadolu ile. Ben ister istemez ve her
zaman olduğu gibi çizdim. Bol bol çizmeye başladım. Aynı zamanda yazı
yordum da. Bir piyes düşünmüştüm ve yazmaya da başladım. İsmi Kel."
Sürgün olmasaydı belki ne Abidin, ne de Arif uğrayacaktı Anado
lu'ya: Çorum, Mecitözü, Kayseri, Develi, Adana ve daha bir dizi kent, kasa
ba ve köye. Onlar buralara uğradılar. Buradaki insanları tanıdılar. Buradaki
insanlar da bu iki kardeşi. Ve bu iki kardeş, gidip yaşadıkları her yerde bü
tün bildiklerini, bütün bilgilerini yaydılar, sanki ektiler. Ekilenler zamanla
yeşerdi. Sürgün bu anlamda İstanbullu aydınlada Anadolulu okumuş-yaz
mışların buluşmasıdır. Sıkıyönetim ile istanbul'daki bir tür antifaşist me
kanlar, dergiler, gazeteler dağıtıldı. Dağılanlarjdağıtılanlar Anadolu'da baş-
iç S ü RG Ü N : ÖNCE M ECiTÖZ Ü
ka biçimlerde toparlanmasını bildiler. Bu açıdan hiç olmazsa sürgün "yarar
lı" oldu demek abartı olmaz. Böyle bir gelişme için sürgün elbette tercih
edilmez. Ama somut olarak böyle bir sonuç doğduğunu da vurgulamak zo
nmdayız. Sürgün edilmiş muhaliflere gittikleri yerlerde gençlerin, öğret
menlerin, okumuş-yazmışların ilgisi ve yakınlığı bu oluşumu yaratmıştır.
ABi D i N D i NO
Abid i n ' i n desenleriyle a ğ ı t .
ı ç S ü R G Ü N: ÖNCE M ECiTÖZÜ
kalma Beki Kaplıcası'dır." Bedri Rahmi'den birkaç satır daha okumaya ne
dersiniz? Bir içim su, buyrun lütfen:
Şimdi bir soru takılıyar aklıma: Abidin ve Bedri Rahmi de o gün ha
mama girip ter attıktan sonra mı yukarıda sözünü ettiğim fotoğraf için poz
verdiler? Ve yine Abidin ile Bedri Rahmi o insanlarla birlikte o gün mü fo
toğraf çektirdiler?
Abidin'in "havuz sefası" bir kere ile sınırlı değil. Bunu biliyoruz.
Nitekim Güzin bana anlattı. Bu havuz sefaları sırasında Abidin fark ediyor:
Bir adam var, hep yanında vejveya çevresinde yüzen. Abidin önce "Belki
polistir" diye düşünüyor. Sonra adamın kendisiyle konuşmak isteğinde ol
duğunu fark ediyor. Ve bir gün o adam Abidin'e açılıyor: "Ben ortaokul ta
rih öğretmeniyim" diye kendini tanıthktan sonra ekliyor: " Sizin burada ol
duğunuzu okuduk. Daha önce yazdığınız birçok yazıyı da okudum; ben ve
talebelerim, hepimiz hazırız. Ne isterseniz yapmaya hazırız, emirlerinizi
bekliyoruz. Ne isterseniz yapmaya çalışırız." Abidin'le eylem yapacaklar.
(Bunları bana anlatan Güzin burada katıla katıla gülüyor.) Abidin bunun
üzerine "Bekleyin, şimdilik bir şey yapmayacağız" yanıtını veriyor. İşte böy
lece aralarında bir alıhaplık da doğuyor.
AB i D i N D i NO 43
DAGSARAY
Sürgünde zaman zaman değişik şölenler bile eksik değil. Medtözü
taraflarında da "bağbozumu zamanı" eylül ve ekim aylanna rastlar. Anado
lu'nun neresinde olursanız olun bağbozumu vakti gelince şölen zamanı da
gelmiş demektir. Abidin'in Dağsaray köyünü ziyareti böyle bir döneme
rastlıyor. Daha önce yazdım, Abidin de söyledi. Medtözü kasabası Çorum
ile Amasya arasındadır. İkisine de neredeyse 40-50 kilometre kadar uzak
lıkta. Ama sanki Amasya'ya biraz daha yakın. Gönül ilişkisi olmalı bu. Ve
Alevilerfatlılar, Abidin'i alıp götürüyorlar. Bu kez bir bağbozumu şölenine.
Abidin bizzat yazdı. 29 Ağustos 1962 tarihli Öncü gazetesindeki
"Görüntü" başlıklı ve "imecefemece" konusuna değinen makalesinden bir
bölümü aynen aktarıyorum:
"Eski Anadolu inançlarını deşin; ortaya çıkan yasa, çoğu zaman bir
köylü yasası. Kızılbaşların (Alevilerin. M ŞG) "tek kazan"da aş pişirdi
ği bir bağbozumu şöleninde karnını doyurmuş mutlu bir kişiyim. Se
ne 1942, Dağsaray köyü (Çorum-Amasya arası), köyün damlan ayağı
rnın altında basamak basamak, uçurumun dibinde buğular içinde
Amasya ovası, mavimtırak Biz bir topaç çam ormanında, dev boyu
yüksekteyiz. Kız erkek halay çeker. Kazana kişi gücüne göre aş kat
mıştır, isteğine göre yer içer. Yüzlerce köylü bir arada, kardeşçe beni
de aralarına almışlar, sürgünüm, buyur efendi demişler, sen de al ka
şığını çal kazana, baş köşeye oturtmuşlar. Ben ne yüzden sürülmü
şüm. Dağsaray'da bulduğum bu tören, bu kardeşlik ne? Geçelim. Ba
bailerden Kızılbaşiara (Alevilere. MŞG) kadar has kaynak böylesine.
Fuat Köprülü'de okudum, bu serden geçti inanç çeşnileri, Türk töre
sine en yakın olarılanymış. Anadolu'nun duygu zincirinde, Tanpı
nar'ın 'his tarihi' dediği üst yapı oluşunda süregelen 'benlik'ten sıyrıl
ma çabası, benliği yok etme sarhoşluğu, 'bizliğe' erişme özlemi değil
de nedir? Bir ovanın buğdayını kaldırmaktan bir kilim dokumaya, en
büyük işlerden en küçük işlere varıncaya kadar bu bir yasa. Bir tek ki
lim üzerinde nöbetieşe nakış dokuyan hacılan görmediniz mi? Nakış
ta yaratma birliği. Çorum'da bir beyaz ekmek yapılır, üç gün üç gece
RE SİM
Medtözü sürgünlüğünde zaman böyle geçti denebilir mi? Alevi
lerle yaylalara çıkmak, köylere inmek, havuza gitmek, Kahveci Şük
rü'nün "enfes" boğmasından yudumlamak. Bu arada Abidin Kel isimli
piyesini yazmaya veya en azından kafasında notlamaya da zaman buldu
anlaşılan. Ama bu kadar da değil. Ressam olduğunu unutmayalım sür
günümüzün.
Canan Gerede'nin Abidin üzerine belgesel filminde, bir ara Abidin
aynen şunları söylüyor: "Sürgün edildim Mecitözü'ne. ikamete memur ya
ni. Anadolu'yla karşı karşıya kaldım. Gerçek Anadolu'yla. Orta Anado
lu'yla. Ve ister istemez her zaman olduğu gibi çizmeye başladım. Bol bol
çizdim." Abidin'in o günlerde çizdikleri "Irgatlar," "Göç" dizisi resimleri,
desenleri olarak ortaya çıkhlar. Görücüye çıkar gibi. Resimler ve desenler
gösterilmek için yaratılmıyorlar mı?
Evet, sen gel Anadolu ile karşı karşıya kal ve Anadolu insanım, ka
dınını, erkeğini, çoluk-çocuğunu çizme. Mümkün mü ? Değil elbette: Abi
din Çorum' da, Mecitözü'nde, Dağsaray'da ve birçok mekanda Anadolu hal
kını, köylüsü, işçisi, emekçisi, kadını, erkeği, çoluk-çocuğu ile ve onları
kendi doğal ve hayali çevreleriyle/çevrelerinde resmetti. Resimler izledi re
simleri. Resmileri değil. Asla! Resimler halaya durdular Amasya ovasında,
Çorum yaylasında. Yüzleri güneşe dönük.
Bu resimleri önce en yakınları izledi. Daha sonra Adana'da yaptık
larıyla birlikte Ankara'daki sergilerinde meraklıianna sunuldular.
ABi D i N D i N O 45
Abidin'in "Göç" dizisinden ı rgatlar.
iç S ü RG Ü N : Ö N C E M EC i TÖZÜ
gibi, "Sen merak etme, eşine ve çocuklarına ben bakarım ölene kadar" de
yivermişti. Ve sözünün eri adam Arif, böylece kalabalık bir ailenin "baba
sı" olmuştu. İstanbul'dayken, "Süleymaniye'nin bir minaresi dibindeki es
ki püskü ahşap kiralık evde, çubuğuna cigaralar takıyor, etrafında olan bi
teni seyrediyordu, gayet sakin, gülümseyerek." Abidin böyle yazıyor.
"Ailesi," eksik olmasın, Arifi Develi'de de yalnız bırakmadı. Ee, dü
zenli geliri olmayan sürgün adamın yapacağı nedir? Adana'daki otlakiye
den geleeeldere göre bakkaldan borçla alışveriş yapmak. Ailece elbette.
Borçlar yiyip içmekle gittikçe artıyor.
Arif evet yalnız değildir, ama böyle bir aileye bakmak da kolay de
ğildir. Bu borç gittikçe artacak ve Arifi Adana'da da izleyecektir.
AB i D i N D i NO 47
"Milli Eğitim Bakanlığının altında bir kantinimiz vardı, ucuz yemek
verirdi. Öğleyin bütün arkadaşlar orada yerdik Fakat akşam olunca ev
liler evine giderdi. Ben ve bir iki bekar, kantinin ölü gözü gibi yanan
elektrik lambasının altında, öğlen yemekleri yerdik akşamlan da...
Bir gün Arif Dino, sürgün olduğu Develi'den izinli geldi Anka
ra'ya. Parası yok. Onu da buyur ettim bizim kantine öğle akşam. Öy
le neşeli yiyor ki yemeğini, durumundan hüzünlenmeyi unuttum.
(Anday burada Eminamın ailesi olayını aktarıyor. Ama sanki bu olay
Kayseri'de olmuş gibi. Oysa birinci elden tanık Abidin'in ÇYÖ'deki
anlatımını yukanda aktardım. Olay İstanbul'da yaşandı. Sonra sözü
şöyle bağlıyor Anday) Çaresiz, Arif Dino kadınla çocuğunu yanına al
mış. 'Şimdi onlar ne yiyip içiyorlar?' diye sordum. Arif Dino 'Bir te
neke kavurma yaptınp bıraktım onlara' dedi."
İşte böyledir Arif Dino. Cebinde metelik yok. Ama ne eder eder
Eminanım, torunları ve gelininin aç kalmaması için tedbirini alır. Burada
adı geçenlerin diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermek için bakkaldan borca alış
veriş yapma olanakları bulunduğunu da anımsatmalıyım.
ABi D i N D i NO 49
kimine göre "İngilizci" Vatan gazetesi Nazi Almanya'ya karşı yayın yapma
sı nedeniyle iki ay süreyle kapatıldı. Çünkü anlaşılacağı gibi, Nazi Almanya
öncelikle "dost ve müttefik bir devlet" olarak değerlendiriliyordu, yüksek
makamlarca.
Bu hükümet döneminde daha ilginç bir olay var: 14 Temmuz
1942'de Deniz Kuvvetlerinin "Atılay" denizaltısı Çanakkale Bağazı açıkla
rında hattı. Kimi aletlerinin denetimini yapmak için dalış yapan gemi ania
şılamayan bir nedenle seksen metre derinlikte, bir denizaltı için asla çok ol
mayan bir derinlikte yani, bir daha gün yüzüne çıkamadı. Kurtarma takım
larının çalışmaları da sonuç vermedi ve binbaşı Sadettin Gürcan komuta
sındaki beş subay, on sekiz erbaş ve on altı er şehit oldu. İşin garip, drama
tik ve çarpıcı tarafı şurada:
Denizaltının Almanya'nın pek ünlü ve başından beri Nazileri des
teklemesiyle bilinen Krupp Firması tarafından veya daha ince deyişiyle "gö
zetiminde" Türkiye'de yapılan bir denizaltı olmasıdır. Ve daha dramatik
yönü "kimi araç ve gereçlerin denetimi" için, yani iyi çalışıp çalışmadıkla
rını saptamak için "canlı" tatbikat yapılması ve bir anlamda kobay olarak
kullanılan canların bizim canlar olmasıdır. Nitekim deniz içinde dokuz mil
deniz üstünde yirmi mil hıza ulaşabilen denizaltıda büyük bir top ve altı
torpido kovanı bulunuyordu.
Son yıllarda artık herkesin duyduğu ve öğrendiği Varlık Vergisi Ka
nunu da bu hükmet döneminde Kasım 1942'de kabul edildi. 12 İkinci teş
rin (Kasım) 1942 tarihli Cumhuriyet, "Büyük kazançlı vatandaşlardan vergi
alınacak" başlığı altında varlık vergisinin "bir defalık" olduğunu belirtiyor.
Aynı gazete "Büyük Millet Meclisinde hararetli müzakereler" başlığı altın
da ise "Başvekilin nutku alkışlarla karşılandı, varlık kanun layihası (tasarı
sı) müttefikan (oybirliğiyle) kabul edildi" haberini veriyor. Neredeyse keyfi
bir biçimde belirlenen vergisini zamanında öde(ye)meyen Türkiye Cum
huriyeti vatandaşları sürgüne ve taş kırmaya gönderiliyordu. Bir örnek ver
mek gerekirse buynın: "Tümü İstanbullu gayrimüslimlerden oluşan 32 ki
şilik ilk kafile Aşkale'ye doğru 27 Ocak 1943'te" yola çıktı. Eylül 1943'e ka
dar Aşkale'ye gönderilen ve zorunlu çalışma yaphnmıyla yükümlü insan
sayısı bin üç yüze yaklaşıyordu . . . O günlerde Varlık Vergisi ödemek zorun-
AB i D i N D i NO sı
Ancak General Charles de Gaulle'ün 30 Mayıs 1943'te Cezayir'e
gelmesinden sonra işlerin merkezileştirilmesi üzerine, bu görevini general
de Gaulle taraftarı Rene Massigli'ye bırakıyor ve kendisi Fransa Geçici Hü
kümetinin "delegue general"i, temsilcisi diyelim, olarak Türkiye'ye gönderi
liyor. Bir Osmanlı tebaası ile evli olması elbette bu konuda belirleyici olma
lı. Belki Türkçe de biliyordu. Önemli olan nokta o yıllarda Türkiye'nin jeo
stratejik konumu ve savaşa girip yeni bir cephe açması olasılığı nedeniyle
özenle değerlendirilmesidir.
Fransa'da olup bitenler bizi ilgilendiriyor. Hem Jacques Tarbe Sa
int-Hardouin nedeniyle. Çünkü adı geçen önce İ stanbul'da sonra Anka
ra'daki görevi sırasında (Ayrıntıları bir kenara bırakmak zorundayım, yok
sa bu iş çok uzayacak) sürgündeki Abidin'e, Güzin'in bana anlattığı gibi,
"Fransa'da yayınlanan avant-garde dergileri düzenli bir biçimde göndere
cektir." Yani adı geçen Abidin'le ve durumu ile ilgilidir. Durumu biliyor.
Ocak 1945'e kadar Ankara'da görevini sürdürüyor.
Nihat Erim, Günlükler'inde (Birinci cilt, s. 2 9-30) bakın neler yazı
yor: " 5 Ocak 1945, ( . . . ) Cuma günü Raif Meto'nun Ankara'dan ayrılacak
olan Fransız Muvakkat (Geçici) Hükümeti temsilcisi Hardouin şerefine
verdiği öğle yemeğinde İnhisar (Gümrük) Vekili Suat Hayri (Ürgüplü) ile
bu mesele üzerinde görüştüm."
Evet adı geçen Ankara'da bulunduğu günlerde Abidin ve Arifile on
ların sürgün belasından kurtulması için uğraştı mı? Böyle bir soruyu sor
ma hakkım var. Ama yanıtını şimdilik veremiyorum.
Ancak Abidin'in Ocak 1945'te birkaç günlüğüne, (Güzin'in bana
söylediğine göre "İki gün için gitti ama dört gün kaldı.") Ankara'da bulun
duğunu da bilince şu akla geliyor: Abidin Adana'dan Ankara'ya başka bir
yere sürülmesini engellemek için geldiğinde, Ankara'yı terk edecek olan
Nesrin Celal Nuri ile eniştesini de gitmelerinden önce son kez ziyaret et
miş olabilir. Bu noktaları elbette araştırmak gerekiyor.
Bu konuyu epey uzattım özür dilerim ama bitirmeden önce şunu
da eklemek istiyorum. Rene Massigli 1938-1940 arasında Ankara'da
Fransa Cumhuriyeti büyükelçiliği görevini yürütmüştü. İ şin daha ilginç
tarafı da şurada. Jacques Tarbe de Saint-Hardouin'in 1952'de yeniden
SAVAŞ VE S ü RGÜN
Savaş sürecinde olup bitenler Abidin'i ve Arif'i birinci dereceden il
gilendiriyor. O günkü ve daha sonraki yaşamlarının değişik aşamalarında
da bu savaş sırasında olup bitenler ve olaylara karışanlada arkadaşlık ettik
lerini de şimdiden eklernem gerekiyor. Hele Abidin'in: Fransa'daki Resis
tance (Direniş) Hareketine katılan, sadece katılanlar da değil, örgütleyenler
Abidin'in Parisli yıllarında yakın arkadaşlarıdırlar. Yeri gelince göreceğiz.
1942'nin sonunda Fransa'daki yoldaşlar, Direnişin başarısı için
canla başla mücadele ederken Türkiye'deki iki kardeş, sürgün yaşamını da
ha "insancıl koşullarda" sürdürmek için çabalıyorlardı.
Arif Dino'nun Saraçoğlu nezdinde vejveya hükümetindeki diğer ta
nıdıklar nezdinde ne zaman ve nasıl ilk başvurusunu yaptığını bilemiyo
rum. Ama şu kesin. Mesele hemen çözül(e)miyor. Epey bir zaman alıyor.
Aralık 1942'de, Avrupa'da da İkinci Dünya Savaşının seyri değişi
yor. 17 Aralıkta SSCB orduları Nazilere karşı hücuma geçtiler. SSCB ordu
larının başanları her geçen gün arttı. 22 Aralıkta Kafkaslarda Naziler geri
çekilmeye başladılar. 24 Aralık'ta Naziler Stalingrad'ın 6o kilometre güne
yine kadar "kovalandılar." Ancak, Mareşal Paulus ve askerleri, bilhassa
panzerlerinin yeterince benzini kalmadığından, Stalingrad'dan çıkamadı
lar. N aziler her bakımdan yıkılmak üzereydiler ... Bu durum o ana kadar ki
mi destekleyeceği konusunda kararsız kalan Türkiye Cumhuriyeti'nde,
M üttefıklerden yana takıma birkaç puan kazandırdı.
AB i D i N DiNO 53
ZELZELE
Kuzey komşusu savaşın dayattığı dramlarla yanıp tutuşurken Türki
ye başka tür acılarla karşılaştı: n Aralık 1942'de Çorum Hamamözü Vadi
si'nde 5, 9 büyüklüğünde ve hemen sonra 20 Aralık 1942'de Tokat'ın Erbaa
ilçesinde bir deprem oldu, beş yüze yakın insan yaşamını yitirdi, binlerce bi
na yıkıldı. Deprem etkisini Mecitözü'nde de gösterdi. Abidin'in kaldığı bina
sarsıldı, odasının duvarı yarıldı. O günleri amınsayan Güzin bana 30 Ocak
2004'te şunları anlattı: "Tevfik Fuat'la (Tevfik Fuat Kent, 193o'larda D Gru
bu sergileri için yazılar kaleme alan, 194o'larda hoş hikayeleriyle tanınan,
Abidin'in ve Rasih Nuri ileri'nin o günlerdeki canciğer arkadaşı. MŞG) Abi
din'e bir şeyler yollamak istiyoruz. Ortaklaşa bir şey almak niyetindeyiz. İki
miz aramızda paralanmızı denkleştirdik ve Abidin'e kışlık, yani epeyce kalın
böyle gocuk türünden bir şey aldık. Hani gemiciler giyer ya, onun gibi bir hır
ka. Lacivert. Onu nasıl yolladığımızı şimdi amınsayarnıyorum ...
Abidin'e bir de fener yolladık Öyle bir fener ki böyle böyle sıkıyor
sun ve o sayede pili bitmiyor. Bu pilli fener Abidin'in çok işine yaradı. Çün
kü Abidin mektuplarında yazıyordu: 'Gece olunca ortalık zifiri karanlık.'
Yani bir ışığa ihtiyacı vardı geceleri.
Bu iki hediyemizi Tevfik Fuat'la birlikte katardık ve yolladık."
Soğuk kış gecelerinde Abidin, Güzin'in o yün ve kalın hırka ve go
cuğuyla ısındı ısınabileceği kadar ve o pilli feneriyle aydınlandı.
194o'larda öyküler yazan Tevfik (Fuat) Kent, 1942'de Fransızlarca
işletilen İstanbul Havagazı Şirketinde çalışıyor. Ve Şirket Kooperatif Mü
dürlüğü görevini yapıyor. Büyük olasılıkla onun yardımıyla bu şirkette sı
rasıyla Rasih Nuri ileri, Rasih'in arkadaşı Hıfzı Topuz ve bir süre sonra Ya
şar Kemal de çalışıyorlar. Şirket müdürü M. Bussac Galatasaray Lisesi me
zunu öğrencileri özellikle tercih ediyordu. Bunun da etkisi oldu elbette. O
günlerde Hıfzı Topuz Galatasaray Lisesini yeni bitirmiş, Hukuk Fakülte
sinde öğrenci ve yarım gün şirkette çalışarak ekmek ve kitap parasını çıka
rıyor (Topuz'un Eski Dostlar isimli kitabına bakılabilir, Remzi Kitabevi, İs
tanbul, 2000, s. 12 ve 13).
Müttefiklerin Afrika'da ve Avrupa'da askeri ve siyasi başanlar elde et
mesinin de etkisiyle ülke içinde kimi sınırlı olumlu gelişmeler üzerine, Arif
AB i D i N D i NO 55
3 1 Ocak 1 943'te Stalingrad'da kendi kendilerinin malıkumu Nazi
ler teslim oldular. Mareşal Friedrich Paulus'un 1oo.ooo'den çok askeriy
le teslim olması Hitler'in sonunun yakın olduğunu muştuluyordu. Bin
lerce, on binlerce, yüz binlerce Alman genci kaldı oralarda. Barış antiaş
ması imzalandıktan sonra sağ kalan sadece altı bin asker ülkesine döndü.
Kıyım ve sorumluları belli. 3 Şubat 1 943'te Stalingrad kuşatmasına katı
lan son Nazi de teslim oldu ve kuşatma bitti. Dünya derin bir nefes aldı.
Ankara'da da siyasette göreceli bir temiz hava alma arzusu belirdi. Anka
ra dış politikasını "ortaya" çekmeye girişti. Aynı zamanda iç politikasında
o zamana dek sırtlarını sıvaziadığı kendilerine "turancı" veya "Türkçü"
adını veren sivil ırkçılara hoşgörüsünden vazgeçmeye koyuldu.
16 Ocakta Başbakan Şükrü Saraçoğlu The Times'a verdiği söyleşide
şunu vurguladı: "Türk-Rus ilişkileri dostane niteliğini hiçbir zaman yitir
memiştir."
30 Ocakta İsmet İnönü Adana-Tarsus arasındaki Yenice'de, kenara
çekilmiş cumhurbaşkanlığı vagonunda, İngiltere Başbakanı Winston
Churchill ile gizli bir görüşme yaptı. Türkiye'nin Müttefikler yanında sava
şa girmesi halinde yapılacak yardım konuşuldu. Türkiye, bilindiği gibi, her
seferinde isteklerini artırarak, veya yeni askeri durumlara göre değiştirerek
savaşa girmeyi sürekli olarak erteledi. Böylece ülkeyi ve insanlarını savaş
belasından uzakta tuttu. Birçok olumsuz sonuçlarına katlanılsa bile savaşa
girilmedi. 13 Şubat 1943'te Dışişleri Bakanı Nurnan Menemencioğlu
S SCB'ye görüşmelerde bulunulmasını ve karşılıklı ilişkilerin düzeltilmesi
ni önerdi. Ve bu günlerden itibaren ırkçı, "Turancı," Nazizm ve faşizm
hayranı dergi, gazete, dernek ve kişilere karşı kimi önlemler alındı. (Bun
ların ayrıntılı bir dökümü için şu kitabıma bakılabilir: Türk Usulü "Demok
rasi, " Doruk Yayımcılık, Ankara, 1997, s. 20-39.)
Ocak 1943'te Nazım Hikmet ile Zeki Baştırnar Tolstoy'un Harp ve
Sulh'unu (Savaş ve Barış) Türkçeleştirmeye başladılar. Evet savaşın sonu
görünüyor barış "geliyorum" işareti veriyordu. Türkiye'de sol takıma karşı
göreceli bir hoşgörü başlıyor gibiydi. Çok uzun ömürlü olmayan bu "gü
neşli günlerde" Arif Dino kardeşiyle birlikte sürgünü Adana'da sürdürme
işini çözümleyebildi nihayet.
" İki kardeşin Adana'ya gitme işi kesinleşince beni çağırmaya karar
veriyorlar. Abidin Leyla Abla'sına telefon edip Rasih aracılığıyla ba
na haber gönderdi: ' Şu tarihlerde Ankara'da olacağız, sen de gel,
Azra'nın evinde buluşalım.' Ben de palas pandras gittim Ankara'ya.
Trenle. Gara vardım, boğazıma kadar kar var. Şubat ayı. Taksiye mi
Ae i o i N D i No 57
ne bindim. Azra'nın evi Karanfil Sokak'ta. Meşrutiyet Caddesi'n
den girince hemen sağda.
Azra, Abidin'in yalnız geleceğini sanarak evi bana bıraktı. Azra ev
den ayrıldı ve saat 21. oo'e doğru döndü. O arada olanlar oldu. Abidin
Arif'le geldi. Çünkü Arif, aile ve Abidin adına bana evlenme teklifi ya
pacak. Yani tam tekmil ciddi bir dest-i izdivaç sahnesi. Ama ben de
hazırlıklı geldim. Çünkü biliyorum Abidin, o gün içinde bulunduğu
koşullarda katiyen evlenmek istemeyecek ve hele 'Gel benimle yaşa'
filan demeyecek diye düşünüyorum; bu nedenle de bu öneriyi ben ya
parsam iş hallolur diye kuruyorum. Annem de taraftar.
İşte bu ruh hali içinde Azra'nın evinde bekliyorum. Arif de gelin
ce canım sıkıldı. Arif'in önünde böyle şeyler konuşulmaz filan diyo
rum. Ama işe bakın, önce Arifkalktı ceketinin düğmesini ilikledi ve
'Şimdi çok önemli bir şey söyleyeceğim' diye söze başladı ve söyleye
ceğini söyledi: 'Seni istemeye .. .' Anladım ve ben hemen pür şiddet
kalkıp 'Ne demek? Hayır! Ben isteyeceğim' filan deyince iş şakaya ve
eğlenceli bir havaya büründü. Ve biz bu hava içinde nişanlandık.
Kendi aramızda yani. En hoş ve en sevimli hallerimizle."
Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da bu anı şöyle yansıtıyor: "Arif,
Abidin adına Güzin'e resmen evlenme teklifi yapıyor! Arif konu
şuyor hep; oysa Güzin de Ankara'ya evlenme teklifi yapmaya gel
miş! Bu kararı üçü, karşılıklı kutluyorlar. Abidin ise malıcup da
mat durumunda! Sonra iki kardeş kalkıp otellerine gidiyorlar. İki
günlük izinleri var Ankara'da kalmak için. "
AzRA AzARLlYOR
Güzin bana anlattıklarını sürdürüyor: " İki kardeş gittikten sonra
ben sevinç içindeyim. Azra'nın dönmesini bekliyorum. Gelince müjdeyi
vereceğim, olan biteni anlatacağım. Heyecanlıyım da. Azra'ya işte şunları
konuştuk, şu kararı verdik diyeceğim ve onun da sevineceğini umuyorum.
Azra geç geldi. Ben hemen karar verdik evleneceğiz deyince bir kızdı, bir
kızdı, müthiş. Sonra öyle bir canıma okudu ki anlatamam. 'Bütün kariye
rin, bütün bilmem neyin havaya uçacak' ve daha neler neler. Babamdan be-
ABi D i N D i N O 59
İ Kİ NCİ BöLÜM
SONRA ADANA
6o SONRA ADANA
tir. Sivrisineklerini, sıtmasını, ırkçılarını, sivil polislerini, kazandıklarını
hazınedememiş "hacı ağaları" ve daha bilmem nelerini saymazsak. Ama
onları da asla es geçmeden. Çünkü bir kent birçok kattan oluşur ve biri di
ğerini görmemezlikten gelemez. Asla!
Bu kent bir şark çıbanıdır kardeşim yüzlere şenlik. Abidinlik
"yüz"lere elbette
Adana'nın çok da sıcağı vardır. Adana'nın çok da sokağı, caddesi,
meydanı vardır. İ şte Abidin Paşa Caddesi, işte İstasyon Caddesi.
İşte böyle bir akşamüzeri İ stasyon Caddesi'nde Adanalı gençler tur
luyorlar. Onlardan biri, İlhan Selçuk anlatıyor:
"O yılların Adana' s ında 'istasyon Caddesi', kadınlı erkekli grupların
Allah'ın sıcağında bir aşağı bir yukarı gidip geldiği 'piyasa' yeriydi...
Biz öğrenciler (İlhan Selçuk o günlerde 17-18 yaşındadır) için bu pi-
yasada bir tür eğlence fırsatı da doğuyordu.
Bir gün arkadaşlar karşı kaldırırnda yürüyen birini gösterdiler:
- Abidin Dino!..
Ressam, Adana'ya sürgün gelmişti...
Şehrin zenginleri de öğrencilerin keyifle belledikleri adlardı; Ömer
Ağa'yı (Ömer Sabancı) ya da Salih Bosna'yı tanımayan yoktu!..
Oğlu Salih Bosna sınıf arkadaşımdı; yeğeni Faruk'la aynı sırada yan
yana otururduk; aklımız fikrimiz futboldu ama edebiyata ve karikatüre (Bu
rada mutlaka kardeşi Turhan Selçuk'u anımsatıyor. MŞG) dönük rüzgarlar
da çoğumuzun başında kavak yelleri gibi esiyordu." (İlhan Selçuk, "Güneş
rengi bir yığın yaprak. . ," Cumhuriyet, 13 Nisan 2004- İlhan Selçuk 1925'te
.
Aydın'da doğdu, Adana Erkek Lisesinde okudu, Adana kültürünü aldı ya
ni. Ona da Adanalı denebilir bir anlamda. Çukurovalıdır ve Çukurova oku
lundandır o da.)
Üç KARDEŞ
1943 Şubat sonu veya Mart başında Adana'ya varan Abidin, ağustos
ayında gelecek ve eylül ayında evleneceği Güzin'i beklerken, önce otelde
kalıyor. Sonra Güzin'le birlikte oturacakları ilk evi buluyor ve evlilik hazır
lığı içinde, oraya geçiyor.
AB i D i N D i N O 6ı
Abidin'in kaldığı otel daha
önce babası Rasih Bey'in kaldığı ve
1 927'de vefat ettiği otel. Abidin var
dığında, o günlerde ve Rasih Bey öl
düğünden beri, aile adına işleri yü
rütmek için zaman zaman Adana'da
bulunan ağabeyi Ahmet de orada.
Ve aynı otelde kalıyorlar. Ahmet Di
no o günlerde 44 yaşındadır. Arif
daha sonra Adana'ya geliyor. Ve ay
nı otele yerleşiyor.
O günlerde Adana Parkında
çekilmiş bir fotoğraf var: Abidin kara
gözlükleri ile zayıf, ince, bir deri bir
kemik ve bıyıklı. Medtözü sürgünü
Abidin'i "eritmiş," zayıflatmış belli.
İ pince bir Abidin. Üç kardeşin en
yaşlısı Arif ortada, güleç. Takım elbi
seli. Ahmet Dino da tebessüm edi
yor. O da bıyıklı. Adana'nın o sıca
ğında. Saat kaç acaba? Arif sı yaşın
da. Yine Dev.
Ahmet Dino Adana'da geçiri-
Adana parkında üç kardeş: o sıcakta. yor zamanının bir bölümünü. "Ce-
nevre' nin en iyi dansörüydü" genç
liğinde. Ahmet tangocia birinciydi. Yakışıklıydı ve nice kalpleri alevlendir
mişti. Avrupa'yı da unutmaınıştı elbette. Bu nedenle fırsatlar yaratıp ver
elini Avrupa da diyordu. Dayı kızı, yani Dayko Cevat Bey'in tek kızı Ner
min'le evlilik ne kadar sürdü? Rasih Nuri İleri yanıtlıyor: "Beş yıl. Alı
rnet'in bütün evlilikleri zaten hep beşer yıl sürmüştür. Sanki matematik
sel bir kural." Ahmet Pikret Adil'in ilk eşi ve Güzin'in Dame de Sion gün
lerinin ilk gençlik arkadaşlarından Remide ile ne zaman evlendi? Ahmet
Dino'nun yaşamını tümüyle bilmek çok zor. Ama şunu biliyoruz: "Çoluk
62 SONRA ADANA
çocuk sahibi olmadı." Nermin'den ayrıldı, Remide ile evlendi, ondan da
ayrıldı ...
Güzin anlatıyor: "Ahmet Adana Şehir Kulübünden işlerini yürütür
dü. Adana Şehir Kulübü deyip geçmemeli. Milyarderler Kulübü çünkü.
Adana'nın zenginleri, o günlerde Türkiye'nin en büyük zenginleri. Kadın
ları Monte Carlo'dan giyinir bilmem ne, beyleri orada sıkı kumar oynar.
Abidin'in babası Rasih Bey'e zaten 'Zengin Rasih Bey' deniyormuş. Çün
kü o sırada, 192o'lerin sonuna doğru, zengin. Çünkü Abidin Paşa'dan kal
mış 48 bin dönümlük otlakiye var. Rasih Bey ölüyar otel odasında. Ahmet
gidiyor babasının yerini almak üzere. Sonrası vur patlasın çal oynasın. Ki
mi parçalar satılıyor. Kimi parçaları köylüler işgal ediyor. Ahmet Şehir Ku
lübünden çıkmadan işleri uzaktan yönetiyor. işlerin başında ise fiilen çift
likbaşıjkahya var, o yürütüyor. Ahmet'in nasıl para yediğine bakın bir ör
nek vereyim: Bir yıl hiç kış yüzü görmeden, soğuklada hiç karşılaşmadan
yaşamaya karar veriyor ve aynen uyguluyor. Yaz mevsimi nerede Ahmet
orada. Yani öyle yerlere gitmiş ki oralarda kış yok. Soğuk yok. Yani bu açı
dan bakınca insanın para yemesini bilmesi de lazım diyesi geliyor. Abi
din'in Verese piyesindeki 'Paşazade' tiplemesi Ahmet ve babası Rasih Bey.
Hatta Ahmet çiftliğe gidecek, pazarlık yapacak, el sıkacak adam bile değil.
Adam Şehir Kulübünden çıkmıyor."
"ÜTLAKİYE"
Arif ve Abidin Dino'nun Adana'ya gelmelerinin birincil nedeni, bi
raz önce vurguladığım gibi, geçim meselesidir. Arif, dedeleri Abidin Pa
şa'dan kalan mal-mülk ve toprakları yakından "idare etmek" ve "verese"yi
almak istemektedir. Nedir bu verese?
Daha önce gördük: Abidin ve Ariflerin dedesi Abidin Paşa,
ı88ı'den itibaren dört yıl dokuz ay Adana valiliği yaptı ve bu süre içinde
Adana'da çok ama pek çok toprak satın aldı. O zamanlar 6o.ooo dönüm
kadar olduğu bilinen topraklar aradan geçen süre içinde, çocuklarının ara
da bir satışları sonucu 194o'ların başında 40 ila 48.ooo dönümlük son de
rece büyük bir varlıktır yine de. Elbette, bizzat çalıştıranıjyöneteni olursa.
Dinolarda durum biraz farklıdır.
AB i D i N D i NO
Abidin Dino'nun çizgileriyle Çuku rova kadını.
S o N RA ADANA
Bir defa Adana'da bulunma nedenlerine bakalım: Sürgün. Daha 6o
yıl kadar önce dedelerinin vali olarak bulunduğu kentte torunlar sürgün
dür. Bir defa burada bir gariplik var. Dedelerinin Zaptiye Nazırı olan kar
deşi Veysel Paşa bu işi duysaydı mutlaka müthiş şaşardı. Ve kardeşinin to
runlarını fena halde haşlardı: Fesuphanallah!
Güzin, Abidin Paşa çiftliğinden söz ederken "Agba çiftliği" diyor.
Aslına bakarsanız "40. ooo dönüm kadar mal-mülk var, ama çiftlik değil.
Verimli de değil bu topraklar. Ormanlık bir bölümü. Kalanını da su bası
yor. Bu nedenle otlakiye olarak yıllık kiraya veriliyordu. Diyelim 10 bin baş
hayvan otlatılıyor, o zaman hayvan başına bir miktar saptanarak toplam bir
para alınıyor. Otlak mevsimi gelince elbette. O nedenle her zaman paramız
olmuyordu. Ahmet gibi Arif de bir miktar har vurup harman savuran cin
sinden bir tip. Hesabı kitabı yoktu. Dolayısıyla otlakiye gelirleri bir gün ge
lir, ertesi gün biterdi desem yanlış olmaz."
Dino ailesinin Yumurtalık'ta da mal ve mülkü var.
Güzin'in bana aktardığına göre, 1919 sonrasında Adana'yı işgal
eden Fransızlar tapu-kadastro işleri yapıyorlar. Güzin bu işe ilişkin belge
lerin ve tapuların Champs-Elysees civarındaki resmi kurumda bulunabile
ceğini sandığını söyledi. Ne olursa olsun "Agba çiftliği" ekime elverişli de
ğil. Devamlı su var bataklık gibi ama otlakiye olarak çok para getiriyor, yıl
da bir. Yayladan göçerler iniyor, aşiretler halinde, kiminin ıo bin kuzusu
var, kiminin üç bin inek ve koyunu. Göz alabildiğine otlakiye, yedi köyü
çevreleyen kocaman bir alan. Senede bir kere, nisan veya mayıs ayında
epeyce bir para geliyor. Bu para Arif, Leyla Abla, Ahmet, Abidin ve belki
1938'de Atina'da vefat edene kadar Ali Ekrem arasında paylaşılıyor. Ali Di
no'ya hiçbir zaman para gönderilmediğini tahmin ediyorum. Otlakiyeden
gelen para dört kardeş arasında paylaşılıyor.
Abidin'den, Güzin'den dinlediklerimden ve bu konuda okudukla
rınıdan anladığım şudur: Otlakiye oldukça önemli bir gelir getiriyor. O
para ele geçene kadar Adana'da yaşayan Ahmet ile başka mekanlarda ya
şayan Arif özellikle 'keseden yiyorlar." Yani otel, lokanta, kahve, bakkal
ve benzeri giderler deftere yazılıyor. Her yerde bir defter. Ayrıca şunu da
eklemeli, o yıllarda, hani paranın pek kullanılmadığı zaman dilimleri
ABi D i N DiNO
içindeyiz, herkes ama özellikle zenginler borca alışveriş yapar ve giderler
defterlere yazılırdı. Ahmet ve Arif de öyle yapıyor. Güzin'in bana anlattı
ğı gibi, " Deftere" yazılan borçlar birikiyor, birikiyor, birikiyor. Ve mevsi
mi gelince, otlakiye gelirleri varıyor ve hemen borçlara yatırılıyor. Defter
dekiler hesaplanıyor, borçlar ödeniyor, bazen elde avuçta çok az bir şey
kalıyor. Ve o kalan da kısa bir süre içinde uçup gidiyor. O zaman yeniden
deftere yazılıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor. Borçlar artıyor. Deftere yazıl
dığı ve özel bir biçimde izlenınediği için, ne nerede, ne kadar harcanmış
bilinmiyordu.
Rasih Nuri İleri, Sahne ve Kostüm Tasanmı, Abidin Dino da şu bilgi
'
yi veriyor: Abidin " ...Adana'ya gitmek için izin aldığında aynı sırada sürgü
ne gönderilen Arif Dino ile beraber diğer kardeşlerinin de tarlaları Adana
Valisi Akif İyidoğan tarafından kanunsuz olarak köylüye dağıtılınaya baş
landı."(s. 19).
Rasih Nuri ileri ile bu meseleyi ve verese konusunu 17 Aralık
2oo6'da uzun bir telefon görüşmemizde konuştuk. Burada bu söyleşimi
zin bir bölümünü aktarmak istiyorum:
MŞG: Adana Valisi Akif İyidoğan neler yaptı?
RNİ : Abidin ve Arif solcu oldukları için onlara karşı epey pislik yap
tı. Bir sürü toprağı dağıttı. Abidin Paşa'nın topraklarını kanunsuz olarak
köylülere dağıttı, 1942'de. Abidin'e ve Arife fazla kötülük yapamadı. Yani
bireysel, kişisel düzeyde. Çünkü Abidin'in arkasında Türk Sözü sahibi, CHP
milletvekili ve Adana'nın o günlerdeki etkili siyasetçilerinden Ferit Celal Bey
vardı. Ama epey toprak dağıttı. Ayrıca Abidin de o konuları hiç bilmediğin
den Arifle birlikte çiftlik işlerini öyle bir karıştırdılar ki yıllarca işleri rayına
oturtamamıştık. Kanunsuz olarak dağıtılan toprakları geri almak için dava
lar açtık. 1969'da bir iki davayı kazandık Ondan sonra 12 Mart 1971 askeri
darbesi sonrasında siyasi ortam değişince yine kaybettirdiler davaları...
MŞG: Abidin 1969'da Türkiye'ye geldiğinde Adana'ya gidip toprak
ların/tarlaların bir bölümünü sattı mı?
RNİ: Sattı.
(1969'daki gelişmelere daha sonra değineceğim. Burada şu varsayı
mı yapmamız olası: 1942 sonunda Abidin ve Arifin Adana'ya gitmek iste-
66 SON RA ADANA
meleri ve bunu nihayet 1943 başında başarmalan Adana valisinin Abidin
Paşa'dan kalan toprakları, tarlaları, malı mülkü "kanunsuz olarak köylüle
re dağıtması"nı önlemek arzusuyla da ilintili olmalı. Tekrar söyleşimize
dönüyoruz.)
MŞG: Abidin, Arif ve Ahmet para pulla uğraşmıyorlar anlaşılan.
RNİ : Doğru.
MŞG: Ahmet ve Arif otelde ve lokantada deftere yazdırıyorlar.
RN İ: Hayır. Ahmet öyle yapmış olabilir. Arif değil.
MŞG: Arif çıkarıp, peşin parayla öder miydi?
RNİ : Normal olarak Arif parası olmadığı zaman lokantaya gitmez
di. Parası olduğu zamanda pek sık gitmezdi. Arifle çok uzun konuşmala
rımız var. Ona sorardım: Kuzum neden her gün acayip şeyler yiyorsun da
neden lokantaya gitmiyorsun? Arif o zaman "Gücüm yok" derdi. Nasıl olur
evde yediklerine gücün var da lokantaya gitmeye niye yok? "Lokantaya gi
dersem en az on kişiyi de davet etmem lazım, derdi, halbuki evde istersem
ekmek peyrıir, istersem biftek yerim, viskimi de içerim."
Ahmet'in yaşam tarzı değişikti.
M ŞG: Ahmet sürekli olarak otelde kalan bir insan.
RNİ : Evet Ahmet evlenene kadar hep otelde kaldı.
MŞG: Zaten çok uzun süre evli de kalmıyor.
RNİ: Evet, hep beş yıl.
M ŞG: Özellikle Adana'da yaşadığı yıllarda hep otelde kalıyor. Şe
hir Kulübünden çıkmıyor. Kaldığı otel de daha önce babası Rasih Bey'in
kaldığı otel.
RNİ : Zaten bir otel vardı o sıralarda.
O gün Rasih Nuri İleri ile birçok şey daha konuştuk. Bitirirken Ra
sih Nuri ileri şunu özellikle vurguladı: "Burada da tekrarlıyorum: Arifle,
Abidin, annem ve babam ve benim, toprak satarak, toprak kiralayarak ge
çindiğimiz palavrası gerçeğe uygun değildir."
Rasih Abi'yi çok iyi anlıyorum. Yıllar boyu, hatta on yıllar boyunca
ve kimi kez en yakın arkadaşları tarafından "Paşa torunu" olmakla, "dede
lerinden kalan toprakları satarak geçinmekle" suçlandılar. Suçlayanlar şu
nu özellikle vurgulamak istiyorlardı: "Yani nasıl olur da hem komünist
ABi D i N D i NO
hem de paşa torunu onuru! " Hele sol partiler, gruplar ve hareketler arasın
daki bölünmeler ve benzeri gelişmeler üzerinejvesilesiyle bunun siyasi
malzeme haline getirildiğini düşünürsek. Evet bunu ileri sürenler suçla
mak için bu tür kolay formüller kullandılar. Abidin Dino'nun kim olduğu
nu bu çalışmanın daha ilk cildinin ilk sayfalarında belirttim. Yaklaşımımı
sergiledim. Ancak Abidin Dino'nun hayatını yazarken gerçeklerini de
araştırıyorum ve emin olduğum bilgileri, verileri sizlerle paylaşmak istiyo
rum. Burada ve daha sonraki dönemlerinde göreceğimiz gibi, Abidin ve
Arif evet Abidin Paşa'nın topraklarından gelen gelirle geçinmek için yan
olanaklar buldular. Bunun ayıbı yok. Abidin her zaman çalıştı, ekmek pa
rasını bazen taştan çıkarmak zorunda bile kaldı. Aç kaldığı veya yarı tok ça
lıştığı /yaşadığı zamanlar da oldu. Ama el insaf Abidin Paşa'nın mirası da
torunları için değil miydi? Ve bunu istedikleri gibi kullanmak haklarına sa
hip değiller mi(ydi) ? Elbette bu hakları vardı ve var. Türkiye Cumhuriye
ti'nde miras hakkı korunuyor. Güzel. İyi. Bunu görmemezlikten de gele
meyiz. Önemli olan Abidin'in ne yaptığıdır, sadece nasıl yaşadığı değil. Ya
şamak için zaman zaman dedesinden kalan miras olanaklarından yarar
lanmasını kınamadığım gibi, bunun hiçbir biçimde kullanılmadığını ileri
sürmenin de anlamsız ve hatta yersiz olduğunu sanıyorum. Nitekim yeri
gelince göreceğimiz gibi, hem Abidin hem de Arif ellerine geçen toplu pa
ralarla İstanbul'da ev satın alabildiler, 195r'de. r969'da ise İstanbul'a ikin
ci kez gelen ve sonra Adana'ya giden Abidin tarlaların yasal biçimde satışı
sonucu eline geçen ve geçecek parayla İstanbul'da ev satın almayı ve Pa
ris'ten dönüp gelmeyi, yeniden İstanbul'a, Galata'nın eteklerine yerleşme
yi bile tasarladı. Bu neden ayıp olsun? Nihayet şunu eklerneme de izin ve
riniz: Abidin sürekli olarak çalıştı, yarattı, geçimini bizzat sağlamanın er
demini biliyordu çünkü. En son şunu da belirtmek gerekiyor: Abidin örne
ğin Çok Yaşasın Ölüler' de, Arif için "Adana' dan, çiftlik artıklarından bek
lenmedik bir para çıkagelince, rahatlar gibi oluyor, ama çok geçmeden Sa
haflarda gözüne kestirdiği eşsiz ve çok pahalı bir r6. yüzyıl el yazması, de
ri ciltli mutfak kitabına yatınyordu varını yoğunu," diyor. Güzin de kita
bında değişik yerlerde bu konuya değiniyor. Biraz önce gördük Rasih Nu
ri ileri de Abidin'in r969'da tarlaların bir bölümünü satlığını bizzat söyle-
68 SONRA ADANA
di. Yani bilineni es geçemeyeceğimiz gibi, dededen kalan mirasın torun
lardan bizi ilgilendiren Abidin tarafından nasıl kullanıldığını da yeri ve za
manı gelince yazmamız tarihçilik ahlakı gereği dayatıyor. Burada ne gerek
siz övgüye yer var, ne de anlamsız "körlüğe." Böyle bir şey yapsaydım en
başta Abidin kaşlarını çatar, kolumu dirseğimden tutar, birazcık sıkar ve
" Olmamış Şehmus" derdi. Benim böyle bir lüksüm yok. Abidin'i kızdır
mak, üzmek bir lükstür çünkü. Bana yakışmaz.
VERESE
Abidin, dede malının nasıl yenildiğini, çar çur edildiğini ve buna
bağlı birçok şeyi ve fazlasını Verese isimli iki perdelik oyununda çok güzel
bir biçimde anlatıyor. Abidin'in bu oyunu Adana yıllarında oluşturduğunu
biliyoruz. Kaleme alınması, Ankara ve İstanbul yıllarında olsa bile, yaza
cakları Adana'da kafasındaydı sanıyorum. Piyesin bir versiyonu, İ stan
bul'daki ev 195ı'de polis tarafından arandığı sırada polis tarafından götü
rüldü. Ama Abidin daha sonra yazdı yine. Ve bu çalışmasını Güzin, bir ser
gi hazırlığı sırasında 1996'da Abidin'in bıraktığı "kağıtları arasında" bul
du, ilk kez Kel başlıklı ve daha önce sözünü ettiğim oyunuyla birlikte yayın
landı, 1996'da. Yani Adana yıllarından tam 53 yıl sonra, İstanbul yılların
dan ise 45 yıl sonra. Ama olsun sonuçta bu eser de gün ışığına çıktı ya.
Önemli olan budur artık.
Verese'de Abidin'in özgeçmişine ilişkin unsurlar bulmak olası. Da
ha önce Güzin'in söylediği ve benim belirttiğim gibi, "Paşazade" Ahmet
Dino ve kimi özellikleriyle Abidin'in babası Rasih Bey'den çizgiler taşıyor.
Bu arada Abidin belki tanıdığı diğer akrabalarından da bir şeyler katmıştır
bu tipe. Ve daha önemlisi Paşazade, Ahmet gibi kumara düşkün. Kahyalı
ğı almaya can atan hatta takla bile atan Zülfikar {ismine lütfen dikkat: Abi
din'in piyeslerinde hiçbir isim "masum" değildir) ile güya pazarlık sahne
sinde bu nokta vurgulanıyor (s. 125 vd.) . Evlere şenlik bir pazarlık. Zülfikar
ille de "malı götürmek" istiyor.
İşte bir parça:
"Zülfikar: Beni dinle, borçları üzerime alıyorum, ipotek bana çevri
liyor, size 30 bin borç veriyorum, siz bana umumi vekalet ve ıo sene tescil
AB i D i N DiNO 69
edilmiş kira veriyorsunuz. Ahzukabz da isterim. İşte son söz paşazadem,
bundan fazla fedakarlık yapılmaz ... "
Paşazade sanki pazarlık yapıyormuş gibi bir-iki laf eder ama bütün
niyeti "liquide" para alıp bu işi bir an önce bitirmektir.
Sonrasını okuyalımfseyredelim:
Zülfikar: Mal sahibi yine kendileri (yani paşazade. MŞG), bu sade-
ce bir yardım, ben kar peşinde değilim. Evet mi, hayır mı paşazadem?
Paşazade: Prensip itibarıyla evet, fakat...
Zülfikar: Fakatı bırak, ver elini paşazadem.
Paşazade: Al çabuk, yoksa uykuya dalarım, şöyle biraz silk elimi.
Paşazade: Zaten bunlar boş şeyler, anlaştık, üst tarafı mühim değil.
Faiz müddeti filan insaflı bir hadde insin, ötesi kolay. Hastayım, İsviçre'de
tedavi olmam lazım, bu işi çabuk halletmeliyiz."
Neyse uzatmayalım, paşazade o sırada rastlantı sonucu hemen ora
dan geçen bir kamyonda tek kişilik yer bulunca, atlayıp hemen kaçar. Ve
Zülfikar ile yardakçısı Selman, arada bir Fransızca paralayan "kahraman,"
ile zaferini kutlar: " Ben vereseyim. Ve·re-se! " (s. 132).
Oyundan "veresenin so bin borcu olduğunu" öğreniyoruz. Ve paşa
zade "Veresenin hiç değilse so bin borcu var, geriye ne kalır. Üç kişiyiz" di
yerek alacağın üç kişi arasında bölüneceğini de vurguluyor (s. u9) .
Güzin'le Verese üzerine konuştuğumuz 20 Temmuz 1997'de,
194o'larda "kahyanınf çiftçibaşınınfveresenin" Şahin kahya olduğunu söy
ledi. Onun otlakiyeyi sahibi gibi yönettiğini de ekledi. Güzin 1943'te Ada
na'ya gittiğinde, kahya, " İstanbul'dan gelinimiz geldi" diyerek, Abidiniere
bir kuzu, bir hindi, bilmem taç tane tavuk, teneke teneke yağlar, peynirler ve
aklınıza gelebilecek başka türlü nevale getirdi. Kahya genellikle bütün paşa
zadelerle arasının iyi olmasına elbette gayret gösteriyor. Bu bazen son dere
ce sıradan işler için bile yararlı olabileceği gibi, yıllardır yerleşmiş bir gele
nektir. Hele paşazadeler Abidin, Arif ve Güzin gibi sevimli ve para-puldan
anlamayan insanlar olunca. Sıradan bir iyilik için bir örnek. Güzin anlattı:
" Kahyanın 13-14 yaşındaki oğlu kendi yaşlarında bir kız çocuğunu
kandırmış. Kahya, oğlunu saklamak için alıp bize Adana'ya getirdi. Biz bir
SO N RA ADANA
hafta o çocuğu sakladık Bir hafta sonunda Abidin, kahyaya 'Gel bu çocuğu
al' dedi. 'Biz zaten sürgünüz, bir de senin çocuk yüzünden başımız belala
ra girmesin!' Neyse kahya bunun üzerine geldi çocuğunu alıp götürdü ... "
Rasih Nuri İleri, bana gönderdiği 4 Aralık 2006 tarihli mektubun
da şu bilgileri iletti: " Şahin Ağa'nın üvey oğulları Adana'nın ünlü kabada
yıları mafyacı katil Süleyman Sırrı ile 'Asfalt' Rıza." Bu veriler kahyalık işi
nin öyle pek kolay olmadığının sanki ispatı. O kadar taşı tarlayı, toprağı,
malı mülkü idare etmek için böyle belalı tipierin babası olmak mı gereki
yordu? Pes doğrusu!
Güzin başka bir sohbetimizde ise şunları söyledi: "Adana'da otlaki
ye kahyası önce Şahin' di. Sonra hapisten çıkan biriydi. İsmini unuttum. Bu
sonuncuyu çok az görürdük"
Verese'de, Abidin sadece vereseyi ve pazarlığını anlatınıyar elbette.
Toprak ağalarının hödüklüğünden örnekler veriyor: Şehir Kulübünde Müt
tefıkçilerle Mihverciler, Berlin radyosunu dinleyenlerle Londra radyosunu
dinleyenler arasında çıkan savaş da var. Ve radyonun kendini paramparça
yerde bulmasıyla bir güzel kavga: "şişe, iskemle, tabak gırla... " Vali müda
haleye mecbur oldu ...
İkinci Savaş yıllanndaki karaborsa, savaş vurgunelliuğu da anlablıyor:
Abidin, bu iş için daha önce Kel oyununda adı geçen muhbir Se
lim'e bir rol veriyor ki tam ona uygun. " Foturafcı"dır artık "ikamete me
mur takımından Banker Selim ismiyle maruf şahıs." Ama ne foturafcı:
"Fotoğraf makinesinden sarkan siyah kolluklar" kolluk değil sanki seyyar
süpermarket, seyyar bakkal dükkanı. Elini her attığında bir kutu kahve mi,
bir kutu bilmem ne mi? Karaborsada ne ararsanız orada.
Rüşvet de var elbette! Haciz memurunun şahsında. Haciz memuru
ile Selim arasındaki muhabbet son derece öğretici (s. 136-138).
Daha önce Kel'i incelerken belirttiğim gibi, Selim, Mebrure tarafın
dan kaçırılmış. Selim'e kalırsa elbette! "Bir evli kadın bendenizi kaçırdı."
Adana'daki ihbarcılık, gözleme ve izleme de anlatılıyor. O kadar ki
bu işlerin uzmanı, görünüşte Ayraaan buuuzcudur. Aslında ise en büyük
muhbir. Adına bakın hele bir: Yedikulak Abidinik bir isim daha. İsmine
bak mesleğini buljçıkar cinsinden.
AB i D i N D i NO
Kurtuluş Savaşı yıllannda Çukurova'yı, Adana'yı ve çevresini işgal
eden Fransızlada işbirliği yapanları da gözler önüne seriyor Abidin. Tanıt
makla da kalmıyor. Bu adamların o günlerde ve hemen sonrasında yani
Cumhuriyet döneminde "işlerini" ama her türlü işlerini yoluna koyan kişi
ler olduğunu, servetlerini nasıl çalıp-çırpma, vurgun, karaborsa, dolandır
ma ve el koyma sonucu elde ettiklerini de. Böylece savaş yıllarında kirli yol
lardan ilk sermaye birikiminin oluştuğunu saptama olanağını buluyoruz.
Abidin'in yarattığı Zülfikar işte böyle bir kişidir. İlyas isimli olanı da. Bu
bölümler ekonomi-politik dersleri kadar öğretici.
Olumlu kahramanlar elbette eksik değil. Kel'den söz ederken adla
rını andığım olumlu kahramanlar gibi, Verese'de de olumlu yüzler bulunu
yor: En başta Koca Kadri. Yurtsever, dayanışma yanlısı, içten, özveri sahibi,
mücadeleler vermiş ve mücadelelerde yoğrulmuş " Doğrucu Davut"un ta
kendisi. Ancak Abidin'in vermek istediği mesaj gereği Koca Kadri yaşlıdır
ve yaşanan zamanın, geçen zamanın, akan zamanın artık kendi zamanı ol
madığının feci şekilde farkındadır. Ve nitekim Koca Kadri'nin son sözü şu
dur, oyundaki elbette: "Çek yorganı ... ölem" (s. ı65). Oyundaki, çünkü Abi
din Koca Kadri türundeki insanların tümüyle yok olmadığının farkında. Ve
bunu duyumsatıyor.
SONRA ADANA
sından umutsuzluğa düşmüştür. Hani Abidin'in yaşadıklarını bir parça gö
zümüzün önüne getirsek onunla İstanbul, Ankara, Çorum, Mecitözü, Ada
na ve daha değişik mekanlarda iki gün dolaşmış olsak ona hak vereceğiz.
Hem de nasıl! O günlerde Abidin'in simgesel boyutlarda ortaya koyduğu
bu saptamalar, hemen sonra çok daha açık bir biçimde kendi kendilerini
ele verdi. Bütün ekonomi ve ekonomi siyaseti kitaplarında yazıldı. Türkiye
Cumhuriyet'inde ilk ciddi sermaye birikimi hareketleri I l . Dünya Savaşı
yıllarında oldu. Özellikle Adana ve İstanbul'da. Abidin'in bunu daha
194o'ların başında sergilemesi, öngörüsünün ne derece yerinde ve sağlam
olduğunun ispatıdır.
Dahası var. Abidin bu saptamalan sadece gözlemlerine dayanarak
yazmadı. Bizzat kendisinin belirttiği gibi araştırmaları sayesinde bu sonuç
lara ulaştı. Abidin'in araştırmacı özelliğini de bu vesileyle görme olanağı bu
lacağız. Adana' dasınız, Halkevinin bir dolabında, yığınla dosyalar buluyor
sunuz. Ne yaparsınız? Abidin'in yaptığını! Yani? Yanisi yok. Abidin bizzat
anlatıyor. Sözü Abidin'e bırakmadan önce iki satır eklemek zorundayım.
Adana 24 Aralık 1918'de Fransızlar ve yandaşlannca işgal edildi. 5 Ocak
1922'de kurtarıldı. Ve bu nedenle 5 Ocak "Kurtuluş Günü" olarak şenlikler
le kutlanır Adana'da. Söz artık Abidin'in: "Türk Milli Kurtuluş Savaşı bir
imeceydi. Kuvva-yı Milliye ne kentlerden gelme varlıklı kişilerin öğütleri ile
başladı, ne de devrimci bir aydın azınlığın yol göstermesi ile. İstiklal Harbi,
Türk tarihi boyunca var olagelen özgürlük uğruna direnişin bir halkası.
Türk köylüsü dıştan gelen akımlara olduğu kadar sultanların da
zorbalıklarına karşıydı. 'Ferman padişahın, dağlar bizimdir' sözü, oldum
olası Anadolu insanının tutumunu yansıtır.
Milli Kurtuluş Savaşımız dış ve iç sömürgecilere karşı, ikisine bir
den ve doğrudan doğruya fakir Türk köylüsünün, halkın savaşa atılmasıdır.
Kuvva-yı Milliye su götürmez bir devrimcilik içgüdüsüyle doğdu. 19 Ma
yıs'a varıncaya dek, bir yıl boyunca Türk köylüsü imece içinde büyük bir sa
vaşa girmiştir, tek başına. Ağalar çıkarları uğruna günlerini gün ederken
fakir köylü, savaş imecesine atılmıştı bile. 19 Mayıs'tan önce İstiklal Harbi
ni, yurt çapında inceleyen bir araştırma yok sanıyorum. 1943 seneleri idi,
Adana Halkevinin bir dolabında, yığınla dosyalar görmüştüm, bir köşede
A B i D i N D i NO 73
unutulmuş dosyalar. İlgilendim, yazarı ile tanıştım, okudum hepsini, not
lar aldım. Yaşlıca bir tarih öğretmeniydi çalışmayı yapan. (Kendisinden
özür dilerim, yanımda adı yok ama Adanalı dostlar tanırlar elbet.) Bu de
ğerli tarih öğretmeni Halkevi için bu araştırınayı yapmış. Çukurova'da çe
te reisierini teker teker aramış bulmuş, köylerine giderek uzun uzadıya ko
nuşmuş, hiçbir şey eklemeden anılarını aktarmış. Her çeteye bir dosya
ayırmış. Bir yığın dosya okudum böylece. Birbirine uyan, birbirini açıkla
yan ortak özellikleri vardı. Bunları size özetleyebilirim:
74 SoNRA ADANA
12. Yabancı işgal ordusunun silahça ve sayıca ezici üstünlükleri böy
lece hiçe iniyordu. Türk Kuvva-yı Milliye çeteleri ise iyi bildikleri
yerlerde bütün güçlerini bir noktada toplayıp, düşmanı en zayıf
noktasından vuruyorlardı. "Çarıklı Erkanıharp" tabiyesi buydu.
13- Düşman şaşırıyor, bocalıyor, yenildikçe kuduruyordu. Baskıyı
artırmaktan, körü körüne çarpışmaktan başka bir şey yapamı
yordu, o kadar ki, ağa ve beyler de büyüyen tehlike karşısında
selameti dağda bulmaya başlamışlardı.
14. Çeteler birleşiyor, aralannda bağlar kuruluyor, buyruğunu tüm
Çukurova'ya geçirebilecek bir örgüt kurmaya çalışıyorlardı. Ya
bancıların olduğu kadar, yerli hainlerin de cezalarını veriyorlardı.
ıs. Demiryollarına, yollara, zırhlı trenlere, askeri topluluklara saldı
nyor, 'hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var' parolası sezgi ile uy
gulanıyordu. Üstün kuvvetler karşısında çekilmek, çevirmeler
yapmak, başka başka noktalarda saldırı korkulan yarahp düşma
nı çekip parçalamak, Çukurovalılann savaş kuralları arasındaydı.
ı6. Çukurova'nın kurtuluşu yolunda böylece önemli zaferler kaza
nılmıştır. Nihayet Mustafa Kemal Paşa'nın Çukurova'ya Sinan
Paşa'yı göndermesi çetelere üstün bir savaşma gücü vermiş, çe
teden tam anlamı ile orduya geçişi hızlandırmıştır.
17. 1943 yılında, bütün eski çete reisieri savaştan önce olduğu gibi fa
kir köylü olarak yaşıyorlardı. 'Fidye' toplamaya tenezzül etmemiş
lerdi. Parsayı ya hiç savaşa kahlmamış veya geç kahlmış ağalar, bey
ler toplamışlardı. Hakçası bunların da içinden tek tük büyük yarar
lılık gösterenleri olmuştu, faydasını da gördüler. Fakir çete reisieri
ise imeceye ihanet etmemişlerdi, aralannda büsbütün fakirleşmiş
olanlan bile vardı, kurtardıklan vatanın tapusunu çıkarmamışlardı,
dertleri içine kapanıp türedilere sırtlarını çeviriyorlardı."
ABi D i N DiNO 75
Menzil Zaferini de alarak bir senaryo yazmıştım o ara. Bilmez olası 'bilir
kişiler' geri çevirdiler senaryoyu, 'milli menfaatlere aykın' diye... "
İşte böyle. Yazısının başlığını unutmamalı: "Savaşta İmece." ( Yazı
larda, s. 521-523)
Burada olaylara dayanarak verilen bir siyasi tarih dersi var. Çün
kü Abidin büyük olasılıkla ilk kez, Kurtuluş S avaşı başlamadan veya na
sıl demeli resmi açıdan başladığı ilan edilmeden, Anadolu insanının
hemen direnişe geçtiğini vurguladı. Bu saptama daha sonra Bülent Ta
nör başta, 1 98o'lerin sonunda ve 1 99o'larda birkaç ciddi araştırmacı,
bilim kadını ve adamı ile öğretim üyesi tarafından yazıldı, ispat edildi
ve daha geniş çevrelere yayıldı. Abidin ise bunu çoook önceden sapta
mış, yazmıştı. Ama Toros Destanı senaryosu hemen yasaklandı. Abi
din'in diğer yapıtları gibi. Ne yazık! (Burada değerli bilim adamı, yeri
doldurulamaz dost Bülent Tanör'ün kitabını anmak isterim: Kurtuluş
Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İ stanbul, değişik tarihlerde birçok bas
kısı yapıldı. Ve yanılınıyorsam Cumhuriyet gazetesi okuyucularına ar
mağan olarak dağıttı.)
Abidin yine de, yani yazıldığından yarım yüzyıl sonra olsa da, Vere
se ile bu konuların okuyucularına ulaşmasını sağladı. Adana'dan bir kesiti,
gerçekçi, alaycı, kurgucu, ilerisini gören ve gösteren bir biçimde aktarıyor.
Birçok açıdan daha sonra yazılacak romanların, oyunların, öykülerin ve bi
raz önce vurguladığım gibi bilimsel çalışmalann habercisidir Verese.
SONRA ADANA
Para pul Abidin'in urourunda mı? Sürgün-mürgün Abidin'i üzüyor
mutlaka. Ama biraz. Hepsi o kadar ve üstünde durmaya değmez. Para pul
urourunda değil. Abidin ille de çalışmak istiyor. Çalışmak, yazmak, çiz
mek, yaratmak.
İşe bakın hele. Adana'da birkaç gazete var. Dergileri şimdilik sayınaz
sak Türk Sözü gazetesi sahibi, çalışanları, öyle pek çok çalışanı da yok hani,
hemen salıipieniyor Abidin'i. Ne de olsa "dünya görmüş" adam. İstanbul'da
dergiler yayınlamış biri. Hem de çizer, hem de ressam, hem de bin bir dil bi
lir. Hem de Abidin! Abidin Paşa'yı bilirsiniz, "Adana'yı ihya eden" valilerden
en ünlüsü, işte onun torunu. Böyle adam kaçınlır mı kuzum? Kaçınlmaz. Ve
Abidin neredeyse gelir gelmez ellerini mürekkepte bulur. Eller mürekkepte
ve zaman zaman da çini mürekkepte. Hani çizilmeden de olmaz. Çizilmek
ve çizmek! Arif ve Abidin birbirine destek. Abidin ellerini kavuşturmuş: El·
ler. Arif çiziyor. Gözlükler yine alnında. Ama bu deseni çizen Abidin'dir.
Evet, Abidin 193o'ların başından beri zaman zaman yaptığı,
193o'ların sonunda zamanının büyük bölümünü alan gazetecilik ve yazar
lık mesleğini yeniden icra ediyor Adana'da. Resmi makamlara göre görevi
"gece sekreteri" gibi bir şey. Ama Abidin bizzat kendisi yazdı ve söyledi:
"Gazetenin her şeyi ile ilgileniyordum. Temizliğinden düzeltisine, başyazı
sından haberlerine, söyleşi yapılmasından fotoğraf çekimine kadar her şe
yiyle meşgul oluyordum. " Abidin gece çalışıyordu. Ve bilhassa bin bir dil
bilmesi sayesinde yabancı dillerde yayın yapan radyoları dinliyor ve ertesi
günkü gazetede en taze haberleri patlatıyordu.
Adana'nın diğer gazeteleri "nal topluyordu:" Bal gibi. Abidin o gün
lerde imzalı imzasız veya takma isimle birçok makale yazdı, birçok haber.
Abidin'in en çok kullandığı takma isim "Sarı Çizmeli"dir. (Abidin'in bütün
yazılarını deriemek gibi son derece zor bir işi büyük bir özveri ile kotaran
Turgut Çeviker, elinde olmayan ve hemen hemen hiçbir kütüphanede ko
leksiyonu bulunmayan Türk Sözü gazetesinin birkaç sayısını, Adanalı arka
daşı çevirmen Ayşe Ak sayesinde edindiğini belirtiyor ve bu yazıları yayın
lıyor. Yazılarda, s. 508, 5 1 6 ve 672.)
Türk Sözü gazetesinin sahibi bir ara "Ankara Halkevi Reis"liği de
yapmış olan CHP "İçel mebusu" Ferit Celal Güven'dir. Melih Cevdet An-
AB i D i N D i NO 77
day, Akan Zaman Duran Zaman'da bakın onun hakkında neler yazıyor:
"Tanıdığım gerçek idealist kişilerden biri odur. Yaşamının son gününe de
ğin, karakterinin sağlamlığı, halk severliği, umutsuzluğa hiç düşmemesi
ve boyuna kişiliğini yenilernesi ile Güven, onu tanımış olanların belleğin
de unutulmaz bir anı bırakmıştır. Gözü pek bir Atatürkçü idi." (s. ısı)
F. C. Güven Abidin'i tanıyor. Anımsayalım: ı939'da Ankara'daki
sergide jüri üyesiydi. Daha sonra da birkaç kez "Yurt Gezisi Resim Sergi
si" vesileleriyle jüri üyeliği yaptı. Örneğin ı942'de.
Güzin'in bana değişik tarihlerde anlattığı gibi, Ferit Celal Güven
gazeteyi ve matbaayı iki kardeşi, Coşkun ve Nevzat Güven ile birlikte yürü
tüyor: Ferit Celal Güven görevi icabı zamanının çoğunu Ankara'da geçirdi
ği için gazeteyi fiilen Nevzat Güven yönetiyor. Nevzat Güven'in eşi Fran
sız, ismi Colette. Güzin'e soruyorum:
SONRA ADANA
Nevzat Bey ve eşi Colette ise Abidin Paşa Caddesinde, gazete
nin tam karşısında ve bizim eve çok yakın bir evde oturuyordu.
Abidin'in resmi görevi gece sekreteriydi, fakat Nevzat Güven
başyazı veya makale yazmaya zaman ve fırsat bulamayınca, ba
zen Şehir Kulübünden gazeteye telefon eder, 'Abidin bana şunu
yazar mısın?' veya 'Abidin şu konuda bir başyazı yazar mısın?'
derdi. Abidin de oturur paşa paşa yazardı. Böylece birçok yazısı
imzasız yayınlandı. Abidin kendi imzasıyla veya takma adıyla da
ha çok sanat dalında tanıtıcı yazılar veya eleştiriler yayınlıyordu. "
Önce, "Fedai" başlıklı bir yazı yazıyor? " Sarı Çizmeli" lakabıyla:
"Seyyar tiyatro kumpanyasında çalışan aktör, bence fedailerin bir
nevi hulasası (özeti), remzidir (simgesidir) . Okur yazar adamdır, sö
zü, yüzü düzgündür." Adanalıları gösteriye şöyle davet ediyor:
"Türk sahnesinin en serden geçmiş iki fedaisi şehrimizdedir. Hal
kevinde temsiliere başlıyorlar. Sadi Tek ile Muammer, Adana'da.
Gidin görün. Onları methedecek değilim, zira ikisi de 'var olanlar
dandır' bilen bilir ( Yazılar, s. 5 14).
Daha sonra iki sanatçıya sevgi ve selam dolu bir mektup yayınlar
Abidin. O günlerdeki kimi gazetecileri de eleştiren bu makaleyi buraya ay
nen almak istiyorum:
Makalenin başlığı "Sadi Tek ile Muammer'e Mektup"tur: İmza "Sa
rı Çizmeli"dir ( Yazılar, s. 516).
"İki gözüm Sadi, iki gözüm Muammer [Karaca]:
Ao i o i N D i No 79
Anladınız ya, biz gazeteciler müşkülpesent adamlarız.
Beğenmedik mi yandınız. Ona göre bize her temsilde 4, 8, 12, 24,
48 bilet hazırlayıp bir dediğimizi iki etmeyin.
Beğenmedik mi diyorum, temsili filan değil, bize ayırdığınız bilet
miktarını kastediyorum. İsterseniz sahnede ağzınızia kuş tutun, Mounet
Sully gibi oyrıayın, Shakspeare'e hususi piyes ısmarlayın; boşuna. Bizim
ehemmiyetimizi anlayın, ondan sonra konuşuruz.
Yoksa sizi ı,s ayda çocuk doğurtmakla itharn eder, deriz ki: 'Hiçbir
zaman 1,5 aylık çocuğun meşru olacağına en basit duygular bile inandıra
maz . . . Sahne bir mektepse bu kepazelik neye ... Değilse halkı bu şekilde iğ
fal etmek cüret ve cesareti nerden doğuyor .. .'
HALKEVi KAPISI
Abidin Halkevi kapısının "hıncahınç" dolu olduğunu yazıyor. Ada
na halkı sanata, tiyatroya meraklı. Adana Halkevi bu nedenle fotoğraf ser
gisinden tut türkü derlemelerine, türkü çalışmalarına ve tiyatroya birçok
dalda çabalar sarf ediyor. Bir de şu baş belası savaş olmasaydı.
Abidin savaş ile müzik arasında ilginç ve tarihi bir bağ kuran " Lili
Marlen" başlıklı bir makale yayınlıyor. 1 9 14-1918 Savaşından başlayarak.
Ve 1939'dan hemen sonra Lili Marlen şarkısının neden birdenbire tuttuğu
nu şöyle açıklıyor:
8o SONRA ADANA
"Gelelim ' Lili Marlen'e. 'Lili M arlen' türküsü harpten evvel bes
telenmiş, çalınmış, fakat kimseyi alakadar etmemişti. Vaktaki (ne
zaman ki) harp başladı ve tesadüfen radyoda duyulan bu ses, ev
vela Alman askeri tarafından, sonra da Avrupa tarafından benim
sendi.
Yeni nizarn tutmadı ama 'Lili Marlen' tuttu.
Niçin mi?
Çünkü 'Lili Marlen' bir hasret türküsüdür.
İşte iyi kötü tercüme edilmiş birkaç mısra:
Tekrar buluşacağız bir fener ışığı altında
Eskiden olduğu gibi
Sen ve ben Lili Marlen
Sen ve ben Lili Marlen.
İşte Avrupa'yı, bir türkü etrafında birleştiren sır.
Sevgilisine avdet etmek (dönme) arzusu.
İşte bir yeni nizarn ki müşkülatsız (zorlanmadan/sorunsuz) ka
bul edilir.
Rusya kışı stepleri örtüyor ve Lili Marlen'in beklediği sevgili don
muş kaskatı bir askerdir.
Boşuna bekler Lili Marlen ve boşuna şarkı söyler."
AB i D i N D i NO 8ı
Abidin'in o günlerde dönemin siyasi liderlerinin nutuklannafsöy
levlerine ilişkin ve bilhassa Hitler'i eleştirmeye yönelik çok iyi bir makale
si var. Onu buraya aynen alıyorum. Yazının başlığı "Führer'in Sinirleri,"
imza her zamanki gibi " Sarı Çizmeli."
Nutuk sevenler bugünlerde şikayet edemez.
İnönü, Stalin, Churchill, Roosevelt ve Hitler birer nutuk söylediler.
Büyük bir orkestra halinde, müttefik nutuklarının birbirini tamam-
layan ahengi ve nikbinliği (iyimserliği) karşısında, refakatsiz kalmış Füh
rer'in tek sazlı konseri ne ifade etmiştir?
Münih birahanesinden yükselen ses bazı tiryakilere göre mana iti
bariyle değil, sırf bir musiki olarak dinlenmelidir. Mühim olan güftesi de
ğil, bestesidir.
Nutku dinleyemediğimiz için bu hususu takdir etmek mümkün
olamamıştır.
Ve en nihayet, bir nutkun oldukça manasız oluşu, ancak yıldı
rım harbi yapan motorlu kolların iledeyişi ile bir sanat bütünlüğü kaza
nabilir.
Şair Verlaine; 'Her şeyden evvel musiki' demişti.
N e çare ki bozgunlar musiki kaldırmaz.
Sadede gelelim; Führer pek taze olmayan sözler söyledikten sonra,
kanaatince varit olmayacak (gerçekleşemeyecek) bazı hususlar üzerinde ıs
rarla durmuştur.
Bunların başında, 1918 senesinin tekerrür etmeyeceği geliyor.
İkinci mühim nokta; her şeyin mümkün olduğu, ancak sinirlerinin
bozulmayacağı kanaatidir.
Birinci iddiayı desteklemek için Führer'in ileri sürdüğü delil, iki
harbin aynı netice ile bitemeyeceğidir.
Bizce harbin aynı şekilde bitmesine bundan başka bir sebep ve ma
ni yoksa, 1918 senesinin tekerrürü pekala mümkün.
Filhakika (doğrusu) harpler münavebe (nöbetleşe) ile kazanılsa idi,
kan dökülmesine pek de lüzum kalmazdı.
Gelelim ikinci bahse; dünyada veya Almanya'da her şeyin olması
mümkündür; fikir.
SONRA ADANA
Dağlar birbiriyle toslaşabilir, beis yok (önemi yok) , Führer sinirlen
meyecek.
Hamburg, Kassel ve daha nice Alman şehri kökünden kazınabilir,
beis yok, Führer sinirlenmeyecek.
Almanya Avrupa'nın dört bucağında evlatlarını gömebilir, beis yok,
Führer sinirlenmeyecek.
Berlin parklarında kolsuz hacaksız asker, çocuk arabalarında gezdi
rilebilir, beis yok, Führer sinirlenmeyecek.
I I . Dünya Harbinin seyrini değiştirmesi Führer'i sinirlendirmek
için uydurolmuş bir muziplikse tekrar ediyoruz, boşuna zahmet, zira taş
ça:tlasa Führer sinirlenmeyecektir. Almanya daha birkaç milyon gencini bo
şuna harcayabilir, bundan ne çıkar, Führer sinirlenmeyecekse herkes müs
terih." (Yazılar, s. 509-510).
As i o i N D i No
Yürüyerek gidip geliyor Abidin. Yürümeyi sever Abidin: Seyir için bu
lunmaz yöntem. Taş Köprü'den Seyhan'ı geçer. Yüreğir'e yürür. Döner Abidin
Paşa Caddesi'nden geçer. İşçi Pazarı ilginçtir çok. Çünkü erkekler yanında ka
dınlar da iş bekler. Abidin yürür. Öğrenci ve genç İlhan Selçuk gibi birçok gen
cin ve daha az gencin dikkatini çeker Abidin Paşa'nın torunu ve sürgün.
Abidin'in Türk Sözü'nde çalıştığı kısa sürede Adana'da duyuldu. Ga
zeteye gelen gidenlerin sayısı arttı. Ve Türk Sözü gazetesi bir tür buluşma ve
sohbet rnekanına dönüştü. Bu biraz da doğal. Çünkü Abidin gününün ve ge
cesinin en büyük bölümünü burada geçiriyor. Güzin'in anlattığı gibi öğleden
sonra saat ı6. oo'dan ertesi sabahın dördüne kadar çalışıyor Abidin. Sonra
evine dönüp uyuyor, saat I}oo'e kadar. Sonra bazen birlikte bazen herkes
kendi kendine öğlen yemeği veya kahvaltı, biraz sohbet ve sonra yeniden ay
nı iş çemberi. Saat ı6.oo'da gazetede olmak. Sabahın dördüne kadar.
Gazeteye gelip Abidin'le tanışanlar arasında bir delikanlı var. Filin
ta delikanlı. O günlerdeki adıyla Kemal Sadık Göğceli. Önce Abidin'in bu
delikaniıyı aniatışını aktarmalıyım.
"TüRKÜLER MüFErrişi"
Bu, Abidin'in Kemal Sadık Göğeeli'ye ilk tanıştıkları günlerde tak
tığı isimdir. Kemal Sadık Göğceli'nin, yani Yaşar Kemal'in yazdığına göre,
Abidin'le " ...bir mayıs günü karşılaş"tılar. O günlerde daha ancak yirmi ya
şında olan bu delikanlı yerinde duramayan, Çukurova ve Torosları dağ taş,
dere tepe dolaşıp deviren bir gezgindir. Abidin'in 1978'de, yani epey za
man sonra çizdiği bir desen var. Abidin imzalamış ve kenarına sadece
"Göğceli" diye bir not düşmüştür. Bu desen o çocuğun 194o'ların başında
ki resmidir. Ta kendisidir.
Evet, Arifler, Abidinler, Güzinler olmasaydı, 194o'ların gönüllü
sürgünleri veya kısaca sürgünleri, ya da resmi biçimiyle "ikamete me
mur"ları olmasaydı Anadolu'da ateşi kim yakacaktı? Orhan Kemallerin, Ya
şar Kemallerin yetişmelerinde, gelişmelerinde bu trajik siyasi olgunun be
lirleyiciliği yadsınabilir mi?
Kemal Sadık Göğeeli daha sonra Yaşar Kemal adını aldı. Onu
anlatmak elbette haddimiz değil. Onun Abidin, Güzin ve Arif Dino ile
SO N RA ADANA
"Bir deri bir kemik bir delikanlı" Göğceli. Yaşar Kemal'in bu gençlik portresini Abidin 1 978'de çizdi.
Anılar silinmezler hafızasından ressamın.
ABi D i N D i N O Bs
tanışma faslını, dostluklarını ve sonrasını Arif dışındaki bütün kahra
manlar anlattılar. Hem de değişik nedenlerle değişik biçimlerde ve bir
çok kez. O zaman burada ne yapmalı? Abidin'den onun yazdıklarından
başlayarak kimi noktalara değinmek. Gerisi meraklılarının ilgisine ka
lıyor. İ steyenler yazılanları bütünlükleri içinde kaynaklarından okuyabi
lirler. Burada her zamanki gibi Güzin kimi boşlukları doldurmak için
anlattıklanyla yardımıma koşuyor. Bir kez daha teşekkür etmek isterim
Güzin'e.
Kemal Sadık Göğeeli o günlerde çevre köyleri dolaşıyor ve "Aşık Ke
mal" adıyla destanlar anlahyor. Destan anlatıcılığı yapıyor. Dengbejdir an
layacağınız. Destancıdır. Aşıkların her biri ayrı ayrı destan anlahr. Aşık Ke
mal ise Köroğlu'ndan şaşmaz. Peki sonra ne olur? Sonrasını bizzat kendi
si anlatıyor: "Destanı anlattıktan sonra cebimdeki sarı defteri çıkarırım.
Ağıt topluyorum derim. Analar, hacılar başıma üşüşür, ağıt yazdırırlar.
Herkes yanşırdı bana ağıt vermek için."
Burada sözü Abidin Dino'ya bırakmalıyız. O günlerin Kemal'ini an
latması için:
"Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik köylü delikanlının biri çıka
cak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ hayır din
lemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan iki
de bir de kopup gelir Adana'ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar
serer buruşuk san kağıtlar üstüne yazılmış.
Peki neden toplamışhr bunları? Anadolu hacılannın hep birlikte yak
hkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti, bu zorunluluğu duyuyordu, esnek ve
kararlı yazısı ile. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderi ile ka
derimiz buna bağlıymışçasına ... Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova ka
dınlannın ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırhlan, dövünmeleriydi. Sanki
ölenin, vurulanın, ezilenin yitikliği söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan
kurtuluyordu. Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı,
çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması,
yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçibaşısı, ırgah, işçisi, yancısı ile
büyük değişimierin içinde bulunan Çukurova'nın avaz avaz ağıtlanndan so
rumluydu bu çocuk. Bu sorumluluğu paylaşmak için Göğceli, ilk ağızda bi-
86 SONRA ADANA
zi seçmişti nedense, üç beş kişiyi ilkin. Tarhşılacak bir yönü yoktu bunun,
işimiz, gücümüz, yorgunluğumuz, uykumuz, kendi derdimiz nolursa ol
sun, kışın çamurlannı, yazın tozlarını saçarak delikanlı sökün ediyor ve he
men orda, oturduğumuz kümes misali barınak odamızda ya da Türk Sözü
gazetesinin gümbür gümbür işleyen baskı makinesinin yamacında, daha ol
mazsa ayaküstü sokakta bizi kıstınyor, tepkimizi merakla bekliyordu.
Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşet
li güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veri
yor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü
sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sİpsivri
yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor,
bir kahkaba atıyordu. Ağıtlan toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir
şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma.
Kurtarmak gerekti Çukurova ve de Toros doğasının, insanının söz
serüvenini.
Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga
gücü, düş gücü. Göğeeli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilo
metrelerce yürüyüp, dağ hayır koşup ne kurtanrsa kardır kuralınca, önce
ağıtlan, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova'nın tüm uyak
lı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini 'avlıyordu.' Folklor
derlernesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyor
du Çukurova'nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. Biliyordu ki
gün gelir, sigaya çekerler adamı, 'lan hırbo, nerdeydin, neden yazınadın bi
zi?' Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gavurdağı'nda, ormanlarda,
bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabil
mek için Göğeeli yürüyordu tabana kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı di
zelerle yürümek arasında doğrudan bir ilişki vardı. Bir sözcük on adım, bir
adım karşılığı, bir türnce kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre.
Erenler bir tek söz duyma uğruna az mı yürüderdi Horasan'a, Ka
hire'ye dek, ya Çukurovali Karacaoğlan az mı yürümüştü, tüm Yürükler,
Türkmenler. .. Ovalardan yaylalara, yaylalardan ovalara in çık, az mı 'koşma
lar', maniler düzmüşlerdi yol boyunca? Bizim edebiyat dediğimiz bir uzun
yürüyüş. Göğeeli bu okulun öğrencisiydi."
AB i D i N D i NO
Abidin'den daha güzel anlatamazdık (Abidin'in bu yazısı 5 Şubat
1979 tarihli Milliyet Sanat'ta yayınlandı. Yazılar'da bir kez daha okuyucuya
sunuldu. s. 195-202. "Çukurova doğasının, insanının serüveni ardında kırk
yıldır yürüyen sevgi dolu romancımız" başlığı, Ağıtlar kitabının YKY'de bi
rinci baskısında, 2004'te, "Yaşar Kemal bir uzun yürüyüştür sevgi dolu" bi
çiminde bir kez daha yayınlandı. Çok da iyi oldu. Artık bu kaynaklardan bi
rinden veya diğerinden bu bir içim su makaleyi okuyabilirsiniz. Ben kendi
adıma herkese dostça tavsiye ediyorum. Bu kadar hoş bir makale mutlaka
okunmalı. Yeniden okunmalı. Unutmadan eklemeliyim Oral Çalışlar arka
daşım, Deniz Gezmiş'ten Yaşar Kemal'e Portreler başlıklı kitabında, "Abidin
Dino Yaşar Kemal'i Anlatıyor" başlığı altında bu metnin biraz farklı bir bi
çimini sunuyor, s. 52-56. Oradan da okunabilir elbette.)
Halk şairi, destan anlatıcısı, ağıt toplayıcısı, tabana kuvvet dağ taş,
yürüyen evet yürüyen, Torosların ve Çukurova'nın 'Aşık Kemal'i köy köy,
kahve kahve, kasaba kasaba, dağ, ova, hayır topladı, derledi, yazdı. Bu kadar
da değil; İstanbul, Ankara, İzmir nerede ne yayınlanıyorsa izliyor, okuyor.
Abidin'in örneğin o zamana kadar yayınladığı makalelerin birçoğundan
haberli. Folklor araştırmalarını da izliyor Göğceli. Bu alanda o günlerde en
önde gelen isimlerden Pertev Naili Boratav, Ahmet Kutsi Tecer ve Nurol
lah Ataç ile mektuplaşıyor.
Abidin'in "sıska, bir deri bir kemik" diye betimlediği delikanlı işte
böyle her parmağında (parmaklar) bin bir hüner olan son derece akıllı bir
"deli"dir. Daha ne olsun?
"AGITIAR"
Yaşar Kemal, Abidin'e " Peder" veya " Peder Bey" diye hitap eder
di. Güzin böyle anlatıyor. Kemal de aksini söylemiyor zaten. Ama bunu
herkesler de bilmez.
Yaşar Kemal'in ilk kitabının adı Ağıtlar'dır. Adana Halkevi tarafın
dan yayınlandı. Abidin'in isteğiyle. Yaşar Kemal bunu Alain Bosquet ile ko
nuşmalarında şöyle aktarıyor: "İlk kitabım, bu bir folklor derlemesi, Ağıt
la r'dı. 1943'te yayınlandı. Derlernelere on altı, on yedi yaşlarında başlamış
tım. Kitabın giriş yazısında ı. n. 1942 tarihi yazılı" (s. 133).
88 SONRA ADANA
Yaşar Kemal Oral Çalışlar'a da anlahyor bu meseleyi: "Bu ağıtları
topluyordum. O sıralarda Abidin Dino ile tanıştım ... Bir kısmını ona veri
yordum. O bunları hayranlıkla okuyordu... Ferit Celal Güven Halkevleri
Başkanıydı ve Türk Sözü gazetesinin sahibiydi... Ferit Celal Güven Ağıtlar'ı
Halkevine götürdü, ı943'te bu ağıtlar benim derlernem olarak Halkevi Ya
yınları arasında çıktı. Kapağını da Abidin Dino düzenlemişti."
Adana Halkevi "Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi" neşriyatından ve " Sa
yı: ı" ve "Çukurova Falklor Derlemeleri: ı" üst başlıkları altında bir isim
var: Kemal Sadık Göğceli. ismin altında ise aynen şunu okuyoruz: "AGIT
LAR 1." Ve sonra yayın tarihi: ı943. Evet kitabın kapağında gördüklerimiz
bunlar. Bu kitap 2004'te Abidin'in desenleriyle yeniden yayınlandı. Ek ola
rak diğer Ağıtlar da var yeni baskıda.
YAZMA EYLEM i
O yılların Adana'sında Türk Sözü, Bugün, Yeni Adana gibi gaze
teler ve dergiler ya Abidin Paşa Caddesi'ndedirler ya da iki adım ötede
ki İstasyon Caddesi'nde. Ferit Celal Güven Türk Sözü yanında Yeni Ada
na nın da sahibidir. Abidin'in bu yayma katkısını araştırmak ilginç ola
'
ABi D i N D i N O 89
nu anımsatmalı. Dergi aynı zamanda edebiyat ve sanata da toplumcu
gerçekçi bir görüşle bakıyor, eleştiri ve tanıtım makaleleriyle söyleyece
ğini dile getiriyor. Boran örneğin H aziran 1 943 sayısında " ' Sanat sanat
içindir', ' Sanat cemiyet içindir' dolambacı" başlıklı makalesini yayınlıyor
(Dergide, s. 37-42).
Adımlar'ın yazarlan arasında Adnan Cemgil, Sabahattin Ali gibi
isimleri de anmak lazım. Burada isimleri geçenler kısa bir süre sonra An
kara'ya gelecek olan Güzin ile ve bir süre sonra onunla Ankara'da yaşaya
cak olan Abidin'in çevresini oluşturacak arkadaşlarından birkaçıdırlar. Abi
din ve Güzin kimilerini İstanbul'dan da tanıyorlar ayrıca. Bu sanatçı, yazar,
bilim kadın ve adamları ile siyasetçiler o günlerde Ankara'da özgür, o gün
lerin koşulları içinde olabildiği kadarıyla özgür, bir alan oluşturmaktaydı
lar. Bu çerçevenin içine Azra Erhat'ı, Niyazi Ağırnaslı'yı, Melih Cevdet An
day'ı, Oktay Rifat ile Orhan Veli'yi, Niyazi ve Meliha Berkes çiftini de mut
laka katmak gerekiyor. Hele Pertev Naili Boratav ve eşi Hayrunissa Hanı
mı asla unutmamalı. Başkaları da var. Sabahattin Eyüboğlu gibi. Ama hep
sini sıralamak çok uzatacak bu bölümü. En iyisi biraz sonra hepsiyle birlik
te Ankara'da buluşmak.
Ama geçerken o günlerin Behice Boran'ını tasvir eden çok kısa ve
son derece şirin bir alıntı yapınama izin veriniz:
16 Ekim 1987 tarihli Cumhuriyet'te Müşerref Hekimoğlu anımsı
yor: "Kürk yakalı mantosu, elinde Yurt ve Dünya (Adımlar'ı unutmamalı.
M ŞG) dergileriyle dolu kocaman çanta, kısacık saçları, kalkık burnu, çekik
gözleriyle bir Behice Boran canlanıyor gözümde. Her zaman bakımlı, hep
aynı elbiseleri giyse de her zaman tertemiz ve şık. Türküler söyler, dans
eder, yaşama sevincini, savaş gücünü tüm davranışlarıyla vurgulardı."
Abidin'in yakından tanıdığı ve dostlukları daha sonraki dönemler
de de sürecek olan Zekeriya ve Sabiha Sertel'in de Nazizme, faşizme ve ırk
çılara karşı çalışmaları sürüyor. Ve Tan gazetesi o günlerin en ilerici yayın
organı olarak dikkat çekiyor.
Zaman, faşizmin ve Nazizmin ağır darbeler aldığı zamandır. Nite
kim 25 Temmuz 1 943'te Mussolini tepetaklak devrildi. İtalya faşizm bela
sından kurtuluyordu.
SONRA ADANA
AGUSTOS 1943: Güzi N ADANA'YA GELiN GiD iYOR
Şubat 1943'te Ankara'da Azra Erhat'ın evinde, Abidin'le, Arif'in ta
nıklığında, "nişanlanan" Güzin'in evlilik kararı İstanbul'daki baba evinde
bir bomba gibi patladı desem abartmış olmam. Hele babası için "bu bir fe
laketti! " Ne demek yani bir sürgünle evlenmek? Güzin diretiyar elbette.
inatçılıktan değil inanmışlığından. Aşkından. Aile o zaman tam anlamıyla
ikiye ayrılıyor. Kimi evlilikten yana. Kimi karşı. Babası kızının "istikbali"
nedeniyle, Abidin gibi "adı kötüye çıkmış," "komünistlikle suçlanan" ve
"halen sürgün" biriyle evlenınesini istemiyor. Ama annesi taraftar evlen
mesine. Amcası da öyle. Amcaoğlu Naim, eşi ve başka birçok akraba da.
