Professional Documents
Culture Documents
DÜZELTi
FEVZi GÖLO/:;LU
KiTAP TASARIMI
YETKiN BAŞARlR
TASARIM DANIŞMANll� 1
BEK
KAPAK FOTOGRAFI
SlPAf i. ö/:;RETMEN
ı. BASlM
ŞUBAT 2008, iSTANBUL
YAYlN YÖNETMENİ
ÇAGATAY ANADül
Abidin Dino
Üçüncü Kitap
1952-1993
M. ŞEHMUS GüZEL
KitapYAYlNEvi
Abidin Dino'yu sevenlere.
Abidin'i biraz daha iyi tanıyabilmek için.
Ve özellikle unutmamak için ...
İÇİNDEKİLER
ı- RoMA: OcAK-EKiM 1952 9
RoMA'DA HAYAT ıs
RoMA: SANAT-KENT ı8
ToPRAK ATEŞ Su 32
ÜçüNCÜ EHLİVUKUF 36
SAVCI BEYE 39
CoLESSEO MEYDANI'NDA 40
ANzio'DAKİ AKDENiz so
fPOCA 6o
İTALYA'DAN HABER VAR 64
REMZİ RAŞA 79
ALBERT BITRAN 8ı
VE DAHA KiMLER 82
BiR ÜGUL VE ANASI 84
"ÇiNGENE" HAKKI 89
KAPTAN VE AiLESi 91
BiziMKiLER NE YAPlYOR? 96
Bu BiR TRENDİR 1 0 2
ŞAiRLERİMiZ DE V AR 1 1 7
YOLDAŞLARIM 1 19
"GAZETEci" 127
MisAFiRLERİ 305
KARDEŞLERiM 318
KAYNAKÇA
KiTAPLAR, MAKALELER
ANsİKLOPEDİLER, SözLÜKLER
BELGESELLER
ÜRTAK YAPlTLAR
ABi D i N D i N O 7
Abidin Dino ıg6o'larda Foto�rafValtat. M �ehmus Güzel Koleksiyonu
B İ RİNCİ B ö LÜM
AsiDiN D i N o 9
- Presto! Presto!
Ne oluyoruz yahu?
Roma henüz otomobiller tarafından tamamıyla işgal edilmemiş.
Roma henüz motosikletlerin zulmü altında inim inim inlemiyor. H ele
bir bakar mısınız: Faytonlar bile var. Sanki 1 94o 'ların Adana'sı. Ama
şu vespalar başa bela: Vızır vızır. Gençlerle. Her birinin saçları rüzgarda
alev alev. Genç kızlar bar bar bağın yarlar aşka çağırıyorlar. V espalarında
veya Roma'nın gölgeleriyle ünlü parklarında. Kaldırımlarında: Roma ne
dir ki zaten: H ayatının tümünü kaldırımlarında yaşayan bir başkent.
Hem baş hem kent: Tarihle ve bilhassa kendi tarihiyle sarmaş dolaş. Kar
man çorman. Roma başından sonuna bir kaldırım hayatıdır sonuç itiba
riyle. Kaldırıma taşmıştır her şey: Aşk, aile hayatı, yaşamın bin bir yüzü.
Lokantalarına bakar mısınız lütfen? Kaldırımlarda. Bütün mahalle ve
mahallenin bütün halkı, çoluk çocuk kadın erkek yaşlı genç herkes, evet
herkes. Bütün mahalle ve mahalle halkı sokakta, kaldırırnlara yayılmış,
lokantalar tıklım tıklım: Bir gürültü, bir patırdı enfes! Her şey meydanda
bu büyük kentte. Roma açık kent, özgür kent: H alkıyla. H ele o akşamüst
leri, yaz kış sonbahar ilkbahar fark etmez, insanlar sanki birbirlerine söz
vermişler gibi sokaklara çıkarlar, yaşam sokaklarda sürdürülür. Lokanta
lar dolar, masalar yayılır kaldırımlara. B ağıra çağıra yemek yenir, bin bir
şey, bin bir macera, bin bir öykü dillendirilir. Çocuklar koşturur sağa so
la ama daha çok sola, bebeler "zırlar, " analar o bildiğiniz Felliniyen, o ni
met dolu, o cömertlik simgesi memelerini çıkarırlar ve umursamadan o
koskocaman kalabalığı, çocuklarını emzirirler. Doğa hükümdardır Roma
İmparatorluğu'nun halk sokaklarında.
Bir os so bu co yenir. Bir brocolli all 'agro. Belki bir pasta al sugo. Yet
medi mi ? O zaman bir de zuppa inglese almalısınız. Ve üstüne mutlaka bir
espresso. Per favor.
Tiber Nehri bu kenti süsler: Belki Roma'nın en büyük caddesidir.
Belki dedik canım. Bilinmez çünkü nehrin sırları. Abidin çözmeye çalışa
caktır bu gelişinde ve daha sonraki ziyaretlerinde. Bu N ehir elbette Boğazi
çi ile yarışamaz. Tiber, Boğaziçi ile Seine Nehri arasındadır: Sadece coğra
fi olarak değil, kahramanımızın tarihi açısından da.
lO ROMA: ÜCAK·E K i M 1 95 2
YEPYENİ B i R D ö N E M
Rasih N uri ileri bir makalesinde, " 2 6 Ocak 1 9 5 2 günü nihayet alı
nabilen pasaporda İtalya'ya hareket ve yepyeni bir dönem" diye yazıyor.
Yepyeni bir döneme hiç itirazım yok. E vet, Abidin Roma'ya varışıyla haya
tında yepyeni bir dönemin kapısı nı araladı. Bu kesin. Geleceğinin nelere
gebe olduğunu hiç bilmeden. O günlerde biz de bilmiyorduk. Abidin, 25
Ocak 1952'de Yeniköy N üfus Müdürlüğünden nüfus hüviyet cüzdanı sure
tini alıyor. Bunu biliyoruz. Hem belge elimizde. Hem de Abidin' in deği
şik pasaportlarında bu kayıt bulunuyor. Hemen o gün Roma uçağı na yetiş
tiğini varsayarsak ve Türk polisi tarafından uçuşunun engellendiğini ve an
cak ertesi gün havalanabildiğini bildiğimiz için, Rasih N uri ileri'nin verdi
ği tarih doğru olabilir. Ancak bir gün sonra da İ stanbul'u terk etmiş olabi
lir. Ama Güzin'in " Şubat başında gitti" dediğini de biliyoruz. Burada
önemli olan şudur: Abidin'in 1 9 5 2 ocak sonunda veya şubatın hemen ba
şında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış olması. Bunu Abidin ve Güzin'in
mektuplarından çıkarsamak da olası.
Bu önemli çünkü bizzat Abidin bütün makale, kitap ve söyleşilerin
de İ stanbul'dan ayrılış tarihi olarak hep " 1 9 5 1 " dedi. Burada bu düzeltmeyi
yapabiliyoruz ve bu, tarihi açıdan ve olayların gelişmesini izleyebilmek için
gerekiyordu.
Gelir gelmez Roma'ya, Güzin'e gönderdiği ilk kartpostal veya mek
tubunda " sağ salim vardım, her şey yolunda" türünde haberler verdiğini
tahmin etmek mümkün. Abidin vardığında hangi havalardaydı acaba? Gü
zin şu yanıtı veriyor: "Abidin Türkiye'den ayrıldığı zaman sinir ve sağlık
bakımından çok fenaydı. O kadar ki, kendisi bana daha sonra anlatmıştı,
Roma'da örneğin bir tünelden geçiyorlar, taksiyle, otomobille, her neyse,
korkuyor Abidin. Örneğin kalabalıktan korkuyor. Birtakım şeylerden kor
kuyor. Siniri hasbayağı gidiyormuş gürültüye. Orada o kalabalığın içinde."
Türkiye'deki gözaltıların, sürekli takiplerin, açık vefveya kapalı bas
kıların dramatik izleridir bunlar.
Roma ve İtalya'nın 1952'deki durumunu Abidin bir yerde aynen şöy
le betimliyor: "N aziler, faşistler yenilmiş, ateşle çevrili bunkerinde Hitler ak
rep misali kendi kendini sokup öldürmüş, Mussolini' nin leşi bir ağaç dalına
Asi D i N D i N o II
hacağından asılmıştı."Evet Mussolini'nin anırdığı Piazza Venezia'da artık
gençler alabildiğine coşkulu koşturuyorlar, eğleniy orlardı sarmaş dolaş. Sa
bahlara kadar coşan bir meydan. Çığlık çığlı ğa bir özgürlük şarkısı dillerde.
İtalya halkı krallık rejiminin faşizm belasının gelmesindeki sorumlu
luğunu unutmamış ve 2 H aziran 1946'daki referandum sonucunda Cumhu
riyet rejimini tercih etmişti. Son Kral I I. Umberto sadece bir aylık bir süre
sonrasında tahtına elveda demek zorunda kalmıştı. H alk unutmaz kardeşim.
Hele İtalyan halkı. Savaş sonrası yıllar İtalyan Komünist Partisi'nin (İKP) en
güçlü olduğu yıllardır. Ve hiç kimse İKP'nin faşizme karşı en etkili direnişi
sergilediğini unutmuyordu o günlerde. Şunu da eklemek lazım: Onca zul
müne karşın İtalyan faşizmi en hızla alaşağı edilen beladır. E vet, bütün bu
gelişmeler özgürlük arzusunu simgeler, ispat eder, gözler önüne serer.
İtalya biraz da Roma'dır. E n önce Roma'dır. ı87o'ten beri başkent
Roma'da yaşam tatlıdır, kış aylarında bile güneş ısıtır Roma'da. Çıkın sırtı
nızı güneşe verin anlayacaksınız. E vet, Roma'dayız Abidin'le ve "la dolce vi
ta" ile yan yanayız: Siyah bilhassa, ama koyu renk mutlaka, kravat kostüm
melankolilerini yerlerde sürükleyerek yaşamı ağır bir yük gibi taşıyan aris
tokratlar, büyük burjuvalar ve onların çevresindeki heleşçi takım(lar)ının
karam izah yaşam biçemi. O da olsun kardeşim önemli olan özgürlük. O
olmayınca sanatçı üretemez.
Abidin ne diyor zaten bakın: " Özgürce türkülerimi söylemek ve ra
hat rahat çalışabiirnek için Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldım . " E vet öz
gürce yaratabilmek ve özgürce yaşayabilmek için.
1 9 9 o 'da Andre Yelter ile yaptığı uzun söyleşisinde Abidin o günle
rini şöyle anımsıyor: "Artık canıma tak etmişti. Özgür olmak, özgürce dü
şünmek, düşündüklerimi özgürce yaratmak istiyordum. Türkiye'de bunun
olanağı yoktu. Türkiye'den ayrılmayı düşündüm Bu da o kadar kolay bir
şey değildi. iktidarın . . . her dönemde aydınlara karşı kullandığı ilk silah, on
lara pasaport vermemekti."
E vet anımsayalım, Abidin epey uğraştıktan sonra, aylarca, yıllarca
ancak pasaportuna kavuşabilmişti.
Zorlu bir yolculuktan sonra Roma'ya ayak basan Abidin hayat dene
y imini bin bir bela ve baskıyla zenginleştirmiş 39 yaşında evli bir erkektir
ABiDiN D I N O 13
ve eşini ülkesinde bırakmak zorunda kalmıştır. Yani tek başına çıkmıştır
İ stanbul' dan. Tek başına ve yarınların neler getireceğini bilemeden. Çün
kü öneml i olan yaratmaktır özgürce.
Dil e kolay. Paris'i terk etti ği 31 Mayıs 1938' den bu yana on dört yıl geç
miş. Bu on dört yılını kendi ülkesinde yaşayan Abidin yedi yıl ını evet bu sürenin
yansını iç sürgünde çil e doldurmak durumunda bırakı lm ıştı r. Bildiğiniz gibi.
Kendi ülkesinde özgürlüğü elinden alınan bir sanatçı üretebilir mi?
E vet 39 yaşında ve tek başına çıktı Abidin ve ömrünün kalan dilimini, kırk
bir yılını, ülkesinden uzakta geçirmek zorunda kaldı. Özgürdü evet ama
aklı hep ülkesindeydi, eşinde, dostlarında, yoldaşlarında.
Abidin 1938'de İstanbul' a Paris' ten dönerken, kendisi gibi gerçek bir
deniz ve balık meraklısı Fellini nam adem de doğduğu kenti, Rimini'yi terk
edip Roma' ya gelmişti. Birbirlerine, yaşamayı sevmeleri, saati gelince dalga
geçmeyi ve iyi ve ciddi çalışmayı, çok zengin bir kültüre sahip olmalan ve
Fransızca kullanmak zorundayım, "charmeur jseducteur" olmaları ve daha
bin bir açıdan benzeyen bu iki Akdenizli, ama dünyalı tarafından, Abidin ve
Fellini veya Fellini ve Abidin Roma'da ay nı kaldırımları, aynı sokak, cadde ve
meydanları arşınladılar. Biri yaşadı ve çizdi. Öbürü yaşadı ve ekranlara yansıt
tı. 195o'lerin başındaki Roma'yı La Dolca Vita dan daha iyi anlatan bir eser
'
bulmak mümkün mü? İşte Regina Baglioni Oteli: Film buraya çok yakın ve
kahvehaneleriylejcafeleriyle ünlü Via Yeneta'da çevrildi. Cine Citta'yı ve stüd
yolarını unutmadan. Faşizm belasından çıkışı ve yeni arayışları, var olmayı ve
var olmanın ne anlama geldiğini, var olmanın ille bir anlamı olmasının gere
kip gerekmediğini Fellini bize anlah nıyor mu? Kendine özgü biçemiyle: Yani
dalga geçer gibi ciddi sorular sorarak. Çıktık faşizm belasından ya sonra?
Fellini bir zaman sonra Fellini Roma filminde anlatacak: Roma' nın
nasıl işgal edildiğini: Turistler, turistler, otomobiller, otomobiller, çevre
yollar, otoyollar, motosikl etler ve akıl almaz başka belalar tarafından. Son
ra Arnareord diyecek Rimini ağzıyla: Anımsıyorum yani: Çocukluğun u, ana
ve babasını, tembel ve faşist dayısını ve ilk gençlik serüvenlerini . . .
Roma' yı geceleri ve gündüzleriyle, mutsuz kadın v e erkekleriyle
Antonioni de anlatacaktır. İletişimsizliğin ressamıdır Antonioni. Kadın ve
erkeğin birbiri için yaratılmadığını anlatmak için yaratır yapıtlarını.
RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
Roma günlerinde Abidin bu ustalada mutlaka bir yerlerde karşılaş
mıştır: Bir sokakta, bir kahvede bir lokantada, bir sergi salonunda, bir ga
leride, bir müzede bir yerde mutlaka. Dokuz ay kaldı çünkü Abidin Ro
ma'da: " Bir kadının bir çocuk yapma süreci. Abidin böyle diyor. H esabını
yapalım: 1952 yılının ekim sonuna veya kasım başına kadar götürür bizi bu
dokuz ay. Bu dokuz aylık özgürlük günlerinde Abidin birçok şey yaptı, bir
çok kişinin dokuz yılda yapamayacağı kadar.
Ro MA'nA HAYAT
Andre Yelter ile söyleşisinde Abidin şunları anımsıyor: " Beş para
sız yaşıyordum. Arada bir tablo sattığım oluyordu, ama geçinmek için de
ğil. Böylece bir prens gibi yaşayabileceğimi sanmaya başladım."
Güzin' in 5 Şubat 1 9 5 2' de İ stanbul'dan gönderdiği mektupta,
(mektubun içeriğinden bunun Güzin' in ikinci mektubu olduğu ve o sa
bah Abidin'in Roma'dan postaladığı büyük olasılıkla ikinci mektup/ kart
postalı aldığı anlaşılıyor) eşine tavsiyelerini, serzenişlerini okumak
mümkün, aynen aktan yorum " H ala o pahalı otelde kalrnana üzülüyo
rum. Sen galiba güzel oda peşindesin, rahat olması kafi, sonra İtalya' da
ki paran yetişmeyecek. Tam iyi de dinlenemiyorsun bu yüzden, günde
dört liralık oteller yok mu, orta halli, ayda 1 2 0 lira eder. Şimdiki otelden
ucuz olur değil mi?"
Böylece Abidin'in ilk günlerini bir otelde geçirdiğini öğreniyoruz.
Belli bir miktar parası var ve bunu dikkatlice kullanması gerekiyor: Ro
ma' da beş parasız kalmamak için. Ancak Velter' e anlattığına bakılırsa, Abi
din bir süre sonra "beş parasız" kalıyor. Abidin bu, adamda "şeytan tüyü
var." İşte kendi ağzından:
" Ş ansım yaver gitti. Bir haftada herkesi, Roma' nın ünlü şahsiyetle
rinin tümünü tanıdım. Artık ben de yavaş yavaş bende şeytan tüyü olduğu
na inanmaya başlıyordum. E vet Roma' da kısa süre içinde çok hoş, çok se
vimli insanlarla tanıştım, onlar da beni tanıdılar ve hemen benimsediler.
Kimler yoktu ki, Moravia en başta, Guttuso (kimi kaynaklarda yazıldığı gi
bi " Guntozo" değil), Savinio ("Savigno" diye yazanlar yanılıyorlar) , Vespi
niani isimli hoş bir ressam, sinema dünyasından Dino Rizzi ile hemen
AB i D i N D i N O
dost olduk, kaynaştık. Ne de olsa hepimiz Akdenizliyiz. Roma'da yaşam şa
haneydi. B irbirinden güzel şeylerle, güzel kadınlarla, güzel resimler ve hey
kellerle çevrilmiştim. E vet, uzun sözün kısası gerçekten Roma'daydım."
Alberto Moravia o günlerde epey ünlü ve savaş sonrası yayınladığı
peş peşe kitaplarıyla daha önce ilişkide olduğu ve aktardığı aydın burjuva
ziden farklı kırsal ve köysel yeni bir kitleyi İtalyan edebiyatında hak ettiği
yere yerleştiriyor. Savaş yıllarında, faşizme karşı mücadelesi nedeniyle giz
lenmek zorunda kaldığı mekanlarda tanıdığı insanlardır bunlar. O günle
rin "neo-realiste" edebiyatının temsilcilerinden farklı ve kendi edebi gelişi
minin en önemli aşamalarından birindedir. 1 944'te örneğin La Speranza,
ossia cristianesimo e comunismo 'u (Umut veya Hıristiyanlık ve Komünizm)
yayınladı. Moravia aynı zamanda psikolojik analizleriyle dikkat çekiyor: Bu
bağlamda 1 9 5 ı 'de yayınladığı İl Conformista anımsanabilir. Yazdıklarıyla
bir süre sonra Pasolini'nin dillendireceği Roma'nın "sert yaşam biçe
mi'nin, " ragazzi di vita"nın öncülüdür. Artık "la dolca vita" dan çıktığımızın
ve şiddetin de yaşamın bir parçası olduğunu vurgulayan akımın habercisi.
Kimi açılardan yaşamı, hele savaş yıllarında yaşadıklarıyla Abidin'in yaşa
mını çağrıştıran yönleri bulunuyor. L 'Ennui'de ( Sıkıntı/ Can Sıkıntısı) soyut
resim ustası kahramanının ismi Dino'dur. ı 9 6o 'ta yayınlanan bu yapıttaki
kahramanla bizim kahramanımız arasında bir ilinti var mıdır? Bilemiyo
rum. Ancak Dino isminin İtalya'da pek sık kullanıldığını biliyoruz. İtal
ya'da ve kimi komşu ülkelerde. Öte yandan Moravia'nın 1907 doğumlu ol
ması itibariyle, Abidin'le yaş ve kuşak ve ilgi alanları açısından da birbirle
rine uzak değiller.
Alberto Savinio, aslında barondur. Abidin oldum olası biliyorsunuz
aristokrat takımıyla bir yerde veya başka bir yerde mutlaka karşılaşır. Adam
da şeytan tüyü var kardeşim. Ama dikkat, gerçek ismiyle Andrea Savinio ba
ran De Chirico olan yazar, ressam ve müzisyen ve saati gelince şair dostu
muz o günlerde beş parasızdır. Aynen Abidin gibi. Bu da bir meslektir: Beş
parasız olmak ve Abidin için bir prens gibi ve Savinio için bir aristokrat gi
bi, madem ki dostumuz gerçekten baran, işte öylesine yaşamak. 25 Ağustos
ı89ı'de Atina'da doğmuş olan Savinio'nun hayatı ağabeyi Giorgio'nunkiyle
iç içedir. Bu açıdan biraz Arif Dino ile Abidin'in yaşamına benziyor. Münih
ı6 ROMA: ÜCAK·E K i M 1 9 5 2
ve Paris başta Yunanistan'ın dışında eğitim ve yaratma faaliyeti ve yarattık
larıyla dönemin en ünlü yazar ve şairlerinin dikkatini çekmeleri. Örneğin
Apollinaire genç Savinio'nun Fransızca yazdıklarına hayran oluyor. Bir sü
re sonra ise Breton Savinio'nun sürrealizmin habercisi olduğunu ilan ede
cektir. Birinci Dünya Savaşında Balkanlar'da askerlik yapan Savinio, daha
sonra önce bir süre Milana'da yaşıyor, savaş ertesinde Roma'ya yerleşiyor.
Ve düzenli bir biçimde " Randa" isimli neo-klasik grubun çalışmalarını izli
yor, faaliyetlerine katılıyor. r 925'te Paris'e geçiyor. Ve burada resme öncelik
veriyor: Sekiz yıl boyunca. O günlerde Dada H areketi ile sıkı ve yakın ilişki
si olduğu biliniyor. Özellikle yazdığı şiirlerinde bu yönü apaçık ortaya çıkı
yor, Dada üzerine yazılan kaynaklara bakılırsa. O yıllarda Paris'te yaşayan
Tristan Tzara ile arkadaşlık ediyor. Abidin'in 1937-1938 Paris yıllarındaki
dostu Tzara ile. Burada da bir "akrabalık" söz konusu.
Savinio denilince akla ilk gelen onun yazarlığı ve şairliğidir. Müzis
yenliği tümüyle ihmal ediliyor. Ressamlığı için ise bir tür gençlik merakı
olarak bakılıyor. Ama çok yönlü bir yaratıcı olduğu ortada. Abidin'le dost
luğu bu açıdan neredeyse doğallaşıyor. İkisi de Paris'ten birkaç kez geçti
ler. Paris'in en hoş insanlarıyla ve hele Dada'nın babası Tzara ile tanıştılar.
Bu ilişkiler demeti dostluk kurulmasına, kurulan dostluğun pekiştirilmesi
ne yardımcı olmaz mı? Abidin ve Savinio birçok alanda birbirlerine benze
yen iki insan ayrıca: Yazar, ressam ve saati gelince şair.
Savinio'dan iki eseri anu nsatmak isterim: 1942'deki Casa La Vita,
1943'teki Ascolto İl Tuo Cuore, Citta. Kalbini dinlediğini yazdığı kent Roma
mı? Ah! Roma ah! Ölümleri getiren kent. Savinio 6 Mayıs 1952'de Ro
ma'da ölüyor. Bu açıdan Abidin'in Savinio ile dostluğu maalesef uzun
ömürlü olmuyor. Abidin cenaze törenine katıldı mı? Söz veriyorum: Abi
din'le bir dahaki karşılaşmamızda soracağım: Abidin, sen ki kendi ülken
de esir Atina'da ölen ağabeyin Ali E krem'in, İstanbul'da ölen enişten, dos
tun, büyük hala oğlun Suphi Nuri İleri'nin cenazelerine yasaklar ve iç sür
gün nedeniyle katılamadın Savinio'nun cenazesine katılan dostlar toplulu
ğu içindeki yerini alabildin mi? Savinio büyük olasılıkla Abidin'in cenaze
sine katıldığı ilk ama sonuncu olmayan dadacı ve sürrealist yazar, ressam,
müzisyen ve şairdir.
ABi D i N D i N O
Abidin o günlerden bir gününü anımsıyor: 199o'ta Paris'te Hôpital
N ecker' deyken:
" H ava pek güzel. Televizyonda söylediler. Paris 22, Roma 31 dere
ce. İçim ısındı birdenbire. Demek Piazza di Spagna'da (Kitapta yanlışlıkla
dizgi hatası mutlaka, "piazza d'E spagna" yazılmış), Trinita del Monte mer
diveninde oturup güneşlenmek mümkün. Saat bire doğru, Cafe Greco' da,
giren çıkan ahbaplarla iki laf ederek acımsı bir içki içmek, Chirico ile ters
bakışmak, o ters herifin özbeöz kardeşi Savinio ile ne kadar iyi aniaşıyoruz
oysa. Kahvelerden, lokantalardan hoşlanmıyor, Piazza del Popola'ya bitişik
evinde buluşuyoruz kimi akşam.
Akşamüstü Roma'nın taşları, surları, sarayları, kiliseleri kızılımtrak
bir ışık salar karanlıkta. H epsinden iyisi o saatlerde Roberto Bazlen'le bu
luşmak. Küçük, yaşlı, iri kalın gözlüklü bir adam, bir sır söylercesine fısıl
tılı konuşur. Yazmayı değil, yazdırınayı seven bir kişi, Triesteli sözcük sim
yacısı. Belki de Roma'nın gerçek gizli kralı. Via del Baberine 'daki evinde
saklanıyor, kitaplar ve el yazmalarına gömülü, ermiş dostum." ( Ölüm mü?
Ne Buluş!, s. 25-26.)
RoMA: SANAT-KENT
En çok müzesi olan kent hangisidir? Roma'dır demek mümkün.
Tarihin bıraktıkian na zaman içinde eklenenlerle. Roma Katalikliğin mer
kezidir. Roma müzeler ve tarihi eserler kentidir: Roma Forumu, 1929 'dan
beri Saint-Pierre Meydanı ve çevresiyle "bağımsız bir devlet" olarak yaşamı
nı sürdüren Papalık ve Müzesi, Sistina Kilisesi, Fransızcasıyla " La Chapel
le Sixtine" ve vitrayları, Trevis Çeşmesi (Gel de şimdi Anita E kberg'i anma
bakalım! ) , Pantheon, Piazza Risorgimento, Via Appia, Aziz Merdiven(ler),
Colesseo (Bir süre sonra Abidin Piazza Colesso'da ikamet edecektir) , yedi
tepeden seç seçebileceğini, Sezarların ve papaların başkenti antik Ro
ma'dan beri alıp alıp biriktirmiş ve sermiş gözleri önüne seyretmeyi bilen
lerin: Zaten ne diyor Abidin bakın: " Sürekli seyrediyordum. Seyretmek,
bakmak, bakmasını bilmek, adına resim denilen olgunun çok önemli bir
parçasıdır. Daha doğrusunu isterseniz resim sanatının özüdür. Roma gör
sel yolculuğumun yeni durağıydı. Olanaklarım ölçüsünde seyrettim, bak-
E rnest, Villon. ilk ikisiyle Abidin Paris'te çok iyi arkadaş olacaktır. H ele Je
an Lurçat ile: Onun 6 Ocak 1 9 6 6 'da vefatma kadar süren. Ve bilhassa Abi
din' e Paris'teki ilk haft alarında ve aylarında kol kanat geren Lurçat.