(Güzin bütün bunları son derece eğlenceli bir biçimde Gel Zaman Git Za
man' da anlahyor.) Evde evlilik tartışmaları sürerken Güzin Edebiyat Fakül
tesindeki çalışmasını en iyi biçimde yapıyor: "Auerbach'ın asistanı olmak
öyle kolay iş değil, hiç."
Auerbach Güzin'in Fakültede kalıp doktorasını yapmasını ve ba
şarıyla sonuçlandırmasını arzuluyor. Güzin Osmanlı Edebiyatı üzerine
doktora tezini hazırlıyor bir yandan. Bir yandan da epey eğlenceli ders
ler yapıyor: Adnan Benk gibi zeki ve uyanık, akıllı ve takılınayı seven öğ
rencilerinin de katkısıyla dersler çok hoş geçiyor: Tartışmalı, atışmalı.
Bu arada başka birçok iş daha yapıyor: Nevin Korel ile M aliere'den Küs
kün Aşıklar'ı çeviriyor. Yine Maliere'den Hekim Uçtu piyesinin çevirisini
yönetiyor: Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi öğrencilerinin seminer
çalışması olarak gerçekleştirdikleri bir çeviri olmalı. Güzin'e bu konula
rı sorduğumda hiç hatırlamadığını söyledi. Oysa bu bilgileri M . Nihat
Özön ile Baha Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi isimli kitaplarında
( Remzi Kitabevi, İstanbul, 1 967, s. 143) veriyorlar. İki yazar da Güzin'in
1 943'te evlendiğinden herhalde habersiz olmalılar: Çünkü bu bilgileri
"Güzin Dikel'' adı altında veriyorlar ve Güzin'in "Çevirici yazar" olduğu
nu belirtiyorlar.
Fakülte yaz tatiline girince Güzin ayrılmak kararını açıklıyor: Ada
na'ya gitme kararına Auerbach üzülüyor. Ve Güzin'i kalıp çalışmasını sür
dürmesi için iknaya çabalıyor. Sorun Adana'ya giderek meslekten uzaklaş
ması. Yoksa evlenmesine kimse karşı değil. Kimi öğrencilerini saymazsak.
Aai o i N DiNo
Abidin evienirken "e�leniyor": Desenin altına "Bir evlenme" notunu düşmeyi unutmadan.
SON RA ADANA
22 eylül 1 943 Adana'da evlilik hatırası.
Asi D i N DiNo 93
Adnan Benk örneğin. Güzin'in anlatlığına göre, Adnan Benk bir arkadaşı
nı da yanına alarak Güzin'i evinde ziyaret ediyor. Adana'ya gitrnekten ve
evlenmekten vazgeçirmek umuduyla. O günlerde Adnan Benk "evlilik ku
rumuna feci biçimde karşı." Ama bir süre sonra, hatta çok kısa bir süre
sonra bizzat evlenerek evlilik kurumuna muhalefetinden vazgeçti. O ayrı
bir konu. Güzin'in profesörlerinin canını sıkan sorun, Adana gibi bir yere
gidip öğretim üyeliğini bırakmak zorunda kalması. Hatta en yakın kimi ba
yan arkadaşı bile, akıllı, uslu ve mesleki savlar ileri sürüp Güzin'i bu işten
vazgeçirmeye çabalıyorlar. Oysa Güzin sadece kendisini dinlemek istiyor.
Başkalarını değil. Bu, fakülte dekanı bile olsa.
O günlerdeki dekan Hamid Bey Galatasaray Lisesi eski öğretmeni,
Dikel ailesinin öteden beri tanıştığı bir insan. Güzin' in babasının dostu. İ ş
sonrası "Çiçek Pasajı"na az m ı uğradılar, birlikte. Güzin bana bu konuda
şunlan anlattı:
"Ayrılıyorum artık Fakülteden. Abidin'le evlenıneye gitmek için.
Hamid Bey muhterem bir kişi. Ben böyle hop diye yok olmayı ayıp
saydığım için, dedim gidip Hamid Bey' e 'allahaısmarladık' diyeyim. Gittim
ziyaretine; üzülüyorum ayrılacağım için gibi, birkaç beylik laf söyledim.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Güzin: Aynlıyorum artık.
Hamid Bey: Niçin? Nasıl olur? Nereye? Hamid Bey şaşkın.
Güzin: Evleniyorum.
Hamid Bey: Aaaa kimle?
Güzin: Ama kocam burada değil Adana' da.
Hamid Bey: Ama neden Adana'da oturan bir adamla evleniyorsun?
Zengin mi nedir? (Güzin burada gülüyor.)
Güzin: Hayır efendim, hiç alakası yok.
Hamid Bey: Peki neden orada? Buraya gelemez mi?"
Adamcağız çıldırıyor. Bense kimle evleneceğim konusunda hiçbir
şey söylemiyorum. Bana bin bir nasihat ediyor. 'Gitme kal, asistan olarak
doktoranı tamamla. Auerbach'a asistan olmak şaka değil. ' Sonra ille de
kimle evleneceğimi öğrenmek için ısrar ediyor. O kadar sıkıştırıyor ki ben
de en sonunda ağzımdaki baklayı çıkardım:
94 So N RA ADANA
Güzin: Eşimin adı Abidin, Adana' da sürgündür. O nedenle Ada
na'ya gidiyorum.
Hamid Bey: Aaahhh! Sizin ailede var bu, irsi midir nedir? Sizin ai
lede sürgünlük bir tecelli... Neredeyse bir gelenek kızım, ne diyeyim.
Hamid Bey dedemin Abdülhamid tarafından sürülmesini amınsa-
yarak böyle konuşuyor. Haksız değil elbette. Kim bilir? Ve sonra ekliyor:
Hamid Bey: Demek damat da sürgün. Peki kızım hayırlısı olsun.
O an orada işte böyle acıklı bir sahne yaşadık. Hamid Bey ile karşılıklı."
Nasihat masihat hiçbir şey umurunda değil Güzin'in. Kendini, aş-
kını dinleyerek sürgün Abidin'i bulmakta kararlı.
Gitmeden önce Güzin, Abidin'in abiası Leyla Abla'yı ziyaret ediyor.
Güzin anlatıyor: "Leyla Abla beni çok seviyor elbette. Ailenin yeni gelini
oluyorum. O sıralarda Ahmet, Remide'den ayrılmışh. Dolayısıyla ailenin
sürdürücüsü rolünü benim oynarnam gerekiyor. Bu nedenle Leyla Abla ba
na birtakım şeyler armağan etti. En önemlisi Abidin Paşa'nın mührü.
Mührü alan padişah olur gibi, mührü ben alıyorum ve artık ailenin gelini
benim. Leyla Abla bana aynı zamanda kendisinin ı9ı8'de İtalya'da yapbr
dığı Abidin'i temsil eden minyatürü de verdi."
Vernisy imzalı minyatür Güzin'in çalışma odasındadır öteden be
ri. (A'dan Z'ye Abidin Dino'da s. 12'de görülebilir.)
Güzin daha sonra şunları ekliyor: " Leyla Abla pek yanılınıyorsam
on tane filan bilezik de hediye etti. İncecik çok şık bilezikler. Bu bilezik
ler Abidin'in annesinden kalma çok kıymetli şeyler. (Ama 1 945-1946'da
mali ve maddi açıdan çok fena zorlanınca Adana' da onları satmak zo
runda kaldık.) Evet Leyla Abla beni giderayak hediyelere boğdu desem
yeridir. "
BABALIK GöREVi
Güzin'in babası Mehmet Asım Bey, kızının Abidin'le evlenmesine,
Abidin'in "sürgün edilmiş bir adam olması" nedeniyle ve "poliste dosyası
var" diye karşı. Güzin anlatıyor:
" Babam bana, ' Kızım sürgün edilmiş bir adam, paliste dosyası
var' diyordu. Ve ekliyordu 'Bu dosya onu ölümüne kadar izler.' Nereden
ABi D i N D i N O 95
biliyordu bunları babam? Bir kere kendi öz deneyiminden, kendi hayatın
dan. Kendi babasının Abdülhamid döneminde Yemen'de dokuz yıl sür
gün yaşadığını ondan iyi kim bilebilirdi? Ve bu sürgünün, kardeşleri, ço
cukları ve torunlarına yaşamları boyunca ne tür derdere yol açtığını da
çok iyi biliyordu. Bu açılardan nasıl bir dertten veya dertler dizininden söz
ettiğini pekala biliyordu. Yoksa Abidin'in kişiliğine ya da yaptıklarına kar
şı değildi. Nitekim bizim apartmanın üst katında oturan Abidin'in abiası
Leyla Nuri Dino, ileri ve ailesiyle düzenli görüşüyordu, araları çok iyiydi.
İş dönüşü babam Leyla Abla ile bezik oyrıardı örneğin.
Babam Abidin'in durumunu o günlerdeki İstanbul Emniyet Müdü
rü ile görüştü ve bu görüşmeyi izleyen cumartesi günü benimle özel olarak
konuştu: 'Bunları sana söylemezsem babalık görevimi yerine getirmemiş
olacağım' diyerek başladı ve ekledi:
SO N RA ADANA
para lazım dedim, çeyiz için gerekli harcamaların parasını bana ve
rin yeter dedim. Öyle yaptık.
Gitmem yaklaşınca babam yine annem aracılığıyla babalığını
gösterdi, sevimli adamdı babam, ' Güzin ile bir gün birlikte alış
verişe çıkalım, evlilik hediyesi olarak ne isterse onu alayım ken
disine' haberini iletti. Babamla birlikte alışverişe çıktık. Çok hoş
tu. Ve ben, şimdi inanmayacaksınız çok şık, çok pahalı ve kırmı
zı renkli bir el çantası seçtim ve onu aldık. Aslında çocukluk.
Çünkü Adana'ya gidiyorum ve öyle bir çantaya hiç ihtiyacım ol
mayacak. Herhalde bir yerde gördüm ve heves ettim: Kırmızı el
çantası. Neyse."
Aei o i N D i N o 97
HAYDARPAŞA GARI'NDA GELiN
Abidin'i sürgüne göndermiştİk Haydarpaşa Garı'ndan. Bu kez Abi
din' e gelin gidiyor Haydarpaşa Garı'ndan. Merdivenler üstünde yine güneş
var. Güzel bir ağustos günü başlıyor İstanbul'da. Martılar çığlık çığlığa.
Yorgunluk yok. Ama yine bir "telaş" yoldaş. Ne bit korkusu, ne sıkıyöne
tim, ne başka bir şey Güzin'i Adana yolculuğundan alıkoyabildi. Ver elini
Adana. Ver elini. İyi de İstanbul'dan Adana'ya nasıl gidiliyordu o zaman
lar? Güzin anlatıyor:
98 SONRA ADANA
demeli, yüksek sosyetenin insanları. İkisi de Nişantaşı'ndan. Şevket
Bey bizim eve gelir giderdi. Annemi iyi tanıyor. Bakıyor penceresin
den ve bütün bu insanların benim için gelmiş olduklarını görüyor.
Neyse, gelenlerle vedalaşhktan sonra trene bindim. Tren yola çık
mak üzere. Ben tifüsten, bit hastalığından feci biçimde korkuyo
rum: Nasıl korkmayayım? O sırada İstanbul'da, Adana'da her yerde
salgın hastalık bu. Adana'da örneğin tifüsten bin kişi yatıyor. Bu
nedenle trene biner binmez ilk iş pencereyi sıkıca kapayıp bütün
kampartımanı baştan aşağıya bir güzel dezenfekte ediyorum. Özel,
kafurulu bir ilaçla. Zaten bu bulaşıcı hastalık korkusundan birinci
mevkii yataklı almışım. Bırakın ikinci mevkii, yataklının ikinci
mevkisine bile razı olmadım. İlaçlama işi bitince kapıyı da kapatıp
koridora çıktım. Özel, kafurulu ilacın bütün mikroplan mahvetme
sini bekleyeceğim (katıla katıla gülüyoruz).
O sırada Kıbrıslı Şevket Bey yanıma geldi.
- Kuzum sizi mi yolcu etmeye geldiler? diye sordu.
- Evet dedim. Ama evlenmek için Adana'ya Abidin'e gidiyorum
demek istemiyorum. Ve onlar beni evlenıneye gidiyorum diye yol
cu etmeye geldiler de demek istemiyorum. Çocukluk tabii. Ama
böyle bir yanıt verirsem, 'Kuzum kimle evleneceksiniz veya kimle
evleniyorsunuz?' diye yeni bir soru sorup işi uzatması olasılığı da
var. Benim de yanıt vermek için canım çıkacak. Ama bin bir tane
hediye de var, öyle bir yanıt vermeliyim ki inandırıcı olsun ve iş de
fazla uzamasın.
- Çok yakın bir akrabamız evleniyor, ona gidiyorum diyorum.
Ne yanıt ama! Evlere şenlik! Şevket Bey teyzelerin, Fatmaların ve di
ğerlerinin hediyeleri orada verdiklerini gördü ve pek çok paket de
var. Bense ona 'Evlenecek yakın arkadaşımıza bu hediyeleri benim
götürmem uygun görüldü' filan diyorum. Şevket Bey kibar insan.
inandı. Veya inanmış göründü, yani işi fazla kurcalamadı. Daha
sonra gerçeği öğrenince epey gülmüş. Trende son derece nazik dav
randı. Sohbet ettik. Sonra 'Yemeği birlikte yiyelim' dedi. Yemeği
birlikte yedik. O benden de titiz bir insan. Eldivenle yemek yiyordu
ABi D i N D i N O 99
örneğin. Kendisine anlattım. İşte koropartımana girernem dedim,
çünkü ilaç sıktım filan. İzmit' e dek böyle geçti yolculuk.
Şevket Bey Mısır'a gidiyordu. O Adana'dan sonra yoluna devam
etti. Bağdat'a filan. Prenses Hürriyet' e gidiyordu. Dehşet adamdı. Da
ha önce Füreya'nın (sonranın ünlü seramikçisi) sevgilisiydi. O da çok
hoş bir kadındı. Adana'ya kadar yolculuk iki gün bir gece sürdü."
ABi D i N D i N O 101
Ekim 1 943, Adana.
"Birinci Ev"de. Yeni
evli Güzin Adana
sıca�ında sütunların
gölgesinde maltızda
yemek hazırlıyor.
M. Şehmus Güzel
Koleksiyorıu
korkusu sonucu bin bir tedbirle faytona binecek ve kömürü eve kadar taşı
yacaksınız. Adana bu!"
Abidin, "Adana'daki küçük evimiz" dediği bu "dünya evi"ne bir de
isim takmış, evlere şenlik: "Kutu Saray." Adana'daki birinci evin fotoğrafı
nın arkasına elle yazıvermiş Abidin: Unutulmasın diye. Bu kadar da değil:
Abidin'in eğlenmek için çizdiği bir karikatür var. Buna kroki-katür
demek daha yerinde olacak. Veya Güzin'in bir kelime oyunuyla yarattığı
sözcükle harikatür. Abidin direkler üstünde yükselen eve İstasyon Cadde-
102 SO N RA ADANA
si'nden bakarak çizmiş. Evin sağında garın su deposu görülüyor. Güneş
gülümsüyor. Başka ne yapacak Adana' da? Çatının üstünde bir kalpfgönül.
Oku yemiş ortasından. Aşktan söz etmiyor muyduk biraz önce, işte aşk. Ok
bir mi iki mi? Harikatür-krokiye yakından bir kez daha bakmalı. Sonra pı
rıl pırıl güneşin ışıkları altında eriyen taş oda. Yani mutfak. Evin ikinci ka
tında solda balkon çok iyi görülüyor. İki pencere çizmiş Abidin. Güzin'e
bakarsanız bunu "şirinlik olsun diye yaptı." Pencerelerinden birine A diğe
rine G harflerini kondurmuş. Abidin bu. Oysa Güzin'in yalancısıyım, bu
cepheden bakınca, evde iki değil bir pencere vardı. inanmayan evin yine bu
cepheden alınmış fotosuna bakabilir. (A'dan Z'ye Abidin Dino, s. n6). Fo
toğrafa iyi bakınca belli oluyor. Balkon dediğimiz aslında koskocaman bir
teras. Yan gelip yatılacak cinsten. Ya da oturup veya ayakta resim çizilecek
Bir dakika canım evde çok vakit geçirdik Hemen çıkmak gerekiyor.
Evlilik başvurusu için Belediye'ye kadar gitmek lazım. Abidin'in gazeteye
uğraması da şart. Sonra Adana'yı dolanmak da ...
"Okaliptüs kokusu, baharat, kebap, at fışkısı, hepsi karışıp insanın
burun direğine Çukurova'yı haber veriyor."
Abidin'dir bunu yazan. Güzin ise bakın İstasyon Caddesi'ni nasıl
betimliyor Gel Zaman Git Zaman'da (s. 96-97):
ABi D i N D i N O 103
:��ıç;�. .
ı . .·
Abidin'in çizdiği desende Adanada'ki birinci ev. Çatıda kalp. Güneş güleç. Soldaki pencerede
A (Abidin), yanındakinde G (Güzin). Balkon tamam. Sütunlar sağlam. Eksik bir şey var mı?
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu
rin karaborsada ... Atebrini ele geçirip yutanlar kanarya sarısı surat
larla dolaşıyorlar. Ama bu da bir fıyaka nedeni olmuş. ' Baksana bas
mış paraları, yutmuş atebrini...' deniyor sarı benizli kişiler için.
Gölgede 44 derece ... Sağda solda, konuda komşuda, tiril tiriı titre-
104 SO N RA ADANA
yenler dolu. Beden sıtmasız bile olsa, gece gündüz, haftalarca şırıl
şırıl ter içinde insan. Sular musluktan sıcak akıyor, boğucu sıcak
havada gözlere bile sızan ter yüzünden gerçeküstü bir bunalım ya
şanıyor. Öğleden sonra, bomboş bırakılmış caddeden, aheste beste,
boydan boya ve çaprazlama bir öküz geçiyor; alıyor başını, azamet
le Taş Köprü'ye doğru gidiyor."
ABi D i N D i N O ı os
Fahri Erdinç ve Tuğrul Deliorman ile Bulgaristan Sovyet Sosyalist Cum
huriyeti'ne sığınacaktır...
Abidin evliliği şöyle anımsıyor: " Evliliğimiz dehşet oldu. Bi kere
iki şahidimiz vardı. Biri Nevzat Güven, öbürü Naci Kum. Naci Kum
hem müze müdürü hem de Alevi dedesi. O Güzin'in şahidi. Benim şa
hidim Nevzat Güven ise Nasreddin Hoca hikayelerini en güzel anlatan
insan. Olağanüstü bir biçimde anlatırdı. Türk Sözü gazetesinin sahiple
rinden biri."
Tanıklar konusunda iki anlatım arasında fark var. Bunu ancak evli
lik cüzdanına bakarak çözebiliriz. Bu arada Abidin'in Nevzat Güven hak
kındaki değerlendirmesinin daha önce aktardığım Güzin'inkinden değişik
olduğunu da saptayabiliyoruz. Eh her gün ve her gece aynı gazetede yıllar
ca çalışırsanız ortak kimi şeyler oluşuyor, insanlar birbirlerini daha iyi ta
nıyabiliyorlar demek.
Abidin ve Güzin öteden beri evlilik tarihi olarak 23 Eylül 1 943'ten
söz ettiler. Yazdılar. Evlilik yıldönümlerini 23 Eylülde kutladılar. Oysa o
gün, evlendikleri gün, Adana Belediyesi'nde Güzin'in nüfus cüzdanına bir
not düşüldü. Aynen şunlar yazılı: " Sarıyer Yeniköy 153. Hanede mukim Ce
lal Abidin Dino ile 22 Eylül 1943'te evlenmiştir."
Kim yanılıyor? Nüfus cüzdanı mı? Bizimkiler mi? Nüfus memuru
veya nikah dairesinin sorumlusu yanılmış olabilir. Bunlar çok önemli de
ğil, geçelim. Önemli olan hemen sonrası. Söz Güzin'de:
"Nikah dairesinden çıktık. Gölgede 44 derece sıcak. Adana kavrulu
yor. Felaket bir sıcak. Ben de kalkmış çorap giymişim, evleniyoruz ya. Ola
cak şey değil ama olmuş bir kere. Elbisem filan da fena değil. İyi hoş ta sı
cakta fena halde terliyoruz. Neyse nikah dairesinden, belediyeden çıktık ve
hemen şipşak fotoğraf çeken birine rastladık. Hani askerler askerlik hatıra
sı olarak el ele tutuşup fotoğraf çektirir ya biz de hemen öyle bir fotoğraf
çektirdik Bu fotoğraftan 1 5-20 adet hastırdık Ve bunları çok yakın eş, dost,
arkadaş ve akrabaya evlenme davetiyesi/hatırası olarak gönderdik. Komik
bir şeydi aynı zamanda. İşte şenlik olsun diye gönderdik. Annem bunun
üzerine helva yapıp dağıtıyor etrafa. Babam ... Babam defterine bakın şunu
yazmış: 'Mektup geldi Güzin'den. Çok mutlu. Belki ben aldanmışım.' Ya-
ı o6 SON RA ADANA
ni evliliğime karşı olmaktan üzgün. Bu notu daha sonra Abidin'e göster
dim. Abidin çok sevindi çok. O defter hala bende. İki buçuk sayfa kadar, gü
zel bir anı olarak saklıyorum."
O gün Adana sıcağında çekilen bu fotoğraf karşımda. Güzin Abi
din'e bakıyor gülerek Güzin'i böylesine gülerken görmek son derece en
der bir şeydir. Onun için iyi bakmalı. Yaklaşın canım, biraz daha yaklaşın.
Evet, Güzin mutlu. Abidin de. İnce bıyık biraz daha uzamış. Ceket yerin
de. Kravatı bile var. El ele tutuşmuşlar. Güzin'in sol elinde bir demet çiçek.
Birer ayak öbüründen biraz öne doğru. Simetrik bir duruş. "Adana Hatıra
sı" diye buna denir işte: Ama o da ne? Sağda bir pırpır uçak, yoksa tayyare
mi demeli? Bir bayrak. Ama ay yıldızı "kanuna uygun" değil. Hiç değil.
Neyse ki 1 943'teyiz. Bir bina. Belediye binası olmasın? Önde bir küçük ha
vuz, fıskiyesiyle? Yoksa çiçekler mi onlar? Ve kaldırım taşları. Sokak fotoğ
rafçısında olduğumuzu ele veren deliller. Deliler değil.
Abidin'in hınzırlığı tutmuş ve kalkmış bu fotonun bir de karika
türünüjharikatürünü çizmiş. Pes! Güzin bunu bana 24 Aralık 2004'te
gösterdi: "Geçen gün bir şeyler karıştınrken buldum" dedi. Orijinalini
henüz bulamadık. Abidin'in "Bir evlenme" altyazısı iyi okunuyor. Çok iyi
olmayan bir fotokopisinden gördüklerim: Fotoğraftakilerin çizimi, ama
fazlası da var. Abidin sokak fotoğrafçısını da kondurmuş sol kenara. Ada
mın başı makinenin "körüğü" içinde kayıp. Abidin'in pırpırı solda. Yok
sa bir kuş mu? Ve bir kuş daha. Bırakalım bu harikatürü, fotoğrafa baka
lım yeniden. Evet, bir sokak fotoğrafçısında çekilen Adana evlilik hatırası
vardır artık. Ve bu solmayan bir fotodur. O kadar ki, Eylül 1993'te, Abi
din'le Güzin evliliklerinin so. yılını, dile kolay, so. yılını evet, kutladılar.
Paris'te. La Coupole' da. O gün çekilen bir dizi fotoğraf vardır: La Coupo
le'da, oradan çıkıldıktan sonra. Kaldırımda. Fotoğrafları çeken o gün o
anı Abidin ve Güzin ile o güzelim mekanda kutlayan Selçuk Demirel ve
aile bireyleridir: Eşi, çocuğu. Ve bu dizi fotoğrafları Selçuk Demirel'in
Özel Koleksiyonu 'nda seyreylemek mümkündür. O gün kaldırırnda çeki
len fotoğrafa bakınız lütfen: Abidin'in elinde bir demet çiçek. Her zaman
bir demet çiçek hayat. Abidin tebessümle Güzin'e bakıyor. Güzin biraz
tedirgin objektife bakıyor.
ABi Di N D i N O
"İ NSAN ÖMRÜ I<ADINSIZ OLUR M U ? "
Abidin bir yerde bu soruyu soruyor ve yanıtını veriyor: "Olmaz. İn
san ömrü kadınsız olmaz! "
İki aşık evlendiler. Ve akşam yemeğini Adana'da Abidin'in "Nehir
Kenan Lokantamız" dediği Taş Köprü'ye yakın ve Seyhan Nehri kenarında
ki mekanda yediler: Abidin, Güzin, nikah tanıkları ve tanıkların eşleri.
Güzin "Düğün 'diner'mizde tek konuklarımız tanıklarımız ve eşle
riydiler. Yemekten sonra bizi evimize kadar götürdüler. İşte böyle oldu dü
ğün gecemiz."
Güzin bana birkaç kez aynen şunları söyledi Abidin'le evlenmesi
konusunda: "Türk polisine teşekkür borçluyum. Çünkü Abidin sürgüne
gönderilmeseydi, ben, onunla evlenemezdim. Çünkü İstanbul'da birçok
üniversiteli genç ve çok güzel bayan Abidin'in etrafında fır dönüyorlardı
(Gülüyoruz). Aslında şöyle demek te mümkün: Polis evlenmemizi zorun
lu hale getirdi, yoksa İstanbul'da evlenmeden çok iyi yaşıyorduk birlikte.
Ama bu birliktelik daha ne kadar dayanahilirdi İstanbul'un genç ve güzel
bayanlarının o aralıksız hücumlarına? "
8 Ekim 1943'te Güzin Dikel-Dino Seyhan (O zamanlar Adana ili bu
isimle anılıyordu) Nüfus İdaresine kayıt yaptırdı ve böylece bütün resmi iş
lemleriyle "Adanalı" oldu. Çiftçibaşı Şahin bu merasimleri filan bekleme
mişti: Güzin Adana'ya gelir gelmez birdenbire zuhur etmiş, İstanbul'dan
"gelin geldi" diyerek bir koyun, bir kaz ve de bir hindi ile tenekeler dolusu
yağlan takdim etmişti. Çiftçibaşı Şahin deyip geçmemeli, koskoca "Agba
Çiftliği"nin kahyası. İstanbul'da veya daha uzaklardaki bazıları için Ada
na'da yaşamak bile bir "uzaklık" duygusu, yaşasalar bile "sahipler" adına
her şeyi çekip çeviren adam. Koskoca Abidin Paşa otlakiyesi, veresesi, şusu
busu ondan sorulur. Bilhassa ondan.
Bir rastlanh olmalı. Abidin'in çok iyi tanıdığı, çok sevdiği ve yakın ak
rabası, daha önce birkaç kez sözünü ettiğimiz karikatürist ve işadamı Sedat
Nuri İleri; kimi kaynaklara göre 21, kimine göre 22 Eylül 1943'te Fransa'da
vefat etti. O günlerde haberler bugünkü gibi hemen ulaş(a)mıyordu. Dolayı
sıyla Abidin ve Güzin'in kara haberi daha sonra aldıklarını tahmin ediyorum.
Güzin bu olayı hiç hahrlamadığını söyledi. Ama bugün unutulmuş bile olsa,
r o8 SO N RA ADANA
o günlerde bu kara haberin Abidin'lerde mutlaka bir üzüntü havası yarattı
ğından emin olabiliriz. Abidin'in, Arifin ve Ahmet Dino'nun çocukluk ve ilk
gençlik arkadaşı. Hele Arifin: Birlikte az mı karikatür çizdiler.
4 Kasım 1943 tarihli Yeni Adam dergisinde Sedat Nuri'nin ağabe
yi, Abidin'in büyük halası oğlu ve eniştesi, yani Leyla Abla'nın eşi, Rasih
Nuri'nin babası Suphi Nuri İleri, kardeşini anlatan bir yazı yayınladı (Tu
na Baltacıoğlu'nun kitabında, s. 59-60).
Tuna Baltacıoğlu kitabında Arif Dino'nun Sedat Nuri'yi anlatması
nı da aktarıyor. Bunun birkaç satırını alıyorum: "Avrupa gezilerinde sergi
lerde göz bilgisini, kitaplada da fikir bilgisini kuvvetlendirmiştir. Diyebili
riz ki artistierimiz arasında sanat bilgisi en kuvvetli olanlardan biri de odur.
Sedat Nuri'nin sanatçı yapısına gelince, her şeyden önce dehşetli bir göz
dür. Renk konusunda, Cezanne'ı çok sevdiği halde, diyebiliriz ki, deseni
renginden üstündür. .. Sedat'ın bu kroki yeteneği açıklayıcı çizime ve re
simli röportaja girer. iyi bir çizgici olmak tüm büyük ressamların imren
dikleri bir şeydir" (A. g. k., s. s8-s9)·
6ı yaşında vefat eden kardeşi için Suphi Nuri İleri'nin makalesinden
şu satırlan da aktarmak isterim: "Dostu çoktu, düşmanı yoktu. Zekası ve et
kinlikleri sınırlan aşardı. Örneğin Paris'te oturduğu halde, Amerika'nın ko
yunlarını Almanya'ya, Almanya'nın kerestelerini Amerika'ya satardı. Bu sa
vaşta (İkinci Dünya Savaşında. M ŞG), Fransa'nın Batı kıyılannda batan ge
milerin demir kısımlarını denizden kurtarmak için Paris'te bir dalgıç şirketi
kurarak para kazanmanın yolunu bile bulmuştu" (A.g.k., s. 6ı).
ABi D i N D i N O III
M ŞG : Daha çarpıcı olan şu: Suavi Barutçu'nun komünist olması.
Ve 1 9 5 ı'de TKP'ye yönelik o tutuklama furyasında onun da tutuklanma
sı. Suavi Barutçu'nun komünistliği benimsernesinde Abidin'in veya Abi
din'le birlikte Adana'da Arifin etrafında toplanan o sevimli genç toplu
luğun etkisi oldu mu?
G D: Hiç bilemem.
, u... . ,,_,;.,......
I'IDI 1""'1ı
Orhan Kemal NtJzım Hikmet'le Üç Buçuk Yıl kitabını yayınlayınca Gü zin ve Abidin'e ith af eder ve
"Güzin ve Abidin Dino'lara her zamanki sevgileri m izle 2 Haz. 965, Ev halkı adına, Orhan Kemal" diye
yazar ve imzalar. Abidin için özel bir not düşer sonra: "Abidin Di no, Ben bu kitabı Adana'da senin
işaretinle hazırlamıştım. Kısmet bugüne imiş O. K."
fılinta gibi acı bir delikanlı daha katılmıştı çevremize, Bursa Hapishanesi
tomasından çıkan Orhan Kemal. Böylece 'Adana Okulu' oluştu, tamam
lanmış bulundu.
Bursa'dakinden haberler getiriyordu Orhan Kemal, taptaze yazıl
mış dizeler getirmişti ezberinde; Nazım Hikmet'in imgeleri ile, insanları
ile, kalabalıkları, bozkırları, destanları ile, köylüleri ile... "
ABi D i N D i NO 113
"Ve fevkalade parlak bir güneşle başlayan 26 Eylül 1 943 günü saba
hı, onunla hapishane kapısında, hapishanede bıraktığım öteki mahpus ar
kadaşların hasret dolu bakışları önünde tekrar tekrar sarılıp vedalaştıktan
sonra, elimde bavulum çıktım ...
Evime, memleketime, bilhassa 40 günlük bıraktığım beş yaşındaki
kızıma kavuşacağıma ne kadar seviniyorsam, Nazım'dan, onun ölçüsüz
dostluğundan ayrıldığım için o kadar mahzundum ...
Nazım'dan başkası bilmiyordu, bilemezdi ki, yüreğimin büyük bir
parçasını hapishanede bırakıp, hapishanedekilerin dostluklarını evime gö
türüyordum."
Orhan Kemal eşine ve kızına kavuştu. 13 Temmuz 1944'te oğlu doğ
duğunda isim konusunda hiç zorluk çekmedi. Ustanın ismini verdi. Dünya
daki N azırnlara bir Nazım daha eklendi. Orhan Kemallere de bu yakışır hani.
Ustaya saygıda kusur olmaz. Yok. (Bu çocuk daha sonra petrol mühendisi ola
caktır. Sonraki yıllarda Orhan Kemal'in bir oğlu daha dünyaya gelecektir... )
Orhan Kemal o günlerde tamı tamamına 29 yaşındadır. İyi giyin
meyi sever. Adana'da iş arar, vermezler. Çünkü adı "komüniste" çıkmıştır.
Epey zorluk çeker. Ama hapishane Orhan Kemal için "bir çeşit üniversite"
olmuştur. Şöyle anlatıyor: "Hikayeci, romancı kabiliyetim orada keşfedildi
ve gelişme yoluna girdi."
Güzin'in bana aniartığına göre, "Orhan Kemal çok dikkat ederdi, bu
nedenle gazeteye dadanmamıştı." Ama yine de hapislik bittiğinde hazır
olan yapıtlarından Abidin, Güzin ve Arife söz edecek zamanı buluyordu.
Bunlardan biri Bereketli Topraklar Üzerinde ismini taşıyordu. (Birinci versi
yonu ancak 1954'te yayınlandı. Genişletilmiş baskısı ise 1 964'te.) Neden
böyle bir çalışma yaptığını Orhan Kemal şöyle anlatıyor:
SONRA ADANA
Bu haksızlıkla savaşmak için kendimde hazırlık mı buldum, gü
cüm yettiği kadar bunu belirtmek mi istedim? Bilmiyorum"
ABi D i N D i N O 115
Güzin'e Abidin'in sözünü ettiği "eleştiri işini" sordum. İşte yanıtı:
"Ders vermiyorum kardeşim, ama tarhşmalarda, kavgalarda belki
arada bir haklı şeyler söylüyordum herhalde. Orhan'la hiç böyle bir tarhşma
mız olduğunu hatırlamıyorum. Yaşar'la farklıydı durum: Çünkü Yaşar bize
daha yakın, evin çocuğu gibiydi. Yaşar'la bir yandan coğrafya dersinden bü
tünlemeye kalmıştı ya, o dersi vermesi konusunda tarhşıyorum. ille o dersi
verip diplomasını almasını ısrarla istiyorum. Öte yandan Yaşar'ın Balzac'ı,
Stendhal'ı, Flaubert'i, şunları bunları okumasını, oturup okumasını istiyor
dum. Sorduğumda 'Okudum' filan gibi yanıtlar veriyordu ama bunlar bana
palavra gibi geliyordu. İnandıramıyordu beni. Bunları tarhşıyorum Yaşar'la.
istiyordum ki okusun. Yaşar'ın da yazacaklarına tarih girebilir diye onları
okuması için ısrar ederdim. O kadar. Kavgalar ediyoruz yani."
Gel Zaman Git Zaman'da Güzin şunları yazıyor: Birinci evde "Kü
çük yatak odasının pencereleri yüksek, dar ve devrilerek açılıyor
-bereket versin! Yine de keskin nişancıların attığı taşlar, az kalsın
hedefini bulacaktı. Abidin'in burnunun ucundan geçip karşıdaki
duvarda oyuklar yapan taşlar. Savaş meydanlarından uzakta da olsa
lar, ölümle burun buruna geliyorlar işte ... Camlar paramparça sal
dırıdan sonra ... " (s. 95-96).
Güzin bana şunları anlattı: "Evimizi taşlayanlar Adana'daki ırk
çılar. Adanalı ırkçılar o günlerde Adana Erkek Lisesinde bulunuyor
lardı. Evimizi taşlayanlar kocaman taşlarla penceremizi kırarak bizi
yaralamak veya öldürmek kastını taşıyorlardı. Öylesine kocaman bir
taştı ki başımıza gelseydi yaralanırdık mutlaka. Taşın atılmasından,
ıı6 SO N RA ADANA
penceremizin kırılmasından hemen sonra, belki yarım saat kadar
bir zaman geçti, mahalle bekçisiyle evimizin biraz ilerisinde İstas
yon Caddesi üstündeki Almanya Konsolosluğu ahçısı geldiler: N e
olup bittiğine bakmaya, anlamaya. Herhalde bir şeyler gördüler
vefveya duydular. Sonra bizim evin kapısına gelen mahalle bekçisi
kapımızı tıklattı. Ama o saatte ve öylesi bir olaydan sonra kime gü
venebilirsiniz? Ben ısrar edip Abidin'in kapıyı açmasını engelle
dim. Sonunda anladık ki adam gerçekten mahalle bekçisi, ama yi
ne de kapıyı açtırmıyorum. Peki, kapı kapalı dursun ama isterseniz
kapı arkasından konuşalım dedik. Kabul etti. Abidin bana kızdı
mızdı ama o anda kime güvenebileceğimizi bilemezdik Abidin ka
pı arkasından bekçiye, 'Şehir Kulübüne gidin, olan biteni anlatın,
Abidinlerin evi taşlandı diye haber verin' dedi. Yarım saat daha geç
ti. Sonra iki atlı polis geldi. Evin etrafında dolaşmaya başladılar. Ve
bir hafta boyunca atlı polisler evin etrafında dolaştılar. Evin ve bi
zim güvenliğimiz için. Gündüz pek değil ama gece sürekli dolaştı
lar. Çünkü gündüz evin önündeki İstasyon Caddesi oldukça canlıy
dı, ayrıca tam karşımızda da Almanya Konsolosluğu var."
Ama bu evde başlarına bir şey gelmesinden artık iyice tedirgin Abi
din ve Güzin başka bir eve taşınmak istiyorlar. Ve bu şartlar altında Abidin
Paşa Caddesi'ndeki evi bulup oraya taşınıyorlar. Aslında Güzin'in anlattığı
na göre, "Orası da pek uygun değil. Başımıza bir şeyler gelebilir diye orada
da tedirginiz ama bir şey olmadı." Sivil polisler yine sürekli peşlerinde. Ve
Abidin, Arif de her gün karakola kadar gidiyor ve masanın üstündeki defte·
re imza atıyorlar. Unutmayalım sakın: Abidin ve Arif Adana'ya gezmeye git
mediler: Sürgündürler. Resmi ağızia "ikamete memur" her iki kardeş de.
Bütün olumsuz çevre koşullarına karşın yaşamı ve çalışmalarını
sürdürüyorlar. Sürdürmeye çalışıyorlar. O günlerin Adana'sını Güzin şöy
le yansıtıyor Gel Zaman Git Zaman'da:
AsioiN D i N o
ötürü karartmasıyla, trenlerin geceleri sanki daha tiz, daha acı dü
dük sesleriyle, evin önünde adımları duyulan gözleyici sivil polisle
riyle Adana gerçekten bir sürgün ve gurbet kenti."(s. ıos-ıo6)
n8 SO N RA ADANA
Türk Sözü gazetesi ile ev arasında mekik dokuyan genç çift.
AB iDiN DiNO
Adana' da sahn alınan kilimierin seçiminde bir numaralı danışman
Göğceli'dir: " Saat Kulesi taraflannda kilim satan bir dükkanda en güzel ki
limi saniye yitirmeden gösteriyordu bana" diye yazan bizzat Abidin'dir.
Bu evin çarpıcı bir yanı ise "aşağıdaki bakkal"dır; pardon ne bakkah
canım bal gibi "gizli meyhane." Hele geceleri. Güzin hala el-aman-lardadır:
"Aşağıdaki bakkal dükkanında bütün olup bitenler ve söylenenler, yukanda
onların (Güzin ve Abidin'in) odasından duyuluyor zaten. Tabanın aralıklı,
delikli tahtalanndan sadece sarhoş lafları, kentin dedikodusu, gecenin sonu
na doğru da çatlak sesli türküler değil, aşağının pis bakkaliyesinin fareleri de
fırdolanıyor odada... Aşağıdaki bakkalın zararları sadece farelerle bitmiyor,
her gece gizli meyhanecilik yapması, gürültü, sarhoş türküleri, rakı ve pas
hrma kokusuyla geçen geceler, Abidin'in gazeteye gittiği, onunsa (Güzin'in
se) evde kaldığı geceler, hasta olduğu geceler, aşağıdaki meyhane adamakıl
lı bela... Zaten biraz da bundan ötürü O da (Güzin) gazeteye gidip, geceleri
orada çalışmayı yeğliyor; tezini bitirmek için. Bu yüzden kibarca da olsa,
bakkalla kavgalar sürüp gidiyor. Gece müşterileri kentin nüfuzlu kişileri,
bekçiyi de ele geçirmişler... Ama Abidin'in gazetede çalışhğını bilen bekçi
ondan da çekiniyar ve kimi geceler gelip alttaki gizli meyhaneyi zorla boşal
hyor. Bakkal, yukarı kata doğru sarhoş küfürleri mınldanıyor. Ertesi sabah
da dükkanının önüne, onların penceresinin alhna bir iskemle ahyor ve ge
lip geçen müşterilere, 'Çocuklarımın nafakasına mani oluyorlar' diye yakı
narak onları kınıyor." (Gel Zaman Git Zaman, s. ıoo-101)
Ama aralan o kadar da açık değil hani. Nitekim bir gün Abidin, evden
çıkıp giderken, Abidin'in dalgınlıklan aniatmakla bitmez, dalgaya düşüp dı
şarıdan çengelleyince kapılan, evde kapalı kalıyor Güzin. Ve bunun üzerine
Güzin, pencereden aşağıdaki bakkah çağırıp, avlu kapısını omuzlayarak çen
geli açmasını istemiş. Sonra o gece, bakkal, içkili müşterilerine, "yukarıdaki
ressam kansını bir kıskanıyor ki, sorma: Bugün kapıyı çengellemiş, kapatmış
kızcağızı. Ben gittim kurtardım... " diye anlatmış. (A.g.k., s. 99-100)
ABi D i N D i N O 121
Abidin olan da! Fotoğrafa iyice bakın lütfen: Abidin asıl kendisi bir deri
bir kemik. Sadece Göğeeli değil. Bir soru daha kalıyor: Bu fotoğrafı kim
çekti? Güzin bu fotoğraftan bir tanesini annesine göndermiş: Arkasında
"Anneme" yazılı.
Abidin ve Güzin'in, Güzin'in Adana'ya ilk geldiği günlerde, tanı
dıkları sevimli bir adam var: Erkek Lisesi Fransızca öğretmeni. Sevimli ve
maalesef hasta biraz. Güzin'in anlattığına göre, "Bir-iki kez görüştük Bir
denbire öldü adam. Çok üzüldük. Erkek Lisesine Fransızca dersleri için bir
öğretmen aranıyor. Öte yandan Adana'ya geldiğimden beri başta Sabahat
tin Eyüboğlu birçok tanıdık, eş ve dost beni Adana'da bir okula tayin ettir
mek istiyorlardı. Ben hemen Ankara'ya yanılınıyorsam Sabahattin Eyüboğ
lu'na, haber verdim. Beni hemen tayin ettiler. Büyük ihtimalle 1 943 sonu
na doğru. Eyüboğlu o günlerde Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı Kadri Yö
rükoğlu ile çok iyi dost, neredeyse yedikleri içtikleri ayrı değil. Dolayısıyla
tayinim hemen yapıldı."
Şunu da ben ekleyeyim: Edebiyat Fakültesinde Fransızca Bölü
münde romanoloji asistanı olarak yıllarca çalışmış böyle bir elemanı kim
olsa kaçırmazdı. Adana Erkek Lisesi niye kaçırsın? Ama şunu da vurgula
mak gerek: Bir sürgünün ve adı komüniste çıkmış bir insanın, Abidin Di
no'nun eşi Adana Erkek Lisesine Fransızca öğretmeni olarak atanıyor. Bu
da çok ilginç ve cesaret işi. Hasan Ali Yücel gibi biri Milli Eğitim Bakanı ol
masaydı bu atama yapılabilir miydi? Hayır elbette.
Güzin anlahyor: "Lise müdürü sağcı olduğu halde, son derece kibar
davrandı bana karşı. Efendi bir adamdı."
Gel Zaman Git Zaman'da Güzin ilk derse girişini ve öğrencileriyle
ilk tanışmasını aynen şöyle yazıyor:
" Lise müdürüyle ilk kez sınıfa girdiğinde, bir kenarda, ötekilerden
ayn oturtulmuş on iki öğrenci görüyor. 'Bunlar neden böyle oturu
yor?' diye sorduğunda, 'Onlarda göz nezlesi başladı' diyor, müdür.
Göz nezlesi, trahomun başlangıcı. .. Onların da defterlerini okuyup
Fransızca yanlışlarını düzeltmek gerek. .. (Güzin'in) ikide bir, gözü
kaşındığında göz doktorlarına koşuyor, ama defterlerdeki Fransızca
ABi D i N D i N O 123
Başka bir sohbetimizde Güzin "Abidin gazetede soo TL maaş alı
yordu" dedi. Olabilir. Çünkü Abidin 180 TL ile işe başladıktan sonra aylığı
artırılmış olabilir. Çünkü o günlerde hayat pahalılığı sürekli artıyordu. Ba
sit bir kıyaslama için şu rakamlan vereyim: 1938'de 100 olan fıyat endeksi
1939'da 101, 1943'te 280, 1 944'te 459 ve nihayet 1945'te bir parça azalma
ile 457'dir. Burada hayat pahalılığının özellikle 1943'ten 1 944'e feci biçim
de arttığı belli oluyor.
Öte yandan Abidin'in işe başlamasından sonra ondan istenen uğ
raş sayısı da arttı. Bakın Güzin neler diyor: "Gazeteyi aslında tek başına
Abidin çıkarıyor desem yeridir. Gazete sahibi olarak görünen iki kardeşten
Ferit Celal Güven devamlı olarak Ankara'da. Adana'ya arada sırada uğru
yor. Gazeteyle ilgisi yok denecek kadar. Nevzat Güven gazetenin müdürü
ama Abidin'i işe aldıktan sonra Adana Şehir Kulübüne iyice yerleşti. Ora
dan Abidin'e telefon edip 'Başyazıyı da sen yazıver' diyordu örneğin. Üçün
cü bir kardeş daha vardı ama bu kardeş sadece matbaayı idare ediyordu. Ya
ni onun işi gazetede yazı yazmak değil zaten. Üç kardeşin gazetesini Abi
din çıkarıyordu."
Bu durumda Abidin'in aylığının belli bir süre sonra artırılmış ola
bileceği düşünülebilir.
TELETEZ
Evet, kimi tezler uzaktan yönetilebilir veya uzaktan denetimle yazı
labilir. Bunun bir örneğini 194o'ların başında Güzin Dino verdi: Güzin'in
doktora tezinin uzunca bir ismi var, önce onu yazmalı: "19. Yüzyılda Tarih
Biliminin Fransız Gerçekçi Romanının Doğuşuna Etkisi: Balzac, Stendhal,
Flaubert." Yaşar Kemal'in bu üç Fransız yazarını okumasını ısrarla isteme
sinin nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Peki teletez iş nasıl kotarılıyor? Güzin anlatıyor: "Adana'dayken Au
erbach tezimi uzaktan yönetiyor. Ben planımı gönderiyorum, O bu konu
daki önerilerini, düşüncelerini bildiriyor. Ben diyelim otuz sayfa yazıyo
rum, kendime güvenınediğim veya onun fikrini almak istediğim parçaları
kendisine gönderiyorum. O da okuyup yanıt veriyor: Şunu şöyle yap, bunu
böyle düzelt diye. Ama o zaman ben kalkıp kendisini eleştiriyorum. Bazen
124 SO N RA ADANA
oldukça sert bir biçimde. O zaman O kaleme sarılıyor ve bana sert bir ce
vap veriyor: Örneğin 'Tez hazırlayan ben değilim sizsiniz' diyor. Geçenler
de kağıdanın arasında bir rnekruhunu bulup okudum: Beni fena paylıyor.
Bir önceki rnekrubunda beni biraz sert eleştirince ben de ona yanıt vermi
şim. Sonra O da cevap veriyor ve beni paylıyor: 'Tezi ben hazırlamıyorum,
siz hazırlıyorsunuz' anlamında. Ama ilişkimiz hep dostça sürdü.
Auberbach'ın 'mimesis' diye isimlendirilen bir kuramı var: Daha çok
edebi bir yöntem ve inceleme biçemi. Edebiyatı tarihe karışmış olarak anlat
ma üslubu. O çok hoşrur. Örneğin şöyle bir şey diyor: 'Balzac zamanında
Monsieur tabiri kullanılmazdı, un citoyen veya sadece citoyen (vatandaş) denir.
Monsieur, Madame (bay, bayan) tabirlerini aristokratlar kullanıyorlar. Bunla
rın kullanımı zamanla halk tarafından benimseniyor, vb. Auerbach bunu ve
buna benzer şeyleri ayrıntılı bir biçimde anlatıyor: Mimesis başlıklı kitabında
(New-York, 1957) . Koca bir kitap. Çok değerli bir kitap. Epey aydınlık getiren
bir eser, hem de edebiyatı anlatıyor. İşte doktora tezimi bu yöntemin ışığı al
tında hazırlıyorum. Sonra Balzac, Stendhal ve Flaubert'den birkaç parça seç
tim ve bu ışık altında inceledim. Auerbach'ın getirdiği ışık yolumu aydınlatı
yor, bu arada Spitzer metodunu da kullanıyorum. Onun üslup analizi için
özel bir metodu var. Spitzer'in metoduyla küçük bir paragrafı okuyunca ese
rin edebi değeri var mı yok mu hemen çıkar ortaya. Hatta bir cümle okuyun
ca bile belli olur. Spitzer'i dört sene okudum, şaka değil. Spitzer metinler kar
şısında saatlerce canımızı çıkanrdı. Canımıza okurdu. Edebiyat Fakültesinde
onunla her yıl metin, metin, metin, texte, texte, texte okuduk. Dile kolay.
Onun yöntemi sayesinde bir paragraf okuyun herhangi bir yazardan derhal
ele verir kendini metin. Belli eder ne olduğunu. Değerini. Hani kan tahlili ya
pıyoruz ve tık diye kendini veriyor ya aynen onun gibi bir işlem. Burada ede
bi analiz yapıyoruz. Üslup tahlili yapıyoruz. Şimdi bunu dört yıl boyunca oku
yunca sonunda giriyorsunuz işin içine. İyi bir roman nedir sorusuna yahıt
şudur: İyi yazılmış romandır, ne anlattığı hiç önemli değil, nasıl anlatıldığı
dır önemli olan. Fransızcasıyla: Le style, l'ecriture c'est le roman, pas ce qu'il ra
conte. Evet ne anlattığı önemli değil, üslubu ve yazımı önemlidir. Neden Pro
ust'u severim? Çünkü anlatım biçemi, üslubunu beğenirim. Önemli olan ne
anlattığı değil, nasıl anlattığıdır.
ABi D i N D i N O
"Tez çalışmamda hem Spitzer var, metodurnun içinde çünkü, hem
Auerbach var. Yani o günlerde dünyanın en ileri gitmiş yöntemleri bu iki
bilim adamının metotlandır. Spitzer üniversiter alanda üslup analizini atı
yor ortaya: Bu yöntemin edebiyatta aydınlatıcı bir eleman olduğunu savu
nuyor. Ondan sonra başkaları onun arkasından geliyor.
Adana'da tezimi hazırlarken Spitzer ABD'ye taşınalı epey oluyor
du, ama ne iyi ki Auerbach hala İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesin
deydi ve tezimi uzaktan bile olsa yönetme kibarlığını gösteriyordu. Ara
mızda zaman zaman başgösteren tartışmalara, atışmalara rağmen. Bu da
işin tuzu biberi olması açısından o kadar da fena bir şey değildi. Beni en
azından daha dikkatli ve daha dinamik bir havada tutmaya da yarıyordu.
Ne demek yani, koskoca Auerbach'a kafa tutuyorum. Auerbach elbette
gerçek bir bilim adamı olarak ilgisini benden esirgemedi. Tezimin başarı
lı bir biçimde hazırlanmasını ona borçluyum. Auerbach bununla da kal
madı. Daha sonra Ankara'da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesindeki (DTCF)
doçentlik sınavımda jürime katıldı. Sınavın ders verme aşamasında, sınıf
tıklım tıklım öğretim üyesi dolu, ben La Fontaine'i Spitzer yöntemiyle sı
kı bir biçimde analiz ediyorum ve Spitzer'e teşekkür ediyorum. Oysa tezi
mi uzaktan yönetmiş ve o sırada ta İstanbul'dan kalkıp benim sınavım
için Ankara'ya kadar gelmiş ve o anda orada beni dinleyen Auerbach'a bir
teşekkürü çok görüyorum. Spitzer ABD'ye gideli epey oluyor. Auerbach
ise hala bizlerle uğraşıyor, bizlere yardımcı olmaya çalışıyor. Ama ben ona
bir teşekkür bile etmiyorum."
2004'te Güzin'e Auerbach'ı tanıyan İsveçli bir bilim adamı uğradı,
Auerbach'ın İsveççeye çevrilmiş kitabını armağan etti. Bir süre sonra Gü
zin'i Berlin'de Auerbach üzerine düzenlenecek bir kollokyuma davet etti
ler vb. Bütün bunlar yıllarca sonra bile Auerbach hayranlarının, okuyucu
larının varlığına işaret ediyorlar ve 1 94o'ların başında İstanbul'da asistan
lığını yapmış olan Güzin'in unutulmadığını da ispatlıyorlar.
ABi D i N D i N O 127
"Kiev şehri şafakla başlayan nihai bir hücumla zapt edilmiştir.
Moskova'da mutad olarak 224 top paresiyle selamianan büyük
şehirlerin zaptı, Kiev'in şerefine 324 pareye yükselmiş.
Kiev'le diğer şehirler arasında niçin bu ıoo infılak farkı gözetil
di? Bu tercihin sebebi rakkama sığmayacak kadar muazzamdır.
Kiev şehri tarih boyunca birçok mücadelenin geçidi, desteği, he
defidir.
Kiev'in istirdadı [geri alınması] Stalingrad gibi sadece bir dö
nüm noktası değil, Rusya'da Alman hakimiyetinin kati hezimetine
işaret ediyor.
İnkar edilemeyecek bu iktisadi, siyasi ve askeri olay, Nazilerin
'hayat sahasını' ölümle döşenmiş o hayat sahasını hatırlatıyor.
Kiev 'hayati sahanın' ambarı, merkezi, tahtı, payıtahtı idi.
Almanya'da acıkanlar Kiev ismi ile doyar, daymasalar bile bu
gün yarın doyacaklarını umarlardı.
İyi pişmiş bir ekmek serabı halinde Nazilerin gözü önünde salı
nıp duran Kiev dün Sovyetler'e avdet etti [geri geldi].
Kiev tekrar bir Sovyet şehri olarak tarihe geçerken bu şehir uğ
runa oğlunu, kardeşini, erini kaybeden Alman anası ne düşünür,
kimlerden ne sorar?
işte bu suali hiçbir propaganda, hiçbir vaat, hiçbir nazariye ve
stratejik sebep susturamaz.
Naziliğin fütuhat [ele geçirme] hevesi 'hayati sahada' birkaç Al
man nesiini gömmüştür. Geride mezarlar kalıyor ...
Ve Gogol'ün Ukrayna geceleri."
ABi D i N D i N O 129
' Hayrola Mahmut Bey, birini mi bekliyorsun?' ' Kimi bekleye
ceğim? Görmüyor musun Allah aşkına yerde yatanı? ' Yerde upu
zun, belki yirmi metre, belki de daha fazla, dallı hudaklı koca bir
ağaç yatıyor.
Çiftlikbaşısı yollamış. ' Siz ağaç istemişsiniz çiftlikten .. .' ' Biz
ağaç istemedik ayol, odun istedik. .. 'Neyse, uzun lafın kısası, ka
yınpedere haber saldım, adam yollayacak, kesip parçalayacağız
ağacı ...
Bütün bir gün sürüyor ağacın sobaya, küçük sac sahalarına gire
bilecek parçalara bölünmesi. Odunluğa sığınıyor, konu komşuya
dağıtılıyor, giriş avlusunu dolduruyor, adım atacak yer kalmıyor or
talıkta, ortalık oduna kesiyor velhasıl... Oysa iki oduncukla köz gibi
kızarıyor sac sobacık. .. "
J I ARALIK 1 943
Yeni bir yılın başlamasına birkaç saat kala herkes yılbaşını kendi
evinde geçiriyor: Yarınların nelere gebe olduğu bilinmez zamanlarda hele
yalnızlık ne kadar zordur. Adana'da sürgünseniz hele. Ama iki genç insan,
iki sevimli insan, Güzin ve Abidin, Abidin ile Güzin, karar veriyorlar: "İki
miz birlikte yılbaşı gecesi yapacağız." İlk kez baş başa bir yılbaşı gecesi ge
çirecekler. Evleneli daha kaç ay oldu?
Güzin anlatıyor: "Adana'daki ilk yılbaşımız, dolayısıyla kimse de
bizi aramıyor. Hem zaten biz kimselere gitmiyoruz, hani mimlenmesin
ler, başlarına kötü bir şey gelmesin diye. Kimse de bize gelmeye cesaret
edemiyor. Neyse Abidin'le baş başa hazırlıklarımızı yapıyoruz, güzel ye
mekler yiyoruz, içki de var biraz. Ne de olsa yılbaşı. Saat 23 filan. Kapı
mız tıktıklandı. Abidin kalktı, açtı kapıyı. Ayol bu Naci Bey! Müze müdü
rü. Sempatik bir adam, kendisini tanıyoruz, müzeden. Ayrıca gazeteye
gelip gidiyor. Evet, çok sempatik bir adam. Alevi. İşte insanlık. Gelmiş
'Bu iki genç insan nasıl, ne yapıyor' diye. Biraz bizimle oturdu. Bir-iki
şey içildi. Bu çok önemliydi, çünkü ilk defa kapımız çalmıyordu. İlk defa
cesur bir insan bizi ziyarete geliyordu Sonra çok daha ilginç bir şey oldu.
Naci Bey ile gidip geldik. Biz ona ziyarete gidince ona da cesaret geldi. Ve
dostluğumuz sürdü."
Abidin, Naci Bey'i ve evini unutmadı. Nitekim Kasım 1969'da Ada
na'yı ziyaret ettiğinde Adana'dan Güzin' e gönderdiği 19 Kasım 1969 tarih-
ABi D i N D i N O 131
li mektubunda aynen şunları yazıyor: "Adana Müzesi değişmemiş, Naci
Bey'in evi olduğu gibi duruyor" (Mektuplar, s. 205).
Güzin bir süre sonra müze müdürü Naci Kum sayesinde yaşadıkla
rı şu hahrayı da asla unutmuyor:
"Başka bir gün Naci Bey, koşa koşa. neredeyse, geldi bize, 'Benim
Pirim geldi, bizim evde, sizi ille tanımak istiyor. Haddim değil ama
acaba rica etsem gelir misiniz?' diye sordu. Kibar adam. Biz de ta
bii dedik ve hemen birlikte çıktık; Naci Bey'in evine gittik. Öğle vak
ti, aşağı yukarı. Piri zil zurna sarhoş (Güzin anlahrken gülüyor),
'Aaa' filan deyip Abidin'i öptü. Beni öpmedi. Sonra çok sempatik,
çok filozofik bir hava esti. Oturduk. Orada dehşet bir mucize oldu.
Siz de (yani, önce ben, MŞG, sonra siz ey okuyucular) epeyi şaşıra
caksınız. Müze müdürü Naci Bey'in eşi geldi, uzun saçlı, upuzun
bir giysi içinde. O da oturdu. Sohbete başladık. Birdenbire konuş
ma nasıl geldi, nereye kadar çıktı ki ünlü Hıristiyan filozof vardır,
Saint-Thomas d'Aquin, konu ona kadar gitti. Mistik bir filozof, 13.
yüzyılda yaşamış. Naci Bey'in eşi konuşurken ona ahfta bulunuyor,
'Zaten Saint-Thomas demiştir' ki filan diyor, Pir de ona yanıt veri
yor. Orada büyük metafizik bir sohbet, bir tartışma yaşadık, o sevi
yede şaşılacak bir şey tabii ki. Ben çok memnun oldum. Biraz afal
ladığımı da belirtınem lazım. O kadın, yani görünüşte sıradan bir
ev kadını, orada Piri ile çok üst düzeyde sohbet etti ki sormayın."
"Bize gelip giden genç bayan bir öğretmen arkadaş vardı. En başta
onu saymalıyım. Herhalde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte
sinden öğrencimdi. Adana'ya Fransızca öğretmeni olarak tayin edil
di. Ve devamlı bize gelip gitti. Adını maalesef anımsayamıyorum
şimdi. (Bu genç bayan öğretmen arkadaş daha önce anlattığım gibi
ABi D i N D i N O 133
Meziyet Barutçu'dur.) Ama sonunda onu sürmeye kalktılar. Tayini
başka bir yere çıkarıldı. Bizimle görüşüyor filan diye elbette. Ben
hemen Sabahattin Eyüboğlu'na yazdım, O da Talim ve Terbiye Da
iresi Başkanı, daha önce sözünü ettiğim sempatik insana (Kadri Yö
rükoğlu. M ŞG) durumu aktardı. Böylece eski öğrencimin, yeni
meslektaşırnın sürülmesini durdurabildik. Ancak biz Adana'da ay
rılınca O da Adana'da arhk kalmak istemedi. Onu Ankara'ya tayin
ettirebildik. Ankara'da da çok sık bizi ziyaret etti."
"O günlerde Abidin'in çevresinde dolaşan çok girgin bir adam vardı.
Adını anımsayamıyorum maalesef. Herhalde 195o'de Adana'dan
milletvekili seçildi. Kırca soyadını mı taşıyordu. Öyle bir şey olmalı.
Milletvekiliyken, Abidin Ankara'da ondan Nazım Hikmet'in özgür
lüğüne kavuşması için yardım istedi örneğin. Nazım'ı kurtarabil
mek için nerede olanak bulursak oraya başvuruyorduk o günlerde."
"Adana'da bir sağlık müdürü vardı: Seyfi Bey. Çok değerli bir in
sandı. inanmış bir Atatürkçü. Hiç kimseden korkusu olmayan
gerçek bir devrimci. Toprak ağalarına örneğin ' Sıtmayı önlemek
için pirinç tarlalarınızı kentten uzağa götürmeniz lazım' derdi,
hiç çekinmeden. Ağalar aldırmadılar. Yine bildiklerini yaptılar.
Bunun üzerine Seyfi Bey kente yakın pirinç tarlalarını tek tek do
laşıp, tek tek denetleyip, topladığı pirinç bilmem nelerini alıp
Adana Şehir Kulübüne getirdi ve tek tek ağaların masalarının üs
tüne pat diye attı. Tam ihtilalci bir adam. Ağaları filan hiç umur
samazdı. Abidin'i çok sever, çok tutardı. Beni de. Evimize gelip
gitmezdi ama Türk Sözü'ne uğrardı. Naci Bey dışında, ki O da bir
1 34 SoNRA ADANA
defa evimize geldi, bu tür insanlardan hiçbiri evimize gelmedi
ama bize hepsi çok kibar davranırdı. Abidin ile konuşmak iste
yenler gazeteye uğramayı tercih ederlerdi.
Seyfi Bey daha sonra Sağlık Bakanlığında müsteşarlığa atandı.
Ankara' da da sağlık konusunda bir derdimiz olunca yardımını
esirgemedi. Hele Abidin'in hastalığı ve sonrasında, bilhassa o ka
panmayan yarasının kapanması için koştururken. Değerli bir in
sandı Seyfi Bey."
ABi D i N D i N O 1 35
Bu arada İstanbul'da ve Ankara'da bıraktıkları arkadaşlarından,
dostlarından, meslektaşlarından haber ve mektup alıyorlar mıydı? Mutlaka.
Ama maalesef Abidin ve Güzin'in o günlerdeki mektuplaşmalarından bu
gün bilgi ve belgemiz yok. Birkaç istisna dışında. Örneğin Güzin'in anne
sinden gelen bir mektup ve bir fotograf: Güzin'in annesi belki kızına aile
nin iyi olduğunu iletmek, aynı zamanda kendi haberlerini göndermek için
bir mektupla birlikte bir de fotoğraf postalıyor: Annesi fotoğrafının sol kö
şesine bir not düşmüş: " n . n. 1944, cici Güzin'e. Ferdiye." Güzin bu fo
toğrafı bana gösterdiğinde "Ne hoş di mi?" diyerek gülüyor. Evet fotoğraf
çok güzel: Foto Sabah'ın gerçekleştirdiği. Annesi de çok güzel.
Herhalde bu mektuba yanıt olarak Güzin annesine Abidin'le birlik
te Adana'nın şirin bir sokağında yürürken çekilmiş ve yukarıda takdim etti
ğim fotoğrafı, arkasına "Anneme" diye yazarak gönderiyor. Belki aynı zarf
ta babasına da bir fotoğrafını iletiyor: Hani birlikte bakmıştık: Güzin Ada
na'daki birinci evde "bahçe" de bir uzun iskemlenin üstünde uyukluyorken
çekilen fotoğrafını. Arkasına "Babama" yazmış. Ama Güzin bu fotoğrafını
yayıniatmak istemiyor. Çünkü "Bu çok özel" diyor. Pozu oysa çok hoş.
SONRA ADANA
karşı mücadelede en iyi, en cesur çocuklarını yitiren Yunanistan'ı yeni tra
jediler bekliyordu maalesef.
O günlerde Fransa'daki Direniş de daha geniş boyutlarıyla sürüyordu.
Abidin'in 196o'ların başında yayınladığı, "les partisans" dizisinin
kimileri 1941 tarihini taşıyor. Ve Abidin'in el yazısıyla altlarına ekiediği
açıklayıcı bir-iki sözcük sayesinde bu desenierin SSCB ordularının kazan
dıkları zaferleri izlediğini saptamak olası. Bu desenierin kimi ise daha son
ra çizilmiş: Örneğin Democratie Nouvelle'de Kasım 1964'te yayınlanan de
senleri bunlara birer örnektir. 1941'de çizilenler ile 1964'te yayınlananlar
arasındaki çizim ve çizgi farklılığı çok açık: Dikkatli bir göz veya Abidin'in
Fikret Mualla kitabı için kullandığı başlığı alacak olursak "Gören Göz İçin."
Ama esas mesele, bakış açısı aynı: Vurulanlar, el bombası atan kadın ve er
kek direnişçiler, vurulan ama yıkılınayan ve ayağa kalkanlar yeniden. Tür
kiye'de Gerilla Desenleri (Galeri Nev Yayınları, Ankara, 2005. Metni yazan
Rasih Nuri İleri' dir) ismiyle yayınianmaları bir rastlantı değil kısacası.
Tükiye'de "buluttan nem kapmak" her zaman geçerli bir hastalık
tır. Nitekim Yunanistan Direniş hareketindeki yeni gelişmeler ve Türki
ye' de daha çok özgürlük isteyenlerin arzularını basın yoluyla dile getirme
leri üzerine 28 Mart 1944'te dönemin ilk ama maalesef sonuncu olmayan
"komünist tevkifatı" başlatıldı. Gazeteler "Ankara ve Karabük'te komünist
hücrelerin ele geçirildiklerini ve gözaltına alındıkları" haberlerini verdiler.
Tutuklamalar elbette İstanbul'a da uzandı. Aralarında şimdiye kadar isim
lerini andığımız birçok tanıdık bulunuyor: Reşat Fuat Baraner ve yakınları,
Jak ihmalyan ve akrabaları. Örneğin kardeşi Vartan ihmalyan. Vartan İlı
malyan gözaltına alındığında gördüklerini anlatıyor ( Bir Yaşam öyküsü,
Cem Yayınevi, İstanbul, 1989, s. 86 vd) : "Resmi polis kendi karakoluna git
ti, sivil polisle ben de Rumelihisar İskelesinden vapura bindik ve soluğu,
doğru Sansaryan Hanın 6. katında aldık. Sivil polis beni koridorda beklet
ti, kendisi bir odaya girdi ve biraz sonra beni odaya çağırdı.
Gözlüklü bir adamın karşısına çıktım (Zeki Bey) ; biraz ötede de
Harndi Bey oturuyordu (Parmaksız Hamdi) ."
Vartan ihmalyan'ın anlatımını burada kesiyorum. Ama lütfen dik
kat Sansaryan Han, Parmaksız Hamdi. Anımsayalım Abidin'i İstanbul'da
ABi D i N D i N O 1 37
gözalhna alıp sürgüne gönderdikleri zamanlardan gelen isimler. "Parmak
sız Hamdi" o günlerde ve sonrasında Türkiye Komünist Partisi (TKP) tu
tuklamalarını yöneten " Komünist Masası" şeflerinden biridir ve Türkiye si
yasi tarihinin olumsuz "kahramanlarından" biri olarak çok iyi tanınıyor.
(1944 Tutuklamalannın ayrınhlarını Vartan ihmalyan'ın kitabı yanında şu
kaynaklarda izlemek olası: Zihni T. Anadol, Aydınlığa Omuz Verenler, Yön
Yayınları, İstanbul, 1991. Ve Aclan Sayılgan'ın Türkiye'de Sol Hareketler
isimli kitabı. Aclan Sayılgan, 1 944 tutuklamalarından sekiz yıl sonra, 1951
Ekim ayındaki tutuklamalar sonrasında, Eylül 1 952'de Ankara'da gözaltına
alman ve polisle işbirliği yapan bir insandır. Bu açıdan yazdıklarının ayrı
bir önemi var.)
Komünizm karşıtlığı nisan ayında Nihai Atsız'ın ihbarlarıyla daha
geniş boyutlar kazandı ve dönem boyunca giderek arttı.
"Arif Adana'ya gelince Yaşar Kemal daha çok Arifle dolaşmaya baş
ladı. Yaşar Kemal bize daha az uğrar oldu. Böylece evlat yükümüz
hafifledi diyebilirim. Arif, çok memnundu. Öylesi bir gencin sürek
li, neredeyse sürekli, bir şekilde yanında bulunmasından. Kendini
düzenli bir biçimde dinleyen, zeki ve konuşkan bir delikanlı. Arif sa
yesinde Yaşar Kemal sadece kendisine ait sürekli bir profesöre sahip
olmuş gibiydi. Kendisine o zamana, o ana kadar tanıma, öğrenme
fırsah bulamadığı bin bir konuda bin bir şey anlatan bir profesör."
Yaşar Kemal de zaten ne diyor, bakın: "Arif Dino çok ince bir insan
dı. Dünyanın en kültürlü insanlarından biriydi." Arif Dino'yu tanımasının
hayatının en önemli şansı olduğunu belirten Yaşar Kemal, Arif Dino'nun
sürekli çizdiğini de ekliyor: "Kahve telvesinden bile resim yapardı. Herke-
SO N RA ADANA
se resim yapmayı öğretirdi. Bana bile öğretmeye çalıştı ama ben yazmak
tan resim yapmayı öğrenemedim."
Bu açıdan Yaşar Kemal'i mazur görebiliriz. Arif Dino'nun, sanat
hayatında ve kısaca yaşamında en çok etkilendiği kişi olduğunu vurgulayan
Yaşar Kemal şöyle diyor: "Üniversite diyorsanız, benim üniversitem Arif
Dino üniversitesiydi. Yazarlığı ondan öğrendim. Bir insan yetiştiren, o in
sana bütün bilgisini aktaranjveren insanlar vardır, O da bana karşı aynen
bunları yaptı." (Yaşar Kemal bunları "İmbikten Çekilmiş Adam: Arif Dino"
sergisinin açılışında anlatıyor: Özgür Politika, 9 Nisan 2005).
Evet Arif Dino, Yaşar Kemal'e daha doğrusu o zamanki ismiyle Ke
mal Sağdık Göğeeli'ye pek çok şey öğretti: Rimbaudlan, Balzaclan, Cervan
tesleri ve daha pek çok yazarı, yapıtlarıyla. Cervantes deyince aklıma geldi.
Yaşar Kemal' e Don Kişot'u tanıtan bizzat Ariftir.
Önce Abidin'in, Arif Dino'nun Yüz isimli kitabına yazdığı başlıksız
"giriş"ten bir alıntı yapmak istiyorum: "Daumier'nin, Picasso'nun, Na
zım'ın bunca sevdiği Don Kişot, Arifi de yakından ilgilendiriyordu. Cervan
tes'in kitabını ömrü boyunca başucundan ayırmamıştı. Delikanlı Yaşar Ke
mal' e yüz kere okutmuştu bu kitabı Adana' da. İnce Memed daha ortada yok
tu. Yaşar şiir yazıyordu, düzyazıya geçmemişti daha. Arif'in Hazin Yüzlü
Şövalye'si yabana atılır bir yorum getirmiyor bence." (Arif Dino, Yüz, Nor
gunk Yayıncılık, İstanbul, 2003. Sayfa numarası veremiyorum, çünkü pek
orijinal bir şey yapan yayınevi kitap sayfalarını numaralamamış.)
DoN KişoT
Yaşar Kemal'in Arif Dino ve Don Kişot anısı ve Don Kişot kitabı
nın sayısı bir anlatısından öbürüne değişir. Arif ona kitapları bir anlatı
sında hapishaneye girerken verir, bir diğerinde köye giderken. Sayıları
bazen üçtür bazen beş. Bu yazarın fıyakasıdır. Ses çıkaramam. Ses çıka
rılamaz. Susss.
Buraya Yaşar Kemal'in bu anlatılanndan birini alıyorum:
"Bir gün köye giderken Arif Bey bana bir çuval dolusu kitap hediye
etti. Çuvalı açtım ki içinde bir sürü kitap arasında beş tane Don Ki-
AB i D i N D i NO 1 39
şot var. Herhalde yanlışlık oldu dedim. Aynı kitaptan beş adet...
(Hemen gittim Arif Dino'yu buldum.) 'Yok' dedi Arif Bey, 'Bütün
örnrün boyunca okuyacağın için eskir. O zaman başka bir nüshası
nı okursun.' Doğru söylemiş. Hapiste 34 ay kaldığımda gece gün
düz hep Don Kişot'u okudum. Bir de Kamelyalı Kadın. Arif Dino
..
SONRA ADANA
hatırlatarak sıcak duygularını belirtir. Oysa (Kemal) Sadık Göğeeli'nin folk
lor çalışmalarında ve ilerisi için kültürlenmesinde kendi gayreti yanında,
Dinoların büyük rolü olmuştur. Diyebilirim ki Arif ile Abidin'in Adana'ya
sürgün edilmesi, Yaşar Kemal'in uyandırılmasma, teşvik görmesine ve
keşfedilmesine ortam yaratmıştır."
Adana'da Dino kafilesine, yoksa kervanı mı demeli, Bursa Hapisha
nesinden, Nazım Hikmet'in yanından gelen Orhan Kemal'in katıldığını da
ha önce gördük. Abidin ve Güzin çevresinde, Türk Sözü gazetesinde bir ara
ya gelen gençler ve Abidin ile bir süre sonra gelen Arifin "tiryakileri" oldu
lar. Kemal Sadık Göğeeli yanında, Taha Toros ile bir süre sonra Adana'da li
se öğretmenliği yapacak olan Adnan Turani gibi isimleri de anmak gerek.
Taha Toros 194o'larda Adana'da bulunmasını şöyle açıklıyor: "O
yılların bir bölümünü görevim dolayısıyla, memleketim olan Adana'da ge
çirdim... " Daha sonra Ticaret Bakanlığında Başmüfettiş olan Taha Toros o
günlerdeki 'görevinin' niteliğini belirtmiyar ama büyük olasılıkla Ticaret
Bakanlığına bağlı bir kurumda devlet memuru olarak çalışıyordu.
1925'te İstanbul'da doğmuş olan Adnan Turani, o günlerde Ada
na'da lise öğretmenidir. Resim öğretmenidir ve ressamlık da yapıyor.
1993'te Türkiye Sanat Eleştirmenleri Derneği başkanıdır. Abidin'in vefatı
sonrasında kaleme aldığı kısa yazıda şunları okumak olası: "Adana' da lise
de hocalık yaphm. 1949-1950 ders yılıydı. Orada Abidin Bey'in ağabeyi Arif
Bey'le tanışhm. Abidin Bey'i daha önceden biliyordum. Kemik gibi bir ira
de, sağlam bir irade." (Cumhuriyet Hafta, 18 Aralık 1993. Cumhuriyet gaze
tesinin o hafta içinde çıkan yazılarından derlerneyi içeren ve Avrupa'da
okuyucularına sunulan bir yayındır Cumhuriyet Hafta.) Adnan Turani'nin
kısa yazısının başlığı "Okuyan Ressam"dı.
Taha Toros o günlerin Adana'sını anlahrken şunları belirtiyor:
" Dinolar, Adana'daki sürgün hayatlarını, iyi dostluklar edinerek, sa
bır ve sessizlik içerisinde sürdürdüler. Zaman zaman Halkevi bahçesinde
veya onun karşısındaki yazlık kahvede kırık dökük iskemlelerde dost soh
betleriyle çilelerini doldurdular. Arif Dino, bu sohbetlerin baş aktörüydü.
Abidin Dino ise eski Adana'nın konaklarını, çeşmelerini çizer, Türk
Sözü gazetesine uğrar, oradaki çalışmalara katkıda bulunurdu. Arif Dino,
ABi D i N D i N O
Yaşa r Kema l
AGITLAR
ADANA I-IALI<IiV I
Ol.. SDmiYaT • h•lN suaısı
lrrııl a,rlph"d•n
JAt'l : �
AG I T LAR
hiç çalışmaz, kır kahvesi niteliğinde herkesin seriniemek için gittiği kahve
de, kalın sopasını masanın üstüne koyarak, ya ayran ya kahve içerek, uzak
lara dalarak, otururdu. Şayet, çekinmeden onun yanına gelebilenler olursa
sohbetlerini sürdürürdü."
SO N RA ADANA
zenli para kazanahileceği bir işi olursa delikanlının yaratıcılığının ürünle
rini daha kolay vereceğini biliyorlar. Böyle olur bu işler çünkü. Arif Di
no'nun yardımıyla Kemal, Adana Ramazanoğlu Kütüphanesinde işe başlı
yor: "Hademe kadrosu" ile. Olsun. Önemli olan çalışmak ve okumak.
Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam dizisinden Zeynep Oral'ın ka
leme aldığı "Yaşar Kemal" bölümünden okuyalım: "Arif Dino, Halkevi
Başkanı Kemal Satır'a 'Bu çocuğu kütüphaneye memur olarak al' demişti.
Memurluk kadrosu yoktu ama hadernelik kadrosu boştu... Çocuk 'atladı'
bu işin üzerine." Kemal Satır 1 943-1946 döneminde CHP Seyhan millet
vekilidir. 1946-1950 döneminde de.
Göğeeli'nin "kadrolu" olması onun çok okumasının belirleyicisidir.
Zaten O da bu işe okumak, daha çok okumak olanağı bulahileceği için gir
di. Yaşar Kemal o günleri şöyle anlatıyor:
AB i D i N D i NO 14 3
Arifin Yaşar Kemal'in yetişmesinde etkisini kimse yadsımıyor.
Dino kervanının o günlerin Adana gençlerinden "tiryakileri" olanlarla
oluşturduğu Güzin Dino'nun adını "Adana Akademisi" koyduğu, "Ada
na Okulu" diyebileceğimiz "Hayat, Sanat ve Halk Üniversitesi"nde şiir,
düzyazı (aman bilhassa ille şiir yazmak isteyen bu gençlere) , resim, kari
katür, felsefe, tarih ve benzeri bin bir konu neredeyse her gün program
daydı, pardon gündemdeydi. Üstelik her gece Türk Sözü gazetesinde rad
yodan dinlenen dünya haberleri ve yorumları sayesinde birinci ağızdan
savaştaki son durumlar da izleniyordu gün be gün." ilgililer tedirgindi..."
Güzin aynen böyle yazıyor. Aman canım ne yapalım yani. Hem bunun
ne önemi var? Önemli olan Kemal Sadık Göğeeli'nin birinci kitabının,
Ağıtlar'ın yayınlanması.
Evet ilk kitabı yayınlandı. Ve Güzin'in de, bana değişik tarihlerde
belirttiği gibi, "Abidin'in ısrarıyla." Abidin'in ısrarı, teşviki ve neredeyse
zorlamasıyla. Karacaoğlan ile Mayakovski mısralarının "akraba"lığını bir
makalesinde ilan eden Abidin için bu çok doğaldır: "Cehennem yerinde hiç
ateş yoktur 1 Herkes ateşini bile götürür /" diyen Karacaoğlan'ın torunları
değil midir bu ağıtları yakan kadınlar, erkekler. Evet erkekler de ağıt ya·
kar(dı). Uzun sözün kısası "Sanat bir yaşama sanatı olmalıdır" inanışında
ki Abidin için, Göğeeli'nin yapıtları elbette yayınlanmalıydı. Abidin de hem
sanatını icra eder hem Güzin'ini sever. Yaşamı bir sanat biçimine sokmak
için. Hem de "bir deri bir kemik" fılinta delikanlıyla ilgilenir. Çünkü deli
kanlı şiir bile yazıyor. Ve bu şiir meselesi biraz dertlidir.
Ş iiRDEN DüZYAZIYA
Meraktır bu bizde. ille her şeye şiir yazarak girişrnek ille şiir. Öyle
anlaşılır sanat bizde. Şiir çünkü bütün sanatların en gözdesidir. Sadece söy
lemeye dayalı bile olabilir. Yazılınasa da olur. Arif Dino bu konuda şampi
yondur. Ama yanında Abidin veya Göğeeli varsa sorun yok. Biri veya diğe
ri mutlaka not eder. Göğeeli kendi şiirlerini de yazıyor ve yayınlıyor.
Abidin onun şiirinden sanki pek memnun değildir ve düzyazıya
geçmesini teşvik etmek niyetindedir. Bunu o güzelim Yaşar Kemal yazısın
da şöyle anlatıyor Abidin:
ABi D i N D i N O 1 45
şurda burda, pirinç tarlalannda ya da biçerdöverde, daha olmazsa
mahkeme kapılarında 'yazıcılık' ediyor, beş on kuruş kazanıyor,
son hızla tükettiği ayakkabılarını yeniliyordu. Böylece Adana'ya ge
lebiliyordu bir süre. Köylü istidaları yazmak belki 'şiirsel' değildi,
fakat dinlediklerini yazıya dökmek, kupkuru ve edebiyatsız yazmak
öğreticiydi; ayak basıyordu kuru gerçeğe, olaylara, kurallara, direnç
ve baskılara. Gün geçtikçe aklı yahyordu düzyazıya. Gerçeğin şiiri
ne giriyor, erişiyordu.
Şiirden düzyazıya geçişte, belki bir ölçüde başka etkenler de
vardı. Hemite'nin arka dağlarında rastlanan kimi iri heykellere
benziyordu Arif Dino ve bu bilge adam, Göğeeli'ye Don Kişot ro
manını örnek almasını öğütlüyordu, roman yazmasını istiyordu.
Roman türünün ana-babasıydı Arife göre Cervantes'in Don Ki
şot'u. Arifin yorumları Lukacs'ın yorumlarından pek farklı de
ğildi. Göğeeli'ye ' Kederli Suratlı Şövalye'nin çağ değişimi niteli
ğini anlatıyor, bölüm bölüm yorumluyordu. İstanbul Edebiyat
Fakültesindeki asistanlığını yüzüstü bırakıp Adana'ya gelen Gü
zin Dino (yeni evlenmiştik) Göğeeli'ye Stendhal, Balzac, Flau
bert'i bağıra çağıra okutuyor ya da anlatıyordu zorla. Sevmedi
ğinden değil o yazarları, fakat Çukurovali delikanlı o kadar do
luydu ki, Fransa'nın 1 9 . yüzyıl insan ilişkileri onu sabırsızlandı
rıyordu biraz. Ama örneğin Balzac babanın sosyal bir durumu
kıskıvrak yansıtması, onu etkilemiyor değildi, ya da Stendhal'ın
kadınları . . .
Bana da sorular soruyordu hiç durmadan, ben de aklımın erdiği
kadar Gogol'dan, Babel'den, Gertrude Stein'dan, Tzara'dan söz edi
yordum rasgele. Bir de Sabahattin Ali vardı ortada ... Çarçabuk fark
etmiştim ki, Kemal Sadık'ın beğeni ve seçenek gücü sözcüklerin
ötesine varıyordu."
SONRA ADANA
la gitmiş ama son sınıfta bir tek coğrafya dersinden "çakınca" küsmüştü.
Ne demek yani kendi coğrafyasını santimetre santimetre tanıyan bir adama
coğrafya dersinden "zayıf' vermek. Ayıptır. Zulümdür. Göğeeli böyledir iş
te. Küser. Sıkı küser ama. Güzin kaç defa anlattı: "Yalvardım Göğceli'ye,
'Git şu coğrafya dersinin imtihanından geç kardeşim' geçmedi."
Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da bu faslı şöyle anlatıyor:
ABi D i N D i N O 1 47
işin arasında giyime kuşama nasıl zaman ayırsın? Para-pulu nereden bulsun?
O kadar yürüyen adama ayakkabı, pantolon, gömlek, ceket mi dayanır?
İsterseniz gelin bir de Göğeeli'nin o günlerin Abidin'ini anlattığı şu
birkaç satırı birlikte okuyalım:
"Abidin Dino'nun sanat macerasını kırk yıldan daha çok izledim.
O, her gün kendini ve resmini yeniden yaratıyordu. Her gün yeni
den doğuyor, zenginleşiyor, her gün resmini zenginleştiriyordu.
Bütün soylu, büyük ressamlar gibi durmadan değişiyordu. Anten
lerini bütün yeryüzüne germişti. Orta Anadolu, Adana sürgünü en
kuytu köylerde, kasabalarda yaşarken bile antenierini bütün dün
yaya tutmuş, kırk günlük yolda yaprak kıpırdasa ondan haberi olu
yordu. Ayağı ne kadar Anadolu toprağındaysa, kulakları da yeryü
zündeydi. Benim gibi genç bir insan için bu bir tansık insandı.
Arif Dino'yla Sarhoş Gemi'yi kahve köşelerinde Türkçeye çevirir,
Eski Yunan'ı okur; Don Kişot'u tartışırken Abidin Dino'yla da Joy
ce'u, Kafka'yı, Faulkner'ı konuşuyorduk. Halk şiirlerini, Yunus'u,
Karacaoğlan'ı, büyük başkaldırı şairleri Dadaloğlu'nu, Pir Sultan'ı
ezber ediyorduk. Marks'ı, Engels'i de, büyük sosyalist ustaları da
ihmal etmiyorduk.
Abidin Dino her yönüyle büyük bir doğa ve insan birikimiydi.
Hep şaşırıyordum, o birlikte yaşadığımız Çukurova'nın (Kilikya)
sonsuz renkleri Abidin Dino'nun resimlerine niçin yansımamıştı?
Sonra birden Paris'te, yıllar sonra, Dino'nun çiçeklerini gördüm.
İşte 194o'ların Çukurova'sının renkleri bu çiçeklerdeydi. Şaşırma
dım. Çukurova bu renklerdeydi ve Dino bu çiçeklerin birçoğunda
Çukurova'sını yeniden yaratmıştı.
SON RA ADANA
Abidin Dino'nun Çiçekleme isimli sergi kataloğuna (Galeri Nev,
1990) "Anadolu Çiçekleri ve Dino'nun Çiçeklemesi" başlığıyla tanıtım ya
zısını kaleme alan Yaşar Kemal bakın o yılları nasıl yaşatıyor:
Ae i o i N DiNo 1 49
anası bizim kasabadan (Kadirli?
MŞG) olan İbrahim Burduroğlu'ydu.
O da bana evinde kalarak okuyabile
ceğiınİ önermiş, onun da bu önerisi
ni kabul etmemiştim. İbrahim Bur
duroğlu babamın dostlarındandı.
Çok da cömert bir adamdı."
Başka bir kaynakta "Adana
Ticaret Odası üyesi İbrahim Burdur
luoğlu" ismine rastladım. Soyadda
küçük bir değişiklik var. Ama büyük
olasılıkla bu iki isim aynı insana te
kabül ediyor: İbrahim Burduroğ
lu'na. Güzin'e değişik tarihlerde sor
dum, "Bu isim bana hiçbir şey demi
yor" yanıtını aldım. Eh bu kadarı da
bize yeter.
Bütün bunları şunun için yaz-
1'11 . 1 . '
{ i VV dım: Abidin sadece emekçileri, yapı
lan çizmedi, kimi patronları da çizdi.
Abidin'in Adanalı "Köylü Kadın" deseni. Onları eleştirrnek için: Karİkatüre
1 943 veya 1 944·
dikkatlice bakın. İbrahim Burduroğ-
lu'nun elinde bir şey var. Bir mendil
mi? Göbeği çok acaip bir göbek. Terden sırılsıklam. Ve yanlamasına imzası
bile var. Nedir elindeki? Mendil mi? Ter midir akan? Gözyaşı mı?
ÇUKUROVA KöYLÜLERİ
Adana'da çarşıda, Çukurova'nın değişik köşelerinde, Çardak gibi
köylerinde Abidin Yaşar Kemal ile dolaşıyor. Çardak köyünde bir gece ka
lıyorlar. Ve ertesi gün trenle Adana'ya dönüyorlar. Bütün bunları Yaşar
Kemal değişik yazı, aniatı ve konuşmalarında dile getirdi. Burada, onun
Abidin'i anmak için ı Aralık 1996'da düzenlenen "Bir Usta, Bir Dünya:
Abidin Dino" başlıklı sergi vesilesiyle yayınlanan aynı isimli kitaptaki
ıs o SONRA ADANA
"Mutluluğun resmini yapan adam: Abidin Dino" makalesinden bir bölü
mü aktarmak istiyorum:
" Bir Mayıs ortasıydı. 'Haydi' dedi 'seninle tarlalara açılalım.' Tarla
ların içinde silme gelincikler açmıştı ... Çardak köyüne gittik. Köyün evleri
portakal ağaçlarından gözükmüyordu. Köyün yöresi de silme portakaldı.
Üstte ala karlı Antitoroslar. Dumanlı. Aşağıdaki silme turuncu. Yer gök tu
runcuya kesmişti. Dino beni unutmuş, portakal bahçelerinin arasına dal
mış, başını almış gidiyordu. O gün karanlık kavuşuncaya kadar, kendinden
geçmiş gözleri turuncuya doymamış, yürüdü durdu. Yemek yemeyi, su iç
meyi unutmuş gitmişti. Dino, bir tapınmadaydı. Ben böylesine bir tapınma
karşısında sesimi çıkaramıyordum. O gece Çardak'ta kaldık. Köylüler başı
mıza birikti. Köylülerle de başka bir macera başladı. Bir aşık geldi köy oda
sına, türküler söyledi. Köylülerle koyu, gene kendinden geçmiş bir sohbe
te daldı. Ben yorulmuştum, gece yarısından sonra gittim uyudum. Tan yer
leri atarken uyandım, bir baktım ki, köylülerin hiçbirisi evine gitmemiş,
Aşık da sazına asılmış çalıp söylüyor.
Köyden bir türlü ayrılmak istemiyordu. Zar zor onu dönmeye kan
dırdım. Trende öylesine bir coşkuyla, ben uyuduğum sıralardaki konuş
maları, türküleri öylesine anlatmaya başladı ki, beni büyüdüğüm yerlerin
dünyasından aldı başka başka, görkemli düş dünyalarına götürdü.
Birkaç yıl Çukurova doğasının taşıyla toprağıyla haşır neşir olduk.
Çukurova doğası artık avucumuzun içiydi.
Ardından Kale Kapısı maceralan başladı. Taş köprü'nün önündeki kü
çük alan, Taş köprü'nün üstü, kale duvarlannın dibi, Orta Anadolu'dan, Gü
neydoğu Anadolu'dan, Doğu' dan gelmiş ırgatlarla doluydu. Doluydu dediğim
öyle abartma falan değil. Yüzlerce, binlerce insanla her gün Kale Kapısı dolup
taşıyordu. Kazma zamanı erkekler, kadınlar, pamuk toplama zamanı çoluk ço
cuk bütün aileler Kale Kapısı'ndaydı. İnanılmaz derecede değişik yüzler görü
yorduk. Bu insanlan tarla sahipleri, çiftlik sahipleri, onların elçileri buradan
alıp tarlalara götürüyorlardı. Bu Anadolu'nun dört bir yanından gelen işçiler
ya çapaya ya da sonbalıarsa pamuk toplamaya gideceklerdi. Orada çok yüzler
gördük. Çok gözler gördük. Uzun, acı, san, esmer, kızıl saçlı, buruşuk, örüm
cek ağı gibi kırışık içinde kalmış, hüzünlü, hep gülen, hep ağlamaklı, sevinç
ABi D i N D i N O ısı
içinde, üstleri başlan dökülen, sakallı, sakalsız. Çok güzel gözlü kızlar. Kapka
ra saçlılar... kızıl, san, güneşe gelince yeşillenen mor belikler...
Sonra da Yeni İstasyon'un önündeki büyük alana, alanda büyük
okaliptüsler vardı, bütün Anadolu'nun ırgatları işte burada birikişiyorlardı,
dadandık. Bir gün Dino'dan üç binden fazla yeşil sözünü duymuştum. Bel
ki biz burada yüzbinlerce, milyonlarca yüz görüyorduk. Ve Abidin Dino bir
gün bu insanlan çizmeye başladı. Öylesine bir hızla, yercesine, yutarcasına
insan yüzlerini çiziyordu ki Dino, arkasından atlı yetişemez derler ya öyle
bir hızla. İnsan yüzleri, insan biçimleri, yerde, ayakta, çömelmiş, bağdaş
kurmuş yemek yerken, halay çekerken, ak başörtülü kadınlar, ağlayanlar,
gülenler, endişeliler, kuşkulular...
Dino bir insan malışerinin içine dalmış veryansın ediyordu. Kolla
rı sıvamış sabahlardan akşamıara kadar çiziyordu. Akşam olunca da yapıt
ları topluyor, eve yollanıyorduk. Dino bu sefer yaptığı resimleri ayıklamaya
başlıyor, birçoğunu yırtıyor, çok azını da değiştiriyordu. Beğendiklerini de
ayrı bir yere koyuyordu. Yırtılan deseniere o kadar acıyordum ki, herhalde
bu yüzümden belli oluyordu, bir sabah gel, dedi birlikte ayıklayalım. Bir de
sen üstünde belki saatlerce tartışıyorduk. O olmaz diyordu, ben olur diyor
dum. O kötü diyordu, ben güzel diyordum. Sanıyorum onun elinden bir
çok güzel desen kurtardım. Şimdi bende o desenlerden bir tane var. Kimi
seferler ben de ona uyuyordum, işte o zaman bir desen yırtma başlıyordu.
Benim de içim gidiyordu. Sonunda bana dedi ki, artık sen seç. Ben de hep
sini seçmeye başladım. Hepsi o kadar güzeldi ki... 'Yani sen, resimlerin
hepsi güzel mi demek istiyorsun?' dedi. Ben utanıp sıkılarak, 'Öyle demek
istiyorum, peder bey' dedim. Bir tuhaf baktı bana, "Bir insanın yaptığı her
şey güzel mi olur, diyorsun?'
'Hayır, öyle demek istemiyorum. Ama bunlarda çok az iyi olmayan
resim var.'
Kimi insanlara sonuna kadar güvenirdi. Bunları da ne pahasına
olursa olsun sever, korurdu.
Bu sıralar renkli resimler de yapıyordu. Daha da çok yağlıboya ... Bu
resimlerde, o gözlerini faltaşı gibi açmış, kendinden geçerek, bir doğa ta
pınmasında dolaşan adamın Çukurova'sından başka renkler, başka biçim-
SO N RA ADANA
ler vardı. Çukurova doğası, insanı sanki bütün haşmetiyle Dino'nun üstün
den, belki de bir fırtına gibi gelip geçmiş onda en küçük bir iz bırakmamış
tL Bunu anlayamıyordum. Bu binlerce rengin kaynaşmasında, bu binlerce
mavinin, morun uçuştuğu, perde perde, arka arkaya sıralanmış Toros dağ
larında bir ressamı etkileyecek hiç mi bir şey yokmuş! Abidin Dino'nun bu
tutumu beni üzüyor, ben küseğen bir adamım, küserim de kimseye belli
etmem, ama yavaş yavaş o insandan uzaklaşırım, bu huyumu en iyi Abidin
Dino bilirdi, Dino'ya küsüyordum. Sanki Çukurova babamın malıydı. San
ki bu ülkeyi babam yaratmıştı. Yüzbinlerce mavinin uçuştuğu Toroslar da
sanki bana dedemden kalmıştı.
Bir iki yıl sonra işi çakozlar gibi oldum. Küskünlüğüm geçti. Abidin
Dino'nun bu resimlerinde Karagözler, Hacivatlar, kesilmiş karpuzlar var
dı. Tahta yapılar, Ankara evleri, bomba atan adamlar, ince çizgilerle nonfı
güratife benzeyen renkli biçimler."
Abidin'in emekçileri öyle sadece oturup kalmazlar. Sadece ağla
mazlar. Bazen bağırırlar: Seslerini buradan duymak olası. Biri bağınrken
diğeri eğilir yerden taş toplar. Taş toplar, hınçla. Abidin böylesine kızgın,
öfkeli, kararlı köylüler de çizdi o günlerde. Daha sonra bu çizgilerin pek ço
ğu Louis Bazin tarafından edinildi. Şimdi onun koleksiyonundadırlar: Çu
kurova'dan köylü ve insan manzaraları her biri.
ABi D i N D i N O 1 53
larda saptadıklannı, gördüklerini, çizdiklerini saymazsak bu ne büyük bir
deneyim, bu ne heyecanlı bir uğraştır böyle Abidin? Abidin her gördüğünü
gördü, evet çünkü her bakmak görmek değildir. Abidin buralarda emekçile
ri, işçileri görmek, izlemek, uzun uzun seyretmek, seyir eylemek olanağı
buldu. Seyretmek de bir sanattır sonuçta. inanmayan Yaşar Kemal'in ko
nuşmalarını okusun: Saatlerce nasıl bir ağaç, bir kuş, bir böcek seyredilir öğ
renmek mümkün, Yaşar Kemal'i dinlemesini bilirsek. O en azından öyle
yapmış: Yazmadan önce. Abidin de çizmeden önce seyretmek eylemini hak
kıyla yapan sanatçıdır. inanmayan Güzin Dino'yu dinlesin: "Anadolu köylü
sünü Adana'da tastamam gördük. Abidin Paşa'dan kalan otlakiyeyi tam ye
di köy çevreliyordu. Bunlardan birine gittik: Perperişanlık! Unun içinde fa
re boku var. İnanmayacaksınız. O undan yapılan ekmeği yedik, bütün köy
lüler gibi. Ne yaparsın? Sıtma kol geziyor. Çünkü ağalar kente yakın, kentin
hemen yanı başında tarlalara pirinç ekiyorlar. Yasak olmasına aldırmadan.
Daha önce anlattım, o günlerde Adana'da sağlık müdürü olan Seyfi Bey bu
ağalada uğraşıyordu. Toplumsal mücadele vardı. Ama kesin ve olumlu bir
sonuç alınamıyordu.
İşte aynen böyle. Abidin sadece gazetecilik yapmadı Adana' da. Ada
na'da ırgatları, Çukurova'da köylüleri çizdi, olduğu gibi. Abidin'in köylüsü,
emekçisi, çizgileri, resimleri elbette gerçeğe yakın olacaktı. Gerçeğin ta
kendisi dememek için. Çünkü içinde bir parça rüya, bir parça ütopya eksik
değildi: Abidinik olan. Cicili, bicili, fena halde bakımlı (! ) , uydurmalardan
çıkarılmış köylü tiplerine Abidin'de rastlamak na-mümkün. Burası Turgut
Zaim resim sergisi değil. O "semiz ve bakımlı köylüler" çünkü sadece ve
sadece Turgut Zaim'in hayalinde ve resimlerinde vardı. Var mıydı ? Abi
din'i böylesine çizmeye gördükleri itti. Anadolu' da, Çukurova' da, Adana'da
gördükleri. Abidin döneminin köylülerini çizdi. Ne fazla ne eksik. Bizzat
Abidin açıklıyor: "Benim için önemli olan burada ilk kez Türk köylüsü ile
karşılaşmam ve onu tanımamdır ... Tüm gördüklerim, yaşadıklarım beni
resme daha çok bağlıyordu. Sanki resmettikçe görüyordum içinde yaşadı
ğım Anadolu insanının gerçeğini."
S. E. S. (Sanat. Edebiyat. Sosyoloji) dergisinin Eylül 1939 tarihli sa
yısında yayınladığı "Köy ve Sanat" üst başlıklı makalesinde, sanat ve resim
1 54 SON RA ADANA
hakkında birçok şeyi vurguluyor
Abidin. Bir yerde aynen şunları
yazıyor: "Türkiye'nin rasgele bir
ovasında, rasgele bir köyünde işit
tiğim şarkılar, sanatın nerede sak
landığını bana ifşa etti (açıkladı)."
(Makalenin tamamı için Yazılar,
s. 45-52.) Abidin aynı konuya Ca
nan Gerede'nin yaptığı belgesel
fılmde değiniyor ve şunları söylü
yor: "Çizdiğim Anadolu insanları,
örneğin Adana' da ister Taşköp
rü' de, ister başka taraflarda, bakı
nız şunlara: Bağıran çağıran bir
bacı, çocuğu ile başka bir bacı, yi
ne isyan etmiş bir bacı, haksızlık
lara isyan etmiş, ağıt yakan bir ha
cı, yatmış köylüler, ağlayan bir
kadın... O zamana kadar sanırım
çizilen Türk köylüleri biraz cici
biciydi genellikle. Biraz fazla se
miz, biraz fazla sağlıklı. Halbuki
o yıllarda müthi ş hastalıklar ağır Çukurova emekç ileri, 1 943-1945
basıyordu Güney Anadolu'da."
Abidin bu meseleye Adnan Benk'le yaptığı televizyon programında da de
ğiniyor: "Köylüler ve gerçekçilik" yaklaşımı içinde. Şu kesin: Abidin Ana
dolu köylüsü ile Adana'da iç içe oldu. Birleşti onlarla: Acılarında, isyanla
rında, günlük yaşam ve çalışma koşullarında. Bilmem yazmalı mı? Ada
na' da Abidin de bir emekçiydi: Gazeteci, ressam, gezgin, paşa torunu ve
daha sayılması uzun sürecek bir dizi başka sıfatları yanında. O da sıtma
tehlikesi içinde çalıştı. O da hastalıkların nöbet tuttuğu Adana'da ter dök
tü: Alın teri bu yoldaş, başka bir şey sanılmasın ne olur. Evet, şakası yok bu
işin, emekçiliğin, işçiliğin. Ve böyle bildi Abidin, aynen.
ABi D i N D i N O ı ss
Abidin, Adana köylülerine Andre Yelter ile yaptığı söyleşide epey
ayrıntılı bir biçimde değiniyor: "Resimlerimde köylü, ilk kez folklorik köy
lü değildi. Daha önce de Anadolu, köy, köylü temaları üzerine resim yapan
lar olmuştu. Ama bu resimlerde köylüler (fazla) sağlıklı, köyler tertemizdi.
İneklerin memelerinden süt, çocukların yanaklarından kan damlıyordu...
Güzel, dekoratif, o ölçüde de gerçeklerden uzak resimierdi bunlar. Bu re
simlerdeki kadınlar ve erkekler capcanlı, gerçekdışı varlıklardı. Bense, sefa
let edebiyatı yapmadan, gördüğüm bütün yoksulları yansıtmaya çabaladım.
Hastalıklı, sıtmalı, yoksul köylüleri çizdim."
Abidin yaşayan, kendini anlatan köylü desenleri ve resimleri çizme
yi tercih etti. Çizdi. Bu nedenle olmalı Andre Yelter ile konuşmasında şu
itirafı yapıyor: "Paris'teyken, ne gariptir ki, Louvre Müzesinde en çok Le
Nain kardeşlerin resimleri beni etkiledi. Benim için büyük bir dersti bu. 17.
yüzyılın yoksul Fransız köylülerini yoksulluk edebiyatma düşmeden res
meden Le Nain kardeşler ... Ben de bunu yapmak istemiştim."
Burada şunu belirtmek gerek: Türkçedeki kimi çevirilerde Le Nain
kardeşlerin ismi yanlış olarak "Nains" vejveya "Les Nains" yazılıyor. Doğru
değil. Le Nain soyadları veya markalarıdır. Dolayısıyla çoğul biçiminde yazıla
maz. Antoine, Louis ve Mathieu isimlerini taşıyan Le Nain kardeşler ı6. yüz
yılın sonu ile 17. yüzyılın ilk yarısında yaşadılar. Kimi resimlerini, tablolarını
birlikte yarattıkları için kimin hangi resmin yaratıcısı olduğunu saptamak her
zaman kolay olmuyor: O nedenle "Le Nain kardeşlerin resimleri" genel mar
ka biçiminde kullanılıyor. Ve aynen Abidin'in belirtti@ gibi dönemin köylüle
rini, köylü ailelerini, acı ve tatlı, ama daha çok acı yönleriyle yansıtıyorlar.
Abidin Dino o günlerde yağlıboya tablolar da yapmış olmalı. Veya o
günlerdeki çizgilerinden, o günlerde izlediklerinden esinlenerek, daha sonra
zaman ve olanak bulunca tablolar yarattı. Bunlardan birinin Erol Güney ko
leksiyonunda bulunduğunu biliyorum: Saz çalan bir köylü. Ama sazını san
ki beş parmağıyla çalıyor. (Gülden Aydın'ın Erol Güney ile yaptığı ve 9 Nisan
2005 tarihli Hürriyet'in cumartesi ekinde yayınlanan söyleşide bu tablo, renk
li olarak, bir fotoğrafta hemen Erol Güney'in arkasındaki duvarda görülüyor.)
Abidin yaşadığı yörenin insanlarının yaşamını, acı ve sevinçleri
ni, ama maalesef daha çok acılarını, yalın ve şiirsel bir anlatımla, rüya-
SONRA ADANA
sından, ütopyasından bir şeyler katarak ve toplumsal gerçekçi bir bi
çemle yansıttı. O günlerin, o zorlu yılların çizgileri, Anadolu varlığı, ge
nişliği, göz alabildiğine cömertliği ve sertliğiyle köylüsünün durumu,
yaşam ve çalışma biçimi ile yoğruludur. Başka türlüsü de Abidin'de
mümkün olamazdı. Çünkü bu adam böyle bir ressam kardeşim, daha
ne istiyorsunuz?
Burada şunu da eklemek isterim: Abidin'in Adana, Çukurova, ır
gatlar ve köylülerden etkilenmesi sadece o günlerde veya daha sonra ora
ları ve onları anlatan çizgilerinde, desenlerinde, resimlerinde, tabloların
da görülmez. Dahası da var: Abidin' in " (Uzun) Büyük Yürüyüş" (Abidin
aynen böyle yazıyor o dizi resimlerinin arkasında) resimleri, tabloları ve
"Yeryüzünü" anlatan tabloları da oralardan ve onlardan etkilenmiş, esin
lenmiştir: Bir bakınız o resimlere, tablolara hemen fark edeceksiniz: Bu
yürüyen bu " Büyük ve Uzun Yürüyüşe" kalkanlar bizimkilerdir. Başkala
rı değil. O bozkır bizim bozkırdır: Adana, Çukurova, Anadolu tümüyle
yola çıkmıştır: Yol oradan başlamıştır ama henüz veya bugünkü zamana
kadar diyelim nereye varacağı belli değildir. Bunu da Abidin'e sormak
kimsenin aklına gelmedi mi? Geldi de Abidin " Bir dahaki sefere konuşu
ruz" mu dedi? Bilinmez.
O günlerde yaptığı resimleri sadece yakınları, arkadaşları, eşi Gü
zin, dostları Yaşar Kemal, kardeşi Arif ve belki Ahmet görebiliyor. Sağlık
olsun. Bu da yeter. Ama sürgün sonrası artık o resimleri çekmecelerde,
dosyalarda, duvarlarda tutmak mümkün değildi. Ve Ankara'da sokaklara
çıktılar. Sokaklara, meydanlara, caddelere. Ve o ürünler kapışıldı. İlk sergi
sinden kalanlar şimdi özel koleksiyonlardadır. Bu kadar yani.
Mayıs 1944'te, Ankara'da düzenlenen "Cumhuriyet Halk Partisi
Yurt Gezisi Resim Sergisi" "toplu bölümünde," Abidin'in 1939'da Balıke
sir'de gerçekleştirdiği ve daha önce 1939 ve 1942'de sergilenen eserlerine
de yer verildi. Sergi katalogunda da. Katalogcia yıllara ve sanatçılara göre
675 eser ve 1943'teki "Yurt Gezisi Sergisi"ne katılanların yarattıkları bulu
nuyor. Bu serginin bir ay sonra Konya'ya götürüldüğünü de sanıyorum.
Abidin'in yapıtları bu arada "Savaş" ve "Barış" dönemin çevre koşullarıy
la uyuşum halindeydi: Barış kazanmak üzereyken.
ABi D i N D i N O 1 57
ADANA'DA SITMAYI YENMEK
Bazen Güzin hasta oluyordu. O iyileşiyor, bu kez Arif sıtmaya yaka
lanıyordu. Arif hasta olunca Abidinlerde kalıyordu. Güzin anlatıyor: "Has
ta olunca bizde kalıyordu. Yan odada ona bir yer yapıyorduk. Ödümüz pat
ladı sıtma bize de geçecek diye. Arif çok hastaydı. Hatta 'dört saatte ölebi
lir' bile dendi."'
Sıtma olunca Arif 120 kilodan 8o-9o kiloya düştü.
Sıtrna o yılların hatta 192o'lerden beri Türkiye'nin en büyük belası.
(Bu açıdan n Temmuz 1 925'te Cumhuriyet'te yayınlanan "Sıtrna mücadelesin
de ilk zafer" başlıklı haber son derece ilginç.) Bataklık, sivrisinek eşittir sıtrna
denklemi içinde deviniyar insanlarımız. Adana'da kentin bumunun dibine
kadar pirinç tarlalarını dikenler bunun birinci derecede sorumlusu elbette.
Neyse ki Arif kendine göre tedavi usulleri geliştiriyor. Bunu Fikret
Adil yazıyor: "Her gün, bütün Adana'nın yazın şiddetli sıcağında evlerine
sığındığı, dükkaniarın kapandığı öğle saatlerinde parka gider, güneş altın
da otururdu. Böylece tropikayı yendi."
Birkaç günde kırk kiloyu da böyle kaybetti mutlaka. O sıcağa can
mı dayanır? Arif dayanır ama. Ve yanında not edecek birini bulursa şiiri
ni de patlatır:
"Nasıl unutursun
Tropika ile kucak kucağa
Sevgim nüksetti
Zehirli sıtma."
Arif Adana'ya, Çukurova'ya, insaniarına ve kendine ve bize iliş
kin başka şiirler de söyledi. Yazdı diyemiyorum. Çünkü Arif, yazan
değil söyleyen şairlerimizdendir.
"Cebeli Nur'u görmeyen
Kimya gibi bir otu ile
Şahmeran'ı dirilten
Lokman Hekimi bilmez
Ceyhan suların yaman
Ceyhan suların acı."
ı 58 SON RA ADANA
Çukurova yansır bir şiirine: ı s Ocak 1950 tarihli Yaprak dergisinde
yayınlanan "Çukurova" başlıklı şiir, kendine özgü dizilişi ile:
Arif, daha önce anlattık, büyük Japon şairi Kikau'nun hai-kai'leri gi
bi kısa ve vurucu şiirleri tercih ediyor. Yazmıyor söylüyor. Yanındakilerden
biri, Abidin, belki Yaşar Kemal, belki başka bir arkadaş, örneğin birkaç yıl
sonra "Arif Dino Üniversitesi öğrencileri" arasına katılan Taeettin Karan,
not ederek yazıya döküyor sonra: Çınar yapraklarıyla uçup gitmesinler di
ye. Şiir dediğin nedir ki sonuçta? Birer yaprak: Çınar yaprağı belki. Belki
başka bir şey. Ama not edilince bize kadar gelebildiler. İyi de oldu.
Arif Dino şiir söyler. Dalga geçer. Ama sadece bu kadar da değil.
Arif genel olarak düşünen, sıkı düşünen bir adam. Çizen. Konuşan
ve dinleyen. Takılınayı da seven biridir. Özellikle Güzin'e ve Abidin' e ta
kılmaya bayılıyor. Takılınakla kalmayan, eleştiren de. Güzin'in anlatlığına
göre, "Arif beni ve Abidin'i eleştiriden geri kalmıyordu. ikide bir kalkıp bi
ze 'Elinizden bir şey gelmez/gelmiyor' türünden şeyler söylüyordu. Onun
anladığı anlamda 'elden gelmesi gereken iş' marangozluk filan gibi bir iş.
Hani 'altın bilezik' denir ya o tür işlerden biri olmalıydı yapılacak iş."
Arif gazeteye filan uğramaz. Abidinlerde bir süre kaldıktan sonra
otele yerleşti. Daha önce babası Rasih Bey'in ve o günlerde Ahmet Di
no'nun yaptığı gibi. Ama Güzin hasta olunca, Abidin de gazetede çalıştığı
için, Arif eve gelir otururdu. Güzin'e bakmak için. Takılınayı hiç ihmal et
meden. Abidin'in yazdığı gibi, "dadaist şakacı" çünkü Arif. Şair adam ne
ABi D i N DiNO 1 59
de olsa: O Güzin'e takılınayacak da kim takılacak? Güzin bizzat anlattı:
"Arif takılınayı severdi. Şakacıydı. Hatta biraz patavatsızdı bile diyebiliriz.
Örneğin bir seferinde Abidin kimi işleri için Ankara'ya gidip iki gün yeri
ne dört gün kadar kalınca ve ben (Güzin Dino) tedirgin olunca Arif güya
şaka olarak ne dese beğenirsiniz? 'Ankara'da başka bir kadın madın vardır.'
(! ) Aklınca bana takılıyor. Ben tabii ki başka nedenlerle çok tedirginken bu
şakanın (!) tadına pek varamıyorum. Beğenmiyorum kısacası."
YUMURTALIK'TA DENİZ
Adana'nın güneydoğusunda şirin bir kasaba vardır. İsmi Yumurta
lık. Akdeniz'in kenarına iliştirilmiş gibi duran. Adana'da denizi görmek
için oraya gidilir. Yaşar Kemal'in yaptığı gibi saatlerce deniz seyredilebilir:
Eh yabana atılır gibi de değil hani. Karşınızdaki Akdeniz'dir. Dahası Yu
murtalık Kalesi, Kız Kalesi, yoksa Kız Kulesi mi demeli, Balıkçı Barınağı
oralarda bir yerde sizi bekliyordur. Yumurtalık denince akla hemen balık
yumurtası gelir. Doğaldır bu, çünkü bu yörenin deniz yumurtaları ağzımza
layık. Daha iyisini bulmak na-mümkün. O nedenle olmalı Türk Sözü gaze
tesinin muhasebecisi her hafta sonu gider Yumurtalık'a ve balık yumurta
ları getirir. Abidin ve Güzin'le de paylaşılan! Yumurtalık ismi de balık yu
murtasından gelmiyor mu?
Arif bir gün Abidin Paşa'nın Yumurtalık taraflarında da toprağı,
arazisi olduğunu keşfetti. Herkes Amerika'yı keşfedecek diye bir kural yok
ki. Ve Yumurtalık tarafına bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sözü burada
Güzin'e bırakmak zorundayım: " Etrafına bir grup topladı. Biri bizim evde
hizmet eden, çalışan kadının oğlu şoför Ahmet, bir kişi daha, bir de şoför
muavini, Arif ile toplam dört kişilik bir takım. Gittiler."
Ama işe bakın gider gitmez orada çadırlarda yaşayan Göçeriere rast
lıyorlar. Göçerler de o sırada değişik otlardan değişik renkler üretiyorlar.
Arif bunu görünce mest oluyor. Bırakır mı? Pardon! Yumurtalık'a gitmesi
ni gerektiren işlerin tümünü bırakıyor: Ama boya ve renk işini bırakır mı
demek istiyorum. Tam tersine her şeyi elinin tersiyle bir kenara itiyor ve bu
işe dört elle sarılıyor. Ve "Ben mutlaka bu işi yapmalıyım" kararını veriyor.
Bu insanların boya yapım tekniğini araşhrmak, öğrenmek, yapmak. İyi de
ı6 o SONRA ADANA
yanında götürdüğü kamyon ve şoförü, onun yardımcısı ve bir üçüncü kişi
daha ne olacak? Arifin umurunda mı? Onlara "Siz ne isterseniz onu ya
pın!" deyiveriyor. Birkaç günlük bir çalışma bir araştırma için gidilen Yu
murtalık seferi birkaç ay sürüyor.
Güzin anlahyor: "Yanılmıyorsam üç veya dört ay sürdü bu inceleme
gezisi (!) . O arada bir otele yerleşiyorlar. Arif, şoför ve yardımcısı."
Arifin yanındaki üçüncü kişi herhalde gelişmelerin seyrini görün
ce yelkenleri açtı. Ama Arif ve iki adamı oraya yerleşiyorlar. Bu arada
Arifin otele, lokantaya, şoföre ve şoförün yardımcısına borcu artıyor.
Adamlar orada ve 'iş' bekliyorlar. Kamyon kirası var, muavinin ücreti var,
kendi ücreti var. Varoğluvar! Arifin borçları artıyor ha bire! Dahası da var
ayrıca. İşte dökümü:
ABi D i N D i N O ı 6ı
Arife gelince: O da kendi işlerine dönüyor. Neler mi Arifin işleri?
Belki söylemeyi/yazmayı unuttum: Yumurtalık'ta plajda, sağda solda, ama
daha çok solda, dolaşırken topladığı, aslında derlediği demek daha yerinde
olacak, (ç)akıl-taşlan yok muydu? Onlardan heykelfheykelcik yapmaya/ya
ratmaya ne dersiniz?
SO N RA ADANA
halde ve hemen çıksın istiyordum sac sobada pişirdiklerim. Aslında şunu
da belirtmek istiyorum: Kili ellemek, kili yoğurmak, kile bir anlam bir bi
çim vermek coşkuyla doldurur insanı. Keyif meselesi demem bundan. Evet
kille çalışırken keyif alıyordum. Çünkü elinizde doğan, ortaya çıkan iyi ve
ya kötü biçim üç boyutlu ve somut. Elle dokunulabilir. Ele alınabilir.
Resim "gibi"ler dünyasında, resmin arkasına geç, imge kaybolur.
Heykellerin etrafında fır dolan, her tarafı anlamlı, somut, ellenir bir varlık.
İnsan misali, küçük de olsa elini sürebilirsin heykele. Var olduğu kuşku
suz. Hatta heykelde, insandan, canlı varlıklardan fazlası bile var. Canlılar
sonunda toz oluyor, toprağa karışıyor. Heykellerse binlerce yıldan beri ya
nı başımızda.
Adana Müzesinde gördüğümüz, sergilenen o güzelim heykeller ve
müze müdürü dostumuz Naci Kum'un kasalarda saklanan ama bizim için
çıkardığı 'arkaik' parçalar heykel işine girişmemde mutlaka belirleyici oldu.
Bu Arif için de geçerlidir sanırım. Anadolu uygarlıkları gibi bir ulu kaynak
tan biraz olsun güç aldımsa daha ne isterim? "
Güzin'le Abidin ve Arif'in heykel çalışmalarını konuştuğumuz bir
gün bana şunları anlattı: "Arif'in ne yaptığını hiçbir zaman göremedim.
Abidin küçük şeyler yaptı sanıyorum. Abidin o günlerde uzun boylu çalışa
mıyordu. Heykele istediği kadar zaman ayıramıyordu. Türk Sözü ndeki ça
'
ABi D i N D i N O
"Adana Müzesinde bulunan dağ kristali tanrı heykeli," "arkaik par
çaları" ve diğerlerini. Dahası "evin çocuğu" Kemal Sadık Göğeeli'nin doğ
duğu köy Hemite'nin arka taraflarında, sırtını dayadığı dağlarda kimi iri
heykelleri, bu delikanlı sözleriyle alıp ta Abidinlerin evinin ortasına kadar
getirmemiş miydi? Abidin işte onlarla ve bir heykel kadar azamedi "dev
adam" Arifle boş duramazdı: Heykelleri bunun için yaptı. Kalıcı, daha ka
lıcı olması için: Yaratılanların. Biz gidiciyiz: Toz olacağız, toprağa karışa
rak. Ama heykeller nöbetieler sürekli: Sanatın, sanatçıların varlığını, yaşa
mış olduklarını ispat etmek için. Bu da bize yeter: Abidin ve Arif.
ADANA'DA FRESK
Rasih Nuri İleri bir makalesinde şunları belirtiyor: "Abidin bu dö
nemde ... Resimlerin yanı sıra Adana Emlak Bankası duvarlarında 'freskler'
yapar."
Güzin'e bu meseleyi sorunca yanıtı şu oldu: "Evet, evet. Onu da
kim yaptırdı biliyor musunuz? Daha sonra Paris'te UNESCO nezdinde
Türkiye temsilcisi, elçisi olan bir kuzeni. Sempatik bir adam. İsmini şimdi
anımsayamıyorum. Onun o yıllarda Emlak Bankası Adana Şubesi'nde iliş
kileri vardı. Adana'ya geliyor, Abidin'i görüyor, işte o kuzen aracı oldu ve
Abidin o freskleri yaptı."
O zaman şu soruyu sordum: Peki bu kuzen kimin nesi? İşte Gü
zin'in yanıtı:
İ LKBAHAR GELM i Ş
"Körükleri sarsak ve bir tarafa çökmüş, koltuklarının çoğunun zem
bereği fırlak, gübre kokan 'faytonlar', fırdolanıyorlar Adana'yı. Kasketli,
fötr şapkalı, poturumsu İngiliz kumaşından şalvarlar giymiş köy babayiğit
leri dolaşıyor, arşınlıyor kenti, Taş Köprü işçi pazarıyla istasyon arasında ...
SO N RA ADANA
Adana'da evlerin tahtalarını suya bir bitki suyu katıp, saman rengi
ederler. Yerleri ve merdivenleri gıcır gıcır, büyük, eski Adana evleri... Cep
helerinin birinci katı penceresiz, ak, düz duvar olarak, birinci katına tahta
kafesli pencerelerine doğru görkemle yükselir."
Abidin ve Güzin böyle bir evde oturmuyorlar. Daha önce yazdım.
Güzin de zaten evde öyle uzun boylu oturamıyor: Liseye yürüyerek gidi
yor ve iki adım. Gazeteye yine yürüyerek: O da iki adım. Öyle çok uzak
lara gidip dolaşmak Abidin ve Güzin için mümkün değil. Arif değil ki.
Abidin ve Güzin sabahtan akşama akşamdan sabaha çalışıyorlar. Dopdo
ludur ikisi de.
Güzin'e bakarsanız "Gar bile çok uzaktı." Ama arada bir bir muha
lebiciye kadar gitmemek te olmaz hani. Meziyet öğretmenle. Gel Zaman
Git Zaman 'daki iki ayrı iki takma ismiyle "Zehra veya Nezihe öğretmenle."
Güzin ender olarak da Halkevi bahçesine gidiyor. Dinleyelim:
ABi D i N D i N O ı65
ahtaraktan eve koşturması da, eşraf hanımlarını küçük düşürmekten
başka bir şey değil! Onlara düpedüz 'istiskal.' düpedüz 'siyaset!
ı 66 SON RA ADANA
nımaz görünmekle, yüreğine taş bağlayıp (basıp? M ŞG) dostluğumuzu bir
ambargoya bağlamaktı niyeti, bana toz kondurulmasını önlemek amacıyla.
İşte bu davranışı onun ne denli yüce bir insan olduğunu ortaya ko
yuyordu."
Evet Abidin böyle bir adamdır. Günyol'un anlattıklarına bundan
başka eklenecek bir şey kalmıyorfyok.
Bu meseleyi Güzin'e sorduğumda, "O gün Abidin'le Mersin'de de
ğildim" dedikten sonra şunları ekliyor: "Ama Abidin bana anlattı sahneyi.
Birkaç asker oturuyormuş. Abidinler varınca, Vedat Günyol Abidin'e doğ
ru bir hareket yapıyor, selam vermek, selamlaşmak, kucaklaşmak için, ama
Abidin onun başına bir iş açılmasın diye, mecburen görmemezlikten geli
yor. Görmezlikten gelmek zorunda kalıyor."
Abidin o gün Mersin' e kimlerle gitti? Neler yaptı? Bir bilebilsem.
ADANA'DA YAZ
"Gece, göklerden inmiş cibinliklerin altında don gömlek damlarda
yatan ahali, sanki gündüzleri taassup örtülerine bürünen kişiler değil... Ka
ra sıcak gecenin karanlığında uykusuz terler döken büyüklü küçüklü göl
geler kıpırdıyor, eller, kollar, hacaklar uzanıyor, dizler bükülüyor, bedenler
dikiliyor, cibinlikten çıkılıp tahta testiden su dökünülüyor. Bir kavga, bir
küfür, bir çocuk ağlaması. .. Gökle yer arasında gündüzü bekleyiş ... "
Yaz tatili gelmiş: Gözünüz aydın. Okullar paydos deyince İstanbul'un
sesi daha yakından duyulur: Ortaköy, Yeniköy, Nişantaşı, arkadaş sesleri. İs
tanbul bütün çocuklarını çağırır: Hele genç evlileri. Ana baba hasreti, çocuk
luk sokakları, ilk gençlik sinemaları, o güzelim meydanlar. Gelin artık derler
gelin! Sürgün yerinden kıpırdayamaz, ama Güzin gidebilir İstanbul'a. Hazi
ran sonunda belki temmuz başında. Yıl: 1944: Ayrılalı ne kadar olmuş? He
sabını yapalım. Neredeyse bir yıl. Abidin bir süre yalnız kalır: Güzin'siz. Ba
kın şimdi Abidin Güzin İstanbul'dayken Mersin'e gitmiş olmasın? Ne dersi
niz? Olabilir elbette. Yaz günü bir Mersin. Bir deniz. İki kulaç. Bir bardak bir
şey deniz kenarında: güneşi izleyerek. Akdeniz'de gün batımı dillere destan.
İstanbul'da genç evli Güzin annesini buldu: Herkes mutlu. Mutlu
herkes. Babasının sağlık durumu iyi. Mina her zamanki gibi. Azra'dan bir
ABi D i N D i N O
haber var mı? Halet yine Nail' e aşık. Evlenınelde alevlenen bir aşktır bu. Ne
hoş. Sonra Nesterin, Bihterinler ve diğerleri var ... Sayınakla bitmez.
Hatta geçen yıldan, geçmiş yıllardan öğrencisi Adnan Benk bile geli
yor. Bir de yanında, Güzin'in deyimiyle, "çok iyi arkadaşı." İşin komikliği ba
kın nerede? Adnan Benk ve çok iyi arkadaşı da evlenmişler. Hani bir yıl önce
Güzin'in başının etini yiyenler, hani "evlenmek te neymiş" diyerek Güzin'in
evlenmesine şiddetli muhalifler var ya o ikisi işte. Eh bizim bildiğimiz Güzin
bu fırsatı kaçınr mı? Sorgulamak Ti'ye almak sırası kimin? Güzin'in elbette:
- Niye evlendiniz? Hani evlenmek iyi bir şey değildi?
Adnan Benk bu, hazır cevap, lafın altında kalır mı? :
- Hocamızı örnek aldık!
Bu kadarına da pes denir kardeşim. Ama bir Adnan Benk olayının
doğmak üzere olduğu veya daha iyisi doğmuş olduğu bilene ve bilmeyen
lere duyurulur.
İstanbul "gezegeni" hep aynı havada: İki adım ötede insanlar birbirle
rini boğazlarken, madem ki savaş sürüyor, Nazilerin peşpeşe aldıklan yenilgi
lere rağmen, İstanbul yine rakısını içiyor: Kumkapı'da, Tarabya'da, Bebek'te.
Yine eğleniyor: Beyoğlu'nda, Şişli'de, Yeniköy'de, Moda'da ... Bu böyle işte ...
Duyduk duymadık demeyin: 4 Haziran 1944'te Roma özgürlüğüne
kavuştu yeniden. Moravia artık sansür korkusu olmadan kitaplarını yayın
layabilecek Gizlenmek zorunda kalan sanatçılar Roma meydanlarını dol
duracaklar: "Kahrolsun faşizm!" çığlıklarını duyuyor musunuz? Çocuk ses
leri sokaklarda yankılanıyor yeniden. Gençler, saçları rüzgarda birer alev
parçası, vespalarında aşk için havalandılar çoktan ... Duyduk duymadık de
meyin: Mussolini'nin leşi hacaklarından asılı bir meydanda ... Duyduk duy
madık demeyin Partizanlar türkülerini dağlardan kentlere taşıdılar... Duy
duk duymadık demeyin özgürlük koşturuyar sokak, cadde ve meydanların
da Roma'nın. Yeniden. Ve kalıcı tarafından. Duyduk duymadık demeyin
Fellini yeni filminde oynayacak iyi bir aktör arıyor. ..
Ah! İşte N azilerin de sonu gelmek üzere: 6 Haziran 1944'te binler
ce asker çıktı Normandiya plajlarına. Kurşun sesleri arşa yükseliyor. Nazi
ler kaçıyarlar yoldaş. "En Uzun Gün" evet çok uzun sürdü. Naziler tokadı
yediler heval. Peşlerini bırakma bu alçakların camarade! Don 't forget com ra-
ABi D i N D i N O
Abidin'in dört yıl önce öngördügü gerçekleşti: Halkın Paris'iydi ayakla
nan ve başkenti kurtaran. Bu öngörü de herkeste bulunmaz. Evet Paris
liberee est libre: Paris halkı rövanşını aldı Nazilerden. Teslimiyetçilerden.
İşbirlikçilerden. Ve elbette T büyük harfle Tarihten. Abidin öngörüsün
den sevindi elbette. Ama bunu asla dillendirmedi. Gerek duymazdı böy
le şeylere Abidin.
Paris kurtuldu: Le Chant des Parlisans artık herkesin dilinde. Paris
şenliklerin en güzelinde. Paris dans ediyor. Gençler, hele o en şık giysi
leriyle şenliği düğün evine çeviren kadınlar. Gençler sonra: Savaş bela
sından, yani öldürmekten ve ölmekten kardeşim, kurtulmuş olmanın,
yakalarını kurtarmış olmanın verdiği coşkuyla dolduruyorlar sokak, cad
de ve meydanları, cafeleri bilhassa mon cher ami. Aman dikkat bir pence
reden, bir köşe başından bir kurşun gelebilir: işbirlikçileriyle Naziler
çünkü Paris'ten tümüyle silinip süpürülmemiş. Düşünebiliyor musu
nuz? General Charles de Gaulle Paris'in kurtuluşunu Paris Anakent Be
lediye Binası'ndani Hotel de Ville den ilan ederken, ara sokaklarda silahlı
'
SoN RA ADANA
"mangırlar" dolu o çuvallarda. Pierre Biro bunları aynen böyle anlath bana.
Gözleri yaşlı. Aynı o günkü gibi: Evet Pierre ağlıyordu o gün orada: Pierre
kamyonundaki çuvallarda patates taşıyormuş gibi sakin. Sonrasını bıraka
lım bizzat kendisi anlatsın:
(Pierre Biro daha pek çok şey anlath. Ama maalesef bu güzel öykü
nün tümünü buraya alamayacagım. Özür diliyorum: Pierre'den ve meraklı
larından. Belki daha sonra başka bir biçimde yayınlama olanağı bulurum.)
Pierre bu şekilde Paris'e kadar ilerledi. Kamyonuyla Paris'e girdi.
ve başkentin tam merkezinde, Notre Dame de Paris'in hemen yanıbaşın
daki Saint-Louis adasındaki arkadaşı Elisabeth Maupoil'in evine varabildL
"Çuvalları" eve taşıdı. Elisabeth Maupoil da Abidin'in en yakın dostların
dan biri olacaktır, Paris'te, 1952'nin sonlarından itibaren. Adını boşuna
andığım sanılmasın lütfen. Pierre ertesi sabah ilk iş "emaneti," para dolu
çuvalları Paris Sivil işler Üst Sorumlusu ve General de Gaulle'ün en gü
vendiği adamlardan biri olan Chaban Delmas'a teslim etti Invalides Bina
sında. (Chaban Delmas daha sonra birçok kez bakan ve bir ara başbakan-
ABi D i N D i N O
lık ve uzun süre Bordeaux belediye başkanlığı yapacak de Gaulle taraftarı
önemli bir şahsiyettir.)
Pierre Biro aslına bakarsanız başlı başına bir phenomene karde
şim: Hem silaha karşı hem de Direniş hareketinin içinde daha ilk gün
lerden beri. Direniyor ve inanmayacaksınız belki tek kurşun sıkmadan.
Haydi belki bir iki kurşun sıkmak zorunda kalmıştır diyelim ama tek ki
şinin bumunu kanatmadan. Bir Alman askeriyle bir ormancia karşılaş
ması var: Hikayesi evlere şenlik: Anlatırsam iş çok uzayacak. Öyle bir
davranıyor ki bir-iki kurşun sıkmaktan, "havaya elbette," bir-iki kavala
macadan sonra kaçırtıyor Alman askerini. Tam Şarlo'luk bir sahne. Ama
can derdi de var elbette böyle yaşanınca. Pierre savaş yıllarında Fransa'da
belgesel film denince ilk akla gelen isim olan Jean Lods ile birkaç belge
sel filmin yapımında birlikte çalışıyor. Bu ismi anımsayacaksınız: Abi
din'in SSCB'deki sinema çalışmaları sırasında tanıştığı Jean Lods'tur bu.
Ve Lods Abidin'in Paris'teki ilk günlerinde birçok kapıyı açan kişidir.
Abidin'le Pierre'i tanıştıran odur. Ve daha nicelerini, örneğin Jean Lur
çat'yı. Sırası gelince göreceğimiz gibi.
Şimdi artık yeniden Abidin'i ve Güzin'i bulup haberlerini almak
için Adana'ya dönmenin zamanıdır. Aslında Adana Paris'e o kadar uzak
ta değil. işte örneğin Adana'da bile kutlandı Paris'in kurtarılması. Güzin
anlatıyor:
SON RA ADANA
SuıH : B izE DE BEKLERiz
2 Eylül 1944'te Pablo Picasso, Paris'tedir yine. Savaş boyunca ayrıl
madığı Rue des Grands-Augustins'teki atölyesinde bir fotograf çektirdi.
Alışkanlıklarından zerre kadar vazgeçmeyen Picasso rahattı. Kimi Nazi su
bayını arka kapıdan alıp resim satlığını iddia edenler bile var. Fransa Cum
huriyeti ona çok görüldüğü için İspanya Krallığı vatandaşı olarak bir yerde
dokunulmazlığı vardı. Franko'nun Hitler ve Mussolini'nin müttefıki oldu
ğunu amınsatınama lütfen izin veriniz. Picasso'nun savaş yıllarındaki tav
rı birçok insanın midesini bulandırmıştır. Yazılanlara bakmak, kimi film
leri izlemek yeter. Gabriel Aghion'un Monsieur Max isimli televizyon filmi
(ARTE'de 14 Eylül 2oo7'de gösterildi) bu konudaki son örneklerden biri
dir. Picasso'nun Paris' e ilk geldiği günlerde elinden tutan, kendisine Fran
sızca öğreten ve tablolarının satılması için yardımcı olan şair Max J acob'un
24 Şubat 1942'de işgal güçleri tarafından gözaltına alınmasından sonra kı
lım kıpırdatmadığını sergileyen fılmde daha vahimi de var. Max Jacob'un
kurtarılması için ressamın yardımını isternek için kendisiyle görüşmeye
gelen şairin bir yakınına, Picasso aynen şu cevabı veriyor: "Herhangi bir
şey yapmaya ne hacet. Benim bildiğim Max bir melektir. Hapishaneden
uçabilmesi için bize ihtiyacı olmaz." Pes!
Oysa aynı Picasso'nun 1905'te yaptığı ve "A mon ami Max" diye
not düşerek Max Jacob'a hediye ettiği portresi karşımda duruyor. Bakıyo
rum. Sanki Max biraz üzgün. Yoksa ağlıyor mu Jacob? Kızgın olduğu her
halinden belli. Sert bir bakış. Kollarını kavuşturmuş. Saçları dökük ama
alnı açık!
Neyse konumuza dönelim. Evet, o 2 Eylül 1944 günü, Paris kurta
rıldıktan on gün kadar sonra yani, Picasso fotoğrafını çektiriyor. Birkaç gün
sonra Picasso'nun atölyesine birkaç adımlık komşu sokakta oturan Gertru
de Stein oradan geçerken Picasso'nun son model otomobiliyle hava atma
sını son derece yersiz buldu. Ve sanırım biraz da sinirlendi. Bana kalırsa
şöyle bir not düşmüştür günlüğüne, en azından Alice Toklas'a söylemiştir:
"Bücür İspanyol bugün pek fıyakalı. Görmemiş işte ne olacak!"
5 Ekim 1944'te Paris'te Le Salon d'Automne (Sonbahar Salonu)
açıldı: Jacques Villon, Nicolas de Stael, Andre Delvaux ve dikkatinizi rica
ABi D i N D i NO 173
ediyorum Picasso'nun tam 74 evet yazıyla yetmiş dört tablosu ile. Adam
savaş boyunca sürekli çalışmış: Ne var bunda? ! (Evet buraya bir de ünlem
işareti şart.)
Az daha unutuyordum. Picasso ekim 1 944'te Le Parti Communis
te Français (PCF) yani Fransız Komünist Partisine (FKP) üye olmayı ih
mal etmedi.
"Kurşuna Dizilenlerin Partisi" unvanıyla ve direniş süresince mili
tan ve yöneticilerinin bir bölümünün gösterdiği kahramanlıklar sonucu
pupa yelken giden FKP herkesin ilgi odağıydı elbette. ilk seçimlerden nite
kim Fransa'nın en büyük siyasi gücü olarak çıktı. Ve kurulan koalisyon hü
kümetinde FKP'li birkaç bakan yerini aldı. FKP Genel Sekreteri Maurice
Thorez Başbakan Yardımcısı görevine getirildi...
"ÇlKlŞLAR"
Ağustos 1 944'te ve hemen sonrasında Türkiye'de insanlar umutlu
durlar. Göreceli bir serbestlik kendini gösteriyor.
Güzin'in bana anlattıklarına göre, Abidin'le o günlerde Adana dışı
na iki yolculuk yapıyorlar. Biri Mersin'e. Güzin "Teyzemin kızına misafir
gittik" dedi.
İkinci yolculuk İ skenderun'a. Ve bu başlı başına bir öykü. Adana'da
trene bineceksiniz. Yemekli vagona oturacaksınız ve uzun zamandır hasre
tini çektiğiniz, fena halde özlediğiniz Taşdelen şişe suyu ısmarlayacaksınız
ve gelir gelmez kana kana içeceksiniz. "Halis Taşdelen suyu bu abla! " Ne
suymuş ama. Taşı deliyor resmen. Güzin bu suya bayılır öteden beri. Ba
baevindeki özel suyu bu muydu yoksa? İskenderun o günlerde "Fransızla
rın yaptırdığı" ve giderken yanlarında götüremedikleri için bırakmak zo
runda kaldıkları otelleriyle biraz Avrupa, belki biraz Paris. İskenderun ile
Güzin'in üniversite yıllarından gelen bir ilişkisi de yok muydu? Anımsaya
lım. Güzin, Orhan Veli, Nusret Hızır ve diğer arkadaşlarıyla "Hatay Türk
tür! Türk kalacaktır! " sloganlarıyla İstanbul'da az mı gösteri yaptılar?
Gözlerimin önünde bir fotoğraf var. Abidin ve Güzin. Aile çay bah
çesinde mi çekilmiş? Bilemiyorum. Masanın üstünde hiçbir şey yok. Sağ
köşedeki beyaz gömlekli sol eli saymazsak. Kimin eli acaba? Ama bir "el"
1 74 SO N RA ADANA
işte. Kapalı. Servis yapılmamış henüz. Abidin bıyıklı. Kravatlı. Şık giyin
miş. Pardösüsü dizlerinin üstünde. Sol eliyle hafif kıvırcık saçlarını sanki
rüzgardan korur gibi. Güzin çok şık. Başında sevimli bir şapka. Sırtında
manto. Aman Abla tedbiri elden bırakma. Hava soğur filan falan filan so
ğuk alırsın, ne olur ne olmaz. Akdeniz havası çarpar marpar. Güzin Abi
din'e bakıyor. Bakacak başka ne var ki? Güzin tebessüm mü ediyor? Aman
bu pozu kaçırmayalım. Abidin sola bakıyor. Neden? Arkada mütevazı ev
lerle bir manzara. Mersin mi? İskenderun mu? Yoksa İstanbul mu? Güzin
hemen atlıyor: "Abidin İstanbul'da bıyıklı değildi! " Yaa, öyle mi?
Bu "çıkışlar" bir parça nefes almaya vesile oluyordu. Biraz da Ada
na koşturmalannın yol açtığı yorgunluğu atmaya. Ama uzun sürmüyorlar
dı. Ne de olsa birer "çıkış" sonuç itibarıyla.
ABi D i N D i N O 1 75
Abidin'in Kel isimli piyesinin başına da aynı şeyler geldi. Birazdan
göreceğiz.
Toprak Kokusu o yıllardaki topraksız köylülerin yaşamını, sorunlarını
dile getiren bir eser. Irgatlann çalışma, geçinme, aslında geçinememe dertleri
ni sergiliyor. Hastalıklada mücadelelerini anlatıyor. Bir süre sonra geniş boyut
larıyla ortaya çıkacak olan köylü romanlannın habercisidir bu kitap. Çukurova
emekçilerinin, ırgatlannın çaresizliği, yalnızlığı aktarılıyor, en çarpıcı biçimiyle.
(Kitap 2002'de Örgün Yayınevi tarafından okuyucularına yeniden sunuldu.)
Reşat Enis Aygen o yılların en iyi yazarlarından biridir. Abidin'in
1940 başlarında katkıda bulunduğu Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde öy
küleri yayınlandı örneğin. Abidin'in Adana'dan önce ismini bildiği biridir
Aygen. 193o'da Kılıcımı Sürüyorum isimli öykü kitabından sonra birçok ki
tap yayınladı: Kanun Namına (1932), Gong Vurdu (1933), Gece Konuştu
(1935), Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1939) ve nihayet 1 944'te adı andı
ğımız kitabı. Daha sonra da başka kitaplar yayınladı Aygen ... 1968 tarihli
San İt birçok kaynakta "ilk işçi romanı" olarak tanıtılıyor.
Aygen'in gazetecilik ve yazarlık alanında Abidin'e ne tür bir katkısı
veya yardımı oldu sorusuna şu yanıtı vermek olası. Gazetecilik mesleğinin
getirdiği sıkı bir gözlemcilik yeteneği. Abidin'de bundan bol miktarda var.
Ressamdır Abidin ve bakmasını, görmesini, seyretmesini çok iyi bilir.
Çetin Altan "Abidin Dino" başlıklı yazısında (Sabah 14(?) Aralık 1994)
şu satırlan yazıyor: "Ben, Abidin Dino'nun adını, lisede Yeni Adam dergisine
ilk yazılarımı yazarken Baltacıoğlu'nun arşivinden çıkma birkaç desenle tanı
mıştım. Bir tanesi sanırım Reşat Enis'in profilden çizilmiş bir portresiydi."
Eh bakıp görmesini bilen adam çizmesini de bilen adamdır.
Abidin'in Aygen'de beğendiği bir nokta daha var. Onun kişileri
nin/kahramanlarının çok canlı ve bizden oluşu, canlı halk dilinden fayda
lanmasını bilmesidir. Evet, daha önce vurgulama olanağını bulduğum gibi,
Abidin de kahramanlarını" kendi ağızları," "kendi dilleri"ile konuşturur.
Abidin bu bağlamda "köylü sözlerini mümkün mertebe kendi li
sanları ile düşünüp, yazan" Ebubekir Hazım Tepeyran'dan, Mahmut Yesa
ri'den ve nihayet Reşat Enis Aygen'den gelen ve bizzat kendisinin de iyi bi
çimde kullandığı her kahramanı kendi diliyle, şivesiyle, sözcükleri telafuz
SONRA ADANA
etme tarzıyla konuşturma üslubunu sürdürdü. Bunun en güzel örneğini
Kel'de görüyoruz.
Kel'in de yayınlanır yayınlanmaz Bakanlar Kurulu kararıyla hemen
toplatıldığını biliyoruz.
An i D i N DiNO
Berber- Roman mı açık saçık mı?
Selim- Eroin, kar beyaz eroin, Balat'ta ocak kurmuştuk, göz nuru
döktük, boru değil, hala acının, Komsere dedim ki, bu tastamam beyaz ero
in, hile yok, nefasettendir, erbabının fikrini dinlemeden vermesin buyu
run, bir nebzecik. ..
Erbabına gittikten sonra insan acımaz. Burun lazım, malumunuz
büyük burun lazım ...
Berber- Komser ne dedi?
Selim- Hatırın için Selim bey dedi, gönlünü kırmak istemem ...
Ali-Kitap dediğin okumamak içindir.
(Bundan sonra Abidin'in bir işareti var, vs. gibi okumak mümkün.
Ama başka bir şey de olabilir: Kimbilir belki orak-çekiç işaretidir. Komünist
adam kardeşim her şey beklenir! !!)
Gözlerinden öperim.
Biz iyiyiz.
Abidin Dino."
İmzasını Abidin değil Abitdin Dino biçiminde atıyor. Abidin'de adet
tir. Ciddi işlerinde bu imzayı kullanır. Arif olan anlar. Abidin olmayan da!
Kitabı yasaklanan toplattmlan Abidin'in tiyatroya ilgisi azalmadı.
Arttı. Adana'da zamanının elverdiği ölçüde tiyatro ile ilgilendi. Hatta kimi
tiyatro çalışmaları bile gerçekleştirdi. A 'dan Z'ye Abidin Dino'da yazıldığına
göre, "Adana Halkevinde, halk oyunlarından esinlenen bir yöntemle, bir ti
yatro grubu oluşturdu. Toros eteklerinde, köylülerle birlikte, Sıtmalı Adam
isimli bir oyun denedi. Bu kez de 'fazla etkili' olduğu gerekçesiyle grup da
ğıtıldı," (s. 23 ve 284.)
Bu bilgiler dışında Abidin'in Adana'daki tiyatro çalışmaları üzerine
bu bilgilerden başkası yok. Yazık. Mutlaka araştırılması gereken bir konu.
Belki Abidin'in kağıtları arasında bu konuda bir şeyler bulunabilir. Kimbi
lir? Abidin bu, belki birkaç sayfa bir şeyler çiziktirmiştir bu konuda.
Ah! Adana! Ah! Sivrisinekler nefes aldırtmıyor bu kentte.
"Evlerin damlarına kadar yükselen pamuk balyalarını taşıyan kağnı
ların iniltisi, geceleri saatlerce Abidin Paşa Caddesi'ni dolduruyor. Dur
maksızın geçen pamuk balyalarının, bu sıcağın altında toplandığına inan-
SON RA ADANA
mak olası değil..." Güzin işte böyle anlahyor Çukurova sıcağını, sivsinek
saldırısını, sıtmayı, bataklıkları ...
ABi D i N D i N O 1 79
cü gazetesinde yayınlanan " Savaşta imece" başlıklı makalesinde senaryosunu
kısmen anlahyor. Güzin'in şu sözlerine de yer vermeliyim burada: "Abidin
Toros Destanı'nın başına gelenlerden çok üzülmüştü. Çünkü çok önem ver
mişti o işe."
Abidin'in Adana'da Su Destanı isimli bir sanaryo yazdığım da bi
liyoruz.
"Su DESTANI"
1943'te Adana'da DSİ ( Devlet Su İşleri) müdürü olarak çalışan,
daha sonhra D S İ genel müdürlüğü görevini üstlenen ve nihayet emekli
liğini yaşayan Hikmet Turat'ın, yıllar sonra, D S İ Genel Müdür Vekili
Neşet Akmandor'a gönderdiği mektuptan birkaç satırı aktarmak istiyo
rum: " 1943 senesinde, su işlerinin memleket tarih ve ekonomi sahasın
daki hakiki değeri bilİnınediği bir devirde, Adana'da su işleri müdürü
olarak çalışıyordum. Su mevzuları üzerindeki çalışmalarımızı bir mem
leket davası haline getirmek ve umumi efkara mal etmek üzere . . . bir de
film çevirmek kararına vardık ve o devirde Adana'da bulunan ( Sanırsı
nız ki Abidin tesadüfen veya Paşa Dede'sinin keyfi öyle istediği için Ada
na' da. İnsanlar sürgün olmasını ona o kadar yakıştıramıyorlar ki bu söz
cüğü, ağızlarına almak bile istemiyorlar. M Ş G) ressam ve şair ( Ben vur
guluyorum. Hem Abidin'in şair olduğunu anlayan birinin daha çıkmış
olması nedeniyle. Hem de belki adı geçen Abidin ile ağabeyi Arifi karış
tırmış olabilir diye dikkatinizi çekmek için. M Ş G) Abidin Dino bu dile
ğimi yerine getirerek. .. Su Destanı'"nı yazıyor. Hikmet Turat mektubu
nu şu biçimde bitiriyor: " Kuraklığı dile getirmesi bakımından enteresan
olan bu destanın DSİ Bülteni 'nde yer almasına müsaade ederseniz
memnun olacağım."
Ve Abidin'in senaryosu A'dan Z'ye Abidin Dino 'da belirtilcliğine gö
re, yazılmasından "r8 yıl sonra," yani rg6r'de DSİ Aylık Haber Bülteni 'nde
yayınlandı.
Başlığı şöyle: Su destanı. Altında -senaryo- yazılı. Başlığın sağında
"Yazan: Abidin Dino" okunuyor.
Senaryodan birkaç alınh yapalım mı?
ı8 o SONRA ADANA
Çukurova
Toros eteğinden
Deryaya kadar yayılır.
Bu toprağın derdi iki:
Kuraklık ve sel.
Kuraklık olur, RAfiK Nqı!:r .UMA ..'liO.
Hikaye anlatılınaya değer. ....... ......t .,........ , .... .... ..... 1'.... ıtı• ...... ....... .... �
,........ !1• ıın•"'"-•• �ı�-.,...w .. ..,.....,., _... .., ""....-' ••-u ,.,._
.,.. •••�tıı ,.• -vw .aıa..,. •-• ,,..,.. •""' ıraw-nt •ro ....., ....,...._
İşte nehir. ... ,....,. ..... ....... . � ... ........_ ....,.,.. .....�. ... Ml' ..
,.... ,.... � ........_.. .... .. u o -�·.. �· ....... ...... "
Çay, ırmak derken ...r 4"-..._ ,..... , IN ....... lfttH f41tlntft .,.._. ..,.� .....,..,...
... o..ıa-:ı ı .. ....... ···-- ._...,. .... ...._. ...... .. . ......
Barajın projesi. ,_
....... IIINU
Bir dişi.
Beton Abidin Dino'nun DSi Aylık Haber Bülteni'nde
Baraj yayınlanan Su Destanı senaryosu.
Ve tahliye kanalları,
Bereketin kalbi ve damarı var.
Kan kalpten geçer,
Damar tevzi eder (dağıtırfpaylaştı
rır) onu.
Çukurova'nın kanı sudur.
Damarı kanal."
ABi D i N D i N O ı 8ı
işte size senaryo. Şiir gibi yazılmış, dizilmiş. Hikmet Turat'ın Abi
din' e "ressam ve şair" sıfatıarını birlikte neden uygun bulduğunu şimdi da
ha iyi anlıyoruz. Abidin'in Yeditepe Öyküleri döneminde ve sonrasında da
şiirler yazdığım biliyoruz. Örneklerini daha önce sundum.
ı 82 SON RA ADANA
münasebetlerimiz, yürüdüğünü karşılıklı olarak tanıdğımız ileri muahe
delerin hükümleri içinde ve dost mahiyettedir."
Böylece S SCB'ye zeytin dalı uzatılıyordu. Bu nutuk, ülkede demok
rasiye ve "hürriyet"e gidişi güçlendirecek, hızlandıracak bir adım gibi de
ğerlendirildi. Algılandı. Bu gidişin kısa ömürlü olacağını bil(e)meden, hem
nasıl bilebilirlerdi ki, aydınlar, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, gençler, şa
irler yayın faaliyetlerine yeni bir ivme kazandırmak için harekete geçtiler.
23 Kasım 1944'te Yaratılış dergisinin yayın hayatına başlaması bu
bağlamda anlaşılmalıdır. Öte yandan herkes faşizm ve Nazizmin bir daha
gelmeyecek biçimde tarihe kanştığına inanıyordu. Eh! demokrasi bütün ül
kelerde kazanırken bizde de kazanmaması için hiçbir neden yoktu?
On beş günlük derginin sahibi Mürsel Kalyoncu, yazı işleri müdü
rü Kenan Kutay. Şair ve yazarları arasında bildik birçok isim bulunuyor:
Oktay Rifat, Cahit Sıtkı Tarancı, Bedri Rahmi, Fazıl Hüsnü, Cahit Külebi,
Behçet Necatigil, Salalı BirseL Oktay Akbal'da yazarlar arasında. Orhan
Kemal'in "Balık" isimli öyküsü beşinci sayıda yayınlandı. Dergi dokuz sa
yı sonra ı Mart 1945'te yayına son vermek zorunda kaldı. Çünkü Sıkıyöne
tim hala yürürlükteyciL " Rus korkusu" ve korkudan daha çok paranoyası
hala hakimdi egemen çevrelerde. Türkiye'de anlaşılan "demokrasiye doğru
gidiş" düz, açık bir çizgi izleyemeyecekti. Yazık!
2 Aralık 1944'te Alman "bankalarının" ve "sigorta şirketlerinin"
bütün faaliyetleri "her türlü casusluk işlerine" bulaştıkları ve başka bir dizi
gerekçeyle durduruldu.
ı8 Aralık 1944'te Le Monde (Dünya) gazetesinin ilk sayısı yayınlandı.
Huibert Beuve-Mery'inin yönetimindeki gazetenin fiyatı 3 Franktı. Günde
14o.ooo adet basılıyordu. Daha sonra çok tutacak gazete, o günlerin " güçlü
adamı," " Fransa'nın kurtarıcısı," "En büyük direnişçi" General Charles de
Gaulle'ün arzusu ve ısran üzerine yayınlandı. Amacı çok basitti: " Fransa'nın
çıkarlarını savunmak ve dünyaya bakışını yaymak." ilk yıllannda gazete Dı
şişleri Bakanlığına bağlı olarak yayın yaptı, çalıştı. Fakat zaman içinde ve özel
likle sömürgelerdeki bağımsızlık mücadeleleri sırasında, gazete, hükümet
lerden daha bağımsız tavır takındı, biraz daha farklı bir çizgi izledi ve bağım
sızlığını giderek genişletti. Abidin, Parisli yıllannda hem bu gazeteye katkıda
ABi D i N D i N O
bulundu, hem birçok gazetecisi ile, örneğin Türkiye'de epey tanınan Eric Ro
uleau ile, çok yakın ve dostça ilişkiler kurdu. Onların ülkemizin sorunlarını
daha iyi tanımalarını sağladı. Neredeyse zaman zaman onlara bilgi verdi. He
le Türkiye'de "önemli siyasi olayların" öncesi, esnası ve sonrasında. Özellik
le 27 Mayıs 1960 darbesi öncesi ve izleyen günlerde...
SON RA ADANA
vardığı bir sefer, ertesi sabah hemen eve bir kasa kaysı göndermişti. Üstün
de "Ahmet tarafından hediye" yazılı bir kasa. Düşünebiliyor musunuz? Ah
met yılbaşı gecesine tek başına katıldı. O günlerde kimsesi yoktu. Otelde ya
tıyor, Şehir Kulübünden çıkmıyordu. Ve o gece onun da katıldığı o yılba
şı gecesi Adana'da ilk defa böylesine hoş bir ortamda yaşandı. Unutulamaz.
" Bembeyaz Toros duvarının dibine yayılmış Çukurova'da kış, rutu
betli, yağmurlu. Kentin dolaylarında çakalların ulumasıyla, savaştan ötürü
karartmasıyla, trenlerin geceleri sanki daha tiz, daha acı düdük sesleriyle"
Adana ve insanları 1 945 yılına böyle girdiler. Birazcık şenlik. Onca dert, be
la, koşturmaca, sıtma, sıcak, baskı ve zulümden sonra veya onlarla birlikte
veya onlara rağmen sanki birkaç saatlik bir mola. Birazcık şenlik. Çok gö
rülmesin.
Ocak 1 945'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri Genel
kurmay Başkanlığının değişmez ismi Mareşal Fevzi Çakmak görevinden
alındı. Zorunlu olarak emekliye ayrıldı. Tutuculuğuyla ünlü Çakmak'ın gö
revinden alınması otoriter devlet yanlılarına vurulmuş bir darbe ve demok
rasi yönünde atılmış yeni bir adım olarak yorumlandı. Ancak Çakmak bu
nu hiç hazmedemedi. Ve bunun sorumlusu olarak gördüğü İsmet İnö
nü'ye karşı kini gittikçe arttı. "Kendisine bunu nasıl reva görmüştü?"
Bu kin, dönemin siyasi ortamını daha çok gerecek olan bir dizi ola
ya yol açtı. Çakmak son derece garip, zaman zaman birbiriyle çelişen işle
re kalkıştı. Hatta bir ara "İnsan hakları savunucusu, barış yanlısı ve demok
rasi hayranı" bir siyasetçi havası bile verdi(!) Hayret!
Onun yerine genç ve dinamik olduğu söylenen 51 yaşındaki orgeneral
Kazım Orbay atandı. Ancak oğlu Haşmet Orbay'ın Ankara'nın ünlü doktoru
Neşet Naci Arzan'ı öldürdüğünün ortaya çıkması üzerine görevinden, iki bu
çuk yıl sonra, ayrılmak zorunda kaldı. Bu cinayet Ankara'nın otoriter valisi
Nevzat Tandoğan'ın intihanna neden olması açısından da önem kazandı. Ve o
günlerdeki siyasi ortamın daha dengesiz bir biçim almasında da rol oynadı.
Ancak ne olursa olsun, Ocak 1945'te, cumhurbaşkanının isteğiyle,
askeri hiyerarşideki değişiklik bir yerde İsmet İnönü'nün kendine özgü ve
son derece ihtiyatlı "yenileşmefyenileştirme," CHP ve devlet katdrolarım
"gençleştirme" arzusunun işaretlerinden biriydi. Bütün otoriter, askeri dik-
ABi D i N D i N O ı 85
tatörlüklerle yönetilen, faşist, faşizan, Nazi vejveya Nazi yanlısı devletler
tuzla buz olurken CHP'nin Tek-Parti-Devlet yönetiminin de kendisine çeki
düzen vermesi dayatılıyordu çünkü. Ancak İnönü o bilinen bir adım ileri iki
adım geri yöntemiyle CHP ve devlet bünyesindeki "gençleştirmeyi" asla ger
çekleştiremedi.
Fakat savaşın seyrine uygun düzenlemeler yapılıyordu. Örneğin, 13
Ocak 1 945'te, Boğazlar Müttefiklere açıldı. Böylece Müttefiklerin hem Al
man savaş gemileri ile hem de bölgede kalan Alman askerleriyle mücade
leyi sürdürmeleri mümkün olacaktı. Ayrıca S SCB'ye yardım iletmeleri ko
laylaşacaktı.
WHITIEMORE'IA ADANA'DA
Abidin'in, 193o'ların başında Ayasofya taraflarında tanıştığı ve da
ha sonra yollarının değişik kez kesiştiği ABD'li Whittemore, Adana'da Abi
din ve Güzin'i buldu. Güzin bana şunları anlattı:
ABi D i N D i N O
ŞUBAT 1945
4-1 1 Şubat 1945'te " Üç Büyükler," Churchill, Roosevelt ve Stalin
Yalta'da buluştular. Dünya haritası yeniden çizildi. Avrupa paylaşıldı.
199o'ların başına kadar sürecek bir paylaşımdı bu. Kimi beklenmeyen, ki
mi öngörülemeyen oluşurnlara rağmen, Avrupa, Afrika ve Asya'nın kade
rini, o günlerde, orada, onlar çizdiler, belirlediler...
Artık Türkiye'ye "Mihver'e karşı Harbe girmek" kalıyordu. 2 3
Şubat 1 94 5'te nihayet Almanya Devleti'ne ve Japonya İmparatorluğu'na
karşı savaş ilan edildi. T B M M 'de "oybirliği ile" alınan kararın ilginç bir
eki var: "Türkiye'nin savaş haline o gün değil ı Mart 1945'te" gireceği
belirtiliyordu. Böylece Müttefikler'in Yalta'da belirlediği son gün sava
şa girilmiş oluyordu. Altan Öymen'in vurguladığı gibi, "Böyle -bir haf
ta sonrasına randevu verir gibi- bir savaş ilanı o vakte kadar pek (hatta
hiç. M ŞG) görülmemişti ama, Türkiye bununla, o kararı sadece San
Francisco Konferansı'na katılmak için aldığını, savaş ilan ettiği devlet
lere karşı da vurgulamış oldu" (A. g. k., s. 452). Türkiye tedbiri elden bı
rakmıyor, asla.
24 Şubat 1945 tarihli Cumhuriyet, birinci başlığını şöyle attı: "Mih
vere karşı harbe girdik Millet Meclisi dünkü tarihi toplantısında Almanya
ile Japonya'ya ilanıharb kararını oybirliğiyle verdi." Sonra şunu ekliyor:
"Birleşmiş Milletler beyannamesine katıldık, San Francisco dünya nizarnı
konferansına gideceğiz."
25 Şubatta Türkiye Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler Paktı'nı imzaladı.
Aynı günlerde basın dünyasında bile, gelişmelere uygun, de
mokrasi rüzgarları esmeye başladı. CHP'nin resmi organı Ulus, yanın
da Vatan ve hatta savaş yıllarında Nazi Almanya' sını destekleyen Cum
huriyet "demokrasi havarisi" kesildiler. Evet "demokrasiye doğru" gidi
yorduk. Amaç "çok partili demokrasi"ydi. Ne güzel. Siyasal ortamda gö
receli bir özgürlük, savaşın yükünü çeken emekçilerin ve işçilerin ko
runması için kimi sosyal güvenlik tedbirlerinin alınması, Çalışma B a
kanlığının kurulması güzel şeylerdi. Ama niyet ve ilk yapılanlar güzel
de olsa yılların, yüzyılların devlet alışkanlıkları maalesef bir günden er
tesine değişmiyordu.
ı88 SO N RA ADANA
Abidin bıyıklı.
A�zında (yine!) cigara.
A�acın yanında
"çok zavallı bir çocuk" var.
Abidin hüzünlü.
M . Ş e lı m u s G ü z e l Koleksiyonu
ABi D i N D i N O
Ve bu konuda kendisine Arif Dino'nun yardımcı olduğunu yazıyor: "Olur
şey değil sana doğru dürüst kilim de bulamadım. İki tane getirebildim.
Hem pahalı, hem de yok. Birisini Arif Dino ile aldık. Birini de Mersin'de
buldum" (Kardeş Mektuplan, s. 2ı9-22ı).
Bu mektubu buraya aldım. Çünkü manidar bir mektup. Şöyle ki
Şubat ı94s'te Adana'ya giden Sabahattin Eyüboğlu Abidin ve Güzin'den
neden söz etmiyor? Oysa ikisini de hem çok iyi tanıyor hem çok seviyor.
Abidin askere götürülmüş olabilir mi? Sanmıyorum. Öyle olduğunu var
saysak, o zaman Güzin'den neden söz etmiyor? Yaşar Kemal'den de bahis
yok. Aklıma şu geliyor hemen: Bu mektubun tarihi yanlışlıkla "26 Şubat
ı94s" yazılmış olabilir mi? Olabilir. Çünkü mektubun başında Sabahattin
Eyüboğlu "Bir haldeyim ki sorma. Fakülte işinden haber yok, Paris' ten ha
ber yok. .. " diye yazıyor. Oysa ı94S başında bu tür sorunları bulunmuyordu.
Bu sorunlar "Tercüme Bürosu"ndan ayrılınca ı946'nın sonundan itibaren
ve özellikle ı947'de kendilerini dayattılar. Eyüboğlu ı947 başında Adana'ya
gittiyse Abidin ve Güzin'e rastlaması mümkün değildi. Çünkü her ikisi de
o tarihte Ankara'da.
Mektup işini uzattım. Ama belki işin doğrusunu bulmamıza yar
dımcı olur bu sahrlar. Biz yine ı94S başına dönelim isterseniz:
Asya'da savaş sürüyor çünkü. Mart ı94s'te Japonya'yı teslime zor
lamak için Tokyo bombalandı. ABD Hava Kuvvetlerinin yüzlerce B 29
bombardıman uçağı Tokyo'yu "yerle bir etti." Yüz binden çok insan yaşa
mını yitirdi. "Uçan Kale" diye adlandırılan bu akıl almaz güçteki uçaklar
tonlarca bomba taşıyabiliyorlardı.
SON RA ADANA
Barikat (Damar), İlhan Berk dikkat çekiyor. Derginin 7· sayısında Nusret
Hızır, Nazizmin Nietzsche'nin "üstün insan" kuramını kendisine nasıl
malzeme olarak kullandığım, Alman filozofun görüşünün "demokrasi
düşmanı bir rejime ideoloji olarak biçilmiş kaftan" gibi oturduğunu vurgu
luyordu. Dergi sosyalist sanat görüşünü savundu. 1940 kuşağının savaşın
bitimine doğru antifaşist coşkularından kaynaklanan şiirlerine yer verildi.
Bu arada Fransa'nın ünlü şairi Aragon'un yapıtıarına da. Ayrıca halk ede
biyahna ilişkin özgün araştırmalar da yayınlandı. 10 sayı yayınlandıktan
sonra Ağustos 1945'te yayınma son verdi.
Kimi kaynaklar Ant'ın TKP'nin emriyle Zeki Baştırnar yönetiminde
yayınlandığını ileri sürüyor; "gençlik hareketinin organı olarak."
Dönemin hükümeti bu tür yayın organlarına karşı sürekli şüpheci
tutumundan vazgeçmedi. Dahası, 19 Mart'ta S SCB Türkiye Cumhuriyeti
ile 17 Aralık 1925'te imzaladığı "Dostluk ve Tarafsızlık Paktı"nı bozduğunu
duyurunca; Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün eski ve yeni paranoyaları hü
cum ettiler. Eh Stalin ve arkadaşlarının Türkiye'de demokrasinin gelmesi
ni, yerleşmesini bekleyecek halleri de pek yoktu maalesef. Yıllardan beri şu
veya bu biçimde, hatta bazen doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yö
neticilerine söylediklerini, bu kez bir notayla ilettiler: İki devlet arasındaki
ilişkilerin gözden geçirilmesi ve özellikle Boğazlar'dan geçiş konusunda
SSCB'ye kolaylıklar tanınmasını istediler. Daha ne olsun? Bu kadarı yetti
de arttı bile. İki devlet arasındaki ilişkiler fena halde gerildi. Bu gerginlik
yıllarca sürdü. Ve iç politikaya bir dizi saldırı, hapis furyaları, zulüm ile
yansıdı. Abidin Dino'nun apansız askere götürülmesinde bile bu gerginlik
rol oynadı.
Mart 1945'te Yunanistan'da iç savaş en dramatik biçimiyle devam
ediyordu. Ve komünistlerin iktidarı alması olasılığı konuşuluyordu.
12 Nisanda Roosevelt beyin kanaması sonucu ölünce yerini Baş
kan Yardımcısı Truman aldı. Ve Stalin'e karşı daha farklı, daha sert bir
politikayı benimsedi. Roosevelt'in Stalin'le "iyi ve anlayışlı müttefik" yak
laşımı son buldu. Böylece Avrupa ve Balkanlar'da daha müdahaleci yön
temler geliştirildL O günlerde SSCB karşısında tek başına kalmamak ve
savaş sonrasında kurulmak üzere olan "yeni düzen" içinde tecrit edilmiş
ABi D i N D i N O 191
konumda bulunmamak için Türkiye Cumhuriyeti bu politikaya "balıkla
ma daldı. "
25 Nisan 1 945'te San Francisco'daki "Birleşmiş Milletler Konferan
sına katıldı. Toplam 47 devlet vardı. "H ür Dünya" içinde yer almak arzusu
nu böylece belirtti. Aynı gün Leipzig'in so kilometre güneyinde Torgan'da
ABD ve SSCB askerleri karşılaştılar. Ve el sıkıştılar. Müttefik orduların bu
ikisi ilk kez karşılaşıyordular.
28 Nisan 1945'te Mussolini İtalyan Partizanları tarafından vurul
du. Bir kabus sona eriyordu. Neredeyse tam bir ay sonra 30 Nisan'da sıra
Hitler'deydi. "Führer" j" Başbuğ" intihar etti. Bir kabus daha sona erdi.
Her biri arkalarında milyonlarca ölü bırakarak. Milyonlarca yaralı, sakat,
yetim, öksüz ve dul.
8 Mayıs 1945'te Nazi Almanya teslim oldu. Avrupa'da savaş sona
erdi. Bir harabeye dönmüş Berlin' e ilk giren SSCB askerleri orak-çekiçli kı
zıl bayrağı en yüksek noktasına çektiler. Berlin'e doğru yarışı SSCB kazan
dı. Ama sonrası başka bir hikayedir arhk.
SONRA ADANA
Aslında o günlerde CH P'de ve devletin yönetici kademelerinde, yö
netici kadrolarında "demokrasiye geçiş," "çok partili rejim" ve ilgili konu
larda kesinlik kazanmış, açık ve belirgin bir görüş, bir politika yoktur. Git
geller söz konusudur. Utangaç, sınırlı, çok sınırlı çabalar söz konusudur.
Bunun nasıl bir "demokrasi" olacağını göreceğiz.
Parçalı bulutlu bir hava gibidir o günlerdeki "demokrasiye geçiş" ar
zusu. Bir güneşli, bir fırtınalı, bir karlı, bir rüzgarlı. Bir adım ileri atılıyor,
bir adım geri. Bir adım ileri, iki adım geri.
Örneğin MKP'nin fiilen çalışmasına ilişkin izin için 5 Eylül 1 945'e
dek beklenmiştir. Ve o gün, "güneşli bir gündeyiz" anlaşılan, bizzat Başba
kan Şükrü Saraçoğlu M KP'nin çalışmasına izin verildiğini açıkladı. Aynı
açıklamasında Saraçoğlu, "tek dereceli seçim (yani seçmenlik koşullarına
sahip bütün yurttaşların katılacağı seçim) , üniversite özerkliği, demokrasi
karşıtı yasaların değiştirilmesi" konularında hükümetin olumlu yaklaşım
larını da belirtti.
Mayıs 1945'te dünyadaki, Avrupa'daki ve Türkiye'deki "liberalleş
me," hele "Milli Şef' İsmet İnönü'nün "demokrasiye geçişte" kararlı oldu
ğunu gösteren işaret üzerine ülkede son derece cılız ve maalesef kısa süre
li ve göreceli bir özgürlük umudunun esmesine yol açtı. O günlerde hiç
kimse bunun kısa süreli olacağını tahmin etmiyordu. Hem öyle bile olsa
olumlu esen rüzgarın hızından yararlanmak bir tür gençlik belirtisidir. Ni
tekim Ankara'daki aydın, gazeteci, yazar, şair bilim kadın ve adamı, çevir
menler Akdeniz taraflarına inmek isteğini somutlaşhrma olanağı buldular.
Buna daha sonra ilk "mavi yolculuk" adı konulacak. Ve bilindiği gibi mavi
yolculuk bir alışkanlık, bir gelenek biçimine dönüşecek. Özellikle Halikar
nas Balıkçısı nam-ı diğer Cevat Şakir ve Azra Erhat'ın başı çekmeleriyle.
Sabahattin Eyüboğlu'nu da unutmadan.
ABi D i N D i N O 1 93
ÜÇÜNCÜ BöLÜM
ABi D i N D i N O 1 95
dı. Oysa onu 1945'te yani tam 32 yaşında askere aldılar. Elindeki raporda
"askerlik yapamaz" denmesinefyazılmasına karşın. Yani Türkçesiyle "çü
rüğe çıkmış olmasına" karşın. Abidin hastaydı ve askerliği süresince hasta
lıklanna yeni tür hastalıklar eklendi. Ve bu açıdan bakınca askerlik Abi
din'e bir tür "ceza" biçiminde yaptırıldı. Zorla yaptırıldı. En azından o gü
nün yasalarına aykırı bir biçimde. Neden?
ABi D i N D i N O 1 97
Kapıyı çaldık, tanımadığımız bir uşak çıkh karşımıza, beyefendinin
daha gelmediğini söyledi. Biz de kısa yoldan Yenişehir Bulvan'nı aşıp kar
şıya geçtik, Sabahattin Eyüboğlu'nun oturduğu Yeşil Apartmanı'na gittik.
Gece yarısına dek kaldık orada ...
Meğer neler olmuş ... Bizi tanımayan yeni uşak, askerlerin kapıya
dayandığını söyleyince aileyi bir telaştır almış. Evine dönen Hasan Ali Yü
cel de olayı bu heyecan havası içinde öğrenince, emniyet müdürüne telefon
eder, açar ağzını yumar gözünü.
Bu kez telaşlanma sırası emniyet müdürüne gelir, motosikletli po
lisler çıkarır yola. Bakanın evinin çevresi aranır taranır, kimse bulunamaz.
Üç gün sonra biz bu konuyu Şükran Lokantası'nda konuşurken bi
zi dinleyen sivillerden biri, haberi koşa koşa müdürüne yetiştirir.
Abidin Medtözü'ne (Hayır. Adana'ya. MŞG) dönmüştü. Emniyet
ten beni ve Cahit Sıtkı Tarancı'yı istediler. Elbet durumu Bakana da bildir
mişler ... Yücel:
- Evime gelebilirler, kovuşturmaya gerek yok, demiş.
Cahit'le birlikte, birinci şube müdürünün odasına girdik. Müdürün;
- Gelin bakalım, demesi üzerine Cahit Sıtkı geçti, masanın önün-
deki koltuklardan birine oturdu.
Sen misin oturan!
- Kalk ulan, diye bağırdı müdür.
Cahit ürkerek kalktı ayağa,
- Senin işin nedir?
Cahit o vakit Çalışma Bakanlığında mütercimdi. Bunu öğrenen
müdür birden yumuşadı.
- Otur, dedi.
Bu kez ben de oturdum.
- Birinci şube müdürü " Şimdi içerde ifadenizi alacaklar, dosyayı
kapatacağız. Ama kulağınızda (aynen. M ŞG) küpe olsun, bundan sonra Ba
kanın ziyaretine gitmeden önce, evine telefon edin," dedi.
Abidin'in askere götürülmesi büyük olasılıkla o günlerde CHP ikti
darının Adana' daki aydın çevreyi dağıtmak arzusuyla ilgilidir. Çünkü aske
re alman tek insan Abidin değildir. Orhan Kemal de o günlerde askere çağ-
AS K E R ABi D i N : KAYSERi'DE
rıldı. MahkUm edilmesi sonucu tamamlayamadığı kırk günlük askerliğini
bitirmesi için. Orhan Kemal o kırk günü Kilis'te askerlik yaparak geçirdi.
Bitirdi askerliğini. Ama askerlikten sonra bu defa Orhan Kemal'i sürgüne
göndermeye kalktılar. Neyse ki babası imdadına yetişti. Dönemin başbaka
nına telgraf çekerek ve bütün gücünü kullanarak oğlunun sürgüne gönde
rilmesini önleyebildi. Baba, sürgünün ne kötü ve ne çekilmez bir bela ol
duğunu çok iyi biliyordu. Sonuçta Orhan Kemal bir kez daha özgürlüğüne
kavuşabildi ve Adana'sına, o çok sevdiği Adana'sına ve ailesine döndü.
Adana aydınlarından, yazar ve çizerlerinden "kurtarılıyordu" (!)
Adana, sıcakların da bastırmasıyla ıssız sessiz bir taşra kentine dönüşüyor
du yeniden. Ve Güzin'in yazdığı gibi "Abidin Paşa Caddesi'nde kara öküz
geziniyordu."
ABi D i N D i N O 199
Güzin bir gece, aynı sinema salonunda, Müzeyyen Senar'ı bile dinliyor.
Bunları Güzin Dino'dan okumak en iyisi:
"Evet, kadınlar için yapılan sinema matineleri var ... Viyak viyak ço
cukların, terli, şişman hanımların doldurduğu salonda, en kötüsün
den yerli filmler... Ama ne büyük hayranlık, daha doğrusu şaşkınlık
la seyrediliyor o filmler... Çoban, koyunlarını otlatmaya götürür be
yazperdede, bir çeyrek saat dere tepe, meleyen koyunların peşinden
gider ha gider. Derken kaval da çalar. Çocuklar viyak viyak, hanımlar
sus pus, seyredilir bu bitmez tükenmez melemeler ve çobanın yürü
yüşü. Beyazperdede o kadar çok yürüdü ki çoban, o kadar çok mele
di ki koyunlar, filmin sonunda ne olduydu acaba?
Bir gece de Güzin'i Müzeyyen Senar'ı dinlemeye götürdüler, yi
ne o sinema salonuna. Dinleyicilerden önce sivil polis kalabalığı sa
lonun orasına burasına yerleştirilmiş. Kapıları da tutmuş polisler.
Abidin'i askere almışlar, ev sahipleri kiracılarını oyalamak için böy
le 'eğlence yerlerine' götürüyorlar. Ne olur, ne olmaz, loca tutmayı
yeğlemiş Mahmut Bey. Dehşet bir erkek kalabalığı dolduruyor salo
nu. Tıklım tıklım, içkili, küfürlü, bağırgan. Yanmış sigara izmarit
leri uçuşuyor havalarda. Gerçekten de hiç kadın yok salonda. Bir iki
hanımlı, çoluklu çocuklu localar var gerilerde. Sahnenin iki ucunda
birer sivil polis bekliyor.
Kemençe, keman, ud, tambur ve tefıyle bir orkestra çıkıyor sah
neye coşkun alkışlar arasında. Yeterli bir bekleme süresinden son
ra, şarkıcı da gözüküyor. Uzun kollu, uzun etekli, kapalı yakalı, ka
vuniçi renginde bir giysiye bürünmüş. Onun sahneye çıkmasıyla,
salonun sesi birden kesiliyor! Ne hayranlık ıslıkları, ne de coşkulu,
'Aman yandım!', 'Canım .. .', "Vur beni!' filan gibisinden naralar...
Hayır, hiçbiri olmuyor. Bir ya da iki dakika gerçeküstü bir durgun
luk içinde o 'muganniye' ve o dehşetli kalabalık, 'mephut' bakışlar
la, öylece durakalıyorlar karşılıklı. Sonra bal gibi bir ses ortalığı kap
lıyor. Sonuna kadar, peşi peşine, arada hiç alkışlanmadan, birbirin
den güzel şarkılarını söylüyor, son türküsünü de bitiriyor. Salonu
"Her gün gelir, 'Aldın mı bir haber?' diye sorar. 'Almadım,' deyince kah
rolur, otlar, poflar, 'Allah sabır versin. Merak etme, yarın alırsın,' der.
Uzun bir süre mektup gelmeyince, bir gün şoforün annesi çıkageliyor
ve hemen soruyor: 'Var mı bir haber?' Hala mektup gelmediğini öğre
nince de, koynundan bir tomar mektup çıkarıyor: 'Al! Bunları okursun.
Oğlumun askerdeyken bana yazdığı eski mektuplar bunlar... ' "
Güzin sonrasını şöyle aktardı bana: "Nefıs bir insanlık örneği. Çok
hoş. Bu mektup faslım Abidin'e anlattım. Ağladı Abidin."
Evet, ne askerlik kolaydır ne de sürgünde asker eşi olmak.
As i o i N D i No 201
I<AYSE Rİ-MAY-SERİ
Kayseri, Erciyes Dağı, Gesi köyleri, Sultansazlığı gibi doğal güzellik
leri yanında tarihi eserleriyle, tarihi zenginlikleriyle ve hele Koca Mimar Si
nan'ın doğum kenti Ağımas ile Anadolu'nun şirin, sevimli ve cömert kent
lerinden biridir. Kayseri ise müzesi, kalesi ve bedesteniyle ünlüdür.
Eski Kayseri evleri de mimarisiyle, iç düzenlemeleri, süslemeleriy
le mutlaka görülmeye değer eserlerdir. Selçuklulardan kalan birçok yapıt
bulunuyor: Döner Kümbet örneğin. Kayseri'ye otuz kilometre uzaklıktaki
Kızılırmak Nehri üzerindeki Selçuklu devrinden kalma Tekgöz Köprüsü de
yabana ahlmamalı. Hele Gesi Köyleri. Kayseri Malatya karayolu üzerinde
ki ve Kayseri'ye 17-18 kilometre uzaklıktaki on bir köyü kapsayan bu coğraf
ya bağ evleri ve kuşluklarıyla ünlüdür. O kuşluklar volkanik tüflere oyul
muştur. Burç adı verilen ve üzeri açık dört köşe taş odalar. Oral Çalışlar bir
yazısında ("Gesi'nin güvercin evleri," Cumhuriyet, ro Nisan 2005) ismi üs
tünde "güvercin evleri"nden söz ediyor.
Bu coğrafya mimar yatağıdır aynı zamanda. Mimar Sinan çok bili
niyor. Başkaları da var. Oral Çalışlar, örneğin onun yanında Gesi'nin Efke
re köyünden Balyan kardeşleri anıyor: İstanbul'a Ortaköy Camii, Cihangir
Camii gibi camiler ve birçok köşk ve binayı kazandıran mimar kardeşler.
Ve çevredeki yıkınhlardan söz edip şunları ekliyor:
"Talas ve Gesi vadilerinin yamaçlarına karşıdan baktığınızda büyük
yıkıntılar görünüyor. Bu yıkınhlar bu kasabalarda yaşayan Ermenilerin ve
Rumların evleriymiş. Ermeniler 1915 ünlü 'tehciri'yle, Rumlar ise 1923 yı
lındaki 'mübadele'yle bu yöreleri terk etmek zorunda kalıyorlar. Bu yörele
rin taş evlerinin ayakta kalanlarının hepsi birer mimari ustalığı ve estetik
zenginlik açısından incelenmeye değer özelllikler taşıyorlar."
Kayseri Erciyes'tir. Abidin, Sinan kitabında yazıyor: " ... nerde ise
Kurtçömelten rüzgarı esecek, ayaz artacakhr. Dağ karanlıkta ışıldamakta.
Gün ağarırken ilkin Erciyes'in tepesi pembeleşir, sonra da ışık birdenbire
ovaya iner" (s. n). " Döne dolaşa Erciyes hep, yamacımızda. Kayseri vilaye
tinde her şeyin başı sonu Erciyes" (s. 12). "Erciyes karşıcia duman görünür
yemyeşil Gesi Bağları derken işte taş gemi Kayseri. Kayseri'nin etrafında
sanki nöbetçi kümbetler var, Kayserilileri korurlar çepeçevre." (s. 17)
Aei o i N D i N o 203
Güzin'in aktardığına göre, "Abidin'in en iyi asker arkadaşı İstan
bunu bir kabadayıydı." Sonra "Tahtelbayırcı Burhan" var. "Tayyare Fabrika
sı'ndan Fahri." Birazdan anlatacağım. Bir de " Er Şükrü" var. Birazdan otuz
iki kısım tekmili birden karşımızda olacak. Bir de Abidin'in bir mektubun
da sözünü ettiği "Mavi gözlü küçük terzi ( . . ) askerlik arkadaşım" dediği bi
ri. Ki bu "küçük terzi" Abidin'e 1967 Mart'ında mektup gönderecek kadar
vefalı. (Abidin ve Güzin'in Mektuplan'nda, s. 164)
Abidin kabakulak hastalığından yatanlada aynı koğuşa konuluyor.
Abidin hasta koğuş arkadaşlarına nutuk atıyor: "Yere tükürmeyiniz, suyu
kaynatarak kullanınız" filan diye. Abidin'in Güzin'e bir ay boyunca haber
verememesi de bu meseleyle ilgili. Güzin yazıyor:
"Abidin'den niçin bir süre mektup gelmediği anlaşıldı, nedense
'kabakulak salgını' koğuşuna kapatmışlardı; dışarısı yasak, yazışamıyor, çı
kamıyor, çaresiz bir ay karantina.
Ahırdan bozma, yeri toprak bu on ranzalı, hıncahınç koğuşta herke
se yatacak yer yoktu. Beş altı kişinin dışında diğerlerinin hiçbir şeyi yoktu,
ama işte acayip bir hapis cezası yaşanıyordu, kabakulak tehlikesi caba... Ni
hayet sağ salim çıktıktan sonra bu tatsız başlangıçtan, başka zorluklarla kar
şı karşıya kalmıştı Abidin. Ranza boyuyor (değil mi ki ressam) . Kentin dışın
dan 'çim' söküp mahfelin bahçesine dikiyor. İki nöbetçi kulübesi 'inşa' edi
yor, taş taş ve bundan çok memnun. 'Mimar Sinan görse darılmaz,' diyor...
Ne var ki, göğüs hastalığından çürüğe çıkmış bir er için, talimlere ek, bu çe
şit çalışmalar pek yararlı değil. üstelik zayıf mı zayıf, ama keyfi yerinde, ba
şına gelenlerden şikayetçi değil, kendine arkadaşlar da bulmuş. Tahtelhayır
cı Burhan.' Dolabında Nazım'ın şiirleri bulunduğu için ordudan ihraç edil
miş, hapsedilmiş, sonra da bitmez tükenmez bir askerlik başlamış ... Tayya
re Fabrikasından Fahri, ayrıca Nazım'ın şiirlerini ezbere bilen başhekim ... "
"Nazım'ın şiirlerini ezbere bilen," Abidin'den şonra askere alınan
ve aşağı yukarı aynı yerde, yakın mekanlarda, askerlik yapan Yaşar Ke
mal'in sözünü ettiği Doktor Albay Yusuf Balkan mıdır? Yaşar Kemal Alain
Bosquet ile söyleşisinde, bu konuda birçok şey anlatıyor.
Kendi askerliğinden söz ederken. Örneğin, 1946'da, askerliğini "Kay
seri Askeri Hastanesi'nde" yaptığını belirtiyor (s. 125-126). O sırada Mehmet
GüziN'iN ZiYARETi
Ders yılı sonunda Güzin Adana'yı terk ediyor. Haziran 1945 sonu
olmalı. Veya temmuz başı. Güzin kitabında, asker Abidin'i, Ankara Üni
versitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki (DTCF) doçentlik sınavına gir
mek üzere Ankara'ya giderken ziyaret ettiğini yazıyor. Bir hafta sonunu
birlikte geçiriyorlar. Elbette " Er Şükrü'nün" gözetim ve denetimi altında.
Han tipi bir otelde Kayseri ile tanışması, Kayserili doktor arkadaş Kemal
(Kemal Ağırnaslı, Niyazi Ağırnaslı'nın kardeşi), Talas'taki bağ evindeki
piknik, sonra Güzin'in son derece eğlenceli ve tantanalı yolcu edilmesi An
kara'ya. Bunları ve daha pek çok şeyi Güzin, Gel Zaman Git Zaman'da an
latıyor. Aziz Nesin'lik kimi yönleriyle bu olaylarföyküler dizisi okunmayı,
birkaç kez okunınayı hak ediyorlar. Beni her seferinde katıla katıla güldü
ren bu sayfaların sizde de aynı etkiyi yaratacağı umuduyla kimi parçalarını
aynen aktarıyorum:
ABi D i N D i N O 205
lar da don gömlek kapı dışarı ediliyorlar, söylene söylene, ellerinde
pabuçlan, ceketleri, pantolon askıları yerlerde sürünerek uykulu uy
kulu, sendeleye esneye, iniyarlar merdivenlerden.
ABi D i N DiNO
ğını patlatarak bir erin ölümüne sebep olduydu, kimse de bir şey yapma
dıydı. .. Abidin'in çenesinin altında bir iltihaplanma var, askeri doktor bakı
yor yarasına hastanede. İnzibat Muhafız Bölüğünün buruşuk üniformasıy
la, bekçisiyle, eli kolu bağlı bir kurban gibi duruyor Abidin, çenesinin altın
da bir de açık yara...
O gün bir ara, doktor arkadaşları Kayserili Kemal, (Dr. Kemal Ağır
naslı. M ŞG) gelip onları buluyor. Hastanede nöbetçiymiş. 'Akşam kurtu
lursam gelir sizi alır, eve, annemiere götürürüm' diyor. Akşam handa bek
ler oluyorlar Kemal'i. Saat en geç dokuza kadar izin vermiş yüzbaşı, Şükrü
getiriyor haberi. Saat dokuza doğru Kemal hala yok, Abidin de 'Bırakmam
seni bu handa bu gece .. .' diye tutturuyor. Şükrü yine yüzbaşıya yollanıyor.
Gitmesiyle geri dönmesi de bir oluyor, 'Olmaz! Otelde kalamaz Abidin,'
demiş yüzbaşı yine; derken son dakikada, cankurtaran gibi Doktor Kemal
yetişiyor. Abidin'le Şükrü kışlaya koşuyorlar, O da Kemal'le annesinin evi
ne gidiyor. Halılada döşenmiş bir oturma odasının ortasına serilmiş, üç
kat şilteli, kar gibi beyaz ve mis gibi kokan çarşafların arasına atıyor hemen
kendini. Ta Adana'dan beri sinirleri gergin ve uykusuz olmasına rağmen
tüm o geceyi Abidin'in çenesinin alhndaki açık yarayı düşünerek geçiriyor.
Hanın bitişiğİndeki aşçı dükkanından getirtilen yağlı hindiler midesine
oturmuş ... Kulağı patlahlarak öldürülen Şükrü'nün er arkadaşı... Kimsenin
hesap sormaması. .. tatsız düşler...