Abidin'in Roma'daki sergisinin davetiyesinde yazılı bütün bunlar.
Davetiye Güzin'de. Abidin'in kağıtları arasından çıkan bir belge, tarihi bir
tanıklık daha işte.
A'dan Z'ye Abidin Din o 'da belirtilcl iğine göre (s. 285), Abidin " Ro
ma Modern Sanat Müzesi'nde Art Cl u b grup sergisine" de katılıyor.
Roma'dan daha önce ressamımız geçti mi? Nejat Devrim'in bir fo
toğrafını anımsıyorum: Ağustos 1 949 tarihli ve ressamın şortlu ve bir
elinde resim cildbendi olan fotoğraf onun Roma'dan geçtiğinin ispatı. Gü
zel. Acaba Nejat Devrim orada bir sergi açtı mı? Bir sergiye katıldı mı?
Asi D i N D i N o 19
Araştırılması gereken bir mesele. Ve daha önce, çok önce, sergi açan res
samımız var mı Roma'da? Yoksa Abidin Roma'da ilk sergi açan ressamı
mız mı oluyor?
Abidin'in, gelir gelmez neredeyse, Roma'da bir sergiye katılması
sonra bir başkasına daha: Çok hoş şeyler. Herkesin kolayca tahmin edebi
leceği gibi bir sergiye katılım öyle gelir gelmez yapılacak bir başvuruyla ol
mazjolmuyorfolmadı. Büyük olasılıkla Abidin daha Türkiye'den ayrılma
dan önce sergiyi veya sergileri düzenleyenlerle ilişkideydi. Ve yine büyük
ihtimalle bu sergilere epey önceden davet edildi. Ve yine büyük ihtimalle
bu davetler sayesinde İtalya'ya gidebilmek için pasaportunu alabildi. Bu çı
karsamalarım bize Abidin'in 1952 başında Türkiye'den ayrılınca neden he
men doğrudan doğruya Paris'e gitmediğini de açıklıyor, ya da açıklamaya
yardımcı oluyor sanıyorum. Bunlar aynı zamanda şu soruyu akla getiriyor.
Abidin dostlarına mektup yolladı mı ?
Abidin Roma'ya geldikten sonra mutlaka İstanbul'daki ve bir kısmı
birkaç yıl önceden beri Paris' e taşınmış ressam arkadaşlarını, A vni Arbaş'ı,
Pikret Mualla'yı unutmadı. Onlara mutlaka Roma'dan bir mektup bir kart
atmıştır. Paris'teki dostu Tristan Tzara'ya da yazdığım tahmin ediyorum.
Gertrude Stein'e yazamazdı, çünkü O 1946'da bu dünyaya elveda dedi.
Ama belki onun dostu Alis Toklas'a birkaç satırlık bir merhaba demiştir.
Moskova'da tanıştığı ve Fransa'da belgesel film denince akla ilk gelen Jean
Lods'a da yazdı sanıyorum. Belki başka dostlarına ve arkadaşlarına da. E l
bette Güzin'e de. Birazdan göreceğiz
Roma'da pazarlar rengarenktir. Pazar günü kurulan pazarları ise
daha bir cümbüş. Alışveriş yapmak yerine seyretmek için. Bit Pazarı derse
niz daha hoş, bir renk ve parfil m soyutu sanki, evlere şenlik. Ne ararsan var
kardeşim. Derde dermandan başka. Hele pazar sabahları La Porte Porte
se'de kurulanı: inanın hiçbir yerde eşine rastlayamazsınız. Aman cepleri
nize dikkat. Ne olur ne olmaz hani?
Trastevere Mahallesi'ndeki esnafı görmelisiniz bir de: İstanbul, Na
poli, Cenova, Marsilya biraz da Barselona. H epsi burada üst üste ve fazlası
bile var. O güzelim el işi yapımı eserler. Abidin'e kalırsa gerçek sanat bu
rada ve işte gözümüzün önünde.
20 ROMA: ÜCAK-EK i M 1 95 2
Ş U BATTA İ STANBUL VE A NKARA
İstanbul'da bırakmıştık Güzin'i. Evet Güzin tek başına kalıyor. Tek ba
şına ama yalnız değil. Şubat tatili var: Ama Güzin, bunu anımsahnca sinide
niyor ve yanıtını yapıştırıyor: "Ben ne yapacağım şubat tatilini. Abidin gitmiş.
Annem ve evim Ankara' da. İstanbul'da Leyla Abla'nın evinde kalıyorum."
Nitekim daha önce andığım 5 Şubat 1952 tarihli mektubunda Abi
din'e şunları yazıyor Güzin: "Bu sabah, Leyla abla ile karşılıklı yatıyorduk, ka
pı çalındı, ben mektup dedim ve gerçekten mektup geldi (Abidin'den. MŞG),
kartpostala bayıldım, o kadar bize benziyor ki halleri, çok çok sevdim o kar
tı... Kimseleri gördüğüm yok, malum ya, arkadaşların sen olmayınca bana
metelik vermezler. Aksi gibi de şimdi isterdim aramalarını, pek yalnız hisse
diyorum kendimi, lalettayin konuşacak bir insandan bile hoşlanıyorum."
O günlerde Taksim Meydanı'ndan geçerken Güzin yine bir şipşak
çıya yakalanmış."Abla bir fotoğraf' diyen adam basmış deklanşörüne ve
Güzin'in sureti vurmuş kağıt üstüne: " Buyur Abla."Güzin neredeyse tebes
süm ediyor. Soruyorum:
- Abidin'e gönderdiniz mi bu fotoğrafı?
İşte yanıtı:
- H iç hatırlamıyorum.
Zaman zamanı izledi. Gel zaman git zaman bir süre sonra Güzin
"güzel, sakin ve dinlendirici Boğaziçi"ni terk etmek zorunda kaldı. Anka
ra'da DTC F'deki öğretim üyeliği bekliyor, dizi dizi öğrencileriyle, dört göz.
O günlerini şöyle anlatıyor Güzin: "Ankara'daki bütün aydınlar da
ğıtılınca Oktay'la (Rifat. M ŞG) ben kaldık. Tabii eşi Sabiş ve oğlu o çok se
vimli çocuk Samih de. Oktay'lara çok sık giderdik Annemle. Onlar da bize
gelip giderlerdi. Annemle çok iyi anlaşıyorlardı. Arada bir kuzeni o güzel
insan Mehmet Ali Aybar da çıka gelirdi: Kuzguncuk'tan, Boğaziçi kıyıların
dan haberlerle. Görüşüyorduk sıkça. Oktay oldum olası tartışmaya, tartış
ma yaratmaya bayılırdı. Takılır, tartışır, konuştururdu herkesi. Çok hoştu."
Oktay Rifat ailesiyle o günlerde, yanılmıyorsam, M altepe'de Uludağ
Sokak'ta oturuyordu. Güzin'e soruyorum ve Güzin anımsıyor:
"Bu adresi biliyorum. Bir ara birbirimize çok yakın oturuyorduk.
Çok sık gider gelirdik Yürüyerek çokça. Çünkü iki adımlık yer. Çocuğu
AB i D i N DiNO 21
pek anımsamıyorum. Ama bir ara Samih'in lafı geçti elbette. Daha sonra
biraz daha sıkça."
Güzin'in bana anlattığına göre, o aylarda, o yıllarda, H arnit B atu ve
Osman Okyar da Güzin ve annesi ile ilgileniyorlar. Şöyle:
" H amit Batu diplomat, Fethi Okyar'ın oğlu Osman Okyar öğretim
üyesi, çok kibar insanlar. Ben yalnız kalmayayım diye çok nazik davetler ya
pıyorlar: Bazen biri bazen öbürü, eve kadar gelir, beni ve annemi akşam ye
meği için bir yere, örneğin ' Süreyya'ya, götürür. Çok hoş insanlardı. Siyasi
açıdan Osman sağcıydı ama Abidin'le hep iyi bir dost olarak ilişkisini sür
dürdü. Paris'te de . . . H ep nazik bir biçimde tartışırlardı. Osman son derece
uygar bir insandı. Osman hep ahbaptı. H arnit B atu da öyle: O da çok nazik
ve çok cana yakın bir dostumuz olarak kaldı. "
22 ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
din'e kötü haberi iletmiş. O yaz Roma'ya gittiğimde, ben düşünüyordum,
Abidin'e söylesem mi söylemesem mi diye. Bilmiyorsa hiç haberi olmasın
daha iyi diye kuruyordum. Ama içimden de rahat değilim ve mutlaka söy
lemeliyim diyorum. Nihayet bir yemekte, oturuyorduk, dayanamadım ve
kötü haberi verdim:
- Biliyor musun kedimiz öldü dedim.
- Biliyorum dedi. Ve başka hiçbir şey söylemedi. Söylemek isteme-
di. Konuşmak istemedi canı. Üzüldüğü belliydi. Ben de üstelernedim
O gün bugün kedileri çok seviyoruz ama başka kedi almadık eve."
Güzin Abidin'siz Ankara günlerini bakın nasıl anlatıyor:
"Abidin'i İstanbul'da yolcu ettikten sonra, Ankara'da annemle kah
yorum. Annemle ben Dedeman'ın bir apartmanma taşındık O yokuşun
üstünde. Yine zemin katta. H atta badrum katta. Merdivenle iniyoruz giriş
katından aşağıya doğru. Ama öte yandan evimizin önü yine bir bahçeye açı
lıyor. İki odası ve bir holü var. Hoş."
O ev, Güzin'in kitabında (s. 171) sözünü ettiği "Ankara'da Perçiner
Apartmanı"dır. "Bodrum katındadır evet ve pencereleri beton bir avluya
açılır." Bilenler bilir Ankara'nın o tür evlerini: Küçükesat son duraktan bir
durak öncesi ve son durak evleri: Ah! Anılar bırak yakarnı bırak artık!
Fakat işe bakın siz: 2 Nisan 1952'de Abidin'e bir kartpostal gönderi
liyor şu adrese: " Uçak Sokak 4/7, MaltepefANKARA." Kartı gönderen Abi
din'in İtalya'ya uçtuğunu biliyor. Ve Güzin aracılığıyla Abidin'e ulaşmak ni
yetinde. Gönderen İstanbul Setüstü'ndeki evin birinci katının kiracısı veya
eski kiracısı. İsmi mi? İ şte yazıyorum: Lionel Billous. E lle yazılı kartpostal
dan okuyabildiğim kadarıyla isim bu. Soyad da bu. Belki de Lionel Rillous.
Kartpostal dedim ama doğrusunu isterseniz tam öyle değil: Bay Lionel Bil
lous, Setüstü'ndeki evin taraçasına kadar çıkmış, bembeyaz kar altındaki ta
raçanın fotoğrafını çekmiş: İşte Osmanlı çeşmesi tavus kuşu gibi kabarık iş
te solda karla kaplı ağaççık ağaç veya çiçekçik çiçek ve elbette o seçme taşlar
la donatılmış alçak duvar ve nihayet arkadaki ahşap ev: Yıkıldı yıkılacak
(mı?) Sonra bu fotoğrafın arkasına İngilizce birkaç satır döktürmüş:
" Dear Abidin Bey, Güzin H anım'dan Roma'da her şeyin sizin için
yolunda olduğunu öğrenmekten mutluyuz. Bu kış apartmanda kaldığımda
ABi D i N D i N O 23
çektiğim bu fotoğrafın hoşunuza gideceğini umuyom m. Bu yaz İngilte
re'ye dönüyoruz. Venedik ve İsviçre'de birkaç gün geçireceğiz. Sonra ben
İ ngiltere'ye eşim Almanya'ya gidecek. Bu yaz İngiltere'ye gelecek olursanız
bana bildiriniz. Dostlukla. Lionel Billous."
G üzin'e soruyorum: Setüstü'ndeki o güzelim ev ne oldu sonra ?
" Setüstü'ndeki evde de epey şey bıraktık. Annem kaldı bir süre o ev
de. Abidin ayrıldıktan kısa bir süre sonra satmak zorunda kaldık ama. Ön
ce evdeki eşya teker teker satıldı. Rasih (Nuri İleri. M Ş G ) eşyanın içinden
beğendiklerini gelip almış götürmüş. Nefis şeyler vardı. Boyalı demirden
Sultan Mahmut'tan kalmış şeyler vardı. Daha önce konuştuğumuz eşya ya
ni. Çok hoş şeyler. Satıldı onlar. H epsi gitti. Sonra evi sattık Sonra annem
Ankara'daki evde kaldı. O bir apartman katıydı."
Biraz önce ziyaret ettiğimiz apartman katı: Ankara'da. Küçükesat'ta.
Abidin'in bir içim su birkaç seramik eserini seyretmek de cabası. Güziıı Di
ııo-Abidiıı Diııo Mektuplan (1952-1973) 'de gelişmeleri günü gününe izlemek
olası (s. 13-17. Bu kaynakta yer verilen Nisan 1952 tarihli iki mektubu Gü
zin'in Abidin'e İstanbul'dan gönderdiği eklenmiş: Doğru değil. İki mektup
ta Ankara'dan postalanmış. Mektupların içeriği bunu çok açık bir biçimde
ispat ediyor. Dahası A 'daıı Z'ye Abidin Diııo 'da mektupların Ankara'dan yol
landığı belirtilmiş: s. 226. Nihayet Güzin anılarını aktardığı kitapta "iki sivil
polisin" kendisini DTCF' deki bürosunun kapısında beklediğini yazıyor.)