Pazar sabahı erkenden Abidin geliveriyor ve yalnız, Şükrü'süz. Bek
lemiş, Şükrü gelmemiş. Her tarafta aramış Şükrü'yü, bulamamış. Şük
rü'süz ne yapacaklarını şaşınyorlar. Sonunda Kemal, karar veriyor, ne olur
sa olsun Talas'a, abiasının bağ evine götürecek onları. Talas'ta, o küçücük,
beyaz bağ evinde, Ali Dağı'nın eteğinde, gölgeli çardak alhnda, güneşli
üzüm kütüklerini seyrediyorlar... Her şeyi unutup, Talas'ta bir bağ günü ya
şıyorlar, sanki olağan bir tatil günü, sanki sorunsuz, dertsiz ... Yaylıyla gel
mişler bağa. Tabanı keçi postu ve seccade döşeli. Onun için de bir koltuk
yerleştirilmiş yaylıya. Hafif ve uçaraktan, gönülleri ferahlamış dönüyorlar
han-otele. Çünkü oteldeki adayı, n'olur n'olmaz, bırakmamışlar, orada otu
ruyor gözükmeli! Geldiklerinde oteli tümden ayakta buluyorlar. Başçavuş,
yanında Şükrü, askeri inzibat görevlileri, sivil polisler, hancı ve çırakları, bel-
Ae i o iN DiNo 209
(Eyüboğlu) , hepsi beni Adana'dan çıkarmak, DTCF'de öğretim üyesi olarak
göreve başlatmak için canla başla uğraşıyorlar. Eylüle ertelenince sınav,
Adana'ya dönmernek ve tek başıma yeniden oradaki sorunlarla yüz yüze
gelmernek için bu çareyi bulduk. Ve böylece eylülde açılacak sınavı bekle
rneye başladım."
15 Haziran 1945'te Paris'te "Art Concret"nin açılışı yapıldı. Kan
dinsky, Mondrian, Delaunay, Arp'ın eserleriyle.
26 Haziran 1945'te Birleşmiş Milletler kuruldu. 51 devletin üyeliğiyle.
17 Temmuz-2 Ağustos 1945'te Potsdam "Konferansı" yapıldı. Uzun
süren görüşmelerden sonra antlaşmalar 7 Ağustos 1945'te imzalandı. Savaşın
galipleri Almanya'nın geleceğini, Polanya'nın sınırlarını ve Avrupa'nın yeni
yüzünü, Yalta'da benimsendiği biçimiyle, yazılı hale getirdiler. Bu arada As
ya'da savaşı sürdürmekte ısrarlı Japonya İmparatorluğu'na ültimatom verildi.
İngiltere Krallığı'nda Konferans sürerken yapılan seçimleri yitiren Churchill,
hükümetteki ve konferanstaki yerini İşçi Partisi lideri Attlee'ye bıraktı.
ABi D i N D i N O 211
ha sonrasını anlatıyor: "Birtakım resmi işler için bankaya giderken, Beh
lül'le dönüşünden beri ilk kez yalnız kaldık. Behlül bana sordu:
- Evlenmen (Abidin'le neredeyse tam iki yıl önceki evliliğini kaste
diyor) şart mıydı?
Güzin o zaman şu yanıtı veriyor: Adana Almanya değil ki. İstanbul
olsa hadi neyse ama Adana'da evlenmeden olmaz!
Abidin komünist ya, Behlül ve benzerleri komünistlerden vebalı gi
bi kaçıyorlar, korkuyorlar, onlarla karşılaşmamak için bin bir dereden su
getiriyorlar."
Babasının vefatından sonra Güzin Kayseri'ye dönüyor. Abidin'i zi
yarete gidiyor yeniden.
AGIRNASLI AiLESi
Güzin Niyazi Ağımaslı için bana şunları anlattı: "Niyazi Ağırnaslı bi
ze en yakın, en güvenilir ve bizi en çok seven insandı. Hem kendisi hem ai
lesi. Küçük kardeşi Kemal Ağımaslı. Kayseri'deki Doktor Kemal. Annesi ve
abiaları Mahmuran Hanım, Doktor Kemal'in eşi Fatma Hanım, hepsi evet
hepsi bize çok yardımcı oldular. Bizi bir aile üyesi gibi bağırlarına bastılar."
1917 doğumlu olan Niyazi Ağırnaslı, Abidin ve Güzin'i 1938'den İs
tanbul günlerinden beri tanıyor. Gerçek bir dost. Abidin'in Kayseri'deki as
kerlik aylarında da, Ağırnaslı ailesi, Abidin ve Güzin için son derece sıcak
ve dost bir "yuva" oluşturuyor.
Hatta bir ara Güzin, Abidin'in askerliği boyunca Kayseri'ye yerleş
meyi düşünüyor. Ağırnaslı ailesi hemen seferber oluyor. Güzin önce Anne
Ağırnaslı'nın kırevine yerleşiyor. Sonra Abla Mahmuran Hanım'ın Kayse
ri'deki evine. Güzin anlatıyor: "Çok güzel, tam anlamıyla tipik bir Türk evi.
Abidin geceleri geliyor. Tolerans var. Çavuş Abidin'i görmemezlikten gel
meye söz vermiş çünkü. Doktor Kemal Ağırnaslı çavuşun eşinin apandist
ameliyatını yapmış çünkü. Bu arada zaman zaman dualar bile ediliyor. Ha
ni çavuşun yeniden doktora bir işi düşsün diye."
Güzin'in evine yerleştiğinin ertesi günü "Mahmuran Hanım bir
günlüğüne geliyor. Evin ihtiyaçlarını gidermek ve Abidin'le Güzin'in rahat
etmeleri için gerekli önlemleri almak için."
ABi D i N D i N O 213
lar yeniden başladı. Sürdüler. Ve ancak 1954'ten sonra, Paris'te yeniden bir
araya gelebildiğimizde ve Parisli doktorlann sevecen, ama sıkı denetim ve
bakımı sonrasında bitti verem derdi."
Hemen anımsatayım, biraz önce gördük, Güzin kitabında yazı
yor: Abidin'i ilk ziyaret ettiğinde, "Çenesinin altında açık yara" vardır.
Abidin "bir deri bir kemik"tir. Abidin yemekten içmekten kesilmiştir.
Abidin'in çenesi altındaki iltihaplanma daha sonra başına epey iş açtı.
Abidin Ankara'da böbreğinden ameliyat olmak zorunda kaldı. Askerlik
ten kurtulduktan sonra bu hastalıklada boğuşacaktır. Tam iki yıl boyun
ca. Çeken bilir.
Evet Abidin'e askerliğini yaparken çok çektirdiler:
Kayseri'nin o dondurucu soğuk gecelerinde, eksi ı o'larda eksi
2 o'lerde Abidin'e özel olarak belli saatler arasında nöbet tutma görevi
verilmiyor. Fakat nöbetçileri değiştirmek göreviyle sorumlu tutuluyor.
Böylece her üç saatte bir uyanması zorunlulaştırılıyor. Buyrun bir dene
yin bakalım: Uykunun en derin anlannda her üç saatte bir kalkmak ve
M ehmetleri, Ahmetleri nöbete göndermek. Söylemesi kolay. Amaç Abi
din'in doğru dürüst uyumasını engellemek. Hiç doğru dürüst uyuya
masın. Üşüsün. Nitekim dayanamıyor Abidin ve feci hasta oluyor. So
ğuk algınlığı ve bunun ağırlaşması. Şimdi ne de olsa paşa torunu diyen
ler çıkabilir. Hayır efendim. O değil! Adam zaten hasta. Bilmem anlata
biliyor muyum? "
Askerliğin traji-komik yanlan da yok değil hani. Abidin "inzibat bö
lüğünde" asker ama asla inzibatlık yaptırılmadı. Çünkü "sakıncalı piyade."
Ve madem ki "ressam" o zaman, komutanın verdiği ilk emir onu kendi evi
ne göndermek. Komutanın karyolasını BOYAMASI için. Abidin eve vardı
ğında, komutanın eşi yataktadır. Abidin bunun üzerine dönüyor ve komu
tana "Boyama işini tayyaredierin boyama bombasıyla yapmalı" diyor. Ko
mutan pekileyince, Abidin'e o zaman bunun gereği olarak, "BOYACI TU
LUMU" veriliyor. Ve Abidin, Güzin'in anlattığı gibi, "Sevmediği asker üni
forması yerine artık işçi/boyacı rulumuyla dolaşıyor."
İşte böylece Abidin işçi oldujişçileşti. Ve askerliğin nasıl ti'ye alına
bileceğini de somutlaşhrma fırsatını yakaladı.
ABi Di N D i N O 2 17
ra Erhat İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Leo Spitzer'in öğrencisi
olarak daha ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmişken, Temmuz 1936'da, Spit
zer ve öğrencileri Florya Plajı'na gitmek üzere Sirkeci Can'nda bekleşirken
Prof. Rohde ile tanışıyor. Ve onun ısran ve Spitzer'in önerisiyle Ankara'ya git
meye karar veriyor. Hem Fakülte öğrenimini bitirecek Ankara'da hem de
Rohde'ye "mütercim" olarak yardım edecek. (Azra Erhat bütün bunları ayrın
tılı ve son derece sevimli bir biçimde anlatıyor: En Hakiki Mürşit (Anılar), Cem
Yayınları, İstanbul, 1996, s. 139 vd.) Azra Erhat, Prof. Rohde eşi Dr. İrmgard
Rohde ile Klasik Filoloji dalında uzmanlaşıyor. Güzin Ankara'ya vardığında
artık bir süredir doçent olarak DTCF'de görevdedir. Güzin "ilk iki ay Azra'nın
evinde salonda yatıyorum" diyor. Ve Azra'nın evini şöyle betimliyor: "Az
ra'nın evi Karanfil Sokak'ta bir zemin katı. Karşılıklı iki oda arasından dar bir
koridordan geçiliyor, sağda ve solda mutfakla banyoya giriliyor.
Kapıdan başka, pencereden de girip çıkıyor isteyen bu eve. Orhan
Veli hep pencereyi yeğliyor. Galiba yalnızca Nurullah Ataç kapıyı kullanı
yor ... Komşu Sabahattin Ali, uzun pencere sohbetlerine dalıyor sabahın er
ken saatlerinde. Bar kızlarının ya da siyaset adamlarının yaşantısını, uzun
uzun, o pencerelerden hep anlatıyor içeriden dinleyenlere. Mühendis Ma
car Sabo (Szabo. M ŞG) zaten zorla çıkarılıyor Karanfil Sokak'taki ... evden,
ama sonunda evlenecekti ... Azra ile ... "
Güzin 2004'te bile Szabo için hala "tahammül fersah bir adamdı"
diyor. Azra ve Szabo'nun aşkı dillere destandır. Filiz Ali, babası Sabahattin
Ali'yi anmak için kaleme aldığı cici kitabında bakınız neler yazıyor: "Bizim
Karanfil Sokak'ın başında bir ara Azra Erhat'la Macar mühendis Szabo bir
likte yaşadılar. Szabo'nun eşi Roji ile oğlu Matika Sıhhıye'de tek katlı ve bah
çe içindeki bir evde otururlar." (A. g. k., s. 67) Roji piyano dersi veriyor. Ör
neğin Filiz Ali'ye. Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz Macar müzisyen Li
ko Amard, Roji'nin evine uğruyor. Liko Arnard Leo Spitzer'in bırakıp gittiği
Rose Marie ile yaşıyor. Bir süre sonra Sabahattin Eyüboğlu Roji'ye aşık olu
yor. Yani gönül işleri epey sarmaş dolaş olacak. Aşktır bu dayanılır mı? Sza
bo bir süre sonra kaybolacak. Ama bu arada bir yabancı ile evli olduğu için
Azra'nın işine son verilecek. Asıl neden başkadır elbette. Azra yaşamını sür
dürecek Ankara'da. Halikarnas Balıkçısı ile İstanbul'da karşılaşana kadar.
ABi D i N D i N O 219
ha görevli olarak adımımı atmamıştım, kimi resmi işleri sonuçlandırmak
için uğnıyordum. Böyle bir saldırıya uğrayınca ben bir şey yapmalıyım de
dim. Ankara'da tam anlamıyla tek başımaydım. CHP'de etkili bir isim olan
aile dostumuz, babamı yakından tanıyan, milletvekili ve o sırada yanılını
yorsam TBMM Başkanı olan Cevdet Kerim İncedayı'ya telefon ettim. Do
çentlik sınavını kazandım, size bu haberi iletmek istiyordum dedim. Ayrı
ca sınavı kazanır kazanmaz dedikodu, ihbar başladı diye kendisine duru
mu aktardım. Sonra sizinle görüşebilir miyim diye sordum. 'Peki gel' de
di. Hemen gittim. Durumu bir de yüzyüze anlattım. Hemen telefonu aldı
ve Emniyet Genel Müdürünü aradı ve ona aynen şunları söyledi:
- Beyefendi sizin adamlar komünistle faşist, komünizmle faşizm
arasındaki farkı bile bilmiyorlar.
Sonra başka şeyler ekledi. Ve sonra 'Tamam, gönderiyorum' diye
bitirdi. Bana 'Hemen Emniyet Genel Müdürünü gidip görünüz' dedi. He
men gittim. Adam beni böyle ayakta filan, merasimle neredeyse, karşıladı,
hatta titriyordu adam. Ama adamın bürosu padişah odası gibi. Ve 'Efen
dim, merak buyurmayınız Abidin Bey yarın geliyor' dedi. Ben de eksik ol
mayın gibi birtakım lafları geveleyip ayrıldım; rahatlamıştım bir parça. Of
be! Neyse nihayet Abidin geldi ertesi gün. Dört gün kaldı ve sonra yine Kay
seri'ye döndü."
ABi D i N D i N O 221
abartma olmaz. Sıkıyönetim, sürgün ve baskılar sonucu çekilmez olan İs
tanbul'dan "kaçmak" isteyen aydınlar için de bu önemli bir fırsattı.
Sabahattin Eyüboğlu Tercüme Bürosu başkan yardımcısı olarak Ok
tay Rifat, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kanık gibi "Garip" şiir akımının
en önemlifkurucu isimlerini çevresine topladı. Onların yanına Behçet Neca
tigil, Orhan Burian, Erol Güney, Servet Lunel, Zeki Başhmar'ı eklemeli. O
sırada hapiste olan Nazım Hikmet'in de kimi çeviriler yapbğı biliniyor.
Örneğin Orhan Veli Kanık, Azra Erhat'la birlikte, Maliere'den Ver
sailles TuZuatı'nı çevirdi, 1944'te.
Güzin, Ankara'ya gelir gelmez Tercüme Bürosu'nun ve çevresinde
ki diğer karşılaşma noktalarının devamlıları bütün yazar, şair ve çevirmen
lerle yeniden buluştu, kimileriyle ilk kez karşılaşıp tanıştı, alıhap oldu.
Güzin, bana anlatlığına göre, "Tercüme Bürosu toplantılarına hiç
kablmıyor. Ama İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğrencilerle
yaptığım Moliere çevirim o diziye girdi" diyor.
Sabahattin Ali Tercüme Bürosunun "Almanca uzmanı"dır. Bunu
Erol Güney de belirtiyor (A. g. k., s. 131-132) . Erol Güney bizzat 194o'ta Ter
cüme Bürosuna girdiğini söylüyor (s. 161). Eşi Dora Güney'in Niyazi Ağır
naslı ile iki kitap çevirdiğini ve "Alman klasikleri arasında yayınlandığını"
ekliyor (s. 82). Vedat Günyol Neşriyat Müdürlüğünde ve Tercüme Büro
sunda "Üç yıl çalıştım" diyor. Daha sonra Orhan Burian ile Ufuklar serüve
ni başlayacak. Vedat Günyol özellikle Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu
ile daha yakın arkadaşlık, dostluk ilişkileri kuracak. Özellikle Orhan Suri
an'ın akıl almaz bir biçimde gencecik yaşında vefat etmesinden sonra.
Bir süre sonra kaçınılmaz bir biçimde Nurullah Ataç ile Sabahattin
Eyüboğlu arasında birtakım takışmalar, ahşmalar meydana gelecek.
O günlerde, Ankara'daki aydınlar, yazarlar, şairler, çevirmenler Mil
li Eğitim Bakanı ile birlikte oldukları zaman dilimlerinde bile, polislerle, si
villerle, "gölgelerle" izleniyorlardı. Bu konuda dünya kadar şey yazılabilir.
Cüneyt Arcayürek'in kitapları, Mehmed Kemal'in Acılı Kuşak isimli kitabı
örneğin. Böylesi bir ortamda bile bu gençler canlarını dişlerine takarak ça
lışıyorlar, yaratıyorlar, yazıyorlar, çeviriler yapıyorlar. İşte Güzin'in vardığı
Ankara böyle bir Ankara'dır.
ABi D i N D i N O
hemen hiçbirinin evinde ne kütüphane ne de çocuklarda kitap okuma alış
kanlığı. Üçüncü sınıfta örneğin Fransız Edebiyatı dersini veriyorum. Vic
tor Hugo'yu inceliyoruz. Kimse kitap okumuyor. Kimse Fransızca da bil
miyor. Oysa Fransızca Kürsüsündeyiz. Çocuklara soruyorum:
- Evinizde kütüphane var mı?
- Yok!
- Kitap var mı evinizde?
- Var.
- Nedir?
- Kur'an.
Hepsi taşralı öğrencilerin. Ben oraya İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinden (İÜEF) gelmişim. Gerçi o arada Adana'yı da gördüm ama
DTCF ile İÜEF'yi kıyaslıyorum. Orada asistanlık yaptım, burada da doçen
tim. İstanbul'daki öğrencilerim arasında Adnan Benk gibi 'ışık'lar vardı.
Hepsi pınl pınldı. Kimi Saint-Joseph'ten, kimi Galatasaray, kimi bilmem
nereden mezun. Evleri babamın evi gibi, kitap dolu yani İstanbullu öğren
cilerle Ankara'daki öğrencilerim arasında müthiş bir fark var. Ve orada o
anda fark ettim Anadolu'nun kitapsızlığını. Orada farkına vardım ki Hasan
Ali Yücel muazzam bir iş yapıyor, muazzam. Yani hiç unutmamamız la
zım Hasan Ali'yi."
ABi D i N D i N O 227
O günlerde Boran'ın öğrencisi olan Mübeccel Belik (Kıray) onu
şöyle anımsıyor: "Harp yıllarıydı ve DTCF'deki hocalar adamı şaşkına çe
virirdi. Bazıları çok rafıne, çok rasyonel, çok anlaşılır, çok temelli. Bazıla
rı ise tam tersi. Yahu nereye geldik biz, n'oluyoruz fılan derken, bunların
içinde bir de çok zarif, çok şık ve çok akıllı, kirli pembe birtakım tayyörler
giyen birisi ile karşılaştık. ( ... ) Pencerenin de yanında dururdu; sınıfı gö
rebilmek için. Sonra hoca olunca anladım, orada durunca ışık çocukların
yüzüne geliyor. Dar zamanda son derece enerjik, başı sonu belli ders an
latan, heyecanlanduan bir hoca ( ... ) Üçüncü seneden sonra biz de epey bi
linçlendik ve farkına vardık ki, Behice Hanım'ın anlattıkları, bazı felsefe
hocalarımızın anlattıkları ile hiç uyuşmuyordu. Felsefede anlatılanlar çok
karışık, anlaşılınayan şeyler oluyordu. Bu arada Behice Hanım'ın şöhreti
birden yayıldı. İyi ders anlatıyordu; yalnız içeriğiyle değil, aniatış şekliyle
de çok etkiliydi. Siyasal Bilgiler Fakültesi asistanları bile, ( ... ) örneğın Ay
dın Yalçın falan ( ... )ya da Aziz Köklü, ( ... ) Behice Hanım'ın derslerini ( ... )
gelip dinlerlerdi; o kadar etkileyiciydi." (Ayşegül Yaraman'ın Mübeccel Kı
ray ile söyleşisinden: Biyografya, Sayı: 2, Behice Boran özel sayısı, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 2002, s. 101 ve 103.)
DTCF'de o günlerde bayan öğrenci sayısı görece yüksektir. Mübeccel
Belik (daha sonra Kıray) ile aynı sınıfta okuyan Rozet Avigdor (daha sonra Ro
sette Coryell), "kız öğrenci ve arkadaş olarak Nilüfer ve Nezihe Araz'ı sayıyor.
(Ercan Eyüboğlu'nun Rozet'le yaptığı ve Behice Boran'ı anmak amacıyla ha
zırlanan Bilim ve Sanat dergisinin Aralık 1987 sayısında yayınlanan söyleşi
den aktanyorum. Söyleşinin başlığı tek başına birçok şeyi açıklamaya yetiyor:
"Biz Behice Boran'ın, Niyazi Berkes'in ve Muzaffer Şerif'in en iyi öğrencile
riydik. .. ," s. 20-22. Söyleşiyi süsleyen fotoğraflarda bayan öğrencilerin sayısı
nın erkeklerden, en azından o sınıflarda, daha çok olduğunu saptamak olası.)
Rozet Avigdor, 194o'larda "Sol diye bilinenler çok küçük bır azın
lıktı, büyük bir yalnızlık içindeydiler "derken son derece önemli bir nokta
ya dikkat çekiyor. Güzin'in de öteden beri altını çizdiği nokta budur zaten:
"O yıllarda çok azdı sayımız çok az" demesi boşuna değil.
Bugünden bakılınca, biraz nostaljik, biraz büyütme arzusu ve eğili
mi sonucu ve benzer başka bir dizi nedenle o yılların solculuğunun oldu-
ABi D i N D i N O 229
lü olamazdı. Bakar mısınız? Kardeşim insan fotoğraf çekiliyor diye bir te
bessüm etmez mi? Etmez. O günkü Ankara'da bir tebessüm bile zor. Filiz
hariç, çocuk çünkü.
Bu takıma o sırada Atatürk Lisesinde psikoloji öğretmeni olan Ad
nan Cemgil'i ve eşi Nazife Cemgil'i de katmak lazım. Özellikle Behice Bo
ran'ın yanına.
DTCF öğretim üyeleri arasında Güzin'le selamlaşan, arkadaşça ilişki
kuran Pertev Naili Boratav'ı unutmamak gerek. Halk Edebiyatı dersleri ondan
sorulur çünkü. Birçok eser yayırılıyor. Çeviriler yapıyor. Makaleler yazıyor.
DTCF "takımı," "bizim takım" diyelim isterseniz, bu kadar işte. Ve
iyi saatte olsunlar titremeye başlamışlar bile... Gel de şaşma bakalım bu işe.'
NusRET HızıR
Güzin'in, Mina'nın, Orhan Veli'nin, Azra'nın 193o'ların ortasında
ve sonunda İstanbul'daki en yakın, en candan arkadaşı Nusret Hızır,
1942'den beri DTCF'de Felsefe doçenti olarak görevdedir. Güzin, onu da
buluyor Ankara'da. Bir sevinç kaynağı daha. Dahası Nusret Hızır takılına
yı asla bırakmıyor. Nitekim bir gün Güzin'e aynen şöyle diyor:
"Biliyor musun İstanbul'da Fakültedeyken ben sana aşıktım."
Güzin cevabını çakıyor hemen: "Oh olsun sana. Şimdi mi aklına
geldi? Artık çok geç kaldığının farkında değil misin? "
Evet, Abidin'le evlendikten sonra insan ilan-ı aşk (!) eder mi?
Adınız Nusret Hızır'sa edebilirsiniz. Ve bayan öğretim üyesi arka
daşınızia katıla katıla gülersiniz sonra. Güzin ekliyor: "Gerçekten çok se
vimli bir insandı. Türkiye'de az bulunan cinsten. İyi aile çocuğuydu, efen
di bir insandı. Çok da çalışkandı; DTCF yanında Tercüme Bürosunda da
çalışmalarını sürdürüyordu."
O yıllarda Nusret Hızır da evlidir. Ve eşi Neriman Hızır Ankara
Radyosunda "Radyo Çocuk Kulübü"nün "Ayşe Ablası" olarak ünlüdür. Ne
riman Hızır o günlerde çocukların çok beğendiği haftalık "Kimgil Aile
si"nin de yazandır.
Nusret Hızır değişik dergilerdeki makaleleriyle felsefeyi herkesin
anlayabileceği bir biçimde aktarmanın yollarını arıyor.
ı- Celal Bayar
2- Tevfik Rüştü Aras
3- Fuat Köprülü
4- Adnan Menderes
S- Cami Baykut
6- Sabiha Sertel"
ABi D i N D i N O 233
mış) birleşmesi sonucunda doğacak dinamiğin CHP'nin sonunu hazırlama
sı. Böyle bir paranoya CHP ve yöneticilerini tanıyanlar için hiç şaşırtıcı değil.
Öte yandan Ankara vejveya İstanbul'daki mikrotoplumda, küçük evrende,
küçük dünyada paranoyanın etki ve tepkisi daha şiddetli olmaya yatkındır.
Aslına bakarsanız ı Aralık 1 945'te başka bir yayın daha okuyucula
rına merhaba dedi. Bu, Sabahattin Ali ile Cami Baykut'un yönetimindeki
Yeni Dünya'dır.
Ekim 1945'te S. E. S., kasımda Gün'den sonra aralıkta iki yayın bir
den CH P'yi, tek parti yönetimini allak bullak etti: "N'asolur efendim biz bu
adamları inim inim inietmemiş miydik, sürüm sürüm süründürmemiş
miydik? " Evet yetkililer fena halde tedirgin ve şaşkındı. Çok sürmedi şaş
kınlık. Alışılmış tepkiler henüz terk edilmemişti tamamen. Ama dahası da
var. Görüşler dergisinin G harfi "resmen ORAK" değil miydi canım! Evet
apaçık ortada resmen ve herkesin gözü önünde büyük bir komünist komp
lo hazırlanıyordu. Yıllar sonra Abidin'in seramiklerindeki imzasında orak
ve hatta çekiç arayan zihniyet işte buradaki bu zihniyettir.
Dahası da var; Celal Bayar "bu dergi ile alakası olmadığını" açıkla
dı. Ama 3 Aralık 1945'te CHP'den de istifa etti.
CHP, Devlet ve bütün denetim ve bastırma mekanizmaları devreye
sokuldu. Bu gidişin önü alınmalıydı. Türkiye'de siyasi tarihin karanlık say
falarından biri yazılacaktı artık. 4 Aralık 1945'te: "İşi" CHP üye, yönetici ve
adamlannın bizzat yapması "uygun" olmazdı. "Olaya kendiliğindenmiş ha
vası" verilmeliydi. O halde, yıllardır izleyen, gözleyen, fışleyen, gözdağı ve
ren, tutuklayan, döven, işkence eden, "konuşturan" polis, siyasi polis, gizli
polis "gerekeni yapmalıydı." Hotzotçu, alabildiğine otoriter tek parti/Devlet
Parti emrindeki polis, siyasisi ve gizlisi içinde, zaten CHP'li değil miydi?
O yıllar kimin CHP yöneticisi, kimin polis olduğunun bilinmediği
yıllardır. Aynı kişinin hem milletvekilliği, hem parti müfettişliği, hem po
lisliği, hem de bilmemneliği üstlenebildiği yıllar. . .
işte bu tür mekanizmalar devreye sokuldu. Onlar da "gençleri" ha
rekete geçirdiler!
Ve 4 Aralık 1945 Salı günü İstanbul birbirine katıldı. Sıkıyönetim
altındaki İstanbul! Tek parti yönetimi altındaki Türkiye! İnsanların, bırakın
ABi D i N D i N O 2 35
Zekeriya ve Sabiha Sertel'e bir yıl, Cami Baykut'a 1 0 ay hapis cezası veril
di. (Cumhunyet, 24 Mart 1946). Yargıtay'a başvurdular karann gözden ge
çirilmesi için. Ve ne iyi ki Yargıtay bu kararı bozdu 14 Mayıs 1946'da.
(Cumhuriyet, 15 Mayıs 1946).
Tevfık Rüştü Aras'a gelince, O kendi kararıyla 27 Mart 1946'da
CHP'den ayrılmayı tercih etti. ( Ulus, 28 Mart 1946). Bu kararı alması için
kendisinden "rica" da edilmiş olabilir.
Zekeriya Sertel artık hasm-yayın dünyasında "kara listededir." Ve
kendisine kimse iş vermez. Bunun üzerine yurtdışına çıkmanın yollarını
arar. Ve bin bir zorluktan sonra çıkar. Onunla 1952 yazında Roma'da ran
devumuz var. Lütfen not ediniz.
İSTANBUL'DAN ANKARA'YA
Tan'a saldırganlık sayesinde CHP tek parti rejimi, CHP içindeki
muhalefetin ülkedeki sol ile birlikte hareket etmesini önledi. Artık sırada
solcu olarak bilinen isimlere saldırmak vardı: Sabahattin Ali, Adnan Cem
gil, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes ve di
ğerleri "dışlanmalıydılar." Ve bütün ülkede ilkel ama akıllara durgunluk
verecek bir derecede ilkel antikomünist gösteriler düzenletilmeliydi. Elbet
te CHP tarafından.
Böylece Aralık 1945'te Sabahattin Ali (Konservatuvar öğretmeni) ,
Doç. Niyazi Berkes, Doç. Behice Boran (her ikisi de DTCF Sosyoloji Bölü
mü öğretim üyesi) , Doç. Pertev Naili Boratav ve yardımcısı Mediha Berkes,
(DTCF Halk Edebiyatı Bölümü), Adnan Cemgil (Ankara Atatürk Lisesi öğ
retmeni) ve Kemal Bilbaşar (İzmir'de ortaokul öğretmeni) Milli Eğitim Ba
kanlığı emrine alınmışlardır. ( Ulus, 17 ve 19 Aralık 1945; Niyazi Berkes:
"Ardından," Cumhuriyet, 12 Nisan 1980).
Öğretim üyelerinin karşılaştığı bu olay o sırada DTCF'de öğrenci
olan Enver Gökçe'ye şunları yazdırmıştı:
"Sizlere selam olsun üniversiteler, öğretmenleri alınmış kürsüler,
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller"
(Gün, 15 Temmuz 1946; Gökçe, s. 68).
ABi D i N D i N O 2 37
5 ARALIK 1945: SuPHi NuRi İLERi Öıoü
Tan saldırganlığından bir gün sonra, Leyla Abla'nın eşi, Rasih Nu
ri ileri'nin babası, Abidin'in büyük halasının oğlu, eniştesi ve kadim dostu
Suphi Nuri İleri 58 yaşında vefat etti. Böylece Cumhuriyetin kuruluş döne
mindeki CHP iktidarının önemli şahsiyetlerini öteden beri tanıyan ileri ve
Dino aileleri üyelerinin son temsilcisi de yakınlarına elvada diyordu. Yeri
doldurulamayacak bir boşluk bırakarak.
Cenaze töreninde, Leyla Abla'nın bindiği taksi şoförünün yanın
da bir genç adam oturuyor ve hüngür hüngür ağlıyor. Tanıyabildiniz mi?
Hayır mı? Nitekim cenaze törenine katılanlar da tanıyamıyorlar ve soru
yorlar: "Akrabanız mı olur bu genç? " Leyla Abla yanıtlıyor: "Hayır Abi
din'in askerlik arkadaşı." Hala tanıyamadınız mı? Pes doğrusu. Hani Gü
zin, Kayseri'ye Abidin'i ziyarete gittiğinde asker ocağından "Er Şükrü"
var ya işte O. Evet böyledir Abidinik karizma. Şükrücük terhis olduğun
da, Abidin'den aldığı adres ve tavsiye ile doğru Nişantaşı'na, Leyla Ab
la'ya gidiyor. Ona iki altın bilezik hediye götürmeyi unutmadan. Eh bu
kadar olur yani. Ona bir iş bulunuyor. Ve Şükrü artık evin en yakın
adamlarındanfen devamlılarından biridir. Şimdi düşünüyorum da Leyla
Abla'nın zaman zaman verdiği ve birçok insanı davet ettiği o yemeklerde
Şükrü'nün de yüzü gülüyor mu? Güzin ve Abidin'e vakti zamanında
"bekçilik" yapan Er Şükrü artık "Abidin'in asker arkadaşı" rütbesini ka
zanmıştır. Bir Anadolu çocuğu için de bu az bir şey sayılmaz hani. Kıy
metini bilene elbette.
Carlo Cafıero'dan çevirdiği Kapital (Özet) ile birçok insanın, hatta
peş peşe birkaç kuşağın, 196o'ların ortasına kadar, Marksizmle tanışması
na katkısı olan Suphi Nuri İleri, 1936'dan itibaren Yeni Adam dergisine dü
zenli yazılarıyla renk katmışh. Vefatı sonrasında Yeni Adam'ın ruhu genel
yayın yönetmeni İsmayil Hakkı Baltacıoğlu onun için şunları yazdı:
"Suphi Nuri İleri'nin ölümüyle, Yeni Adam yapısının üzerinde dur
duğu temel duvarlardan biri yıkılmıştır. Ben bunu söz olsun diye söylemi
yorum; onun Yeni Adam'a ne getirdiğini ve ölümüyle Yeni Adam'dan neler
götürdüğünü bilen bir adam olarak söylüyorum. Yeni Adam'a yalnız kale
miyle değil, kişiliği, hatta benliğiyle bağlıydı. Hiç kuşkusuz Suphi Nuri bü-
ABi D i N DiNO 2 39
yince, dayanamadım, 'Aman baba anarşizm konusunu yazıyorsun, Kropot
kin böyle dediyse bize ne' dedim.
O, 'Olmaz; bilemezsin, bal gibi suçtur, al kalemini yaz' dedi ve sö
zü geçen cümle 'Bir anarşistin hak uğruna yapacağı bir bombaya karşı bur
juva fabrikaları' şeklini aldı. Tüm yazılanın böylece şiddetini kaybetti, tör
pülendi, ama anlam ve etki korundu. İşte babamdan bunu öğrendim.
Babam her şeyden önce bir gazeteciydi. Özgürlük ve gerçek onun
tapınılan varlıklarıydı. Özgürlük, her şeyin açıkça söylenmesi, medeni ce
saret demekti. Babamın bir makalesine şiddetli bir cevap yazmıştım. Yazı
hanesinin üstüne bırakınca, 'Nedir o, oku' dedi. Beğendi, ertesi günü bas
hrmak için gazete gazete dolaşh.
Gerçek: Bazen ben, 'Baba, sırası mı, bu eleştiri karşı tarafın işine
yarar, yazma' derdim. Babam: ' Rasih, bu taktikalarınızdan bıktım. Söyle
yazdığım yalan mı?' diye beni sustururdu. Bu yüzden babam hiçbir devir
de parti adamı olamadı. O ancak tehlike anında askerce hizmet etmesini
bilirdi, yoksa dalkavukça alkışlamasını değil."
Herkesin mutlaka bir kez duyduğu bu şiir şairi ülke düzeyinde ta
nıttı. Bu çok iyi. Şiiri, genel olarak şiiri sevdirdi. Bu daha çok iyi. Nazım
Hikmet şiirleri sarı defterlerden sarı defterlere kopya ediliyor yatılı liseler
de; yeni şiirleri ince kağıtlara yazılı, bir dergiden öbürüne, bir gazeteciden
on gazeteciye dolaşırken, Tarancı şiiri bu ülkede şairler ve şiirleri var diyor
du: Yüksek sesle. Az şey mi bu kardeşim?
ABi D i N D i N O
Boran gibi, O da birkaç kuruş daha kazanabilmek için kimi çeviriler yapı
yor. 1946'da Aristophanes'ten çevirdiği Kurbağala r gibi.
Güzin o sırada ev aramakla uğraşıyor. Azra Erhat'ta iki ay kaldık
tan sonra. Neyse ki Adnan Cemgil bulduğu bir evi tutmaktan vazgeçince
Güzin'e haber veriliyor ve Güzin o evi tutuyor. Babasının vefatından son
ra istanbul'da yalnız kalan annesi Perdiye Dikel Hanım da yanına gelince
Güzin annesiyle bu evde oturuyor artık. Ev Maltepe'de. Güzin şöyle anım
sıyor o evi:
ABi D i N D i N O 243
ağızlan açık dinliyorlar. Haftada bir "Enişte"ye, yani askeri doktor Mesih'le
re gidiyoruz. Arncam da geliyor oraya. Böyle hoş bir hava doğuyor. Abidin as
kerden terhis olup geldikten sonra bu havaya bayılıyor. Amcaını da çok sev
di. Amca kahraman. "Kürdün Meyhanesi"nde olan bitenleri anlatıyor."
Güzin ben biliyorum deyince şaşırıyor, hatta biraz kızıyor da: " Sen
bilemezsin! " diyor. Güzin "Ben biliyorum" deyince ve "Çünkü Orhan da
gidiyor, O anlattı bana" deyip yineleyince, amca:
"- Hangi Orhan diye soruyor.
Güzin: Orhan Veli diyor.
- O senin arkadaşın mı? Olamaz, O sarhoşun biri, O nasıl senin ar
kadaşın olabilir? Sonrasını Güzin'den dinleyelim:
"Katılıyoruz gülmekten. Arncam da gülüyor ama biraz şoke olmuş
gibi. Çünkü 'Yeğenim Güzin, Orhan gibi bir sarhoşun nasıl arkadaşı olabi
lir?' diye kendi kendine sorular soruyor, belli.
Sonra Orhan'ı görünce ona diyorum. 'Yahu sen benim amcamla
meyhaneden tanışıyorsun.' O zaman şaşırma sırası Orhan'da:
- Kim senin amcan?
- Esat Bey.
- O Esat Bey senin arncan mı? Olabilir mi yahu? O sarhoşun teki.
(Güzin bunları anlatırken gülüyor. Ben de.)
Yani Orhan Veli de arncam gibi tepki veriyor. Arncam beni Orhan'a
yakıştıramıyor, Orhan da Esat Amcama. İkisi de oysa benim en çok sevdi
ğim mahluklar. Evet Orhan Veli ile Esat Arncam akşamcılık, sarhoşluk ya
pıyorlardı o yıllarda, birlikte, Kürdün Meyhanesinde."
Askeri Doktor Mesih Enişteyi Güzin şöyle anlatıyor: "Enişte diyo
ruz ama ne kadar enişte bilemiyorum. Büyük halamın kızıyla evli. Emek
li olduğundan beri Ankara'da gönüllü doktorluk yapıyor, para almadan.
Bir muayenehanesi var, oraya gelenleri karşılıksız haftada iki gün kabul
ediyor ve bedava doktorluk yapıyor. Oraya hasta olmayan pek çok gelen gi
denler de var. Küçük Arncam en başta. Ama başkaları da oluyor. Ve orada
da öyle hoş bir taraf var. Haftada bir de Enişte'nin evinde toplanılıyor. Sıh
hiye'de oturuyor. Orada Ankara'daki bütün aile üyeleri toplanıyoruz. O da
çok hoş."
KURTULDU ABiDiN
Kayseri Ankara'ya o kadar uzak mıdır? Siz bunu Abidin'le Güzin'e
sorun hele. Güzin DTCF'ye doçent olarak girince iki "misyonu" tamamla
mak için canla başla çalıştı:
Bir: "Çürük" olmasına karşın ille askere götürülen Abidin'in özgür
lüğüne kavuşması.
İki: " Adana'da ikamete memur" Abidin'in Ankara'da "ikamet" ede
bilmesi için izin elde etmek.
Az şeyler değil bunlar. İki kocaman dert. Güzin kararlı ama. Canı
nı dişine taktı desem yeridir. Mutlaka altından kalkacak bu işlerin. Dokuz
ay sürdü derderin üstesinden gelmek.
Güzin'e birkaç kişi yardımcı olmaya çalıştı. Burada önce Tevfik Fu
at Kent'i anmak gerekiyor. 193o'lu yıllarda D Grubu sergisi vesilesiyle ma
kale yazan, öyküler yayımlayan, 1 942'de İstanbul'daki Havagazı Şirketinde
çalışan, Güzin'le birlikte Medtözü'ndeki sürgün Abidin'e hediye gönderen
Tevfik Fuat Kent'tir bu. Güzin anlatıyor: "Evet o Tevfik Fuat Kent, Abidin'i
askerlikten kurtarmak için de uğraştı. Bana yardım etti. İstanbul Sıkıyöne
tim Komutanlığına mı ne, Harbiye'de askeri bir makama başvurmam la
zımdı. Ben oraya tek başıma nasıl gideyim, deyince Tevfik beni götürdü
oraya. Bir subayla görüştük.
Çok ilginçti. Ve bugün bile unutamıyorum. Bizi kabul eden subay
gözlerini yerden hiç kaldırmadan bizi dinledi. Ama hiçbir şey yapmadı."
Nazım Kalkavan ve Rasih Nuri ileri de çok çabaladılar. Güzin'e bu
ikisinin Abidin'i askerlikten kurtarmak için neler yaptıklarını soruyorum.
Yanıtı şu:
ABi D i N D i N O 245
liyorum. Bakalım belki parayla filan Abidin'i çıkarabiliriz diye bek
liyorum. Çünkü Nazım çok zengin ve ne istersen yapar. Zaten o ni
yetle geldi. Ve gelir gelmez hemen sordu:
- Ne yapabilirim ? Ne istersen yapmaya hazırım dedi.
O gün çok da garip bir şey oldu. Abidin'in o belalı bölüğünden Nazım
bana geldiği gün birdenbire pat diye Abidin'in askerlik arkadaşı İstanbullu
yanılınıyorsam ismi İbrahim'di, çıkıp gelmesin mi? Nazım'a İbrahim varma
dan önce Abidin'in böyle bir arkadaşının geleceğini söylemiştim. Şimdi bir
düşünün Nazım süper zengin, süper elegant, süperoğlusüper, süper partüm
ler içinde. İbrahim ise tam bir İstanbul bitirimi, poturla ve askeri üniformay
la çıka gelmiş, cezalı asker. Abidin'in iki arkadaşının karşılaşması harikaydı.
MŞG: Rasih Nuri İleri, bana gönderdiği bir mektubunda, "Abidin'i
terhis ettirmek için Nazım Kalkavan'la birlikte çok uğraştık" diye yazıyor.
Rasih Nuri neler yaptı?
G D: Hepimiz uğraştık Herhalde Rasih de. Kalvanç da. Rasih'le o sı
ralarda aynı binada oturuyoruz. Muhakkak ki Rasih de Nazım'ın peşine düş
müştür? "Bir şeyler yapalım" diye. Hepimiz bir çare anyorduk. Ankara'da da
epey uğraştık Arncam oğlu Naim en başta. Tanıdığı herkesin kapısını çaldı.
Nurullah Ataç'ın yardımını bile istedik. Naim, Falih Rıfkı'yı tanıyordu. Görü
şüyorlardı. Onun da bir şeyler yapması için Naim özel olarak çabaladı.
Güzin'in bana anlatlığına göre, o sırada "dönemin en ünlü, en et
kili kalemlerinden, CHP resmi organı Ulus gazetesi başyazarı ve CHP için
deki "müfritlerden" olan Falih Rıfkı Atay'da "işe yaradı."
Güzin bu konuda bana şunları da söyledi: "Atay, Abidin'e 'Gel,
Ulus'un kültür sayfasını yönet' önerisini bile yaptı. Ama Abidin kabul etme
di. Abidin'in Ankara'da kalması için Atay yardımcı oluyor. Çünkü Örfi İda
re (Sıkıyönetim) henüz kalkmamış ve benim korkum Abidin'in askerlikten
terhis edildikten sonra yeniden Adana'ya sürgün gönderilmesi. Ne yapıp ya
pıp Abidin'in Ankara'da ikamet etmesi için izin koparınam şart. Babam ye
ni ölmüş ama Ankara'da herkesi tanıyordu, daha önce söylediğim gibi. O
arada büyük amcaının oğlu Naim de Ankara'da Krupp'un Türkiye temsilci
liğini yapıyor. Onun da yardımı oldu. Siyasetle pek ilgilenmezdi. Ama müt-
BozAcı n
Elbette Abidin Maltepe'deki eve gelir gelmez evin önüne bir polis
diktiler hemen. Bir sivil polis, "çamurların içinde ve ayazlara karşı dolaşıp
duruyor binaların köşelerinde yok olmaya çalışarak." Güzin o günlerde ve
Ankara'nın o bilinen soğuk kış gecelerinde bozacılık yapan, yoksa "oyna
yan" mı demeli, tipin de yüzde yüz polis olduğunu sandığını söyledi. Gü
zin ekliyor: "Ankara'da sürekli polis gözetimi altında yaşıyorduk."
Abidin, Ankara valiliği de yapmış dedesi Abidin Paşa'nın izini sü
rüyor dense yeridir hani. işte buyrun Adana'dan sonra Ankara. Dedenin
vali olduğu kentlerde, il merkezlerinde, torun sürgün. Ama bu kadarı da
olur arhk. Türkiye'deyiz ya kardeşim.
Maltepe'deki evde Güzin'in annesi de var. Güzin'in belirttiği gibi,
"Abidin ile siyasal görüşleri uyuşmadığı halde, sevgiyle saygıyla arkadaşlık
içinde güzel bir ilişkileri oldu." Abidin, Güzin'in annesini bir anne gibi be
nimsiyor. Kısa Hayat öyküm de bir anlamda "bütün annelerine" teşekkür
etmek umuduyla, Abidin şu satırları yazıyor: "Bir ömür boyu talihim açık
ABi D i N D i N O 249
DÖRDÜNCÜ BöLÜM
ANKARA-MANKARA
nkara o sıralar dehşet kardeşim dehşet." "Ankara'nın ilk yazından
AN KARA·MAN KARA
Ama Ankara iki parçaya ayrılmıştır. Gösterilmek istenmeyen, ama
hemen göze çarpan bir çizgiyle. DTCF yanından geçen demiryolu sınırdır
sanki. DTCF'nin görkemli, sert ve otoriter duruşlu binası bir denetim nok
tasıdır sanki. Bir tarafta Ulus, Kale, Kaledibi bulunur. Öte tarafta Yenişe
hir, Kızılay.
O günlerde genç bir gazeteci olarak mesleğe Ulus gazetesinde adım
atan Cüneyt Arcayürek, 1 94o'ların ortasındaki Ankara'yı son derece ger
çekçi bir biçimde betimliyor:
"Toplumsal yapı açısından Ankara, adeta ikiye bölünmüştü. Sağlık
Bakanlığı ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arasındaki demiryolu köprü
sünün Yenişehir yanı, erişilmesi oldukça zor, kentin ayrı bir köşesiydi.
Kentin, büyük sayıdaki insanları ise köprünün 'öte yanında', Ulus alanı yö
relerinde yaşardı.
Ulus yanı, eğer değerini birden yitirmiyorsa, egemen kişiler için çe
kiciliğini sürdürüyorsa, belli başlı üç neden sayılabilirdi: CHP genel merke
zi Ulus alanındaydı. Müze yapılmadan önce, Birinci TBMM, bu binada top
lanmıştı. CHP merkezinin hemen aşağılarında TBMM binası bulunuyordu.
Cumhuriyet tarihinin çeşitli zamanlannda önemli olaylara sahne olan, ağır
başlı büyüklerimizin uğrak yeri tarihi Ankara Palas, TBMM binasının tam
karşısındaydı ... Ulus'un öteki özelliği, ünlü Karpiç Lokantası'nın da alanın
bir köşesinde bulunmasıydı. içtenliği söz götürmez dostluklann, arkadaşlık
ların odak noktaları bizim için, Posta Caddesi'nin alt başından yukarıya doğ
ru üç merkezde başlardı: Kürt Mehmet'in Meyhanesi, Şükran Lokantası, Pa
labıyığın ayaküstü meyhanesi ... " (Cüneyt Arcayürek, Açıklıyor: Cilt 1 : Demok
rasinin İlk Yıllan, 1947-1951, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 3 1-34).
"Kürdün Meyhanesi" Paris yıllarında bile Güzin'in aklındadır. Kita
bında bir yerde (s. 237) bu nedenle şu güzel formülü buluyor: "Kimi gün,
Rue Saint-Jacques'da Guimart bistrosu, Ankara'daki Kürdün Meyhane
si'ne karışır."
Bu meyhane "solcuların" buluştuğu bir meyhanedir. Bunu birçok
yazar anlattı. En iyi anlatanlardan biri, o günlerde şairliği yanında gazeteci
lik de yapan Mehmet Kemal'dir (Acılı Kuşak'ta, s. 42 vd.). Solcuların devam
etmesi nedeniyle "hafıyeler"in de mecburen "müşteri" kılığında oturduğu
ABi D i N D i N O
bir mekan. Solcuların arkadaşı olarak bu meyhaneye gelen biri daha vardır:
Öykü yazarı olarak tanınan ve zaman zaman avukatlık bile yapan Sarnet
Ağaoğlu. Ama Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğünden ayrılarak
birden DP'ye giriverince bütün arkadaşlarına, hele ozan arkadaşlarına sırt
çeviren Sarnet Ağaoğlu. Artık kimsenin yüzünü bile görmek istemediği bir
mahluktur. "Nefret ettiğimiz bir adamdı. Solcu düşmanı." Hele siz onu bir
de Adnan Menderes hükümetlerinde Başbakan Yardımcısı olarak görmeli
siniz! Unutulmaz bir yaratık. Elinden gelse bütün eski ozan arkadaşlarını
kodese tıkacak!
Kürdün Meyhanesinin hemen üstünde "Çelebi Meyhanesi" vardı.
Sahibinin isminden ve "ötekinden biraz pahalı." Mehmed Kemal yazıyor:
"Çelebi titiz adam. Her müşteriyi almaz. Hatta müşterilerine kabalık eder
di. Onun için müşteri, para demekti. O da bizde yoktu." (s. 44)
Ama daha "yeni," daha "Avrupai" ve biraz daha geç açılan ve daha
geç kapanan yerler de var: "Tabarin Bar," "Yeni Bar" gibi. Genellikle gaze
teler, dergiler "bağlandıktan" sonra, gece yarısında gidilen mekanlar. "He
men köşe başındaki Tabarin Bar'a giderken ... Ecevit (Bülent) gelmezdi" di
yor Arcayürek (Cilt II, s. 79). "Yeni Bar"da Cahit Sıtkı ile Fethi Giray'a rast
lamak ise her gece mümkün. Cahit Sıtkı için evlenene kadar... Sonrası baş
ka bir tarihtir ...
Tercüme Bürosunda çalıştınız, gazetede ilk haberleri verdiniz, Kür
dün Meyhanesi'nde bir şeyler "attınız" veya "Palabıyığın ayaküstü meyhane
sinde" bir yudum bir şey içtiniz, kamınız acıkmaz mı? Acıkır. O zaman he
men Posta Caddesi'ndeki "Şükran Lokantası"na gitmeli kamımızı doyurmak
için. Tas kebabı, pilavı, kuru fasulyesi enfestir. Ağzımza layık. Ama yanınız
da Melih Cevdet Anday ve Tercüme Bürosundan arkadaşları varsa Şükran'da
"akşamcılık yapılabilir." Oradan o zaman Sabahattin Eyüboğlu'nun Yenişe
hir'deki Yeşil Apartmanı'na göçrnek mümkün. "Bakarsınız Hasan Ali Yücel
ile Nurullah Ataç da gelmişler oraya. İşlerimiz, bıraktığımız yerden orada da
konuşarak sürerdi. Orhan Veli, elinde bir kadehcik rakı, çoğunlukla ayakta,
duvara dayanmış dururdu." (Melih Cevdet Anday, A. g. k., s. 44)
Peki arada bir şöyle Avrupai bir şeylere ne dersiniz? Ulus'taki "Ma
car Lokantası"na örneğin. Anday aniatsın yeniden:
AN KARA-MANKARA
"Ulus'taki Macar Lokantasında içtiğimiz bir gündü. Orhan Veli, bir
iş için dışarı çıkmak üzere ayağa kalktı. 'Şimdi dönerim' dedi. Ben de, ba
na bir on birlik cigara almasını rica ederek ona on beş kuruş uzattım. Or
han kısa bir süre sonra döndü, cigaramı koydu masaya, sonra da cebinden
dört kuruş çıkardı. Ben 'Kalsın' dedim. Teşekkür edip oturdu yerine. Gü
lüşseydik şakanın tadı kalmazdı ki! " (s. 125-126). Evet ve en güzel şakalar
gülünmeyenlerdir. Kıssadan hisse.
Ulus'ta "Zevk Lokantası" yüksek bürokratların uğrak yerlerinden bi
riydi. Karpiç Lokantası dersen o da öyle. Ama Karpiç'in "Amerikan Barı"na
genç gazetecilerin "tünemesine" müsaade edilirdi. Hepsi bu kadar, "öbür ta
rafa" geçmemek kaydıyla elbette: "Aile var," "iş bitiriliyor, bilmemne."
CHP'li Hıfzı Oğuz Bekata'nın Denizciler Caddesi'ndeki matbaası
unutulmasın. Ulus'taki "Oska Mağazası" yeni eviilere bir geceliğine gelin
lik kiralıyor, isteyen damatlara da frak. Duyduk duymadık demeyin.
Ulus'tan DTCF'ye doğru giderken, Atatürk Bulvan'nın başladığı
noktada iki kitabevi bulunuyor: Akba Kitabevi, bütün İstanbul gazeteleri
nin Ankara başbayiidir. Kimi gazeteciye "hesaptan indirilmek şartıyla" def
terden borç bile verir. Arcayürek biliyor. Hachette (Haşet) Kitabevi de tam
orada işte. Fransızca dergi, gazete, kitap ne isterseniz var. Dünyaya açılan
pencere kardeşim. Daha ne olsun. Daha ne mi olsun? Akba'nın tam karşı
sında size bir sandviççi dükkanı bile açtık. İsmi "Uğrak." Ayaküstü sandviç
yemeniz ve bir ayran (tuzlu ve serin) içmeniz için.
Bir dakika. Ulus'tan ayrılmadan önce şu Heykel'e bir göz atalım:
Halkın genel olarak "Ulus Heykeli" deyip geçtiği anıtın asıl ismi
"Zafer Anıtı"dır. 24 Kasım 1927'de törenle açılmıştır. Cumhuriyet gazete
si kurucusu ve o dönemdeki başyazarı Yunus Nadi'nin, Abidin ailesinin
yabancısı sayılmaz, girişimiyle başlatılan ülke boyutundaki kampanya so
nucu gerekli para bulunarak yapıldı. Avusturyalı heykeltıraş Heinrich
Krippel anıtı yarattı. Açılış töreninden bir gün önce atlı M ustafa Kemal
Heykeli üzerine örtülen bayrağın, ip çekilince açılıp açılmayacağı konu
sunda kuşkuya düşen Yunus Nadi Bey ve arkadaşları gece Ulus Meyda
nı'na giderek, gizlice prova yaptılar. Neyse ki her şey tıkırındaydı. Derin
bir nefes aldılar. Ve anıt ertesi gün törenle açıldı. O tarihten beri de bir
ABi D i N D i N O 2 53
buluşma noktasıdır. Ankara'ya yeni gelenler için bir tür deniz feneri. Ka
rada. Ankara' da.
Ulus'un hemen orada Kaledibi'nde Ruhi Su oturur. Ona bir merha
ba demeden ayrılmayalım. Ruhi Su Opera sanatçısı, sesi çok güzel, kendi
si güzel. Sesine bayıldığı Ruhi Su'ya ilk plağını Abidin doldurtacaktır. Ce
lal Cündoğlu isimli dostu sayesinde. Cündoğlu Han'ı biraz yukarıdadır.
Anafartalar'da. Aklımız da kalsın. Birazdan uğrayacağız çünkü.
"ÖBÜR YAKA"
O günlerde DTCF'de öğrenci olan Mübeccel Belik (Kıray), o sırada
ki ikiye bölünmüşlüğü doğruluyor ve "Asıl hudut (sınır) tabii Sıhhiye'dir"
diyor. O günlerin küçük bir çocuğu olan Altan Öymen de kitabında "Ulus
lular" ile "Yenişehirliler" arasındaki farklılığı vurguluyor (A. g. k., s. 75). Evet
sınır bellidir. Fark çok açıktır.
Güzin nitekim " Ulus'tan yukarılara sadece bir kez çıktım" diyor.
"O da Tekir kediyi aşı için Anafartalar Caddesi'ne götürrnek vesilesiyleydi."
İki Ankara var o yıllarda. Evet iki Ankara, yani "Eski Ankara" ile "Yenişe
hir" arasında bu kadar uzaaaak bir mesafe vardır. Aslında Güzin Abidin'in
pasaport işi veya kendi pasaport işi için Karaoğlan'a kadar da inmiş. "Pos
ta Caddesi var ya, onun en dibine kadar inerseniz Karaoğlan'a varırsınız.
Caddesini bilemiyorum ama semt olarak oraya Karaoğlan deniyordu. Pasa
port Dairesi oradaydı. Bir keresinde de Tekir kediyi doktora götürdüm. O
yıllarda doktorların, bütün doktorların, bir arada toplandığı bir bina vardı,
oradaydı. Her doktorun kendine ait bir muayenehanesi vardı."
Yenişehir'e varıyoruz, Cüneyt Arcayürek'in anlattıklarına kulak ka
bartalım:
"Demirköprü'ün Yenişehir yanı ise, modern kent bilim kurallarına
uygun biçimde kurulmaya çalışılan Ankara'nın 'öteki yüzü' idi.
Sağlık Bakanlığından öteye bahçe içindeki iki katlı evlerle uzanırdı.
Kızılay'a doğru geldikçe apartmanlaşan yapılar göze çarpardı. Kızılay ala
nında bir park, küçük bir havuz. Yeni yeni yapılmaya başlayan bakanlık bi
nalarından yukarılara, Kavaklıdere'ye gelinirken seyrelen konutlar, birden
başlayan üzüm bağları, ağaçlıklar, orta yerlerinde küçük evler ...
2 54 AN KARA-MAN KARA
Devrin önde gidenlerinin toplandığı, 'köprünün öteki yakası'ndaki
insanların yaşam düzeyi ile Ulus dolaylarında yaşayanlar arasında belirgin
bir ayrım olduğu yadsınamazdı ...
O yakada gençlerin toplandığı pastaneler daha bir 'Batı'lıydı kuş
kusuz ...
Oysa, resmi bayramlarda, hele Cumhuriyetin yıldönümlerinde
okullarda 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' diye bağırırdık Bu
slogan, Ankara'nın ünlü bulvarlarına asılırdı.
Köprünün iki yakasındaki genç insanlar, hatta yaşlılar, işte böylesi
ne kaynaşamıyorlardı! Biz onlara uyamıyorduk, onlar da bize uymak iste
miyorlardı."
Yenişehir'i en güzel anlatanlardan biri de, o günlerde küçük bir kız
çocuğu olan Filiz Ali'dir. Çocuk gözüyle baktığı zaman gördüğü Yenişehir
şudur:
"194o'lı yıllarda Ankara Türkiye'nin kalburüstü bürokratları, bilim
ve sanat adamlarının (ve kadınlarının. MŞG) toplandığı yeni kurulmakta
olan bir kentti. Gündelik Ankara hayatı Yenişehir'de Karanfil Sokak, Konur
Sokak, Selanik Caddesi, Sümer Sokak, Uçak Sokak ve o sıralarda yeni inşa
edilmekte olan Bahçelievler ve Saraçoğlu mahallelerinde geçiyordu" (A. g.
k., s. 44). Biraz sonra şunları ekliyor Filiz Ali:
"Ankara, o zamanlar avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can dama
rı Atatürk Bulvarı. Bulvan bir baştan bir başa yürüdünüz mü sağa sola se
lam vermekten yorulursunuz. Herkes, herkesi tanır. İşte o 'herkes', Sakar
ya Caddesi'ndeki Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden
alışveriş yapar; çocuklar Pekpak Pastanesinin dondurmasına bayılır. Cu
martesi günleri Karanfil Sokak'ın tam karşısına düşen Ulus Sinemasında
Hollywood filmleri seyredilir. Ya da Ulus'a kadar uzanılır ve Yeni Sine
ma'da oynayan bir başka Amerikan filmine gidilir, çıkışta da Atlas mağaza
sından insanın ayaklarını acıtan, topukları vuran rugan ayakkabılar alınır,
ayakkabılar küçülünce arkaları kesilir ve terlik niyetine kullanılır.
Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. Mızmız Filiz, Karpiç'te bile ızga
ra köfte ve pilav mönüsünden şaşmaz ama Baba Karpiç'in yemekten sonra
savaş zamanında bile özel olarak getirdiği Yafa portakal veya muza da hayır
Aai o i N D i N o
diyemez. Savaşan Avrupa'dan kaçan müzisyenler Karpiç'te yemek müziği
yaparlar. Arkalarında kim bilir ne türlü kariyeder bırakıp gelmişlerdir
194o'ların Ankara'sına. Dönemin kodamanlarının da uğrak yeriydi Karpiç.
Babamın (Sabahattin Ali. M ŞG), bu kodamanlada sıkı fıkı gibi görünen iliş
kileri, dostları arasında epey eleştirilmiştir. Oysa O komplekssizliğinden kay
naklanan bir rahatlık içindeydi oldum olasıya. Devlet kodamanları ile sıradan
yoksul köylü arasında ayının yapmaz, her iki uçtaki insanın da ilginç yönle
ri olabileceği varsayımından yola çıkarak tarafıara eşit fırsat tanırdı." (s. 59)
Evet o günlerin Ankara'sının "yeni" tarafında "Parisli" veya "parizi
yen" (Paris'i yiyen ama hazmedemeyen) kahveler bile var. "Kutlu," "Mut
lu," "Özen." sonra ayrılmalar üzerine ikiye bölünüp "Büyük Özen," "Küçük
Özen" ismini alanlar... Aman dikkat yine de; çünkü polisler nöbette. "Çev
remizden polis kılıklı bazı gölgeler eksik olmazdı" (Mehmet Kemal, A. g,
k., s. 51). O yıllarda "Kutlu"da bir resim sergisi bile açılıyor. Sabahattin Eyü
boğlu, kardeşine yazdığı mektupta aynen şöyle diyor: "Asker emeklileri
'Biz bir sergi yapalım da alem resim görsün' demiş olacaklar. Korkunç"
(Kardeş Mektuplan, s. 210).
Bayan öğrenciler bayan öğretim üyeleri de dönemin sevimli ve "en
telektüel" kahvelerinin müdavimleri arasındadırlar. O zamanın Ankara'sı
ne ki: Kızılay'a çıkılınca bütün dünyayı, herkesi görmenin mümkün olduğu
küçük ve sevimli bir taşra kenti. Ve herkes Kutlu'da karşılaşırdı veya hadi bi
lemediniz önünde hemen, bulvarda. Güzin gider miydi Kutlu'ya: "Tek tük
giderdim. Ama öyle devamlı değil. Benim pek vaktim yoktu. Dersler veriyor
dum bir yandan, öte yandan evle uğraşıyordum. Abidin'in hastalıklarıyla da.
Bütün bunlar zamanımı zaten yeterince, hatta fazlasıyla dolduruyodardı."
Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu elbette aynı saatlerde değil,
Melih Cevdet Anday sık sık, neredeyse her gün, oradalar ama.
Evet Ankara o günlerde yan semtleriyle 300. ooo nüfuslu bir baş
kent. Gençlerin arada bir çıkıp Çubuk Barajı taraflarına gittiği oluyor pik
nik yapmak bir-iki-beş-on bira içmek için. Ankara'nın Gazi Orman Çiftliği
de var elbette. Gençlik Parkı yapımı ya yeni bitmiştir ya bitmek üzeredir.
Buralarda da oturolup bira içilebilir ailece. Dostlar, arkadaşlar, çoluk çocuk
bir arada. Ne güzel.
AN KARA-MAN KARA
Ah bir de şu polisler olmasaydı. Bir de şu dedikodular. Bir de şu kıs
kançlıklar. Bir de şu ayak kaydırmalar. Kışkırtmalar. Güzin aynen şöyle di
yor: "Ankara o yıllar zelzele kardeşim zelzele. Siz o günleri yaşamadığınız
için bilmiyorsunuz."
Ben de ekliyorum, Uğur Mumcu'nun dizi yazısı ve kitabı aklım
da. Evet o günlerin Ankara'sı bir "cadı kazanı. " Bir türlü durulmuyor, du
rulamıyor. Şöyle bir hızlı dökümünü yapalım mı? 1 944 yılı Nihat At
sız'ın ihbarı ve Sabahattin Ali'nin açtığı hakaret davasının S. Ali aleyhi
ne döndürülmesiyle çalkalanıyor. 1944'te başlayan bu saldırganlık 1 945
sonunda Tan saldırganlığı ile barbarlığa ulaşıyor. DTCF'deki öğretim
üyelerinin atılması için bu tarihten 1 948 sonuna kadar uğraşılıyor. Anka
ra ve DTCF ve fakülteler de zelzele hatta Abidin'den alıntılayarak zerze
le demek olası. 1 949 başında "Otuz Üç Kurşun meselesinin" TBMM 'de
gündeme getirilmesi üzerine basının ve kamuoyunun çalkalanması. Sa
bahattin Ali'nin Nisan 1948'de kaybolmasının peşinden Ocak 1 949'da
"ölüsünün bulunması. " Mayıs ve Temmuz 195o'den itibaren "Türk Ba
rışseverler Cemiyeti"nin kurulması ve üyeleri hakkında hemen açılan da
vanın yankıları, Behice Boran'm, hamileyken, tutuklanması, hapsedil
mesi. Yine 1 9 5 o'de Nazım Hikmet'in açlık grevleri ve büyük bir hareket
lilik sonrasında özgürlüğüne kavuşması ama ülkesini terk etmek zorun
da bırakılması. Ekim 1 9 5 1'de TKP tutuklamaları dizisinin yeni aşaması.
Ve daha bin bir serüven, bin bir dert, bin bir acı, bin bir zulüm. Bu zel
zele değilse zelzele nedir kardeşim?
u LAN ANKARA!
Abidin elbette asker dönüşü mutluydu Güzin'i bulduğu için. Niha
yet dokuz aylık aradan sonra aile hayatının koparılmak istenen iplerini bağ
Iayabildiği için. O günlerde olmalı Arif Dino Adana'dan kalkh kardeşini zi
yarete Ankara'ya geldi. Hani bir fotoğraf vardır. En üstte Arif, onun elleri
Abidin'in başı üstünde, Abidin'in elleri de Güzin'in başı üstünde. Arifin
gözlükleri yine alnında. Ve hepsi, istisnasız, yere bakıyor. İ şte bu foto An
kara'da, Maltepe'deki o evde çekildi. Yıl 1947.
Güzin'e bu evden neden ayrıldınız diye sordum. İşte yanıh:
AB i D i N D i NO 2 57
"Çünkü, galiba, küçük mü geldi? Evet, iki odacıktı. Belki ondan. An
nemin odası içerde, böyle vagon gibi. Benim odam. İşte o Arif, Abidin ve
benim birlikte fotoğrafımızın çekildiği oda. Fotoğrafa iyi bakınca belli olu
yor zaten. Abidin'in saçları da askerden yeni döndüğü için oldukça kısa. O
odada hem yemek yiyoruz, hem içiyoruz, bütün o eş, dost, arkadaş kalaba
lığı geliyor, gidiyor, oda doluyor boşalıyor. Ondan mı? Yani o evin bize ar
tık çok dar gelmesinden mi? Yoksa ikinci evi bulunca mı? Yani orası daha
genişçe olunca oraya taşındık Evet öyle oldu.
Ankara'daki ikinci ev Kavaklıdere'de, TBMM'nin tam karşısında
Mecdi Devrim'in evinin giriş katındadır. Bahçe içinde. Çok hoş. Mecdi
Devrim çok önemli bir adam, efendi, çok efendi, görgülü falan. Gazeteci.
Ev çok güzel, alt katta olmamıza rağmen, bahçenin üstündeyiz. Su akıyor,
bahçenin içinde. Bahçeden ötesi bozkır."
Güzin bunları bana birkaç kez anlattı. Gel Zaman Git Zaman'da bu
evi betimleyen çok güzel birkaç satırı var, buraya almak isterim:
"Mecdi Devrim'in bahçe içindeki evinin alt katında oturdular. O
katta da iki oda var, yine ortadan bir dar koridor ufak bir sofacığa açılıyor,
sağda ve solda mutfak ve banyo ... Sofacıkta yemek yiyorlar. Öndeki iki oda
yı birlikte ısıtmak üzere soba yanıyor. Odaları iki pencereli ve bahçeye ba
kıyor. Küçük bir su akıyor bahçenin içinden, bir derecik sanki. Suyun öte
sinde ise boş, hayırlı arsalar. Bahçe bakımlı, kışın, uzun haftalar boyunca
karla örtülü. Kar, kimi kışlar, dört ay kalkınıyor bahçeden. Kimi geceler
kurt mu, çakal mı, iniyor çevre tepelerden, sabahları ayak izleri benek be
nek karın üstünde. Ankara'nın az ötesi Allahın stepleri değil mi? Bir gün
de o bahçede bir karga kavalarnıştı dereden atlayarak kaçan bir kediyi, son
ra da tepesine binip gagalamıştı kedinin başını. Olayı, pencereden dehşet
le seyretmişlerdi."
Bu evi ve gelen gideni bir de Abidin anlatsın. Bilhassa Orhan Veli'yi:
"Kayseri dönüşü Ankara'da uzun süre yatalak kalmam, Orhan'la
ikide birde görüşmeme engel olmuyordu.
Yapı halinde bulunan yeni meclis karşısında, caddenin karşı yaka
sında, iyice çukurda, bir yönü sokağa, bir yönü küçük bir dereye ve bayıra
bakan Mecdi Bey Apartmanının bodrum katında oturuyorduk. Evden öte
AN KARA·MAN KARA
bozkır başlıyordu! Bizi görmeye gelen dostlar apartmanın kaygan basa
maklarını inip, kapımızın zilini çalıyariardı sık sık. Orhan Veli ise pence
reden girmeyi yeğliyordu. Neden olmasın her yiğidin bir yağurt yiyişi yok
mu? Orhan arka bayırı koşarak iner, yarış ah gibi dere hendeğini atlar, pen
cere kapalıysa upuzun parmağını tık tık cama vurarak Karagöz sesienişle
riyle geldiğini haber verirdi. Cam açılınca, upuzun leylek hacağını kolaylık
la içeri sarkıtıp, kendini odada bulurdu. Bu kendine özgü eve giriş yönte
mi, Orhan'ın terbiyeden yana kusurlu olabileceğini düşündürmesin size.
Orhan kadar terbiyeli kişi pek az gelmiştir yeryüzüne. Tam zamanında gel
mesini, tam zamanında gitmesini bilirdi, tüy gibi hafif.
Hasta olduğum için beni kolluyordu ya Orhan" ( Yazılar, s. 205) .
Bu eve gelenlerden biri de Melih Cevdet Anday'dır. O kitabında
evin başka bir köşesini, başka bir özelliğini, Abidin'in amatör koleksiyon
cu olduğunu, vurguluyor:
"Sözgelişi Kavaklıdere'deki evde iken masaların üzerinde bir yığın
lüle vardı, ne oldu? Ben (Melih Cevdet Anday. M ŞG) Abidin'in hangi evine
gitti isem, yeni başlanmış bir koleksiyonla karşılaşmışımdır. Anladığıma
göre, onun için bağlanma tehlikesi yoktu, toplar, sonra bırakır giderdi.
Bense, sözgelişi, şu mavi şişelerimden, döğme anahtarlanından kurtula
mıyorum bir türlü." (A. g. k., s. 209.)
Ankara'daki üçüncü ev Konur Sokak'ta bir pastanenin tam karşısın
daki apartmanın giriş katında. Yine giriş katı. Abidin 1952 başında Türki
ye'den ayrıldığında bu evde oturuyorlardı.
Abidin, Güzin ve Güzin'in annesine ev işlerinde yardımcı olması
için genç bir kız bulundu. Güzin anlahyor: "Önce Gül Hanım'ın abiası ça
lışh bizde. Sonra Gül Hanım. Her ikisi de son derece ketum. Abiası ya ev
lendi veya başka bir mesele oldu bizden ayrılmaya karar verince, kız karde
şini gönderdi bize. Gül pekala yaptı o işi. Abiasım çevremizdeki tanıdıkla
ra sorup bulmuştuk. Her ikisi de son derece çalışkan insanlar. Karadeniz
li. Yün, beyaz, koltuk ve yatak örtülerini bu iki kız kardeş sayesinde öğren
dik. En önce onlarda gördük sonra tiryakisi olduk. Önce onlar getiriyorlar
dı. Sonra başkalarına tarif ederek sürekli o örtülerden getirttik Nitekim ba
kın burada, Paris'te, bugün bile şuradaki örtü oranın örtülerindendir. O yıl-
ABi D i N D i N O 2 59
larda neredeyse modasını biz başlattık diyebilirim. Ankara'da herkes başla
dı, bu örtülere tiryaki oldular. Aynca çok pahalı da değildiler. Kızların abla
ları, anneleri, akrabalan Ankara'ya gidip geliyorlardı. Ya Erzurumluydular
ya da Giresunlu. Tam çıkaramıyorum. Ama dediğim gibi çok çalışkan, hoş
ve ketum. Ankara'da iken sabah gelir akşam dönerlerdi. 1948'den itibaren
İstanbul'a gitmeye başlayınca Gül Hanım'ı da bizimle götürürdük. Ve o za
man orada tuttuğumuz evimizde bizimle kalırdı.
ANKARA-MAN KARA
Sivil polisler Ankara' da evlerin önünde, meyhanelerde, pastaneler
de, fakülte dersliklerinde, amfılerinde, sokaklarda, bulvarlarda nöbettedir
ler, ama yaşam şakayla ve acıyla yoğrularak saat saat, gün gün haftalara, ay
lara yıllara devriliyorlar. İnsanlarımız dimdik kalıyor. Evet Abidin, Güzin
ve arkadaşları, Ankara'da da "iyi saatte olsunlar" ile bir tür köşe kapmaca
oynuyorlar. Abidin, Güzin ve arkadaşları için son derece tatsız tuzsuz bir
hale dönüşen oyun. Sonuçta Abidin'in Ankara'ya, İstanbul'a ve Türkiye'ye,
bu çok sevdiği ülkesine, elveda demesiyle sonuçlanana kadar.
Şuraya bakın, DTCF'de öğretim üyeleri tehdit ediliyor. Konferans
Ianna Polis Koleji öğrencileri dolduruluyor: Kışkırtmaya kurulu. Ankara
Üniversitesi rektörü DTCF'deki bürosunda, evet bürosunda, hakarete uğ
ruyor, tartaklanıyor. Behice Boran'ın cesareti görülmeye değer ama. Enver
Gökçe'ye ne demeli? Şapka şair şapka, Anadolu dilinde helal olsun denir ya
aynen öyle.
Evet her şeye rağmen dayanmak, yaşamak, çalışmak ve yaratmak.
Ne iyi ki arkadaşlar da var Ankara' da.
"ARKADAŞ ISLIKLARI"
Abidin, Ankara'da İstanbul "Küllük" takımından birçok arkadaşını
buldu: Orhan Veli (Ankara-İstanbul arasında mekik dokumayı aralıksız
sürdürüyor yine de), Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday en başta sayılmalı.
İ stanbullu arkadaşlarından Rasih Güran'ı da unutmamalı. " Uzun"
Rasih Ankara'yı ihmal etmiyor. Oktay Rifat'ın yakını, akrabası Mehmet Ali
Aybar ile de tanışacak Abidin, 1946'da. Ankara' da. Sonra aralarında sıkı bir
dostluk kurulacak.
Abidin devlet memuru olan dost ve tanıdıklada ve arkadaşlarıyla
görüşmekten kaçınıyor onlara bir kötülük gelmesin diye. Hatta yine bu ne
denle hani bir yerde biriyle karşılaşır selam verir, selam verenin başına be
la gelebilir korkusuyla, pek piyasaya da çıkmıyor. Arada bir "Kürdün Mey
hanesi"ne uğruyor, ama hızlı çok hızlı bir biçimde. Abidin zamanının bü
yük bir bölümünü değişik hastalıklan nedeniyle hastane kapılannda geçir
mek zorunda kalıyor. Abidin'i siz o günlerde hastane kapılarından sorma
lısınız. Ne kadar aşındırdı o kapıları. Bir de Güzin bilir.
ABi D i N D i N O 261
Abidin Ankara'nın yabancısı da sayılmaz. Sabahattin Eyüboğlu'nun
daveti ve önerisi üzerine 1938'de ve sonrasında Çocuk Esirgeme Kurumu
Çocuk Tiyatrosu çalışmaları için Ankara'da bir süre kalmış olması nedeniy
le Ankara ile bir tanışıklığı var. 1943 Şubat'ında Güzin Dikel ile Ankara'da
Azra'nın evinde nişanlandı. Ankara tarihinde yazılı bunlar. Adana sürgü
nü öncesi uğradı Adana'ya Mecitözü'nden gelerek, izinle. İkamete memur
olan izinsiz terk edemez kasabasını, kentini. "Göz hapsi" diye bir şey var
bu memlekette. Unutulmasın sakın. Evet Adana'daki sürgün yıllarında da
Ankara'ya uğramışlığı var Abidin'in. Bütün bunları alt alta koyup topladı
ğımız zaman Abidin'in başkentle ne kadar alışverişi olduğunu ortaya çıka
rabiliyoruz. Belki çok değil ama tanımak için yeterli.
AN KARA-MAN KARA
Cahit Külebi'nin İstanbul'da, 1946'da yayınlanan bir kitabı var. İs
mi Adamın Biri. Ön kapaktaki desen imzasız ama Abidin'in olmalı, kitabın
içindeki desenler ise (s. 7, ı6, 24, 29) Abidin imzalı. Abidin'deki kitapta
bunlar görülebiliyor. Abidin'deki örnekte birinci ve ikinci sayfalar yırhlmış.
Belki Külebi'nin imzalı bir notu vardı. Bilemiyorum. Kitabın arka kapağın
da ise şunlar yazılı: "Üniversite Matbaası Komandit Şti. Beyoğlu-İstanbul."
Ve elbette fıyah: Aynen şöyle "Fiatı: 75 kuruştur." Kitaba "Yanlış-Doğru
Cedveli"(aynen) bile konulmuş, "uçan" küçük bir kağıtta. San bir kağıt.
Hani bilirsiniz o yılların vazgeçilemez büro malzemesi.
Cahit Külebi'nin 1945-1946'da Ankara'da yaşadığını biliyoruz. Bu
sırada Abidin'den rica etmiş olabilir. Bu aynı zamanda Abidin'in Ankara'ya
varır varmaz çalışmaya başladığının başka bir ömeğidir.
Bu konuyu Güzin'e sordum. Hoşlanmadığı (Bunu benim önceden
bilmem elbette mükün olmuyor. Dolayısıyla ne çıkarsa şansıma diyorum.
Ne yapalım Gül'ü pardon Güzin'i seven dikenine katlanır) birinden veya bir
konudan sözetmek istediğim, bunlara ilişkin bir soru sorduğum zaman yap
hğı gibi beni kısa ve çok açık bir "Bilmiyorum"la yanıtladı. Her şey anlaşıldı.
Güzin bu konuyu açmak istemiyor. Geçelim. Ama başka kaynaklardan bilgi
ve veri bulunur umarım. Nitekim bulduklarımı burada size sunuyorum.
Paris Okulu ve Türk Ressamlan. Paris 1945-1960 isimli Türkçe ve
Fransızca kitapta (YKY, İstanbul, 2000, s. 128) , Abidin'in "ı946'da Ankara
Halkevi"nde bir sergisi sadece anılıyor. Bu konuda maalesef başka bilgim
yok. Güzin'e kalırsa Abidin'in iki sergisi var Ankara' da. Daha sonraki yıllar
da. Birazdan göreceğiz. Dolayısıyla bu konunun araştırılınaya ihtiyacı var.
Arif Damar, "Ama Oktay Rifat öldü ... " başlıklı ve Oktay Rifat'ı an
mak için kaleme aldığı makalesinde (Hürriyet Gösteri, Temmuz 1982, s. ıo)
194o'ların Ankara'sına götürüyor bizi:
"Oktay Rifat'ı ilk kez 1944'te Ankara'da Abidin Dino'nun evinde
görmüştüm. Sabahattin Eyüboğlu da vardı. Bir kişi daha vardı ama o Melih
Cevdet mi, değil mi bilemiyorum. Yemek zamanıydı. Yemek yeniyordu. İç
ki de vardı. O gece onları nasıl tedirgin ettiğimi çok sonra anladım. Sofraya
çağnldım gelir gelmez, Abidin Bey tarafından. Yemek yediğimi, tok olduğu
mu söyledim. Oturmayı da sürdürüyordum, kalkıp gitmiyordum. Böylece
ABi D i N DiNO
epey zaman geçti. Ev sahibi için de güç bir durumdu. Bir yandan, uzakta
oturan benimle ilgilenmek zorunda kalıyordu. Oktay Rifat, 'Artık bir şeyler
yiyebilirsiniz, bize katılın, birlikte olalım' anlamında güzel sözler söyledi.
Ötekiler de ısrar ettiler. Direndim, oturmadım. Az sonra da aç geldiğim Abi
din Dino'nun evinden aç kalkıp gittim. Oysa Abidin Bey' e ilk gelişim değil
di. İlk yemek yiyişim de olmayacaktı ... Evet o gece niçin sofraya oturmaktan
kaçınmıştım, söyleyeyim: Bıçak tutmasını bilmiyordum. Masadaki yiyecek
lerden de çekinmiştim. Böyle beyaz güzel bir sofraya hiç oturmamış, yemek
yememiş, içki içmemiştim. Küçük düşmekten korktum."
Olay çok ilginç değil mi? Bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: Bu
olayın "1944'te" yaşanmış olması mümkün değil. Çünkü o tarihte Abi
din'ler henüz Ankara'da değiller. 1 946'da veya sonrasında olabilir.
Evet Arif Damar'ın da belirttiği gibi, Abidin'lerin çevresinde, Anka
ra'da bulunduğu zamanlarda Sabahattin Eyüboğlu'na da rastlıyoruz. Anka
ra'ya uğradığı veya kimi zaman bir süre kaldığı dönemlerde Bedri Rahmi
Eyüboğlu'na da. Milli Eğitim Bakanlığında yüksek görevler üstlenen ve ile
rici genel müdürlere de, Örneğin Hakkı Tonguç'a.
Güzin şöyle aktanyor: "Daha ziyade Roji'nin evinde buluşurduk. Sıh
hiye'de bahçe içindeki evinde. Yoksa Abidin eski arkadaşlanndan devlet me
muru olanlarla özel ilişkilerden hep kaçınırdı. Onlara zarar vermemek için
onlardan hep biraz mesafeli durdu. Szabo'nun eski eşi Roji piyanist, evinde
sık sık buluşurduk. Sabahattin Eyüboğlu ailesinde asıl hanım, kız kardeş
Mualla'ydı. Çok parlak bir kadın. Bildiğimiz ve daha çok ilişkimiz olan oydu.
Gider gelir filan. Son derece serbest bir kadın. Mualla, Hasanoğlan köyünün
ve çevresinin planını yaptı. Okulu öğrencileriyle birlikte inşa ettiler. Mualla
da orada yaşıyor. Küçük bir köy evi vardı. Oraya götürürdü bizi. Bize bütün
köyiiliere dişlerini fırçalamayı nasıl öğrettiğini anlattı. Bütün köylüler onun
sayesinde her sabah dişlerini fırçalıyorlar. Mutluydu Mualla. Ama onu da ra
hat bırakmadılar. Ne dediler biliyor musunuz onun planı için? İnanmaya
caksınız! Efendim uçaktan bakınca Hasanoğlan köyünün biçimi orak-çekiç
miş! Buyrun bakalım! Bu adamlar da fikr-i sabit var kardeşim. Her yerde
orak-çekiç görüyorlar. Ne demeli? Bir süre sonra Abidin'in seramiklerinde
de orak-çekiç arayacaklar. Ve daha komiği 'bulacak'lar da. Pes doğrusu ! "
Orhan Veli Ankara'da bir ara otelde kalıyor. Mehmed Kemal anım
sıyor: "Orhan Veli, İstanbul Pasta Salonu'nun yanında 'Tavukçu Tayfur'un
bitişiğindeki ucuz bir otelde kalırdı" (A. g. k., s. 59). Ama bir süre sonra Or
han Veli de baskı ve polis takibinden nasibini aldı. "Orhan'ı. .. otelinde sı
kıştırıyorlar, yokken (odasında yokken. M ŞG) odasına giriyorlar, kitapları
nı, yazılarını, karalamalarını karıştırıyorlar, otelciye gözdağı veriyorlar.
Otelci bir gün dayanamamış:
- 'Orhan Bey, otel parasını bile vererneyen fakir bir insansınız. Po
lisler ne isterler sizden' diye sormuş. Orhancık bu, ne desin, verecek cevap
bulamamış, boynunu bükmüş:
- 'Ne bileyim ben .. .' demiş" (A. g. k., s. 19).
Polislerden rahatı kaçan Orhan Veli, otelden ayrılmak zorunda kalı
yor. Mehmed Kemal'in yazdığına göre (s. 59-60), "Buradan çıkıp kümes gibi
bir yere (Ekrem Vardar'ın bahçıvan kulübesine) sığınmak zorunda kaldı."
Kümes mümes hiç fark etmez. Orhan Veli oraya yerleşir. Ankara'da bulun
duğu ve arkadaşlannda yatıya kalmadığı zamanlar. Bu kümes ayrıca edebiyat
tarihinin ilginç sayfalanndan birinin dekoru olacaktır. Birazdan göreceğiz.
ABi D i N D i N O
Orhan Veli'nin çevresinde pek çok insan vardır. Genç şairler önce
likle, ama sadece o kadar da değil: Ankara'nın değişik fakültelerinin özellik
le DTCF ile Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin (SBF) öğrencileri. Örneğin
SBF'den Mübin Orhan. işte Abidin'in bakışıyla o yıllardaki/günlerdeki Mü
bin: "r94o'ların sonlarına doğru olmalı, bir ara Orhan Veli'nin yörüngesin
de dolaşan, ip ince, uzun boylu, terbiyeli, biraz çekingen, yakışıklı bir genç
tanımışhm. Hem Orhan Veli'nin akrabası, hem Tanzimatçı Reşit Paşa'nın
torunuymuş (Sahiden bir sakal taksanız, ünlü dedesine hpkı benziyordu) .
Şiir meraklısı değerli bir kaymakam daha yetişecek sanmıştım, ne
aldanış! Birkaç yıl sonra Paris'e vardığımda Mübin Orhon'u tekrar görece
ğiınİ hiç düşünmemiştim. Bambaşka bir genç adamla karşılaşıyordum,
Mülkiyeden neredeyse hiç iz kalmamış, resim yapma sevdasına kapılmış
bir çilekeş çıkmıştı karşıma."
Mübin, Paris'te daha sonra çok ünlenecektir. Ama Ankara yılların
da SBF'de okuyan ciddi bir öğrencidir.
Hiç şaşırtıcı değil Orhan Veli'nin akrabası olan biri için. O Orhan
Veli ki "Hürriyete Doğru" şiirinde "git gidebildiğİn yere" diyen şairdir çün
kü. Aynen şöyle:
"Hürriyete doğru"
"Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti, Gideceksin;
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden,
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
AN KARA-MAN KARA
Deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller duvaklar, donanmalar mı?
Heeeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğİn yere."
OKTAY Ri FAT
O yıllarda Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday'ın en yakın arkadaşı
Zonguldak valisinin damadı da olan şair Oktay Rifat'tır. Paris Siyasal Bilgi-
Aei o i N DiNo
ler Enstiilisünü bitirmiş, 194o'ta dönmüş, Basın Yayın Genel Müdürlü
ğünde bir süre çalışmış ve sonra avukatlık mesleğini seçmiştir. Aslında ba
ba mesleği şairliktir. Trabzonlu şair ve vali Samih Rifat'ın oğludur çünkü.
Ve nitekim 194ı'den beri Orhan Veli, Melih Cevdet Anday isimli lise arka
daşlarıyla "Garip" şiir akımını ilan etmişlerdir. Eşi Sabiha Hanım ise Gü
zin'in Fakülteden arkadaşıdır. Abidinler Maltepe'de otururken, komşu bi
le oldular. Oktay Rifat Abidin'e Fransızcasını işin içine katarak L'Abdüş di
yor. Eh o kadar olur artık iki arkadaş arasında.
Rifatların evinde Garip takımı yanında Cahit Sıtkı Tarancı, Necati
Cumalı uzun uzun "Toplum için sanat" mı "Sanat için sanat mı" mesele
sini tartışırlar. Cahit Sıtkı Tarancı o sırada yeni kurulmuş olan Çalışma Ba
kanlığında çevirmendir. Bir süre sonra kurulacak olan Türkiye Gençler
Demeğine üye bile olmuştur. Hatta demekte şiir üzerine bir de konferans
verdi. Nazım Hikmet için "Kafeste Dolaşan Aslan"lı şiirler de yazıyor.
Rifatların evindeki tartışmalara bazen Behice Boran oradaysa, O ve
Muvaffak Şeref de kahlıyor. Bu son ikisi Garipçilerin şiirlerini "sağcı şiir"
diyerek sıkı eleştiriyorlar. Abidin her üçünün şiirlerini de çok seviyor, on
ları savunuyor. Behice ve Muvaffak ile Garip takımının tartışması kızışın
ca Abidin zorunlu olarak hakem rolünü oynuyor. O arada Cahit Sıtkı Ta
rancı daha çok "nötr" bir tavır takınıyor. Aslında O da Garip akımının bu
üç sevimli şairini ve şiirlerini tutuyor ve O da o tür şiir anlayışına yakın şi
irler yazıyor. Ama kibarlıktan ve hiçbir şeye ve hiç kimseye karşı olmak is
temediği için ve böyle uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir özelliğe sahip olduğu için
açıkça taraf tutmuyor. Çekinen, çahşmaya razı olmayan bir adam Cahit Sıt
kı; veya en fazla arada bir "Yok canım" diye bütün o çok ciddi tartışmayı,
ağız kavgasını tatlıya bağlamaya çalışıyor. Mümkün mü? Bir akşamüzeri
Oktay'ın evinde kıyamet kopsun ve bunu Cahit Sıtkı'nın o zayıf ve ince ve
kibar "Yok canım"ı durdursun! Asla! Na-ümkün !
Oktay Rifat, bilinen hikayedir, Abidin de anlattı, "Birdenbire sokak
ta fenalık geçirip ölecek olsam, başıma bir kaza gelse yol ortasında, ne bi
leyim, hastaneye, bilemedin morga kaldırsalar, beni soyduklarında ya çora
bım delik çıkarsa? Felaket! " derdi var o günlerde. Ama ne iyi ki başına böy
le bir tatsız macera gelmedi.
"DöVERİM BAK!"
Güzin, Rifatlara ilişkin bir anısını sohbetimiz sırasında anımsadı. Bu
raya alıyorum: "Kavaklıdere'de Mecdi Devrim'in evine taşındığım gün veya
ertesi gün, ev sahibimiz bizi ziyarete geldi. Serbest fıkirli bir insan, tabii Abi
din'in durumunu, her şeyini biliyor. Hoş geldiniz ziyaretinde adam soruyor:
- Kimleri tanıyorsunuz Ankara'da?
Abidin de hani bu adamın ayarında, düzeyinde, beğeneceği dost ve
arkadaşlardan bir-iki isim buldu. İşte Oktay Rifat var, babası validir filan
eşinin babası da validir falan. Amaç iyi bir manzara çizmek. Şansa bakın
siz! Ertesi gün veya birkaç gün sonra, ev sahiplerimiz karı, koca baloya gi
diyorlar. Öyle şeylere tanık oluyorlar ki ertesi gün birinci iş, gelip bunları
bize anlattılar. Buyrun kararınızı siz veriniz: 'Yahu sizin Oktay Rifat da Ok
tay Rifat'mış yani helal olsun' dercesine. Olay şu: Ankara Palas'ta resmi bir
balo. Oktay ve Sabiha da orada. Birisi geliyor, ismini anımsamıyorum, Sa
biha'yı dansa kaldırıyor. Dünya güzeli Sabiha kibarlık olsun diye kalkıyor.
O dansı yapıyorlar. O parça bitiyor, dans edenler orkestrayı alkışlıyor filan,
yeni bir parça çalmaya başlıyor. O adam Sabiha'ya teşekkür edip masasına
bırakacağına, ikinci dansı da onunla yapmak istiyor ve dans ediyorlar. Vay
efendim sen misin tekrar dans eden. Ulan ben insanı fena yaparım, döve
rim! Oktay bu, kalkıyor yerinden, dans pistinde ikisinin arasına dikiliyor,
adamı biraz kenara çekip bir dayak atıyor bir dayak atıyor dillere destan.
(Katıla katıla gülüyoruz.) Neyse birileri araya giriyor ve adamı Oktay'ın elin
den kurtarıyorlar. Ama adamın pestilini çıkarmış bizimki. Ben adamı böy
le döverim! Sonra karı koca otomobillerine binip herkes evine.
Ev sahiplerimiz aslında bunu anlatırken Oktay'ı övüyorlar. Ama biz
rezil olduk. Düşünün onca övünerek, seçerek takdim ettiğimiz en yakın
dostumuz Oktay Rifat koskoca Ankara Palas'ta herkesin ortasında bir ada-
ABi D i N DiNO
ma resmen meydan dayağı atıyor. Bu kadar olur. Neyse ki ev sahiplerimiz
eleştirrnek için değil, neredeyse Oktay'ı övmek için ve bize 'Bravo ne dost
larınız varmış' demek için anlatıyorlar.
M UVAFFAK Ş EREF
Güzin'in biraz önce söz ettiği Muvaffak Şeref de Abidin'in çevresin
de bulunan insanlardan biri. O ve eşi Rebia Hanım. Güzin, Muvaffak Şe
refi şöyle anımsıyor: "Bilgili, hukukçu bir arkadaşımızdı. Hep bizimleydi."
Filiz Ali'nin yazdığına göre bir ara Karanfil Sokak'ta Adalar Apart
manında oturdular, sonra Saraçoğlu Mahallesi'ne taşındılar (A. g. k., s. 52).
Güzin o günleri anlatıyor: "Azra'ya evine gelirlerdi. Onların evine gittiğimi
zi hiç hatırlamıyorum, başka yerlerde, başkalarının evlerinde sık sık karşıla
şırdık. Hep beraberdik diyebilirim. Eşi Rebia Şeref'in Adliyede çok önemli
bir görevi vardı. Onu daha az görürdük Muvaffak Şeref hep koşuştururdu."
Şükran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü'nde Muvaffak Şe
refin ı Mart 1913'te doğduğunu okuyoruz. Demek ki Abidin'le yaşıt. Aynı ay
da aynı yılda doğmuşlar. 194ı'den 195ı'e Ekonomi Bakanlığı Sinai Mülkiyet
ve Teşkilatıandırma Şube Müdürlüğünde çalışıyor. Büyük ihtimalle 1951
Ekim ayındaki TKP tutuklamalan vesilesiyle Ankara Savcılığı tarafından açı
lan kovuşturmanın takipsizlik kararıyla sonuçlanmasına karşın bakanlık em
rine alınınca, devlet memurluğundan istifa ederek avukatlık yapmaya başla
dı. 194o'ın başından itibaren yayınlanan bütün ilerici dergilerde yazılar ya
yınlıyor: İnsan, Yurt ve Dünya, Ant, Sendika gibi. Tan gazetesinde de yazılan
var büyük olasılıkla, bugün maalesef unutulan eski sosyalistlerden biridir.
1968'de Türkiye ve Sosyalizm isimli bir kitap yayınladığını da eklemeliyim.
Eşi Rebia Şeref Nazım Hikmet'in açlık grevi sırasında ismini her
kese duyurdu: 14 Mayıs 1950 tarihli Son Posta gazetesinde yayınlanan
mektubuyla.
Son Posta Rebia Şerefi şöyle tanıtıyor: "Eski Cumhuriyet Başsavcı
sı merhum Fahrettin Karaoğlan'ın kızı ve değerli hakimlerimizden Rebia
Şeref." Ve gazete Rebia Şeref'in gönderdiği mektuptan bir parça alıyor.
Şöyle: "Babam rahmetli Fahrettin Karaoğlan bana 'Bir hakim olarak mem
leketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hadise, Nazım Hikmet'in
ABi D i N D i N O
lan ve tok sesli konuşmasıyla çok etkili, önder bir devlet adamı çapında. Bi
leşimli kısa cümleleriyle, hem Osmanlı'yı hem bugünün kültür sorununu
somut örneklerle anlatıyor. Binlerce kız, erkek köy çocuğunu toparlamış,
köy köy gezerek. Gün gün anlabyor çabalarını, bostan, tarla, bozkırları do
laşarak. Ana, baba, köylüleri kız çocuklarını okula göndermeye inandırmak
için didinip durmuş. Kültür birikiminin önemine inanıyor. O gece de sa
bahlanıyor tartışılarak Solcu aydınlar, iki Sabahattin (Sabahattin Ali ile Sa
bahattin Eyüboğlu. MŞG) ve Muzafferler (Muzaffer Şenyürek ve Muzaffer
Şerif. M ŞG) , Abidinler ve daha başkaları, sadece eğitimle işin üstesinden
gelinemeyeceğini ileri sürüyorlar. Sorun siyasal... Daha Makallar, Baykurt
lar, Apaydınlar yok ortada, ama hoşgörülü, güleç ve güvenli bakışlarıyla on
ları muştuluyor sanki Tonguç o gece."
Burada adı geçen Niyazi'nin Niyazi Ağırnaslı olduğunu anladınız
mutlaka. Bu tür toplantılar, Nahit Hanım'ın evinde de yapılıyordu. Ve he
le o yıllarda bekar olan Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde. Orhan Veli, Cahit
Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Necati Cumalı, yani Ankara'nın
bütün şair ve yazar takımı. Nurullah Ataç'a gelince, O, gençleri Özen Pas
tanesi'nde etrafına toplamaya bayılırdı.
E ROL GüNEY
Abidin ve Güzin'in istanbul'dan tanıdıkları başka bir dostları daha
var Ankara'da: Erol Güney. Tercüme Bürosunda çalışıyor. Güzin "Anka
ra'da biz Erol'la çok uzak durduk" diyor ve nedenlerini açıklıyor: "Anka
ra'da Abidin 'kötü kişi' olarak damgalanmış ve öyle yaşıyor. Erol ise Türki
ye Cumhuriyeti vatandaşı yeni olmuş, Rusya'dan göçmüş Yahudi diye par
ınakla gösterilenlerden. Eşi Dora ve baldızı Bella ile durumlarını mümkün
mertebe düzene sokmak istiyorlar. Baktık ki onlar da çok dikkat ediyorlar
bize karşı; biz o zaman büsbütün dikkat eder olduk. Bir de bizim yüzü
müzden başına bir iş gelmesini istemiyorduk Hoş bu kadar dikkate ve öze
ne karşın yine başına dertler açıldı; ama o artık başka bir mesele. Çünkü
Abidin nedeniyle adamın başına bir şey gelseydi çok büyük belalar birbiri
ni izleyebilirdi Erol için: Vatandaşlıktan çıkarılmasından sınır dışı edilme
sine belki hapsedilmesine kadar.
KADlNlAR
Ankara'nın sevimli aydın çevresinde bir şey dikkat çekiyor: Arala
rındaki kadın sayısının azlığı. Evet Azra Erhat, Behice Boran, Mediha Ber
kes, Aliye Ali, Nahit Hanım, Rebia Şeref, Dora Güney, Mualla Eyüboğlu,
var. Arada belki başka kadınlar da bu kervana katılıyor. Bir süre sonra Gü
zin Dino geliyor. Onunla birlikte Adana'daki öğretmen bayan arkadaşı da.
Hepsi bu kadar. Herhalde bu kadar.
O yıllarda bu çevreye genç ve güzel bir kadın daha katılacak. Bu Mü
şerref Hekimoğlu' dur.
1921 istanbul doğumlu olan Müşerref diğerlerine oranla biraz
gençtir. Ve çok güzeldir. Onun Tercüme Bürosuna yaklaşmasını "1949 yı
lı"nda olmuş biçiminde aktaran Oktay Akbal aynen şöyle yazıyor: "Bir sa
bah genç bir kız geldi. ilk bakışta göze çarpan bir kişilik. Uzun boy, güzel,
AB i D i N D i N O 273
etkileyici gözler. Eski İstanbul konuşması. .. " ("Müşerref arhk yok mu?
Cumhuriyet-Hafta, 13 Ekim 2004) Güzin anımsıyor Hekimoğlu'nu:
"Müşerref'le çok alıhaptık Bilhassa Abidin'i çok severdi. Çok kibar bir
kadındı. Ankara'da bize, çok sık değil ama arada bir uğrardı. Melih'le (Cevdet
Anday) alıhap oldular biraz. Melih Cevdet böyle dostluklara, yakınlıklara me
raklıydı. Bir ara arkadaşlık ettiler. Melih de yakışıklı adam o günlerde."
Müşerref Hekimoğlu hemen o günlerde Tercüme Bürosu işlerin
den vazgeçiyor ve gazeteciliğe başlıyor. Bunu Erol Güney anlatıyor (A. g. k.,
s. 195-196). Erol Güney'in kim olduğunu bilmeden ona aynen şunları söy
lüyor: "O Tercüme Bürosunda Rusça çevirilerden sorumlu bir adam var, is
mi Erol Güney. Kendisi çevirileri yalnız dostlarına verirmiş. Bunun için ar
kadaşımla bana bu klasiğin tercümesi verilmedi."
Hekimoğlu Rusça bilen bir arkadaşıyla bir kitap tercüme etmek ve
yayıniatmak istemiş, ama başvurusu kabul edilmemiş. Bunun nedeninin
de Erol Güney olduğunu sanıyor. Ayrılırken Erol Güney kendisini tanıtın
ca Hekimoğlu kırdığı potun farkına vanyar ve ikisi birden gülüyor ve dost
ça ayrılıyorlar. Ve dostlukları o yıllarda ve sonrasında sürüyor. Erol Güney
de onun için şunu yazıyor: "Gözlerinden zeka fışkıran güzel bir kadındı."
Güzin o günleri anlatırken teyzelerinden birini asla unutamıyor:
"Ankara'da çok ender cesur, yerli insanlar bizimle görüşürdü. Birçok insan
ise bizimle görüşmekten korkardı. Erol Güney ve eşi ile baldızları, yani Bel
la ve büyüğü Seza, öyleydi. Başkaları da vardı. Teyzem ve kardeşim bile
korkardı. Hem de nasıl. Teyzem bir okulda müdürdü. Bana tesadüfen rast
lasa bile ödü kopardı. İstanbul'dan Ankara'ya dönüşlerinde, 'Güzin sakın
beni karşılamaya istasyona gelmesin!' diye mesaj gönderen teyzem."
Güzin bu meseleden kitabında söz ediyor (s. 130) ve birkaç teyzesi
de olduğu için "korkak" teyzenin ismini soruyorum: "Cudiye Teyze. Anne
min küçüğü. Siyasetten uzak durmaya çalışan korkak bir kadın. Ankara
Garı'na gidip kendisini karşılamamamı istiyordu ama eve gelip annemi zi
yaret ediyordu. Birazcık sinirli filan bir kadındı. Ankara'da Biçki Dikiş
Okulu'nda müdürlük yaptı. Bursa ve Ankara'daki müdürlükleriyle çok
uzun bir kariyere sahip oldu. Ama feci derecede korkaktı. Emekli olduktan
sonra da tek başına yaşadı."
"MisuRi"jANKARA
Bu işlerin "uzmanı" kaçınılmaz olarak "Garip" hareketinin ele avu
ca sığmaz, içmeyi ve eğlenmeyi de en iyi biçimde yapmaya meraklı eleman
ları Orhan Veli, Melih Cevdet ile elbette Abidin'dir. Melih Cevdet Anday'ın
1946'da çıkardığı kitabın ismi Rahatı Kaçan Ağaç değil midir? Hani rahatı
kaçırılan demedik!
5 Nisan 1946'da ABD savaş gemisi "Missouri," Washington'da bir
buçuk yıl önce ölen Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi ve Abidin'in kadim
dostu Nesuhi Ertegün'ün babası Mehmet Münir Ertegün'ün cenazesini İs
tanbul'a getiriyor. ülkede büyük hadise! ABD'nin "Türkiye'ye elini uzattı
ğının" ispatıdır bu artık. 6 Nisan 1946 tarihli Cumhuriyet'in başlığı şudur
örneğin: "Filonun gelişi Türk-ABD dostluğunun parlak bir ifadesi oldu."
Ve bütün ülkede büyük bir heyecan. ABD neredeyse "kurtarıcı" dır. O sıra
larda SSCB'nin Türkiye'den kimi vilayetleri ve boğazlarda üs istediği söy
lentileri dolaşmaktadır çünkü değişik çevrelerde ve madem ki zaman za
man gazeteler de olayı büyütmektedir.
"Missouri" İstanbul'a geldi. Dolmabahçe önlerinde demirledi. Erte
si, gün ABD'li heyet Ankara'da resmi ziyarettedir. Peki Ankara'ya ya da An
kara'da ne oluyor? Bunu da Güzin anlatıyor:
"Amerikan gemisi 'Misuri' Türkiye'ye geldiğinde, devletçe içine dü
şülen telaş ve kamuoyundaki yankılar şaşırtıcı. O gece, Ankara Palas'ın kü-
Aoi oi N D i N o 275
çük yan kapısından girilen barda, gece yarısından sonra, kimi Amerikan
misafirler ağırlanıyor. Bar yükünü almış, kapılar kimseye açılmıyor. Or
han, Melih, Oktay, Abidin, Nahit Hanım ve daha birkaç dost, kapıdan dön
mek istemiyorlar. Orhan, eğilip, bar kapısının bir deliğinden içeri, 'Misso
uri... Missouri ... Missouri!' diye üç kez sesleniyor ve kapılar açılıveriyor.
Buyur ediliyorlar! Ayakta, barın önünde içkiler ısmarlanabiliyor. Hemen
kim olduklan biliniyor ve sivil polis çepeçevre kuşatıyor onları belli etme
den. Bunun üzerine, Melih'le Orhan matrak bir sohbet uyduruyorlar. Gü
ya, sınıf arkadaşlan olan birinden söz etmeye başlıyorlar yüksek sesle. Tar
tışmalı bir konuşma: ' Hayır, boyu benden uzun değildi, sen onun yanında
bücürdün. Annesi Rumdu. Lise ikide arkamda otururdu. Şimdi hariciyeci
olmuş. Olamaz, madem annesi Rum ... Anası Rum değil, babası dedik ya ...
Siviller, annesi ya da babası Rum olan hariciyecinin kim olduğunu belki de
ertesi gün saatlerce araştırmışlardır. Oysa, hepsi uydurma ... " (Gel Zaman
Git Zaman, s. 130-131).
Asi D i N D i N o 277
din'in o sırada TKP üyesi olduğunu varsayarsak, TKP bütün üyelerini yasal
bir parti içinde "açığa çıkartmak" istememiş olabilir.
İki sosyalist partinin izinde, birine veya öbürüne yakın pek çok
dergi yayınlandı bu aylarda: Sendika, Dost, Yann gibi. Basın-yayın dünya
smdaki canlılık 1946 başından itibaren gözlenen siyasileşme ile doğru
orantılıdır. Bu yayın organlarına Abidin'in çizgi ve yazılarıyla katkısı elbet
te araştırılmalı.
AN KARA-MAN KARA
yar. Beriki, uzun uzun düşündülden sonra, bir kibriti alıp, yine dikkatle, üst
üste duran kibritlerin yanına koyuyor. Karşısındaki, ciddiyetle alıyor o kibri
ti, oyun dışı ediyor. Önce yandaki yolcular, sonra yavaş yavaş, neredeyse tüm
vagondakiler gelip, oyunu seyretmeye koyuluyor, kuralları anlamaya çalışı
yor. Orada da, o uydurma dille tartışıyorlar. .. Tüm yolculuk böyle geçiyor.
Matrak, alaylı, şakalı, güldürücü durum ve olaylar ... Ancak bunlarla
korunabiliyor insan, ağır bunalımlı ve çoğu kez korkunç havadan. Gülmek,
gülebilmek gerek dayanabilmek için. Sürekli izlenmeler, kısalı uzunlu tu
tuklamalar, dayak, hakaret ve çeşitli eziyetlerden, gençliğin dayanıklılığı kur
tarıyor insanı, çoğu sağlığını koruyor böylece. Ama kimi de böbreğini, sinir
dengesini, yüreğini, ciğerini, bağırsağını çabucak eskitiyor, yitiriyor baskılar
sonunda. Oysa ne ki bunlar, sonradan olup bitenlerin yanında? "
HASANOGLAN'ı ZiYARET
Sabahattin Eyüboğlu'nun ve o günlerde onunla birlikte çalışanların
övünç kaynaklarından biri de mutlaka Hasanoğlan Köy Enstitüsüdür. Bir
çok sanatsal eyleme de sahne olan, Anadolu çocuklarının kendi yağlarıyla
kavrulup son derece güzel şeyler yaratabilmelerine olanak veren "bilim ve
sanat yuvası." Eyüboğlu ve arkadaşları eserlerini herkese göstermekten de
özel bir zevk alıyorlar, haklı olarak. Ve herkesin bu esere katkısını sunma
sını da bekleyerek. Eyüboğlu'nun kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı mektup
ların birçoğu bunu gözler önüne seriyor. Eyüboğlu ve arkadaşları arada bir
toplu gezi düzenleyip Ankara'dan öğretim üyesi, sanatçı, yazar, gazeteci ve
meraklıları Hasanoğlan'a götürmeye de bayılıyorlar. işte böyle bir gezi ve
ziyarete katılan Güzin o anları aktarıyor:
" Bir sabah, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gidiyorlar, Ankara'dan
birçok profesör, yazar, gazeteci ... Kıraç bir step yolunda, toz duman için
de 8o kilometre ... Bu boz düzlüğün üstünde birden, yine boz, şalvarımsı
pantolonlu üniformalarıyla, geniş hasır şapkalarıyla, 30-40 mandolinli
genç kız ve erkek. .. Çoraklık, yalın rüzgar, kızgın güneş ve mandolinli,
türküler. .. Güleç, sevimli, coşkulu kızlar, oğlanlar. Bozkırın ortasında se
vinç fırtınası, kamyonların peşindeler. Enstitünün geniş giriş yolu boyun
ca, sağlı sollu, Yunan, Latin, Türk, Fransız kültür büyüklerinin yontuları.
AN KARA·MAN KARA
giden cadde üzerindeki DP taraftarları önlerinden geçen milletvekillerin
den DP'lileri alkışladılar, CHP'lileri yuhaladılar.
6 Ağustos 1 946 tarihli Cumhuriyet TBMM'deki oylamaları şöyle
duyurdu: "Meclis açıldı, İnönü 451 oydan 388'i ile tekrar Cumhur Baş
kanlığına (aynen böyle yazılı) seçildi. Cumhur Başkanı seçiminde
Demokrat Partinin adayı Mareşal Fevzi Çakmak 59 rey aldı. Saraçoğlu
kabinesi istifa etti, yeni kabineyi kurmaya İstanbul milletvekili Receb
Peker memur edildi. "
Evet bizi en çok ilgilendiren nokta burada: H ükümet değişikliği.
Recep Peker, 193o'lardaki Tek Parti CHP'nin "katib-i umumi"si ve otoriter
bendedimoldum devletçiliğin şiddetli savunucusudur. Onun başbakanlığa
getirilmesi "siyasi liberalleşme" açısından felaket anlamını taşıyordu. Da
hası bu kadarla da kalınmadı: İçişleri Bakanlığına Şükrü Sökmensüer atan
dı. Daha önce gördük, Emniyet, istihbarat ve askeri geçmişi oldukça dolu
bir insan. Altan Öymen de ekliyor: "Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecin
de önemli görevler üstlenmişti. CHP'nin 'müfrit'lerinden sayılıyordu." (A.
g. k., s. 540).
Beterin beteri var: Milli Eğitim Bakanlığına getirilen kişiye bir ba
kar mısınız lütfen? Reşat Şemsettin Sirer. 193o'lardan bu yana her türlü
"ihbar," her türlü kışkırtmanın elebaşlarından. İnanılmaz derecede "müf
rit." İnanılmaz ölçüde solcu düşmanı.
SiRER'iN İcRAATI
Sirer'in Milli Eğitim Bakanlığına getirilmesinin eğer tek nedeni so
rulursa yanıtı çok kolay: Hasan Ali Yücel'in yedi yıl yedi ay yedi gündür
yaptıklarının yıkılması. Bakanlığın altüst edilmesi. Bakanlık ve genel mü
dürlüklerindeki ve kimi kurumlarmdaki aydın çevrenin darmadağınık edil
mesi. Eh doğrusunu isterseniz tam adamını seçtiler demek yerinde olacak.
Sirer silmek ve süpürrnek için işe koyuldu.
İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden uzaklaş
tırıldı. Bakanlıkta irili ufaklı bütün kadrolar değiştirildi.
Sabahattin Eyüboğlu Talim ve Terbiye Dairesi üyeliğinden alınıp
"müfettişliğe atandı." Yani "garaja çekildi," ilgisiz ve yetkisiz bir görevde iş-
Asi o i N D i N o
levsiz bırakılmak için. Bu arada kendiliğinden ayrılanlar da oluyordu: "Bu
adam(lar)la, yeni gelenlerle çalışılmaz" diyerek.
Bakanlığın Neşriyat Müdürlüğü de "payını" aldı. Ocak 1947'de Ter
cüme Bürosundaki işleri yürüten Orhan Veli ve Erol Güney işten çıkanl
dılar. Yaşar Nabi Nayır, Varlık dergisini ve yayınlarını İstanbul'dan yürüt
mek için Ankara'yı terk etti.
Neşriyat Müdürlüğünde çalışan Melih Cevdet Anday, Konya'da bir
memurluğa atanınca istifa etmeye kalktı. Ama o sırada araya Kütüphaneler
Genel Müdürü Aziz Berker girdi ve onun Ankara Kitaplığında tasnif me
murluğuna" atanmasını sağladı. (Bu konuda Melih Cevdet Anday A kan
Zaman Duran Zaman'da epey bilgi veriyor, s. 12 ve 114; Erol Güney de: s.
169; Güzin Dino da: s. 129 ve 130) Güzin Dino şunları yazıyor: "Başkent
delik deşik edildiği gibi Ankara'da biriken aydın topluluğunu da darmada
ğın etmek gerekiyor zahir ... Tonguç en büyük suçlu; köylere kadar yaydı
okumayı melanet! Alaşağı ediliyor. Her şairin peşine bir polis, her ressa
mın evi gözetim altında gece gündüz." Haksızlık ediyor Güzin Dino: O ka
dar da değil kardeşim, bakın Orhan S. Orhon da hem şair hem yazar ve de
milletvekili CHP'den, hem de madenci ve işçi kenti Zonguldak'tan. Sirer
de şair sever ama. Hakkını yememek lazım adamın!
Ankara'da alışılmış biçimde polis takibi sürüyor. Hatta eski bakan
Hasan Ali Yücel bile izleniyor. O günlerde hala Bakanlık Basımevinde ça
lışan, Şahap Sıtkı, Tercüme Bürosunun dağıtılınasını ve Hasan Ali Yü
cel'in başına örülmek istenen çorapları şöyle dile getiriyor:
"Reşat Şemsettin, Köy Enstitülerinin 'sol yatağı' olduğunu göster
mek için, Meclis Başkanı Kazım Karabekir'i Hasanoğlu'na davet etmiş.
Orada geçen bir olay, Sabahattin Eyüboğlu'nun evinde anlahldı. Ben o sı
rada Hasan Ali'nin liselerde okutulan Mantık kitabındaki terimierin Türk
çeleştirilmesiyle uğraşıyorum. Zaman zaman buluşuyoruz, kitabın tashih
leri için basımevine gidiyoruz. Bir gün otomobilde, Sabahattin Eyüboğ
lu'nun evinde işittiğim olayı kendisine heyecanla anlahyorum. O durma
dan beni tekmeliyor. Sonradan anladım, sözü değiştirdim. inince 'Ne yap
tığının farkında mısın?' dedi. 'Farkındayım, ama çok geç!' dedim. 'Yahu'
dedi, benim evin karşısındaki bütün otomobillerde polisler çalışıyor."
AN KARA-MAN KARA
Unutmadan eklemeli İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim sürüyor.
Ve bakıyorsunuz Memet Fuat Hop (Takma isim dediğin böyle olur) ile Tu
na Baltacıoğlu'nun Aşk ve Sümüklüböcek isimli kitabını yasaklar ve toplatır.
Neden mi? "Müstehcen"likten. Memet Fuat çok şaşırır ve ekler: "Açık sa
çık tek satır yok içinde" diye yazar ( Gölgede Kalan Yıllar, s. 519). Bu da
1946'da oluyor. O günleri yazan Tuna Baltacıoğlu da bu yasaklama ve top
latma işini anlatıyor (A. g. k., s. 214-217).
HAYAT PAHALI
Recep Peker yönetimindeki aşırı sağcı, ırkçı, tasfiyeci ve yıkıcı
hükümet iş başında kaldığı 9 Eylül 1947'ye kadar yapabileceğini yaptı. O
zamana kadar akla getirilemeyenler de dahil. Örneğin 12 Temmuz 1 947'de
"din öğrenimini serbest" bırakınayı da ihmal etmedi.
Reşat Şemsettin Sirer, Peker hükümetinin düşmesinden sonra
kurulan Hasan Saka hükümetinde de Milli Eğitim Bakanlığında kaldı. Ve
böylece silip süpürme işini 10 Haziran 1 948'de kurulan Hasan Saka
yönetimindeki ikinci hükümete dek sürdürdü. Büyük yıkım.
Ancak Recep Peker hükümeti gönderilmeden önce, bu hükümete
iktisadi alanda o zamana kadar Türkiye'de bilinmeyen bir şey yaphrıldı. Ta
rihe "7 Eylül Kararları" olarak geçen bu olayın en çarpıcı yönü Türkiye'de
ilk kez yapılan devalüasyondur. Yani Türk Lirası'nın (TL) değerinin dolara
göre "ayarlanması," yani düşürülmesidir. Evet 7 Eylül'de TL'nin değeri %
72 oranında düşürüldü. Korkunç bir "ayarlama" dır bu. Hayat pahalılığı akıl
almaz boyutlara ulaştı. 1938'de ıoo olan fıyat endeksieri Ağustos 1 946'da
386,6 idi, ama 7 Eylül Kararlarından sonra 412,9'a ulaştı. Müthiş bir paha
lılık Savaş yıllarındaki "Geldi İsmet (İnönü) kesildi kısmet" sloganı yeni
boyutlar kazandı.
EKİM 1946
TSEKP kendisine yakın aydın, sanatçı, şair ve yazarları bir dergi et
rafında bir araya getirdi: Yığın. İlk sayısı Ekim 1 946'da yayınlanan on beş
günlük "düşün ve sanat" dergisinin yazı işleri yönetmeni Adil Yağcı'dır.
Abidin Dino derginin 5· sayısında " Sanat ve Politika" başlıklı bir makale ya-
ABi D i N DiNO
yınladı. Elbette 5· sayının son sayı olacağını bilmeden. Çünkü sıkıyöneti
min o denli hızla harekete geçeceği veya geçirileceği tahmin edilmiyordu.
(Abidin'in bu yazısı Yazılar'da yer almıyor. Önümüzdeki yeni baskılannda
konulması umuduyla. Araştırmalarım sırasında bu yazıyı bulabilirsem el
bette Turgut Çeviker'e iletmek isterim.)
Yığın dergisinin yazarları arasında İlhan Berk, ö. F. Toprak, Cahit Ir
gat (O günlerde Mina Organ'ın eşi), Ali Karasu (A. Kadir'in o sırada kullan
dığı takma isimlerden biri) gibi toplumcu şairler yanında, Orhan Kemal, Ke
mal Bilbaşar gibi gittikçe tanınan öykü yazarlan bulunuyor. Hüsamettin Bo
zok, Aslan Kaynardağ, Rüştü Şardağ gibilerini de unutmamalı. Yığın, Na
zım Hikmet'in o günlerde yaratmakta olduğu Kurtuluş Savaşı_Destan!'ndan
parçalar yayınladı. Nazım Hikmet hala Bursa Cezaevinde mahkılmdur.
ı8 Ekim 1946'da ise daha ilginç bir gelişme ortaya çıktı: İstanbul'da
İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti, kısaltılmış biçimiyle İNHAKO Cemiye
ti kuruldu. Kurucuları arasında eski sosyalist ve kısa bir süre Mustafa Ke
mal'in İçişleri Bakanlığını üstlenen ama anlaşamamaları üzerine istifa
eden Cami Baykut, sosyalizme yakın duran ama daha çok "liberal demok
rat" olarak tanınan Zekeriya Sertel ile Tevfik Rüştü Aras, çiçeği burnunda
DP'den bağımsız milletvekili seçilmiş olan Mareşal Fevzi Çakmak ve daha
önemlisi adı ırkçıya çıkmış aşırı sağcı ve o sırada DP istanbul il Başkanı
avukat Kenan Öner bulunuyor. Son derece garip bir kokteyl. Nasıl olur de
meyin? Aras ve Baykut bakanlık yıllarından beri tanıdıkları Çakmak'ı ikna
edip bu işe katılmasını sağladılar. Aras'ın uzun süre Dışişleri Bakanlığı
yaptığını ve SSCB ile dostluk ilişkilerinin kurulmasında ve yaşatılmasında
belirleyici rol oynadığı anıimalı burada. Çakmak, cemiyet başkanı oldu,
Önen genel sekreteri. Cami Baykut o yıllarda Yeni Adam' da düzenli yazı
lar yayınlıyor. Özellikle dış ilişkiler konusunda. Yani adı geçenlerin tümü
tanınan, bilinen insanlar. Sertel'den söz etmiyorum: Daha bir yıldan az bir
süre önce gazetesi saldırıya uğrayan dönemin en ünlü gazetecilerinden.
CHP'nin müfritlerden oluşan hükümeti olayın üstüne, DP'yi yıp
ratmak umuduyla, hemen atıldı: Ve "DP solcularla, komünistlerle işbirliği
yapıyor" propagandasına başladı. Şuraya bakar mısınız? DP il başkanı işin
içinde. Dahası bir de bağımsız milletvekili var DP'li. Aslında Çakmak'a
AN KARA-MANKARA
herhalde yapılacak en büyük hakaret onu "solculukla" suçlamaktır. 1938'de
Nazım Hikmet'in en ağır biçimde "cezalandırılması" için genel kurmay
başkanı ve mareşal olarak bütün ağırlığını koyduğunu amınsatmak yeter.
Kenan Öner'e gelince en ilkel antikomünistlerden. Nitekim bir süre sonra
DP'nin CHP karşısındaki muhalefetini "danışıklı dövüş" ve "çok yumu
şak" olarak suçlayıp Millet Partisi (MP) kuruculan arasında yerini alacak
tır. Osman Bölükbaşı'nın partisi. Ki daha sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi'ne (CMKP), o da ı965'ten sonra Milliyetçi Hareket Partisi'ne
(MHP) dönüşecektir. 194o'ların ırkçılan 196o'lardakilerle buluşacak ve
günümüze kadar geleceklerdir.
ı8 Ekim 1946, tarihi açıdan, iyi seçilmişti. Siyasi deneyimsizlik ve
ya aptalca bir kışkırtma. Çünkü S SCB, Türkiye Cumhuriyeti'nin birinci no
tasını reddeden yanıtı üzerine ikinci notasım verip isteklerinde ısrar edin
ce, Türkiye'de tam ı8 Ekim'de bu ikinci notaya cevap veriyordu. Göz göre
göre lades buna denir. CHP'liler durumu hemen değerlendirdiler. Hele
dönemin İçişleri Bakanı "Zehir Hafıye" Şükrü Sökmensüer: Çok açıktı
efendim: İNHAKO Cemiyeti eşittir komünistlik o da eşittir " Rusya." Dik
katinizi çekmek isterim artık " Sovyet Rusya" bile denmiyor, sadece Rusya.
Böylece Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki karşılıklı savaşlara ve "Rus
zulmüne" çok açık gönderme yapılıyor. Bilinçaltına ve Abidin'in söylediği
gibi "bilinç üstüne de."
Çakmak ve Öner çok alındılar bu suçlamalara. Hemen gazetelere
açıklamalar yaparak "aşırı solcularla aniaşınama imkan yoktur" dedi mare
şal. Kenan Önerde "bu cemiyetin kurulmasıyla hiçbir alakam yoktur" diye
bildi. Pes: Çünkü ı8 Ekim 1946'da Cemiyetin kuruluşu Öner'in avukatlık
bürosunda yapılmıştı. Daha öteye bile gittiler Çakmak ve Öner: CHP'lileri
"komünistlikle" suçladılar... Ve bu iş uzadı. .. Ocak 1 947'de Hasan Ali Yü
cel ile Kenan Öner arasında suçlamalara ve adli safhaya kadar gitti.
AB i D i N D i N O
TBMM'de sıkıyönetimin altı ay daha uzatılınası için bahanelerden biri ola
rak ileri sürülüyor. (Bunları ve dahasını Aziz Nesin yazıyor: TBMM Tuta
nak Dergisi 'nden alıntılarla. Yazısı ilk kez 1973'te Cumhuriyet Dönemi Türk
Mizahı isimli çalışmada yayınlandı. Sonra Cumhuriyet Dönemi Türkiye An
siklopedisi'nde: Cilt: 6, s. 1435-1437. İletişim Yayınları, İstanbul, ) . Sıkıyöne
tim altı ay daha uzatılıyor. Birazdan ne işe yaradığını göreceğiz. Burada
Marko Paşa'nın ve Sabahattin Ali'nin başına gelenleri çok iyi biçimde özet
leyen bir alıntı yazmak zorundayım.
Marko Paşa gazetesi, o güne kadar hiçbir yayın organının görmedi
ği ilgiyle karşılandı; eleştirel yazılar, gülmece fıkraları ve çizgiler halkın son
derece hoşuna gidiyordu. Ama çeşitli yazılardan dolayı dergi sorumluları
da mahkemeye veriliyordu. Marko Paşa başyazarı Sabahattin Ali, iktidarın
inandırıcı olmayan yeni tutumunu eleştirdiği için Aralık 1946'da, ıo Mart
1947'de, 25 Haziran 1947'de ayrı ayrı nedenlerle suçlanıyor ve mahkum
oluyor. Gazetesi, Sıkıyönetim Komutanlığınca kapatıldıktan sonra değişik
isimlerle yayınlandı, okurları bu gazeteleri de kapışıyordu.
Ne var ki, "Topunuzun köküne kibrit suyu" başlıklı bir yazıdan do
layı (16 Aralık 1946) Sabahattin Ali, dört ay hapse mahkum edilmiş ve hü
küm Mayıs 1 947'de Yargıtayca onanınca, İstanbul ve Üsküdar cezaevlerin
de bu mahkumiyetini geçirmişti.
Hapisten çıktıktan sonra bir yazısında "adaleti tahkir" savının varlı
ğı ileri sürülerek tutuklanmış, 12 gün tutuklu kaldıktan sonra, yargılandığı
gün tahliye edilmişti. Ancak son yapıtı "Sırça Köşk" adlı olanı, Bakanlar
Kurulu kararıyla toplatılınca Sabahattin Ali'yi saran görülmez baskı, gide
rek somutlaşıyor ve büyük yazar da eleştiri dozunu dizginlemeye çalışsa bi
le her yazısı, aklından geçirmediği anlamlarla yorumlanıyordu.
(Kemal Sülker: "Ölümünün 36'ncı yılında Sabahattin Ali," Somut,
4 Mayıs 1984).
Filiz Ali'nin kitabında bu konularda geniş bilgi var. Ali'nin mektup
larına dayanan bilgiler birçok şeyi açıklaması açısından önemli. (A. g. k., s.
107 vd.) Bu arada Aziz N esin'in yazısında gazetesinin değişik kadroları ara
sındaki isimleri sıralarken, Orhan Erkip isimli kişi için "polis ve milli em
niyet ajanı olarak çalıştığı anlaşılmıştır" açıklamasını parantez içinde ver-
AN KARA-MAN KARA
mesi çok yerinde. Çünkü birçok dergi, gazete, sendika ve siyasi parti kendi
bünyeleri içinde bu tür insanların çalışhrıldığını bile söylemek istemezken
Aziz Nesin bu adamın ismini açıklayarak bir gerçeği gösteriyor. İyi ediyor.
Bu tür şeylerin günümüzde artık bilinmesinde sayısız yarar vardır. Ajanla
rın ve kışkırtıcıların maskelerinin indirilmesi demokrasi ve insan hakları
mücadelesinin olmazsa olmazlarındandır.
Evet CHP hükümeti rahatsızdı gelişmelerden. Çok rahatsızdı.
Aei o i N D i N o
S· Komünist propagandasını taşıyan her türlü yazının sıkıyönetim
hududu dahilindeki iliere girmesi ve bu illerde basılıp satılması yasaktır."
CHP, böylece sosyalist hareketin işçi hareketiyle ilişki kurmasına
büyük bir darbe vurdu. En azından İstanbul, İzmir ve diğer kentlerde. An
kara'da TKP "hücreleri" ortaya çıkarılamadı. Bunda Zeki Baştımar'ın "ko
nuşmamasının" rolü büyüktür. Baştımar, 1 944 tevkifatında olduğu gibi
1946'da da bir süre gözaltında tutuklu kalıp, sonra serbest bırakıldı.
O sırada Ankara örgütü Zeki Baştırnar ve Muzaffer Şerif Başoğ
lu'nun (daha sonra ABD'ye gidip sosyal psikoloji alanında evrensel üne ka
vuştu) yönetimindedir.
Zeki Başhmar, Ankara'da; Halil Yalçınkaya İstanbul'da; Mehmet
Bozışık İzmir'de örgütlenme çalışmalarını üstlenmişlerdir.
Ankara'da 1947'de ve sonrasında, Baştımar, gizli kadrolara pek çok
üye kaydedilmesinde rol oynamıştır. Öğrenci kadrosu Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi ile Devlet Konservatuarı'ndan sağlanmıştır. Türkiye Gençlik Der
neği bu çalışmalara katkıda bulunmuştur. Türkiye Gençlik Derneği (TGD)
1943'te İstanbul'da Mihri Belli tarafından kurulan ileri Gençlik (veya Genç
ler) Birliğinin devamı gibidir.
16 Aralık 1 946, aslında Türkiye'de sola vurolan büyük bir darbe ni
teliğindedir. Birçok militan ve işçi önderi gece vakti evlerinden alınıp götü
rülmüşlerdir. Bu günlerde gazetelerin yanlı, yani devleti tutar yayınları ile
SSCB'nin "Türkiye'den Doğu illerini ve Boğazlarda üs istediği" söylentile
riyle birlikte bütün ülkede ilkel antikomünist isterinin hakim olmasına yol
açmıştır: Baskınlar, güya gösteri adı altında kışkırtılmış öğrenciler ve "genç
ler" vasıtasıyla muhaliflerin korkutulması, matbaaların basılması. .. muhalif
gazetelerin paket paket deste deste alınıp kent meydanlarında yakılması. ..
BARBARLAR ANKARA' DA
İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer Ocak 1947 sonunda TBMM'de
yaptığı "Türkiye'deki komünist faaliyetlere" ilişkin konuşmasında, DTCF öğ
retim üyelerinden Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve eşi
Meliha Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Nusret Hızır ve Azra Erhat'ı "komü
nistlikle" suçladı. Kenan Öner de aynı şeyi yaptı. Ama mahkeme önünde ve
Bi R DE GüziN ANLATSIN
O günlerde, o olaylar sırasında DTCF'de genç doçent Güzin Dino
ise yaşadıklarını, o tehlikeli ve heyecanlı anları şöyle anlatıyor: Önce 4 Mart
1947'de olanları:
"Solcu profesör olarak bilinen Boratav'ın konferansı tıklım tıklım
dolu. Gelenlerin çoğu Polis Koleji öğrencisi, hem de kimisi içkili, gergin,
Aa i o i N DiNO
tatsız, elektrikli bir hava. Rektör olay çıkmasından korkuyor, konferansçı
nın salona girmesine izin vermiyor. Dinleyiciler arasında üç aylık hamile,
doçent Behice Boran da var, onu korumak için kendi öğrencileri salondan
ayrılmasını öneriyorlar. Yanında oturan ve çevresindeki dostlar, belli etme
den, tetikte bekliyorlar, olayların nasıl bir yön alacağını. Ön ve arka sıralar
polis öğrencilerle dolu. Uğultulu, saldırgan bir gürültü dalgası içindeler.
Uzun bir süre geçiyor, yine ağızdan ağıza, kimi öğrencilerden haber geli
yor: Profesör konferanstan vazgeçmek zorunda bırakılmış. Kimse kıpırda
mıyor. Kimi olay çıkarmaya gelmiş, boşuna mı geldiler yani? Konferansın
verilmeyeceği salona açıklanıyor, ama kimse yerinden kımıldamıyor. Uğui
tu sürüyor, tek tük laf atmalar başlıyor. Büyük bir yüreklilikle, gebe bayan
doçent ayağa kalkıyor, büyük bir soğukkanlılıkla, dostlarının ortasında,
kendi öğrencilerinin de uzaktan, belli belirsiz korumasıyla, salonu boydan
boya geçerek kapıdan çıkıyor. Ayağa kalktığında, üzerine atlayıp onu ve ko
ruyucularını perişan edebilecek olan o yüzlerce hazırlıklı genç, şıp diye ses
lerini kesiyorlar ve büyülenmiş gibi, gözlerini sakin ve dik, görkemle yürü
yen bayan doçentin grubuna dikip salondan çıkışiarına kadar büyük bir
sessizlik içinde, salonun ortasında ilerleyen yürüyüşü seyrediyorlar. Salon
dan çıkar çıkmaz bayan doçentin öğrencileri, onu apar tapar arka kapıdan
kaçırıyorlar. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin büyük giriş halünde Alman
Hititoloji profesörü dimdik duruyor. N azi Almanya'sından kaçmış. Dışarı
da sıralanmış polisler, cipler. Alman profesör, dalgın, dinliyor salondan ge
len, güya vatansever haykırışlan, bağırtıları. Alman profesör ağlamaklı. ..
Belli etmemek için, durmadan, beyaz mendiliyle bumunu siliyor.
O gün olay çıkarılamayınca, iki gün sonra (6 Mart 1947'de. MŞG)
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine ders saatlerinde hücum ettiriliyor. Başta,
yine Polis Koleji öğrencileri. . . Arka tarafta, bir dershanede, yazılı sınav ya
pıyor Güzin. Asistanlardan biri geliyor, "Odanıza gidin. Pencerenizden gö
rülecek çok şey var," diyor. Odası, fakültenin ikinci katında, ön tarafta, gi
riş kapısının üstünde. Aşağıda, yüzlerce genç, caddeye kadar yığılmış, ka
pıyı zorluyorlar. Rektör, kapının demirlerini taktırmış. Derken, camları
şangırtıyla kırmaya başlıyor dışarıdakiler. Rektör hemen kapıları açtırıyor.
Kalabalık çılgın gibi içeri dalıp merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Doğru
AN KARA-MAN KARA
rektörün odasına ... Güzin ise ne yapacağını şaşırmış, odasından çıktığında,
gerici, tutucu, Almanca profesörü bayan, kendi bürosundan çıkıyor ve " Siz
hiç ortada görünmeyin, sınav salonuna gidin," diyor. Oysa kimi kez selam
bile vermezdi ona. Nedense, o gün insancıl duyguları mı tuttu?
Sonradan öğreniliyor ki, saldırganlar, birçok profesörün gözleri
önünde rektörün üstüne başına, yüzüne gözüne tükürüyorlar, tükürük
yağmuruna boğuyorlar, Ankara Üniversitesi Rektörlük makamını.
Kişisel ve fiziksel saldınlar, o günden sonra, kahvelerde, lokanta hela
lannda da sürdürülüyor. Sabahattin Eyüboğlu zor kurtarıyor canını bir kez."
Olaylar nedeniyle sol eğilimli Türkiye Gençler Derneği Rektör Kan
su'ya olayları kınayan bir telgraf çekti.
Derneğin Memleket Gazetesi'ne gönderdiği açıklamada da "Türki
ye'de yalnız Moskova'nın değil hiç kimsenin uşaklığını yapacak bir genç
yoktur" deniliyordu.
Açıklamanın altındaki imza Nihat Sargın'dı.
Olaydan sonra Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Muzaffer Şerif
Başoğlu ve Niyazi Berkes haklarında soruşturma açıldı.
Soruşturma konuları arasında " Komünist tanınan Ruhi Su ile" ar
kadaşlık ve dostluk da vardı.
Boratav, yapılan yargılama sonunda aklandı. Boran ve Niyazi Ber
kes asliye ceza mahkemesince görevi kötüye kullanmak suçundan cezalan
dınldılar; Yargıtay bu kararı da bozdu.
ABi D i N D i N O
"1947 yılında Şubat başında Hür adlı bir haftalık gazete çıkarmaya
başladım. Bu gazete 6 sayı çıktıktan sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlı
ğı tarafından kapahldı. Bunun üzerine 'Zincirli Hürriyet' adıyla gazeteyi ye
niden çıkarmaya çalışhm. Fakat İstanbul'da hiçbir matbaa gazeteyi basmak
istemiyor, korkuyorlardı. Tam bu günlerde İzmir'de bir matbaa sahibinden
mektup aldım. Gazeteyi basabileceğini söylüyordu. Kalkıp İzmir'e gittim.
Zincirli Hürriyet İzmir'de de ancak üç sayı çıkabildL Çünkü Amerika'nın
Türkiye'ye el atmaya hazırlanması üzerine gazetede açılan kampanya CHP
iktidarını sinirlendirmişti. O günlerde CHP iktidan öğrencilere kaba kuwet
gösterileri yaptırarak, hoşlanmadığı görüşleri susturma yolunu denerdi.
İzmir'de Zincirli Hürriyet'i basan matbaaya da saldırı düzenlendi.
Daha sonra İstanbul'da bir sayı daha çıkarabildim. İzmir'de olduğu gibi,
tahrip edilmekten çekinen matbaalar, Zincirli Hürriyet'i basmadılar."
(Bk. Koray Düzgören - Yayına Hazırlayan, "Türk Solunun Yakın
Geçmişi. Mehmet Ali Aybar'ın Anılan.," Milliyet (Almanya basısı) , dizi ya
zı, 23 Aralık 1987 - 12 Ocak 1988. Alıntı 6 Ocak 1988 tarihli yazıdan) .
Mehmet Ali Aybar'ın gazetesinin İzmir'de başına gelenleri, döne
min gazeteleri, "Komünizmi tel'in mitingi" başlığıyla verdiler.
CHP'nin kurdurtluğu "9 Eylül Gençlik Derneği" kışkırtmasıyla, 19
Nisan 1947'de İzmir'de "ellerinde bayraklar ve Atatürk'ün resimleri oldu
ğu halde Cumhuriyet Meydanı'nda toplanan gençler, bundan sonra 'İzmir
li Hürriyet' gazetesinin basıldığı matbaaya gittiler, mevcut gazeteleri alarak
parçaladılar." Gençler, "Yurdumuza komünizm ruhu giremez. Kahrolsun
Komünizm" diye sloganlar atmıştır. Bu miting, birçok bakımdan 4 Aralık
1945'teki Tan olayını anımsatmaktadır. 20 Nisan 1947 tarihli Cumhuri
yet'ten izleyelim:
"İzmir yüksek tahsil gençliğinden bir grup, 19 Nisan 1947'de, öğle
vakti okulların tatil zamanında, liseiiierin de kahlımını sağlayarak komü
nizm aleyhinde bir miting yapmıştır. Gençler, 'savulun kızıllar, gençlik ge
liyor' şiirini hep bir ağızdan söyleyerek, yürüyüşe geçmişler; İstanbul kaça
ğı 'İzmirli Hürriyet' gazetesinin basıldığı matbaaya giderek orada durmuş
lar. Zabıta daha ewel burada tedbir almış bulunuyordu. Birkaç talebe kilit
li kapıları iterek (kırarak M . Ş. G.) açmışlar ve Cumartesi olmak münase-
AN KARA·MAN KARA
betiyle kapalı bulunan matbaaya girmişler, orada gördükleri 'İzmirli Hürri
yet' gazetesinin paketlerini alıp bunları pencereden gençlik gruplarına at
mışlardır. Gazeteler parçalanmış ve bu esnada 'Dağ başını duman almış'
marşı söylenmiştir. Gençler, matbaaya bir mektup bırakarak, bu gazeteyi
bastığı takdirde doğabilecek akıbetin mes'uliyetini yüklenmiş sayılacağını
bildirmişlerdir. Vilayet makamı, gençlerin yaptıklan tezahürlerde kanun
suzluk tespit edilmediğini, bir gazetecinin sualine cevaben bildirmiştir."
Saldırganlara hiçbir şey yapılmazken, Mehmet Ali Aybar, gazete
sindeki yazıları ve "Zincirli Hürriyet sahibi M . Ali Aybar'dan İstanbul Va
lisine açık mektup" başlıklı broşürü nedeniyle, bu dönem sık sık yargılan
mıştır. Örneğin, I 6 Mayıs I 948'de, broşürü nedeniyle Ankara'da (broşür
Ankara'da, Sakarya Matbaasında basıldığında) yargılanmıştır. (Hürriyet, I8
Mayıs I 948). Aybar broşürünün bir yerinde şunları söylüyor: "Düşünüyo
rum Anayasayı kimsesiz bırakınakla bu işe başlayanlar, senelerdir kanun
ları, keyiflerine göre tatbik ettiler. Milyon vurduğu ısrarla söylendiği halde
bir türlü Divanı Ali'ye verilmeyen bakanlar, mahkeme kararlarını kağıt se
petine atan valiler, köyleri haraca kesen kaymakamlar, hususi bir raporcu
lukla kurtuluveren anlı şanlı katillerden bahsolunmaktadır. Bu ne korku
yarabbi! Haftada bir çıkan bir küçük gazeteyi kanun dışı bastırmak için ne
kadar korkmak lazım, yanlış anlaşılmasın korkuları Zincirli Hürriyet'ten
değil, korkuyu yapan ve yaptıranların korkusu millettendir." Aybar, Zincir
li Hürriyet'in 5 Şubat I 947 tarihli sayısında S . Ali'nin "Asıl büyük tehlike
bugünkü iktidarın devamıdır" başlıklı yazısı ve kendi broşürü nedeniyle
hapis cezasına çarptırılmıştır.
ABi D i N D i N O 2 93
di: ' ... Gürültü ediyormuşsunuz, rahatsız olmuşlar!' diyerek, kimliklerimi
zi alıp götürmek istedi. Tuhaf şey. Gürültü etsek de, o zaman oralarda on
dan başka duyacak kimse yok. Bakhk kulübenin yanında bir 'sivil,' tabii he
men anladık. Birinci şubenin memuru, kimliklerimizi saptamak istiyor.
Kimlikletimizi vermedik, genç polis de bir şey demedi. Bu ufak olay tam
bir yıl sonraki olayın başlangıcıydı. .. "
KIŞKIRTMALAR SüRÜYOR
Sabahattin Eyüboğlu bu karmaşa, kışkırtma ve yüksek siyasi tansi
yon havası içinde saldırıya uğradı. Güzin Dino'nun bana anlattığı gibi: "Sa
bahattin Eyüboğlu'nu Ankara'da Kürdün Meyhanesinde, apteshanesinde
ırkçılar vurmaya teşebbüs ettiler." Gel Zaman Git Zaman da şunları yazıyor
'
2 94 AN KARA-MAN KARA
sailles'ı birlikte gezdim. Müthişti. Tam bir tarihçi. Gerçek bir ermiş. Bilme
diği şey yok." Evet, Magdi Rufer ile aşk böyle başladı. Ve sürdü. Sabahattin
Eyüboğlu İsviçre'ye gidip aileyle tanışıyor, vb. ı8 Nisan 1948'de Bedri Rah
mi ağabeyine aynen şöyle yazıyor: "Derhal onunla evlen! Ve derhal baba
ol!" (s. 274).
Sabahattin Eyüboğlu Paris'te boş durmuyor. Şiirler çeviriyor. Na
zım Hikmet'ten. Mehmet Ali Cimcoz'un gönderdiği şiirleri. 10 Ağustos
1947 tarihli mektubunda yazıyor: "Avukat Mehmet Ali bana Nazım'dan ye
ni şiirler gönderecekti, gelmedi, mevcutlardan yaptığım çeviriler beğenildL
Takma adla çıkacaklar." Bu şiirler değişik dergilerde yayınlandıktan sonra,
Hasan Güreh'in "notlanyla" 1951'de Paris'te bir kitapta toplandılar. Tristan
Tzara'nın önsözüyle yayınlanan kitap. Eyüboğlu, Paris'te Nazım'ın tanıhi
masında daha önce Abidin'in başlattığı çalışmayı sürdürdü. Belki Abi
din'in tavsiyeleriyle Tzara elbette ve en başta, Aragon, Eluard ve başka bir
çok şair ve yazarla ilişki kuruyor. Mektuplarında sözünü ediyor (Örneğin s.
z68'de) . Eyüboğlu Paris'te o günlerde bulunan ve bizim de Abidin'in arka
daşları vejveya tanıdıkları olmaları vesilesiyle tanıdığımız birçok ressam
dan, yazardan, şairden ve bilim adamı ve kadınından söz ediyor: Avni Ar
baş'tan, Selim Turan'dan örneğin. Bir ara Cahit Irgat'ın Paris'e geldiğin
den söz ediyor (Şubat 1 948'de olmalı). Daha sonra (9 Temmuz 1948 tarih
li mektubunda) "Mina geldi" diyor. Bu bizim Mina Urgan'dır. Ve o sırada
üç aylığına Paris'e gidiyor. Eylül 1948'de Mina Urgan ve Sabahattin Eyü
boğlu birlikte ve vapurla Marsilya'dan İstanbul'a dönüyorlar. Eyüboğlu bir
yıldan fazla süre kaldığı Paris'te oradaki bizim şair, ressam ve yazar takı
mıyla iç içe yaşıyor. Doğal: Çünkü, daha sonra Abidin ve Güzin'in de yaşa
yacakları, Schola Cantarum'da yatıp kalkıyor. Mektuplarında bu mekandan
hep "pansiyon" diye söz ediyor. Ve birkaç kez çok iyi biçimde betimliyor:
İçindekilerle birlikte. Kısa bir alıntı yapıyorum: "Pansiyon Paris'in en aca
yip evlerinden biri. Bir Rus romanı kadar zengin. Olmadık insanlar var."
Temmuz 1948'deki mektubunda ise şunları yazmaktan korkmuyor: "Pan
siyonda Türkler çoğalah keyfimiz kaçtı. Ama bu pansiyondan çıkmak bir
sorun. Kötü alıştık, çok sempatik yanları olduktan başka, ucuzluğundan,
serbestliğinden başka Magdi'nin sabahtan akşama kadar çaldığı ve başka
ABi D i N D i N O 2 95
hiçbir yerde çalamayacağı piyano var. Şimdi pansiyonda, Avni ve Selim'den
başka Cahit ve Mina var." Eyüboğlu'nun şikayet ettiği "Türkler" burada is
mi verilenler değil; daha pek çok insan var o günlerde "pansiyonda."
Eyüboğlu o günlerde Paris'te yaşayan ve bizim daha önce 1939'da
Sirkeci'den yolcu ettiğimiz Abidin'in kadim dostu Fikret Mualla'dan da
birkaç kez söz ediyor. Birkaç alıntıyla Fikret Mualla'yı ve Abidin'e dostlu
ğunu aktarmak istiyorum:
ıo Ağustos 1947 tarihli mektubunda: "Fikret Mualla şimdi gitti.
Kardeşinin ölümü ile meşgul. Anasına küfredip duruyor. Sana (Bedri Rah
mi'ye. M ŞG) mektup yazmış." (Burada söz konusu olan Mualla'nın üvey
annesidir.)
25 Şubat 1948 tarihli mektubundan: "Gelelim Fikret Mualla'ya. Bir
acı hikaye de o. Biçare Paris'te yoksulluktan büsbütün delirmiş. ( . . . ) Zaval
lı Abidin ona bu kadar yardım ettiği halde (O günlerde Abidin Mualla'nın
birkaç resmini satmış parasını ona iletmiş. M ŞG) aleyhine söylemedik laf
bırakmıyor. Niçin durmadan erzak göndermiyormuş, resimleri niçin sat
mamış! Pis Arnavut zaten niçin kendisine yiyecek yollamışmış? ... Birtakım
kaba küfürler de öğrenmiş. İnsanı kusturacak cinsinden. Boyuna onları
söyledi. Nasıl yaşıyor diye sorarsan, düpedüz dilencilikle. Rastgeldiğinden
para istiyor, arkasından enayiyi vurduk diye şarap içiyor. Kısacası Fikret
Mualla yok artık. Sana bunları yüreğim sıziayarak yazıyorum."
Abidin 1952 sonuna doğru Paris' e döndüğünden itibaren Fikret Mu
alla'ya elinden gelen kardeşliği, arkadaşlığı gösterdi, ona çok yardımcı oldu.
Özellikle kara günlerinde. Fikret Mualla'nın kara günleri çoktu o yıllarda.
1947'de Paris'te Maeght Galerisinde "1947'de Sürrealizm" sergisi
ni açtılar: bilmem Sabahattin Eyüboğlu o günlerde Paris'te miydi? Evet Sa
bahattin Eyüboğlu Paris'e giderek bir süre Ankara'nın boğucu havasından
kurtuldu.
1947'de Bedri Rahmi Asmalımescit'te, istanbul'dayız, kendi adını
taşıyan özel bir atölye açh. Ama Ankara'da baskılar sürüyordu.
Evet, Ankara'da baskılar sürüyordu: O günlerin genç şairlerinden
Mehmed Kemal tutuklandı örneğin: Dört buçuk ay. Kitabında bizzat yazdı
ğı gibi "Gözalhnda üç ay tutulduktan sonra hakim karşısına çıkarıldı." (Acı-
AN KARA-MAN KARA
lı Kuşak, s. 88) 1943'te de bir ay kadar gözaltında tutulan Mehmed Kemal'in
1945'te Birinci Kilometre adı altında yayınladığı şiir kitabı hemen yasaklan
mış ve toplatılmıştı. Bütün bu "suçları" nedeniyle Mehmed Kemal Yedek
Subay Okulundan "çavuş olarak" çıkabildi ve askerliğini çavuş olarak yaptı.
O yıllarda lise mezunları askerliği yedeksubay olarak yapıyorlardı.
Güzin o günleri şöyle anımsıyor: "Ama işte yok ediliyor Tonguç
hareketi ve o güzelim Köy Enstitüleri... Alaşağı edilen yalnızca o değil...
Ankara'daki şair, yazar, çevirmen, romancı, eğitimeHer çil yavrusu gibi da
ğıtılıyorlar."
ABi D i N DiNO 2 97
A.Dino bizim Abidin Dino'dur. Çizgileriyle dergiyi süslüyor. O gün
leri amınsayan Salim Şengil şunları yazıyor: Anlatısında Mecdi Sayman de
diği zatın Güzin'in Mecdi Devrim diye bahsettiği insan olduğu açık:
Salim Şengil, Abidin'le önce bir köylü gazetesinin çıkarılması vesi
lesiyle görüştüğünü ve birlikte çalıştıklarını anlatıyor, daha sonra Seçilmiş
Hikayeler Dergisi'nde. Aynen aktarıyorum:
"Toprak Mahsulleri Ofisi yayın işlerinde çalışıyor, bir yandan da Se
çilmiş Hikayeler Dergisi'ni çıkarıyordum. O zamanki İktisadi Devlet Kuru
luşları - bugünkü KİT'ler - 3659 sayılı yasa ile çalışanlarının sanatla uğraş
malarına izin veriyordu. Buralardaki görevliler isterlerse konser verebilir,
resim sergisi açabilir ya da bir sanat dergisi çıkarabilirlerdi.
Ofisin bir köylü gazetesi çıkartması kararlaştırıldı. Eğitici olacak,
ofisi sevdirtecek, hoş vakit geçirtecek. Bunun yönetimi bana verildi. Yarar
Ianacağım kişi olarak aklıma ilk gelen Abidin Dino oldu. Onun büyük kat
kısı olur, zamanın şartlarına göre de azımsanmayacak ölçüde telif parası al
ma olanağı bulunurdu. Hemen evine gittim. Abidin önerime "Olur... " de
di. Ama imzasını kullanmayacaktı. Zaten kullanmak istese bir çizgi bile
çizdirtmezler, böyle birisiyle işbirliğine girdiğim için benim de işime son
verirlerdi. Nedeni, onun çok sakıncalı bir kişi sayılmasıydı.
O sıralar Karagöz adlı bir gazete yayımlanırdı. Bu köylü gazetesi
de onun boyutunda, ilk sayfasında Karagöz gazetesinde olduğu gibi beş
sütuna renkli bir resim bulunacaktı. Ne var ki Ankara'da trikomi renk
ayrımı yapacak bir işyeri yoktu. Bu yüzden Abidin siyah beyaz bir resim
yapacak, bunun kimi yerlerini kurşun kalemle sınırlandırarak üzerleri
ne rengini ve yüzde kaç nokta -tram- verileceğini yazacaktı. Resmin al
tına da ona uygun düşecek iki üç satır -lejand- düşecekti. Böylece 3-4
kişiden oluşan çok güzel bir renkli basım ortaya çıkıyordu. Gazete ofi
sin arnbariarına gönderiliyor, bedava dağıtılıyordu. Kimi ambarların
ikinci kez istedikleri olurdu. Dino'nun hazırladığı resimler yüzünden
gazete sevildi, tutuldu. Resimleri kimin yaptığını soranlar olursa karar
laştırdığımız uydurma bir ad söylüyordum. O fiste yalnız bir kişi, genel
sekreter olan Fuat Pekin biliyordu gerçeği. Çağdaş bir düşüncede, M il
li Eğitim Bakanlığı Tercüme Dergisinde çeviri şiirleri çıkardı. ( Fuat Pe-
ABi D i N D i N O 299
EKİM 1947: KöMÜRDE ABiDiN
Ankara'da soğuklar bazen erken bashnr ve kömürünüz alınmaınış
sa zamanında evde hır çıkabilir. Güzin anımsıyor:
"1947-48 yıllarında, Ankara'da, kömür almak için ta yaz başından
yazılırdınız, gün ve sıra numarası alabilmek için. Gününüz gelince, kömür
tozundan kararmış, başlarından aşağı çuval geçirmiş, çıplak ayak hamalla
rın kömür yığınları arasında, kamyonlar arasında koşuştuğunu izler, vira
neler arasındaki dağıtım barakasının önünde uzanan bekleme kuyruğuna
girer, yağmurda, ayazda, gün kararmadan kömürünüzü teslim almaya, evi
nize taşıtmaya uğraşırdınız. Bağrışma, çağrışma, pazarlık, bitkinlik, peri
şanlıkh bu serüven. Bir yaz başı, gün almayı unuttunuz mu, o kış hapı yu
tardınız. İşte, evcek unutmuşlardı gün almayı o sene. İ stanbul dönüşü,
ekim ayının başında, ilk soğuklar başlayınca, ancak on beş günlük kömür
kalmış kömürlüğün köşesinde ve evde kıyametler kopmuş. Her biri öteki
ne atıyor kabahati. Hanımlar (Güzin ve annesi, M ŞG) hem birbirlerini suç
luyor, hem de Abidin'e yükleniyorlar. Öyle değil mi ya, hiçbir zaman evin
hiçbir işine önem vermez zaten! İşte onun (onun, yani Abidin'in, M ŞG) yü
zünden donacaklar bu kış zatürre, grip, öksürük, hepsi bekliyor onları.
Ekim ayında, arhk karaborsadan bile bulunmaz kömür, durum felaket...
Tiz sesli tartışmalar ve suçlamalar arasında akşam kararmaya başlarken,
Abidin kapıyı biraz sertçe çekip gidiyor. Ana kız sert tartışmalarını sürdü
reduruyorlar, derken... birbuçuk saat bile geçmiyor ki, Abidin,"Kömürlü
ğün anahtarını verin, kömür kamyonu bekliyor... " diye dönmüyor mu? Ev
cek, bu inanılmaz başarı karşısında şaşakalıp, süklüm püklüm, gidip kö
mürlüğü açıyorlar. Yine, koruyucu melekleri ya da Abidin'in şeytan tüyü
işin içinden çıkarmış onu..."
ABi D i N D i N O 303
"Abidin'in hastalığı sırasında her gece saat tam on ikide bir iğne ya
pılması lazım Abidin'e. İğneci getirecek olanağımız yok. Ona ödeyecek pa
ramız yok. İğneciye para ödersek iflas edeceğiz çünkü. Ben bunun üzerine
iğne dersi aldım. Mecburum. Çünkü günde üç iğne yapılıyor: Bir sabah, bir
öğlen, bir de gece yarısı. Gece on ikide hastabakıcı getirmek mümkün de
ğil. O zaman iğneleri bizzat yapıyorum. Ben ki bırakınız iğne yapmayı, iğ
ne görünce titriyorum. Birine iğne yapılırken bile seyredemem, ben Abi
din'e iğne yapıyorum! Abidin'e hastabakıcılık yapıyorum. Mecburen.
Abidin'in yarasının kapanması için o günlerde Ankara'ya uzak bir
ülkeden, Mısır'mıydı başka bir yer miydi şimdi anımsayamıyorum, bana
çocukluğumdan beri bakmış olan askeri doktor Burhanettin Bey geldi. Ne
kadar da iyi oldu. Bir de ona damşahın dedik. Ve Burhanettin çareyi bul
du. O sıralarda yeni çıkan bir ilaç vardı, yaraların hızla kapanmasını sağ
layan. Streptomisin olmalı adı. Ancak Türkiye'de henüz serbestçe satılmı
yor; ve bu ilacın alınması için Sağlık Bakanlığından özel izin gerekiyor.
Şansımız var, o sırada Sağlık Bakanlığı müsteşarı kim olsa beğenirsiniz?
Abidin ve benim Adana'dan tanıdığımız ve çok beğendiğimiz Seyfi Bey.
Hani daha önce sözünü ettiğimiz gerçekten devrimci bir insan. Seyfi
Bey'e durumu açıklayınca O hemen gerekli iznin çıkarılmasını sağladı.
Ama bundan sonrası da çok ilginç: Çünkü bu ilaç o günlerde sadece An
kara Emniyet Müdürlüğünün kadınlar bilmemne şubesinden veriliyor.
Bu şubede o sırada Ankara'nın Karaoğlan denilen semtinde, Ulus tarafla
rında Adiiyeden yukarı doğru çıkan yokuşta. Ben oraya gidiyorum: İşe ba
kın Ankara'nın vesikalı kadınları da orada. Evet, orası hayat kadınlarıyla
dolu. Meğerse onlara da bu ilaç veya başka tür ilaçlar izinle ve orada veri
liyormuş. O kadınların arasında ben de oturuyor ve sırarnı bekliyorum.
Son derece etkileyici, çok ilginç bir manzara. Epey gözlem yapma olana
ğım oldu böylece. Abidin her dönüşümde ilaç kadar bu gözlemime de il
gi gösteriyordu. Abidin'e hep anlatıyordum gördüklerimi, konuştukları
mı. Çünkü şubede sırarnı beklerken ne ahbaplıklar yaptım o kadınlarla.
Her biri bir roman o kadınların. Bunları evde Abidin'e anlatırken annem
arada bir şöyle diyordu: ' Dur bakalım daha neler göreceğiz neler!' Biz de
öyle diyorduk aslına bakarsanız. Ama annem hiç böyle şeyleri duymamış,
AN KARA-MANKARA
o nedenle bütün bunlar ona çok alelacayip bir hayat gibi geliyordu: Kapı
mızda polis bekliyor, Abidin böbreğinden ameliyat oluyor ama yarası ka
panmıyor, ilaç için hayat kadınlarının müdavimi olduğu 'eczane'den, ha
di buna eczane diyelim, ilaç almak zorunda kalıyoruz, vb. vb. Bu hayat
acayip değil de nedir?
Evet öyledir. Dahası o tedaviye rağmen bile hastalık daha iki üç ay
sürdü. Askeri Doktor Burhanettin Bey sayesinde. O günlerde Gülhane
Hastanesinde çalışıyordu, daha sonra paşa oldu."
O sıralarda, Aralık 1947 - Ocak 1948'de kırk gün kadar Ankara'da
yaşayan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Paris'teki ağabeyine 31 Ocak 1948 tarihli
mektubunda Abidin'in hastalığından şu şekilde şikayet ediyor: "Abidin bir
ameliyat geçirdi. Yara yeri kapanmıyor. Bir iltihap var. Oldukça üzüntülü.
İnşallah bugünlerde bir parça toplanmıştır." (Mektubu İstanbul'a dönü
şünden on beş gün sonra yazdığı için yakın geçmiş ve gelecek için dileğini
belirtiyor. Bedri Rahmi mektubunda, Aralık 1947'de Ankara'da olan-biten
bütün olayları özetliyor ağabeyine: O günlerin tarihi açısından son derece
önemli niteliğe sahip bir belge niteliğinde.)
CELAL CüNDOGLU
Çetin Altan daha önce andığım yazısında şöyle diyor: "Ankara 'da
gazeteciliğe başladığım yıllarda (1947 ve 1948 yıllarında. M ŞG) Postane
Caddesi'nden geçerken Gündoğdu (Cündoğlu olmalı) Han'ın vitrin camla
rından Abidin Dino'nun duvardaki büyük boy Zeybek (Altı çizili. M ŞG) fı
gürlerine bakardım" (Sabah, 10 Aralık 1993).
Abidin'in bu figürleri çizerken çekilmiş bir fotoğrafı var: Rasih Nu
ri İleri Arşivi'nden. Murat Belge bu fotoğrafı İstanbul Yalılan isimli kitabın
da yayınladı: Abidin yüksek merdiven üstüne tünemiş çiziyor.
Rasih Nuri İleri de Abidin'in vefatından sonra kaleme aldığı maka
lesinde bu konuya değiniyor ve Abidin "Cündoğlu Han'ında freskler yaptı"
diye yazıyor.
Biraz önce Güzin, Cündoğlu'nun Jaguarı ile gelip Abidin'i, Gü
zin'le birlikte, bakım için hastaneye götürdüğünü söyledi. O zaman Gü
zin'e, Celal Cündoğlu kimdir sorusunu sorabiliriz. İşte yanıtı:
Ani D i N D i N o
ı 946 sonrasında Abidin Cündoğlu Han'ında, freskler döşeniyor.
Rasıh Nuri ileri Koleksiyonu
"Celal Cündoğlu çok iyi ahbabımızdı. Kafa ahbabı değil öyle gönül
ahbabı. Arkadaş ama samimi ve Abidin'i beğenen bir arkadaş. Çok zengin.
İzmirli. Ayvalık taraflarında zeytinlikleri var. Zeytinyağı ticareti ile uğraşı
yor. Bu arada müteahhitlik te yapıyor. Çok para kazanan bir insan. Çok da
cömert. Küçükesat tarafında evi var. Büyük bir ev ama. Şahane. Beğendi
ğim bir ev değil ama gösterişli. Büyük çaplı zeytinyağı ticaretiyle uğraşıyor,
iyi para kazanıyor ve evi herkese açık. Geleni gideni var. Gerçekten cömert
bir insan. Evinde epeyce kalabalıklar toplanıyor filan. Bürosunu mimar
Selçuk Milar'a yaptırdı. Abidin de girişini fresklerle döşedi. ( Han'ın şu an
daki sahibi Celal Cündoğlu'nun oğlu olmalı, 2005 başında, bir gazeteye
açıklama yaptı : ' Evet Abidin'in freskleri hala duruyor' dedi. M ŞG.)
Ruhi Su'yu ona biz tanıttık. Ruhi Su'nun ilk plağını O yaptı. Ruhi
Su'yu ona biz götürdük. Orhan Veli'yi de. Orhan'ın şiirlerini ilk kez Celal
Cündoğlu kaydetti."
AN KARA·MAN KARA
Sıdıka Su, Celal Cündoğlu ile Ruhi Su arasındaki dostluğun 195o'le
rin sonunda sürdüğünü belirtiyor. Ruhi Su'nun 1951-1952 TKP tutuklama
larından, hapishane ve sürgün faslından sonra, hiç kimse kendisine iş ver
mezken hatta birçok insan bir selamı bile esirgerken, Celal Cündoğlu'nun
yardım elini uzattığını anlahyor: "Etimesgut'a iki kilometre kala, Ankara as
falh üstünde işçi evleri ( ... ) O evler Ruhi'nin dostu olan ve o sırada bizden
yardımlarını hiç esirgemeyen işadamı Celal Cündoğlu'nun işçilerinin loj
manlarıydı. Elektriği, suyu olmayan, zemini toprak işçi evlerinden biriydi bi
zimki de. Orada 24 ay oturduk." (Cumhuriyet, 23 Eylül 1992)
ABi D i N D i N O
nü'nün resmi kıyafetteki siyah beyaz fotoğraflarıyla süslü afışinden daha
etkili oldu. Veya öyle yorumlandı: Milar'ın renkli ve hareketli afışi. Ve he
men bir tartışma başladı: "Afışlerde resim olur mu?" Ve daha sonraki se
çim kanunlarında afışlerde resim bulunması yasaklandı. Bu yasak elbette
CHP'nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde hezimete uğramasını önleyemedi.
Selçuk Milar ünlü afışi gerçekleştirdiği sırada Milli Eğitim Bakanlı
ğı Teknik Öğretim Müsteşarlığında çalışıyordu. Afışin kendi eseri olduğu
nun bilinmesi üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Mi
lar'ı makamına çağırıyor. Milar bu vesileyle yaphkları konuşmayı şöyle
anımsıyor:
"-Demokrat Parti'nin Yeter Söz Milletindir afışini siz yaphnız de
ğil mi?
- Evet, efendim altında imzam var. (Afışin ilk biçiminde, sol alt kö
şede, Selçuk Milar imzası bulunuyor. Daha sonra imza kaldınldı. MŞG.)
- Sizi yürekten kutlarım. insanda hayranlık uyandıran çok üstün
bir başarı ...
- Teşekkür ederim. Özellikle sizin beğenmiş olmanız beni çok
mutlu etti.
- Asıl sizden biz yararlanmak isterdik ..
-... Siz benden böyle bir hizmet isteseydiniz yapmazdım. Çünkü
ben Türk milletinin demokrasi gerçeğini dinlemesinin değil yaşamasının
hasreti içindeyim. O nedenle sizin iktidarı halkın oylarıyla kaybetmeniz ve
muhalefetteki partinin iktidara gelmesini istiyorum.
- Pekiyi ama yeter sözü ile ne demek istiyorsunuz, ne yeter?
- Muhalifleri destekleyen vatandaşiara yapılanlar yeter; her gün ga-
zetelerde okuduğumuz tatsız olaylar yeter; devletin görevi olan hizmetlerin
muhalefetteki vatandaşlardan esirgenmesi yeter...
- Bu afışi sizden kim istedi?
- Onu size kesinlikle söyleyemem Bakanım.
- Neden?
- Başlarına neler geleceğini bildiğim için.
Sayın Yücel ayağa kalktı, 'teşekkür ederim' diyerek elimi sıktı. Ben
de kendisine teşekkür ederek odadan çıktım.
AN KARA-MAN KARA
Bu olaydan yaklaşık 20 gün sonra Urfa'da bir şantiyeye tayinim çık
tı. Teknik Öğretim Müsteşarlığından istifa ettim."
Milar Ankara'nın sevilen ve tanınan bir mimandır. Abidin'in o
günlerdeki en yakın arkadaşlanndan biridir. Nitekim Milar'ın yayınlamaya
başladığı ve ilk sayısı ı947'de çıkan Eser isimli dergide Abidin Mimar Si
nan üzerine yazısını yayınlıyor. Bu makalenin ikinci bölümü ise derginin
Nisan ı948'te yayınlanan ikinci sayısında okuyucuya sunuldu.
Vedat Dalokay, Milar üzerine yazdığı makalede bu dergiyi çok iyi
hatırlıyor: "Milar çabalanyla Eser adlı -kanımca çok güzel- bir dergi çıkar
dı. Hepimiz abone olduk. Ancak dergi iki sayı çıktı. Yıllar sonra kendisine
abone paramız ne oldu diye sorduğumda, parayı çıkarıp masanın üstüne
koyduğunu anımsıyorum."
Abidin'in Koca Mimar Sinan'a ilgisinin ı93o'lara kadar indiğini bi
liyoruz: Yeni S. E. S. dergisinin aralık ı939 sayısında yayınladığı "Atatürk
ve Sinan" makalesi buna bir örnektir. ( Yazılar: s. 300 - 30ı) Sinan'a ilgisi
daha sonraki yıllarda sürdü: Örneğin " Kim bu İlhan Koman" başlıklı ma
kalesinde İlhan Koman ile Sinan arasındaki ilişkiyi Koman'ın Edirneli ol
masında kurar. (Yazılar: s. 384 - 390. Bu makale Milliyet Sanat'ta yayınlan
dı: Önce ıs Mart ı98ı'de sonra ikinci kez ı s Ocak ı987'de.)
Abidin'in Sinan eserinde (YKY, İstanbul, ı999) Koca Mimar'a yö
nelik sevimli "güzellemeyi" okumak olası. Böylece Abidin Sinan'a ilişkin
yazdıklarının tümünün zirvesini okuyucularına miras bıraktı.
Selçuk Milar ile Abidin ve Güzin dostluğu sürdü. ı948'de Selçuk
Milar, Cündoğlu Ham projesini hazırladı ve inşaatında da işlerin başında
bulundu. Selçuk Milar'ı anlatan bir makale yazan Şevki Anlı bu yapıyı ba
kın nasıl övüyor: "Ulus'taki Cündoğlu İş Ham, milli mimari akımının so
nuna rastlayan çok başarılı bir yorum, nefıs bir inşaat örneğidir."Milar'ı ya
kından tanıma olanağı bulan Vedat Dalokay ise şunları ekliyor: "Yarattığı
Cündoğlu Han'ın duvarlarına Abidin Dino'nun resimlerine yer vererek,
Onu sanat dünyasına tanıttı. Hanın yapıldığı yıllarda Paul Bonatz yapıyı
gezmiş ve detaylarına hayran kalmıştır."
Paul Bonatz Milar'ı yakından tanıyor. Çünkü Milli Eğitim Bakanlı
ğında birlikte çalışmışlardı.
AB i D i N D i N O
Selçuk Milar dostu Cündoğlu'nun Ayvalık'taki evinin de mimarıdır.
Selçuk Milar'ın eşi Emel Hanım boşanıp, Abidin'in başka bir yakın
dostu olan o günlerin genç diplamatı Hami Batu ile evlenince de Abidin ve
Selçuk Milar dostluğu sürdü. Hami Batu ise, bildiğimiz gibi, Abidin ile
1938 Paris günlerinden tanışıyorlardı, dosttular, arkadaştılar: Gençlik arka
daşlığı unutulmaz kolay kolay. Emel Hanım ve Harnit Batu ile dostluk hep
devam etti. Parisli yıllarda Batular, Paris'e büyükelçi olarak gelince yeni ve
sevimli boyutlar kazanarak.
Selçuk Milar yeni eşiyle birlikte Cündoğlu Han'ın çah kahnda yaşa
dı. Abidin'le dostluğu sürdü. Abidin'in Türkiye'yi ender ziyaretlerinde
mutlaka görüştüler. 198o'lerin başında Milar Gaziosmanpaşa'da oturuyor
du. Her zaman Ankaralı olarak kaldı yani.
AB i D i N DiNO
şuradan geçerken Arif "Döner kebap dönmez olsun!" dedi. Leyla Abla'yı zi
yaret etmek. İstanbul'da yitip gitmemek için İstanbul'a gitmek.
Sıkıyönetimin kaldırıldığını duyar duymaz, Abidin hemen Gü
zin'in annesiyle konuşup, gara gidiyor ve İstanbul'a üç bilet alıyor: Güzin
Fakülteden döndüğünde ev halkı İstanbul seferine çıkmak üzere. Güzin bu
seferi kaçıracak değil. Ver elini gar. Ver elini Haydarpaşa: İstanbul'un Ana
dolu kapısı merhaba.
Güzin anlatıyor: "Abidin, 5 Aralık 1945'te vefat eden Suphi Nuri ile
ri'nin ölümüne çok üzülmüştü, cenaze törenine katılamamış olmaktan da.
O nedenle sıkıyönetim kaldınlır kaldırılmaz sürgünler de kaldınldı nasıl ol
sa deyip gittik ve hemen Leyla Abla'ya koştuk: Başsağlığına. Annem kızkar
deşinin evine gitti. Biz Nişantaşı'na, Leyla Abla'ya. Kamelya Apartmanına.
Trenle gece gittik. Tekir Kedi de yanımızda elbette. Sabah erkenden vardık
eve. Evde Rasih var, yirmi altı yirmi yedi yaşında. Leyla Abla var. Naile Ha
nım var. Yatak hazırlanmış. Naile Hanım o sıralarda yüz yaşında mı ne, öy
le bir şey, ama yine koşturuyar her işe: O günü evde geçirdik Ertesi sabah
herkes işinin gereği, görmesi gereken insanlara göre bir yöne gittik. Ben
öğlen saatlerinde eve döndüm. Evde kimse yok. Abidin bir not bırakmış sa
dece: 'Beni götürüyorlar.' Beni bir panik aldı: Polisler demek gelip Abidin'i
evden almışlar. Epeydir istanbul'a gelmediğim için nereye gideceğimi, ne
yapacağımı da bilemiyorum. Neyse ki hemen aklıma Mina geldi. Mina o sı
rada Fakültede Halide Edip Adıvar'ın asistanı. Mina'ya telefon ettim. Duru
mu aktardım. 'Gel buraya anlatırsın' dedi. Kalkıp Mina'ya gittim. Onunla
konuştuktan sonra bana birlikte Halide Edip Adıvar'a gitmemizi önerdi.
Halide Edip o sırada Beyazıt'ta oturuyordu. Ona gittik. Bizi can kulağıyla
dinledi. Üzüldü duruma. Abidin'i seven biri. Aynca kendisi de sürgünün
ne bela bir şey olduğunu bizzat biliyor. Sağa sola telefonlar etti, bağırdı ça
ğırdı, epey bir patırdı kopardı, ama sorumlu birini bir türlü bulamıyoruz.
Kimse bize Abidin'in nerede olduğunu söyle(ye)miyor. Sıkıyönetim kalk
mış kalkmasına ama yine de olsa olsa, 'Abidin'i Harbiye'ye götürmüş ola
bilirler' dedi. Sıkıyönetim resmen kalkmış ama fiilen büroları hala duruyor
ve bazı işleri İstanbul'da hala askerler yönetiyor. Akşam oldu. Halide
Edip'in evinden Mina ile çıkıyoruz, hiç unutmam, Halide Edip aynen şunu
AN KARA-MAN KARA
söyledi: 'Türkiye maalesef böyledir, bir insanın boyu bir santim geçerse he
men vurulur!' Mina ile çıktık. Mina aynlırken tutturdu, 'Ben olsam Harbi
ye'ye gider bakarım orda mı?' Mina evine döndü. Ben Harbiye'ye doğru git
tim. Harbiye'ye vardım. Kapıda bir nöbetçi. Durumu anlattım. Beni bir su
baya havale etti. Subay bana şurada, şuraya gideceksiniz, orada bilmem ki
mi göreceksiniz, size sadece o subay bilgi verebilir, dedi. Ve yanımda bir as
kerle beni o büroya gönderdi. Askerle Harbiye'nin koridorlannda yürüyo
ruz. Ama beni aldı bir korku. Hava kararmış, Harbiye'nin koridorlan ka
ranlık ve daha garibi bana sanki koridorlar gittikçe daralıyor gibi geliyor. Biz
yürüyoruz koridorlar daralıyorlar ve diyorum ki böyle yürümeye devam
edersek koridorlar üzerimize kapanacak. Ödüm koptu. O karanlık, loşluk
ve korku. Birdenbire durdum ve askere ben vazgeçtim bu işten dedim. Son
rasını bilemiyorum, kendimi Harbiye'nin dışında bulunca derin bir nefes
aldım, bir daha derin bir nefes aldım. Kabustan uyanıyor gibiydim. Ne kor
ku, ne panik ama. Leyla Abla'nın evine Nişantaşı'na döndüm.
(Maçka Teknik Üniversitesi binası astsubay okulu olarak yapılmış
tı. Yanındaki küçük bina ise Jandarmaya aitti. Bu bilgiyi Murat Belge veri
yor: İstanbul Gezi Rehberi'nde: s. 264. Güzin'in gittiği bina bunlardan biri
ve herhalde ikincisi olmalı. M ŞG.)
Orada durumu öğrendik: Abidin'i yine Sansaryan Han'a götür
müşler. Götürenler yine Siyasi Polisten memurlar. Leyla Abla ile hemen
bir iki battaniye ve birtakım giysilerle Sansaryan Han'a gittik. Çıktık üst ka
ta. Ama bizi Abidin'le görüştürrnek istemiyorlar. Ama olsun Abidin'in ora
da bulunduğunu öğrendik ya. Ertesi sabah Leyla Abla ile biz ikimiz yeni
den Sansaryan Han'a döndük. Sabahın köründe. Biz bir tür salıanlık gibi
bir yerde, büroların girişinde, bekliyoruz. Biz beklerken birçok genç geldi.
Çoğu sivil giysili hemen hemen hepsinin yakasında Hukuk Fakültesi roze
ti. Bu arada bir de ayakkabı boyacısı gelmesin mi? Leyla Abla'nın saflığına
ne dersiniz?: Ayakkabı boyacısını görünce ayakkabılarını boyatıyor ve ada
ma para bile veriyor ve daha güzeli adam parayı alıyor. Tam komedi yani.
O sabah gördüğüm gençleri ve yakalarındaki Hukuk Fakültesi rozetlerini
asla unutamam. Evet sivil polis bulunduğunu biliyorduk, ama sayılarının
bu kadar çok ve bu kadar genç insanlardan olduğunu o ana kadar bilmiyor-
ABiDiN D i N O
dum. O gün orada öğrenmiş oldum. Ayakkabı boyacısı ise bana elbette za
man zaman Ankara'da bizim evin oralarda dolaşan bazen tam evin karşı
sında tezgah kuran sivil polisi anımsattı. Birbirine ne kadar çok benziyor
lardı. Bu kadar olur.
Neyse epey bekledikten sonra nihayet bizi o ünlü 'Parmaksız' Ham
di kabul etti. 'Ankara'ya dönecek' dedi. O arada izniyle Abidin ile çok kısa
görüşebildik Abidin 'Merak etmeyin' filan dedi. Biz çıktık. Artık Haydarpa
şa Gan'na gidip beklemek kalıyordu ... Annemle gara gittik. Vapur geliyor,
yolcular iniyor. Abidin yok. Bizi bir merak sanyor. Ya gelmezse ya bırak
ınaziarsa diye. Bir vapur daha geliyor, biz yine merakla bekliyoruz, 'Ya çık
mazsa!' korkusuyla. Abidin çıkıyor nihayet. Birkaç adım arkasında sivil po
lis. Trene biniyoruz. Ankara'ya dönüyoruz. Ankara'da polis 'Emniyete götü
rüp teslim etmem lazım' diyor. Annemle ben eve dönüyoruz. Beklerneye
başlıyoruz Abidin'i. Abidin birkaç saat sonra eve geliyor. Ve biz yeniden An
kara yaşamımıza kaldığımız yerden başlıyoruz. İstanbul'a bu seferimiz hiç
beklemediğimiz bir şekilde sonuçlandı. Ama Abidin Leyla Abla'yı ziyaret
olanağı buldu ve başsağlığı dileklerini iletebildi. Bu da az şey değil hani."
Abidin değil mi İstanbul'u şöyle tanımlayan:
ABi D i N D i N O
Aralık 1947'deki saldırganlıklar sırasında Abidin ve Güzin'in Sıhhi
ye'de doktordan dönerken otomobil içinde saldırganların ortasında kaldık
larını ve son derece korkulu dakikalar geçirdiklerini daha önce Güzin'den
aktardım.
Bu arada Aralık 1947'de görevlerine son verilen öğretim üyelerin
den Güzin'in çok iyi arkadaşı Azra Erhat hayatını daha sonra gazetecilik ve
çevirmenlik yaparak kazanmaya çalışh. Uluslararası Çalışma Bürosunun
Ankara'daki kitaplığında memurluk yaph ...
Aralık 1 947'de "gençlerin sol eğilimlilerle savaşmak için örgütler
kuracağı" basma bildirilince; bu haber hükümet tarafından desteklendi ve
basın organlarında "memnunlukla" karşılandı. İki örnek olarak Cihat Ba
ban'ın 12 Aralık 1947 tarihli Tasvir'deki "Milliyetçi Türk gençliğine muvaf
fakiyet dilerim" yazısıyla Nadir Nadi'nin 14 Aralık 1947 tarihli Cumhuri
yet'teki " Komünizmle savaşırken" başlıklı başyazısı anılabilir.
N adi aynen şunları yazıyor:
"Yüksek öğrenim gençliğinin komünizm tehlikesine karşı ciddi bir
mücadele açhğını memnunlukla haber alıyoruz. Milli varlığımızı yok et
mek amacını güden bir düşmanı sınırlarımızın ötesinde zararsız bir hale
sokabilecek yegane kuvveti ancak fikir ve iman gençliğimizde arayacağımı
za göre teşebbüs doğrudur ve yerindedir. Yarınki büyüklerimiz demek olan
bugünkü yüksek öğretim nesillerine savaşlarında aydın başarılar dileriz.
ilk bakışta gençliğin teşebbüsünü belki lüzumsuz göstermek isteyen
ler çıkacaktır. Türkiye'de komünizm propagandası yasak edildiği ileri sürüle
rek, tek taraflı bir savaşın uygunsuzluğu üzerinde belki gizlice durulacaktır.
Fakat düşmanın pek yakınımızda bulunduğu ve açık emellerini yürütmek
için her çareye başvurduğunu hahrlayanlar bu sinsi iddialara kulak asmaya
caklar, gençliği mücadelesinde desteklemekten geri kalmayacaklardır."
Bunun devamında, 16 Ocak 1948'de, İstanbul Gazeteciler Cemiye
ti merkezinde, Hüseyin Cahit Yalçın başkanlığında toplanan Türkiye Gaze
teciler Birliği Merkez idare Heyeti,"Komünizmle mücadelede bütün Türk
gazetelerinin müşterek ve mütesanid (dayanışma içinde f dayanışık) bir
cephe teşkil ettiklerini ve bu mücadelenin aynı uyanıklık, azim ve hararet
le devam edeceğini" açıkladılar. (Cumhuriyet, 17 Ocak 1948)
ANKARA'DAKi FRANSA
O yıllarda Ankara'da bir Fransız topluluk var: AFP (Agence France
Presse. Fransa Haber Ajansı) ve Fransa Cumhuriyeti Büyükelçiliği çevresin
de. Ve bilhassa "cooperant_techniqu�" sıfatıyla Türkiye'de sivil işlerde çalışan
ve Fransa yasalarına göre askerlik görevlerini yapan birkaç genç. Fransa'da
yabancı bir ülkede sivil bir görevde çalışmayı kabul edenler belli bir süre bu
işi yaparak hem o ülkeyi, dilini, geleneklerini, kültürünü tanıma olanağı bu
luyor, hem de böylece askerlik görevini yerine getirmiş oluyorlar.
AFP en başta Erol Güney ile tanınıyor Ankara' da. Erol Güney Ter
cüme Bürosundan ayrıldığından beri AFP'de çalışıyor. Bu arada İstan-
AB i D i N D i N O
bul'da Fransızca olarak yayınlanan Stamboul gazetesine katkıda bulunuyor.
Ankara'ya uğrayan Amerikalı, Fransız gazetecilerle ilişki kuruyor. Veya on
lar Ankara'ya geldiklerinde mutlaka Erol Güney'le de görüşüyorlar. Örne
ğin Le Monde gazetesinin "Ortadoğu Uzmanı" Edouard Sablier. Erol Gü
ney bizzat şunu söylüyor: "Ankara'ya her gelişinde mutlaka bana uğrar ve
benden durum hakkında genel bilgi alırdı." (A. g. k., s. 207)
Erol Güney o günlerde Abidin ve Güzin ile düzenli görüşmüyor. İki
tarafta diğerinin başına yeni belalar sarmamak için ilişkilerini en aza indir
miş durumda. Ama zaman zaman bir yerlerde karşılaştıkları da oluyor.
Belki birazdan sözünü edeceğim cooperant techniq u� lerden (Türkçesini
'
3 20 AN KARA·MAN KARA
lar, Abidin'e arkadaşlık ediyorlar. Hem Abidin hem ben Fransızca konuş
tuğumuz için Bazinlerle sohbet ve fıkralar gırla gidiyor, her şey var, o tat
sız o baskılı günlerde böylece zaman zaman hoş saatler geçirdiğimiz olu
yordu. Çok hoştu arkadaşlığımız. Bazin de çok şakacıydı. Müthiş esprili bir
insan. Bazin ve Abidin birbirlerini çok beğendiler ve bu arkadaşlık sürdü.
Bazin bizim yakın çevremize girmezdi. O sırada Ankara'da bulunan diğer
Fransızlada ahbaptı Andre Clotlarla ve diğerleriyle.
O sırada başka bir Fransızca öğretmeni daha vardı: Mösyö Giraud.
(Erol Güney'in kitabında bu isim yanlışlıkla, mutlaka bir dizgi hatası olma
lı, Ciraud biçiminde yazılı. MŞG) Bazin Giraudlarla görüşürdü. Clotlarla
da. Bayan Clot müthiş piyanistti. Yanılınıyorsam zaman zaman evinde pi
yano konseri verirdi. Bayan Clot Romanyalı. Clot daha önce orada, Bük
reş'te, AFP temsilciliği yapmış ve eşiyle orada tanışıp evlenmişti. Clot AFP
temsilciliği döneminde Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras devletlerin he
men hemen birçoğunda görev yaptı. Nitekim Ankara'dan sonra Atina'ya
gitti. Böylece Osmanlı tarihini yakından inceleme, tanıma olanağı buldu.
Bu sayede hem Fatih'i yazdı hem Kanuni'yi."
Her biri üzerine birer kitap "yumurtladı." Zamanı gelince görece
ğiz. Bayan Clot Romanya Yahudilerinden ve çok iyi piyano çalıyor. Bu açı
dan da Erol güney ile bir koşutluk var: Çünkü onun eşi Dora da Romanya
Yahudilerinden ve çok iyi piyano çalıyor. Bu ortak yön arkadaşlıklarının pe
kişmesinde mutlaka rol oynadı.
Güzin'den Giraud ailesini anlatmasını rica ediyorum: "Mösyö Gira
ud o günlerde çok gençti. Tabii yeni bir başkentte bulunmak, yeni bir çevre
içinde bulunmak hoşuna gidiyordu. O da eğlenmeyi, hoşça vakit geçirmeyi
seven bir insandı. Eşi Renee Giraud da öyle. Genç insanlar işte. O da yanıl
ınıyorsam Hukuk Fakültesinde Fransızca dersi veriyordu. Bu dersler aslın
da haftada bir-iki saatle sınırlı kalan şeylerdi. Dolayısıyla epey boş zamanla
rı oluyordu. Ve bunu Türkiye'yi tanımaya ayırabiliyorlardı. Biz Bay ve Bayan
Giraud'yu Ankara'da pek sık görmezdik Görüşmezdik öyle sık sık. Daha
çok Paris'e geldikten sonra tanıdım, Bazinierde birkaç kez görüştük."
Ankara'daki Fransa'nın içinde DTCF'de Fransızca Bölümü baş
kanı Prof. Bonnaud'yu da saymak lazım elbette. Ama onu daha önce
AB i D i N DiNO }21
gördük. Güzin'in onun için "felaket bir adam" dediğini anımsatmakla
yetiniyorum.
Fransa Cumhuriyeti Büyükelçiliği ile de birtakım ilişkiler var mıy
dı? Abidin ve Güzin tek tek bütün büyükelçileri tanımadılar mutlaka. Ama
önce 1943'ten Ocak 1945'e kadar, sonra yeniden 1952'den 1955'e kadar bü
yükelçilik yapan Abidin'in kuzeni Nesrin Celal Nuri ileri ile evli Jacques
Tarbe de Saint-Hardouin ile ilişkileri olduğunu ve bunların niteliklerini da
ha önce aktardım ...
ABi D i N DiNO
Sonra biz de onu mutlaka davet etmeliyiz filan dedik. Ve davet ettik."
Melih Cevdet Anday bu davet konusunda başka bir şey anlatıyor:
"Biz o yıl Yaprak dergisini çıkarıyorduk. Adam bizi, çıkardığımız dergiyi
duymuş, tanışmak istediği haberini gönderdi. Ama 'Lokanta istemem,
Yaprak yönetimevine davet etsinler beni' demiş."
Anday böyle yazınca ve Yaprak'ın ilk sayısının ı Ocak 1949'da çık
tığını bilince Soupault'un Ankara'ya geliş tarihi olarak 1949'u veriyor. Ama
şu da olabilir: Soupault Ankara'ya önce 1948'de geldi sonra 1949'da. Ney
se bunun araştırılması gerek. Biz öyküroüze devam edelim: Güzin'in an
lattığı biçimde:
"Evet, biz de Soupault'unun davetine davetle karşılık verelim de
dik. Orhan Veli'nin ahbabı Nahit Hanım'ın Kızılay'da bahçeli bir evi var
ve bahçesinde de bahçecilikle ilintili şeyleri bahçe araç-gereçlerini koydu
ğu büyükçe bir kulübesi var. Diyelim ki bizim evin bu girişi büyüklüğün
de. Bir sabah bizimkiler o kulübeye gittiler. Boşalttılar. Bahçe araç-gereç
leri çıkarıldı. Abidin duvarları gazete sayfalarıyla bir güzel kapladı. Çep
çevre. Herkes yardım etti. Ve sonra donattı Abidin orayı: Boya, renk, has
bayağı resimler yaptı. Orası müthiş bir hal aldı. Olağanüstü bir biçime bü
ründü. Neredeyse sürrealist bir hal aldı. Ondan sonra Nahit Hanım'ın
bahçesinde veryansın ettik: Her türlü Türk yemekleri yapıldı: Çerkes tavu
ğundan tut bilmemne dolmasına, puf böreğinden tut bilmemnesine, hel
vası şusu busu, donattık. Adamı davet ettik. Ve geldi adam. Hepimiz eğ
lendik. Şanlı bir şey oldu. Andre Clot gibi isimler vardı. Ve her ikisi de
Abidin'e çok yakınlık gösterdiler. Bilhassa Soupault, biliyorsunuz Abi
din'in Paris' e geldiği ilk zamanlarda Abidin için gerçek bir dost oldu. Can
ciğer arkadaş oldular. Müthiş. Nitekim Abidin'in Paris'teki ilk sergisi So
upault'unun ısrarıyla düzenlendi. Benim hikayem bu: Ankara'da Philippe
Soupault'yu şaşırttık yani."