Burada, önce, bu akıl almaz ve bir o kadar da traji-komik olayı Abi
din'in ağzından özetlemek istiyorum, sonra da o günkü gazetelerden bir
kaçının olaya nasıl yer verdiklerine değinmek.
Abidin anlatıyor: 'Türkiye'den ayrılmadan bir süre önce dostum
Zeyyad Ebüzziya'nın isteği üzerine hiçbir iddiası olmayan küçük seramik
ler gerçekleştirdim, bir seramik fırınındajatölyesinde. (Abidin mütevazılığı
AB i D i N D I N O
elden bırakmıyor: Seramik işine girişmesinin nedeni Anadolu uygarlıkları
nı potasında eritmiş çanak-çömlek geleneğine yeni bir yorum getirmektir.
M ŞG ). Ama gel gör ki ben ülkeden ayrılınca polisin birilerini tutuklaması
gerekiyordu. Onlar da kimseyi bulamayıp seramiklerimi tutukladılar. Tam
Gogol'a yakışır bir öykü. Gogol bundan olağanüstü bir oyun çıkarırdı. Gü
zin' i ardımda bırakmamış olsaydım, doğrusu seramiklerimin başına örül
mek istenen bu çorap hikayesine ben de gülebilirdim. "
Başka bir yerde şunları ekliyor Abidin: " Meğer o seramikler propa
ganda imiş. Bunun kanıtı, imzaının kıvrımlarından ibaretti. Hani şu bildi
ğiniz imzam var ya işte o düpedüz kızıl propagandanın dik alası! Seramik
lerim orak çekiç taşıyormuş (Gülüyor Abidin) . Tabii zerresi yok orak çeki
cin. Zaten niçin taşısın seramik orak çekici? Hem taşısa ne olacak? Boşu
boşuna bir martaval. Fakat hasbayağı tahkikatlar yapıldı, dava açıldı. Gaze
telerde manşetler filan, üstelik 'ülkeden kaçtığım' da bildiriliyordu okurla
ra. Güzin cansiperane çırpındı. Seramiklerin çoğu kayboldu. Parçalandılar.
Birçoğunu saklamıştım peşin olarak, çünkü sergisini hazırlayacaktım."
Bu iş gerçekten çok komik: Hele Abidin gibi yıllarca resimlerine
imza atmayan bir sanatçı için. Ne diyor zaten Abidin: "Yıllarca hiç imza at
madım resimlerime, resmin kendisi dururken imza neyin nesi? Daha son
ra imzaını resimleştirdim."
Güzel ama "iyi saatte olsunlar"ın gözünden kaçmaz (! ): O resim
imzada veya imza-resimde hem orak bulurlar. Hem de çekiç. İşte bu kadar!
Güzin bana " suçlu seramiklerden" ikisinin fotosunu gösterdi ve he
diye etti: Biri bir balkon veya teras kenarında güneşe karşı "poz ver
miş." Pek öyle suçlu hali yok. Hiç. Arkada Ankara'nın kiremit kaplı çatıla
rıyla ünlü evleri. İkincisi iç mekanda poz veriyor. Güzel. Abidin el yazısıy
la ikisinin arkasına da notunu düşmüş: "Ceramique Ankara 1 9 5 ı . "
Evet hepsi b u kadar mı? Değil. Güzin'e kulak kabartır mısınız lütfen:
"Pencere kenarlarına çepeçevre diziimiş 77 parça, irili ufaklı sera
mikler. .. Altı çay takımları satılmış bile Fransız E lçiliğin e. Kocaman iki va
zo da satılmış, İş Bankasına. Büyük tabaklar, beyzileri, yuvarlakları, köşeli
leri, her boyda ibrik, kase, bardak, tabla . . .yani rengarenk bir cümbüş . . . İlk
kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla seramikler yapılmış . . . "
ROMA: ÜCA K - E K i M 1 95 2
Seramild erin sayısı Abidin'in ve Güzin'in değişik tarihlerde yazdık
Iarına ve söylediklerine göre değişebiliyor: Bazen 44, bazen 49, bazen 90,
bazen 1 0 0 , bazen 50 kadar oluyorlar . Bunun hiç önemi yok. Daha önce
belirttim Abidin'in rakamlarla arası iyi değildir. Biliyoruz. Asıl önemli me
sele başka tarafta sanıyorum. Bunu anlayabilmemiz için bu olayın o günle
rin gazetelerince nasıl irdelendiğine bir göz atmamızı öneriyorum:
I 3 Mayıs 1952 tarihli Hürriyet gazetesi, yani olayı n başlamasından
yirmi bir gün sonra, şu habere yer veriyor. Aynen aktarmak zorundayım:
"Ankara 12 (Telefonla) -Sanatkar Abidin Dino'nun yaptığı bazı sera
mik eserlerde orak çekiç bulunduğu alakah ların dikkatini çekmiştir. Yapı
lan incelemeler neticesinde (sonucunda) komünistlerin sembolü olan bu
işaretierin birçok eseriere ustaca yerleştirildiği neticesine (sonucuna) varıl
dığından Abidin Dino hakkında takibat açılmıştır. Fakat kendisinin Türki
ye'de olmadığı ve bir müddet önce karısıyla ( ! ! ! ! , yani Güzin Dino ile. M Ş G )
birlikte İtalya'ya gittiği anlaşılmıştır."
Gazetenin kaynağı polis. Ancak eşiyle birlikte İtalya'ya gittiği "habe
rini" nasıl uydurduğu merak konusu. Fakat böyle bir yalanla olaya son de
rece ciddi ve son derece polisiye bir hava verildiğini de kabul etmek lazım.
Bu işe sadece Gogol değil büyük ihtimalle Agatha Christie bile "sıcak baka
bilir" di. Çünkü Abidin sanki seramiklerine imza değil de İngiltere kraliçe
si'ne "parmak" atmış ve sonra da eşini de alıp İtalya'ya "kaçmış."Vay ana
sını! Bir ünlem işareti yeter sanıyorum. Aman çok affedersiniz bu böyük
(yazımda hata yoktur) haberin başlığını es geçmeyelim aman: " Bir komü
nistin yaptığı mel'anet." Ne diyordum?
Güzin, kitabında bu olayı bakın nasıl eğlenceli bir biçimde aktarıyor:
" Er tesi gün, Abidin'in komünizm propagandası yaptığının anlaşıl
ması üzerine, eşiyle Avr upa'ya kaçtığ ını yazıyor gazeteler. Oysa eşi, o sabah,
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin Abdülhak H arnit Salonunun amfısinde
( Hem salon hem amfi nasıl oluyor acaba? Güzin'e sormalı. M Ş G ) , 130 kişi
lik bir sınıf önünde dersini vermekte. . . Böylece üniversite gençleri kimi ga
zetelerin ciddiyetini bir kez daha kavramış oluyorlar" (A. g. k., s. 164.).
I 3 Mayıs 1952'de Ulus gazetesi de başlığını atıyor ve haberi veriyor:
Aynen şöyle:
AB i Di N D i N O
" B ir Komünistlik propagandası tahkikatı. " Kabul etmek lazım ki bu
başlık daha az Agatha Christie'lik. Eh o kadar da olur artık. Haberde neler
mi yazılı? İşte takdim ediyorum:
"Tanınmış ressamlardan Abidin Dino'nun yaptığı seramikler üze
rinde komünist propagandası mahiyetinde bazı şekiller görüldüğü iddiası
ile tahkikata başlanmıştır. Emniyet Birinci Şube Müdürlüğü bazı seramik
leri tetkik ederek dosyayı tamamlamış ve Savcılığa vermiştir. Savcılık res
sam hakkında tahkikata başlamıştır. Öğrendiğimize göre Abidin Dino ha
len İtalya'da bulunmaktadır."
Ankara gazetesi olarak Ulus "eşiyle birlikte İtalya'ya gitmiştir" tü
ründen bir yanlı ş yapmıyor. Ayrıca kaynağını da belirtiyor: Emniyet Birin
ci Şube Müdürlüğü. Yani siyasi işlere bakan birim. Eh bizde böyledir kar
deşim sanat eserlerinden bile Birinci Şube sorumludur.
Şaka bir yana Güzin'in kitabında yazdıklarından anlaşıldığı gibi,
"bir ihbar" söz konusudur. Ve bunun kim tarafından ve hangi amaçla ya
pıldığını bilemiyoruz. Şimdilik en azından. Çünkü bir gün polis arşivi açı
lırsa ihbarın kimden geldiğini ve niçin yapıldığını öğrenebileceğiz. Yarın
lardan umut kesilmez.
Ancak Güzin, 25 Nisan 1 9 5 2 tarihli mektubunda, Seramik Enstitü
sü müdürü H akkı İzzet'ten ve orada çalışanlardan şüphelendiğini, onları
suçlu bulduğunu sezdiriyor ve onları "sahtekarlıkla" suçluyor: Önce şunu
yazıyor: " S avcı bana, H akkı İzzet, Mah mut (? ) ve Arif Kaptan'ın da vaziyet
ten haberdar olduğunu ve H akkı İzzet'le Mahmut'un, bu saçma iddiaları
destekleyecek mahiyette konuştukla; ını söyledi."
Sonra şunları ekliyor: "Arif Kaptan ve Hakkı İ zzet'le telefonda ko
nuştum. Arifin hiçbir şeyden haberi yoktu. H akkı İzzet, kendisi orada (Se
ramik Enstitüsü. M Ş G) yokken resimlerin (fotoğraflar olmalı. MŞG) çekildi
ğini ve birkaç gün evvel sorguya çağrıldığım, kendisi senden ne biliyorsa an
lattığını, orak çekiç meselesinin varit olamayacağını, kendisine gösterilen
şüphe unsuru resimlerde (Enstitü'de çekilen seramiklerin fotoğraflar mı?
Yoksa Abidin'in bizzat yaptığı resimler mi? M Ş G) ancak hayal kuvvetiyle bir
şey bulunabileceğini, her kaviste (kavisle? M ŞG) hattı müstakim karşılaşma
sını(n) orak çekiç olarak tefsir edilmemesi lazım geldiğini söyledi. Seni ora-
ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
ya Demokrat Partili bir milletvekilinin götürdüğünü, şahsi münasebetinde
katiyen en ufak bir kötü şey görmediğini uzun uzun anlatmış."
Eh "uzun uzun anlatınca" mutlaka "dişe dokunur şeyler" de söyle
miştir H akkı İzzet Beğ (Yazımda hata yoktur. M Ş G ) .
Savcı seramiklerin "saklanması için'" "bunları Seramik Enstitüsüne
geri yollayacağız" deyince Güzin kabul etmiyor ve mektubunda şunu yazı
yor Abidin'e " bize karşı sahtekarlıkla hareket etmiş şahıslara tekrar ema
net edemem seramikleri, dedim. " (Mektuplar: s. 14.)
Bunun bir nedeni var elbette: Polis ve savcılıktaki soruşturma sıra
sında, Güzin, seramiklerin daha Enstitüdeyken fotoğraflarının çektirilmiş
olduğunu öğreniyor çünkü.
Güzin'le bu meseleyi konuştuk. Bana anlattıkları aynen şunlar:
" Seramik Enstitüsü müdürü Hakkı İzzet garip bir adamdı. Abi
din'in seramiklerini ihbar eden kişiydi belki. O sıralarda birçok kişinin yo
rumu buydu. Tezlerden, teorilerden biriydi bu. Almanya'da okumuştu ve
Enstitü müdürü olmaktan çok memnundu. Daha işin başında Abidin'in
Enstitü'ye gelip seramik çalışmasından memnun değildi. Ama Abidin'i
oraya Zeyyad Ebüzziya götürdüğü için sesini çıkaramamıştı. Abidin'i kıs
kanan bir adam. Bu çok açıktı. Abidin'in seramiklerini kıskanan bir adam.
Seramiklerde orak-çekiç olduğunu polise bildirenin O olduğu sanılıyordu
o günlerde. Bunu haklı çıkaracak bir şeyi bizzat yaşadık: H akkı İzzet ile, yıl
lar sonra, bir kez Cannes'da karşılaştık, tesadüfen, bizi, yani Abidin'le be
ni, görmemezlikten geldi. Abidin de bunun üzerine ' Boş ver' dedi ve yolu
muza devam ettik. "
Elbette H akkı İzzet ihbar etmiş olabilir. Ama b u olayın başka boyut
ları da var sanıyorum:
Abidin, Türkiye'den ayrılırken Siyasi Polis ve polis teşkilatındaki
başka birimler, en azından birkaç polis yetkilisi, çıkmasını engellemek is
tediler. Dahası çıktığında, onca zorlukla nihayet elde edebildiği "pasaportu
nun ancak üç aylık süresinin kaldığını" bizzat Güzin yazıyor kitabında. He
sabımızı yapalım: Bu süre nisan ayında bitmiş oluyor. Bu durumda kimi
"çok akıllı yetkili, "böylece Abidin'in pasaportunun uzatılmamasını ve bel
ki geri getirilmesini sağlayabileceklerini sanmış olabilirler. Ve bu işte H ak-
Asi D i N D i N o
kı İzzet gibi birini bulunca, onu "kullanmış" olabilirler. O yıllarda güzel sa
natlar alanında (Elbette başka alanlarda da) çalışan kimi idari personelin şu
veya bu biçimde polisle ve MiT'le işbirliği yapmaktan kaçınmadığı bir dev
let sırrı değil bugün. Örneğin Bedri Rahmi Eyüboğlu, Kardeş Mektupla
rı 'nda, ı6 Kasım 1951 tarihli ve "Cemal Beye," Cemal Eyüboğlu'na (?), gön
derdiği mektubunda o sırada İGSA müdürü olan Zeki Faik İzer'in M İT'e
bilgi verdiğini ve M iT'le işbirliği yaptığını apaçık yazıyor. (A. g. k., s. 327.)