Melih Cevdet Anday, Soupault'ya " Erol Güney'le haber gönderdik"
diye yazıyor. Kulübenin oturulabilir hale getirilebilmesi için iki gün uğraş
tıklarını belirttikten sonra. Artık Anday'dan bir parça alıntı yapabilirim:
"Sıra şiire gelmişti. Orada bulunan azanlar birer şiir okudular. Sa
nırım bunların çevirisi daha önce yapılmıştı. Fransızcalarını Sabahattin
AN KARA·MAN KARA
Eyüboğlu okudu. Gecenin şaşırhcı olayı Orhan Veli'den geldi. Kapının ya
nında ayakta duran Orhan şu şiiri okudu:
Şarkı
Şakir efendi
Koltukçu
öldü
Dün gece
Çerkeş'te
Öldü
Gitti
Çerkeş'te öldü gitti.
ABi D i N D i N O
Türkiye Sosyalist Partisi'nin (TSP) kimi yöneticileri özgürlüklerine
kavuşurken TSP'ye yakın aydın, sanatçı, şair ve yazarlar Yeni S. E. S. 'i ya
yınlamaya başlıyorlar: 14 Ocak 1948'de yayınlanan sayıdan sonra 21 Ocak
1948'de bir sayı daha yayınlanıyor. Ve orada kalıyor. Daha sonra 27 Ocak
ve 3 Şubat 1951'de iki sayı daha yayınlanacak.
Abidin'in bu dergilerde katkısının olup olmadığını bilemiyorum.
Abidin, munis Faik Ozansoy'un 1948'de yayınlanan Hayal Ettiğim Gibi
isimli şiir kitabı için kapak çiziyor.
2 Ocak 1948'de Ankara Halkevi Salonunda Dokuzuncu Devlet Re
sim ve Heykel Sergisi açılıyor. 2 Şubata kadar sürüyor. Abidin'in bu sergi
yi dolaştığı tahmin edilebilir. Elif Naci gibi tanıdığı birçok sanatçının eser
lerini seyretmek için en azından. Abidin mutlaka kendisi de resim yapıyor.
Bu arada, daha önce belirttiğim gibi, Paris'e giden ama maddi durumu iç
ler acısı olan arkadaşı Pikret Mualla'nın birkaç resmini satıyor: Ona bir
miktar para gönderebilmek için. Bedri Rahmi Eyüboğlu o sırada Paris'te
bulunan ağabeyine yazdığı 3 Şubat 1948 tarihli mektubunda "Abidin on
dan ( Pikret Mualla'dan) birkaç resim satmış" diye yazıyor. " ( Kardeş Mektub
lan: s. 26ı.)
"OTUZ Üç KU RŞUN"
DP ile CHP arasındaki tartışma değişik konular etrafında sürüyor.
7 Şubat 1948'de DP Kütahya milletvekili Adnan Menderes, Kayseri millet
vekili Fikri Apaydın ve Eskişehir milletvekili İsmail Hakkı Çevik TBMM
Başkanlığına bir önerge verdiler: Temmuz 1943'te Van'ın Özalp ilçesi ya
kınında 3· Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emri üzerine
sorgusuz sualsiz katledilen otuz üç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ne
den, niçin ve kimler tarafından öldürüldüğünün araştırılmasını, bu konu
da neler yapıldığının bildirilmesini istediler.
DP milletvekilleri belki gerçekten "hakikatın" ortaya çıkmasını isti
yorlardı; belki Kürt vatandaşlara, onların haklarını da savunduklarını gözler
önüne sererek oylarını almak istiyorlardı. Ne olursa olsun 1943'ten beri öl
dürülenlerin yakınlannın o kadar başvurusuna karşın hiçbir yanıt alınama
yan hiçbir şey yapılamayan bu mesele birden bire Türkiye'nin gündemine
AN KARA-MAN KARA
oturdu. (Bu konuda birçok ciddi araştırma bulunuyor: Şu ikisine örneğin
bakılabilir: İsmail Beşikçi: Muğlalı Olayı 1 33 Kurşun. Günay Aslan: Yas Tu
tan Tarih/ 33 Kurşun, son baskısı: Mezopotamya Yayınları, Köln, 2005.)
TBM M 'deki ve basındaki tartışmalar ve katHarnın artık saklana
maz hiçbir yönünün kalmaması üzerine ve madem ki demokrasiye gidi
liyor" denilerek, Genelkurmay Başkanlığı istemeye istemeye harekete
geçti ve Muğlalı'ya karşı dava açmak zorunda kaldı. Askeri Savcı Ş erif
Çıtak, 9 Eylül 1 949'da Genelkurmay Askeri M ahkemesinde başlayan da
vada, Muğlalı ve emrindeki asker ve subayları ve astsubayları "cinayet"le
suçladı ve haklarında "idam cezası" istedi. Muğlalı 33 Kürt köylüsünün
sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesi emrini neden verdiğini açıkladı. Bu
nun yürürneyeceği anlaşılınca avukatı Muğlalı'nın "deli olduğunu" ileri
sürdü. Çok komik duruma düştüler. M ahkeme bile bu sav karşısında şa
şırdı ve " Ordu komutanlığı yapmış birinin akli dengesinin yerinde ol
madığı iddiasını, askerlik makamını rencide edeceği" savıyla reddetti.
Duruşmalar birbirini izledi. Ve nihayet 22 Şubat 195 ı'deki duruşmada
Muğlalı kurşuna dizme emrini bizzat kendisinin verdiğini kabul etti. Ve
mahkeme kararını 2 mart 1 9 5ı'de açıkladı: Muğlalı önce idama mah
kum edildi, sonra yaşlılığı göz önüne alınarak idam cezası 28 yıl ağır
hapse çevrildi. Muğlalı cezasını sonuna kadar çekemedi Aralık 1 9 5 ı 'de
cezaevinde öldü.
Bu olay elbette kamuoyunu ilgilendirdi. Abidin'in, Güzin'in ve ar
kadaşlarının dikkatini çekti. Sadece bu kadar da değil. O günlerde Güzin'in
DTCF'deki öğrencisi ve evlerine sık sık gelenlerden olan Ahmet Arif nede
niyle de, bu mesele Abidin ve Güzin'i etkileyecek. Bakın nasıl: Çünkü Ah
met Arif şairdir. 1927'de Diyarbakır'da doğan delikanlı, 194o'ların ortasın
da DTCF'de Felsefe Bölümünde öğrencidir. Şairdir:
"Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları." diyen bir şair.
Öğrencidir evet. Ama ekmek parasını kazanmak için Ankara'da ya
yınlanan Ankara Telgraf'ta çalışıyor. Türkiye Gençler Derneği üyesidir. Ve
hatta derneğin 1949'daki fesih kongresinde feshe karşı oy kullanan tek
ABi D i N DiNO
üye odur."Kürdün Meyhanesi"ne bile gider: Bilhassa çok sevdiği hacası
Nusret Hızır ile.
Evet, Ahmet Arif, Güzin'in de öğrencisidir. Ve elbette Abidin ve
Güzin'in dostudur. Kendisinden dinleyelim mi? (Refik Durbaş'la gerçek
leştirdiği söyleşi kitabından aktarıyorum: Ahmet Arif Anlatıyor: Kalbirn Di
namit Kuyusu, Piya Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, 1997.)
"Abidin Dino'nun evine giderdik Çünkü Güzin Dino benim ho
camdı, doçentimdi, Fransızca öğretmenimdi. Ben o evin oğluydum. O evin
iki oğlu vardı. Biri Yaşar Kemal, biri ben. Yani ekmeğini yemişiz, öğrendik
lerimizin pek çoğunu orada öğrenmişiz. Özellikle Yaşar Kemal'in çok kalı
rını çekmişlerdir. Abidin Ağabey gerçekten bir baba gibi kalırını çekmişti.
Nusret Hoca, Nusret Hızır benim çok yakınımdı. Arkadaşımdı, ba
bamdı. Ve şiirden de anlardı. Meyhaneye giderdik Şeker hastasıydı. Eşi
Ayşe Abla peşimize düşerdi. Adamın aylığını elinden alırdı. Ama Nusret
Hoca bu, ayda yılda bir olsun içmeden, sohbet etmeden olmuyor. Bana şi
irlerimi okutur, gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü. "Hocam özür di
lerim" derdim. " Deli misin oğlum" derdi,"Benim duygu alemimi besliyor
sun." Ben de ondan rica ederdim, hacarn aramızda kalsın bunlar diye . . .
Dikkat edersen Nusret Hoca o kadar yazı yazmıştır, benden hiç
bahsetmez. Oysa diyelim ki dört tane, üç tane yakın öğrencisi varsa, biri
bendim.
Orhan Veli de benim şiirlerimi bilirdi. Büyük hayranlıkla büyük
saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı da öyle. Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere
akutmuştur bana " Otuzüç Kurşun 'u, Karanfil Sokağı nı . . . Her seferinde Ca
'
AN KARA-MAN KARA
Gayrı eşkiyaya
çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına ...
Polis bu, şiir dinlemekle yetinse ya. Yetinmez. Gelir ve Ahmet Arifi
götürürler. Ahmet Arif anlatmalı:
"İşte bu 'Otuzüç Kurşun' şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni.
Gece sabaha kadar dövdüler. 'Oku' dediler, okumadım. ( ... ) Hiçbir yerde
tek satır çıkmış değil. 'Oku' dediler ya inat ettim, 'ölürüm okumam' dedim.
Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar. ..
( ... ) Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok,
stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapan çocuklar orada.
Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni: Ora
da öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip
gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan
çıkarıyorlar. Bir taksi çağırıyorlar. 'Paran var mı oğlum?' diyorlar, ' Var' di
yorum. Ve eve gelip bir hafta yattım.
Kaldığım yer han gibi bir yer. 20-30 odası var. Ev sahibim 'Mebus
Hatçe' derler bir kadıncağız. Çok hoş bir kadındı. Bana çorba getirdi içeme
dim. Komşular arasında garsonlar, bıçkınlar, lumpenler var. Bir bu kadın
acıdı bana, komşuları azarladı. Üniversitede okuduğum için seviyordu be
ni herhalde, koruyordu. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta
sonra sokağa çıkabildim. Hiç kimseye de aniatmadım bu olayı. En yakın ar
kadaşlarıma bile ... ( ... )
Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca'ya, Salim Şengil'e ver
dim, o yayımladı." Bak abi" dedim," basın yasağı var, başımıza iş açar." " Sen
nene lazım" dedi. Salim Amca ve şiiri tefrika etti.
Şimdi Allahı var Salim Amca'nın. Her seferinde yüz lira verdi. Yani
o zaman ben bir işe girsem bu parayı vermezler bana. Memur olsam ala
rnam bu kadar para. Onu da söyleyeyim bir Cahit Sıtkı'ya para verirdi Salim
Şengil bir de bana. Başka kimseye vermezdi. Cahit Abi'ye de ıo lira verirdi.
ABi D i N D i N O
İşte böyle parça parça yayıroladı Salim Amca şiiri ' Seçilmiş Hikaye
ler' dergisinde ...
Salim Şengil ve dergisinden daha önce söz ettik. Abidin'in katkıla
rını da anlatarak.
Ahmet Arif gördüğü zulmü Abidin'e anlatıyor elbette. Ahmet Arif
birkaç defa gözalbna alındı Ankara'da. Örneğin 31 Aralık 1949'da,"Patri
yot" Hayati (Hayati Tözün) , İbrahim Erdem ve Hilmi Artan ile. ihbar üze
rine gözaltına alındılar ve aylarca tutuksuz yargılandılar, ilk gözaltı ve da
yak faslından sonra. (Cezmi Ersöz, Son Yüzler isimli kitabında "ihbar ede
nin 5· Kişi olduğunu belirtiyor. İletişim Yayınları, İstanbul, ı996, s. 106.)
Ahmet Arif gördüğü işkence, dayak ve reziliikieri Abidin'e anlab
yor. Abidin 195o'lerin ortasında Paris'te sergilediği ve ismini "İşkenceler"
koyduğu resimlerinde anlatılanlar, Abidin'in anlattıkları, bunların yansı
malarıdırlar. Abidin bunu bana defalarca söyledi şunu da ekleyerek "Ah
met AriPin anlatbğı işkenceleri unutmak mümkün değildir."
Abidin'in "işkence" desenleri, daha sonra, toplu olarak bir resimse
ver tarafından sabn alındı ve İnsan Haklan Vakfına armağan edildi. Vakıf
da bütün desenleri işkence. Torture_adı altında bir güzel kitapta topladı.
(Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Galeri Nev Yayını olan bu eserin yayın ta
rihi unutulmuş. Yanılınıyorsam 1994 olmalı.) Kitapta "5." Resim "isimsiz"
olarak takdim ediliyor. Oysa dikkatli bakılınca resmin sol alt köşesinde dört
harfli bir sözcük bulunuyor 5 Mayıs 2005'te bu desene Güzin'le birlikte bir
daha baktık ve dört harfli bu sözcüğü çözmeye çalıştık. Güzin'le aramızda
şöyle bir konuşma geçti.
MŞG: Bunu nasıl deşifre edebiliyorsunuz?
GD: Keje.
MŞG: Efendim?
GD: K var E var, üstünde nokta var bu J, E var. Keje okunur, yani
şöyle bakınca.
MŞG: Evet ben de Keje okudum. Desende sırtüstü uzanmış veya
uzatılmış bir erkek var.
G D: Acaba bir şeyin formülü mü? B Hemediğimiz bir işkence for
mülü mü?
ABi D i N D i N O 331
Abidin de Ekim ıgsı'de, İstanbul'da, bu tutuklama salgını sırasın
da bir sabah erkenden gözaltına alındı, akşama kadar tutuldu. Zamanı ge
lince göreceğiz.
Ahmet Ariri bir kez daha dinleyelim mi?
"Vurulsam kaybolsam derim
Çırılçıplak bir kavgada
Erkekçe olsun isterim
Dostluk da, düşmanlık da
Hiçbiri olmaz halbuki
Geçer süngüler namluya
Başlar gece devriyesi, jandarmaların."
Ozan'ın Akşam Erken iner Mahpushaneye isimli şiirinden.
ABiDiN D i N O 335
ABİDİN NE D iYOR ?
Rasih Nuri ileri, Şahap Balcıoğlu ile gerçekleştirdiği ve 4 Mayıs
1984 tarihli Somut'ta yayınlanan söyleşisinde, bu konuda şunları belirti
yor: " Kendisine (S. Ali'ye. M ŞG) Kırklareli'nde örgütsel sorular sorulur
ken evet bu sırada öldü. Onunla birlikte kaçmak isteyebilecek iki kişinin
daha yakalanabilmesi amacıyla ölümü bir süre gizli tutuldu. Sonuç alına
ınayınca (Yani kaçmaları beklenenler sınırı geçmeye kalkmayınca. MŞG),
sınırda öldürüldüğü duyuruldu. Ali Ertekin'e de usulen hafif bir ceza ve
rildi, mesele kapatıldı."
Rasih Nuri ileri'nin söyledikleri önemli; çünkü Sabahattin Ali'nin
fıran ve sonrasındaki bir mektup meselesini yakından bilen bir insan. Bu
nun ayrıntıları bugün artık biliniyor. Hıfızı Topuz da Eski Dostlar'da bir kez
daha anlatıyor. İyi de ediyor. (A. g. k., s. 36-47. Hıfzı Topuz daha sonra B a
şın Öne Eğilmesin isimli kitabında bilinenleri yineledi.)
Rıfat Ilgaz da bu konuda şunları söyledi: " Sabahattin Ali TKP üye
si değildi. Sınırda yakalandıktan sonra İstanbul'a getirildi. 'Örgüt' ve ben
zeri konularda sorguya çekilirken öldürüldü."
ıg8o'lerin ortasında, bu mesele yeniden gündeme getirildiği gün
lerde, Abidin Dino ile bu konuları zaman zaman konuştuğumuz oluyordu.
Örneğin 20 Temmuz ıg88'deki sohbetimiz sırasında ileri ve Ilgaz'ın söy
ledikleri hakkındaki düşüncesini sorduğumda, Abidin yeğeni "Rasih Nuri
ileri ile Rıfat Ilgaz'ın söylediklerinin doğru olduğunu" belirtti.
Abidin, o gün bana, Sabahattin Ali'nin kendisine ve birkaç arkada
şına Ali Ertekin'den söz ettiğini, hem kendisinin hem de diğer arkadaşla
rının Sabahattin Ali'ye "Bu adama inanma, bu adama güvenme sakın. Bu
kesinlikle bir polis oyunudur" dediğini de anlattı. Ama zavallı Sabahattin
Ali o kadar bunalmış, o kadar zor durumda ve o kadar köşeye sıkıştırılmış
h ki kimseyi dinlemedi, dinleyemedi. Çünkü özgürlüğüne kavuşmak, öz
gürce dolaşabilmek, yazahilrnek istiyordu.
Ama o sıkı polis takibini unuttu mutlaka. Abidin, Sabahattin Ali ile
Erdek' e yaptıkları bir yolculuğu ve sürekli olarak polis tarafından nasıl iz
lendiklerini de anlattı o gün. Evet, her yerde arkalarında bir polis, bir hafı
ye, bir sivil vardı ve her yaptıkları, attıkları her adım rapor ediliyordu. Böy-
AN KARA·MAN KARA
lesi bir durumda Ali Ertekin gibi karanlık bir adama nasıl güvenilir? Sade
ce Sabahattin Ali gibi zor durumda olunca herhalde.
Sabahattin Ali'nin karmaşık bir provokasyonla katledilmesi, alçak
ça öldürülmesi ve bunun basın-yayın organlarınca "solcuların" teşhiri ama
cıyla günlerce kullanılması, arkadaşları ve özellikle Ankarab bilim adamı
ve kadınlarıyla, sanatçılar arasında müthiş bir öfke doğurdu. Kendi gele
cekleri için de korkmaya başladılar. Adı "komüniste " çıkarılmış insanlar
kimi önlemlerle, canlarını ve özel yaşamlarını güvence altına almaya çaba
ladılar: Örneğin evini değiştirenler, daha güvenilir evlere taşınanlar, pence
relerine demir parmaklık taktıranlar az değildi. Çünkü gerçekten artık "öl
dürülme" korkusu söz konusuydu. Sabahattin Ali öldürüldüğünde Abidin
hasta yatağındadır. Güzin yazıyor:
"İşte Abidin'in o uzun hastalığı sırasında tuzağa düşen Sabahattin
Ali'yi öldürtüyorlar. Kahrı, çaresizliği, yası, kederi, bunalımı çöküyor gaze
te sayfalarının, ateş nöbetleriyle hasta yatanın üstüne."
Bu arada Ankarab bilim adamlanndan fırsahnı yakalayan, Türkiye'yi
terk etmekten başka çare bulamadıklarından çıkıp gittiler. Birçoğu bir daha
hiç dönmedi. Yurtdışında çalışmalarını devam ettirdiler. Örneğin, N . B er
kes, P. N. Boratav ve i. Başgöz bilimsel çalışmalarını ABD, Fransa ve Kana
da'da sürdürmüş ve her biri kendi alanında uluslararası ün kazanmışhr. Bu
bağlamda Berkes'ten şu alınh açıklayıcı olacakhr: "'Bugün' denilen tablo bü
tün görüntüleriyle Milli Şerimizin zamanında başlamışh ve bunlar Nazi re
jiminin Bah ve Sovyetler karşısında erimeye başlaması yüzünden oluyordu.
En tepedekilerin inançlannın tersine giden sonuç, gözükıneye başlamışh.
Bu inançlara uymayan her insan ya solcu, ya komünist ya Moskovacı, ya da
vatan haini oluyordu. En aşağı düzeyde bunu Nihai adlı bir öğretmen, en
yüksek düzeyde de İçişleri Bakanı Sökmensüer resmi tanınmışlığı olan bir
gerçek biçimine sokmuşlardı. Hiçbirimiz böyle almadığımız için önceleri
gülerdik Fakat 'öldürülme' korkusu denen şey gelince, işin rengi değişmiş
tL Tek kurban zavallı Sabahattin Ali oldu. Ötekiler, birer ikişer kendiliğimiz
den çekilerek daha başka cinayetler işlenınesini önlemiş olduk."
Berkes'in İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer'i zikretmesi boşuna
değildir mutlaka: Erzincan emniyet eski müdürü CHP milletvekili ve Re-
ABi D i N D i N O 337
cep Peker'in İçişleri Bakarn olarak bu işlerde mutlaka büyük sorumluluğu
vardır. Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü sırada bakan değildi. Ama işlerin
bildiğimiz yönde gitmesinde başlangıçtaki rolü açıktır.
Sabahattin Ali'nin ölümünün İstanbul'daki aydın ve sanatçı çevre
de doğurduğu üzüntüyü Yıldız Sertel'in Ardımdaki Yıllar isimli kitabında
da (Milliyet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 107-109) bulmak olası:
"Hava zaten ağırdı, kurşun gibi ağır. Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü
haberi gazetelerde çıktıktan sonra daha da ağırlaştı. Bu haber bizim aydın
grubunda bir bomba gibi patladı. Hepsi Sabahattin'in sıkı dostlarıydılar.
Hepsi onu çok yakından bütün ayrıntılarıyla tanıyor ve çok seviyorlardı. Bu
nasıl olurdu? Sorumlusu kimdi? Çeşit çeşit sorular ortaya atılıyordu. Her
kes, Sabahattin'in son günleri hakkında bildiklerini anlatıyor, tartışmalar
oluyordu. Artık, akşam sohbetlerinde bundan başka laf konuşulmuyordu.
Genel kanaat şuydu: Sabahattin zekasma kurban gitmişti. Kendisi
ne çok güvenmişti. Birbirini kovalayan davaların sonunda, 15-20 yıl hapse
girmesi bahis konusuydu. Bunun için gizleniyordu. Ama, bu gizlenme çok
tedbirsizce bir gizlenmeydi( . . . )
Kısacası, bizim dünyamızda, Sabahattin'in ölümünün tepkileri bü
yüktü. Üzüntü çok derinlere gidiyordu. Böylesine değerli bir insanın, bu ka·
dar vahşice bir tuzağa düşmesini kabullenmek zordu. Gazeteler, Sabahat
tin'in kanlı elbiselerini bastılar. Ali Ertekin değişik değişik laflar söylüyor,
çok da akıllı olmadığı için, emniyete hizmet ettiğini gizleyemiyordu ...
Bundan sonra ilk akla gelen şey, karısı Aliye ve kızı Filiz oldu. Sa
bahattin kızını çok severdi. Ana kızın durumları iyi değildi. O halde Saba
hattin'e yapılacak ilk dostluk onlarla ilgilenmekti. Filiz'in tahsiline devamı
garantilenmeli, Aliye maddi, manevi her türlü desteği görmeliydi.
Derhal onları görmek ve durumlarının anlamak üzere Ankara'ya gi
denler oldu. Rahatlıkla diyebilirim ki, dostları Sabahattin'in ailesini ihmal
etmediler. Kimse elinden geleni esirgemedi."
O yıllarda askere alman kimi komünistin de askerken öldürüldükle
ri söyleniyor/ yazılıyor: Örneğin Vartan İhmalyan, Bir Yaşam öyküsü isimli
anılannda (Cem Yayınevi, İstanbul, 1989, değişik yerlerde ve s. 132'de) " O
zamanlar Türkiye'de, askerlik yapmayan komünistleri askere alır, türlü iş-
AN KARA-MAN KARA
kenceler yapar, hatta öldürüp, anasına babasına bir raporla askerde öldüğü
nü ( intihar ettiğini demek istiyor sanırım. MŞG) bildirirlerdi."
O günlerdeki korkuyu defalarca göz altına alınan Aziz Nesin'den
dinleyelim:
"O zamanlar, öyle zor koşullarda, bunalımlı, baskılı bir dönemde
yaşıyorduk ki, öyle haksızlıklada karşılaşıyor, öyle uydurma nedenlerle ce
zaevlerine atılıyorduk ki, her şeyden kuşkulu, çekinir olmuştuk. Savcı, elin
de, bir arkadaşımızın pantolonunu tutuyor ve size, 'bu kimin?' diye soru
yor. Altından ne çıkacağı hiç belli değil. Suçsuz olmakla da insan cezadan
kurtulamıyor. Suçsuzluğumuz mahkemede aniaşılana kadar beş-altı ay ce
zaevinde yatırıldığımız çok olmuştu." ( Yansıma, Mart I 973, s. I45)
Sabahattin Ali'nin Türkiye'yi terk etmeye karar verdiği günlerde ve
henüz katiedildiğinin bilinmediği, duyulmadığı zaman diliminde, Ankara
başta, ülkede, baskılar sürüyordu. Herhalde garip bir rastlantı sonucu ol
malı, 2 Nisan I 948'de, Ankara Üniversitesinde "solcular" aleyhine güya
"gösteri," aslında bilinen saldırılardan biri daha yapıldı. Bunu ve benzeri
olayları, kışkırtma ve saldırıları bahane eden CHP TBM M Grubu I8 Mayıs
I 948'de "Türk demokrasisinin aşırı sağa ve aşırı sola kapalı olacağına ka
rar vermiştir."
ABi D i N D i N O 339
dir. Yıllar sonra Atilla İlhan, Nijat Özön'ün kendisine gönderdiği mektuba
dayanarak şu satırları yazıyor:
"I948'in I Mayıs'ı yaklaşınca I Mayıs I947'yi kutlayan gençler otu
rup nerede piknik yapacaklarını konuşurlar; çoğunluk ' Kayaş' diye 'tuttu
mr.' Nijat Özön bir yıl önceki olayı hatırlatarak Kayaş gibi tenha bir yerin
elverişli olmayacağını söyler; ne var ki sözünü dinletemez, bir yıl önceki
grup, gruptan ikisinin bu kez üç kız kardeşi de katılmak üzere (ikisi orta
okul öğrencisi) Kayaş'a giderler. Nijat Özön anlatıyor:
'Ben evde kitap okuyordum, iki kız kardeşiyle geziye katılan arkada
şıının ilkokuldaki küçük kız kardeşi geldi: 'Nijat ağabey, ablalanmı, ağabe
yimi, arkadaşlarını polis alıp götürmüş, annem ağlıyor seni istiyor' dedi.
Eve yaklaştığım anda bir sivilin karşı tarafta nöbet tuttuğunu fark ettim.
Çocukların annesiyle konuşurken 'sivil' geldi, ' Şube'ye gideceğiz' dedi; bir
likte, o yolu tuttuk.
Beni önce komiser Süleyman Çağlar, sonra onunla birlikte Birinci
Şube Müdürü Ekrem Anıt'ın önüne çıkardılar. Bu 'muhteşem ikili'nin
(muhteşem ikili diyorum, çünkü tek parti devrinde Ankara'da uçan kuşa
solcu deyip kök söktürmeye çalışan bu polisler, sonradan kapağı DP'ye atıp
aynı şeyi orada sürdürdüler ve Yassıada'lık oldular.) merakı, benim niye Ka
yaş'a gitmediğim, arkadaşlarımın ı. Şubeye götürüldüğünü nasıl haber aldı
ğım ve niye o eve gittiğimdi. Gençlik bu ya, çok aptalca bulduğum bu soru
ları, aptalca bulduğumu duyumsatır kısa, sert bir biçimde yanıtladım, ger
çekte de çekineceğim bir şey yoktu zaten; niye gitmediğim belli değil mi, uy
durma sebeplerle buraya getirilmek için. Haberi, buraya alıp getirdiğiniz ar
kadaşımın ve iki kız kardeşinin annesi verdi. Eve gittim, çünkü arkadaşlan
mı merak ettim. Anıt, biraz alaycı ve öküz altında buzağı aramış da bulmuş
gibi, '-Demek merak ettin?' dedi. '-Evet, merak ettim, onlar benim okul ar
kadaşım, sınıf arkadaşım, ben de onlar gibi olabilirdim'. Anıt'la Çağlar bir
birlerine baktılar. Anıt biraz düşündü sonra Çağlar'a '-Bırak gitsin!' dedi
O akşam 'liseliler'i ve kız kardeşlerini ı . Şubede tuttular. Ertesi sa
bah öğleye doğru salıverdiler. Bırakıldıktan birkaç saat sonra, bir araya gel
dik. Bana Kayaş serüvenini ve bırakılınadan önce Vali Avni Doğan'ın kar
şısına çıkarıldıklarında olanı sıcağı sıcağına anlattılar: Yılmaz Çolpan (I95I
AN KARA-MAN KARA
TKP tutuklamalannda gözalhna alındı, çok konuştu, polisle işbirliği yaph,
daha sonra Paris'te Basın Müşaviri iken ASALA tarafından öldürüldü.
MŞG), Selçuk Şener, Şükrü Ünal, Nevzat Yıldınm, Ferdi Talay ve kızları
valinin önüne dizmişler; çiçeği burnunda Ankara Valisi Avni Doğan (Do
ğan Birinci Bölge Parti Genel Müfettişi iken, ki şimdiki Olağanüstü Hal
Bölge valisinden çok daha yetkili, bölgenin tam yetkilisi oluyordu; üç ay ka
dar önce Ankara Valiliğine getirilmişti) tatlıfsert bir nutuk çekmiş ve bu
arada; ' ... ayağınızı denk alın, bir daha böyle işlere karışmayın. Hem size ne
oluyor, bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz' demiş ... "
Nijat Özön, bunları, Atilla İlhan'a gönderdiği I I Haziran 1997 tarih
li mektubunda yazıyor. İlhan bu mektubu '"O karanlıktan' bir mektup!"
başlıklı yazısında aktarıyor. (Cumhuriyet, II Temmuz 1 997) .
Attila İlhan'ın da daha çocuk yaşında, 15-16 yaşındayken, 1941'de,
"kız arkadaşına" elden vermek istediği mektubunda Nazım Hikmet'den sa
hrlar döşendiği için gözalhna alındığını biliyoruz. Bunun üzerine arhk "
okuyamaz" diye bir belge bile veriliyor. Onun hakkında: O sırada Milli Eği
tim Bakanı Hasan Ali Yücel'dir. Bu Arada İlhan, Manisa Akıl Hastanesine
"müşahede gerekçesiyle" gönderiliyor... (Bütün bunları ve sonrasını Öner
Ciravoğlu imzalı Büyük Yollann Haydutu, Fotoğraftarla Atilla İlhan'ın Yaşam
öyküsü isimli kitapta bulmak olası: Sel Yayıncılık, İstanbul, 1997.) Kitabın
122. sayfasındaki foto, Atilla İlhan'ı "suç ortağı" Cemşid Hun'la gösteriyor:
Yanındakiler mi?: KUTV neslinden 'Tornacı' Ömer Karaman, "idamlık" Al
hndiş Mehmet (bir süre sonra asıldı) , sayılı kabadayılardan Bayraklı Fethi
(Kerim Korcan'ın Linç isimli yapıhndaki "kahramanı").
Bu olaylar, 194o'h yıllarda çocukların bile gözaltına alındıklarının,
"tecrit"e kapahidıklarının göstergeleridirler. İlhan "çıkhktan" sonra da sü
rekli takip altında tutulacakhr: "Taharriler günlerce beni izlediler" diye de
falarca yazdı. ..
ABi D i N D i N O
guldak'ta. Hatta Ahmet Yücekök Türkiye'de Örgütlenmiş Dinin Sosyo- Eko
nomik Tabarn (1946-1948) ( SBF Yayınları, Ankara, 1971) isimli son derece
ciddi çalışmasında, ilk KMD'nin Zonguldak'ta 1947'de kurulduğunu belir
tiyor. Çok ilginç, çünkü, bilindiği gibi, Zonguldak o günlerde işçi yoğun bir
kenttir. Ve öteden beri birçok işçi eylemine sahne olmuştur.
Zonguldak KMD, broşürler yayınlayarak "komünizmle" savaşmakta
dır. q Aralık 1949 tarihli Ulus'taki habere göre, "Zonguldak Komünizmle Sa
vaş Derneği bir broşür yayınladı." Haber şöyle sürüyor: "Komünizm afetiyle
savaşmak üzere Zonguldak'ta teşekkül ve Fabrikatör Bahattin Dökerel'in baş
kanlığındaki demek, hayırlı ve başarılı çalışmalarına devam etmektedir.
Demek ahiren 'Nazım Hikmet meselesinde Ahmet EminYalman'a
Cevap' adlı 2 No. lu broşürünü de yayınlamışhr. 24 sayfalık bu broşürde,
Yalınan'ın N. Hikmet hakkındaki yazılarına karşı derneğin bu husustaki
görüşü belirtilmektedir. Çok vukufla yazılan bu broşür 30 kuruş fiyatla sa
tılığa çıkarılmıştır."
O günlerde Vatan gazetesi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman, Na
zım Hikmet'in haksız bir biçimde hapsedildiğini ileri sürüyorlar. Ve bir an
önce serbest bırakılması kavgasını veriyorlardı.
Bu arada daha sonra Türkiye'deki ve Ortadoğuda'ki birçok siyasi
olayları etkilernesi açsından vurgulanması gereken bir nokta var: 14 Mayıs
1948'de İsrail Devleti'nin kurulması.
A N KARA-MAN KARA
Dergi tek sayı çıkıyor. Çünkü hemen kapatılacaktır. Bu dergi öykü
sü, Abidin Dino'nun o günlerde kendisinden istenen her yardım için kol
larını sıvadığını göstermesi bakımından önemli. Elbette belli koşullarda.
Derginin yayıniayacağı şairler arasında Abidin ve Güzin'in İstanbul'dan ta
nıdıkları ve daha önce birkaç kez ismi geçen, sürgün edilen şairlerden ve
İstanbul'daki yoğun dergicilik döneminde Abidin'le çok sıkı arkadaş/yol
daş Suphi Taşhan da bulunuyor. Sorunlar da burada başlıyor. Mehmed Ke
mal' i okumanın tam zamanıdır:
"Dergiyi biz Fethi Giray'la birlikte çıkardık. Fethi memur olduğu
için kanuni sorumluluk alınıyordu. Fakat mali işlerine o bakacak kanuni so
rum da bende olacaktı. İmtiyazını aldık. Vilayete de bir beyanname verdik.
Mali kısmı, dergide yazı ve şiir yazacak olanlardan sağlanacaktı.
Her şair ıo lira verecekti. On lirayı verıniyenin şiirleri dergiye girmeyecek
tL Suphi Taşhan oldum olası, paralı görünmeyi severdi. Derginin iki top
luk kağıdını o temin edecekti. Sanırım, kağıtçı bilmem ne Nedim aile dost
ları idi, oradan iki top kağıt aldı ve bize verdi.
Derginin süslenmesi işini Abidin üstüne almıştı. Abidin'le Sup
hi'nin arası açıktı. Abidin eğer dergiye Suphi'nin şiirleri girerse resim yap
mayacağını söylemişti. Ya yardan, ya serden geçecektik. Suphi'nin şiirlerini
korsak, Abidin resim yapmayacak, koymazsak kağıt temin edemeyecektik.
Abidin resimleri yapmış, klişeye vermiştik. Fethi de Abidin'den ya
na çıkmış, Suphi'nin şiirlerini koydurmak istemiyordu. Suphi de hergün
başımıza dikiliyordu. Hatta matbaaya kadar gelmiş, şiirlerini dizdirmiş,
provaları görmüş, şiirlerin gireceği yeri bile tespit etmişti.
Fethi de Abidin'e (Suphi Taşhan'ın şiirleri. M ŞG) girmeyecek diye
söz vermişti.
Şimdi ne olacaktı?
İhtiyatı da elden bırakmamıştık. Son dakikada Suphi'nin şiirleri
ni sayfadan çıkartacak, dizdirdiğimiz yedek bir yazıyı ötekinin yerine ko
yacaktık.
Suphi, kendinden emin, matbaadan ayrıldıktan sonra Fethi:
- Suphi'nin şiiri girmeyecek ...diye tutturdu.
- Peki, girmesin ... dedim.
Aai o i N D i N o 343
Buna razı oldu, ardından:
- Girmesin, ama hiç olmazsa adı da geçsin ... dedim
- Nasıl? dedi.
- Suphi Taşhan'ın şiirleri gelecek sayıda diye bir ilan koyalım.
Bu ilanı koyduk ve dergi baskıya girdi.
Böylece hem Abidin'i hem de Suphi'yi memnun ettik.
Bu dergide Suphi'nin başka bir emeği daha vardır. Galip Dede'den
bir beyit bulmuştu. Bunun derginin başına konmasını istiyordu. Onu da
koyduk. 'Ser ver ki olasın Seraser Meydanındaki baş için efser.' Dergi çıktı.
Ertesi gün baktım ki Suphi'de de Abidin'de de surat bir karış. Biri şiiri
çıkmadığı için kızıyor, öteki 'Suphi Taşhan gelecek sayıda .. .' sözüne içerliyor.
Gelecek sayının hazırlığına giriştiğimiz sırada, beni Emniyet Birin
ci Şubeden aradılar. Verdiğimiz beyannarnede matbaanın adını yanlış yaz
mıştık. Biz şu matbaada basacağız, demişiz. Uyuşamadığımız için başka
matbaada bastırmışız. Yanlış beyanda bulunduğumuz için dergiyi kapatı
yorlardı. Nitekim allem ettiler, kallem ettiler, oyuna getirip, baskı, tertip
dergiyi kapattıklarını bize kabul ettirdiler. Bu oyunu bulanın da adını açık
layayım size: Reşat Akşemsettinoğlu... Hani şu mahpushaneden kaçan zat.
O Vilayet Hukuk işleri Müdürü idi o tarihte.
- 'Bu dergiyi ne yap, yap kapat...' demişler. O da bu formülü bul
muştu.
Dahası var; Reşat, Suphi'nin uzaktan akrabası da olurdu. Suphi bir
çeşit intikamını bizden alıyordu. Ne yalan söyleyeyim, dergiyi çok sevme
me rağmen kapatılmasına memnun oldum. Zira olur olmaz o kadar laf et
mişlerdi ki, kapanması ile bu laflar da bitmişti.
(Mehmed Kemal, Abidin'in vefatı sonrasında onun anısına kaleme
aldığı kısa yazısında bu derginin bir örneğinin Seyit Nezir'de bulunduğu
nu belirtiyor. Ve ekliyor: "Yitmezse ilgilenenler onda bulabileceklerdir."
Turgut Çeviker'in ilgileneceğini tahmin ediyorum. Ve bu dergiyi bulursa
jedinebilirse, belki Abidin'in katkılarını da gün yüzüne çıkarır.)
Mehmed Kemal Abidin ile Suphi Taşhan arasındaki sorunun ne ol
duğunu açıklamıyor. Aynı kitapta bir yerde (s. 33) Fahri Erdinç'in bir şiiri
nin dergide yayınlandığını ve "çok ilgi topladığını" belirtiyor. Meydan'a şiir
ABi D i N D i N O 345
yiciler arasında birçok Türk gibi ben de vardım. Bir Türk şairi okunduğu
için gitmezlik edemezdik Düşüncelerinden bize ne. Yanlış yolda yürü
müş, ama iyi şair!
(İzninizle araya girmek zorundayım tam da burada: Yukarıda Bed
ri Rahmi'nin kendisini "temize çıkarmak" için güttüğü yöntemi burada
ağabeyi de uyguluyor: Çünkü CHP iktidarını çok iyi ve "içeriden" tanıyan
iki kardeş de mektuplarının açıldığını veya açılabileceğini bildiği için böyle
bir yol izlemeyi tercih ediyorlar. Tuhaf ama gerçek. Ve bunu ne eleştirrnek
için yazıyorum, ne de kınamak için: Sadece böyle bir olay, böyle bir gerçek
te yaşandı o karanlık, baskı ve zulüm günlerinde. Bilinsin diye. Unutulma
sın diye. M ŞG.)
Birçokları Nazım'ın bugünkü dünya şiirinin ustalarından biri oldu
ğunu açıkça söylediler. Birçok kitapçılar Nazım'ın şiirlerini basmak istiyor
larmış. Çevirkinin kim olduğunu anlayamadık. Yalnız bir Fransız bana,
acaba Nazım'ın kendi çizdiği resimleri var mıdır? En son şiirleri istenebi
lir mi, tamamen kendisine verilmek üzere istenebilir mi, şiirlerinin kitap
halinde çıkmasına izin verir mi diye sordu. İlgim olmadığını söyledim.
Rastgele öğrenirsem, söylerim dedim."
Biraz önce yazdığım gibi, mektubunun okunabileceğinden haklı
olarak şüphelenen Sabahattin Eyüboğlu, son derece "tedbirli" yazıyor,
"Yanlış yolda yürümüş, ama iyi şair" türü cümleleri bu açıdan değerlendir
mek lazım. Öte yandan Nazım Hikmet'in şiirlerini bizzat kendisi çevirme
sine karşın, bu konuda da renk verınemeye çalışıyor. Fakat Bedri Rahmi
ağabeyinin çeviri meselesinde dayanamıyor, kendisine özgü coşkuyla, ağa
beyine yanıt mektubunda bakın neler döktürüyor: Mektubunda "Yiğidi
min" dediği Nazım hikmet'ten başkası değil. Öte yandan ağabeyine çeviri
lerindeki başarısı dolayısıyla iltifattan çekinmiyor. Ve dolaylı bir dille Na
zım Hikmet'in, bir piyesinin "Acaba bir piyes Paris'te tutar mı?" diye sor
duğunu aktarıyor. " Şiirlerinin orada hasılınasına tabii razı olur." Yanıtını
da ulaştırıyor. Ve bu şiirler 1951'de derlenip yayınlanacak elbette. Nihayet
"Garip Kuş" Sabahattin Eyüboğlu'dur ve o sırada Paris'te epey para sıkıntı
sı çekerken Nazım çevirileri ona bir miktar rahat nefes aldırmış olmalı. İş
te Bedri Rahmi'nin mektubundan bir parça:
AN KARA-MAN KARA
"Senin son mektubunda sorduğun şeylere çok güzel cevaplar var.
Yiğidimin son şiirlerinden birkaç tanesi insanı tuttuğu gibi koparıyor. Bi
zim hiç duymadığımız çok güzel şeyler daha var. Ama senin dönmen yak
laşıyor. Bunları topariayıp göndermek herhalde uzun sürecek.
Geçenlerde: Acaba bir piyes Paris'te tutar mı? Diye soruyor... Şiirle
rinin orada hasılınasına tabii razı olur.
Şiir çevirilerini kim yapmışsa döktürmüş yani!. .. Böyle çevirileri bul
sam ben de basanm. Hele üç ilk gelen dergideki şairi tanıtma yazısı. Buna
hangi yürek dayanır. Bu çevirmene rastlarsan ellerinden öptüğümü söyle...
Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış, Koçyiğitin yuvasını yapmak
da bir yiğite düşmüş."
İşte size şifreli bir mektup. Ne Nazım ismi geçiyor, ne başka bir
isim: Ama mesaj yerine ulaştırılıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
ABi D i N D i N O 347
misin? Kabul et çocuklarını: Özlemle sarılsınlar. Hasret gidersinler: Ken
tim benim. Bir tanem.
"Yanılmıyorsam 1948 yılı idi. Nazilerin yenilgisinden hayli zaman
sonra 'Örfı İdare' (Sıkıyönetim) kaldınlmıştı nihayet. Böylece Güzin'le bir
likte İstanbul'a dönebilmiştik." Bu satırlar Abidin'den. ( Yazılar: s. 257)
Güzin de yazıyor İstanbul'a gidişleri: Tekir kediyi asla unutmak ol
maz: Abidin ve Güzin'le birlikte:
"Yazları, anne (Güzin'in annesi Perdiye Hanım. M ŞG), Gül Hanım
ve de kedi İstanbul'a götürülüyor. Kedinin aşı kağıdı, belediye izni, sepeti...
Onun yüzünden, yataklı vagonla gidiliyor İstanbul'a. Kampartımanın yer
lerine kat kat gazete kağıdı seriliyor. Kedi işerse, çeksin diye ve tabii, işiyor
kedi. Sabahın erken saatlerinde, o gazeteler, gizlice dışarı atılıyor. Yoksa,
bagaja vermek gerek kediyi. Oysa, bir kere verilmiş, ertesi sabah çılgın gi
bi çıkmış İstanbul'a varınca. Zaten kedi hiç sevmiyor bu yolculukları ve
sayfıye sefalarını. .. Yolculuk hazırlıkları başlayınca Ankara'da, kedi yabani
leşiyor, yatakların altına, dolapların üstüne kaçıyor, gizleniyor, hatta evden
de kaçıyor. Hazırlık telaşını nefretle seyrediyor. Bir keresinde, sokak sokak
aratıyor kendini ve sonunda başka bir mahallede bulunuyor."
Evet Abidin nihayet İstanbul'a dönme izni alabildi. A'dan Z'ye Abi
din Dino da belirtilcliğine göre, "1949'da, Örfı İdare kalktığı için İstanbul'a
'
l<AMELYA APARTMANINA
Yaşar Kemal romanın sürükleyici olması için Arif Dino'nun öneri
siyle Kamelyalı Kadın'ı okur. Yine okur. Leyla Abla da bilindiği gibi Kamel
ya Apartmanı'nda oturur: Beşinci katta. Asansör yok, sonra söylemedi di-
35 0 AN KARA-MAN KARA
yemezsınız. Nişantaşı'nda Emlak
Caddesi'ndeyiz. Bu evde o günlerde
çok pek çok insan yaşıyor. Siyah
Bacı Naile Hanım veya Nailo. Evin
demirbaşlanndan. (Fotosu var: Epey
uğraştıktan sonra Güzin bir fotosu
nu bulabildi. s Mayıs 2oos'te.) Mat
mazel Dupont: Rasih Nuri'nin "go
uvernante "ı. Ona 192o'de Cenev
re'de doğumundan sonra bakan ve
bu arada belki Fransızca özel ders
veren kişi. Evde odası var. O da evin
demirbaşlarından. (Onun da bir fo
toğrafı var. Arkasına bir de not düş
müş: "Souvenirs affectueux, Dupont.
İstanbul. 7 Şubat 1950." Fransızlar
böyledir işte, tarihi koymayı unut
mazlar asla. Çünkü bilirler tarihe iz
bıraktıklarını.)
Leyla Abla'nın "evine yeme
ğe gelenlerden veya bazen yatmaya
kalanlar"dan biri de "Dayıko"dur:
Abidin'in ve Leyla Abla'nm dayısı
Cevat Bey. Hani daha önce konuş
muştuk: Diplomat, franç-maçon, ya
ni mason. Güzin'in anımsattığı gibi,
kılık kıyafetiyle başlı başına bir olay:
"Pabuçlarının üstüne bir defa geyk
giyerdi. Papyon kravat takardı. Ve Abidin 1 950 yazında Çiftehavuzlar'da,
Maurice Chevalier türü şapka. Bir Tosun Bey Parkı'nda.
de hastonunu eksik etmezdi."Biraz
üstü kaval altı Şişhane havasında.
Ama olsun. Güzin ekliyor: "çok duy-
ABi D i N DiNO 35 1
gusal bir insan aynı zamanda. Romantik İtalyan şarkılar söyler ve onları
söylerken gözleri yaşarır ve geçmiş dönem aşklarını anlatırdı: 'Ah! Ben
bunları nasıl yaşadım bir bilseniz' filan derdi." (Dayıko'nun fotoğrafını bul
duk: Haberiniz olsun!)
Leyla Abla'ya Atina'dan da misafir geliyor: Güzin'in anlatlığına gö
re, "Atina'dan Ali Ekrem Dino'nun kızı Saffet geliyordu örneğin." Belki
başka akrabalar da: Atina'dan Adana'dan.
Saffet'in geldiğini ispatlamak isteyen bir fotoğrafımız bile var: Bu ev
de çekilen: Saffet önde, güzelim bir halının üstüne yayılmış/oturmuş,
hoş bir tebessümle objektife bakıyor, genç bir kadın, kulaklarındaki küpeler
dehşet, saçlar bir güzel taralı, hoş bir kadın. Arkadaki divanda beş kişi var:
Evet tam beş kişi: Rasih Nuri ileri: Kravatlı ve takım elbiseli, ince bir bıyık
ve hoş bir tebbesüm. Kucağında çocuklarından biri: Ya Mehmet ya Mustafa
Suphi. Çocuğun kucağında kız bebek, gül bebek var. Ortada Naile Hanım:
Evet dede Abidin Paşa'dan bu yana Dino ailesinin tarih hazinesi: Açılma
yan. O da sevimli bakıyor, ama biraz sağa doğru. İki elini dizlerinin üstün
de üstüste koymuş. Sırtında hırka. Hemen yanı başında Bedia ileri: Şık bir
giysi içinde genç anne ve onun kucağında ikinci çocuk: İkisinden biri. De
mek ki 195o'li yılların ilk yansındayız. Çocuklar henüz bebek çağındalar
madem ki. Fotoğrafa ne olur dikkatli bakar mısınız? Soldaki masanın üs
tünde bir abajur ve onun hemen altında, gözünüzden kaçmayacaktır küçük
bir çerçevede bir fotoğraf var: Bu Abidin Paşa'nın o bildiğimiz fotoğrafıdır.
N aile Hanım burda Abidin Paşa da. Öbür tarafta camekanlı bir mobilya var:
Aynalı filan. Abidin'in resimleri nerede acaba? Belki karşıki duvarlardan bi
rinde. Ve mutlaka başka odalarda. Fotoğrafın arkasına Güzin not düşmüş,
aynen: " Rasih ailesi ve Saffet ve Naile Hanım." Evet işte böyle.
Bu eve gelenler arasında bir de elbette Rasih Nuri ileri'nin babasın
dan kalan aile dostları ve arkadaşları ile bizzat kendi arkadaşları var: Birka
çı ile biraz önce tanıştık. Burada amınsatmak için Faruk Sayar ile İzak Ka
puano'yu ( bir süre sonra Paris'te karşımıza çıkacak olan çok ünlü matema
tikçi ve fızikçi) , Füreya Koral'ın annesi Hakiye Emin Hanım'ı (Güzin, Ha
kiye Hanım'ın "çok güzel çantalar yaptığını" söyledi) ve ressam Fahrünisa
Zeid ile bu ailenin diğer üyelerini saymalıyım.
ARKADAŞLAR
İstanbul'da Abidin'in birçok arkadaşı bulunuyor. Biraz önce ismini
andıklarıma Bedri Rahmi'yi eklemek lazım. Sait Faik'i de. Abidin o günle
ri anlatırken bir yerde şöyle diyor: " Dostlara kavuştuk ve Sait candan bir se
vinçle karşıladı bizi."Ve sonra şunları ekliyor:
"Sait gündelik basında yazıyor, sabırsızlıkla beklenen hikaye kitap
larını yayınlıyordu. Davetiere hem yetişemiyor, hem de isteksizdi. Rastladı
ğı kimi kişilerin küçüklüklerine, alçaklıklarına sinirleniyor, küplere bindik
çe yoruluyordu çok. Gerçi sürü ile alıhapları vardı ama arkadaşı pek az.
Ona alkol yasaklanmıştı. Yaramayan şarap mıydı, rakı mı? Ne olursa olsun
karaciğeri ağır hasta. Oysa alkolik değildi, sırf alıhaplada bir-iki kadeh atı
yordu, o kadar. .. Çekinmeden dert yanabileceği seyrek arkadaşları arasın-
AN KARA: YiNE
O günlerde Ankara iç siyasetteki yeni gelişmelerle çalkalanıyor:
8 Haziran 1948'de istifa eden Hasan Saka yeniden hükümeti kur
ınakla görevlendiriliyor. ıo Haziranda işbaşı yapan İkinci Saka Hüküme
tinde Milli Eğitim Bakanlığına Tahsin Banguoğlu getiriliyor. Reşat Şemset
tin Sirer gitti diye çok sevinmernek lazım: Çünkü yerini alan da birçok
alanda Hasan Ali Yücel mirasından kalanları yıkmayı sürdürdü. Bu hükü
mette daha sonra isimleri çok duyulacak olan Kasım Gülek Ulaşhrma Ha
kanıdır. Nihat Erim ise Bayındırlık Bakanı. Bu hükümet aynı zamanda
CHP içinde İnönü'nün başlattığı "gençleştirme" girişiminin yeni bir aşa
ması olması açısından da dikkat çekiyor.
Aynı günlerde Türkiye'nin birçok kent ve kasabasında "komünist
şebekelerin ortaya çıkarıldığı" basma yansıyor: 4 Eylül 1948 tarihli Cumhu
riyet'ten izleyelim: "İnegöl'de komünist propagandası: Komünist propa
gandası yapmak amacıyla duvarlara afiş asmaktan N. Gökçen ve suç ortağı
inegöl Orta Okulu son sınıf öğrencisi İ . Ekmekçi tevkif edildi. Ortada bir
şebekenin bulunduğu şüpheleri uyandı." Vay anasını!
13 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet bu konuda şunları aktarıyor: "N.
Gökçen'e beş ay hapis cezası verildi."Pes!
12 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet ise, Ocak 1948'de Isparta'da yaka
lanan Romanya doğumlu ve Gönen Köy Enstitüsünün "komünist öğretme
ni Görgü Kararout'un yargılanmasından sonra 8 ay 10 güne mahkum" ol
duğunu ve "9 aydır mevkuf olduğu için serbest bırakıldığını" yazıyor.
ABi Di N D i N O 355
Bir başka örneği 12 Kasım 1948 tarihli Cumhuriyet'te buluyoruz."İz
mit'te komünizm propagandası yapan gümrük memuru NazifTunalı yaka
landı, suç ortaklan bulunduğu anlaşıldığından İstanbul'a götürüldü."
Komünizmle mücadelenin aldığı boyutlar bunlar.
Aei o i N D i N o 3 57
şairi hapishanelerden kurtarmak için -açlık grevi ile ilişkili- bir kampan
yanın mümkün olup olmayacağını sormuştum."
Evet Nazım Hikmet artık özgürlüğüne kavuşmak istiyordu. Usan
mıştı olmayan suçlardan çektiği bu akıl almaz eziyetten. Bıçak kemiğe da
yanır denir ya aynen öyle bir durum. Korkunç bir durum.
Nazım Hikmet'i o günlerde hayata sımsıkı sarılmaya iten iki önem
li etken daha giriyor denkleme: Birincisi hükümetin af kanunu çıkarması
olasılığı. İkincisi dayısının kızı Münewer Andaç-Berk'in mektupları. (Bu
konuyu Saime Göksu ve eşi Edward Timms'in Romantik Komünist isimli
çalışmasından izlemek olası: 2. 244 vd.)
Münewer'i iki satırla tanıtmamız gerekiyor: 12 Şubat 1917'de Sof
ya'da dünyaya gelen Münewer'in babası Mustafa annesi Fransız Gabrielle
Taron'dur. Babası Mustafa, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'ın küçük
kardeşidir. Ve 19ı7'de Sofya'da büyükelçilikte görev yapıyor. O günlerde bir
likte görev yaptığı Mustafa Kemal'in yakın arkadaşıdır. Baba Mustafa genç
yaşta vefat ediyor. Ve Soyadı Kanunu çıkınca aileye Andaç soyadını Mustafa
Kemal Atatürk öneriyor. Gabrielle Hanım eşinin vefatından sonra kızlan
Leyla ve Münewer ile Paris'e taşınıyor. İki kızı da Paris'te büyüyor ve Fran
sızca öğreniyor. 1926'da Gabrielle Hanım vefat edince, Münewer İtalya'da
bir yatılı okula gönderiliyor. 1934'te Marsilya'da da eğitimini tamamlıyor.
1935'te Münewer, abiası Leyla ile birlikte İstanbul'a dönüyor. Bir yandan Hu
kuk Fakültesinde yükseköğrenimini yaparken Fransızca öğretmenliğiyle ha
yatını kazanıyor. 1 935'te Nazım Hikmet'le tanışıyor.
Münewer'in Saime Göksu'ya anlattığına göre,''Nazım tutuklanana
kadar süren, üç yıllık oldukça çalkantılı bir ilişki yaşıyorlar. Nazım o yıllarda
evli olduğu için 'işleri zordu'. Nazım hapishaneye düştükten yedi yıl sonra,
1945'te, Münewer İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde öğretim üyesi ve
ressam ve Abidin'in D Grubundan arkadaşı ve dostu, Nurullah Berk ile evle
niyor. Ertesi yıl Rennan ismini verdikleri bir kızlan dünyaya geliyor.
1948'de Münewer, Nazım ile mektup göndererek yeniden ilişki
kurduğunda ikisi de evlidir. Münewer'in bir kızı vardır. Ve otuz bir yaşın
dadır: Yaşam muhasebesinin yapıldığı sıkı dönemlerden birincisinin ba
şında. Nazım ise 48'indedir. Ve on iki yıla yakındır hapis.
AN KARA-MAN KARA
Münevver I948 Ekim başında Nazım'ı ziyarete gidiyor: Yanında
kuzini Ayşe Molcan-Baştımar (Zeki Baştımar'ın kardeşi Dündar Baştırnar
ile evlidir) ve arkadaşı romancı Peride Celal.
Saime Göksu ve eşi yukarıda andığım yapıtlarında şöyle yazıyorlar:
"Münevver'in Nazım'a beslediği küllenmiş duygular yeniden canlanırken,
Nazım da kendi payına bu özgür kadından büyülenmişti."
Nasıl büyülenmesin? Abidin'in yazdığı gibi "dünya güzeli Münev
ver" karşısında. Yıldız Sertel onu I95o'de tanıyor, Sertel'in tanımlaması da
öyle: "Kibirli, vakur ve çok güzeldi Münevver." Daha ne eklemeli? Kültürlü
olması, birçok ülkeyi avucunun içi gibi bilmesi, daha o yaşta, ağırbaşlı ve
temkinli tavrı ve davranışı, birçok dili biliyor olması. Aman az daha unutu
yordum: Kumral ve yeşil gözlerini. Gel de dayan bakalım! Nazım aşkların
en derinlerinden birine düşüyor anında. Aşkı elbette şiirine de vuruyor:
Tutku, arzu ve umut dolu şiirler artık sökün edebilirler yoldaş. Nazım he
men oturuyor ve Ekim I948'de "Güz" başlıklı şiirini yazıyor: Aşka ve yaşlı
aşıklara imgeler dolu. (Şiir, Romantik Komünist'te, s. 246'da.)
Evet Ekim I948'den itibaren Nazım Hikmet'in hayatında ve çevre
sindeki yoldaşlarının ağzında "dayı kızı Münevver" var artık. Ve bir süre
sonra Nazım Piraye'den ayrılmaya girişecektir.
Güzin şöyle yazıyor örneğin: "N azım'ın Münevver'le sevişınesi aylar
dır tartışma konusu sol çevrelerde. Nazım'ın yakın dostlan arasında bile, bu
kadar yıl sonra Piraye'den ayrılması yadırganıyor. Güzin ise Nazım'ı savunu
yor. Zaten bu olayı, Nazım'ın birini bırakıp bırakmaması olarak görmüyor,
bir yaşam, mutluluk hakkı, özlemi filan gibi bir duyguyla savunuyor."
Nazım özgürlüğüne kavuşunca Güzin'le ilk karşılaştıklarında ona,
bu işte kendisini savunduğu için teşekkür etmeyi ihmal etmeyecek.
Nazım Münevver'e aşıktır. Münevver de Nazım'a. Bunun adı sevda
dır ve söylenecek söz bırakmaz ağızda. Akan sular durur: Seyreder aşıkla
rı: Köprüden geçen gelinleri.
AN KARA-MAN KARA
Sabahattin Eyüboğlu, derginin ilk sayısındaki "Alışveriş" başlıklı şi
irimsi makalesinde veya makale şiirinde bakın ne güzel şeyler yazıyor:
"Gül verir yonca alınzjBülbül verir serçe alırız/Edebiyat verir yalın
söz alırızJŞarkı verir türkü alırız/ Tek ses verir çok ses alırız/Halı verir ki
lim alınzJKara tahta verir hayat alırızJDiploma verir değer alırız/Lisan ve
rir dil alırızfTesbih verir pergel alırız. JHacıyağı verir zeytinyağı alırız/Me
ta verir fizik alırız/Turan verir memleket alırız/Heınşeri verir yurttaş alı
rız/Salon verir sokak alırızfHazırlop verir alınteri alırız/Canan verir dost
alırız/Gözyaşı verir ümit alırız."
Bu satırlar aynı zamanda derginin amacını belirtiyordu ilk sayısında.
O sayıda Sabahattin Eyüboğlu " Üç yol," M. Fırtınalı "İleri-geri,"
Erol Güney "Tarihin hızlanışı ve edebiyat," Jean Cocteau'dan çevrilen "Si
nema yazıları," Orhan Kemal'in "istasyonda" isimli öyküsü, Oktay Rifat'ın
"Kervan" şiirlerine yer veriliyor.
Dergi dönemin genç şair ve yazarlarının bütün yayın işlerini birlikte
gerçekleştirdikleri, hem Eyüboğlu'nun hem Abidin'in mecnunu olduklan
imece yöntemiyle yaratılan bir dergi olmasıyla ilgi çekiyor, sempati topluyor.
Abidin Dino derginin yayınma katılıyor, yardımcı oluyor. Abidin
dergide beş yazı yayınlıyor:
"Yaprak yazariarına mekhıp," 15 Haziran 1949. (Metin, Yazılar'da
s. 320-322.)
"Yaprak yazariarına ikinci mektup," 15 Aralık 1949. (A.g.k.: s. 323-324.)
"Halk türküsü aldı yürüdü," 15 Mart 195o'de. (A. g. k.: s. 325-327)
"Balaban üzerine," 15 Nisan 195o'de. (A. g. k.: s. 328-329.)
"Sanatta kaytarma," 15 Mayıs 195o'de. (A. g. k.: s. 330-331.)
Nusret Hızır, felsefi kavrarnlara açıklık kazandıran notlar yayınlaya
rak son derece önemli bir işin üstesinden geliyor.
Erol Güney, eşi Dora Güney'in Orhan Veli'ye Yaprak günlerinde na
sıl yardımcı olduğunu anlatıyor: Dora Orhan Veli'ye "Çok yardım etti. Der
ginin çok az olan parasının veznedarıydı. Bazen bizim evde hazırlanırdı
Yaprak. Dora ile Orhan'ın ilişkileri gittikçe daha yakınlaştı. (Baldızım Bel
la'nın da öyle. Orhan'ın onu çekici bulduğunu biliyoruz.)" (A. g. k., s. 200.)
Erol Güney Yaprak'ın ilk günlerini şöyle anımsıyor: (s. 169):
ABi D i N D i N O
"1949 yılında Yaprak'ı bu kadar kuvvetle çıkarma isteği, Tercüme
dergisindeki ortamı yeniden yaratmak isteğiydi, sevdiği insanlarla, sevdiği
bir iş için. Tabii ki şartlar başkaydı. Yaprak'tan gelen parayla yaşamasına
imkan yoktu, hatta tam tersi, mali bakımdan bir yüktü. Bazı özel eşyaları
nı, kendisine verilen hediyeleri satmak zorunda kalırdı.
Orhan'ın Yaprak'taki nesir yazıları, onun entelektüel bakımdan ol
gunlaştığını gösteriyordu. Sola gidiyordu. Bunda Mahmut Dikerdem'in de
etkisi vardı. Onun yalnız bir şair değil, iyi bir düşünür ve iyi bir yazar oldu
ğu da belli olmuştu."
O günlerde Orhan Veli'nin "yörüngesinde dolaşan" gençler de
vardı. S B F 'de Mübin Orhon gibi. Halim Şefık Güzelson gibi. Orhan Su
da gibi.
Orhan Suda, Erol Güney ile can ciğer arkadaştır. Daha önce yaz
dım. Hem TKP'lidir o günlerde. Hem de arkadaşlık ve dostluk olsun diye
derginin her türlü işinde yardımcı olmaya can atan bir gençtir: Kitabında
aynen şunları yazıyor: " .. .ilk susuz rakıyı Orhan Veli'nin elinden içmiştim,
Nahit Hanım'ın evinde Yaprak 'ı paketliyorduk. 'İç bunu adaşım' dedi. Bir
dikişte yuvarladım. Boğazım ve midem yanıyordu. Ardından bir tek ma
rul yaprağı verdi. 'Ye bunu iyi gelir' dedi. Sonra da ekledi: ' Rakı benim ben
zinimdir, içmezsem motorum çalışmaz"' (s. 324).
Orhan Veli'nin ve belki Nihat Hanım'ın da akrabası olan Mübin
Orhon ile Abidin Paris yıllarında çok iyi dost olacaktır.
Cüneyt Arcayürek, Orhan Veli'ye ayırdığı birkaç sayfada bir yerde
şunları belirtiyor: '" Yaprak' adlı, küçük, tek yapraklık bir dergiyi yayımla
maya başladı. Bir sanat-edebiyat dergisi olan Yaprak'ın yazı işleri müdürü,
teknik sekreteri, düzeltmeni, dağıtıcısı tek kişiydi: Orhan Veli.
Dergiyi hazırlar, dağıtır, günü gelince, dağıtımolardan parayı da
bizzat toplardı." (Cüneyt Arcayürek: Açıklıyor - 2: Yeni İktidar Yeni Dönem,
1951-1954, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983, s. 35.)
Abidin, Yaprak deneyimini 198ı'de yayınladığı bir makalede anlatı
yor: '" Yaprak'ı çevirirken" başlıklı yazısında, Abidin, önce Orhan Veli'nin
son derece çarpıcı bir tanımını veriyor. Sonra Yaprak'ı ve çok bozuk olan
mali durumunu ve Orhan Veli'nin bulduğu "çare"yi:
AN KARA-MAN KARA
"Belki garipsenir bu sözüm, bence Orhan Veli Türk şiirinin 'meç
hul askeri'.
Ne şiiri - bildiğim kadarı ile - bir araştırma konusu olmuş, dizele
rinin iç yapısına iyice ışık tutulmuş, ne de kişiliğinin gerçekten yiğit niteli
ğine değinilmiştir.
Dünyayı umursamaz haşan çocuk görüntüsü, perdesi altında Or
han Veli, şiir ve kültür konularında olduğu kadar toplum sorunlarında da
ilkelere, tutarlı görüşlere bağlı kaldığını sonuna dek kanıtlayacaktı.
1939 sonlarından başlayarak - şiirsel bir tür içinde - şakanın ciddi
yetini yapacaktı. Başka bir kahramanlık örneği oluşturulmuştu. Pek anla
şılınadı o gün bugün. 1949'da, yani tanıştığımızdan ıo yıl sonra, düşünce
alanında kavga büsbütün kızışmıştı. 'Yaprak' dergisinin 'sahibi ve yazı iş
lerini fiilen idare eden' kişi olarak ortaya çıkmıştı Orhan, bir meydan oku
yuştu ve böyle algılandı Ankara'da.
ABi D i N D i N O
Nihayet bir gün, pencereden girmişti ya, bozuk çalıyordu bes bel
li. Yüzü bir karış, upuzun, bembeyaz. Dilinin altında bir şeyler vardı
besbelli, bir süre şişe açma aleti gibi kıvrılıp kalmış, sonunda baklayı
ağzından çıkarmıştı: Ona hediye ettiğim resimler vardı ya, onları sata
bilir miyim? ' S on sayıyı çıkarabilmek için başka çare kalmadı' demişti,
boğuk bir sesle ve müthiş utanarak ... Ne demekti, daha kaç tane resim
istiyorsa vermeye hazırdım, yeter ki alıcısı bulunsun! Biraz neşelendi
ama, alt tarafı 'Yaprak' dergisinin cenazesine çelenk hazırlıyorduk. Şa
ka maka.
Orhan son sayıyı, ilk sayıyı çıkardığı gibi tertemiz çıkardı.
Hani Pertev'in şarkısı gibi: 'Ölü yapraklar kürek kürek toplanır .. .'
sicimli 'iadeler' kürek kürek atılmıştı bir kenara, 'Yaprak' faslı bitmişti. Kı
lık kıyafetine toz kondurmayan Orhan Veli, biraz derbederleşiyordu son
zamanlarda. Para sıkıntısı ve işsizlik bastırıyordu besbelli, paltosuzdu, in
cecik bir yağmurlukla dolaşıyordu kış kıyamette. Oysa karşısında sımsıkı
kapalı duran değirmen kapıları bir tek vazgeçme sözü ile yeniden açılabi
lirdi. Böylesi öğütçüler eksik değildi şairin etrafında. Boşuna zahmet, ne şi
irden ne de görüşlerinden vazgeçecek adamdı.
Orhan'ın gözünde 'Yaprak,' bir kuşağın kimlik belgesiydi, ona toz
kondurmayacakh."
Yaprak mali ve başka sorunlarla cebelleşirken İstanbul liselerinde
ki kimi edebiyat meraklısı gençlerin örnek aldığı bir dergi niteliğini de ka
zanıyor: 1 95o'li yılların başında, Kabataş Lisesinde yatılı öğrenci olarak
okuyan Hasan Pulur anlatıyor: '"Dönüm' adında bir dergi çıkaracağız, ta
bii Behçet Necatigil'in 'yüksek himayelerinde' ... (Necatigil o sıralarda Lise
de edebiyat öğretmenidir) . Behçet Hoca'nın himayesinde çıkacak, sanat ve
kültür dergisi olacak. Okul maçlarına dergide yer yok:
Örnek, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat'ın çıkardıkla
rı 'Yaprak' dergisi. Önlü arkalı bir yaprak, bizim ' Dönüm' de öyle ...
Behçet Necatigil ve birkaç arkadaş yazıları, şiirleri topluyor, seçiyor,
girecekleri saptıyor. Sonra bize izin kağıdı, doğru Cağaloğlu'na, şair Özde
mir Asafın ' Sanat' Matbaası'na .. .'' (Hasan Pulur: "Behçet Necatigil'in şiir
mirası...,'' Milliyet, 27 Nisan 2005.)
AN KARA-MAN KARA
RESİM SERGİLERİ
2 Ocak 1949'da Ankara Halkevi Salonunda açılan Onuncu Devlet
Resim ve Heykel Sergisi 2 Şubata kadar sürdü. Abidin'in bu sergiyi gezdi
ğini biliyoruz. Sergide Elif Naci gibi ressam arkadaşlanndan birçoğunun ya
pıtları bulunuyor. Onları görmek ve resim sanatında son yapılanlar hakkm
da bilgi sahibi olmak için. Nitekim Abidin, Yaprak'ta resim üzerine makale
ler yazılması üzerine kaleme sanlıyor ve düşündüklerini kağıda döküyor:
Önce '"Yaprak' yazarianna mektup" başlıklı yazısında. Bu yazı derginin ıs
Haziran 1949 tarihli 12. sayısında yayınlandı (s. ı'de) . Aynen aktarıyorum:
'"Yaprak' yazarlarının dobra dobra konuşmasına uyarak, düşün
düklerimi söylemek istiyorum. Bence resimden hem az bahsediyorsunuz,
hem de yazdıklarmız açık değil. Yazı sanatı üzerine yazdıklarımza aklım
eriyor. Yazar diyorsunuz, toplumun içinde ve toplumun içinden geleni ya
zacak, doğru söyleyecek, ustaca söyleyecek, ustalıkla doğruluk denkleştiği
ölçüde eser yücelecek. Resim için de bu böyle değil mi? İşin inceliğine kaç
madan önce bunu söylemek, tekrarlamak lazım. Resim sanatı bizde bir sı
kıntı geçiriyor. Resim sanatı bir duraklama, bir hocalama içindedir. Bana
öyle geliyor ki Türk resmi - "Yaprak"çılann sözüyle - sorumluluğunu yük
lenmiyor. Bu tek bir okula mahsus değil, eskiler de yeniler de öyle. Hiçbi
rimiz bu sıkıntıdan kurtulmuş değiliz. Bunun böyle olduğunu sayılada
göstereyim mi? Geçen kış gördüğümüz Devlet Resim Sergisinde şu çeşit
ler vardı: 232 görünüş (paysage) , 6o cansız şey (nature morte), 30 boy res
mi (fıgure), 24 benzerlik (portraid) , 14 istif (composition). Bundan başka
çeşidini seçemediğim birkaç resim daha ... Gelelim bunların cinsine: 232
görünüşün 2oo'e yakını İstanbul, hem de çoğu Adalar ve Boğaziçi. (Ne
dense tıpkı doktorlar gibi İstanbul'a pek düşkünüz.) 2oo'den arta kalanlar
kasabadan öteye gidemiyor.
232 görünüşü bırakıp da 6o cansız şeye dönünce, görüyoruz ki res
samlar vazolara, çiçeklere, meyvalara pek tutkun. Sanki ortalık gül gülistan.
Katıktan, postaldan, testiden haber yok, bunlara tenezzül eden yok. (Bir de
Van Gogh'un iğri büğrü iskemiesini düşünüyorum ... ) Bir zamanlar şiirde
hor görülen sözler vardı ya, resimde de bugüne dek hor görülen biçimler
var anlaşılan. Boy resimleri ve yüz benzerlikleri derseniz, onlar da gelirli
ABi D i N D i N O
şehirlilere mahsus. Çalışan halktan, gençlikten söz açan yok. Sergilerde
Anadolu halkını aramayın, bulamazsınız. Hele göçten, ırgatlıktan, tarla
dan, çabadan, dertten ses seda yok. Ya 232 görünüşe karşılık 14 istif? İşte
asıl yaya kaldığımız çeşit budur. Nasıl öyle olmasın ki, geniş istiflerde bü
tün çeşitler birleşir. Çeşitlerin hiçbirinde kıvamı bulamadıktan kelli bu çe
şitlerin toplamından bir hayır mı beklersiniz? Eski mi, yeni mi? Tabiat mı,
düşünce mi? Fotoğraf mı, nakış mı? Güzel mi, çirkin mi? Picasso'mu, Ing
res mi? Kafamızda düğümlenen bütün düşünceler bir yana, yukarda belirt
tiğim sayılar şunu gösteriyor ki, manzaracıklar uğruna memleketimize yüz
çevirmişiz. Eskiler de öyle yeniler de. Ne klasiğin lafı, ne modemin güzafı
bu gerçeği saklayamaz.
Siz değil ya, belki başkalan şöyle diyeceklerdir: "Bu adam sanattan mı
bahsediyor, istatistikten mi? istatistik memuru mu ne?" Evet, istatistik me
muru gibi konuşuyorum, diyorum ki, ressam, gözüyle, duygusuyla, kafasıy
la içinde yaşadığı toplumun doğru bir ortalamasını verebilmeli. Memleketten
kıtlık haberleri gelirken şeftali, zerdali resimleri yapmıya aklım ermiyor.
Aslına bakarsanız biz yeniler, eskilerden ancak şekilde ayrıldık Öz
de ise eski tas eski hamam. Tanzimat'tan bu yana kendi kendimizi aldattı
ğımız yeter. Yeniliği özde bulmadıkça bütün çabamız boş. Özde yenilik ol
madıkça şekil yeniliği nemize gerek. Daha ötelere gitmeden soruyorum,
şunda beraber miyiz: Resim sanatında ağır bir sıkıntı var ve bu, özde bir
düzensizliğin işareti. Ne dersiniz? Selam."
Abidin, resim konusundaki düşüncelerini, ikinci bir makalesinde
daha başka boyutlarıyla aktarıyor."'Yaprak' yazariarına ikinci mektup" baş
lıklı ve derginin ıs Aralık 1949 tarihli r6. sayısında yayınlanan makaleyi ay
nen alıyorum:
"Geçenlerde, size bir mektup gönderip resim sanatına yüz verme
yişinizden şikayet ehniştim. Sizden, resimden, biz ressamlardan da öyle.
Resim sanatı çıkınaza girdi, gerçekten koptu, durakladı diyordum. Sanat
mevsiminin başından beri gördüğüm birkaç sergi -ne yazık ki- yanılma
dığıını gösteriyor. Gerçekçi sanattan yana taraf tutma kararı ile bundan bir
kaç yıl önce bir araya gelen 'Yeniler'in sergisi - başlangıçtaki ilkelerine bağ
lılık bakımından gerilemiş durumdadır. Sergideki resimler kötü mü? Her-
ABi D i N D i N O
Clemente Orozco. Meksikalıydı. Büyük adamdı. Büyüklüğü şurada ki, üşen
meden, usanmadan, memleketinin duvarlarını halkın resimleriyle donath.
Meksika'nın köylüsüne, işçisine, açık, anlaşılır şeyler söyledi. Ona çektikle·
rini idrak ettirdi, yol gösterdi. Yeryüzünden büyük bir ressam, gerçekçi bir
ressam eksildL Orozco'nun ölümü ile gerçekçiler bir öncü kaybettiler. Dü
şünüyorum: Meksika sanatıyla ilgimiz neden bu kadar az?
Duvar resmi babında bizde de yeni davranışlar var. Belki de gazete
lerde resimlerini gördüğümüz Radyoevinin duvarlarını şenlendirmek için
bir yarışma açılmış. Birinci: Zeki Faik İzer. İkinci: Nurullah Berk-Sabri Fet
tah Berkel ( Beraber çalışmışlar) . Ellerine sağlık, emek harcamışlar, asılla
rını görmek isterdim.
Sözü uzathm, ressam G. Braque'ın bir sözünü hatırlatıp mektubu
mu bitireyim: 'Bir nehri yatağından çıkarabilirsiniz; gelgelelim nehri tersi
ne çeviremezsiniz. Gerçekçi sanatı da.'
Selam."
AN KARA-MAN KARA
Burada birçok mantık ve bilgi hatası var:
Bir: Anlaşılan söz konusu vatandaşların derdi okur yazarlık değil.
Veya sadece o değil. Konuştukları dili İncedayı'nın anlamamasıdır. Aman
bunlar Kürt olmasınlar? Fesüpanallah! Konuştukları dil Kürtçe mi acaba?
İki: O yıllarda, Cumhuriyet kurulduğundan beri, Doğu ve Güneydo
ğu Anadolu'da ve ülkenin diğer bölgelerinde adayları CHP bizzat belirli
yordu. Ve genel olarak Yahya Kemal ve benzeri çok ünlü şair ve yazarlar o
bölgedeki illerin temsilcisi olarak TBMM'de yer alıyorlardı. Ki tümü seçil
meden önce ve hatta seçildikten sonra o iliere adım atmamış insanlar. Çok
partili demokrasiye geçişle herkesin kendi adayını kendisinin veya partisi
nin bizzat saptaması tartışılıyor o günlerde. Ve İncedayı bilinen yöntemin
sürmesini savunuyor. Bizde "demokrasi" bu kadar olur hemşerim!
İncedayı'ya tepkiler hemen geldiler: Alper S edat Aslantaş ile Baskın
Bıçakçı'nın Popüler Siyasi Deyimler Sözlüğü'nden aktanyorum ( iletişim Ya
yınları, İstanbul, 1995, s. 102.):
"İncedayı'ya ilk tepki Sedat Simavi'den geldi. Simavi Hürriyet gaze
tesindeki yazısında, 'Hasso'ya oy veren Hasso'ya güveniyor demektir. Eğer
doğuda oturan vatandaşlar cahilse, tercüman aracılığıyla konuşuyorlarsa
bunun sorumluluğu herhalde kendilerine ait değildir. Bırakalım bu millet
kendi milletvekilierini kendi seçsin' diyordu.
Çeşitli yerlerde düzenlenen toplantılarda İncedayı'nın sözleri pro
testo edildi. 'Hasssolar Memolar' deyişi hem demokrasiye inançsızlığın ifa
desi hem de bir bölücülük olarak algılandı. Örneğin, İstanbul Üniversitesi
Talebe Birliğinin düzenlediği protesto toplantısında öğrenciler 'bu memle
kette şark (doğu) garp (batı) yok, Hasso-Memo yok, topyekun Türkiye ve
Türk milleti var' diye bağırıyordu.
Tepkiler üzerine İncedayı bu sözleri söylemediğini öne sürdüyse de
-çok sayıda Aydınlının, söylediği yolunda mahkemede 'yeminli ifade' ver
meye hazır olduklarını açıklamaları üzerine- inandırıcı bulunmadı.
Neyzen Tevfik'in şu sözleri o günlerde herkesin elindeydi: 'Rızk için
Allah kerim, fısk (ahlaksızlık, hak yolundan çıkmak) için Cevdet Kerim.'"
Cevdet Kerim İncedayı'nın Güzin Dino'nun babası Asım Dikel'in
iyi dostu olduğunu ve kimi konularda Güzin'in zaman zaman ondan yar-
Aei o i N D i N o
dım istediğini hahrlıyoruz. Elbette bunların onun kırdığı siyasi potla bir
ilişkisi yok. Ancak daha önce adı geçtiği için bu siyasi gafını burada atla
mak da olmazdı.
İkinci Saka hükümeti 14 Ocak 1949'da istifa etti. Yeni hükümeti
kurma görevi o sırada Sivas milletvekili olan Şemsettin Günaltay'a verildi.
Adı geçen zat Güzin Dino'nun Edebiyat Fakültesindeki tarih profesörüydü
ve tarih dersinden az daha bütünlerneye bırakacaktı. Araya Leo Spitzer gir
meyip Güzin'i Günaltay'ın elinden kurtarmasaydı. Günaltay öteden beri
CHP'nin en "has adamlanndan" biridir. CHP İstanbul örgütünün kurul·
masını üstlenen adam. Türk Tarih Kurumunun kuruluşunda yer aldı ve
kurumun belli bir süre başkanlığını yaptı. Zulmetten Nura, Hurafeden Ha
kikate, Maziden Atiye gibi birçok eseri bulunan Günaltay tarih yanında ah
lak ve din alanlarında çalışmalarıyla tanınan bir öğretim üyesidir. Yapıtla
rında Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkınhlardan kurtarılmasına çare ola
rak "milliyetçiliğin güçlenmesini" gösteriyor. İslamiyetİn ilk dönemlerin
deki "saf haline dönülmesini arzuluyor." "Milli ve çağdaş ilimlerle güçlen
dirilmiş bir eğitimi savunuyor." (Murat Bardakçı: "Avrupa'da fizik okudu,
tarih profesörü ve başbakan oldu," Hürriyet, 12 Aralık 2004.)
Günaltay hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ola
rak Nihat Erim'i buluyoruz. O günleri gazeteci olarak çok yakından izleme
olanağı bulan Cüneyt Arcayürek bu konuda şöyle bir açıklama yapıyor:
"Günümüzün deyimiyle Şemsettin 'hoca' ortanın sağında bir insandı. Dü·
rüstlüğü, üniversiteden parlamentoya gelmiş olması, ılımlı davranışlarıyla
İnönü için paha biçilmez -o günler için aranan- bir başbakan idi. Köken·
de Şemsettin Günaltay, Erim'in önünde koruyucu nitellikte saygıdeğer,
yaşlı bir siperdi. Henüz otuzunu aşmış bir insanı, Erim'i İnönü hüküme
tine başbakan yapamazdı. Parti içi dalgalanmaları hesaba katması gerekliy
di. Ustaca oynamış, kendi eğilimleri doğrultusunda bir ekibi Günaltay gibi
bir 'hoca'nın şemsiyesi altında toplamıştı.
Muhalefet kanadı da, Günaltay'a sevecenlikle bakıyordu doğrusu.
Geçmişi temizdi. Oysa, Çankaya Köşkü ile sürekli ilişki kuran, İsmet Paşa
ile Türkiye'nin yeni siyasal yörüngesinin ana çizgilerini hazırlayan Nihat
Erim'di. İhtirasının yanı sıra değerli bir bilim adamı kimliğiyle, DP önde
ABi D i N D i N O 371
Bir cinayet işlenmiş. Türkiye'nin o günlerdeki en iyi, en ünlü yazarlanndan
biri öldürülmüş. Gazete bula bula bu fotoğrafı buluyor ve bu başlıkları.
Ve bu böyle devam edecek: Günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca.
Ali Ertekin'in katil olarak yargılandığı duruşmalar 30 Nisan
1 949'da Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesinde başladı ve 15 Ekim 195o'de so
na erdi. "Cinayeti milli duygularıının kabarınası sonucu işledim" diyen ka
til 4 yıla mahkum edildi. İnsafl Ve o yıl çıkanlan Af Kanunundan yararlan
dı. O günlerde yurtdışına adam kaçırmak ve cinayet cezası 4 yıldan fazla el
bette, ama katili 4 yılla cezalandırdılar. Rasih Nuri ileri'nin yazdığı gibi, ka
tile "usulen hafif bir ceza verildi ve mesele kapahldı." O kadar ki karar
okunduğunda katil kararı okuyan hakime "sağolun" diyor! Bu kadar hafif
cezanın nedeni herhalde sadece "milli duyguların kabarması" değil. Katilin
Milli istihbarat Teşkilatının (MİT) adamı olduğu biliniyor ve işin gerçek
yüzü belki bugün bile öğrenilmiş değil.
O günlerin basını, özellikle günlük gazeteler, duruşmaları düzenli
bir biçimde yansıthlar. Böylece "komünizm" düşmanlığı yapmaları için ye
ni bir olanak buldular. Ve aynı zamanda Türkiye'ye yönelik "komünist
komplonun" düzenleyicilerinden biri hatta en önemlisi biçiminde tanıtı
lan, gösterilmek istenen Sabahattin Ali'nin öldürülmesi nerdeyse "haklı"
hale getirilmek istendi.
Sabahattin Ali öldürüldüğünde 41 yaşındaydı henüz. Ve Türkiye'yi
terk edemeden, sınırı geçerneden öldürüldü. Bu birçok şeyi açıklıyor: Onun
kadar sıkı bir biçimde izlenen birinin ülkeyi terk etmesinin mümkün olma
dığını. Çok çok zor olduğunu. Terk etmek isteyenin sınıra kadar ölümle bir
likte yolculuk yapması gerektiğini. Ve onun gibi birçok insanın da çok ya
kından takip edildiğini. Basının sürekli ve yanlı yayın yapması aynı zaman
da bu "gerçeği" herkese duyurmaya ve göz korkutmaya yönelikti. Ama ismi
"komünist" e çıkmış veya çıkarılmış herkes, her yazar, her aydın, her sanat
çı ülkeyi terk etmenin yolunu aramayı da ihmal etmedi. Fahri Erdinç, Tuğ
rul Deliorman ve Ziya Yamaç gibi genç öykü yazarları, çevirmenler ülkeyi
terk etmek olanağını buldular: "Eylül 1949'da Bulgaristan'a geçtiler."
Ziya Yamaç, İstanbul ve bilhassa Adana'da Abidin'in arkadaşı gaze
teci Cavit Yamaç'ın kardeşidir. Tuğrul Deliorman o sıralarda Cumhuriyet
ABi D i N D i N O 373
Çağlar'ın birkaç yıl önce kimi gösterilerin düzenlenmesinde rol oynadığını
gördük."İnkilap şairi" olarak bilinen Çağlar CHP'den milletvekili seçildi.
Daha önce yazdığım gibi, Ocak 1949'da partisinden istifa etti. Sisteme bağ
lanan şairlerin durumunun ne denli yerinde olduğunu gösteren iyi bir ör
nektir Çağlar. CHP'den istifası da göründüğü kadar masum değildir. Arka
sında muhtemelen DP'nin parmağı var. Çünkü o günlerde DP'nin İstan
bul'daki yayın organı gibi çalışan Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin
Yalman, Çağlar'ın ve dergisinin koruyucusudur, mali bakımdan destekle
yicisidir. Bu dergide o günlerde çalışan Vedat Günyol yazıyor bunları.
Bu dergide A. Adnan Saygun, Agah Sırrı Levend ("Fuzuli Akkoyun
lu mudur?" makalesi örneğin. Bu makale 1958'de Nazım Hikmet'in "Aze
rilerin Fuzuli'ye sahip çıkmak istemeleri" üzerine kapıldığı panikten epey
önce ama Fuzuli kimselere kaptınlmak istenmemektedir) , Hilmi Ziya Ül
ken, Sarnet Ağaoğlu, Ahmet Muhip Dranas, Munis Faik Ozansoy, Ceyhun
Atuf Kansu, Fahri Erdinç (Biraz önce adını andığımız genç: Bulgaristan'a
Eylül ı949'da sığınan) , Ercüment Behzat Lav imzaları dikkat çekiyor.
İsmi geçenlerin birçoğu Abidin'in İstanbul'da vejveya Ankara'da
tanıdığı, birlikte dergi çıkardığı isimlerdir. Hatta Munis Faik Ozansoy, Er
cüment Behzat Lav gibi birkaçının kitaplarına kapak kotarmıştır, iç desen
lerini yapmıştır. Dergi kadrosunda her renk vardır demek mümkün. DP'ye
yakın olanlar ağırlıkta yine de. Örneğin o sırada DP ile birlikte yürümeye
başlayan Sarnet Ağaoğlu neredeyse düzenli makale yayınlamayı ihmal et
miyor: Dava için olmalı. 14 Mayıs 195o'de DP'den milletvekili seçilecek, de
falarca bakanlık yapacaktır: DP'nin en önemli isimlerinden biridir yani.
BARIŞ HAREKETİ
1949'da Fransa'da ve başka ülkelerde Barış İçin Hareket veya Barış
Hareketi denilen aydın, şair, yazar, sanatçı, bilim kadın ve adamlarından
oluşan grubun Paris'te ve taşra kentlerindeki toplantı, gösteri ve yürüyüş
lerle tartışmalanndan sonra Paris'te 20-23 Nisan 1 949'da "Barış Partizan
ları Evrensel Kongresi " toplandı. Pleyel salonunda düzenlenen kongreye
katılanlar arasında şu isimler anılmaya değer: Aragon ve eşi Elsa Triolet,
Emmanuel d'Astier de La Vigerie, Pablo Picasso, Pablo Neruda, (O sırada
ABi D i N D i N O 375
"Anadolu'da geçirdiği yılların izlerini taşıyan, özellikle köylüleri ve
ırgatları konu alan sayısız desen ve resimlerinden" bir bölümünü ilk kez
1 949'da Ankara'da sergiledi (A 'dan Z'ye Abidin Dino: s. 30.).
Sergilenen çalışmaları daha çok Anadolu köylülerini, Çukurova ır
gatlannı, hani Adana faslında anlattığım insanlarımızı konu almaktadır.
Bir tablosunda örneğin sıtmadan yatan bir erkek ve hemen yanı başında
ağlayan veya ağlamaklı bir kadın" vardır. A'dan Z'ye Abidin Dino'da sayfa
34'te Ankara sergisinden bir görüntü bulunuyor: Irgatlar, İnsanlarımız, be
şi bir arada, biri sanki kadın ve kadının elinde bir çocuk (mu?). Ayaklar ya
lın. İnsanlarımız oldukları gibi. Aynene yakın. Anadolu'dan ve insanların
dan Abidin'in esinlendikleri bunlar.
Güzin'le Ankara sergisini 2 Aralık 1989'da konuştuğumuzcia bana
anlattıkları şunlar: "Sergiye saldırı olabilir, resimler yırtılabilir, falan filan
olabilir diye tedbirli olalım dedik. Enver Gökçe örneğin baskın olursa ted
birli olmamız için sopalar götürmemizi önerdi. Ve bunun üzerine ilk gün
Abidin bir sopa aldı yanma. Ama açılışa büyükelçiliklerden gelen olunca ve
hele Yunanistan Büyükelçisi başta, tabloları satın almaya başlayınca baskın,
basma tehlikesinin geçtiği sonucuna vardık. Sergideki on altı tablonun hep
si satıldı."
Güzin'le Abidin'in ilk sergisini 6 Aralık 2oo6'da bir kez daha ko
nuştuğumuzda şunları anlattı: "Abidin'in ilk sergisinde herkes korkuyor
du. Bir şey yapacaklar diye. Ya da haber geldi Abidin'e, 'Yanına sopa alma
dan sakın gitme!' filan. 'Baskın yaparlar, seni dövmeye kalkarlar!' diye. Abi
din kuzeni ve o sırada Dışişleri Bakanlığında protokol müdürü olarak çalı
şan Refik ileri'ye durumu söyledi. O da protokol müdürü ya, bütün diplo
matları sergiye davet etti: Vernissage (sergi açılışı) için polis bile geldi, ted
bir aldı: Hem trafiği idare etti, hem de orada bulundu. Çünkü düşünün,
birçok elçi otomobilleri geliyor, elçileri, diplomatları bırakıp gidiyor, bu tra
fiğin idare edilmesi gerekiyordu. Sergi tıklım tıklım oldu. Müthiş satış ya
pıldı. Yunanistan Büyükelçisi Abidin'den tablolar satın aldı. Evet Refik ile
ri bu işi kotardı: Bütün elçileri davet ederek."
Abidin'in sergisine değişik büyükelçiliklerden epey insanın gelme
si anlaşılır bir şey:
AN KARA-MAN KARA
Bunun nedenlerinden biri Ankara' da bu tür kültürel faaliyetlerin
son derece az olması nedeniyle doğal biçimde gösterilen ilgidir: O gün
lerin Ankara gazeteleri mutlaka sergi açılışı öncesinde haberi duyurmuş
lardır. Mutlaka bir miktar davetiye de gönderilmiştir: Bu tür işleri çok iyi
bilen Abidin herhalde kimlere ve nasıl davetiye göndereceğini bize sora
cak değildi.
Bir diğeri ise, Güzin'in anlattığı gibi, o günlerde Dışişleri Bakanlı
ğı " Protokol Müdürü" Abidin'in kuzeni, Sedat Nuri İleri'nin oğlu, Refik
İleri'nin değişik büyükelçiliklerdeki tanıdığı diplamatları harekete geçir
miş olmasıdır.
Nihayet Abidin'in bizzat kendi çevresindeki ilişkiler demetidir: Ör
neğin " Ankara'daki Fransa"yı neredeyse bütün elemanlarıyla tanıyor: Biraz
önce gördük. Açık konuşmak lazım: Fransızca, İngilizce, Rusça, İtalyanca,
Yunanca başta ve belki unuttuğum birkaç dil daha vardır, birçok dil bilen
ve o günlerde epey tanınmış ve muhalif bir ressamın kişisel sergisi elbette
ilgi odağı olmayı hak ediyordu.
O günkü siyasi çevre koşulları içinde Abidin'in sergisinin basılma
sının, Abidin'in dövülmesi olasılığının ve tablolarının yırtılmasının akla
gelmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Abidin ilk kişisel sergisinde Anadolu köylüsünü konu alarak bir
anlamda bir süre sonra gündeme gelecek olan "köylü edebiyatını" muştu
lamaktadır. Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ünün eli kulağında. Abidin'in
Kel isimli piyesinde de bu konuda bir yol açtığını amınsatınama lütfen
izin veriniz.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, kendisi gibi genç ve üretken ve geleceği
parlak bir ressam olarak gördüğü Abidin'in resmi konusunda ağabeyi Sa
bahattin Rahmi'ye gönderdiği ı8 Nisan 1948 tarihli mektubunda yazıyor.
Önce o yıllarda Güzel Sanatlar Akademisinde Resim Bölümü Başka
nı ve Bedri Rahmi'nin de "hocası" olan ve bu nitelikleri sonucu dönemin bir
çok genç ve öğrenci ressamlarını etkileyen Leopold Levy'den söz ediyor: " Levy
belki kötü bir örnek ama böyle bir işçilik dalgası muhakkak var. Örneğin, Abi
din! Çini mürekkebinden dışarı çıkınca işleri fena halde sarpa sarıyor, ama
çini mürekkebini şeytan gibi kontrol ediyor."(Kardeş Mektuplan: s. 273)
ABi D i N D i N O 377
Ancak Abidin'in ilk sergisindeki başarısı Bedri Rahmi'yi yalanlıyor.
Daha ilginci Sabahattin Eyüboğlu'nun, Bedri Rahmi'nin ağabeyinin, ı Ha
ziran 1949 tarihli Yaprak'ta Abidin'in resmine ilişkin şu satırlarıdır:
" Dino, durgun, ölmüş doğadan öylesine kurtulmuş ki, resminde
yalnız çalkalanış, kıvranış, yürüyüş halindeki insanlar değil, cansız ça
nak, çömlek, kapı, pencere, elma, armut bile rahat durmuyor: Hepsi te
laş içinde. Ama Dino, doğadan uzaklaştıkça gerçekten uzaklaşmıyor, ter-
.
sıne ( ... )
"
AN KARA-MAN KARA
dostlukları sürüyor. Zamanı gelince göreceğiz. Ankarab yıllarda neler yapı
yorlardı? Güzin'in bu soruya yanıh şudur:
" Eşi ve kendisi, ikisi de çok ahbabımızdı. Nermin asıl Abidin'in ar
kadaşıydı. Çok eski arkadaşı. Ankara'da neredeyse komşu gibiydik. Onlar
Kavaklıdere'de oturuyorlar, biz biraz aşağısında. Nermin Nazım Hikmet'i
İngilizceye çeviren ilk kişidir. (Hem çeviren hem de Nazım'ı tanıtan son
derece yetkin bir makalenin yazarıdır Nermin Hanım. M ŞG). Müthiş bir
Anglosakson terbiyesinden geçmiş bir bayan. Ankara'daki birkaç yıllık ar
kadaşlığımızda bu yönü hep çok belirgindi. Eşi pilottu. İkinci savaş yılların
da İngiltere Hava Kuvvetlerinde Romanya üzerindeki çatışmalarda büyük
fılonun komutanı, kahramanlıklar göstermiş bir insan. Ankara' da çok az
kalıyordu. İşi gereği sık sık başka taratlara gitmesi gerekiyordu. Bir işada
mıydı arhk ve Ankara'da çok az görürdük onu. Nermin'i sık sık görürdük.
Onu Melih (Cevdet Anday), Orhan (Veli) ve Oktay ile de tanışhrdık. Evin
de çok gösterişli, çok şık yemekiere davet ederdi. Kavaklıdere' deki en güzel
apartmanlardan birinde oturuyorlardı. Oktay orada bir gece yediğimiz ye
meği 'haricot_bilmemne'yi diline doladı aylarca ve snopluk olsun diye za
man zaman 'Ne yemek yiyeceğiz çocuklar?' diye sorar sonra da 'haricot bil
memne mi?' diye işi dalgaya alırdı açıkçası. Nermin ve ailesi köklü bir aile
den geliyor, ailenin kökünün Kanuni'ye kadar dayandığı söyleniyordu. Ok
tay da böyle sultanlık fılanla, snopluklarla alay etmeye onları ti'ye almaya
bayılırdı. O günleri esprileri hoş, bu genç insanlarla yaşamak gerçekten bir
zevkti. Çok hoştu. Nermin'in yemeklerinde Abidin, Melih, Oktay, Orhan
çok güzel zaman geçirirler, çok eğlenirdik. Nermin'in eşini bir-iki kere gör
dük. Londra'ya taşındıklarından sonra ise yanılınıyorsam o kadar sık git
memize ve bir ara ı966'da Abidin'in Goal (Türkiye'de Altın Goller adıyla
gösterilen belgesel film) çekimi için orada bir süre yaşamamıza rağmen,
eşini bir kere görebildik Ticaretle uğraşhğı için sürekli gezilerdeydi."
Ankara'da Güzin'in annesi İstanbul yıllarından tanıdıkları Suphi
Ziya Özbekkan ve eşi Neriman Hanım'ı buluyor. Güzin anlatıyor: "Suphi
Ziya Özbekkan babamın çok yakın arkadaşıydı. İstanbul'da ailece görüşür
dük. Eşi Neriman Hanım da annemin çok iyi arkadaşıydı. Onlar birbirle
riyle görüşmeye başlayınca, biz de, yani Abidin ve ben de, Özbekkan aile-
ABi D i N D i N O 379
sinin Ankara'daki çevresine girdik. Suphi Ziya ve eşi annemin kuşağından
insanlar. Evlerinde davet olunca annemi de çağırıyorlar. O vesileyle bizi de
davet ediyorlardı. Böylece onlarla yakın dost olduk. Ahbap olduk.
Suphi Ziya Özbekkan ikinci savaş yıllarında Vatikan'da Türkiye Bü
yükelçiliği yapmış bir diplomat. O sırada Dışişleri Bakanlığında çalışıyor.
Çok geniş bir kültüre sahip çok sevimli bir insan. Suphi Ziya'mn kızı Gü
zin ve damadı Sabih Bey de çok sevimli insanlar çıktılar. Damadı Ankara
yüksek sosyetesinin gözde dişçisi. Damadı çok şık kokteyller veriyor evin
de, bizi davet ediyor. Şöyle bir bakın, davet edilenler arasında İtalya Büyü
kelçisi, Fransa Büyükelçisi, bakanlıklardan çok üst düzeydeki memurlar
var. Bir de biz: Abidin ve ben. Biz evden çıkıyoruz davete gitmek için. Pe
şimizde sivil polis. Suphi Ziya Bey'in damadının evine gidiyoruz. O kadar
seçkin bir toplulukta Abidin ve ben ve annem. (Güzin bunları anlatırken
gülüyor.) Polisler peşimizde varıyoruz eve. Çevrede hep bakanlıkların, bü
yükelçiliklerin resmi otomobilleri ve yaya gelen üç kişi: Abidin, annem ve
ben. Polisler heyecanlanıyar elbette: 'Ne yapacaklar burada? Niçin geliyor
lar buraya?' Kafaları karışıyar elbette. Ve biz diğer davetliler gibi giriyorduk
eve ve paşa paşa orada görüşüyor, sohbetlere katılıyorduk. (Yıllar sonra Pa
ris'te Suphi Ziya Özbekkan'ın oğlu Hasan Özbekkan ile bir araya gelece
ğiz.) Ankara yıllarında Suphi Ziya Özbekkan, eşi Neriman Hanım, kızı Gü
zin ve damadı Sabih Bey ile ahbaplığımız sürdü."
Suphi Ziya Özbekkan'ı müzikseverler hemen tanıyacaklardır: Çün
kü Türkiye'nin en ünlü bestecilerinden biridir. Çocuk yaşından itibaren
müzikle ilgilendi, ancak öğrenimi ve daha sonra Dışişleri Bakanlığındaki
görevleri nedeniyle kendini istediği ölçüde müziğe adayamadı. Besteciliğe
epey geç başladı. Nota bilmeden elli kadar şarkı ve ayrıca başka tür yapıt
besteledi. İşte sevilen bir şarkısından bir parça:
AN KARA·MAN KARA
O yıllarda Ankara'da Abidin ve Güzin'in Fethi Okyar'ın oğlu Os
man Okyar ile de dostluklarını sürdürdüklerini tahmin ediyorum.
Eralp ailesinden Yalım Eralp, Orhan Eralp ile ilişkilerinin olduğunu
sanıyorum. Ancak bu konularda kesin bilgim yok. Araştırmak gerekiyor.
ABi D i N D i N O
larnda Vatan'ın ve başyazannın Nazım Hikmet'e özel ilgi göstermesi oldukça
manidar. Hemen akla gelen şu: Nazım Hikmet dosyasını açarak CHP iktida
rını biraz daha sıkıştırmak ve DP'yi "sola daha yakın" bir havada sunmak.
Böylece "demokrasi yanlısı" olduklan konusunda somut bir örnek vermek.
AN KARA-MAN KARA
Nice profesyonel sanatkarlar vardır ki hakikatte sadece amatördür
ler, çünkü mesuliyetli bir iş yaptıklarının farkında değildirler. Mesuliyetini
idrak etmeyen sanatkar amatördür."'
İkincisinin başlığı "Resim": "Yine bir mektuptan":
'Sanat kollan içinde resim, gerçek resim, yani hem titiz, en bilgili, en
namuslu, en profesyonel ressamın kusursuz bulacağı, hem de, belki ömrün
de hiç resim görmemiş halktan insanın anlıyacağı, ona bir şeyler söyliyen,
onu düşünmeğe, heyecanlanmağa, götüren resim, müthiş bir şey."'
Güzin Dino'nun arşivinde bulduğumuz mektuba gelince, onun ta
rihi 25 Eylül 1949. 27 Eylülde postalanmış. Üstünde Abidin Dino'nun İs
tanbul'da yaz tatilini geçirdiği mekanın adresi bile var: "Caddebostan. Çif
tehavuzlar Caddesi. İstanbul." Daha ne olsun? Evet o tarihlerde/günlerde
Abidin ve Güzin o adreste oturuyorlar. Bu mektubu aynen aktarıyorum:
Vir-gül-üne dokunmadan:
"25 Eylül 949
Bursa Hapisane
Kardeşim,
Mektubuna ve resimlere teşekkür etmekte geciktim. Fakat, sen 'on
beş güne kadar İstanbuldan ayrılacağım' diye yazıyordun, ben de dönmeni
bekledim. Her halde dönmüşsündür.
Natürmortların hepsine, ele ve dinlenen, yatan insanlar serisine
bayıldım: yani hem çok, ama pek çok beğendim, hem çok ama pek çok
sevdim. Şimdi, her gün onları, karşıma dizip içimi aydınlatıyorum. Elie
rin nur olsun. Fakat, ötekileri beğendimse de sevmedim. Berikileri niçin
hem sevip, hem beğendiğimi, yani hayran olduğumu, bunları ise niçin sa
dece beğendiğimi, bir hesap meselesi gibi izah edebilirim, yani sevgimde
o kadar şuurluyum.
Sana yine birkaç parça çizgi gönderiyorum. Tabii utana utana yollu
yorum bunları, ustalığının hoşgörüdüğünü bilmesem cesaret edemezdim.
Şiir hakkında öteberi yazmama gelince, sana yeni hiçbir şey öğre
temeyeceğimi bildiğim halde bu işi gelecek mektubumda başarınağa ça
lışacağım.
ABi D i N D i N O
Hasretle gözlerinden öperim kardeşim."
Nazım Hikmet'in böylece, resim sevgisinde ikili aşama söz konusu
olduğunu saptıyoruz: Sadece "beğenmek;" "hem beğenmek ve sevmek,"
"yani hayran olmak." Ve sevmekte şuurlu olmak. Abidin'in o günlerde Na
zım'ın çizgileri için neler yazdığım maalesef bilemiyoruz. Ama yukarıda
andığım ve 1 977 tarihini taşıyan "Nazım Hikmet ve resim" çalışmasında
Nazım'ın resmi için yazdığı şu satırları aktarmak lazım:
"Bursa Hapishanesinden yazılan, resimle ilgili küçük iki mektup
Nazım'ın resme karşı gerçek sevgisini, giderek 'tutkusunu' yansıtmak bakı
mından önemli. Nazım'ın kimi resmi, profesyonel nice ressamın yapıtların
dan daha güçlü bence. 1921'de, inebolu'ya gidişinde yazdığı şiirler, kendi
deyimi ile: şiir yolunda 'peizaj' (manzara) denemeleridir. Annesi Celile ha
nımın ressam olması, kuşkusuz şairin daha genç yaşta resme karşı ilgisini
uyandırmış bulunuyordu. Çocukluk çizgileri hayli ilginç bu bakımdan. ( ... )
Nazım'ın cömertliğine sınır yoktu, olamazdı, coşku, yaşamasının
yaratmasının kesinkes akaryakltı idi. ( .. )
.
AN KARA-MAN KARA
"komünist" dergi, gazete, matbaa, kitabevi baskınlarının düzenlenme
sinde başı çekenlerden olan ve daha çok kısa bir süre öneeye dek CHP
milletvekili Çağlar'daki "değişim" çarpıcı. Şadırvan Kasım 1 949'da 35· sa
yısıyla tükendi.
Yalman, Nazım'ın serbest bırakılması için verdiği mücadele nede
niyle kendisini eleştiren kimi sağcı çevrelere, kendisini ve gazetesini tehdit
eden kimi isimli veya isimsizlere karşı da kendisini savunmak zorunda ka
lıyor. Bu arada Nazım'a yeni bir avukat seçmesini öneriyor. Nazım Hik
met, Yalınan'ın bu önerisini benimsiyor: Yeni bir avukat seçiyor: Mehmet
Ali Sebük. Sebük o günlerde DP üyesidir. Ve Fransa'da kriminoloji oku
muş ve konunun uzmanı olarak yurda dönüp avukatlık yapıyor. Vatan'ın
hukuk danışmanıdır. Zaman zaman kendi dalında yazılar yazıyor. Sebük,
Nazım davasına bir tür yerli Dreyfüs Davası olarak bakıyor. (Sebük'ün şu
kitabına bakılabilir: Korkunç Adli Hata ve Nazım Hikmet'in Özgürlük Sava
şı, Cem Yayınları, İstanbul, 1978. Sebük ile 1987'de bir süre kaldığı Paris'te
birkaç kez epey uzunca söyleşiler yaptım. Ses alıcıda kayıtlı tümü. Genel
olarak kitabında yazdıklarını anlattı, ayrıca Nazım'ın o günlerdeki yaşamı
nı ayrınhlı bir biçimde aktardı.)
Sebük o günlerde şöyle üçlü bir yol izliyor:
Önce Nazım davasını yeniden açhrmak istedi. Olmadı.
Sonra Nazım'ın sağlık sorunlarını ön plana çıkararak tedavisi için
İstanbul'a nakledilmesini talep etti. Başvurusu reddedildi.
O zaman özel bir af için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye başvurdu.
İnönü ile yüz yüze, baş başa görüştü. Bir sonuç alamadı.
Her şeye rağmen yılmadı: Sebük, Şubat 195o'de Nazım'ın davası
nın yeniden açılması için hem Yargıtay'a hem TBMM'ye resmen başvurdu.
Bu girişimi de sonuçsuz kaldı.
Nazım Hikmet'in açlık grevi bütün yollar tükendikten sonra gir
mek zorunda kaldığı bir eylemdir. Göreceğiz.
Nazım Hikmet'in özgürlüğüne kavuşması, için Türkiye'de Ahmet
Emin Yalınan başta kimi gazeteci, yazar ve şairler ile avukatları İrfan Emin
Kösemihaloğlu, Mehmet Ali Sebük en başta, hukuki alanda uğraşırken,
Abidin ve Güzin en önde arkadaşları, özellikle Ankara ve İstanbul'da her
ABi D i N DiNO
yolu denerken, Fransa ve dünyanın birkaç ülkesinde kimi aydın, yazar, sa
natçı, tiyatro ustası, şair de yardım için ellerini uzatıyorlar: Nazım'ın bir an
önce serbest bırakılması için.
Abidin o günleri Nazım Üstüne başlıklı kitabında dile getiriyor (s. 17):
"Her iki cephede de olaylar kendiliğinden gelişti: Türkiye'de şairin le
hine yazılar yazılıyor, protestolar yapılıyor, imzalar toplanıyordu; öte yandan da
Paris'teki genç Türk öğrencilerin (Aralarında öğrenciler gibi öğretim üyesi
olanlar, genç araştırmacılar da var: Örneğin Fahri Petek, Taeettin Karan, Cahit
Güçbilmez, Gün ve Necil Togay, Hasan Akkuş, Attila İlhan. MŞG) gecikme
den başlattığı ve Tristan Tzara'nın, Aragon'un ve tüm Fransız solunun (Abidin
biraz abartıyor burada: Nerede "tüm Fransız solu" kardeşim, sadece FKP'li ve
ya FKP'ye yakın olanlar desteklediler. MŞG) kuvvetle desteklediği bir kampan
yanın etkisiyle dünya kamuoyu tepki veriyordu. Bütün bunlar çok çabuk, nere
deyse anında olup bitiyordu. Ne var ki dünya çapında yürütülen bir kampanya
ağır, ölçülemeyecek kadar ağır bir mekanizmadır. Süleymaniye Camisi'ni ye
rinden oynatmak gibi bir şeydir...dünya çapındaki bir kampanya kaprislidir, ay
larca hatta yıllarca çırpınıp durursunuz, hiçbir sonuç çıkmaz, sonra kimi za
man birden marş basar, makine sarsılmaya başlar, hafıfler, hızlanır ve sizi ge
ride bırakarak geçtiği her yeri silip süpürür; çığdan beter hale gelir!"
("Açlık grevi" başlıklı bu bölüm daha önce Les Temps Modernes isim
li dergide Ağustos- Eylül 1963'te yayınlandı. Fransızcadan Türkçeye çevi
ren Aykut Derman'dır.)
Nazım 29 Ekim 1949'da Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle genel bir
af çıkacağını bekliyordu. Ancak bu beklentisi gerçekleşmedi. Nazım'ın
ümitleri suya düştü. Umudu azaldı. Ve yapacağı tek şey kalıyordu: Açlık
grevi. Kasım 1949'da Nazım açlık grevine yatmayı düşündü. Avukatı İrfan
Emin Kösemihaloğlu bunu doğruluyor; 7 Nisan 1949'da düzenlediği basın
toplantısında şunları belirtiyor: "Nazım Hikmet daha kasım ayında açlık
grevine yatmak kararı vermişti. Ziyaretine gittiğim zaman içi kapkaranlık
tı, mutlak surette kararını tatbik edeceğini, hiç değilse ölüsünün hapisha
neden çıkarılacağını ısrarla söylüyordu. Kendisine bu adli hatanın tamir
edileceğini ve adalete inanmasını söyledim, ancak bunun bir zamana bağ
lı olmasını da anlattım. Çekişe çekişe bir yıl vade koparttım. Ayrılacağım sı-
AN KARA·MAN KARA
rada bana dedi ki: 'Bir gün sana bir telgrafım gelebilir, o zaman iki elin
kanda bile olsa derhal Bursa'ya gelmeni rica ederim.' Anladım ki bir gün
apansız açlık grevine başlayabilir. Nitekim çok geçmeden o yola döküldü.''
ABi D i N D i N O
" Kuvayı milliyeci bir subay elinde tüfeğiyle," ikincisinde tombul gözlüklü
ve yüksek fötr şapkalı siyasetçi koltuğa kurulmuş, üçüncüde tesbihli, sakal
lı takkeliftürbanlı bir müslimin, nihayet dördüncü karede ABD tipi, ağzın
da piposu, başında kovboy türü fötrü ile çizmeli bir tip. Hepsinin sol yaka
sında bir rozet: CHP'nin alh oku.
Bu başyazıkarikatür de imzasız. Ama Abidin'in çizgisi olduğu aşikar.
Birinci sayının başlığı ve başlıkla ilişkili "haberler," çok açık bir bi
çimde Missouri'nin İstanbul'a gelişi ve gerek siyasi çevrelerden ve basın
dan, gerek her türlü esnaf ve tüccardan gösterilen "ilgi" ile ince bir alay.
Genelev kadınlan bile es geçilmeden.
"Babıalinin doktoru" başlığı altında,"siyasi mizalı dergisi" çıkarma
nın ne kadar "anormal" bir şey olarak karşılandığı anlahlıyor.
Derginin sürekli sütunlan var: "Mektup: Nuh Dede Eliyle Dokuma
cı Ahmed'e," (Çukurova'dan epey söz ediliyor) , "Mektup: Nuh Dede Eliyle
Veli Yılmaz'a" vb.
Dergi ilk sayısında ve sonra "yazarlan"nı takdim etmekten hiç mi
hiç çekinmiyor. İşte yazarları: "Baş yazanmız: Nuh," "Oğlu Ham, Bay May
mun, Fil Oğlumuz" veya genellikle " Fil," sonra "zaman zaman ABD ile il·
gili haberlere ve makalelere imza atan 'Sam."' Unutmadan söylemeli: Der
gi dehşet biçimde ABD ve emperyalizm karşıh. Abidin olsaydı " Ça va de
soi" derdi. Diğer yazarları ise "Ahmet, Hikmet Uydurur" isimleri dikkat çe
kiyor(!) Fotolar ise "foto Nuh"tan.
Dergide iç siyaset ağırlıkla işleniyor. İstanbul'un gecekonduları,
Haziran 1949'dan beri yapılan gecekonduların yıkılınası emri ve girişimi
de. Üniversiteler. İrtica meseleleri. Partilerin dini siyasete alet etmeleri de.
Bu arada işçi sorunlarına da epey yer ayrılıyor.
Sendikalara, patronlara da. O günlerde kurulmakta olan Sosyal Si
gorta Kurumu, İş ve İşçi Bulma Kurumu'na da. CHP'nin sendikaları nasıl
kurdurttuğu vefveya nasıl ele geçirdiği sık işlenen konulardan.
ABD ve "Marşal Planı" ile epey alay ediliyor."Mak Komik" isimli
zatla da. Spor bile var. Spora ilişkin gelişmeler ve boks maçlan vb. Bu ara
da tiyatro ve sinema da eksik değil. Şarlo' dan bahsetmeden mizalı olur
mu? Abidin tiyatro ve sinema konusunda fırsat buldukça yazıyor. İmzasız.
AN KARA-MAN KARA
Evet Abidin yazıyor, çiziyor. Anlaşılan derginin birçok şeyiyle uğraşı
yor. Adana'da Türk Sözü'nü nasıl çekip çevirdiyse burada da öyle. Ama Abi
din bu, kendini öyle kolay kolay ele vermez. Çizgileri epeyce bir süre imzasız
çıkıyor. Sonra "Celal" diye imzalıyor: Hata yok. Çünkü kahramanımızın iki
isminden biridir Celal. Anımsayınız boşuna mı taa başlarda Celal Abidin Di
no diye yazdım? "Nüfus Cüzdanı"nda aynen böyle yazıyor nitekim.
Sonra çizgilerin altında Abidin imzası görülüyor. Ama bu imza da
ha orak çekice kendini benzetip komünizm propagandası yapacak imza de
ğil. Kendi halinde bir imza. İlk Abidin imzası ıo. sayıda ortaya çıkıyor. 4
Ocak 195o'de. Sonra Abidin Dino imzası bir kez kendini gösteriyor, evet
sadece bir kez: Bir ara Esat Adil ile başlatılan ve epey süren bir tartış
mafatışma var. Esat Adil de kendisinin ve partisi TSP'nin (Türkiye Sosya
list Partisi. Hani bir süre önce yeniden faaliyete geçen parti) yayın organı
Gerçek'te karşılık verince ve Abidin'e ismini vererek saldırınca, Abidin ka
lemi alıyor eline ve yazıyor yanıtını. Esat Adil alınmasın diye de ismini de
soyadını da koyuyor. Artık bu kadar olur.
Derginin ilk sayısından son sayısına kadar "sahibi ve yazı işlerini fi
ilen idare eden" bir kahramanı vardır: İsim ve soyadını vermek zorunda
yım: İşte: Nahit Üstemir. Dikkat hem "üst" hem de "emir" var. Kimdir?
Henüz teşhis edemedim. Edersem size de bildiririm.
Dergiye Abidin ile birlikte katkıda bulunan hatta dergiyi birlikte çı
kardıkları değişik kaynaklarda belirtilen iki isim var: Mehmet Ali Aybar ve
Rasih Güran.
Abidin Dino, Selçuk Demirel ile yaptığı söyleşide aynen şöyle diyor:
"Ankara'da Mehmet Ali Aybar'la birlikte Nuhun Gemisi'ni (Abidin ile şaka
yapılamaz: Derginin ismini ilk günkü gibi yazar. MŞG) çıkarttık, tam yılı
nı söyleyemeyeceğim, sanırım 1948'lerde veya 1 949'larda. (Abidin'de tarih
aramayınız, işte bir örnek daha. Ama gerçek tarihten de pek uzak değil yi
ne de. MŞG) Nuhun Gemisi'nde yazı ve çizgilerim vardı, belki kimisi il
ginç." Bu son cümle de Abidin'in vazgeçemediği alçakgönüllüğünün ispa
tıdır (Selçuk Demirel: Özel Koleksiyon: s. 228).
"Aybar" "maddesini," A'dan Z'ye Abidin Dino'da okuyunca şöyle bir
cümle karşımıza çıkıyor: "Abidin'in 1 946'dan sonra, yani Ankara'da yaşar-
ABi D i N D i N O
ken tanıştığı Aybar, o günlerde (Ankaralı olmasa da) en sık görüştüğü kişi
lerden biriydi. Abidin, 1948'de, Aybar'la birlikte çıkardıkları Nuhun Gemi
si adlı dergide 'Sarı Çizmeli' takma adıyla yazılar yazdı."
Burada bir soluklanalım: Derginin çıkış tarihinin 1948 olmadığını
biliyoruz. Doğrusu 2 Kasım 1949-31 Mayıs 1950. Ayrıca " Sarı Çizmeli"
takma adını Abidin Nuhun Gemisi'nde hiç kullanmadı. En azından benim
okuduğum sayılarında. Benim koleksiyonumda bir tek 17 Mayıs 1950 tarih
li dergi eksiktir. Bu sayıda Abidin " Sarı Çizmeli" takma adıyla bir şey(ler)
yazdı mı? Hiç sanmıyorum. Ancak kesin bir şey söyleyebilmek için bu sa
yıyı görmek gerek. Dolayısıyla bu sayıdan elinde bulunan, bir fotokopisini
iletebilirse minnettar kalacağıını belirtmek isterim.
Bir kaynakta şöyle bir şey okudum: "Abidin Dino o günlerde Rasih
Güran yönetiminde yayınlanan Nuh'un Gemisi (Böyle yazmışlar) isimli
dergiye de katkıda bulundu."
Şimdi Rasih Güran Nahit Üstemir olmasın diye sormaz mısınız?
Sorarız. "Uzun" Rasih, bildiğiniz gibi, öteden beri Abidin'in yakın arkada
şıdır. Nazım Hikmet'in de çok yakınıdır. Ve herkesin bilmediği gibi TKP'li
dir. Daha önce sık sık sözünü ettim. Ben de zaten oraya geliyorum: Nuhun
Gemisi'nin TKP'nin desteklediği yayın organlarından veya kısacası yayın
organlarından biri olduğu yazılıyor. O günlerde ve sonrasındaki TKP tutuk
lamalarındaki ifadelerde bu yönde konuşanlar oldu. Bu kadar da değil, da
ha önce sözünü ettiğim gibi, Rasih Nuri İleri, Yeni Edebiyat Sosyalist Ger
çekçilik isimli kitaba yazdığı önsözde bakın neler diyor: "Sonraki illegal dö
nemde ise Ankara' da, Parti (TKP demek istiyor. MŞG) yine Zeki Baştırnar
ve Abidin Dino yönetiminde, bu defa 'Nuhun Gemisi' isimli bir mizalı (dü
zeltiyorum: "siyasi mizalı dergisi"dir. M ŞG) dergisi yayınlayabilmiştir
(1949-1950)." (s. 10)
Evet durum budur: Nuhun Gemisi konusunda ismi geçen ve tanı
nan, bilinen isimler bu kadar: Abidin Dino, Rasih Güran, Mehmet Ali Ay
bar, Zeki Baştırnar ve Nahit Üstemir. Bu sonuncu hakkında hiçbir şey bil
mediğimi yineliyorum.
Yedi ay yayınlanan dergi özel bir "görevle" yayınlanmış olabilir mi?
Hani görevi bitince kapatılan/kapanan. Bilemiyorum. Eğer öyle bir "göre-
39 0 AN KARA-MAN KARA
vi" varsa bu Nazım Hikmet'in özgürlük mücadelesinde şaire, büyük şairi
mize yardımcı olmaktır diyebilirim. Elbette başka dergiler, Yaprak gibi, bir
çok gazete, Vatan yanında Va-Nfı' nun çalıştığı Akşam, o günlerde yeni bir
yönetimle yayınlanan Tan ve başkaları örneğin İzmir'de çıkan Yeni Asır,
var. Ama bir de böyle bir derginin Nazım'ı çok yakından tanıyan iki, yani
Abidin ile Aybar, belki dört, yani ilk ikisi yanında Zeki Baştırnar ile Rasih
Güran, yoldaşı yönetiminde yayınlanması iyi olacaktır diye düşünülmüş
olabilir. Öyle de oldu. Nuhun Gemisi, yedi ay boyunca Nazım'ın mücadele
sini birinci derecede iyi biçimde ve tarihte kalacak belgeleriyle kamuoyuna
duyurdu. Çok da iyi etti.
ABi D i N D i N O 39 1
dinde bir şeyler yapmasını kararlaşhnyoruz. Mahmut Dikerdem durumu
Erdal İnönü ve kardeşine aktarıyor: Babalarına anlatsınlar, Nazım için özel
bir af çıkarsın diye. Ama sonuç alınmıyor."
Mahmut Dikerdem mutlaka iki kardeşe Nazım'ın durumunu aktar
mış ve yardımlarını istemiştir. Hiç kuşkum yok. Ama iki kardeşin durumu
babalarına ilettikleri konusunda çok kuşkum var.
15 Mart 1950 tarihli Les Lettres Françaises'de ise " Solidarite avec le po
ete turc Nazım Hikmet" başlığıyla "Le Comite National des Ecrivains"in
(CNE. Yazarlar Ulusal Komitesi'nin) Nazım'ın özgürlüğü için mücadele
eden Uluslararası Demokrat Hukukçular Derneği'ne desteğini duyuruyor.
Aragon'un yönetimindeki Les Lettres Françaises ile CNE'den başka şey de
beklenmezdi zaten. Direnişçilerin ve Fransız Komünist Partisi'nin deste
ğincieki dergi ve komite öteden beri Nazım'ın mücadelesine sempatiyle ba
kıyor ve yardımlarını esirgemiyordu.
Uzaktan destek ve dayanışma bir metinin yayınlanmasıyla bitmiyor.
Birçok aydın, sanatçı, yazar ve şair Nazım için imza kampanyasına kahlıyor:
En başta Albert Camus, Jacques Prevert, Jean-Paul Sartre, Pablo Picasso,
Bertold Brecht, Pablo Neruda, Louis Aragon, Halldor Laxness ve başkaları
bulunuyor. Bu isimler ellerinde iri makaslar ve tüfekle af kanunu tasarısını
kuşa benzetmeye çalışanların kulaklanna "yerli mi"? Değil. Yabancı!
39 2 AN KARA-MAN KARA
ni gösteriyor. Aşık Veysel gecesinin başta gelen özelliklerinden biri de, Ruhi
Su'nun bu şenliğe katılmış olmasıdır. Ruhi Su'nun senelerden beri halk tür
küleri üzerinde yeni bir anlayışla çalıştığını biliyoruz. Aydınlanmız bu çalış
malara karşı türlü tepkiler göstermişlerdir. Kimine göre halk türküleri günü
nü bitirmiş bir sanatın kalıntılarıdır, halk şairlerinin sesiyle tekrarlanmalan
gerekir, sadece bir folklor konusudur. Kimine göre de halk türküleri Garp
musiki anlayışı içinde, hammadde olarak kullanılacak ve geliştirilecek sesli
hareket noktalarıdır. (Nasıl yeni şiir de bunlardan faydalanmasını bilmişse.)
İşte böyle, kimine göre dokunulması, kimine göre de yeni baştan ufalanıp pi
şirilmesi icabeden halk türkülerine karşı Ruhi Su'nun tavrı nedir?
Ruhi Su'ya göre, yaptığını iyice anlayabildimse, halk türküleri me
lodi ve şiir bakımından tam kıvamını bulmuş sanat eserleridir, ses ve oku
nuş bakımından pürüzlerinden ayıklanınca - Garp musiki anlayışı ile bağ
daşan - klasik denecek kadar sağlam ve belirli bir ses mimarisine erişmiş
şaheserlerdir bunlar. Melodi ile ses, şiirle okuyuş arasında gözetmek iste
diğim fark meydanında; melodiye tam hakkını veren, Garplı anlamda ter
biye edilmiş bir ses yoktur halk aşıklarında, sesleri çoğu zaman pürüzlü,
yayvan ve uyuşturucudur. Şiire de hakkını vermiyor aşıklar, yarattıkları
mısralara karşı sanki kayıtsızdırlar, aralarında öze göre değişen bir okuyu
şa rastlamak pek güç. Şu var ki folklorcu görüşle yetinen kimseler, bu ek
sikleri "halislik" bakımından seviyorlar, türkü sanatını yaratanlara karşı
saygı yönünden bu ilişmeme kaygusunda haklıdırlar bir bakıma. Bir bakı
ma da sesli musiki için halk türkülerine dayanmak isteyen musiki yaratıcı
ları da yanlış düşünmüyorlar, şekilcilikten uzak, zengin melodili, özlü bir
yeni musiki yaratmak için elbetteki halkın ses mirasına sahip çıkmaları la
zımdır. Ruhi Su'nun yolu apayrı görünüyor. Ruhi Su, seçilmiş, ses ve sözü
süzülmüş halk türkülerinin - mesela klasik Alman musikisindeki 'lied'le
re kadar - dört başı marnur sanat eserleri olduklarına inanıyor. Ruhi Su,
kendi anlayışı içinde söylediği bu türkülerin sürekli değerlerine, gelecekte
de canlı kalacak değerlerine bel bağlıyor. Türk halkının ses yolundan söz
yolundan tarih boyunca yaşayacak eserler verdiğine inandığı içindir ki Ru
hi Su, bunları arıyor, buluyor, ayıklıyor, değerlendiriyor, bu arayışın zorlu
ğu ve önemi üzerinde söylenecek çok söz var.
ABi D i N D i N O 393
Ruhi Su bu son konserde iki aşkı peşinde, Aşık Veysel'den önce
türkülerini söyledi. Karşılaştırmamak elde değil. Veysel'in güçlü şair oluşu
bir yana, musiki olayı bakımından Ruhi Su'nun çabasında haklı olduğu,
gün gibi meydandaydı o gece. Halkevinde bulunanların kıyasıya alkışı, bir
halk sanatının yeni zamanlara uymasını selamlamıştır. Bu biçim halk tür
küsü, alaturka - alafranga çatışmasının dışında ileri bir kültüre dayanan,
herkese açık bir çeşit olarak artık geleceğini sağlama bağlamıştır bence."
( Yazılar: s. 325-327.)
Abidin Aşık Veysel'in birçok resmini çizdi. Aşık Veysel o günlerde
Ankara' daki aydınlar tarafından sevilen, eve davet edilen halk türküleri us
tasıdır. Örneğin Erol Güney, eşi Dora'nın "evimize birkaç kez gelen Aşık
Veysel'le çok sıcak bir bağı" olduğunu ve "ondan ( ... ) türküler öğrendiğini"
yazıyor (A. g. k., s. 200). Sabahattin Eyüboğlu da Aşık Veysel'i çok beğeni
yar: Elimde nerede ne zaman çekildiklerini bilemediğim birkaç tane Eyü
boğlu ve Veysel fotoğrafı var: Birbirlerine sarılmış iki dost. Nitekim o gün
lerde kardeşi Bedri Rahmi'ye yazdığı ve tarihi konulmamış mektubunda
şunları yazıyor: Ne mükemmel bir insan şu Veysel, bilsen. Anadolu topra
ğının kendisi' ... Yanık, durgun, olgun ... Yalnız çehresini görmek kafi. İnsan
dağların sımyla karşılaşmış gibi oluyor. Sıcaklarda bile sırtından çıkmayan
eski yamalı bir paltonun içinde Veysel muhteşem bir dilenci gibi dolaşıyor.
Önceki gün bu odadaydı. Çaldık. .. Söyledik. .. " (Kardeş Mektuplan: s. ı 6o.)
AF Ç ıKM lYOR
"Yurt çapında olağanüstü ilgiyle izlenen af kanunu çıktı, çıkmak
üzereydi. Gazeteler, işin bittiğine o denli inanınışiardı ki, ertesi gün man
şetleri bile düzenlenmişti: Genel af yasası çıktı!
Meclis'teki görüşmelerin geceye uzandığı bir saatte, bir olay oldu,
garipsenecek, yorumlanması çok güç bir olay.
Adalet Komisyonu Başkanı Hulki Karagülle, birden söz istedi, kür
süye geldi:
'Arkadaşlar!' dedi, Komisyonumuz, genel af yasasının bazı madde
lerini yeniden incelemek kararındadır. Bu nedenle tasarıyı geri alıyoruz."'
(Cüneyt Arcayürek: ı. Cilt, s. ı 63).
ABi D i N D i N O 395
ayrıca onu orada görmeye kim giderdi? Piraye ( ...) daha şimdiden, İstan
bul'dan Bursa'ya gidebilmek için borç alıyordu. Önce Mudanya'ya kadar kü
çük bir vapur, sonra çocuk oyuncaklarına benzeyen bir tren. Otele para öde
mek, tutukluya küçük bir armağan almak gerekirdi; mevsimiyse küçük Bur
sa şeftalileri örneğin, ama hangi parayla? Ya Sivas, Sivas'a kim gidebilirdi?
Tüm bunlar gerçekti; ama bunlar kadar gerçek olan bir şey daha vardı: Na
zım neredeyse tamamen tükenmişti. Uzun süre içerde yatanlar söyler: Bu
nalım aşama aşamadır; yıllar geçtikçe insan aynı şeye aynı biçimde tepki ver
mez. Koca bir yıl, bir solukta geçip gider, sonra birden bir hafta gelir ki kat
lanmak, önceki on iki, yirmi dört, kırk sekiz aya katianmaktan çok daha zor
gelir insana. Bunalım kapıyı çaldığında, dizlerinizin bağı çözülür, göğsünü
zün derinliğinde bir yanardağ ağzı açılır, kalbiniz küt küt atar, bir şeyler ge
mi azıya alır ve insan kendini sırtüstü yerde bulurdu; bir tür yer çekimsizli
ği paniği yakanıza yapışır ve bu sizi bedensel bir hareket yapmaya zorlardı:
Ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resmi çerçeveden;
ayakları yere vurdu.
AN KARA-MAN KARA
zulan sağlığı sonucu açlığa dayanamayacağından ve sağlığının daha beter
leşmesinden korkuyorlardı. Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması için Türki
ye'de imza toplanılmasına karar verildi. İmza toplama fikrinin Nazım'ın
dayısının kızı ve sevgilisi Münevver Andaç-Berk ile Sare Teyzesinin kızı
Ayşe Mocan-Başhmar'dan çıkhğı anlaşılıyor. Ayşe'nin babası Şevket Mo
can'ın Af Kanunu tasansı TBMM'de görüşülürken komünistleri "suçlu de
ğil haindirler" diye nitelerken kızının Nazım Hikmet'in serbest bırakılma
sı için imza kampanyası başlatması ne kadar hoş ne kadar anlamlı. Böyle
ce yurtdışından ünlü isirolerin imzalanna "yabancıdırlar" diyerek yüz ver
meyeniere Nazım'ın yakınlan "Bir dakika yerlilerimiz var bunlara ne diye
ceksiniz?" sorusunu sorma olanağını da bulacaklardı.
Münevver ve Ayşe'ye başlangıçta Sare Teyze ve kız kardeşi yani Na
zım'ın annesi Celile Hanım destek veriyor. Böylece meseleye bu aşamada do
ğal olarak ailesel bir boyut katılıyor. Çünkü artık söz konusu olan sadece Na
zım'ın özgürlüğü değil hayatıdır. Mehmet Ali Aybar'ın ve Oktay Rifat'ın imza
kampanyasında, Abidin, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli ve diğerleri yanında,
önemli rol oynamalannda da akrabalık ve ailesel boyut aramak olası. Çünkü
Aybar ve Rifat da Nazım ile akrabalık bağlan olan insarılardırlar. (Hepsinin ay
nı zamanda Kuzguncuklu olması sonucu Murat Belge'nin "Kuzguncuklu Sos
yalistler" diye bir deyim üretmesine bile yol açan bir akrabalıkhr bu.)
ABi D i N D i N O 397
O günlerde Abidin ve Orhan Veli'ye imza toplama konusunda yar
dımcı olan Melih Cevdet Anday anımsıyor:
" Refik Fersan'a bağış dilekçesini ben götürmüştüm. Yenişehir'de
sanırım Necatibey Caddesi'ndeki bir apartmanın ikinci katında oturuyor
du. Ziyaretimin nedenini anlayınca ağlamaya başlamıştı. Zayıf, uzunca
saçlı, çok nazik bir insandı. 'Nazım Hikmet'in hapiste yatması benim der
dimdir' demişti. Sonra imzasını atıp içeri seslenmişti. 'Fahire, gel, sende
imzala! ' demişti eşine.
Sonra Orhan Veli ve Abidin Dino ile birlikte Falih Rıfkı Atay'ı ara
dık; bize Ankara Palas'ta randevu verdi. Gittik. Falih Rıfkı Atay, dilekçeyi
okuduktan sonra, 'Bunu bu akşam bende bırakın, baştan yazayım' dedi.
Biz, Cumhurbaşkanına seslenen dilekçeyi 'rica ederiz' diye bitiriyorduk, o
ise bu sonu sertleştirdi, 'istiyoruz' diye bağladı." (Akan Zaman Duran Za·
man: s. ng-120.).
Cüneyt Arcayürek, kitabında (Cilt: ı , s. 158 ve ı6o-ı6ı), "Kimi ozan
lar başta Orhan Veli, Nazım Hikmet hapisten çıkıncaya değin sakallarını
kesmeyeceklerini ilan etmişlerdi. Açlık grevi yerine 'sakal grevi."'
Arcayürek şairleri, en başta Orhan Veli'yi takip ediyor,"başkaları"
da Arcayürek'i izliyor.
13 Mayıs'ta Nazım'ın durumunun, sağlığının çok kötüleşmesi üze
rine hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi Kliniği'ne kaldırılıyor. Kendisi
ne serum takılıyor. Daha sonra Verem Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya
yatırılıyor. Nazım Hikmet 15 Temmuzda özgürlüğüne kavuşana kadar bu
odada kalacaktır. Daha önce reddettiği Cerrahpaşa'da kalmayı bu kez kabul
ediyor. Başka türlüsü sağlığı açısından derin sorunlar doğuracaktı çünkü.
AN KARA-MAN KARA
"Büyük Türk şairi Nazım Hikmet'in adım adım ölüme yaklaştığı bu
anda, babam Cumhuriyet Başsavcısı merhum Fahrettin Karaoğlan'ın bana
Nazım Hikmet için söyledikleri bugün gibi hatırımda. Babam, 'Bir hakim
olarak memleketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hadise Nazım
Hikmet'in hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl
hapse mahkum edilmesidir. Adalet tarihimizi bu günahtan kurtarmak en
büyük emelimdir. Ama ne yazık ki buna gücüm yetmiyor' diyordu.
Babam bu duygu ve düşüncelerini yalnız yakınlarına söylemekle
kalmadı. Yanılınıyorsam 1945 yılında TBMM Adalet Divanında da açıkça
belirtti. Ve bir gün Hipodromda Sayın Cumhurbaşkanına da açtı.
Bu hahraları delaletinizle Türk halkına nakletmek imkanı bulur
sam, yalnız bir insan, bir Türk olarak Nazım Hikmet'e karşı değil, bir ev
lat olarak hak ve adalet aşığı babama ve asil bir yargıç olarak şerefım saydı
ğım Türk adaletine karşı olan vazifeınİ de yapmış olacağım."
Rebia Hanım'ın mektubundan söz ettiğim 13 Nisan 2005'teki söy
leşimizde, Güzin, aynen şunu söyledi: "Evet böyle bir hatundu, aramızday
dı boyna."
Siyasi tarihte Türkiye'deki "ilk serbest seçimler" olarak anılan 14
Mayıs 1950 seçimlerinin en çarpıcı yönü katılımın %88, 88 ile müthiş bir
orana ulaşmasıdır. Halk gerçekten dananın kuyruğunun koparılmasını is
tiyordu. Öyle de oldu: 3- 176. ooo seçmenin oyunu alan (%39, 9) ama biz
zat kendisinin saptadığı seçim yasasındaki çoğunluk sisteminin azizliğine
uğrayan CHP feci bir hezimete uğradı: Sadece 69 milletvekili çıkarabildL
DP ise 4· 241. ooo seçmenin oyuyla (%53, 3) 408 milletvekilliği kazandı.
Türkiye'yi kimin yöneteceği çok açık bir biçimde ortaya çıktı: DP'liler.
Abidin bakın bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyor: "( ... ) beklenmedik
bir şey oldu; ikinci açlık grevi oldukça ilerlemiş, iktidarın güç yitirmesine
katkıda bulunmuştu ki seçimler yapıldı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu
yana ülkeyi yöneten tek parti devrilmişti. Bu, halkın tamamının sınırsız bir
sevince boğulmasına neden oldu (ardından ne geleceğini henüz kimse bil
miyordu) . Bu öyle bir sevinçtİ ki, kimse artık bir şey düşünmüyordu; se
çimler demek ki her şeyin anahtarıydı, bir kutunun içine bir kağıt parçası
atıyordunuz, hükümetler düşüyor, her şey yoluna giriyordu! Nazım'ın gre-
400 AN KARA·MANKARA
verildi. Bunun üzerine, tarif edilmez bir baş dönmesi içinde, öğleden son
ra kalkan uçağa bindim; İstanbul'a vardığımda, bir taksiye atlayıp Nazım'ın
avukatına gittim: yine ve yine kanıtlar, ne var ki fazla umut yok. Nazım ge
ri dönülemeyecek kadar ileri gitmişti, artık hiçbir şey anlamıyordu, ayrıca
kazanacağı zafer bir kez elinden alınmıştı ve aynı hatayı yeniden yapmak
istemiyordu. 'Ölmek mi? Böylesi çok daha iyi ... '"
ABi D i N D i NO 401
mıyordu. Aydın grubu her akşam toplanıyordu. Bir ara, Karaköy köprüsü
nün üstünden her gün bando müzikayla geçen bir bahriye bölüğünün pe
şine takılıp, bir gösteri yapmayı bile düşündük.
Geceleri uykum kaçıyordu. Nazım benim için ne sadece bir dev
şair, ne davası için kahramanca savaşan bir idealistti. Ben gözümü dün
yaya onunla açtım, onun şiirleriyle büyümüştüm. O benim, bir ağabe
yim, bir kardeş gibi yakınımdı. Bunun üstüne de insanlığı ve büyüklü
ğü ekleniyordu." Nazım için, canımı da vermeye hazırım, ama faydası
ne?" diye düşünüyordum, kendi kendime. Bir gün, hastane dönüşü, ba
bam "Nazım'ın hali fena, karnı şişti, ateşi yüksek" deyince dünyamız
tersine döndü. Derhal, dost aydınların katılmasıyla bir toplantı yapıldı ve
Nazım'a Türk aydınları adına bir başvuru yapılmasına karar verildi. Bu
başvuruda Nazım'a, Türkiye'de siyasi durumun istikrarsızlığı anlatıla
cak, kendisinden, durum açığa çıkana kadar, grevi bırakması istenecek
ti ve bu başvuru basında yayınlanacaktı. Bu, başvuruyu Nazım'a babam
iletti. Anlattığına göre, Nazım ilk evvela diretmiş, " Beni dünya efkan
önünde, rezil mi etmek istiyorsunuz?" demiş, babam çok ısrar edince
kabul etmişti."
Nitekim Güzin de kitabında Abidin'in İstanbul'a gider gitmez Ser
tellere uğradığını yazıyor:
"İstanbul'a gider gitmez, Nazım'ın yakını birkaç dostla, Sabiha Ser
tel'le, avukat İrfan Emin'le meseleyi tartışıyorlar ... Herkes yeni kurulacak
hükümetin iktidara gelmesini beklemenin şart olduğu görüşünde, fakat
doludizgin açlık grevini sürdüren Nazım'ın kimseyi dinlemeyeceğini dü
şünüyorlar. Abidin kararlı, ertesi sabah Sertel'le hastanenin başhekimine
çıkıyorlar, diller döküyorlar ve böylece Abidin'e tek başına Nazım'la görüş
me izni veriyor doktor bey."
Abidin ı6 Mayıs 1 95o'de Nazım'ı ziyarete gidişini şöyle anlatıyor:
On yıldan beri ilk kez görecek Şair'i:
"Ertesi gün İrfan Emin (Nazım'ın avukatı) taksiyle hastaneye kadar
bana eşlik etti. Ah! Ne kadar da geveze şu İrfan Emin! Konuşuyor, durma
dan konuşuyor, Nazım'dan ezbere şiirler okuyordu; sevgili avukat kendini
edebiyata kaptırmıştı . . .
ABi D i N D i NO
ilk imzalar çok önemli. Her zaman olduğu gibi akla kim geliyor?
Güzin anlahyor:
"İlk akla gelen saygın iki kişi. Halide Edip'le kocası Adıvar. Mina Ur
gan'la Abidin gidiyorlar hemen evlerine, tekrar bir tamşma başlıyor fakat so
nunda imzalar alınıyor, üst tarafı çorap söküğü gibi... Ayakta duracak hali kal
mayan Abidin Ankara'ya dönüyor, mutlu. Nazım ölmeyecek 1950 yılında."
En başta Halide Edib Adıvar ile eşi Adnan Adıvar'ın imzaladığı me
tinde şunlar yazılıdır: "Nazım Hikmet, Cerrah Paşa Hastanesi, İstanbul.
Sizi haksız yere hapiste tutan idare halkın oyu ile iktidardan uzaklaşhrılmış
bulunuyor. Bugün ise haklı taleplerinizle ilgilenecek sorumlu makam he
nüz teşekkül etmemiştir. Yeni iktidar kuruluncaya kadar ve bu husustaki
durumu aydınlanıncaya kadar açlık grevinize fasıla vermenizi ısrarla rica
ediyoruz."
Bu metnin alhnda iki ünlü ve onurlu insanın yanında onlar kadar
ünlü ve aydınlık onurunu en kutsal biçimde taşıyan şu imzalar da bulunu
yor: Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu, Pikret Adil, Mina Urgan, Abidin Di
no, Ahmed Harndi Tanpınar, Sait Faik.
AN KARA-MAN KARA
acısını çıkarmaya çalışıyor. (Memet Kemal'in Acılı Kuşak 'ta ismini verme
den Ağaoğlu'nu anlattığı sayfalar bu bağlamda çok eğlenceli: A. g. k., s. 58
- 6 ı.) Ağaoğlu 9 Mart 1951'de göreve başlayan ve 14 Mayıs 1954'e kadar sü
ren İkinci Menderes Hükümetinde doğrudan doğruya Başbakan Yardımcı
sı olarak atanıyor artık. Evet hükümetin yine ikinci adamı.
Birinci Menderes Hükümetinde devlet bakanı olarak atanan Mani
sa milletvekili Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da dikkat çekiyor.
Birinci Menderes Hükümetinde Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü'dür.
Ve bu görevi Menderes'le kavga edip DP'den ayrılana kadar sürdürüyor.
Birinci Menderes Hükümetinde İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhi
oğlu'dur. İkinci Menderes Hükümetinde bu göreve önce İzmir milletve
kili Halil Özyürek atanıyor. Bir süre sonra ise Devlet Bakanlığından bu gö
reve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu geçiyor. Abidin'in pasaport işlerinde bu
ismin önemi var. Birazdan göreceğiz. Daha sonra İçişleri Bakanlığına Et
hem Menderes getirilecek. Bu bakanlıktaki bunca sık değişiklik aynı za
manda polis ve istihbarat kurumlarıyla DP'lilerin bir türlü anlaşamamala
rı ve DP iktidarının bu kurumlar üzerinde otoritesini hemen kuramama
sı ile yakından ilgilidir.
31 Mayıs 195o'de son sayısını yayınlayan ve okuyucularına hoşçaka
lın diyen Nuhun Gemisi'nin ana başlığı "Halkımız harp istemiyor"dur.
NA.zıM'ı UNUTMAMAK
Birçok aydının, yazarın, bilim kadın ve adamının aklında sadece
DP'nin "yeni iktidarı" değil, aynı zamanda Nazım Hikmet'in artık özgür
lüğüne kavuşması isteği var. DP'nin bu konuda daha samimi olduğu tah
min ediliyor. Adalet Bakanlığının genel af kanunu tasarısını yakında
TBMM'ye sunacağı bekleniyor. Bunun bir an önce gerçekleşmesi arzula
nıyor.
Nitekim 15 Haziran 1950 tarihli Les Lettres Françaises'e yansıdığı gi
bi, Adalet Bakanı Halil Özyürek'in genel af kanunu tasarısını hazırlayan
komisyona başkanlık ettiğini öğreniyoruz. Ve şunu ekliyor Fransız dergi:
"Fakat, hemen tutucu basın, komünistlerin - ve böyle adlandırılanların
tasarı kapsamına alınmaması için baskı yapıyor."
ABi D i N D i N O
BARIŞ
Banş dergisinin ilk sayısı büyük olasılıkla 1950 Mayıs ayında çıktı.
Logoda Beyaz Güvercin var. Picasso'nun " güvercini" olmalı. Ama çizen
yüzde yüz Abidin.
21 Mayıs 195o'de, Türkiye Cumhuriyeti'nin NATO'ya üyelik başvu
rusundan on gün sonra, İstanbul'da Türk Barışseverler Cemiyeti kuruldu.
Resmen faaliyete geçiş tarihi 14 Temmuz 195o'dir. Kurucuları bildiğimiz,
tanıdığımız isimlerdir:
Adnan Cemgil (Felsefe doçenti) , Behice Boran ( Sosyoloji doçenti),
Nevzat Özmeriç (mimar), Vahidettin Barut (avukat), Fuat Toprakoğlu (avu
kat) , Turgut Pura (heykeltıraş), Affan Kırımlı (mimar), Reşat Sevinçsoy (de
koratör), Muvakkar Güran (ev kadını, Rasih Güran'ın eşi).
Behice Boran Derneğin başkanlığını üstleniyor. Dernek üyeleri ara
sında başka isimler de anılıyor. Örneğin kendisiyle yaptığım bir söyleşide
ney ustası Ali Dede Altıntaş, " Fuat Toprakoğlu'nun arzusuyla Barış Deme
ği üyesi oldum" dedi.
25 Haziran 195o'de Kuzey Kore'nin Güney Kore'ye saldırmasıyla
başlayan Kore Savaşı ve Kore'ye Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesi
Barış meselesini gündeme oturttu. Ve dolayısıyla Cemiyetin attığı her
adım dört gözle izieniyor oldu. Zaten izlenen Cemiyet nefes alamaz hale
getirildi. Bu saldırganlık o günlerdeki ilkel antikomünizm salgın hastalığı
nın doğal sonucuydu. Hatta Kore'ye asker gönderilmesi bile bu açıdan de
ğerlendirilebilir. Adnan Menderes ve hükümetinin NATO'ya ne pahasına
olursa olsun girme isteği yanında.
Cemiyetin savaşa karşı bildiri dağıtması hemen hakkında dava açılma
sına, yönetici ve kuruculannın tutuklanmasına vesile olarak kullanıldı. Bu da
va Abidin'i yakından ilgilendiriyor. Çünkü Cemiyetin çıkardığı Banş dergisinin
kapak karİkatürünü Abidin çiziyor: İmzasız yayınlanan karikatür desende bir
Türk köylüsü görülüyor ve yanında şu soruya yer veriliyor: "Kore nere?"
Abidin yıllar sonra, Selçuk Demirel ile yaphğı söyleşide, o günleri
şöyle anımsıyor: "O sırada iki yıl süren uzun bir hastalık geçiriyordum. O
yüzden kovuşturmanın zahmetine katlanacak durumda değildim. Ve böy
lece imzaını atrnamıştım, resmin altına. Resim benimdir."
ABi D i N DiNO
na ' Sen devlet memunısun, doçentsin başına bir iş açabilirler' diyerek zi
yarete gitmemi istemedi. Ama O Behice'yi, ikimiz için de, muntazam bir
biçimde ziyaret etti."
Bu olaylar ve Kore'ye asker gönderilmesi Türk basınında varolan il
kel antikomünizm bunalımının/hastalığının sürdürülmesini kolaylaştırdı:
Türk basınında "Kızıllar" sözcüğü bir tür küfür biçiminde sürekli bir şekil
de kullanıldı. Ve elbette bütün basın kayıtsız şartsız DP hükümetinin arka
sında hiç tanımadıkları Kuzey Kore'ye karşı savaşa giriverdi: Ne hikmetse!
Bu arada ABD'nin Türkiye'ye birçok konuda yardım yapacağı pro
pagandası da eksik olmuyor: Örneğin 13 Şubat 1951 tarihli Vatan şöyle bir
başlık atıyor: "Türkiye'ye yapılacak fevkalade yardımlar. Marshall planı ve
askeri yardım dışında ı milyar dolar istedik. 120 tepkili uçak alıyoruz." vs.
vs . ... Bu koşullardaki bir Türkiye'de bütün çarklar ABD için dönüyor, dön
dürülüyor artık. Nazım Hikmet bu şartlarda elbette kaleme sarılacaktır:
'"23' sentlik askere dair" şiirini patlatıyor. Bildiğiniz gibi.
AN KARA·MAN KARA
Temmuz 195o'de yeni hükümet eski hükümetin izinde gittiğini bir
kez daha gösterdi: Dincilere göz kırparak. Evet çünkü radyoda dini prog
ram yasağı kaldırıldı.
13 Temmuz 195o'de TBMM Genel Kurulu Genel Af Kanunu tasansı
nı görüşmeye başladı. İki gün süren tartışmalardan sonra tasarı kabul edildi.
Nazım Hikmet af edilmedi. Evet bu nokta çok önemli. Nazım Hikmet
af kapsamı içine alınmadı. Çünkü TBMM Genel Kurulunda onun af kanunu
kapsamı dışında bırakılması kabul edildi. Birçok milletvekili, aralannda bir-iki
bakanla, Nazım'ın affını adli hatayı düzeltmek yerine uluslararası siyasal çe
kişme çerçevesinde bir tür inatlaşmaya dönüştürmek gayreti içindeydi. Ve
milletvekilleri de bu adamların, bu ilkel antikomünistlerin, bu ırkçılann, bu
aşın sağcıların etkisinde kaldılar. Ancak sonraki celsede, bağışlanmayan, af
kapsamına alınmayan mahkumların cezalanndan yapılacak indirimin, veri
len cezanın üçte ikisi olması öneriidi ve kabul edildi. İşte ancak bu sayede Na
zım Hikmet serbest kalabildi: Çünkü 12 yıl 7 ay hapishanede tutulmuştu ve
28 yıl 4 aylık "cezanın" geri kalan 16 yılını "yatmayacaktı." İşte böyle.
15 Temmuz 1950 tarihli Resmt Gazete Genel Af Kanununu yayınla
dı. Ve kanun yürürlüğe girdi. O gün avukat, M. A. Sebük, savcılık ve ceza
evinde gerekli işlemleri yaptıktan sonra Cerrahpaşa Hastanesi'ne geldi:
Nazım, avukatı ve vasisi İrfan Emin ile Münevver onu bekliyorlardı.
Saat tam " 14. 15'te on üç yıllık tutsaklık sona erdi. Başhekim Doktor
Esat Durusoy ile Nazım'a yaşamının çeşitli dönemlerinde yakınlık göster
miş olan Doktor Tarık Temel de bu mutlu anı izleyenler arasındaydılar.
Avukat Mehmet Ali Sebük, Nazım ile Münevver Andaç'ı hastaneden oto
mobiliyle alıp Va-Nılların Salacak'taki evine götürdü."
Nazım Hikmet "çıktığında," özgürlüğüne kavuştuğunda 48 yaşın
daydı. Ve hayatının tam 17 yılını "içeride" geçirmişti.
Nazım Hikmet bir süre Va-Nıllarda kaldı. Daha sonra Cevizlik'te
annesi Celile Hanım'ın evinde. En sonrasında ise Kadıköy'de Sular İdare
sinin karşısındaki bir apartmanın zemin katında. 17 Haziran 1951'de ülke
sini terketmek zorunda kalıncaya kadar geçen on bir ayını Münevver ve 26
Mart 1951'de doğan oğlu Mehmet ile yaşadı. Yoğun bir özgürlük dönemi;
ama, maalesef çok kısa ömürlü.
ABi D i N D i N O
ı4 Temmuz ı9so tarihli Ntizıni Hikmet dergisi "Nazım Hikimet'i
Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi Başkam" Tristan Tzara'nın fotoğ
rafıyla ve onu tanıtan bir yazıyla çıkıyor. Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması
için son günlerde yapılanları da aktarıyor.
ı s Temmuz ı9so tarihli L'Humaniti "Nazım Hikmet libre" ("Nazım
Hikmet özgür") başlığı ve şairden bir şiirle yayınlanıyor. Birinci sayfadan.
20 Temmuz ı9so tarihli Les Lettres Françaises ise birinci sayfasının
büyük bir bölümünü Nazım'a ayınyor: Dergi logosunun üstünde "Victoiret
("Zafer!") yazılı. Daha sonra ise şu okunuyor: "Le grand poete turc Nazım Hik
met Libere" ("Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet serbest") . Nazım'ın kara ka
lem bir portresi geliyor sonra. Çizen belli değil. Abidin olabilir mi? Daha son
ra Tristan Tzara'nın açıklamasına yer veriliyor: Tzara artık komitenin varlık
nedeni kalmadığı için kendi kendini feshettiğini açıklıyor. Madem ki amacı
na ulaşh. Daha sonra bu mücadelede korniteye yardımcı olan CNE (Yazarlar
Ulusal Komitesi) , Demokrat Hukukçular Uluslararası Birliği ve ilerici Jön
Türkler Birliği'ne teşekkür ediyor. Mücadelesindeki başansının barış için ve
rilen genel mücadele çizgisi ile çakışhğını vurgulamayı ihmal etmiyor.
DosTLARLA B i R ARADA
Temmuz ı9so'de Abidin ve Güzin yaz dinlencesi vesilesiyle İ stan
bul'dalar: Çiftehavuzlar'da Tosun Bey Köşkü'nün girişinde "ahırdan boz
ma, limonluğa benzeyen evi" tutmuşlar yine. Güzin ve Melih Cevdet An
day ve başka dostlar Nazım'ı ilk bu evde görüyorlar.
Abidin, Nazım Üstüne'de (s. ıs vd.) "Açlık Grevi" başlıklı bölümde
anlatıyor: "Nazım açlık grevinin başlangıcını ve sonrasını, bize Caddebos
tan'da, bizim evde, Anadolu yakasında Adalar'a karşı, yazlık olarak tuttuğu
muz o küçük evde anlatmıştı. Bahçe denize değin uzanıyordu. Ahşap bir
saray yavrusu olan Tosun Bey Köşkü, en dipte, neredeyse suyun içinde
bembeyaz yükseliyordu. Kullanılmayan eski bir müştemilat olan bizim kü
çük evimizse, köşkü sınırlayan büyük demir parmaklığın yakınındaydı. Ka
pımızın önünde, koca çamlarla çevrili geniş bir su parçası uzanıyordu. ( ... )
Nazım son derece zayıftı, yüzünde ve ellerinde kırmızı lekeler vardı. İkin
ci açlık grevinden henüz çıkmış, özgürlüğüne yeni kavuşmuştu."
410 AN KARA-MANKARA
Melih Cevdet Anday ise Akan Zaman Duran Zaman 'da (s. 121) ak
lında kalanlan aktarıyor:
"O yaz Abidinler, Caddebostan'da, Ragıp Paşa'nın, kızı için yaphrdı
ğı yalının bahçesindeki, belki eski zamanda aşçının ya da bahçıvanın otur
duğu küçük bir evi tuttular, eşimle beni de konukladılar. Bu küçük, taştan
evin önünde, üstü hep yapraklada dolu bir havuz vardı. İşte Nazım Hik
met'le ilk orada tanışhk. Boynuma sarıldı, kısaca, 'Teşekkür ederim' dedi.
Sık sık buluşuyorduk. Dostlar, arkadaşlarla bir arada geçen gecele
rimizin tadını unutamam."
Güzin'den daha güzel kimse anlatamaz yine de Nazım'ın o eve ilk
gelişini: Gelin Güzin'i dinleyelimjokuyalım: " Evde Melih Cevdet ve ilk ka
rısı Sahahat misafir o gün. Güvenlik nedenleriyle, kimseye haber verilme
miş Nazım'ın o gün Çiftehavuzlar'a geleceği. Nazım, Vala Nurettinlerde
oturduğu için onlar da Münevver'le beraber gelecekler. Bir gün öncesinden
ev halkını müthiş bir heyecan kaplıyor. Bir Gül Hanım belli etmiyor duy
gularını, ama çok önemli bir kişinin geleceğini kestirmiş. Çünkü gazete
okuyor Gül Hanım, her gün tek satır bile kaçırmamacasına. Ve de o gün
lerde tüm gazeteler, 13 yıldan sonra aftan yararlanarak serbest bırakılan Na
zım Hikmet'ten söz ediyorlar durmadan. Evde de günlerdir yalnızca onun
sözü ediliyor.
Tosun Bey'in denize karşı görkemle duran köşkünü, orman gibi ko
ca bir park ayırıyor Abidinlerin havuz başındaki ahırdan bozma evlerinden.
Yanı başlarında, yüzyıllık, ulu çam ağaçları, havuzun çevresinde yükseli
yor. Nazım için oraya kuruluyor küçük bir rakı sofrası. Melih, Güzin'in he
yecanını kavramış. Nazım için havuz başında ayrılan şezlongun bitişiğine
küçük bir tabure koymuş. 'Sen buraya, Nazım'ın dizinin dibine oturursun,'
diye tatlı şakalar yapıyor. Oysa O (Güzin. M ŞG) da, aksi gibi öksürük ol
muş. Boğazı da yanıyor. Heyecandan mı, sinirden mi, sabırsızlıktan mı,
nedense, neredeyse nefes alamayacak durumda.
Sonunda, akşamüzeri dört misafir geliyor. Anne (Güzin'in annesi
Ferdiye Hanım. M ŞG), Gül Hanım'ı yanma alarak, bahçeyi devriye gezi
yorlar. Gündüzleri büyük, demir bahçe kapısı açık durduğu için, ne olur ne
olmaz, yabancı dolaşmasın Nazım oradayken...
ABi D i N D i N O
Ne uzun boylu Nazım! Soluk benizli, zayıf, yüzünde hafif beyaz le
keler... Ter, kan ve sevinç içinde, herkesle sarmaş dolaş. Havuzun başında
ki koltuk ve iskemlelere oturuluyor, her şey birden konuşuluyor. Nazım'ın
Münevver'le sevişınesi aylardır tartışma konusu sol çevrelerde. Nazım'ın
yakın dostlan arasında bile, bu kadar yıl sonra Piraye'den ayrılması yadır
ganıyor. Güzin ise Nazım'ı savunuyor. Zaten bu olayı, Nazım'ın birini bı
rakıp bırakmaması olarak görmüyor, bir yaşam, mutluluk hakkı, özlemi, fi
lan gibi bir duyguyla savunuyor. Havuz başında, dizinin dibine çökmüş
olan Güzin'e, 'Duydum, sen bizi savunmuşsun. Teşekkür ederim,' diyor
Nazım. O (Güzin. M ŞG) ise, sevincinden düşüp bayılacak. Bir ara Nazım,
şezlonga upuzun yahyor ve tepesinde yükselen ulu çarnlara sadece bir an
için dalıyor ve birdenbire gerisin geriye doğrulup, 'Olacak şey değil,' diyor,
'İnanamıyorum. Ne bu ağaçlara, ne bu havuza, ne bu duyguya ... İnanamı
yorum, fazla geliyor."'
412 AN KARA·MANKARA
TEKİR KEDi VE NAzlM
Güzin Dino, Nazım'ın bakışını şöyle betimliyor: "Masmavi, kimi
kez koyulaşan bakışları, insanın yüreğine işliyor; hemen düşünmeye, duy
guya, davranışa dürtüyor... Hemen o gün olan bitenlerin sorumlusu oluve
riyorsunuz, günün olayları bütün boyutlarıyla sizi kavnyor, hem de yarını
düşünmek gerek... Ne yapmalı?" (s. 138)
Abidin ve Güzin'in bir de kedileri var: Hani adını anmıştık daha ön
ce: Tekir Kedi. O kedinin görüntüsü Nazım'ın kucağında verdiği bir poz sa
yesinde ölümsüzleşti. Fotoğrafı bütün dünyayı dolaştı. Ve tekrar Çifteha
vuzlar' daki eve geliverdi.
DENİZ VE NAZlM
Abidin anlatıyor: "Özgür kalışından üç hafta sonra, doktor denize
girmesine izin verdiğinde bizim eve geldi. Çok çekingen bir hali vardı: on
üç yıl sonra yeniden denize girmek! Yüzmeyi becerebilecek miydi? Cılız ve
akça pakça bir damadı andınyordu; ürkek bir yeni damat.
Biz girdikten sonra, Nazım da suya atladı. Başını sudan çıkardığın
da yüzünü görmeniz gerekirdi: O zamana kadar hiç görmediğim, en mut
lu, bütünüyle kendinden geçmiş bir yüzdü bu. Kısa bir süre güçlü kulaçlar
attı. Birden kıyıya yaklaştı ve panik içinde sudan çıktı:
- Dayanılmaz bir şey bu, gerçekten müthiş güzel. Köpoğlusu,
müthiş ... "
Güzin de o an orada ve bakın nasıl aktarıyor o sahneyi: "Hep birden
kalkıyorlar. Tosun Bey'in iskelesinden Nazım denize girmek istiyor, fakat
10 yıldan fazla süren bir ayrılık denizden! Önce Vala giriyor, sonra Abi
din'le Nazım. Ötekilerin hepsi iskeleden seyrediyorlar bu buluşmayı, heye
canla. Biraz tedirginlik de var, deniz fazla gelmesin, diye 'agina pectoris'e.
Fazla gelmiyor, Nazım denizde mutlu."
O günlerde Nazım'ın Abidin ve Güzin'le, Münevver ile ve hepsinin
topluca çekilmiş fotoğrafları var. Güzin'e soruyorum " Kuzum kim çekti
bunları?" İşte yanıtı: "Bütün o fotoğrafları çeken İlhan Arakon'dur. Abi
din'in o günlerdeki can ciğer arkadaşı. Abidin, Nazımların geleceğini İlhan
Arakon'a haber verdi: 'Gel fotoğraflarını çek' demiş olabilir. Bütün o güzel
ABi D i N D i N O
fotoğrafları Nazım Münevver ile, Nazım bizimle, Abidin ile ve benimle, bü
tün onları işte o gün İlhan Arakon çekti. İlhan Arakon çok sempatikti. Bi
zi çok severdi. Abidin'i çok seven bir insandı."
Abidin'in İlhan Arakon ile arkadaşlığının 193o'larm başından
beri sürüp geldiğini biliyoruz. Hani saatlerce bekleyip Süleymaniye Ca
mii'nin bir fotoğrafını çekmeye çalıştıkları gençlik yıllarından beri. Abi
din, ıgso'de İlhan Arakon ile kimi senaryo yazımına çalışıyor. Örneğin
Aşk-ı Memnu nun senaryosunu birlikte yazıyorlar. Abidin ülkesini ter
'
AN KARA-MAN KARA
"Sonraki günler hemen her akşam buluşur olduk. Havuz başındaki
şölenimize Zekeriya Sertel ile Sabiha Sertel de arada bir katılırdı. Hatta bir
gün Zekeriya Sertel bir gazete çıkarma önerisinde bulundu. Hepimiz düşün
dülderimizi söylüyorduk, o da bunları cigara paketinin arkasına not ediyor
du. Benim, 'Siz dalgınlıkla o paketi atarsınız, notlar da gider' demem üzeri
ne Zekeriya Sertel'i bir gülme tuttu. Ne var bunda gülecek! Meğer Ameri
ka'dan dönüşünde, Ankara'da bir gün Köşk'e çağrılmış, Atatürk'ün buyruk
larını gene böyle cigara paketinin arkasına yazdığı için paylanmış bir temiz.
O günlerden birinde Nazım Hikmet'in benden bir isteği oldu. Ku
vay-i Milliye Destanı'nı yazıyordu, bir bölüme 16 Mart Şehitleriyle başlaya
caktı, bana, 'Belgeler lazım, ben rahat dolaşamıyorum, ne olur, bir kitaplık
tan gerekli bilgileri buluver' dedi.
Ben de kalktım, ertesi gün Beyazıt Kitaplığına gittim, müdüre 1920
yılının gazetelerini görmek istediğimi söyledim. Müdür, ' İlgili memuru ça
ğırayım' diyerek zile bastı. A. .. biraz sonra içeri As af H alet Çelebi girmez
mi? 'Emrediniz efendim' dedi müdüre. Durumu anlayınca da beni kendi
odasına götürdü.
1920 yılının cilderi getirildi. 1 6 Mart Şehitleri ile ilgili haberi kolay
ca buldum. Götüreceğim bilgi, bilimsel bir yapıt için değildi, bir şiir içindi,
ona göre seçmeliydim. Nazım Hikmet'in şiirini biliyordum, hangi çeşit bil
gi ile neler yapacağını kestirmeliydim. Okuduklarım içinde şunlar bana il
ginç göründü: Erlerden üçü uyurken süngü ile öldürülüyor, ikisi kurşuna
diziliyor, altıncı şehitin nasıl öldürüldüğü belli değil ve adı bilinmiyor. İki
şehit mezarı belli değil.
Bunlardan Nazım Hikmet'in nasıl bir şiir çıkaracağını merakla bek-
ledim.
'Uykuda kesti kafir üçümüzü
Kurşuna dizdi kafir ikimizi'
dizelerinin yinelenmesi ile süren parça Beşinci Bapta'dır, başlığı da şu:
'92o'nin 16 Martı
Ve
Manastırlı Harndi Efendi
ABi D i N D i N O
Ve
Reşadiyeli Velioğlu Memet'in Hikayesi'
şöyle bitiyor:
'Arama bulamazsın ikimizin kabrini
belki maşnkta, belki magnpta,
biz de bilmeyiz yerini
uykuda kestiler üçümüzü
Kurşuna dizdiler ikimizi
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşıının adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de alhncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekanı şöyle dursun,
adını da bilen yok'
ABi D i N D i N O
Hizmeti ile Emniyet Genel Müdürlüğü Birinci Şubesi arasındaki anlaş
mazlık söz konusu. Ve daha komiği Abidin "yurtdışına kaçar" diye kapısı
na penceresine bir de sivil polis dikiyorlar. Hele Ankara'da.
Evet böylece Abidin yasal biçimde elde ettiği pasaportuna el konul
ması sonucu yurtdışına çıkamıyor. Abidin'in, pasaportunu geri alabilmesi
ve yurtdışına çıkabilmesi için iki yıla yakın süre daha boğuşması gerekti.
Göreceğiz. Ama şunu kesinkes biliyoruz: Eğer Abidin'e verilen pasaportu
na siyasi polis el koymasaydı Abidin daha önce çıkacaktı.
8 Ağustos 1950 tarihli pasaportuna bir hafta sonra el konuluyor ve
Abidin'in pasaportunu özgür bir vatandaş olarak kullanabilmesi için iki yı
la yakın bir süre daha mücadele etmesi gerekiyor. Nerede olabilir böyle bir
muamele, 195o'nin Türkiye'si dışında?
Şunu da hemen belirtmek gerekiyor: Abidin'e o gün pasaportu ve
rilmiş olsaydı, Abidin yurtdışına temelli çıkacak değildi. O da bütün Türki
ye Cumhuriyeti vatandaşları gibi istediği zaman ülkesinden çıkmak, yurt
dışında yapması gerekenleri yapmak, gezmek, görmek, çalışmak ve dön
mek istiyordu. Yani o günkü Abidin için ülkeden çıkıp bir daha geri dön
mernek söz konusu değildir. Dahası o günlerde ve daha önce birçok tanı
dık yazar, sanatçı, ressam, bilim kadın ve adamı yurtdışına, bu arada Fran
sa'ya vefveya Paris'e, gidip geliyorlar. Gidip gelebiliyorlar demek neredey
se daha yerinde olacak. Örnekler birçok: bu kitabın başından bu yana an
dıklarımı sıralamak bile yeterli olabilir: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin
Eyüboğlu, Selim Turan, Nurullah Berk, Avni Arbaş, Atıf Kaptan, Cahit Ir
gat, Mina Urgan ve daha niceleri. O halde Abidin de doğal olarak pasapor
tunu almak ve anayasada yer alan "seyahat etmek özgürlüğünden" yarar
lanmak istiyor. Başka bir şey değil. Hele 14 Mayıs 1950 seçimleri ile yeni
bir hükümet işbaşı yapmışken. Aman unutmadan tekrarda yarar var: Hü
kümeti kuran partinin ismi Demokrat Parti'dir.
Abidin'in pasaportunu alıp çıkmak ve geri dönmek istediğinin
birçok gözle görülür, elle tutulur nedenleri, ispatları var: Bir defa eşi
Güzin Dikel-Dino DTCF'de öğretim üyesidir: Yani düzenli ve hayat bo
yu garantisi olan bir iş sahibidir. Ve daha önemlisi Güzin bu mesleği
isteyerek, bilerek seçmiştir. Yani bir rastlantı sonucu bu işe girmiş de-
AN KARA-MAN KARA
ğildir. Ve daha önemlisi mesleğini bırakıp bir yere gitmesi söz konusu
değildir.
Öte yandan pasaportunu çıkarmak için Abidin bir yandan Anka
ra'da uğraşırken, öte yandan Güzin'le birlikte İstanbul'da yazın geldikle
rinde kalabilecekleri ve kendi zevk ve seçimlerine göre donatacakları bir ev
aramaktadır. Bunu birazdan daha yakından görmek olanağı bulacağız. Bu
rada söylemek istediğim şudur: Abidin, eşiyle birlikte kışları, eylül veya
ekimden haziran sonuna Ankara' da, yazları, haziran sonundan eylül sonu
na kadar İstanbul'da kalabilecekleri bir düzen kurmak niyetindedir. Bunun
gerçekleşmesi için çabalamaktadır.
Yani Abidin bırakın ülkesini temelli terk etmeyi ülkesine temelli
yerleşmek istemektedir. Bu Abidin'in ve eşi Güzin'in en derin isteğidir o
günlerde. Ama gelin görün ki yetkililer öyle şeyler öyle şeyler sahneye ko
yacaklar ki ve Abidin 1952 başında çıktıktan sonra da bu şeyler yeni boyut
larıyla öyle bir şekilde sürdürülecektir ki bir süreliğine yurtdışına çıkan
Abidin bir daha kolay kolay dönmeyecektir. Dönemeyecektir. Sırası gelin
ce göreceğiz. Ama şimdiden şu kadarını yazmama izin veriniz: Siz siz ol
sanız ve yetkililer seramiklerinizde "orak-çekiç görüntüleriyle komünizm
propagandası yaptığınızı" iddia etseler ve bunu ispat için ( ! ! ! !) bilirkişi bil
mezkişi bilirkişi bilmezkişi oyunu aynasalar onlara itimat edip ülkenize
döner misiniz? Dahası da var: Abidin gittikten sonra 1954 yazma kadar An
kara' da işinin başında öğrencilerine bildiklerini öğretmek için canla başla
çalışan Güzin iki yıldan fazla bir süre dayanabilecektir ancak. Çünkü O da
özgürlüğün tek yolunun "ülkeden çıkmak olduğunu anlayacaktır. Zorunlu
olarak. Gel Zaman Git Zaman da Güzin'in uçakla yurtdışına çıkmak üze
'
ABi D i N D i N O
casso değiliz çünkü. istanbul ise başka, bambaşka bir dünyadır: Mavi ve
mavinin bütün boyutlarıyla bu kent sanki biraz daha özgürlük, biraz daha
arkadaşlık, dostluk ve yoldaşlık dünyasıdır: Hele onlarla birlikte olduğunuz
anlarda. Evet Abidin, Güzin, Nazım ve Münevver'le olunca örneğin:
O günlerde Abidin ve Güzin Nazım ve Münevver'i Nazım'ın anne
sinin evinde ziyaret ediyorlar. Güzin o günü anlahyor:
"Başka bir kez, Abidin'le Güzin, Kadıköy'de Nazım'ın annesinin
evine gidiyorlar, dehşetli bir resim tartışması içine düşüyorlar. Annesi, Ce
lile Hanım, Balahan'ın öküz resimlerini eleştiriyor, Nazım'sa, annesinin
havuz başında serili çıplak kadınlarını . . . Ana oğul, kendinden geçmişçesi-
ne kıpkırmızı kesilmişler. Üstelik Nazım kan ter içinde ... Ahp tutuyorlar,
birbirlerine, resim sanatı üstüne bir çekişmedir gidiyor .. .
O gün, 'Yusuf ile Menofıs' piyesini okuyor. Nazım Abidin'le Gü
zin' e. Büyük bir heyecanla okuyor, yine kan ter içinde. Dinleyenler de bun
ca güzellikten gırtlakları düğümlü, gözlerinden yaş boşandı boşanacak Pi
yesin eşsizliği mi, ilk dinleyicileri olmak mı, Nazım'ın coşkusu mu? ... İna
nılmaz saatler yaşanıyor. Masanın üstünde Nazım'ın ünlü, eski model,
emektar, Bursa'dan gelme yazı makinesi, duygusuz, ilgisiz duruyor. Antik
bir aletin iskeleti gibi ... "
Güzin'le bunları konuştuğumuz 13 Nisan 2005'te Berfin Bahar der
gisinin Mart 2005 sayısını gösteriyorum: Balahan özel sayısı. Aynı günler
de, Mart 2005'te, Balahan'ın Yurt ve Dünya Galerisi'ndeki "Yaşamın Çiz
gileri 1 949'dan 2004'e" başlıklı desen sergisinin 12 Mart 2005'te Radi
k al'de yayınlanan duyurusundaki deseni de. Sırtüstü uzanmış bir insan,
sol eli biraz kalkık Ve çırılçıplak. Adı mı: "Vurulduk ey halkım, unutma bi
zi." Güzin aynen şunları söylüyor: "Şu çizgilere bakın, ne kadar güzel. Ne
kadar iyi." Evet Güzin önceden de sonradan da Balahan'ın resimlerini, de
senlerini beğeniyor.
Nazım Hikmet o günlerde Mübeccel Belik ile de tanışıyor. Daha
sonra Kıray soyadını alan ve tanınan bilim kadını. Bu tanışmanın önemi şu
rada: Güzin'e bırakıyorum sözü: "Mübeccel DTCF'deyken tanımadım. Çün
kü ben DTCF'ne doçent olarak atandığımda, o ABD'de doktorasını yapıyor
du. Behice'nin öğrencisi. Onun tavsiyesi yol göstermesi üzerine ABD'de
Aei o i N DiNo 4 21
Ev aramanın da keyfi ayrı. Bu keyfi Abidin Güzin'le paylaşıyor. O
günlerde bu işler için "tellallar" var. Bizimkilerin aradığı "eski bir ev." Gü
zin şöyle yazıyor: " ( ...) ne Boğaz' dan, ne Marmara' dan, ne de limandan vaz
geçebileceğinden, Üsküdar'dan başlamıştılar ev aramaya. Umutları ise 'Sa
lacak'ın üstlerine düşen yörede eski bir ev bulmak. .. " Üsküdarlı bir tellal ile
epey dolaşıyorlar o yörede. Hatta bir ara tellal onlara, Abidin ve Güzin'e,
"köprünün ayağını satmaya" kalkıyor. Gelin bu kısacık bölümü Güzin'den
okuyalım:
Ev Üsküdar'da, Paşakapısı Cezaevi yakınında. Nazım'ın daha bir
kaç zaman önce "yattığı" Cezaevi.
"Ve galiba, o zaman için pek pahalı olan, üç oda için 35 bin lira isti
yor hanım. Tellal da hanımdan taraf oluyor; evin önemini ve istenen para
nın fazla olmadığını ispat etmek için, hanım kalkıyor, perdeyi aralıyor ve
az ötede, selvili bir meydancığı göstererek, 'Yapılacak köprü ayağı efendim,
tam şu önümüze düşecekmiş' diyor. Vilayette çalışan yakın bir akrabası
söylemiş, istenirse gidip soruşturabilirmiş. ' Köprünün ayağı tam önümü
ze, tam arkamıza, şuracığa, hatta tam da satılan evin üstüne düşecek. .. böy
lece karlı çıkılacak. . .' sözleri destaniaşmış zaten. Tellallar ev satmıyorlar;
köprünün ayağını satıyorlar, daha 1950 senesinde!. .. Köprünün ayağını sa
tın alacak güçte olmadıklarını anlayınca, hanım çok canı sıkılıyor."
Ancak umudunuzu yitirmemek lazım ev arıyorsanız İstanbul'da: Ni
tekim aranan ev bulunuyor: "Salacak, İhsaniye, Şemsipaşa, Paşakapısı semt
lerini çok istedikleri halde, sonunda karşı kıyıda, Kabataş'ta, Setüstü'nde, ara
ba vapuru iskelesine bakan, katlı, yan ahşap, dar, uzun bir ev buluyorlar. Bu
rası, Beyoğlu'nun Boğaz'a inen etekleri. ( . . . ) Evin manzarası dehşet. .. Karşıda
Üsküdar, yanar söner camlanyla. Marmara, Adalar'a kadar ve de Kız Kulesi.
(Boğaziçi'ne cinler periler girmesin diye nöbette. Ne olur ne olmaz. Burası İs
tanbul çünkü. MŞG) Önlerinde akıp duran Boğaz'ın git geli... kayık, mavna,
çatana, vapur ve gemiler, takalann 'pat pat' ı, kalın öten gemi bacalan, duman
lan... Solda Kabataş Camii ve Boğaz'ın Marmara'ya açılışı. Setüstü'nde, ama
vutkaldınmı taşından merdivenlerden çıkılan bir yokuşta bu evleri. Sağda ah
şap, büyük bir konak bozması. Iimanın bir bölümünün manzarasını kapatı
yor. Önlerinde Çürüksululann kagir konağı upuzun serilmiş. Dedesi (Gü-
EYLÜL 1950
ıs Eylül 195o'de Güzin Abidin'in portresini çizdi. Evet, yine yanlış
okumadınız. Ressam değil portreyi çizen. Ressamın ressam olmayan eşi.
Eh ne de olsa gözü resme değmiş. Bu işler böyledir yoldaş: Avni Arbaş ve
Bedri Rahmi, Güzin'in portresini çizer Güzin de Abidin'in portresini.
Evet döndük dolaşhk İstanbullarda ve başka mekanlarda; ama yine
Ankara'ya geldik. Abidin ikinci kişisel sergisini Ankara'da açtı. Acaba Eylül
- Ekim 195o'de mi? Ah! Bir bilebilsem. Araştırıyorum. Bulunca size de
söylerim. Ama şunu biliyoruz: Bu sergisinde "Anadolu insanlarını, köylü
leri, emekçileri, ırgatları" yansıttı yine: Desenlerinde ve resimlerinde. Ne
zaman çizdi bunları Abidin? Adana'da. Ankara'da. İstanbul'da. Ama her
halde bilhassa Ankara'da. Sergi de orada açıldı zaten. Zaten Güzin ve Abi
din Ankara' da oturuyor kışları.
Ankara deyince Ankara arkadaşları, dostları arasında Can Yücel'i
anmadan geçmek olmaz. Bakan çocuğudur ve aynı zamanda son derece öz
gür ve uyanık bir gençtir. Dahası şairdir. Her zaman şair. Eski Bakan Ha
san Ali Yücel'in Yenişehir'de İsmet Paşa Caddesi'ndeki evine biraz da Can
için gidilir. Abidin'in Can Yücel ile dostluğu eksilmeden sürdü. Daha son-
ABi D i N D i N O
raki Paris yıllarında da: Tanığıyım. Abidin ki Paris'teki ev-atölyesinin bu
lunduğu mahalleden kolay kolay çıkmaz. Abidin'dir Can Yücel'i görmek
için taaaa Bobingy'deki bir açık oturuma, bir "festivale" kadar gitti: Onu
görmek hal ve hatırını sormak için. Paris'in taaa Kuzey banliyölerinden Bo
bingy'ye. Dile kolay.
AN KARA-MAN KARA
rine getirdiğimizi iddia edecek değilim. Çünkü fılmin ismini anımsayamı
yorum. Ah! İsmini bir hatırlayabilseydim! O polisin o gün Abidin'i izleme
si sonucu kültürünün ne kadar arthğını size ispat edebilirdim. Ama maale
sef bu mümkün değil. Ah! Hatıralar!"
Ne iyi ki Güzin var: Bütün bunları bize anlatmak için. ikide bir ha
fızasından derdeniyor ama bu hafıza da herkeste bulunmaz. Örneğin bu
polisli sinema faslım kaç kişi biliyor? Kaç kişi biliyordu?
Şaka bir yana Güzin sözü alıyor yeniden: " Polisler evin önünde ne
redeyse iki yıl beklediler kardeşim. Hani Abidin gizli bir yoldan yurtdışına
çıkar ınıkar diye. Pasaportuna el konulmuş, yasal yoldan çıkması mümkün
değil. İstanbul'da Nazım'ın evi önünde seyyar karakol kuruluyor, bizim
evin önünde sivil polis nöbette. Bu arada arkadaş, eş, dost işkencede, hapis
te, intihar edenler bile oluyor. Abidin pasaportunun kendisine teslim edil
mesi için başvuruyor ama kimse oralı olmuyor."
O günlerin Ankara'sıdır bu. O günlerin Ankara'sında başka bir me
sele daha var: Her gün her sokağa her caddeye çıktığınızda karşılaştığınız.
Güzin yazıyor:
"Ankara cadde ve sokaklannın kaldırımları boydan boya sökülmüş
ve derin hendekler açılmış. M eğer lağım boruları mı, elektrik hatları mı, te
lefon telleri mi ne, unutulmuş kent yapılırken ... Seke seke, hoplayıp sıçra
yarak yürümek zorunluluğu var. Aylarca, seneyi aşkın günlerce böyle, hop
laya zıplaya yürünüyor Ankara sokaklarında. Hendekierin içinde Anadolu
köylüleri kazma kürek sallıyor. Ayaklarınıza toprak ya da çamur savrulu
yor. Kimi, hendeğin içine oturmuş, öğle vakti zeytin ekmek yiyor; kimi,
mezarına uzanmış gibi, kestiriyor; kimi de bir türkü tutturmuş. Caddeler
ve yollar boyunca toprak yığınları, otobüse binip inmeyi bir serüven haline
dönüştürüyor" (Gel Zaman Git Zaman: s. 128-129).
ABi D i N D i N O
şı yarıldı. Ama bu Orhan Veli' dir. Ve öyle bir baş yarılması nedeniyle has
taneye gidecek adam değildir. Bakın Orhan Veli'nin yakın geçmişinde
düşmek, baş yarılması ve kalkmak birlikte çekiliyor: Örneğin 1943'te as
kerlik yaparken attan düşüyor. Birkaç gün acı çekiyorsa da iyileşiyor. Ve
kalkıyor. Daha önce, Ağustos 1939'da Melih Cevdet Anday'ın kullandığı
otomobil devriliyar zor kurtuluyorlar ölümden. Orhan Veli yirmi gün ko
mada kalıyor. Ankara'da bir çukura düştüyse düştü. Orhan Veli müthiş ih
malci ve bir doktora görünmüyor bile. Sonra kalkıp İstanbul'una çok sev
diği Beykoz'una dönüyor. Ama yanındakilere "vücudundaki sızılardan söz
ediyor. Geçer sanıyor ama geçmiyor." Ve hiç kimse de " Kalk bir doktora
gidelim" demiyor. Neden desinler: Otuz altı yaşındaki insan ölür mü? O
yaşta mümkün mü bu? Daha bilmiyoruz henüz: " Otuz beş yaş(ın) yolun
yarısı"ndan daha fazla olduğunu: Hem Orhan Veli için hem de bu güzel
şiiri yazan Cahit Sıtkı için. Otuz beş yaş onlar için yolun sonuna çeyrek va
rm Türkçesi maalesef. Ama bilmiyorduk ki. Nasıl bilebilirsiniz? Nasıl? 14
Kasım 1950 Salı günü Orhan Veli bir arkadaşının evinde öğle yemeği yer
ken birden fenalık geçiriyor. Hastaneye kaldırılıyor. Çok geç maalesef. Or
han Veli o gece saat 23'e doğru beyin kanamasından ölüyor. Şiirimiz "Ga
rip" kalıyor kendi çocuğuna.
Abidin Dino sevimli arkadaşı Orhan Veli için en güzel satırlarından
birkaçını yazdı desem yeridir. Abidin her zaman en güzelini en sevdikleri
ne saklamışhr. Hepimiz biliyoruz. Orhan Veli'nin Mayıs 1950 sonrasında
ki günlerini ve bir "sırça ölüm haberi"ni de anlatıyor önce:
"Orhan'ın durumu tatsızdı, aşkları da yaver gitmiyordu görünüşe
göre. Ortadan yok oluyordu sık sık, kendini İstanbul'a atıyordu. Günün bi
rinde Büyükdere'de mi, Kavaklar'da mı ne Orhan Veli'nin boğulduğu ha
beri patlak verdi, yıldınm hızı ile yayıldı İstanbul'a. Dostlar ayaklanmış, ha
ber almak için koşuşmuştu her tarafa. Bereket versin işin aslı bambaşkay·
dı. Ahmet Harndi (Tanpınar) ile Orhan bir sandala binerken Orhan'ın aya
ğı kaymış, denize düşmüştü. Hepsi bu kadar.
Beykozluydu Orhan Veli, uskumru gibi yüzen adama denizde ölüm
yoktu elbet. Fakat işe bakın, olayın ağızdan ağza bunca büyümesinden,
abartılmasından, dostların velvelesinden, ağıtlarından son derece hoşlan-
ABi D i N D i N O
Kişi duyguları, avareler, şehir artıklan yerine, çalışanların, sıkınb
içinde bulunan halkın duyguları şiirinde günbegün daha önemli bir yer
tutmuştur:
AN KARA-MAN KARA
Yedi nüfuslu haneye
Üç buçuk tayın yetecek
(Karşı, ''Pireli Şiir")
Bir bakıma ne kadar, yalnız, bir bakıma ne kadar kalabalık bir dün
yada yaşadı Orhan Veli."
(Bu yazı Yazılar'da yer alıyor: s. 145 - 147. Sayfa 147'de yazının bi
timinde " Son Yaprak, 1951" notu bulunuyor. Ama kitabın 66o. sayfasında
bir yanlışlık sonucu bu yazının künyesi için şu açıklama yapılıyor " Son
Yaprak, ıs. 8. 1941, Sayı: 20, s. 2." Orhan Veli'ye Saygı isimli kitapta s. n ,
ve başka kaynaklarda belirtildiği ve benim daha önce vurguladığım gibi, bu
dergi tek sayı olarak ı Şubat 1951'de yayınlandı.) O halde Abidin'in bu ya
zısı ı Şubat 1951'de okuyucusuna sunulmuş oluyor.
Orhan Veli'nin vefat ettiği günlerde Ankara'da bulunan Abidin ve
Güzin cenaze törenine katılamadılar. Güzin söyledi.
A 'dan Z'ye Abidin Dino 'da şöyle bir not buluyoruz: "Abidin, ağabe
yi Adnan Veli (ağabeyi değil, küçük kardeşi. M ŞG) ile birlikte Orhan Ve
li'nin Rumelihisarı'ndaki kabrini ziyaret etti ve Orhan Veli'nin mezarı için
bir proje yaptı."
Orhan Veli'nin iki yaş küçüğü Adnan Veli Kanık, 1953 Kasım'ında
yayınladığı Orhan Veli İçin isimli kitabında (Yeditepe Yayınları, İ stanbul,
1953, s. 21) şu satırları yazıyor:
"Abidin Dino, Orhan için bir mezar projesi hazırladı. Mimar Nev
zat Kemal inşaatı bizzat başardı. Orhan Veli şimdi, siyah taşlarla örülen ve
kademe kademe yükselen setler üstünde, bembeyaz taşlarla örülmüş bir
mezardadır. Cephe duvarının sağ köşesinde, mermer bir plak üstünde Pro
fesör Emin Barın tarafından yazılan şu satırlar okunuyor:
ABi D i N D i N O
" Biliyorum kolay değil yaşamak, 1 Gönül verip türkü söylemek yar
üstüne; 1 Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, 1 Gündüzleri gün ışığında ısın
mak; 1 Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, 1 Yan gelebilmek Çamlıca tepesin
de... 1 1 Her şeyi unutabiirnek maviler içinde. 1 Biliyorum, kolay değil ya
şamak; 1 Ama işte 1 Bir ölümün hala yatağı sıcak, 1 Birinin saati işliyor ko
lunda. 1 Yaşamak kolay değil ya kardeşler 1 Ölmek de değil; 1 Kolay değil
bu dünyadan ayrılmak."