Zeki Faik İzer 1 948'de İ G SA müdürlüğüne atandı ve bu görevde 1953'e ka
dar kaldı. (Gül İrepoğlu'nun kitabına bakılabilir.)
İşte yine aynı bağlamda son derece komik bir hikaye: 25 Nisan 1952
tarihli mektubunda Güzin, birinci bilirkişiye itiraz edip itirazı yerinde gö
rülünce ikinci bilirkişi için saptanacak ressarnlara ilişkin olarak savcının
kendisine merak etmemesi anlamında şunu söylediğini, parantez içinde,
ekliyor: "Savcı, Milli Emniyetten isteneceğini söyledi ressamların."
Daha ne olsun?
Öte yandan, şimdilik bir varsayım olarak ve yukarıdaki çıkarsa
maru la bağlantılı biçimde şunu da ileri sürebiliriz sanıyorum: Ekim
195 ı'de İstanbul'da başlatılan Türkiye Komünist Partisine (TKP) yönelik
tutuklamalar ve bu vesileyle Abidin'in de gözaltına alınıp aynı gece serbest
bırakılınasına karşın İtalya'ya gitmesinden sonra Abidin'i yeniden TKP da
vası içine katmak ve hesap sormak isteyenler olmuş olabilir. Bu bağlamda
birkaç ay sonra, 8 Eylül 195 2'den itibaren, Ankara'da başlatılan TKP tutuk
lamaları da göz ardı edilmemelidir. Tutuklamalar sonrasında TKP yönetici
ve militanlarının belli bir süreden beri izlendikleri de ortaya çıkınca. Ve he
le ilk günlerdeki tutuklananlar arasında, Zeki Baştırnar başta, Abidin'lerin
Ankara'daki evlerine sık sık gidip gelen dostlarının bulunmasını da anım
sarsak. .. Bu konuda herhalde her şey söylenmiş değil.
29 H aziran 1952 tarihli Akın gazetesi, " Resimlerine Orak-Çekiç çi
zen bir ressam" başlığı altında gelişmelere şu şekilde yer veriyor:
"Ankara(Akın)-Bundan bir müddet evvel, tanınmış ressamlardan
Abidin Dino'nun bazı tabolarında (dikkatinizi rica ediyorum: Seramikler
yerlerini "tablolarına" bırakmış durumda, Akın sayesinde! M Ş G ), bilhassa
seramiklerinde (Aman gerçek suçlular unutulmamış! M Ş G) komünizm
30 RO MA: OcAK-EKi M 1 95 2
propagandası mahiyetinde Orak ve Çekiç resimleri (Dikkat dikkat imza de
ğil resim! M ŞG) gizlediği (Aman aman! M Ş G) ihbar edilmişti.
Savcılıkça yapılan tahkikat neticesinde ihbar edilen hususlar varit
görülmüş ve Abidin Dino, komünistlik propagandası yapmak suçundan
şehrimiz (Ankara demek istiyor. M Ş G ) Ağır Ceza Mahkemesine verilmiş
tir. Halen İtalya'da bulunan Abidin Dino'nun Türkiye'ye celbi (getirilmesi)
için gerekli teşebbüse geçilmiştir."
İ şte n e diyorduk: Amaç Abidin'i İtalya'dan geri getirtmek. Bu teşeb
büsjgirişim yapıldı mı? Yapıldıysa hangi aşamada kaldı gibi sorular aklımı
za takılıyor. Abidin'in 1 9 5 2 Ekim'inde belki Kasım'ında İtalya'dan ayrılma
sında bu girişimin bir etkisi oldu mu? Abidin o günlerde pasaport ve bu
lunduğu ülkelerdeki oturma meselelerini nasıl kotardı? Bu sorular yanıtla
rını arıyorlar/bekliyorlar.
Taha Toros Tarih ve Toplum'un Ocak 1994 tarihli sayısındaki maka
lesinde aynen şunları yazıyor: "Abidin'in Türkiye'ye iadesi için (Türkiye
Cumhuriyeti) Hükümet(in)ce İtalyan Hükümeti'ne başvurulduğu bizde
sadece gazete havadisleri (haberleri) arasında yer aldı."
Güzin işin farkına varmış olmalı: Çünkü bakın 30 Nisan 1 9 5 2 tarih
li mektubunda aynen şunları kaleme alıyor: "Anlaşılıyor ki, seni çekerne
yen birtakım insanlar, böyle bir iş çıkarıp, senin bu suretle geri getirilme
ne sebebiyet vermek istediler, tabii bu ancak dava konusu olursa belki ola
bilir. Şimdilik iş, birinci tahkikat safhasında . . . " (A. g. k., s. r 6 ) .
Güzin, bana 13 Aralık 2 0 05'teki konuşmamızda, şunu söyledi:
"Amaçları Abidin'i Roma'dan geri getirmek. Bütün maksat o."
Kitabında ise bu konuda biraz daha geniş bilgi bulmak olası: " . . . or
taokul resim öğretmenleri ve Ulus gazetesinin bir desinatöründen oluşan
yeni bir bilirkişi ( Sıralamadaki ikinci bilirkişi. M ŞG) heyeti, Abidin'in sera
miklerinde orak-çekiç resimleri çizilcliğine karar veriyor! Ağır Cezada yar
gılanması için İtalya'dan geri getirilebileceği söyleniyor. Bu uğurda -ne sı
fatlaysa- Cihat Baban'ın Roma'ya uçtuğunu öğreniyor Abidin. H emen iş
lemi durdurmak gerek. .. Savcıya bir mektupla, ortaokul resim öğretmenle
rinin, çağdaş çizgi ve resim sanatı alanında yetkili alamayacaklarını yazıyor
Güzin. " (s. r 6 5 . )
AeioiN D i N o
O günlerin ünlü gazetecisi Cihat Baban'ın, Güzin'in vurguladığı gi
bi, ne sıfatla ve ne tür bir görevle Roma'ya "uçtuğunun" araştırılması ilginç
sonuçlar vermeye aday.
Cihat Baban hakkında şu bilgiler kimi meseleleri anlamamız için
yardımcı olabilirler mi? Bilmiyorum. Umuyorum ve o nedenle dikkatinize
sunuyorum:
1 9 r r doğumlu olan Cihat B aban Galatasaray Lisesini ve İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra gazetecilik mesleğini
seçiyor. Değişik gazetelerde çalışıyor. Başyazar oluyor. .. Demokrat Parti
den milletvekili seçiliyor. .. 27 Mayıs 1 9 6 1 askeri darbesinden sonra Ba
sın Yayın ve Turizm Bakanı olarak çıkıyor karşımıza ilk askeri hükümet
te ... Kurucu Meclis üyesidir daha sonra. Ve 1 9 6 1- 1 9 6 5 döneminde
C H P'den milletvekili . . . Sonra aradan epey zaman geçiyor ve 12 Eylül
1 9 8 0 askeri darbesinin askeri hükümetinde bu kez Kültür Bakanı olarak
buluyoruz Cihat B aban'ı. 1 9 84'te ölüyor. Devletinin adamı mı dediniz?
Ben de aynı kanıdayı m.
To PRAK Anş S u
Nedir seramik? Toprak, ateş, sudan gayri? Ankara'da buna bir mik
tar da bürokrasi, kıskançlık, polis bıyığı, savcının sert bakışı, sıkıntı, git-gel
ler, ehlivukuf (Anlayamadınız değil mi? Tabii anlayamazsınız. Biz de ilk
okuduğumuzda anlayamadık! Bir daha yazıyorum: eh-li-vu-kuf. Hala anlaya
madınız mı? Bilirkişi kardeşim: Bilir-kişi! ) , dedikodu vesaire vesaire katmak
gerekecek 1952 ilkbaharında. Ve Güzin Dino nam kadının canını dişine ta
karak eşinin namusunu pardon seramiklerini savunmak için mücadelesini.
N eler yaptınız o günlerde Güzin?
"Komiserlikten döner dönmez ilk Zeyyad Ebüzziya'ya telefon açtım,
durumu anlattım. Abidin'in seramik yapmasını isteyen ve Abidin'i Seramik
Enstitüsüne götüren dostumuz. Alev'in babası."
Güzin, 25 N isan 1952 tarihli mektubunda şunları yazıyor: " Zeyyad
Ebüzziya'ya dün telefon ettim ve bu abuk sabuk, fakat içinde hiç de iyi ni
yet görmediğim hikayeyi anlattım. Maalesef kendisini geç buldum ve az
sonra kongreye gidiyordu, fakat savcıyı gör eceğini ve bu işle meşgul alaca-
32 RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
ğını söyledi. Benim de, kendisinden bahsetmemi ve ona müracaat etmele
rini söylememi ısrarla tekrarladı. "
Aynı mektubunda biraz sonra şunu ekliyor: " Zeyyad, ' N e yapalım,
bu cehalet safhalarından geçeceğiz' diyor. Tabii öyle ama, bu biraz fazlası,
kötü niyet olmadığına da bir emin olsam."
Güzin bu konuda bana başka bir şey daha anlattı:
" Bir de, ismini unuttum, Peyyaz'dı galiba ismi, ama emin değilim,
Celal Bayar'ın yani o zamanki cumhurbaşkanının yeğeni. Çok ahbaptı bi
zimle, Abidin'le ve benimle. Ama daha çok Abidin'le. Eve gelir, içki içilir,
lokantalara gidilir, öyle bir alıhap yani. Bir de ona telefon açtım."
Burada hemen anımsatmalıyım: Adı anımsanamayan kişinin daha
sonra Milli i stihbarat Teşkilatı için çalıştığı mahkeme tutanaklarına geç
miştir. İ smi mi?
İsmi eğer Özdemir Evliyaoğlu ise, Mehmet Ali Aybar Türkiye İşçi
Partisi Tarihi isimli çalışmasının birinci cildinde onun için hükmünü açık
lıyor: " MİT ajanı."
Yıldız Sertel, Ardımdaki yıllar başlıklı kitabında bu isimden söz edi
yor: "Cami Baykurt (Doğrusu Cami Baykut olmalı. M ŞG)ve beraberinde
getirdiği Özdemir adında bir genç ve Aslan Kumbaracı."(s. ro3.) (Doğrusu
Aslan Humbaracı. M ŞG . Bu kişinin maceralarını daha sonra göreceğiz.)
O yıllarda İstanbul ve Ankara'daki aydın, sanatçı, yazar ve şair
çevrelerinden çıkmayan/çıkarılamayan adamlardır bunlar: İ stanbul'da
örneğin Sertellerde, Ankara'da mesela Abidinlerde ve başka evlerde çö
reklenmiş birer "köstebek." Görünüşte " solcu," gerçekte "içeriye sızdırıl
mış ajan."
Güzin anlatımını sürdürüyor: " Bir de Adalet Bakanı Rüknettin
Bey'e telefon ettim. Ve kendisiyle görüştüm Rüknettin Bey'in kendisi de
ressam ve bana ne dedi biliyor musunuz? ' Kızım, kocan niçin çiçek, böcek,
kuş, balık resimleri yapmıyor da böyle herkesi çileden çıkaran işler yapı
yor? Görüyorsun başına ne belalar geliyor.' Çünkü kendisi öyle bir ressam.
Hani 'pazar ressamı' denir ya o cinsten. Boş zamanlarını 'değerlendirmek'
bir tür merak olarak resim yapıyor: İ şte güzel kuşlar, çiçekler, manzaralar
filan yapardı. istiyordu ki Abidin de o tür resimler yapsın."
Asi D i N D i N o 33
Güzin kitabında şunları yazıyor: " Boş vakitlerinde, Fenerbahçe'de
ki köşkünde suluboya manzara, çiçek, kuş resimleri yapan Bakan, 'A kı
zım, senin kocan da, gül, bülbül resimleri dururken, ne diye köşeli ya da
kıvrımlı anlaşılmaz çizgiler çiziyor,' diye yakınıyor."(s. r 6 6 .)
Güzin, bakan için şunları ekliyor sohbetimizde: " Rüknettin Bey, se
ramik işinde çok yardım etti. Daha sonra da: 1 9 52'de yaz tatilim için Ro
ma'ya giderken ve 1954'te Paris'e gittiğimde benim pasaportumun çıkarıl
masını O halletti mesela. "
Güzin iki mektubunda d a Rüknettin Bey'den söz ediyor ama hep
"Adli ye Bakanı" olarak. Böyle bir bakan veya bu adla bir bakanlık Cumhu
riyet yıllarında hiç olmadı. Doğrusu Adalet Bakanıdır.
Adalet Bakanı Rüknettin N asuhioğlu'dur. Adnan Menderes'in Bi
rinci Hükümetinde İçişleri B akanlığını üstlenen Nasuhioğlu, Mart
1 9 5 r 'den itibaren Adalet Bakanıdır.
Güzin 25 Nisan tarihli mektubunda şunları yazıyor: "Adli ye (adalet.
M Ş G) bakanı İstanbul'da, (Ankara'ya. M Ş G) gelir gelmez görüşeceğim ve
bu uydurma pis iftirayı tespit ettirmesini rica edeceğim."
30 Nisan tarihli mektubunda bakanla bir gün önce, yani 29 Nisan
salı günü, görüştüğünü belirtiyor. Ve şunu ekliyor: " . . . Adliye (adalet) baka
nına telefon ettim, . . . malumatım var, Akademi hocalarından müteşekkil
(oluşan), bir üçüncü ehlivukuf olacaktır, göstereceğiz (göreceğiz? M Ş G ),
dedi. Fakat b u son ehlivukuf, dedi."
Güzin, kitabında (s. ı6s-ı66) bu konuyu biraz farklı anlatıyor: "Ara
da bir babasının evine gidip gelen arkadaşlarından biri, Adiiye Bakanı (Ada
let Bakanı, M Ş G ), Güzin'i çağırıyor, seramiklerin üzerinde bulunan anlam
sız çizgilerin ne demek olduğunu soruyor ona. O (Yani Güzin. MŞG) ise, so
yut çizgiler olduğunu anlatmaya çalışıyor. . . ve yeni ölmüş olan babasının
(Güzin'in babası Ağustos 1945'te vefat etti. MŞG) anısına saygısından ola
cak, Cumhuriyet Başsavcısına telefon edip Güzin'i savcıya gönderiyor."
Bunu aşağıda aktaracağım. Burada şunu söyleyebiliriz sanıyorum:
Güzin önce bakana telefon etti, sonra bakanın çağrısı üzerine görüştüler.
Bunun sonucunda meselenin üçüncü bilirkişi tarafından değerlendirilme
si kararı alınıyor.
34 ROMA: OcAK- E K i M 1 95 2
" B i LMEZ OIAsr" B İ Lİ RKİŞİLER
Bu kadar "önemli" bir mesele için üç evet üç ehlivukuf yani bilirki
şi oluşturuluyor:
Birincisini, Güzin 25 Nisan tarihli mektubunda takdim ediyor: " Po
lis Enstitüsünden dört tane profesör." Bunun üzerine Güzin sormuş, " B ey
lerin hangisi ressam dedim, hiçbiri değilmiş. Sade bir tanesi fotoğrafi ho
cası. Ben de reddettim bu heyeti, uzun münakaşalardan (tartışmalardan)
sonra, profesörlerden ikisi, beni haklı bulduğu için, savcıyı en aşağı üç res
samın da katılacağı bir ehlivukuftoplanmasına ikna ettik. Bu dört zat, yine
o grupta bulunacak,
Güzin 30 Nisan tarihli mektubunda ikinci bilirkişiye ilişkin bilgiler
veriyor: 29 Nisanda "ikinci bir ehlivukuf toplanmış (kimler olduğunu bil
miyorum, benim bulunmarnı savcılık bu sefer istemedi, zaten usulden de
değilmiş) ve bu ehlivukuf bazı parçalarda (seramik parçalarında. M Ş G )
orak çekiç tespit etmiş, kalanları geri vereceklermiş, ötekiler üzerinde gere
ken muamele yürütülecekmiş."
Ancak yukarıda Güzin'in kitabından aktardığım gibi, ikinci bilirki
şinin ortaokul resim öğretmenlerinden ve bir gazete desinatöründen oluş
tuğunu Güzin öğreniyor.
Güzin bu bilirkişiye de itiraz ediyor, haklı olarak:
30 Nisan 1 9 5 2 tarihli mektubunda Abidin'e şu bilgileri veriyor: "Fa
kat ben, dün, ( ... ) bir dilekçe ile müracaat ederek ehlivukufun, modern re
simden anlar Akademi profesörleri ve sanat profesörleri tarafından teşkil
edilmesi lazım geldiğini, lalettayin resim hocalarının hükümlerinin işi
yanlış yola sevk edeceğini söyledim. "
İşte b u itirazı ve Adalet Bakanının ve büyük ihtimalle Zeyyad Ebüz
ziya'nın müdahaleleriyle, üçüncü bilirkişinin oluşturulması kararlaştırılı
yoL Bu bilirkişi "Akademi hocalarından müteşekkil" olacaktır. Bunu söyle
yen Adalet Bakanı'dır. Bakan ' Fakat bu son ehlivukuf' diye eklerneyi de
unutmuyor.
Güzin 30 Nisan tarihli mektubunu bitirirken Abidin'e şöyle sesle
niyor " Sen kendine iyi bak, fazla üzülme. Zeyyad Ebüzziya da uğraşıyor bu
işle, bakalım ne olacak?"
AB i D i N D i N O 35
ÜÇÜNCÜ E HLİVUKUF
Adalet Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu'nun, Güzin'in babası Meh
met Asım Dikel'le geçmiş yıllardaki dostluğu anısına işe müdahale etmesi
üzerine seramiklerdeki Abidin imzalarında "orak-çekiç bulunup bulunma
dığını" saptamak için üçüncü bilirkişinin tayini kararlaştırılıyor. Ancak ba
kan idari mekanizmanın ve adli makamların hiyerarşisine saygısı ve aynı
zamanda Güzin'in de birtakım meselelerde " daha dikkatli olunmasını öğ
renmesi için" olmalı, onu Ankara Cumhuriyet B aşsavcısı ile görüşmeye
gönderiyor. Sonrasını Güzin'in kitabından okuyalım mı?
B akan " Cumhuriyet Başsavcısına telefon edip Güzin'i savcıya gön
deriyor. Bakan tarafından gönderildiği için olacak, teşrifatla, hemen kabul
ediliyor Cumhuriyet Başsavcısının odasına. Büyük odanın başköşesine çe
kilmiş, bürosunun başında oturan başsavcının arkasında, neredeyse duva
ra sinmişçesine silik, abus suratlı, kara kaşlı, kül renkli, sıska bir adam otu
ruyor. Kimin nesi olduğu belirsiz biri. Başsavcının masasanın üstünde,
Abidin'in seramiklerinden bir parça: kapaklı çaydanlık Başsavcı Güzin'in
masanın yanına kadar yaklaşmasını bekliyor. Başsavcı, ' Maalesef, seramik
lerin üstünde orak-çekiç işaretleri bulunduğu tespit edildi,' deyip çaydanlı
ğı avucunun içine alıyor, baş aşağı etmeye çalışıyor, ama beceremiyor. Çay
danlığın kapağı kayma ve düşme tehlikesi gösteriyor. Kapak düşmesin di
ye dengeyi tutturmak için el cambazlıkları yapıyor başsavcı ve sonunda ka
pağı bir eline alıp, öbür eliyle çaydanlığı tersyüz ediyor güçbela dibindeki
Abidin imzasını gösteriyor: 'İşte, buyrun efendim. Yazı ve resim uzmanla
rının belirttikleri gibi, imzasının 'd' harfinin uzantısı, çekicin kulpu, 'n'
harfinin yukarıya doğru kıvrılıp uzaması da, arağın ta kendisi,' diyor Cum
huriyet Başsavcısı ciddiyetle. Abidin'in kırk yıllık imzası bu . . . Güzin, karşı
lık veriyor: 'Peki, bu acayip görüşü kabul etsek bile, bunun propagandası
nerede? Çaydanlığın içine sıcak su doldurulacak ve de tersyüz edilip, halk
kitlelerine propaganda mı yapılacak? Üstelik 6 o o liraya satılmış bir çay ta
kımı kime ve nasıl seslenecek de propaganda oluşturacak? İmzaların hep
si yapıtların altında gizli. Nasıl propaganda ve suç unsuru olabilir? ' diye çı
kışıyor. Aslında Başsavcı da saçmalığın farkında, ortada ne orak var ne çe
kiç, yalnızca Abidin'in kıvır kıvır imzas ı . . . Duvara yapışık külrengi
ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
adam büsbütün toz oluyor. Başsavcı, yatıştırıcı bir davranışla, 'Öyleyse, ça
resiz Güzel Sanatlar Akademisi cevap verecek meseleye efendim,' diyerek
konuşmaya son veriyor. Güzin'in istediği de bu ... "(s. r 6 6 - 1 67.)
Güzin'in bu meseleyle ilgili sadece iki mektubu yer alıyor Mektup
lar'da. Çok az. Abidin'in İstanbul'u terk edip, önce Roma'da dokuz ay son
ra Paris'te geçirdiği birkaç ay için, yani bütün 1952 yılı süresince bu iki
mektuba 5 Şubat 1952 tarihli mektubunu da eklersek toplam üç mektup
oluyor. i nanılması mümkün değil. Çünkü Abidin ve Güzin'in birbirlerine
günü gününe mektup yazmaları gibi bir " sözleri" olduğunu tahmin ediyo
rum. Nitekim bu üç mektupta bile bu duyumsanıyor. O halde nerede diğer
mektuplar? Bu arada Güzin'in bana hediye ettiği ve önceki ciltte yayınladı
ğım kartpostalı da amınsatmak isterim. Bu durumda şu söylenebilir: 1 9 5 2
yılı mektuplarının tümü saklanmamış: Buna inanmak zor: Çünkü Abi
din'in en ufak bir kağıdı, bir tren biletini, bir sergiye katılım makbuzunu,
bir sergiye giriş kartını, kendisiyle vefveya sergileriyle ilgili en küçük gaze
te haberini bile sakladığını bugün biliyoruz. Bir ihtimal daha var: Belki
1952 yılı mektuplarının tümü bulunamadı. O zaman bu mektupların ve
kartpostaBarın Abidin'in kağıtları arasından bir gün çıkmasını beklemek
ve ümit etmek lazım. Şu da manidar elbette: Abidin'in kartpostaUar ve
mektuplar gönderdiğini Güzin'in toplam üç mektubundan anlıyoruz, ama
1952 yılında Abidin'den gönderilmiş tek kartpostal, tek mektup yer almıyor
adı geçen kitapta. Y azık.
Abidin'in Roma'dayken Ankara Cumhuriyet Savcısına yazdığı fakat
göndermediği bir mektubu bir istisna olarak A 'dan Z'ye Abidin Din o da ya
'
yınlandı (s. 230-23 1). Demek ki diğer mektupları için umutlu olmamak için
bir neden yok.
Bu durumda üçüncü ehlivukufun Akademinin, yani Güzel Sanatlar
Akademisinin hangi "hocalarından" oluşturulduğunu öğrenemiyoruz. An
cak böyle bir bilirkişi içinde Zeki Faik İzer'in ismi geçiyor kimi zaman. Bu
nu göz önünde tutarak meseleyi Güzin'e soruyorum. Ve o artık alıştığım
aksiliğiyle kısa bir "Tanımıyorum! " cevabı veriyor. Pes! Zeki Faik İzer ta
nınmayacak adam mı? Abidin'le birlikte D Grubu içinde yer almış, kendi
ne göre bir tanınmışlığı, bir şöhreti, bir ismi olan ve uzun zaman Fran-
AB i Di N D i N o 37
sa'da, güneyinde ve Paris'te yaşamış bir ressam. Eleştirilen birçok yönü
olan bir insan olduğunu da daha önce vurguladım: İGSA Müdürü iken,
Bedri Rahmi'nin bir mektubunda yazdığı gibi " M İT'e bilgi veriyormuş. "
Peki, ama b u adamın Abidin'le hiçbir ilişkisi olmadı m ı ? Güzin'den öğren
mek na-mümkün! Güzin'in genellikle bu biçimde kısa ve aksi "Tanımıyo
rum!" yanıtının Türkçesi şudur: Bu ismi, bu konuyu, bu meseleyi hiç sev
miyorum, hemen kapayalım, bunun dışında benden tek sözcük alamazsı
nız. Peki. Büyüğe saygıda kusur olmaz. Aile terbiyemiz böyle. Ama ümit
sizliğe kapılmamak da şart. Nitekim Güzin şunları da söylüyor:
" Genellikle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde Abidin'i pek
tutmazlardı. Bedri Rahmi hariç. 1952'de seramik meselesinde Abidin'i tut
tular. O günlerde Bedri Rahmi Abidin'den yana ağırlığını koymuştu."
İyi ki Güzin adını sık sık andığım kitabını yazmış: İşte meselenin
nasıl sonuçlandığını öğrenebilmek için bir kez daha bu kaynağa başvuru
yorum: "Güzel Sanatlar Akademisi -büyük yüreklilik göstererek- seramik
lerde suç unsuru olmadığına karar verecekti sonunda."
H emen belirtmek lazım: Burada karar veren bütün bir " Güzel Sa
natlar Akademisi" değil. Bu kurumun bünyesinden seçilen bir bilirkişi
heyetidir. Ama bu bilirkişide kimlerin bulunduğunu henüz öğrenebil
miş değilim.
Bu meselenin nasıl sonuçlandığını Abidin, " Seramik sanatının baş
kentinde" başlıklı makalesinde şöyle yazıyor (Cumhuriyet, 26 Temmuz
1990):
"Araya insaflı bir iki sorumlunun karışması ile daha doğrusu Gü
zin'in Ankara'yı birbirine katması ile suçsuzluğum İstanbul Güzel Sanat
lar jürisi (İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinden seçilen bir bilir
kişi heyeti olmalı. M ŞG) tarafından açıklandı. Fakat dosya kapanmadı!
ı 9 6 9 'da İ stanbul'a döner dönmez, uçaktan iner inmez tutuklandım, San
saryan H am boyladım. Bütün bunlar, Türk modern seramik sanatına bir
katkıda bulunma hevesi yüzünden."