(Orhan Veli: Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul. Bu kitapta Şairin tüm şi
ideri yer alıyor: Garip, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi, Karşı ve Kitap
lara Girmeyen Son Şiirleri. Daha ne olsun. Orhan Veli'yi tanımak için asla
geç kahnmış olunamaz.)
43 0 AN KARA-MAN KARA
büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilirsin,
meçhul bir asker olmak hürriyetiyle,
hürsün! "
ABi D i N D i N O 43 1
seramik ustası, Alev Ebüzziya'nın babasıdır. Alev o günlerde henüz bebek.
Daha sonra Alev, Abidinlerin Paris yıllarında en yakınlarından biri olacak
tır. Abidin'in deyişiyle "Bu evin bir kızı var: Alev. Bir de oğlu: Şehmus." Bu
"çocuklara" birkaç ismi daha katmak lazım: Selçuk Demirel en başta. Gaye
Petek'i hiç ihmal etmeden. Eskileri şimdilik saymıyorum: Ama unutulduk
larını sanmasınlar lütfen: Yeri ve zamanı gelince anılacaklar. Eşitlik tarih
içindeki eşitliktir bizde. Abidin'den öğrendiğimiz biçimiyle.
Evet Paris'li yıllarda "Evin kızı" olacak Alev'in babası Zeyyad Ebüz
ziya 1950 sonunda, 1951 başında, Abidin'i bir gün Ankara'daki "Seramik
Enstitüsü'ne" götürüyor. Zeyyad Ebüzziya oldum olası seramiğe çok me
raklı çünkü. Abidin'in seramik alanında yenilik getireceğinden emin. Sera
mik Enstitüsü Müdürü Hakkı İzzet ses çıkarmıyor, kabulleniyor, ama ikir
cikli, coşkusuz: D P milletvekiliyle gelen adama ses çıkarması mümkün
mü? Hatta "başlangıçta sevinir gibi bile oluyor." Bunu Güzin belirtiyor.
Yine Güzin'in söylediği gibi,"Zeyyad Ebüzziya ile Abidin'in ilişkisi
milletvekili ressam ilişkisi. Resmi. Dost olmadık. Eve gidip gelme söz ko
nusu değil. Ama Abidin'i bir anlamda koruması altına aldı. Abidin'e şunu
söyledi: 'Osmanlı seramikleri iyi, dehşet filan ama sen artık bunları mo
dernleştir. Bir de modern katkısı olsun Türk seramiğinin.' İşte bu amaçla
Abidin Seramik Enstitüsü'nde çalıştı. Ve doksan kadar parça ya ph. Modern
oldu olmasına ama o seramiklere 'komünist' damgası vurdular.''
Güzin bunu söylerken gülüyor. Ben de gülüyorum. Seramiklerde
"orak-çekiç" araşhrılması çünkü başlı başına bir karamizah eseridir. Sırası
ve zamanı gelince göreceğiz.
Abidin o günlere ilişkin şunları söylüyor: "Ankara'da ( ...) bir dostu
rnun isteği üzerine hiçbir iddiası olmayan küçük seramikler gerçekleştirmiş
tim.''Ferit Edgü, bir yazısında aynen şu sahrlan kaleme alıyor: "Ankara'da
Gazi Eğitim Enstitüsünde Hakkı İzzet adında bir hoca kendi özel fırınını yap
mış, ya da yaphrmış, öğrencilerine ve ilgilenen sanatçılara fırının kapağını aç
mış. ( Abidin Dino bu fırında pişirmektedir ekmeklerini!).'' (Ferit Edgü: "Fü
reya'nın gerçek öyküsü yapıtlannda,'' Cumhuriyet Kitap, 15 Ekim 1992).
O günlerde polis izlemelerinden dalaylı vejveya dolaysız baskılardan
usanan Abidin belki bir parça huzuru yeni bir sanat alanında, yani seramik
43 2 AN KARA-MAN KARA
yapımında, aramış olabilir: Kökü eski Anadolu uygarlıklanna Abidin'in bayıl
dığı Anadolu uygarlıklanna dayanan geleneksel anlayıştan esinlenerek sera
mik çalışmalan yapmak. Ne güzel bir buluş. Ankara'da Seramik Enstitü
sü'nde Hakkı İzzet'in bizzat yaptığı fırında. Abidin'den sonra aynı fırında se
ramik ustası olacak başka sanatçılar da çalıştılar: Füreya gibi. Füreya Koral'ı
ve yapıtlarını anlatan yazısında Ferit Edgü'nün Abidin'in seramikleri pardon
"ekmekleri" ile Füreya'nınkiler arasında ilinti kurması boşuna değil.
Abidin haftalarca enstitüye taşınarak seramiklerini bir bir yarattı:
Güzin'in yazdığı gibi,"ilk kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla seramikler"
yaptı."O yıllarda henüz kimse yapmamış böylesini."
Abidin'in eski Anadolu uygarlıklarının etkisi, yol göstermesi sonu
cunda gerçekleştirdiği doksan kadar eser, modem Türk seramik sanatının
Anadolu halk kaynaklarından güç kazanacağı, kazanahileceği tezine yeni
bir kanıt getiriyor. Getirir.
Çok güzel. Ama herkes bu kanıda değildir elbette. Ve bilinen çeke
memezlikler de devreye girince Abidin'in ve seramiklerinin başına polisi
ye bir çorap örülmek istenir. Burası Türkiye kardeşim. Ve 1952 yılındayız,
müsaadenizle. Evet, Abidin'in Türkiye'den ayrılmasından hemen sonra,
bu seramikler "komünizm propagandası" yapmakla suçlanacak ve "gözal
tına" alınacaklardır. Bilirkişilerin, bilmezkişilerin denetlernesi için. Çünkü
efendim Abidin'in imzasında orak-çekici çağrıştıran çizgiler varmış(!!!) Vay
başımıza gelenler! Zamanı gelince göreceğiz ...
Unutmadan eklemeli: O "suçlanan" seramikler var ya onlardan bir
kaçının fotoğrafı kalacaktır bize: Ankara'da çekilmiş mutlaka. Kimi çatı ka
tında, kimi balkon duvarının kenarında: Uçmaya hazır! Pırrr! Prrr! Şimdi
seramik uçmaz diyenler olabilir. Onlara yanıtım çok basit: Siz ki seramik
lerin orak-çekiçlerle işbirliği içinde "komünizm propagandası" yaptığına
inanıyorsunuz, uçtuklarına niye inanmayacaksınız? Niye? Nasreddin Ho
ca'ya sormalı mı? Nasreddin ile Abidin arasında az benzerlik de yok hani.
1951 Yıu
1950 sonu ve 1951 başı,"Çukurova Okulu"nun İstanbul'a "taşındı
ğı" zamandır bir bakıma: Önce Orhan Kemal geliyor. Onun peşinden Ya-
4 34 AN KARA·MAN KARA
Va-Nıl ise şöyle anlatıyor o günleri: "Nazım, piyasada hayli tutan
filmler yaptı imzasız. Paralar kazandı. Parasını verip mütevazı, fakat mo
dern bir zemin kat tuttu, Kadıköy' de Sular İdaresinin karşısında. Doğacak
çocuk için hazırlıklarını tamamladılar.
Nihayet bir gün Memo (Mehmet) özel bir klinikte doğdu. Nazım'ın
kopyası, mavi gözlü, sarı saçlı, gürbüz bir oğlandı.
Ana baba, arabaya koyup çocuklarını gururla gezdiriyorlardı. Mü
hürdar kıyılarında, parklarda, sokaklarda ... "
Nazım takside aldığı mobilya ve ev eşyalarıyla evini döşemeye çalı
şıyor. Münevver güzel güzel evini donatıyor. Evet doğan bir çocuktur: "gü
neşten kopmuş gibi afacan ve sarışın."
195ı'de Paris'te Nazım Hikmet'in şiirleri yayınlanıyor, daha önce
sözünü ettiğim gibi. Şöyle: Poemes (Şiirler) . Kitabın sunuşunu yazan Tris
tan Tzara'dır. Şiirlerin pek çoğunu çeviren Hasan Gureh, yani Sabahattin
Eyüboğlu, ismi de geçiyor: Notları yazan olarak. Bu da şundan olmalı: Ki
mi şiirin çevirisi daha önce ve başkaları tarafından yapıldığından. Kitabı ya
yınlayan EFR'dir: Editeurs Français Reunis: O yıllarda Fransız Komünist
Partisine yakın yayıncıların yayınevi.
Ama bu güzel haberler bu mutluluk manzaraları maalesef uzun
ömürlü alamayacaklar. Maalesef.
Dünyada savaş birçok yerde sürüyor: Kore'de örneğin. Vietnam'da
ve daha başka mekanlarda. Barış ne zaman gelecek?
ABi Di N D i N O 435
Yaşar Kemal İstanbul'a gitmeye kararlı. Gazeteci olacak çünkü. Kafaya
koymuş.
Yaşar Kemal'i otobüs ganna kadar götüren Abidin, cebinde beş ku
ruşu kalmadığı için evine dönemezken, Yaşar Kemal durumu fark ediyor
ve dönüş parasını Yaşar Kemal veriyor: Abidin ve Güzin'in bütün kumha
ralarını silip süpürdüklerinin ispatıdır bu. (Bütün bunları Yaşar Kemal an
latıyor: 19 Mayıs 2005'te yaptığımız söyleşide. Ve daha önce yayınladığı Ko
nuşmalar'da yazdı.)
Mayıs 195ı'de Arif Dino'nun da İstanbul'a dönmesiyle Yaşar Ke
mal, onun yardımıyla Cumhuriyet gazetesinde "Yurt Haberleri Servisi"nde
gazeteciliğe başlıyor.
Yaşar Kemal bana, Nadir Nadi ile daha önce eşiyle Adana'ya geldik
lerinde Arif Dino'yu evinde ziyaret ettiklerinde tanıştığını söyledi. İstan
bul'da ise Nadir Nadi'nin genç gazeteciye verdiği ilk görev Diyarbakır'a gi
dip röportaj yapmasıdır. Hemen Diyarbakır'a doğru trenle yola çıkan Yaşar
Kemal, Ankara'da Abidinlerde mola veriyor. Ve işte bu mola sırasında, o
gün Ankara'da Abidin, ona ismini değiştirmesini ve gazeteci olarak Yaşar
Kemal ismini almasını öneriyor. O da kabul ediyor. Böylece Yaşar Kemal
ismi doğuyor. Daha önce yazdım, burada bilmem yinelemeli mi? Abidin'e
"peder" veya "peder bey" diye hitap eden tek insan Yaşar Kemal'dir. Ger
çek babası mı? Değil elbette. Ama başka yardımları yanında Abidin'in
onun isim babası olduğu artık aşikar.
Yaşar Kemal'in tadına doyum olmaz röportajlarından birincisi "Ka
çakçılar arasında" başlığıyla Cumhuriyet'te 22 Ağustos 195ı'de yayınlanıyor.
Ve daha birçoklan onu izliyorlar...
Sonra Yaşar Kemal Abidin ve Güzin'i istanbul'da ziyaret ediyor el
bette: Kabataş'taki evde ve kaldıkları başka mekanlarda. O artık gazetecidir.
Giyim kuşamma da önem vermek zorundadır. Kıravat takması bile bazen
şaşırtır. Yaşar Kemal'in hiç mi hiç sevmediği bir şey.
Şimdi şaşırtabilir: Cumhuriyet gazetesi yönetimi, bir yandan Kore sava
şı, Vietnam savaşı, Türkiye'deki tutuklamalar vesilesiyle "Kızıllar" diyerek/ya
zarak veryansın ederken, öte yandan Yaşar Kemal gibi adı "komüniste" çıkmış,
bu yüzden hapis yatmış birine iş veriyor. Bunun birçok nedeni var elbette:
AN KARA-MAN KARA
Hemen akla şu geliyor: Belki hiç kimse Yaşar Kemal isminin "ko
münistlikten" hapis yatmış Sadık Kemal Göğeeli olduğunu bilmiyordu. Ve
bu böyle sürüp gitti. Veya onun öbürü olduğunu öğrendiklerinde de izleme
yi sürdürdüler ama yazdıklarında suçlanacak herhangi bir şey bulamadılar.
Dahası Nadir Nadi, DP listesinden bağımsız milletvekili seçildiği
için zaten öteden beri ailece sahip oldukları iktidarlarını biraz daha pekiş
tirme olanağı bulmuştu ve kimse gazetesinde çalışan birine müdahele ede
miyordu, etmiyordu, etmek istemiyordu.
Ve nihayet Nadir N adi o günlerin şartları içinde gazetesinde bir
"solcunun" bulunmasının o kadar da kötü bir şey olmadığını bizzat itiraf
ediyor: Perde Aralığından başlıklı kitabında (Cumhuriyet Yayınları, İ stan
bul, 1965) Nadir Nadi aynen şunları yazıyor:
" ( ... ) 195o'lerin başında köy öğretmeni Mahmut Makal'ın Bizim
Köy 'üne sahip çıkmamız (1950 Mayıs sonunda Makal, Cumhuriyet gazetesi
tarafından İstanbul'a davet edildi, gezdirildi, kimi yazar ve şairle tanıştınldı.
MŞG) birkaç yıl sonra (1951'de. M ŞG) Adana'dan gelen Yaşar'ın elinden tut
mamız hep Cevat Fehmi'nin düşüncesiyle olmuştu. Bunlar 27 Mayıs (196o)
sonrasına kadar bizim solculuğumuzun en önemli kanıtları oldu."Evet son
derece açık: Yaşar Kemal'in işe alınması gelecek için bir tür "yahnm."
En nihayet bir kez daha Yunus Nadi'nin Abidin'in ve Arif'in dede
si Abidin Paşa tarafından oğlu gibi, oğlu ile aynı koşullarda, oğlu ile birlik
te okurulduğunu eklemek lazım. Yani Abidin ve Arif'in babası ile Nadir ve
Doğan Nadi'nin babası neredeyse kardeş gibi yetiştirilmişlerdi. Bu neden
le iki aile arasında sıkı bir akrabalık ve bunun sonucu sıkı bir dayanışma
vefveya yardımlaşma söz konusuydu. Ve dolayısıyla Arif Dino'nun arzusu
nu kıracak değildiler Nadi kardeşler. Ve Yaşar Kemal bu çerçeve içinde işe
alındı. Ve alınır alınmaz da kalemini konuşturdu. Sonra gazetenin vazge
çilmez yazarlarından biri oldu.
Abidin'e gelince, pasaportunun kendisine iade edilmesini bekler
ken, Ankara'da ve zaman zaman gittiği İstanbul'da, senaryolar yazıyor. Bu
senaryo çalışmalarına bazen Yaşar Kemal de katılıyor. Yaşar Kemal, Konuş
malar'da (s. 70) şöyle diyor: "Abidin Dino'yla İstanbul'a geldiğinde bir iki
senaryoda çalışmıştım." Abidin'in on üç belki on dört senaryo yazdığım sa-
ABi D i N D i N O 437
nıyorum. Hangilerine Yaşar Kemal katkıda bulundu? Bunu bir dahaki se
fere Yaşar Kemal'e sormalıyım.
Abidin, Türkiye'yi terk etmeden önce, İstanbul'da bırakacağı birçok
şey gibi, senaryolarını da kutulara doldurup Leyla Abla'sına emanet etti.
Bugün duruyorlarsa, bu senaryolar, Rasih Nuri İleri'de olmalılar. Onları da
Rasih Nuri İleri'den sormalı, bir gün.
AN KARA-MANKARA
Neden çıkh Nazım Hikmet? Refik Erduran yazıyor: "Nazım Ağa
bey'i askere alma hazırlığı sözkonusuydu! Önce kimse inanmadı. Zaten
Bahriye Mektebi'nden çıkmış olan, elli yaşında, kesin kalp hastası bir insan
nasıl askerlik yapardı? Hem de -söylentiler doğruysa- er rütbesiyle, Do
ğu'nun sarp bir dağbaşında ... Kendisine özel kolaylıklar gösterilmeyeceği
de kesin olduğuna göre, dayanarnayıp kısa bir süre sonra öleceği besbelliy
di. Kör kör parmağını kabalığıyla nasıl yapılırdı böyle bir şey? Nitekim çok
geçmeden söylentiler doğru çıkmaya başladı. Hasta şair şubeye çağrıldı, ka
rar kendisine resmen tebliğ edildi."
Va-Nu şunu da ekliyor: "Nazım'ın sezgisi İstanbul'daki gizli güçle
rin kendisini öldüreceğini söyledi."
Evet Nazım Hikmet İstanbul'da veya askere alımnca gittiği yerde öldü
rüleceğinden, öldürülebileceğinden kuşkulanıyordu. Ve haksız değildi mutla
ka. Ülkeyi terk etmeye karar vermek zorunda kaldı. Çıkışından bir gün önce
Kadıköy'de Mühürdar Gazinosu'nda çekilmiş bir fotoğraf var: Münevver, ço
cuk arabasında Memet, Müzehher Va-Nu, Nazım Hikmet, Zekeriya Sertel ve
öndeki sandalyede ismini bilmediğim (için özür diliyorum) bir çocuk. Bu ül
kedeki son anılardan biridir. O günü Zekeriya Sertel şöyle anımsıyor: "Mem
leketi terk edeceğinden bir gün önce Kadıköy'de Mühürdar Gazinosu'nda gö
rüştük. Karısı ve çocuğu ile son defa olarak buraya gelmişti. Orada beraber
son bir fotoğraf çektirdik Kendisine hayırlı ve başarılı yolaıluk diledik."
Son cümlesine katılmak zor. Çünkü Nazım'ın ülkeyi terk edece
ğini en yakınları bile bilmiyordu. Nitekim bizzat Va-Nu yazıyor: Münev
ver Hanım bile habersiz. Nazım o gün,"Ankara'ya gidiyorum diye evin
den" ayrılıyor.
İki kişi biliyor gidilecek yönü: Nazım Hikmet ve Refik Erduran.
17 Haziran 195ı'de evden çıktı Nazım, polislerin dikkatini çekme
den. Veya onları atlatarak. Ayrıntısını Refik Erduran kitabında anlatıyor.
Hapishaneden çıkışından, özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir yılını bile
dolduramadan, yakınlarına doyamadan, ülkesini adım adım dolaşamadan,
oğlunun büyümesini günü gününe izleyemeden. O kadar sevdiği eşini,
koklamaya dayamadığı oğlunu, hayran olduğu ülkesini, yoldaşlarını, arka
daşlarını, dost ve arkadaşlarını terk etmek zorunda kaldı N azım.
ABi D i N D i N O 439
Nazım Hilanet'in ülkeyi terk ettiği birkaç gün sonra duyuldu. 21 Ha
ziran ıgsı'de Billaeş'te olduğu haberleri yayıldı. Türkiye'de yayınlanan gün
lük gazeteler, haftalıklar ve ne varsa onlar, ilkel antikomünizm hastalığı, iste
risi ile sarsıldılar. Günlerce, haftalarca komünistlere, Nazım Hilanet'e, "sol
culara" ağıza alınamayacak laflar söyledilerfyazdılar, küfürler ettiler.
Örneğin 24 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Nadir Na
di, biraz önce adını andığımız, "Bırakın gitsinler" başlıklı başyazısında ba
kın neler yazdı:
"Nazım Hilanet'in kaçmasına kızmadım. Arkasından "vatansız, ha
in, satılmış adam! " diye bağırmayacağım. Maddi, manevi yeryüzündeki bü
tün kıymetleri inkarla işe başlayan komünizm, bugün tam manasile bir din
olmuştur ve Nazım Hilanet bu dine yürekten bağlılığını saklamaya hiçbir
zaman lüzum görmemiş, fanatik denecek kadar ateşli mürninlerden biridir.
Komünizm bir dindir diyoruz. Bu hükmü sadece bir benzetiş san
mamalıdır. Sosyolojik manasile komünizm bir dindir. Tanrı fikrini reddet
mesine, manevi değerleri tanımamasına rağmen bu dine de ötekilerin ya
nında bir yer ayırmak bilimsel düşünce metoduna uygun bir hareket olur.
Komünizmin kitabı vardır, peygamberi vardır, kilisesi vardır, ayinleri var
dır; velhasıl bir din müessesesini meydana getiren her türlü unsurlar bu
rejimin bünyesi içinde yer almıştır. Onun için komünistlerle münakaşa
edemezsiniz. Bugünkü sosyal ve ekonomik teşkilatın ferdiere daha fazla
refah sağlayan bir şekle sokulması, milletlerarası münasebetlere yaklaştırı
cı, birleştirici bir mahiyet verilmesi konuları onları ilgilendirmez. Kilise
(Kominform) nasıl tesbit ederse öyle hareket eder, Papa (İstalin) (Stalin.
M ŞG) ne emrederse öylece amel eyler.
Her din gibi komünizm de tarihsel gelişme şartları içinde döne do
laşa bugün bir emperyalizmin aleti haline gelmiştir. Onun hür milletler
hesabına korkunç bir tehlike olması da sırfbundan ötürüdür. Yoksa vicdan
hürriyetinin hüküm sürdüğü ülkelerde hiçbir devlet bir kısım fertlerin şu
veya bu inanca bağlanmasına ses çıkarmaz, hatta bu dinin propagandasını
bile hoş görebilirdi. Ne çare ki komünizm sosyal veya ekonomik bir inanç
meselesi olmadığı gibi, bir vicdan işi olmaktan da çok uzaklaşmış kurnaz
ve usta ellerde dünya hegemonyasını hedef bilen bir vasıta olmuştur. Bu
AN KARA·MAN KARA
vasıta, her memlekette oranın sosyal bünyesine göre kalıplanmakta, kemi
rici, yıkan, parçalayan bir rol oynamaktadır. Demokratik memleketlerde
komünistlerin en büyük silahı söz, yazı ve vicdan hürriyetidir. Bütün bu
hürriyetleri yok etmeyi amaç bilen bir rejimin mensupianna bu hakları ta
nımak demek, demokrasinin kendi kendini inkarı demek değil midir? Bu
suale 'Hayır Değildir!' cevabını vermek güç olduğu içindir ki bazı Bah Av
rupa memleketlerinde ve nihayet Birleşik Amerika'da da komünizm ka
nun dışı ilan edilmiştir. Komünistlere parti kurmak, propaganda yapma,
hatta kamufle bir şekilde çalışmak imkanları verilmemektedir (Tümüyle
yalanfuydurma. M ŞG).
Fakat unutmamak lazımdır ki, gizli faaliyet bahsinde Kominforma
nın ( ! ! ! M ŞG) geniş tecrübesi vardır. Maksada varmak uğruna her vasıtayı
mübah sayan, yukarıdan gelen emidere körü körüne boyun eğen ajanlar sı
rasına göre milliyetçi, ırkçı, liberal, mason, terakkiperver, barışsever, her
kılığa girmeye hazırdırlar.
Bu itibarla komünizme karşı savunma kararı veren hürriyetçi mil
letierin bir araya gelerek beraberce tedbir almalan lüzumuna inanırız. Bir
defa Rusya'ya göçrnek isteyen samimi komünistlere (dönüşlere müsaade
etmemek hakkını elde tutmak şartiyle) kolaylıkla pasaport verilmelidir."
24 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet bu başyazının hemen yanında
ki haberine şu başlığı uygun görüyor: "Nazım da Moskofların şakşakçı pey
ki oldu." Sonra da şunu ekliyor: " Rumanyaya kaçan kızıl şaire göre, sulh
bayrağını Stalinin eli tutuyormuş." (Yazış biçimine dokunmuyorum.)
25 Haziran 1951 tarihli Vatan gazetesinde Nazım Hikmet "hain"
ilan edildi. Daha önce Nazım'ın özgürlüğüne kavuşması için mücadele
eden gazete ve başyazarı çark ediyorlar. Nitekim Ahmet Emin Yalman, 21
Temmuz 1951'de komünistleri aşağılayan, bu yola girenierin tümünün
dengesiz olduğunu ileri süren bir yazı yayınlıyor.
5 Temmuz 1951'de, Hukuk Fakültesinde okumuş o günlerin genç
gazetecisi Çetin Altan, Yeni Adam dergisinde Nazım'ı "karaktersiz," "irade
siz," "uşak," "haysiyetsiz," "şerefsiz," "canı cehenneme" gibi küfürlerle
aşağılayan bir yazı yayınladı. Çetin Altan, ne olursa olsun "vatanın bırakıl
maması gerektiğini" savunuyor ve Şair'in yurt dışına bir "kapris uğruna"
ABi D i N D i N O 441
gittiğini iddia ediyor: "Nazım eğer mert bir insan olsaydı vatanını terk et
meye tenezzül etmezdi. Vatan ne pahasına olursa olsun bırakılmaz. Vatan
kötü idare edilse de, düşman istilasına uğrasa da, geçim temin etmese de
gene bırakılmaz. Değil Nazım gibi bir kapris uğrunda, böyle büyük zorluk
lar karşısında dahi vatanı terk edenler küçük, iradesiz, güçsüz insanlardır."
Çetin Altan gençliğin verdiği cesaret ve cahillikle yazıyor. Türkçede
ne güzel deyişler var: "Bekara boşanmak kolaydır" gibi. Veya "Sahura kal
kana oruç tutmak kolay gelir" gibi. Çetin Altan vatanın terk edilmemesi ge
reken halleri sayıyor. Ama hepsini değil. Saydıklarını dikkate alırsak Na
zım'ın o hallerde ülkesini terk etmediğini görüyoruz. Ama Çetin Altan'ın
saymadığı veya aklına gelmeyen durumlar da var: Ve Nazım işte o durum
lardan birinde kaldığı için terk etti vatanını. Herhalde Çetin Altan kadar se
viyordu vatanını Nazım Hikmet. En azından. Dahası Nazım'ın başına ne
geldiyse vatanını çok sevmesinden geldi. Neyse; şunu da eklemeli: Çetin
Altan ustanın hakkını yememek için: Zamanı gelince O da en zor koşullar
da bile Nazım için "Nazım Hikmet büyük vatan şairidir." demesini bildi.
Nazım'a saldırılar Temmuz 1951'de sürdü: 12 Temmuz 1951'de
Cumhuriyet gazetesi, Nazım'ın Moskova'ya vardığında kendisini karşıla
yan S SCB Yazarlar Birliği genel sekreteri Aleksandr Fadeyev ile kolkola
fotoğrafını yayınlıyor, "Nihayet resmi de geldi" başlıklı bu haberde aynen
şunları yazılı:
"Kendi tabirile Stalin'in yarattığı Nazım Hikmet, Moskova'ya vannca
hepimizin nefretle okuduğumuz mahud beyanatı verdi. Kızıl propagandası
nı plağa aldırdığı bu demeçten bol bol istifade etmeye çalıştı. Nihayet onlar
da rahat ettiler, biz de rahata kavuştuk, derken bu sefer resim faslı başladı.
Sovyetler, Nazım Hikmet'in Moskova'da aldırdıklan boy boy, şekil şekil re
simlerini bütün dünya fotoğraf ajansıanna dağıtmaya başladılar. Yukanda
gördüğünüz resim, bunlardan biridir. Bu fotoğrafı sütunlanmıza geçirirken
şair Eşrefin Abdülhamid'e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmi
ni teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz
de yukandaki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."
25 Temmuz 195ı'de DP Hükümeti, Nazım Hikmet'in Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmasına karar verdi.
442 AN KARA·MANKARA
31 Temmuz 195ı'de Hür Adam gazetesi, İrfan Emin ile Mehmet Ali
Sebük'ün fotoğraflarını yayınlayarak, "Nazım Hikmet gitti, lakin memle
kette bıraktığı vasileri, avukatları, ajanları ne olacak?" sorusunu soruyor
muş gibi yaparak, Nazım'ın avukatlarını hedef gösterdi.
Nazım Hikmet'in Türkiye'yi terk etmesi konusunda, yıllar sonra, At
tila İlhan en güzel soruyu soruyor: "Nazım Hikmet, acaba neden gözü kara
bir gencin yardımı, bir komşunun motoruyla, tek başına Karadeniz'e çık
mak zorunda bırakıldı? O 'Moskova'nın adamı' olsa, bu epeyce muhataralı
maceraya gerek mi kalırdı?" (Cumhuriyet, ı Şubat 2002). Attila İlhan şunu
ekliyor: "Yukarıya (SSCB demek. M ŞG) intikal gerekti mi, 'Partililer' daima,
tereyağından kıl çeker gibi, sessiz sedasız Moskova'ya kayabilmişlerdir."
Nazım Hikmet'in ülkeyi terk etmesinin yan etkileri de oldu: Bir ta
nesi çok ilginç: Arif Damar anlatıyor: Nazım Hikmet Türkiye'yi terk edin
ce "O sırada İstanbul'da Orhan Kemal'i evinde misafir eden, korkup, Or
han Kemal'i evinden atıyor."
Nazım'ın ayrılmasından sonra Münevver ve Memet'in kaldığı evin
önünde tedbirler artınlıyor: "Bir jeep, bir şoför ve iki sivil polis gece gündüz ta
kip ettiler ana ve oğlunu." Nazım'la mektuplaşmalan yasaklanıyor: 1955'e dek.
Bir de ilginç ve sevimli bir olay anlatmalıyım: Kosta Daponte'nin eşi
Athena Daponte ile Abidin'e ilişkin anıları için sohbetimiz sırasında söz
döndü dolaştı Nazım Hikmet'in ülkeyi terk etmesine geldi. Athena Dapon
te o günlerde istanbul'da O RİTAB isimli tütün şirketinde çalışıyor, bana
anlattıkları aynen şunlar: "ORİTAB (Orient Tabac'dan: Doğu-Tütün Umi
ted Şirketi) isimli şirketin Ortaköy'deki merkezinde sekreter olarak çalışıyo
rum. Herkesin bildiği gibi tütün ihracat şirketlerinde çok sayıda kadın işçi
çalışıyor. Ve tabii içlerinden pek çoğu solcu. Komünist. Çok tuhafbir şeydi.
Nazım'ın Türkiye'yi terk etmesinden sonraydı, bir gün bir kadın işçi geldi
ve bana aynen şunu söyledi: 'Artık Nazım'ı da kaybettik, bizi kim himaye
edecek şimdi?' Ben hemen idrak edemedim. Ne anlatıyor bu kadın dedim;
çünkü o kadar tuhafıma gitmişti ki. Çok ilginç bir şeydi. Ben Nazım'ın is
mini duymuştum, kim olduğunu biliyordum. Ama yine de o kadın işçinin
o sözü çok tuhafıma gitti. Hele bana öylesine açıkça söylemesi çok tuhaftı.
O kadının yüzünü, o andaki yüz halini, hala hatırlıyorum: Çok ince, zarif
ABi D i N D i N O 443
bir yüz, saçlarını toplamış, başında siyah bir tülbent. Öyle bir tülbent işte,
dini filan değil. Hep gözümün önünde o kadın ve o ince ve zarif yüzü."
İ sTANBUL'DA Ev ATÖLYE
-
ABi Di N D i N O 445
Önce taşeronun bir arzusu var: Onu yerine getirmek şart, evet ta
şeron işini bilir, adetlerini tanır bir usta: "Esas onarıma başlanıldığı gün,
sanki temel atılıyormuş gibi mahalleyi hoşnut etmek için kurban kesiliyor,
konu komşuya dağıtılıyor. Barsaklan, 'hayırlı, uğurlu olsun' diye mahalle
nin geleneklerine uyularak, yeni yapılacak beton merdivenin dibine gömü
lüyor. Bu sihirli önlemler işe yaramıyor. O evde çok oturmayacaklardı, yer
leştİklerinin ilk haftasında polis, ( ... ) evde arama yapıyor" (Gel Zaman Git
Zaman: s. 47-48).
Güzin bu kurban meselesini bana şöyle anlattı: "Taşeron iyi filan,
ahbap falan ama işe başlamadan önce bir koyun kesrnek lazım dedi. Adet
tir dedi. Zaten mahalle öyle bir mahalle, epey popüler bir yer. Koyun kes
rnek şart. Taşeron adamlarını topladı, bekçiyi filan da çağırıp, koyunu kes
ti, etini çevre halka dağıttı."
Kabataş iskelesi'nin tam karşısında, biraz yüksekçe sette, o neden
le ismi Setüstü ya, üç katlı ahşap evde onarım başladı sonra:
Güzin şunları anlattı: "Biraz düzeltim yaptırdık Eski bir evdi. Biz
onu nasıl kendimize uydurabiliriz diye yeniden düzenledik En alt kattaki ka
gir kat ayn bir apartman dairesi olarak düzenlendi. Ayn bir daire gibi olun
ca kiraya vermemiz mümkün oldu. Ahşap iki üst katı ise kendimize göre
onardık ve düzenledik Üst katlan alt kattan ayırmak için dıştan beton bir
merdiven ekliyoruz. Alt kat ile üst katlar arasındaki iç merdiven kaldırılıyor.
Ama iki üst kattaki iç merdiven duruyor. Bizim evin içinde artık o. Böylece
bir kattan öbürüne geçmek mümkün: Dışarıya çıkmadan. Bizim evin birin
ci katında, eski evin ikinci katı, büyük bir giriş yaptık. Çok büyük bir sofa.
Mutfak ve banyo ve annem için geniş bir oda. Yanında büyük bir yemek oda
sı, salon gibi bir mekan. En üst kat ise boydan boya atölye ve yatak odası, or
tasında filizi çini, yüksek bir soba. Balkon var sonra: Balkon geniş, özel seçil
miş, kahverengi, beyaz karması döşeme taşlanyla kaplanmış. Bir köşesinde
yıkıcılardan bulunmuş küçük, mermer bir Osmanlı çeşme. Kurnasıyla, oy
malı süslü, kar gibi beyaz. Abidin balkon duvarındaki çimentoya yerleştiril
miş taşlan bilhassa kendisi tek tek seçti. O çeşmeye horturola su bile bağla
dık. Her şeyi kendi zevkimize göre düzenledik, yerleştirdik Eski biçimiyle
evin ikinci katından, bizim düzenlediğimiz biçimiyle birinci katından üst ka-
AN KARA-MAN KARA
ta bir iç merdivenle çıkıyordulc Atölye ve yatak odamız: Hem Abidin'in atöl
yesi hem de yatıyonız, hem de balkon. Hem de her şey. Bir manzara serili
yar orada gözlerimizin önüne nefesimiz kesiliyor. Veya coşuyoruz: Duruma
ve saatine göre: Boğaz, Adalar, İstanbul limanının bir bölümü, ta karşıda Üs
küdar'ın yanar söner pencereleri/ışıkları. Bir genişlik, bir büyüklük, bir sev
da, bir zevk, bir akşamüstü sadece Setüstü'nde. Abidin ve Güzin baş başa."
Evin badanası ve boyası yapıldıktan sonra sıra iç dekorasyonuna ge
liyor: Gelsin! "Evin içini dekore etmek için çok dolaştık. Ve çok güzel şeyler
bulduk." Güzin yazıyor: "Haftalarca aranıp bulunmuş eski kapı tokmaklan,
mutfak, banyo muslukları, tek tek yıkıcılardan aranıp bulunmuş eski tok
maklar, sade, pirinç, kimininse özenerek çizilip yaptırılmış biçimleri var. Yı
kıcılardan aranıp bulunmuş oymalı, eski tavan göbekleri, rüzgarların esintl
sine göre açılan kapanan büyük pencere kanatları, baba evinden kalmış kö
şe kanepeleri, sade, iddiasız Abdülaziz devrinden kalma koyu yeşil renkleri
soluk çiçeklerle bezenmiş üç gözlü demir konsollar, eski fanuslardan lam
balar, oraya buraya serpiştirilmiş cam rengi, açık san ya da buzlu... "
Güzin'in annesinin "Hamadan ve Gördes halıları, Abidin'in Kapa
lıçarşı'da bulduğu yelkenli Çanakkale çanakları, yeşil, kahverengi iri süra
hiler, ibrikler . . . "
Her şey ve her şeyi ile ev "eski konakların havasını taşıyan parçalar
la dolu." Rüzgarlarla dolu konakların iç sesleri ve havasıyla.
Onarım bitti. Yapı paydos. Badana ve boya da. İç dekorasyon da ta
mam. O zaman buyrunuz: Önce bayanlar: Beton dış merdivenden çıktınız.
Tak tak. Kapıyı ya Abidin açar ya Güzin. Ama bana kalırsa mutlaka Abidin
açar. Dostlar için. Giriş kapısı başlı başına bir eser. Tarihi. " Kapıya dikkat
edin," diyor Güzin. "Bunları biz yaptırdık." Kapının tokmağı çok özel. Çok
güzel. Eve girdiniz: Yerde kilimler. Bir tarafta mutfak. Öte yanda Ferdiye
Hanım'ın odası. Holden girilen yemek odası salon var: Orada Ferdiye Ha
nım'ın "Dünya Evi"nden getirdiği iki koltuk: Güzelce örtülü. Biraz yakla
şın lütfen: Fanus lambalarını görebiliyor musunuz? Girişin hemen sağın
da duvara dayalı, köşeleme bir divan var. Bir masa, tam karşı duvara daya
lı. Masa Fransız usulü, kapalı gibi. Sandalyeler var yanında. Üç ayaklı bir
lamba daha: Elektrik lambası yandı yanacak Tavana açık, dönük. Gelin bu
ABi D i N D i N O 447
salona girelim: Antikacıda bulunup alınan demirden konsaHardan biri de
ğil mi şu? Evet o. Bir, iki, üç, dört geniş çekmecesi var: Ve evet "koyu yeşil
renkleri soluk çiçeklerle bezenmiş." Konsolun üstünde kitaplar, Abidin'in
bir tablosu, yine kitaplar. Kibarca ayakta duruyor kitaplar. Abidin'in tablo
su dedim ama bu bir Abidin "çiçeklemesi" de olabilir. Bir "Uzun yürüyüş"
te. Arhk ne zaman uğradığımza kalıyor bu. Köşedeki yatak güzelce örtülü
bir divan azametinde kuruluyor. Haydi çıkalım. Ama bir dakika o demir
konsolun üstünde bir fotoğraf görmedik mi? Bu Leyla Abla'nın fotoğrafı
değil mi? Acele etmeyin canım yerdeki halıyı da görmemezlikten gelme
yin: Ya Hamadan ya Gördes. Halden geçerken aynamız var: Şöyle kendi
mize bir çeki düzen versek nasıl olur? Ah şu saçlar! Ne kadar isyankarlar.
Ne olacak işte ressam saçlan bunlar yoldaş. Yahu bu aynanın çerçevesini
nereden buldunuz? O nakışlar nereden? Hele tam ortadaki o fıyonk! Mest.
O hep kapalı duran o kapı: Açan pişman açmayan pişman kapısı ol
masın? Takınağa bir göz atar mısınız lütfen. Biz o kapıyı açarız ve oradan,
o iç merdivenden üst kata çıkarız: Kimse de bizi engelleyemez. Evet kapı
önünde veya bir cipte polisler olabilir. Ama evin içinde henüz karakol ku
rulmamış. O kapıdan üst kata çıkıyoruz. Evet o iç merdivenden. Şu geniş
liğe bakar mısınız? Kapı takınağı çok hoş ama bu büyüklük, bu ışık dolu
mekan daha hoş. Işık, deniz, gökyüzü cümbür cemaat sizi içlerine alıyor:
Harmanlıyor. Yoğuruyor. PestHinizi çıkarıyor. Ama kendinizi kapıp koy
vermeyiniz. Daha taraça var: Taraçada da bir çeşme. Üçüncü Ahmet Çeş
mesi zaten iki adım altta. iskele ile asfalt yol arasında değil mi(ydi) ? (Bura
da geçmiş zaman kullanıyorum: Çünkü ı96o'ların lise yıllarıının değiş
mez durağı Kabataş'tan ve adı geçen Çeşme'den kimbilir belki hiçbir şey
kalmamıştır. Burası İstanbul kardeşim: Her şey olabilir: Galata Kulesi'ni
bile satabilirler. İşbilenler hele bir devreye girsinler!) Tamam kardeşim iş
te taraça nihayet: Beyaz çeşme haşmetle kuruluyor. Sağ ve solunda birer
bitki, gül, çiçek, ağaççık? Ama öksüz. Ve karlı bir gündeyiz. Ama olsun ta
raçanın yarım duvarlarında Abidin'in özenle seçtiği küçük taşlar yerli ye
rinde duruyor. Ne kadar çok taş var. Ne kadar çok taş var. Ve hemen öbür
tarafta kareye giren başka bir ahşap bina. Pencere kanatları yarı açık yarı
kapalı. O da öksüz.
AN KARA-MAN KARA
1951'de bu eve, her şey yerli yerini bulunca, yerleşen Abidin ve Gü
zin çok mutluydular. İstedikleri evi en sonunda yaratabilmişlerdi. Ne mut
luluk. İşte "Hayatımızı artık bu evde geçirmeye başladık" diyor Güzin.
Ama biliyoruz "o evde çok oturmayacaklardı." Evet 1 9 5 1 yazı sonunda, bel
ki sonbaharında, bitti evin onarımı vesairesi. Ve tam bir hafta sonra evi po
lisler bastılar: Bu kadar olur işte! Yetkililer çok iyi iz sürdüklerini elaleme
göstermek için bundan güzel fırsat mı bulacaklardı? Bir ressam, bir bilim
kadını ve bilim kadınının annesinin son derece mütevazı bir mahallede
oturduğu evi gece geç saatte basarak. Eller yukarı!
ABi D i N D i N O 449
Polisler gidiyorlar. Muhtarımız aynı zamanda herher mahallede.
Onu ve bekçiyi alıp geliyorlar. Bu iş onbire kadar sürüyor. Yeniden dikili
yorlar evin kapısına. Annem o zaman kapıyı açıyor ve bütün bu takımı içe
ri buyur ediyor. Polisler, iki kişi, iki kah tepeden hrnağa arayıp tarıyorlar.
İki kah iyice "geziyorlar." Evin her yanını, kıyı köşe bucak her yeri arıyor
lar. Dişe dokunur bir şey bulamayınca Abidin'in o sırada yazmakta olduğu
Verese piyesinin birinci perdesini alıp götürüyorlar. Ortada duruyormuş Ve
rese'nin ilk perdesi. Ne olduğunu anlamamışlar. Anlayamamışlar. El yazı
sıyla doldurulmuş bir defter. Herhalde 'ihanet doludur' diyerek götürmüş
ler. Bir daha da iade etmediler. Abidin, Verese'yi daha sonra olduğu gibi
baştan sona yeniden yazdı. Ama o dönemde yayınlanmadı bile zaten. (Bi
rinci baskısı ıgg6'da !!! yapılabildi: Kel ile birlikte Adam yayınlarınca.
Kel'in ikinci baskısıydı bu. M ŞG) i şte böyle. Dön dolaş polisle yine burun
buruna geldik. İşte böylesine evinize geliyorlar. Yazılı piyesinizi alıyorlar ve
götürüyorlar."
Ne olursa olsun, " Polis gözetimi alhnda olmak, evde oturanların kar
şıda Üsküdar'ın gece gündüz pırılhsını, gemi, vapur, taka, çatana, git gelini
koca gemilerin hacalanndan salınan kara bulutlan seyretmesine engel değil.
Adalara doğru açılan deniz, özgürlük duygusunu koruyor. Kabataş, Setüs
tü'nde, arka mahalleli, küçük esnaf ve memurların kararmış, küçük ahşap
evleri, gündelik, tekdüze git geli, sütçü, saka, Silivri yoğurtçusuyla bileyci ve
Çingenenin 'Mühliye ... Mühliye!' sesiyle, güven veren bir barınak... "
AN KARA-MAN KARA
nüp giden panltıları sergiler. Kimi kez, sönmemiş tek bir cam kalır Üskü
dar'da; parıltısı sürer, uzar gider. Oysa güneş batmıştır çoktan, ay ise daha
doğmamıştır...
Haymana Ovası, Hüseyin Gazi Dağları, Orta Anadolu, Erciyes ve de
Toroslar, Çukurova'nın buğulu yeşili, düzlüğü, sıcağı, rutubeti, bire bin ve
ren bereketli toprağı, ırgat pazarları, İstanbul'un kibar mahallesinden çıkıp
bu coğrafyanın gerçeğini yaşamak, günü gününe ve ertesi günün ne geti
receğini bilmemek. .. "
ABi D i N D i N O 45 1
Anday, F. Celal, Mayıs 1951 sonrasında Yaşar Kemal, Arif Dino ve daha bir
çok arkadaş. Gelenlerden geç kalanlar olur, dönmesi zor olanlar bulunur. O
zaman onlara "Gitme kal" denir. Fakat anne evdeyse arkadaşlar "Olmaz, an
nenizi rahatsız etmeyelim" diyerek yine de giderler. Güzin'e soruyorum bu
nu, işte yanıh: "Arkadaş odamız vardı elbette ama hahrladığım kadanyla
kimse kalmadı yahya. Zaten evimizde biz bile fazla yahya kalamadık!"
Güzin'le o günleri konuşuyoruz:
MŞG: Arif evinizi sık sık ziyaret eder miydi?
GD: Arif bambaşka bir adamdı. Arif İstanbul'a dönünce Kuzgun
cuk'taki evi sahn alıyor. Bize öyle sıkı fıkı gelip gitmezdi, ama görüşürdük.
Mesela bir gün Melih (Cevdet Anday) bize gelecekti. Geldi, hatta herkesten
önce geldi. Arif gelecek akşam yemeğine. Geldi ve o akşam yemeğini hep
birlikte yedik. Böylesine tatlı günlerimiz, gecelerimiz eksik değildi. Ama ne
yazık ki bunlar çok az sürdüler.
MŞG: Peki alt katta kiracılarınız kimlerdi?
GD: "En önce yabancı gazeteci bir bayan kaldı orada. Sonra bir
Türk'e kiraladık Eşi galiba Almandı. İsimlerini maalesef tamamen unut
tum; ama bizim çevremizdendiler. Çok uygar, çok nazik, çok kültürlü in
sanlardılar. Onlara inerdik Birlikte sohbetler yapardık Çok hoş insanlardı
lar gerçekten. Keşke isimlerini anımsayabilseydim."
Birinin ismini bulduğumu sanıyorum. Setüstü'ndeki evin taraçası
nın kar alundaki fotoğrafını çekip 2 Nisan 1954'te Abidin'in Ankara adre
sine gönderen mutlaka kiracılardan biridir: İsmini ve kartta ne yazdığım
Nisan 1952 dönemini aniatacağım sayfalara kadar saklıyorum: Ama söz: İs
mini ve kartta yazdıklannı açıklayacağım.
Asi o i N D i N o 453
ı gso'lerin hemen başında Abidin
ve Güzin Taksim Meydanı'nda bir
"şipşakçıya" yakalanmışlar yine:
Bir foto Abla!
"Abla" hiç memnun deği l.
Abidin çok şık.
M. Şehmus Güzel Koleksiyonu
oluşan bir çevre. Abidin ve siz onlarla görüşür müydünüz, İstanbul gün
lerinizde ?
G D: Fikret Adil'le çok az görüştük Adalet'le de çok az görüştük
Mehmet Ali Cimcoz üzerine şüpheler vardı. Adalet çok hoş bir kadındı.
Ama özel olarak görüşmeye de çabalamadık Sabahattin Ali meselesi he
nüz çok canlıydı. Ve kocası üzerindeki şüpheler nedeniyle ailece görüşme
miz söz konusu olamazdı. Olmadı da. Galeri Maya'ya hiç gitmedik mese
la. Yani Adalet Cimcoz'la çok samimi değildik.
Bedri Rahmi ve Eren'le evet samimiydik. Eren son derece hoş son
derece sevimli bir mahluktu. Çok severdim onu. Eren iki portreınİ yaptı.
Aei o i N D i No 455
Akademiden arkadaşlan arasında Bedri Rahmi'yi de unutmamalı.
Ancak, Güzin'in çok yerinde saptadığı gibi," Akademide Abidin'i pek tut
mazlardı, Bedri Rahmi hariç."
Abidin o günlerinde dergi ve yayın işleriyle ne kadar ilişkideydi?
Bu konuda Arif Damar'ın anlattığı bir olayı biliyoruz: İlk sayısı 15 Ekim
1 9 5 1 'de yayınlanan Yeryüzü dergisinin çıkarılması için uğraşan Arif Da
mar, derginin logosunu Abidin'e yazdırınayı düşünüyor. Ve bu konuyu
Abidin'le konuşuyor. Abidin dergi ismi için "Yön" veya Yeni Yön" gibi
bir isim öneriyor böyle bir ismin daha yerinde olacağını belirtiyor. So
nuçta logoyu Orhan Peker çiziyor; ama Arif Damar'a şunu da söylüyor:
" Ben birkaç tane çizeyim, beğenmezseniz, Abidin Bey'e yazdırırsınız. "
Arif Damar daha sonra şunları yazıyor: "Orhan'ınkini beğendik. Dergi
nin adını da kolay koymadık." Ama sonuçta "adını ben buldum" diyor.
" Benim önerdiğimi Şükran ( Kurdakul) da güzel bulunca Yeryüzü ol
du. " (Arif Damar: " Yeryüzü dergisi ve . . . " Adam Sanat, Nisan 1 9 8 9 ,
s. 34-43 ) ·
Arif Damar daha sonra yayınladığı başka bir yazısında şunları be
lirtiyor: "Abidin Bey beni her zamanki gibi güler yüzle karşıladı. Güzin Ha
nım da evde idi. Dergi konusunu açtım. Biraz konuştuk. Sordu bana:
-Şevki Akşit'in haberi var mı?
Yani TKP'nin (haberi var mı? M ŞG) demek istiyor. Olumlu yanı
tım üzerine destekleyeceğini söyledi. Birkaç yıl önce Nuh'un Gemisi dergi
sini çıkarırken Akşit'le birlikte çalışmışlar. Ben bu dergiyi göremedim.
Çünkü üç yıl süren askerlik döneminde yayınlanmıştı. Abidin Bey'le der
ginin ismi üzerine konuştuk. Bugün gibi anımsıyorum 'Yön' ve 'Yeni
Yön' adlarını önerdi. (Arif Damar: " Yeryüzü diye bir dergi," Cumhuriyet
Pazar, 1 5 Şubat 2004) .
1 5 Ekim 195ı'de rastlantı bu ya, Bükreş Radyosu, Nazım Hikmet'in
Romanya'ya sığındığını duyurdu. Bundan veya genel gidişten memnun ol
madığı için Adnan Menderes, Adalet Bakanı Halil Özyürek'i görevden al
dı. 20 Ekim 1951 tarihli Ulus gazetesinde karikatürcü Ratip Tahir, bu gö
revden alınmayı bir trafik kazasına benzetiyor ve "Yazık oldu Halil Efen
di"ye altyazısıyla da Orhan Veli'ye gönderme yapıyor.
AN KARA·MAN KARA
EKİM 1951: S ıKINTI
Doktor Sevim Tan, 13 Mayıs 195o'de İstanbul'dan Marsilya'ya va
purla gidiyor. Bir süre Paris'te kalıyor. Orada "İleri Jöntürkler" ile ilişki ku
ruyor. Sonra ABD'ye gidiyor. Oradan yine Paris'e dönüyor. Ağustos
1951'de Doğu Berlin'de "Gençlik Festivali'ne katılıyor. Tanınmamak için
" Banu" takma ismini alıyor. Yanındaki arkadaşları ise şu isimleri seçiyor
lar: Yıldız Sertel için doğal olarak " Sitare," Halim Spatar "Haşim," Erem
Esen "Melike," Necil Togay "Ali, " Gün Toğay "Nil." Epey de fotoğraf çeki
liyor. Sonra Bayan Tan 19 Eylül 1951'de uçakla İ stanbul'a dönüyor. Anka
ra'ya uğruyor...
Dr. Sevim Tan, 26 Ekim 1951 günü, İstanbul'dan, Galata'dan "An
kara" vapuru ile Marsilya'ya hareket etmek üzereyken gözalhna alınıyor.
Anlaşılan polis iz üstündeydi. Dr. Sevim Tan'nın babası İsmail Hakkı Ta
rı'nın "eski bir emniyet mensubu" olması nedeniyle kızının polisin izleme
sini fark etmemesi ve dahası onca eleştirilen ve İnsan Haklarına saygısızlı
ğı nedeniyle "karnesi zayıflada dolu" olan bir ülkede bunca " demokratça"
davranması çok pahalıya mal oldu. Mutlaka başka nedenler de bulunuyor.
Elbette tek sorumlu Bayan Tan değil. Ama onun üstünde Türkiye Komü
nist Partisi'ne ilişkin birçok "belgeyle" gözaltına alınması, pek ünlü "1951
Tevkifatı"nın başlangıcı oldu. (Bu konuda zengin bir kaynakça var: Burada
sadece ismini andığım için Sevim Tan'nın kitabını hatırlatmak istiyorum:
Boşuna mı Çiğnedik?, Cadde Yayınları, İstanbul, 2006. Çocukluğundan
başlayarak anılarını aktaran Tan, birçok açıdan döneminin değişik özellik
lerine yer veriyor: Son derece faydalı bir kitap.)
Tan'nın gözalhna alınmasından hemen sonra TKP'nin o günlerde
ki genel sekreteri olduğu söylenen Zeki Baştırnar ve "askeri öğretmen Yüz
başı Abdülkadir Demirkan" (daha sonra Vedat Türkali ismiyle tanınacak) ,
gözaltına alındılar. Evet 26 Ekim 1951'den itibaren İstanbul'da TKP'li sanı
lan birçok insan, kimine göre "250 kişi , Emniyete çekildi."
O günlerde İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Aygün'dür. TKP da
vası nedeniyle tutuklanan Ulvi Uraz ile "anne tarafından akraba"dır. Ulvi
Uraz ve eşi Selçuk Uraz da tutuklananlar arasındadırlar. (Dokuz yıl sonra,
İstanbul Belediye "reisi" ve valisi olarak Kemal Aygün de tutuklanacak ve
ABi D i N D i N O 457
Yassıada'da DP liderleriyle, siyasetçileriyle hapsedilcektir. Ama ı96o'tan
önce Kemal Aygün ile Ankara valisi iken de karşılaşacağız maalesefl)
O günlerde ı. Şube Müdürü yine pek ünlü "Parmaksız" Hamdi'dir:
Harndi Özdemir. Ancak TKP tutuklamalarının Ankara faslında, Eylül
1952'de, gözaltına alınan ve tutuhlanan sonra polisle işbirliği yapan Aclan
Sayılgan,"Parmaksız" Harndi için aynen şunları yazıyor " .. .İstanbul Emni
yet Müdür Muavini Parmaksız Harndi (Hamdi Özdemir)" (A. g. k, s. 330
ve dip not: 91) .
Peki müdür kim? Arif Damar'ın yazdığına göre, Müdür Ahmet
Toplaoğlu'dur. Ve hatta bakın neler yapıyor Bay Topaloğlu:
Arif Damar yazıyor: ( ... ) ben 1951 tevkifanna kadar Arif Bari
kat'tım. Cezaevinden 1953 sonunda çıkınca eski dostum ( ... ) Yaşar Kemal
anlattı. ı . Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu, yazılarından tanıdığı Yaşar'ı, gö
zaltına alındığım ( 5 Aralık 1951. MŞG) günlerde çağırıyor ve 'Arif Damar'ı
tanır mısın?' diye soruyor. Yaşar 'tanımam' diye yanıtlıyor. 'Pekiyi' diyor
Topaloğlu, 'Arif Barikat'ı tanır mısın?' Yaşar Kemal 'tabi tanırım' diyor. To
paloğlu akıl erdiremiyor. Nasıl olur falan dediyse de Yaşar ısrar ediyor. Ah
met Bey'in öğrenmek istediği benim Damar Arıkoğlu ile bir akrabalığım
var mı yok mu? Damar Arıkoğlu Kurtuluş Savaşında Atatürk'ü destekle
miş, savaşa katılmış sonra da uzun yıllar mebus olmuş saygın bir kişi. Eğer
ben Arıkoğlu'nun yakını olursam bana bunu göz önünde tutarak davrana
cak. Değilsem o zaman!. .. Tabii ki değildim. Gelibolu'luyum ben. İşte öy
le." (" Yeryüzü diye bir dergi," Cumhuriyet Pazar, 15 Şubat 2004) .
Dikkatinizi rica ediyorum: Burada adı geçen Arif Damar daha bir
iki ay önce Abidin'i ve Güzin'i ziyaret eden, Abidin ile Yeryüzü dergisi için
söyleşen, Abidin'e damşan Arif Damar' dır.
Gözaltına alınan ve tutuklananlar arasında Abidin'in başka birçok
arkadaşı, dostu, tanıdığı bulunuyor: Zeki Baştırnar en başta, Güzin her za
man anlatıyor: "Zeki Baştırnar Ankara'da evimize çok sık gelen insanlar
dan biriydi. Hep tek başına gelirdi. Çok efendi bir kişiydi. Eve gelir bir kö
şede efendi efendi oturur, dinlerdi."
Kemal Engin, Enver Gökçe, İlhan Başgöz, Halil Yalçınkaya, Meh
met Bozışık, Fazıl Berkan (Veya Nuhun Gemisi ndeki birkaç karİkatürünü
'
AN KARA-MAN KARA
imzaladığı biçimiyle Fazıl Barkan), Reşat Fuat Baraner, eşi Saadet Baraner
nam-ı diğer Suat Derviş'i de sayabiliriz.
3 Kasım 1951'de tutuklananların sayısı 30 kadardı: TKP Merkez Ko
mite üyeleri ve birçok militanı. Sonra sayı zaman içinde arttı. 1950 sonun
da 167'ye ulaştı. Daha sonra Ankara'da başlayan tutuklamalarla 184 'e var
dı. Ama birçok yazar için 1951 tevkifatında gözaltına alman ve tutuklanan
lar "167''ler adıyla kaldılar. O günlerde günlük gazeteler ve iyi saatte olsun
lar dergiler bir kez daha "kızıllar" diyerek veryansın ettiler: "Kızıllar yaka
landı," "kızıl uşakları hesap veriyor" ve buna benzer binbir başlık.
ABiDiN D i N O 45 9
Merhaba Apartmanı. Bundan iyisi olur mu şimdi? Çok lüks bir apartman,
son derce özel bir seçimle ve zevkle dayalı döşeli, iyi donatılmış. Füreya'nm
evine girince, hemen kapının orda bir boy aynası var: O aynada üçümüzün,
yani Abidin'in, annemin ve benim, yüzünü gördüm: Bir yüz mü üç yüz
mü? Bilemiyorum. Rengimiz felaket: Gri mi? Yeşil mi? Yoksa grinin yeşi
limsi bir tonu mu? Hiç unutınarn o rengi. O yüzlerimizi."
Evet, o sabah Sansaryan Handa" sidik kokusu" içinde sorgulanan
Abidin o gece Avrupa kokusu içindedir. Tercihi size bırakıyorum.
Evet şimdi bu "işleri iyi bilenler," " ne olacak canım altı üstü bir gö
zaltı, hatta bir gün bile değil" diyecekler. Şom ağızlılar! Özgürlük düşkünü
Abidin için on iki saat değil on iki saniye bile önemli. Şunu söyleyenler de
bulunabilir: "O kadar insan gözaltından sonra tutuklanırken Abidin neden
tutuklanmadı? Çünkü paşa torunu!" Bu tür şeyleri yazanlar bile oldu. Kara
cahiller! Bunları ve benzerlerini bir kenara bırakalım Abidin neden tutuk
lanınadı sorusuna soğukkanlı bir yanıt vermeye çalışalım. Olanaklarımız
ölçüsünde elbette:
TKP "İstanbul il Sekreteri" olarak tanıtılanjbilinen Tevfik Dilmen
"çok konuşuyor" gözaltında. TKP dilinde ve devrimcilerin deneyimlerinde
buna "çözülmek" denir. Tevfik Dilmen feci biçimde çözülüyor. Nitekim bir
örnek vermek gerekirse, Arif Damar'ın Dilmen için "itirafçı" sıfatını uygun
gördüğünüjyazdığını anabilirim. Arif Damar bu konuda ne tektir ne de is
tisna. Abidin anladığım kadarıyla o günlerde, eğer TKP üyesi ise, İ stan
bul'da değil Ankara'da bir hücre içinde. Oysa daha önce de yazdım, Anka
ra'daki TKP tutuklamaları Eylül 1952'de başlıyor. O zamana kadar Abidin
Türkiye'yi terk etmiş olacak. Terk etmemiş olsaydı ne olurdu?
Öte yandan İstanbul'daki tutuklamalarda her hücre sorumlusu
hücresindeki bütün yoldaşlarını da "vermedi." Bu konuda en iyi örnekler
den biri Şevki Akşit'tir: Dövülüyor, zulüm görüyor, eziliyor ama çözülmü
yor. Onun sayesinde birçok insan, TKP üyesi birkaç kişi tutuklanmıyor. Ör
neğin Fethi Naci. Bunu söyleyen bizzat Fethi Naci'dir."Mart 1 975'in soğuk
bir günü Şevki Akşit'i Fethi Naci'yle birlikte toprağa verdik, sonsuzluğa
uğurladık. Naci'nin ağzından o gün, 'Şevki çözülseydi benim de hayatım
kaymıştı!' sözleri dökülünceye kadar TKP'li olduğunu bilmiyordum. Naci
ABi D i N D i N O
serbest bırakıldı biçiminde yorumlanmamalı. Ancak Abidin'in "TKP'li ol
duğunu da kimse ispat edemeyince" İstanbul polisi neden onu gözaltına
alsın? On iki saatten fazla süren sorgulamadan sonra Abidin polisin soru
larına gereken yanıtları verdi ve serbest bırakıldı. Abidin'in değişik kişisel
deneyimleri sonucu çok iyi hazırlıklı olduğu polis sorgusu başka türlü bi
temezdi sanıyorum.
Dahası o aylarda seçimleri kazanmış, hükümetini kurmuş olan DP
iktidara henüz tümüyle hakim değil. Polis teşkilatı bünyesinde DP'nin gö
reve getirdikleriyle CHP'liler vefveya CHP döneminden kalan alışkanlıkla
rını sürdürmek isteyenler arasında bir "hırlaşma" da eksik değil. DP yanlı
ları belki bir parça "liberal" davranmak istiyor. Belki birkaçı aynı zamanda
kendi "istikbali için" siyasi "yatırım" peşinde. Bunun sonucu olarak başla
ayaklar veya ayaklada baş arasında zaman zaman çelişkiler, çatışmalar,
ahşmalar hırlaşmalar ortaya çıkıyor. Biraz önce Arif Damar bir örnek vere
rek, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Birinci Şube Müdürü Ahmet Topa
loğlu'nun, ismi kendisi açısından "önemli" birini tutuklamadan önce bilgi
topladığını ve ancak bilgi aldıktan sonra kararını verdiğini anlath. Eh! Abi
din için bilgi almaya bile ihtiyaç yok: Dosyası ellerinde zaten: "Osmanlı İm
paratorluğu'nda vezirlik yapmış büyük bir devlet adamının" torunu, "polis
teşkilatma büyük hizmetler yapmış" bir diğerinin de küçük yeğeni. Topa
loğlu veya bir başkası, Abidin için, "ileride, gelecekte büyük adam olabilir"
sonucunu çıkarmış olabilir. Daha ne olsun? Dahası sergiler açmış, birçok
makale yazmış tanınan, bilinen biri.
Bütün bunları Abidin'in tutuklanmamasının mümkün olabileceği
ni, polisin ağlarının arasından gözüaçık bir balık gibi geçebileceğini anlat
mak için yazdım. Bilmem ikna edebildim mi?
ikna olanlar olmayanlardan asla sorumlu değildirler. Dahası "Çözü
lenler çözülmeyenleri asla affetmezler." Bu Mihri Belli'den. Benzetme yo
luyla şunu da söylemek mümkün: Hapsedilenler hapsedilmeyenlerden
hep kuşkulanmışlardır. Nitekim 1968'de göreceğiz, burada adı geçenler
den Mihri Belli ve Şevki Akşit, Abidin'e neredeyse "Niye hapsedilmedin?"
"Hapsedilmediğine göre kuşkulu bir durum söz konusu" türünden garip
suçlamalarla saldıracaklar ...
AN KARA-MAN KARA
KASIM TEDİRGİNLİGİ
Gözaltından sonra Abidin ve Güzin'in tedirginliği büyük ölçüde
arttı. Güzin o günleri anlatırken sık sık şu sözleri yineliyor: "Siz bunları
ı96o'larda yaşadığınızda hiç değilse yüzlerce kişi yaşadınız. Biz o günler
de yüzlerce kişi değildik maalesef."
Kasım ayında Arif Damar ve arkadaşları Yeryüzü'nün yayınını sür
dürüyorlar. Dönemin edebiyat ustalarına sorularla dolu bir anket bile ha
zırlıyorlar. Ve Sait Faik'in ankete verdiği yanıtları derginin ıs Kasım ı9sı
tarihli sayısında yayınlıyorlar.
ı8 Kasım ı9sı'de Elif Naci, İstanbul Radyosu'nda 'D Grubu' ile il
gili "önemli ve ayrıntılı bir söyleşi" yapıyor. Bu söyleşiye ilişkin yazısını
Tunç Yalınan 19 Kasın ı 9 s ı tarihli Vatan gazetesinde yayınlıyor.
22 Kasım ı9sı'de, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneğinin ıs Ma
yıs ı9so'de İstanbul laleli'deki Çiçek Palas Salonunda düzenlediği ve ırkçıla
rın saldırısıyla yapılamayan Nazım Hikmet'in kurtanlmasına ilişkin toplantı
sonrasında haklannda dava açılan ilerici ve Şevki Akşit gibi birkaçı TKP'li
gençlerin davası sonuçlandı: Dikkatinizi rica ediyorum, toplantıya saldıranlar
değil, yasal ve izinli toplantıyı düzenleyen gençler cezalandırılıyor. (Bu karar
daha sonra Yargıtay tarafından bozulacak. Ama İstanbul Ağır Ceza Mahke
mesi ilk kararda ısrar edecek. Fakat Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı yeni
den bozacak ve bütün sanıklar aklanacaklar. Bu daha sonraki hikaye.)
Kasım ı9sı'de Eisenhover Ankara'yı ziyaret ediyor. Gazetecilerin so
rularına yanıt verirken çekilmiş bir fotoğraf var: Erol Güney hemen önlerde
görülüyor. (Fotoğrafı Erol Güney yayınladı: Erol Güney'in ke(n)disi: s. ıs2'de) .
İyi, hoş; Kasım ı9sı'de "H ür Dünya"nın lideri ABD'den bir misafir
geldi. Ama demokrasinin ne zaman geleceğini hala bilmiyoruz. Nitekim
bakın Abidin 8 Ağustos ı9so'de en yasal biçimde elde ettiği, ama hemen
sonra siyasi polis tarafından el konulan pasaportunu geri almak için neler
yapmak zorunda bırakılıyor:
ABi D i N D i NO
ğildi. Güzin Gel Zaman Git Zaman'ı hazırlarken, yanılınıyorsam 1989'da,
Abidin'in pasaport serüvenini ayrıntılı bir biçimde anlattı. Tarihsiz ve bü
yük olasılıkla Abidinlerden dönerken, metroda, aldığım notlarımdan, Gü
zin'in kitabında yazdıklarından ve nihayet son birkaç yıldır konuştukları
mızdan saptadığım birçok aşamadan sonra Abidin en sonunda pasaportu
na kavuşabiliyor. Aşamalar pek çok:
Bir: Abidin 8 ağustos 195o'de pasaportunu Ankara'da aldı.
İki: Ancak birkaç gün sonra, Abidin "bir şey eksik" denilerek Emni
yet Genel Müdürlüğü Birinci Şubeden çağrılıyor. Ve pasaportuna el konu
luyor. Burada Siyasi Polis ile bağlı olduğu İçişleri Bakanlığı arasındaki ça
tışma söz konusudur: Siyasi Polis Abidin'in çıkmasını engellemek istiyor.
Üç: 1952 sonuna doğru, belki Kasım 195ı'de, polisin kendisini sü
rekli bir biçimde izlemesinden ve aylardır ısrarla ve düzenli olarak isteme
sine karşın pasaportunun kendisine iade edilmemesine artık dayanamayan
Abidin, bir sabah kendisini izleyen polis peşinde, İçişleri Bakanına, evet
bizzat İçişleri Bakanına çıkıyor: Pasaportunu istiyor.
Dört: İçişleri Bakanının bizzat devreye girmesi üzerine pasaportu ge
ri veriliyor. Ama hemen yine elkonuluyor. Birazdan ayrıntısını göreceğiz.
Beş: Yeniden bakanlık olaya müdahale ediyor ve Abidin pasaportu
nu geri alabiliyor.
Altı: Abidin kimi işlerini yoluna koyduktan sonra. İstanbul'dan
uçakla Roma'ya uçmak üzereyken, pasaportuna yeniden el konuluyor. Çı
kışı engelleniyor. Eşyası uçaktan indiriliyor. Abidin bir gece daha kalacak
İstanbul'da.
Yedi: Abidin havaalanından İstanbul'a geri dönüyor. Hemen bir kah
veden B akanın özel kalem müdürüne telefon ediyor. istanbul Emniyet Mü
dürü Kemal Aygün Abidin'i kabul ediyor ve pasaportu tekrar iade ediliyor.
Sekiz: Abidin ertesi gün uçakla Roma'ya uçuyor: Pırrrrrrrrrr. Niha
yet! Prrrrrrrrrrr.
Bilmem bu safhaları okurken kalbiniz sıkıştı mı? Güzin'in kitabın
dan bu aşamaların birkaçını okursak, Abidin ve Güzin'in ve yakınlarının,
Leyla Abla en başta, o günleri nasıl bir tedirginlik içinde yaşadıklarını daha
iyi anlama olanağı bulacağız:
AN KARA-MAN KARA
Önce şunu eklemek lazım: Abidin'i kabul eden ve pasaportunu ge
ri almasını sağlayan İçişleri Bakanı, O zamanki ismiyle Dahiliye Vekili,
Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'dur. Ve adı geçen kişi Leyla Abla'nın eşi Suphi
Nuri ileri'nin "İstiklal Savaşı ve İleri gazetesi dönemindeki arkadaşların
dan biridir." Bu bilgiyi Leyla Abla ve Suphi Nuri ileri'nin oğlu, Abidin'in
yeğeni Rasih Nuri ileri veriyor. (A. g. y., Toplumsal Tarih, Ocak 1994)
Burada hemen şunu da eklemeli: İçişleri Bakanının tavn o günkü
koşullarda son derece doğaldır, normaldir. Çünkü neticede bakanın yaphğı
vatandaşa özel muamele değildir, onlara "arka çıkmak" değildir. Onların
anayasada ve yasalarda düzenlenmiş olan seyahat etmek özgürlüğünün ve
pasaport edinmelerinin önüne bizzat devletin siyasi polisinin yasadışı bir bi
çimde koyduğu engelin ortadan kaldırılması için işe karışmasıdır. O polisin
o bakanlıktan emir aldığını unutmamak lazım. Hele Abidin'in örneğindeki
yasadışı uygulamanın kabalığı, kocamanlığı bu denli ortadayken siz bakan
olsaydınız aynı şeyi yapmaz mıydınız? Ancak keyfi polis davranışiarına son
verilmesi için bizzat bakanın müdahale zorunda kalması CHP mirası polis
devletinin veya polisin kötü alışkanlıklannın sürmekte olduğunun ispahdır.
Şimdi gelin Güzin'den birkaç satırfsayfa okuyalım: "Sürekli polis
baskısı, evin sabah akşam polis gözetiminde olması, nereye gitse polisin pe
şinde gelmesi hiç de rahatlahcı değil. Pasaportunu da bir türlü vermiyorlar
Abidin'e. Aylarca süren pasaport dairesine git geller karabasan olmuş evin
içinde. Kimi gün cipli üç polis izliyor Abidin'i... Sonunda bir sabah kalkıp za
ten yakında, Konur Sokağının bağlandığı Meşrutiyet Caddesinin karşı sem
tinde bulunan İçişleri Bakanlığına gitmeye ve Bakana çıkmaya karar veriyor
Abidin. Yine arkasına takılan bir polis, Abidin İçişleri Bakanının odasına doğ
ru merdivenleri çıkmaya başlayınca, başlıyor bağırmaya: 'Durdurun şunu!
Nereye gidiyor?' Ama geç kalmış, Abidin özel kalem müdürünün odasına
girmiş bile... Haftada bir gün, bakanı herkes ziyaret edip, derdini doğrudan
doğruya anlatabiliyor o günlerde. Demokratlar iktidara yeni gelmişler ... İçiş
leri Bakanı Feyzi Lütfu Karaosmanoğlu. Abidin'i merakla dinliyor, nezaket
gösteriyor. Suphi Nuri'nin yani Abidin'in eniştesinin ahbabı... Abidin derdi
ni anlahyor, 'Ya tutuklayın beni ya da pasaportumu verin. . . "' Sabah akşam
polis izlemesini de arılahyor, 'isterseniz açın kapıyı, dışanda bekliyor polis ..
.'
ABi D i N D i N O
Karaosmanoğlu, bu beklemediği çıkışlar karşısında heyecanla kapıya davra
nacak oluyor, sonra çaresiz, 'Beni de böyle izlemişlerdi,' diyerek yerine otu
ruyor. O sıralarda, ı67'lerin, İstanbul'da işkence ve falaka olaylan var. Bunla
ra da değiniyor Abidin. 'Her gün birkaç kez telefon ediyorum, durdursunlar
dayağı, dinletemiyorum,' diye karşılık veriyor bakan ve uzun lafın kısası Abi
din' e pasaportunun hemen verilmesi için özel kalem müdüıüne emir veriyor
sonunda. Ertesi gün, Karaoğlan'daki pasaport dairesinden Abidin, nihayet iki
yıl önce istemiş olduğu ( ve kendine verilen; ama hemen sonra elkonulan pa
saportu. MŞG) pasaportunu alıyor, ama iş bununla bitmiyor ki ... Pasaport iki
yıl önce istenmiş olduğu için, sadece üç aylık geçerliliği kalmıştır, ama ne
olursa olsun geçerli bir pasaporttur işte . . . Evde sevinç, bayram . . .izleyen polis
de yok olmuştur evin önünden. Abidin Adana'ya gidip biraz para bulmaya
hazırlanırken, bir sabah pasaport dairesinden telefon geliyor, 'Üç ayı kalmış
pasaportunuzun süresini iki yıl uzatacağız.' Diyorlar. Bir kuşku çöküyor eve.
Bu telefon ne demektir acaba? Ama çaresiz gidilecek. .. Belki de polis içişle
rinden gerçekten çekinip, durumu düzeltmek istiyordur...Abidin pasaport
dairesine gidiyor. Kızıl saçlı, çiyan gibi bir şube müdüıü, pasaporttı alıp,
ucundan şöyle bir tutarak saHadıktan sonra, yepyeni çelik bürosunun sessiz,
kaygan çekrnecesinin içine atıyor. Elinin tersiyle itip kapatıyor çekmeceyi. 'Ne
olacak şimdi?' diyor Abidin. 'Hiiç! Bugünlerde bir uğrayın ... Hele bir baka
lım.. .' O uğrarnalann dördüncü ya da beşincisinde anlaşılıyor ki, polis nere
den almışsa emri, git gelleri uzatarak pasaporttı vermeyecek. Yine Karaosma
noğlu'na başvuruluyor. Orada, kimsenin olaydan haberi yoktur. Karaosma
noğlu, hırslanıp pasaporttı yine verdiriyor Abidin'e. Arada, Abidin Adana'ya
oradan da dosdoğru İstanbul'a geçiyor.'' (A. g. k.: s. ı56-ı58)
AN KARA-MAN KARA
NUFUS K A. ;;>DQJlN BULUNOU(:U
25 Ocak 1 952'de
Yen i köy N üfus M ü d ürlü�ü'nden verilen
lu
377627 sayılı n üfus hüviyet cüzd a n ı ndan
alınan kayıtta ana v e baba ad l arı karıştırılmış,
belgedeki yaniışı düzeltince
kayıt şu biçime dönüşüyor.
AB i D i N D i N O
Abidi n ve G üzin istanbul'da. ı gsı yazı veya sonbaharı olmalı. Abidin
şapkalı. G üzi n gözlüklü ve fotoğraf çekilmesinden hiç memnun deği l.
AN KARA- M A N KARA
Zor günleri yaşıyoruz. Siz (bana ve benim kuşağıma hitap ediyor Güzin Di
no. MŞG) başka türlüsünü yaşadınız, çok vahim bir şekilde, ama biz o yıl
larda çok azınlıktık, yani boğsalar kimsenin haberi olmaz. Nitekim boğdu
lar da. İşte Sabahattin Ali. işte bu karmaşık duygular içinde Abidin'in seçti
ği o lokantaya gittik. Lokantada kimse yok, bizden başka. Oturduk, karşılık
lı, hiç konuşmadık başlangıçta, sadece, ağladık, karşılıklı. Evet çok güzel ağ
ladık o an, karşılıklı ve sessizce. Söyleyecek bir şey bulamıyoruz. (Güzin'le
sohbetlerimizde epey güldüğümüz oldu; ama inanın bu anı anlahrken iki
miz de ağlamaklı olduk, niye yalan söyleyeyim. Evet ikimiz de ağlamaklı ol
duk, Güzin'in sesi inceldi, inceldi, koptu, kopacak; benim gözlerim yaşardı,
görünmesinler diye gözlüklerimi yukarı aşağı çekip silmeye çabalıyor pozla
rındayım; ne iyi ki gözlüklerim var, yoksa erkeklik elden gidecek laf aramız
da. M ŞG). Oraya o noktaya kadar geldikten sonra sevinelim mi? Neye sevi
nelim? Zaten o kararı, gitme kararını verdikten sonra çok üzüldük. Yani ne
ye üzülüyoruz? Ben o kadar çalışmışhm, o kadar koşturmaca, müsabakaya
girmiştim, kazanmışhm (DTCF'deki doçentlik sınavı. MŞG), üniversiteye
öğretim üyesi olarak girmiştim, ders veriyorum, Anadolu'nun insanlarını
yetiştirmeye çabalıyorum, güya yani kendimize bakarsanız Türkiye'ye fayda
lı olmaya çalışıyoruz, Türkiye'ye faydalı olacağız, bilmem ne. Böyle son de
rece hoş ama epeyce ütopik inançlanmız var. Öğrencilerimin durumu aklı
ma geliyor: Evlerinde kitap yok, kitaplık yok. Okumak diye bir şey bilmiyor
lar. Bu çocuklara bir şeyler öğretmek arzusu insana, en azından bana, müt
hiş bir güç veriyor, bir teşvik getiriyor. Ve bütün bunları gerçekleştirmeden
yurtdışına gitmek zorunda kalmak fena koyuyordu. Bunları ve benzeri bir
çok şeyi düşünerek orada Abidin ve ben bir güzel ağladık kardeşim."
0 GECE
İyi hoş ta yola çıkan adamı da böyle ağlamaklı, ağlayarak yolcu ede
mezsiniz. Leyla Abla düşünmüş yine: Güzin yazıyor: "O akşam, yalının her
zamanki kalabalığı, beklenmedik misafırleri, yine on kişiden fazla. Oturu
luyor sofraya; kimi hısım akraba, Abidin Avrupa'ya gidiyor diye sevinçli...
Dışarıda, Boğaz'ın kış gecesi ıslak ve ayaz. Kocaman, kara gemiler geçiyor,
az ışıklı, sessiz ... "
ABi D i N D i N O
Güzel gemiler sessizce geçsinler. Misafirler Abidin ve Güzin'le soh
betlerini sürdürsünler. Gelin biz de bir hesap yapalım: Abidin denen
adam, canından çok sevdiği ülkesinden ayrılmadan önce, 1952'de 3 9 evet
otuz dokuz yaşındadır. Düşünebiliyor musunuz? ülkesini terk etmek zo
runda kalan insan daha gencecik bir kocadır. Güzin'le daha onuncu evlilik
yılını kutlayamadılar. Çocuk yapmaya bile fırsat bırakmadılar: "İyi saatte ol
sunlar." "Gölgeler." Abidin ülkesini terk ettikten sonra 1993 Aralık ayına
kadar yaşadı: Çok basit bir hesap daha: Çocukluğundan sonsuz yolculuğu
na giden seksen yılın sadece, evet sadece 23 veya 24 yılını ülkesinde geçi
rebildi. Yani yaşamının dörtte birinden birazcık fazlasını. Ve bu 23 veya 24
yılının dokuz yılını iç sürgün yedi, bitirdi. Dahası var mı kardeşim? Saba
hattin Ali'yi öldürdünüz. Nazım Hikmet canını zor kurtardı: Karadeniz
onurludur çünkü: çocuklarını boğmaz, çocuklarını öldürmez. Abidin'in ne
yapmasını bekliyordunuz? Celladın gelip ipi boynuna geçirmesini mi? Evet
ne yapmasını bekliyordunuz?
Abidin efendi insandır. Neden ülkesini terk etmek zorunda kaldığı
nı soranlara yanıtı da efendicedir: " Baskınlar başladı. Aramalar başladı.
Tatsızlıklar başladı. Sonrasında terk etmek zorunda kaldım. Günün birin
de çektim gittim. Bir sürü hikayeden sonra."
Güzin de bakın kibarca neler söylüyor: "Abidin, Türkiye'den ayrıl
mak zorunda kaldı. Çünkü hiçbir şey yapmasına olanak verilmiyordu. Si
nema yapmak ister 'olmaz' derler, tiyatro yapmak ister 'hayır' derler, senar
yo yazar yasaklarlar. Kitap yayınlar toplatırlar. Olacak iş değildi yani."
AN KARA-MAN KARA
Güzin ve Naile Hanım, Abidin'in bineceği büyük, dört motorlu uçağı göz
lemeye başlıyorlar. Yolcular binerken, Abidin'i görecekler ve ellerini salla
yacaklar... Uzun bir beklemeden sonra yolcular uçağa doğru, birer ikişer
yöneliyorlar. Bir türlü Abidin'i göremiyorlar. Vah! ' Kaçırdık. O da bizi gö
remedi mi? Görseydi, şöyle bir el sallamaz mıydı?' filan diye konuşurken,
tüm yolcular binmiş oluyor uçağa. Ama bu kez de uçak bir türlü kalkışa
geçmiyor. Onlar, 'Bari uçağın kalkışını görelim, belki bizi uçağın içinden
görür .. .' diye çaresizlik içinde telaşlanırken, birden, uçağın altındaki bagaj
bölümünün kapıları açılıyor ve de Abidin'in kocaman, lacivert gardrop ba
vulu ve daha bir iki parça eşyası indiriliyor, bir yük arabasına konuyor, ge
risin geriye, havaalanı binasına getiriliyor. Tam o sırada Abidin gözükü
yor, binanın beri tarafındaki kapının önünde. Onlara işaret ediyor, 'Gelin,'
diye. Uçak ise, bir dönüş manevrasıyla yol almaya başlıyor. O anda, üç ka
dının duygularını anlatmak zor . . . Abidin'in yanma koşuyorlar. 'Pasaport
ta bir eksik varmış. Aldılar, geri vermiyorlar .. .' Maksat besbelli, pasaport
gitti gider. ..
Hiç vakit kaybetmeden, Leyla Abla ile Siyah Bacı Naile Hanımı ora
cıkta bırakarak, bir taksiye biniyor Abidin'le Güzin; doğru, Sirkeci'de, San
saryan Ham'nın yanındaki, ... kahveden hemen İçişleri Bakanlığına telefon
ediyorlar. Abidin, özel kalem müdürüne durumu anlatıyor. Müdür, 'Yanın
saat sonra, Sansaryan Hanında, Emniyet Müdürüne gidin,' diyor. Tek laf
etmeden yarım saati geçiriyorlar kahvede. Emniyet Müdürlüğüne geldikle
rinde, daha aşağıdayken, giriş kapısından, neredeyse yerden temennalarla
karşılanıyorlar, 'Müdür Beyefendinin emirleri var, hemen kabul edilecek
siniz .. .' Abidin yalnız giriyor Müdür Beyin yanma. Müdür Bey, Kemal Ay
gün, sonradan Yassıada sekenesinden olacak. .. 'Yanlışlık olmuş, efendim,'
diyor büyük teşrifatla Abidin'e, 'Kusura bakmayın, yanlışlık. . .' Bu kez, pa
saport dairesi müdürünün odası. Orada, uçak bileti sorunu hallediliyor. Bi
let yanmazmış. Yine büyük teşrifat Ancak ertesi gün Air Brasil'in bir cons
tellation uçağıyla gidebilecek Abidin. Yine, Leyla Abla'nın Yeniköy'deki ya
lısına gidiliyor. Orada herkes şaşkın. Sevinsin mi, şaka mı etsin, yakınsın
mı? Naile Hanım perişan. Yeşilköy'den Yeniköy'e, yalnızca gidip gelmek
bile başlıbaşına bir serüven o sıralarda ...
"
ABi D i N D i N O 471
AKŞAMÜsTü BocAziçi'NoE
" Perişan" olan sadece Naile Hanım değil. Güzin ve Abidin de öy
le: Güzin aynen şunları söylüyor: "Yorgun olarak döndük ve perişan dön
dük. İşte o banka oturduk. Çok iyi hatırlıyorum o anı ve bankı. Banka var
madan öncesi var: Leyla Abla'nın yalısından Abidin'le çıktık. Biraz hava
almak istiyoruz. Yeniköy'de yolda asfalt başlarken salıilin ufak bir çıkıntı
sı vardır, o sahilin, orada işte bir bank vardı o zaman (sonradan gittiğimiz
de, yani 199ı'de, kaldırılmıştı o bank) . Abidin'le gittik o banka oturduk. O
akşamüstü hava durgun. Boğaz'ın göğü de suyu da sedef. Yeniköy'ün bi
timinde, İngilizlerin yalısı olan yapının önünde genişleyen rıhtımdayız, O
bankta oturuyoruz. Hava soğuk. Şubat ayının başındayız. Şubat soğuk
olur İstanbul'da. Akşamüzeri saat beş gibi olmalı. Deniz sedef gibi. Hiç
unutamıyorum onu. Böyle ikimiz de nasılız bir görseniz, halimiz kalma
mış, tasawur ediyor musunuz? (Gülüyor Güzin). Onu yaşamak lazım.
Abidin'le Türkiye'de birlikte geçireceğimiz son akşamdır o akşam. Abidin
bana dönüp dedi ki 'Kimbilir ne zaman döneceğiz tekrar?' Bense 'Döner
sek' filan dedim. Abidin hemen atıldı: 'Yoo, döneceğiz döneceğiz. Belki
ikimiz de sarsak ihtiyarlar olarak geliriz bu banka. Tabii bu bank, bu rıh
tımda kalırsa .. .' Ve sonra ekledi Abidin, bana hınzırca takılarak, ' Sen yine
şimdiki gibi kıskanç, bilmemne olarak' dedi ve ikimiz de güldük. Şaka
yapmayı ihmal etmedi hiçbir zaman Abidin; onca belayı biraz da, belki bi
razdan da fazla, bu sayede yani hayatımızia şaka yaparak, birçok şeyi ti'ye
almasını bilerek atlatabildik.
Sonra çook sonra, 1 9 9ı'de, ilk kez birlikte, döndüğümüzde, varışı
mızın ertesi günü, evinde bizi misafir eden Şehnaz Akıncı (15 Mayıs
1 9 5 o'de Çelik Palas eylemi sonrasında tutuklanan genç kadın, hani duruş
masında Nazım'dan şiir okuyan genç kadın. M ŞG) tutturdu, 'sizin orada,
yani o rıhtımın o köşesinde o bankta fotoğrafınızı çekeceğim' diye. Gittik.
Fakat bank yoktu. Ama biz randevumuza gelmiştik. Ve Şehnaz o anda
çekti fotoğrafımızı: Biz yine Boğaz'ın karşısında mest olmuş durumdayız.
Ayaktayız.''
Boğaz'ın önünde evet ayağa kalkılır da ondan.
47 3
AB i D i N D i N O
ABiDiN PIRRRRRR PIRRRRR
"Kuş uçtu yuva kaldı/Gökyüzü mavi kaldı."
O gecenin ertesi sabahı Abidin'i yeniden yolcu etmek için kalkıyor
ev halkı. Vedataşmalar Leyla Abla'nın yalısında yapılıyor. Sonra Naile Ha
nım ile Güzin Abidin'le Yeşilköy'e gidiyorlar: Yolcu etmeye. Güzin şöyle
yazıyor: " Ertesi sabah, bu kez sadece Naile Hanımla Güzin gidiyorlar Abi
din'i yolcu etmeye. Gel gör ki, Air Brasil'in constellation uçağı, teknik bir
arızadan ötürü dört saat gecikmeyle kalkacak. Havaalanının bekleme salo
nunda, üçü, bu dört saati geçiriyorlar. Hiçbiri, bu uçağın Abidin'i alıp gö
türeceğinden emin değil. Ama dört saat sonra Abidin biniyor o uçağa ve
uçak, gökyüzünde süzülerek, gözden kayboluyor.
Güzin yalnız kalıyor, annesi ve kedi Tekir'le."
Güzin bu olayı bana 1989'da anlattığında, Abidin'in uçakla ayrılma
sından sonra, sol kolunun saatlerce ağrıdığını söyledi.
Abidin bizzat kendisi, kimi yerde, Türkiye'yi 195ı'de terk ettiğini
yazdı veya söyledi. Leyla Abiasının oğlu, Abidin'in yeğeni, Rasih Nuri İleri
29 Aralık 1996 tarihli Radikal gazetesindeki yazısında, Abidin'in Türki
ye'yi 26 Ocak 1952'de terk ettiğini yazıyor.
Güzin, biraz önce gördük, Abidin'in gidiş tarihi olarak "19 5 2 Şu
bat ayının başını" veriyor. Tarih bu bağlamda çok önemli değil. Önemli
olan Abidin'in 1 9 5 2 başında Roma'ya varmasıdır. Bu elbette başka bir cil
din konusu olacak. Abidin'in Paris'li yılları ile birlikte. Şunu da eklemeli:
Abidin Türkiye'yi terk ederken birçok kutuyu, kitap dolu birçok kutuyu,
gazete ve dergi dolu birçok kutuyu, senaryolarını, belgelerinin bir bölü
münü Leyla Abiasının ve yani aynı zamanda Rasih Nuri İleri'nin evine bı
raktı. Bu açıdan Rasih Nuri ileri Dino ailesinin bir tür "arşivi" konumun
dadır. Daha önce gidenlerden de kimi şeyleri biriktirdiğini biliyoruz. Biz
zat kendim, 1 982'de o sırada bitirmek üzere olduğum bir çalışma için gö
rüştüğüm ve uzun boylu söyleştiğim Rasih Nuri İleri'nin arşivinin zen
ginliğini saptama olanağı buldum. Bu arada kibarca birkaç dergi ve gaze
teyi hediye etme inceliğini de gösterdi, bir kez daha kendisine teşekkür et
mek isterim. Öte yandan Rasih Nuri ileri, 1984'te Şahap Balcıoğlu ile ger
çekleştirdiği söyleşide,"Abidin Dino'nun altı yüz yapıtı"na ve bütün aile-
Bir gün Rumelihisarı'na, bir gün Eyüp'e, bir gün Haliç'e, bir gün
Kariye Camii'ne, bir gün Topkapı Sarayı'na, bir gün Karacaahmet'e, elhasıl
İstanbul ananın ayaklarına yüz sürüyordu, koltuğu altında resim kartonu
ile tek başına bir genç adam ...
Çekip gidiyordu işte, helalaşıyordu anlayacağınız giderayak, İstan
bul şehriyle helalaşıyor, kucaklaşıyordu. Duvarlan, ağaçları, kubbeleri - he
le kubbeleri - okşuyor, elini denize batırıyor, tuzlu tadını dilinin ucuna alı
yor, kokluyordu lodosu, vapurların dumanını, martıları selamlıyordu, yu
nus balıklarını, sandalları, motorları, dubaları, Köprü'yü, Köprü'de balık
tutanları, tuttukları balıkları öpüyordu, deniz suyu dolu kovalarda ölü ba
lıkları elliyordu, mor akşamlar çökünceye dek ordan oraya koşuyordu tek
başına, yarı karanlıkta bakıyordu sevgilisine, resim gibi İstanbuluna, Tür
kiyesine, acı bir esriklik içinde, doymak bilmez bir bakışla ...
A N KARA-MAN KARA
Gidiş tarihi yaklaşmıştı böylece ...
Ştaynbruh'ta bir 4 9'luk yuvarladıktan, gider ayak martı çığlıklarını
son bir kez durup dinledikten sonra, bir elinde küçük bir bavul, bir elinde
resim cilbendi, bindi (uçağa Abidin) ... Ağlamaklı.
... (Uçak) kalkınca, alnını ... (uçağın) camına dayadı mı (Abidin), bak
h mı son bir kez Üsküdar'a, Haydarpaşa'ya, Kadıköyü'ne, Moda'ya, Adala
ra? Kaçta kalkmıştı (uçak) ? Akşam olmalıydı. . . Çığlıksız, sessiz sedasız ...
kayıverdi (uçak), sudara sürünerek geçti, hiç durmadı, gittikçe hızlandı, git
tikçe hızlandı, ver elini Paris . . . Gidiş o gidiş ... "
Abidin'in uçak yolculuğu nasıl oldu acaba? Abidin anlatmaya za
man bulamadı. Ama " Balıkpazarlı Sineğin İnanılmaz Serüveni" başlıklı ve
maalesef yarım kalmış "kısa film öyküsü" nde bir bölüm var: Pat Abidin'in
pardon "Çat-Sinek"in yolculuğu ( Yeditepe öyküleri, s. 86-87). Aynen aktan
yorum:
"Bense Çat-sinek kulunuz, kendime beli ince bir Fransız uçağı seç
tim, gittim önce kanadına kondum. Bir de baktım ki yolcular teker teker
merdivene tırmanıyorlar, uçağa giriyorlar. Haydi ben de onlara uydum,
uçağın kapısından içeri daldım. Sesi baldan tatlı bir hostes karşıladı beni,
sarı saçlı, mavi şapkalı güzelim bir kız.
Çat ensesine kondum, aman Allah, bir güzel kokulu ki buğday ren
gi saçları, başım döndü. İşte, ondan sonra olanlar oldu, hostesin peşinden
fır dolanıp uçağın burnunda bulunan Kaptan bölümüne gittik birlikte. Na
sıl olsa uçağın kalkmasına daha çoook vakit vardı hesapça, içimde korku
kalmamıştı. Hostesle üç pilot konuşadursun, ben bir o tarafa, bir bu tarafa
uçup durdum. Kendi kendine yanıp sönen ışıklı makine göstergelerine
kondum. Ne çok kontrol aygıtı var bir uçakta, hepsi tıkır tıkır işliyordu.
Uçağın burnu tıpkı sinek gözü gibi bir şeymiş, her yanı birden görüyor,
besbelli ki uçağı yapanlar, biz sinekleri örnek almışlar, bizden öykünmüş
ler. Doğrusu sinek milleti narnma kıvanç duydum bundan.
Baktım, hostes, pilot bölümünden çıkacak oldu, ben de arkasından.
Ön kameraya girdik, burası bir salon gibi, hep önemli kişiler oturmuş. Der
ken iri göbekli biri, hastesten bir şeyler istedi, o da seyirtti, az geride, dara
cık mutfak bölümüne girdi, ben de beraber. .. Baş başa kaldık hostesle."
ABi D i N D i N O 477