Peki o günlerde yaratılan seramikler ne oldular Abidin? Yanıtını ay
nı makalede veriyor: "O dönemden kalma birkaç seramik tek tük dostlarda
bulunuyor. Çoğu ise geri dönmedi, kırıldı ya da kayboldu komiserliklerde,
ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
emniyet depolarında. Biraz yazık. Biçim ve renk olarak Hitit, daha doğru
su Prota-Hitit'lerden izler taşıyan bu çanak çömlek aynı zamanda hayli ye
ni renkler ve biçimler getiriyordu. "
Aynı soruyu Güzin kendi kendine soruyor v e yanıtını kitabında ve
riyor: "O arada ne oluyor seramiklere? Kimi, paliste 'yok olduğu' için geri
gelmiyor. Kimi, (Güzin'in) annesinin (Ankara'daki) evine ulaşıyor ya da
eş dosta veriliyor. Bir iki parça da Paris'e kadar gelebiliyor" (s. ı67.).
SAVCI BEYE
İlk günlerde işin adli ve tatsız bir boyut kazanması üzerine Abidin
Roma'dan Ankara Cumhuriyet Savcısına bir mektup yazmaya karar veri
yor. Mektubu yazıyor. Fakat ne iyi ki daha sonra meselenin dramatik bo
yutlar kazanmadan sonuçlanacağının belli olması ve nihayet Abidin lehine
sonuçlanması üzerine göndermekten vazgeçtiği bu mektubu, Abidin'in o
günkü düşüncesini, "yaratma hürriyeti," sanat ve adalet konularındaki yak
laşımını yansıtması nedeniyle buraya aynen almak istiyorum:
" S ayın Savcı,
Seramiklerimin polisçe evimden götürülerek tahkikata konu teşkil
ettiklerini derin bir hayretle öğrenmiş bulunuyorum. Böyle bir hadisenin
sanat tarihinde misli olmaması hayretimi izaha kafidir (açıklamaya yeter)
sanıyorum.
Abdülhamid curnalcılığı kalıntılarının, demokrasi düşmanlarının,
memleket sanatını baltalamalarına, Türk Adiiyesini tertiplerle oyalamaları
na müsaade etmeyeceğinizden eminim. Seramiklerim, memleket kaynak
larından (Hitit sanatı) ilham alarak yaratılmış tezyini (süsleyici) sanat eser
leridir. Bizde bildiğiniz gibi tek müşterileri varlıklı vatandaşlardır. Bu cins
süs eşyalarına, vazo veya saksılara bulmaca kabilinden annalar nakşedecek
kadar bön bir sanatkara hiçbir memlekette rastlanmamıştır. Bendenizin de
bu yolda ilk adımı atmayacağıma itimat buyrun. Memleket çapında mese
lelere hasrediimiş kıymetli vaktinizi almamak için sözü kısa kesiyorum.
Ancak, Türk Adiiyesini temsil eden yüksek makamınızdan ve şah
sen sizden, tezvirci iftiracılara ve tertipçilere karşı, kendi haklamndan ziya
de, Türk sanatının ve yaratma hürriyetinin korunmasını rica ediyor, küçük
AB i D i N D i N O 39
kıskançlıklar veya daha da çirkin maksatlada harekete geçmiş muhbirlerin
uydurma isnatlarını ve gülünç çizgi şerhlerini deşeceğinize güveniyorum
Bir meczup, bir Hurufı, bir serseri değil, dış memleketlerde milletini şeref
le temsil etmeye çalışan bir sanatkarım ve bu sıfatla bir Türk sanatkarı ola
rak sizden talep ediyorum: Sanatımızı bu ortaçağ kafalarından koruyun Sa
yın Savcı.
En derin saygılarımla,
Ressam Abidin Dino
(Herhangi bir seramik parçası üzerinde tamamlayıcı malumat iste
niyorsa, bir fotoğrafı gönderildiği takdirde, derhal lazım gelen bilgiyi gön
dermeye hazırım.)
Piazza Colosseo 7· Af3.
Abidin gibi Güzin de Türkiye'de sanata gösterilen bu "ilgi" ile yurt
dışındaki ilgiyi kıyaslıyor: 25 Nisan ı 9 5 2 tarihli mektubunda, Güzin, şöyle
dertleniyor: " Dün bir aralık ehlivukufun önünde dayanamadım, Ne hazin
bir tezat ve durum, dedim.
Roma'da devlet galerilerine, Venedik Bienali'ne seçilecek birçokla
rının içinde Abidin'in eserleri var, dedim, burada Adiiye odalarında görü·
lüyor, dedim. Ve hakikaten seramiklerden fazla, bu durum beni üzüyor."
Doğru. Bu arada Güzin'in bu mektubu sayesinde Abidin'in Yene
dik Bienali'ne katılmak üzere olduğunu da öğreniyoruz.
ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
O günlerde ve gecelerde doksan bin kadar, dile kolay, seyirci daldu
rurdu tribünleri ve gladyatörlerin o amansız o akıl almaz şiddetteki "maç
larını" bağırtı, çağırtı arasında izler di. O sesler artık duyulmuyor buralarda.
Çok yaman bir sessizlik içinde amfiteatr: Tarih devrildikten sonra yeni ta
rihlerin yazılması aşamasında Colesseo başka ne tür maçlara tanıklık etti
acaba? Ve hele önündeki meydan, çevresindeki cadde, bulvar ve sokaklar:
Bin bir gösteriyle yüklü. Colesseo'dan aklımda kalan bir renktir desem ina
nır mısınız? Sarı. Evet sarı. Abidin yıllar sonra, "Paysages" sergisinde o ren
gi ve o simgeyi taşıyıp Paris'in orta yerine dikti: Bu, boşuna değildi. Ro
ma'ya selam! O tablo o gün rengiyle kendini ele verdi: Renk ışıkla orada
ahenk içine girdi. Evet 1952 yılı ilkbaharında Roma'dan bize kalan. Sadece
bu mu? Değil elbette. Bir de o fotoğraf. Ve bir dizi anı:
Abidin, sağ elinde o hiç düşürmediği "cigarası," sol eli ceket cebin
de, hafif bir tebessümle yürüyor: Bize doğru. Başındaki fötr İstanbul'daki
mi? Roma"da mı satın alındı? Giysi İstanbul'daki ısınarlama yaptırdıkların
dan biri: İki düğmesinden biri iliklenmiş ceket yün, hırkası neredeyse bo
ğazına kadar. Ama yine de beyaz gömleği ve kravatı görünüyor. Pantolon,
sanki ütüsüz. Onca yolculuk, onca Roma'lardan sonra. Abidin bir tarafıara
gidiyoruz diye iyi giyinirdi hep. Genel olarak giyimine özen gösterirdi. Bi
liyoruz canım. Bazı günler biraz daha iyi giyinmek zorundaydı, bir yerlere
gidiyoruz diye. Kravat, kostüm, ütülü pantolon. İyi bir gömlek. Saçlar her
zaman bakımlı olmalı. İyi kesilmiş ve bilhassa iyi taranmış olmalıydı.
Evet Abidin, her zamanki gibi şık ve bakımlı, iyi giyinmiş ve efen
di, o akşamüzeri Colesseo Meydanı'ndan çıktı. Trevi Çeşmesi'nin önünden
geçti. Niyet tutup çeşmeye bir liret veya bir şeyler attı mı? Bilemiyorum.
Oradan yukarı doğru çıkan sokaklardan birine saptı: Burada değil miydi bi
zim derici dükkanı? Tamam burada. Girdi dükkana Abidin. Daha bir-iki laf
etmemişlerdi ki. içeriye bir sarışın buyurdu. Bellisima! Subito bütün dük
kan parfümle sarmaş dolaş. İtalyancası mükemmel. İyi deriden yapılmış
iyi bir çift pabuç derdinde. Ama sanki bir parça aksanlı ve biraz zorlanarak
konuşuyor. Rus mu yoksa? Nasıl olduysa oldu Abidin İtalyanca ve Rusçası
nı konuşturmaya başladı:
Ha visto come le vanno bene ? Proprio peifetti. Avevo ragione io.
Asi D i N D i N o
Brava! Sarışın o pabuçları kaçıracak değil, elbette bu kadar mükem
mel pabuçlar satın alınır. Alınmalıdır. Bir de "satıcıya" bakar mısınız lüt
fen? O kadar kısa zaman içinde tanışmak ve sonra birlikte çıkmak. Sarışın,
Abidin'e sadece şu soruyu sordu:
"Perfavore, Signore, dave andiamo ? "
O akşamüzeri işte her şey yeniden yazılmaya başlandı: O gün başla
yan ve iki yıldan fazla süren 1952-1954 dönemi Abidin'in Sophieli yıllarıdır.
Evet hanımefendinin ismidir Sophie. Dahası da var elbette: Sophie Venek.
Ben Sophie'yi tanıyamadım Güzin'in zaman zaman Abidin'in ça
lışma masasına iliştirdiği fotoğrafını gördüm. Nasıl anlatmalı? Michelle
Morgan'ın gençliğini kimi filmlerinden anımsayabiliyor musunuz? İşte si
ze Sophie. Evet o. Ta kendisi. Zaten Sophie'nin mesleği de aktrislik ve
mankenlik Bu kadar güzellik de ancak Abidin'e yakışır.
Evet ben Sophie'yi göremedim. Ama Sophie'yi gören birçok ki
şi onu bana anlattı. Çünkü Sophie Abidin'le, 1 9 5 2 sonbaharında Paris'e
geldi ve Paris'te birlikte yaşadılar. Sophie, Parisli arkadaşları için Abidin'in
nana'sıydı. Kız arkadaşından fazla, eşinden biraz eksik.
Şimdi sözü Pierre Biro'ya bırakıyorum: Sophie Venek'i anlatması için:
"Abidin'i Paris'te Sophie ile tanıdım. Evet evet Paris' e birlikte geldi
ler. Sophie çok güzel bir kadındı. Aklınızın alamayacağı kadar Felliniyendi
Sophie. Evet tam da Trevis Çeşmesi'nde gece on ikiden sonra banyo yapa
cak kadındı. Anita Ekberg'i çağrıştıran tarafları pek çoktu. Vücut hatları
mükemmeldi. Sophie Polonyalıydı. Uzun boylu, sarışın, belki öyle hemen
sizi sarhoş edecek kadar güzel değil ama yine de son derece glamour bir ka
dın. Sarı saçlarıyla aklınızı başınızdan alabilirdi kolayca. Güzel bir yüz.
Hatları mükemmel. Sokakta fark edilen bir kadın. Kimsenin gözünden
kaçmayacak bir güzel. Abidin'le Sophie sokakta dikkat çeken bir çiftti. Bi
raz egzotik. Ne Türk, ne Polonyalı. Ama ikisinden de bir şeyler taşıyan bir
çift. Fransızcası çok iyiydi, rahatlıkla konuşuyordu. Kişilik sahibi ve son de
rece sağlam, akıllı bir kadın anlayacağınız. "
Fanchette Vafıadis ise şunları anlattı: "Sophie çok güzel bir kadın
dı. Abidin Paris'e onunla geldi. Ben Abidin'i o zaman tanıdım. Yani Gü
zin'i tanımamdan epey önce."
R o M A: OcAK- E K i M 1 95 2
Chludl SCHEDA mm: Faı llliii llUOVil f i C I!f C il »
LA NEMlCA
Anno 1952
Durata 90
, Origine lTALlA
' Genere DRAMMATICQ
Tratto da DALL'OMONIMO LAVORO TEATRALE DI DARIO NICCODEMI
Produzione LUIGI CARPENTIERI E ERMANNO DONATI PER ATH E N A CIN . CA
Distribuzione RANK FILM
Regla
Giorgio Bianchi
Attorl
Cosetta Greco
Roberto Piombi
Dina Bini
Bruno Smith
Enzo Maggio
Sophie Venek
Sandro Franchina
Luigi Cimara
Filippo Seeize
Ada Dondini
JacQues Verlier
Vira Silenti
Carlo Ninchi
Frank Latimore
Elisa Cegani
Scenegglatura
Giorgio Bianchi
Ermanno Donati
Fede Arnaud
Alberto Vecchietti
Fotografla
Carlo Montuori
Musiche
Carlo Rustichelli
Scenografia
Maric Chiari
-
- --·- ---·----�- -- - -· ------ J
Sophie Venek, La Nemica (Düşman) fil m i n i n k ü n ye s in de. M. Şehmus GiJZel Koleksıyonu
Asi D i N DiNo 43
Güzin'i de dinleyelim mi bu konuda? H aydi dinleyelim:
"Abidin'in, biliyorsunuz, müthiş karizması var. Sophie ile tanışı
yarlar Roma'da. Sophie Abidin'e aşık oluyor. Güzel kızdı. Abidin o sıralar
da müthiş: Elini saliasa eliisi . . . dönemi. Elini şöyle bir saliasa hepsi koşu
yar, hayvanlar bile."
Güzin'in hep anlattığı kedi hikayesini biliyorsunuzdur mutlaka, bu
rada yinelemeyeyim.
Evet Sophie ile hiç karşılaşmamış ama mesafeli veya uzaktan, iste
se de istemese de bir anlamda onunla "yarışmak" durumunda kalmış Gü
zin bile böyle söyledikten sonra varın gerisini siz düşünün. Yani Abidin
aşık olmaz mı şimdi? Bal gibi olur.
Peki Sophie Venek nam kadın kimdir? Nereden gelip nereye gidi
yor? Doğrusunu isterseniz geçmişi hakkında kimse hiçbir şey bilmiyor. Be
nim söyleşi yaptıklarım en azından. O zaman iş başa düştü: Araştırdım
Bulduklarım son derece sınırlı ama epey ilginç.
1952'de gösterime giren La Nemica ( Düşman) filminde oyuncu.
Oyuncular sıralamasında kimi yerde dördüncü kimi yerde beşinci sırada.
Ama bunun dışında başka filmde adına rastlayamadım. Bu filmin yönet
meni İtalya'nın en verimli veya en çok film yönetenlerinden Giorgio Bianc
hi. Onun daha sonra yönettiği filmlerinde oynadı mı? Bilemiyorum. Şöyle
bir olasılık aklıma geliyor : Abidin'le tanıştıktan sonra, belki mankenliğe ve
kimi filmlerde küçük rollerde oynamaya devam etti, sonra da Paris'e gelin
ce kendisini Paris'teki "dünyaya" kaptırdı. Bu ayrı bir hikayedir ve yeri ge
lince izleyeceğiz.
Abidin, belki Sophie ile Roma'da sinema dünyasından yönetmen,
oyuncu ve benzeri insanlarla tanıştı: Dino Rizzi gibi ....
44 RO MA: OcAK- E K i M 1 95 2
din, İ stanbul'u terk etmeden önce mi yoksa Roma'ya vardıktan sonra mı
Venedik Bienaline başvurdu? Bilemiyorum. Ancak, Abidin Andre Yelter
ile yaptığı söyleşisinde şunları belirtiyor:
" H emen Venedik Bienaline davet edildim. Oysa zar zor istenen bü
tün katılım şartlarını yerine getirebiliyordum. "
Abidin, bienale katılan sanatçılara verilen, " Tessera Personale di Ri
conoscimento" başlıklı ve 229 numaralı " Kişisel Kimlik Kartı"nı saklamış.
Çok iyi etmiş. Bu belgenin tıpkı basımı A 'dan Z 'ye Abidin Dino 'da yayınlan
dı. (s. 259.)
Bu kartta belirtildiği gibi, Abidin kartını 2 H aziran 1 9 5 2 pazartesi
günü almış. Anlaşılan Roma'dan Venedik'e varışı uluslararası serginin açı
lışından bir süre sonra. Venedik'e kimle gitti ? Sophie ile mi? Nerede ve ne
kadar zaman kaldı? Bilemiyorum.
Kartın sol dibindeki damgada şu okunuyor: " Ente Autonomo La Bi
ennale Di Venezia." Yani Venedik Bienali Özerk Kurumu. Kartta Mario No
vello'nun imzası var. Ve imzanın hemen yanındaki açıklamada kartın ge
çerlilik süresinin ve dolayısıyla bienale ayrılan zaman diliminin 20 Ma
yıs'tan ıs Kasım r952'ye kadar gittiği yazılı. Bu durumda Abidin'in bienal
bitiminden sonra Fransa'ya gittiği/geçtiği sonucunu çıkarabilir miyiz?
Herhalde.
Peki Abidin hangi eserlerini sergiledi? Başka kimler katıldı biena
le? Resimler yanında heykeller ve başka tür sanat eserleri var mıydı? Bütün
bu soruların bir gün yanıtlanması umuduyla.
AsiDiN D i N o 45
Kitabında Güzin bir ek yapıyor: " Doçentlere verilen, 'görgü, bilgi ar
tırma' izniyle bir yıl Paris'te" kalabilecektim (s. r 6 8 . ).
Pasaportunu nasıl aldığını kitabında anlatıyor: " Pasaportunu çabuk
alıyor, çünkü doçentlerin pasaportu, o sıralarda Dışişleri Bakanlığı tarafın
dan veriliyor. Bayrak kırmızısı, ay-yıldızlı bir pasaport, polisten geçmeden,
dekanlık aracılığıyla veriliyor." (s. r 6 8 . )
Ancak Güzin'in başka bir derdi var. Bana anlattı: " Seramikler hak
kındaki soruşturma, bilirkişi, şu bu derken çok yorulmuştum Ve çocuklu
ğumdan beri peşimi bırakmış olan astım hastalığı inanmayacaksınız ama
1952'de yeniden baş gösterdi. Nefes darlığı yine. Doğru dürüst nefes alamı
yorum. Bu sıkıntı ve sinirlerimin bozulması sonucu. Çocukken zaten 13 ya
şıma kadar astım hastalığım vardı. Tedavi medavi geçmişti. Ama 195 2'nin
Nisan-Mayıs aylarındaki belalar yüzünden yeniden reaksiyon yaptı astım.
Bunun ne önemi var diyeceksiniz. Anlatayım: Uçaktan ödüm koptuğu,
uçaktan çok korktuğum için, vapurla Cenova'ya kadar gitmek, oradan da
trenle Roma'ya varmak niyetindeyim. Ancak yola çıkmadan önce çocukken
astım hastalığıını tedavi eden o yılların en iyi doktorlarından Abreva'ya gö
ründüm. Baktı maktı sonra bana aynen şunları söyledi: ' Sen İtalya'ya gide
ceksen öyle vapurla filan gidemezsin. Çünkü yolda bir astım nöbeti tutar
sa ölmezsin ama bir gece sürer ve seni perişan eder. Cenova'ya veya Napo
li'ye, artık nerde ineceksen pestilin çıkmış bir durumda inersin. Bu yüzden
uçakla gitmek zorundasın. Korksan marksan da uçakla yolculuk iki saat sü
rer ve iki saatte biter. 'Böyle deyince beni ikna etti. Ve ben korka korka
uçakla gitmeye karar verdim."
Daha birkaç ay önceki Abidin'in Roma'ya uçakla gitme serüvenini
ve başından geçenleri amınsayınca Roma'ya uçmanın o kadar kolay olma
yabileceğini Abidin'in eşi hissediyor. Nitekim bu "iş" epey netarneli oluyor.
Güzin kitabında anlatıyor:
"Gidiş günü, (Güzin'in) annesi İstanbul'a gelip Yeşilköy'e götürü
yor onu (Güzin'i). ilk kez Türkiye'den ayrılmak, Abidin'in yanma gitmek,
bir Avrupa kentini, özellikle Roma gibi uygarlığın beşiğini görmek sevinci,
heyecanı...Bunlardan hiçbirine de kapılmıyor. .. Bir an önce gitmek. .. Yaşan
tıyı tatsızlaştıran, neredeyse olanaksızlaştıran durumlardan sıyrılmak. .. Ne-
GüziN RoMA'nA
Güzin'le Roma'da geçirdiği iki buçuk aylık zamanı birkaç kez ko
nuştuk. Aynen aktarıyorum:
Asi D i N D i N o 47
M Ş G : Roma'ya hangi ruh haliyle vardınız?
GD: Zar zor attım kendimi Roma'ya. Uçakla. Tatsızlıklar, sıkıntılar
geride kaldılar sanki, en azından bir süre boyunca. Ankara ve İstanbul'da
ki yalnızlığım da geride kaldı.
Abidin karşıladı beni. Altı ay ayrılıktan sonra Roma'da Abidin'le
Roma'da buluştuk. Otele götürdü hemen. Otelimiz meşhur Otel Albert bil
mem ne. (A 'dan Z'ye Abidin Di no da, " Güzin Roma'ya gittiğinde Fontana
'
ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
henüz sonuçlanmamıştı. H ala üzerinde uğraşılıyordu, dedikodu vesaire.
Tahmin edebilirsiniz. Bu olayın bir kalıredici ayıp tarafını yaşamıştım. Gü
zelim doksan parça seramik Adiiye Sarayı, Emniyet arasında dolaştırılıyor,
tozlar içinde o koridordan öbürüne, bir depodan berikisine, tam bir reza
let Düşünün seramiklerin başında polis nöbet tutuyor. Soran olursa
'suç'unu, "komünizm propagandası" diyor, kesin bir inançla ve gururla ba
şında nöbet tutan polis. Böyle bir yerden çıkmış gelmişim. Yani bu kadar
büyük bir rezaleti hissedebiirnek için bunu yaşamak lazım. Sözle anlatmak
mümkün değil. Düşün (Güzin böyledir, benimle bazen sizli bizlidir bazen
senlibenli. M Ş G ) . Abidin'in seramik yaparak Türk sanatını tanıtmak için
yaptıklarından sonra başına bu çoraplar örülüyor, maksat Abidin'i Ro
ma'dan geri getirmek.
İşte o rezaletten, o büyük sıkıntıdan, o çekilmez tedirginlikten, çık
mış gelmişim Roma'ya. Sistina Kilisesi'ne bu ruh haliyle giriyordum. Hiç
unutamam, Michelangelo'nun eserine yaklaşırken, daha merdivenlerde, o
büyük insan kalabalığının o hayranlık dolu mırıltılarını, ınınltısını demek
lazım, çünkü sanki hepsi bir olmuş tek bir hayranlık sesi çıkarıyorlar, ku
lağıma gelmeye başladı. Yavaş yavaş ve büyük bir hayranlık duygusuyla yu
karıya çıktım: Orası malışer kalabalığı içinde. İnsanlar huşu içinde, evet
apaçık kendilerinden geçmiş bir vaziyette, seyrediyorlar: Bütün duvar boy
dan boya Michelangelo. Hayranlıktan ve heyecandan nutkum tutuldu. Ne
fesim kesildi: O hınca hınç kalabalık büyük bir hayranlık içinde seyrediyor.
Bütün eserler olağanüstü. Ben orada mahvoldum yani, her bakımdan: Re
sim mi diyeyim, heykeller mi? Yani başım döndü kardeşim. Anladım ki
başka bir dünyadayız. Yani nereden geliyorum, başımızdan neler geçti?
Birdenbire son aylarda yaşadıklarım canlandı hafızamda. Ve fena halde
sarsıldım. Ankara'daki son aylar benim için büyük bir kavgaydı. B akın ni
tekim şimdi bunları anlatırken bile duygulandım
M Ş G : Farkındayım, çok yoğun...
G D: Çıktım, hemen orada, koskocaman bir duvarda Cem Sultan'ın
portresiyle karşılaştım. Evet bizim Cem Sultan'ın portresi. Osmanlı kıya
fetli tek portrenin Cem Sultan olduğunu sonra öğrendim ama o ruh halim
le o portreyle orada karşılaşmak da allak bullak etti beni. O büyük Avrupa-
A B iDiN D i N o 49
lı kalabalık içinde bizden tek adam Cem Sultan, bir Osmanlı. Çok hoştu.
Birdenbire Avrupa'da olduğumu ve bunun "başka bir şey" olduğunu idrak
ettim. (Güzin bu cümleyi Fransızca olarak telaffuz etti o nedenle buraya ay
nen almalıyım: C'est autre chose quand meme.) Biz başkayız onlar, yani Av
rupalılar başka. Yani böyle bir duygu geldi içime.
M Ş G : İki "dünya" arasında büyük bir fark var. Hele o yıllarda.
G D: Müthiş . İ şte o kalabalık izliyor oradaki eserleri ve neredeyse
diz çöküp hayranlıklarını dua eder gibi dillendiriyorlar, hafifbir mırmırlan·
mayla, hep beraber. Mest olmuşlar. Bir anlamda kendilerine göre hayran·
lıklarını mırıldanıyorlar. Çok etkileyiciydi. Çok fena çarptı beni. Ben de
mest oldum kardeşim.
M Ş G : Hikayeniz olağanüstü. Neden oraya yalnız gittiniz? Abidin
niçin sizinle gelmedi?
G D: O sırada hissetmiş tim: Sophie diye genç bir kız, bir aktris var.
Abidin'le herhalde bir başlangıçtı. Tahmin ediyorum onunla bir şey yap·
ması gerekiyordu. Yani önceden alınmış bir randevu gibi bir şey olabilir.
Ama sonra Abidin'le birlikte birçok yeri dolaştık
M Ş G : Abidin'le Venedik Bienali'ne gittiniz mi?
G D: Bilmiyorum. H atırlamıyorum. Herhalde gitmedik Dedim ya
paramız çok sınırlıydı.
M ŞG : Roma'da ne kadar kaldınız?
G D: İki· iki buçuk ay kadar kaldım. Bir buçuk ay kadar Roma' da, bir
ay Anzio' da.
ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
Ama 4 H aziran 1944'te, yani bundan daha sekiz yıl önce, Müttefik
lerin bu plajdan çıkarma yaptıklarını mutlaka duydular. Roma'nın üstüne
yürümek için en yakın ve en elverişli plaj burası çünkü. Kara Gömleklile
rin " Roma Ü stüne Yürüyüş "ünün izlerini silerek İtalya başkentine vardı
lar: Kurtarmak için. Yaşasın özgürlük kardeşlerim! Ve rövanş işte böyle alı
nır diye not düştü tarih kitapları . .
Aman dikkat yaz günlerinde öğleden sonraları fazla gürültü yapma
mak gerek yine de: " La sonnellino" ve "la festa" veya kısa yoldan "la sieste,"
"la fete" uzun sözün kısası "le farniente" saati çalmıştır: Tatil için gelenler
dinlenıneye çekilmişlerdir: Şışşşt. ..
Yurtdışında Abidin'le birlikte geçirdikleri ilk tatil üzerine Güzin'le
söyleşiyoruz:
M Ş G : Anzio'da neler yaptınız?
GD: Roma'dayken, paramız çok değil ama Abidin tutturdu: Ro
ma'nın Anzio diye bir plajı var, oraya gidelim diye. Ve gittik. Orada bir oda
kiraladık Bir tür pansiyon, bir aylığına. idare etmek için. Otelde kalamazdık
mesela. Pahalıydı oteller. Ve denize girdik. Evet orada bir ay yaz tatili yaptık.
Yani İtalya'daki iki belki iki buçuk ayıının bir ayını orada deniz kenarında
geçirdim. Abidin'le elbette. Mayolu bir fotoğrafım var, Anzio'da çekilmiş.
M Ş G : Nerede o fotoğrafınız?
GD: Buluruz. (Güzin daha sonra buldu o fotoğrafı: O fotoğrafın bir
örneği bende şimdi. M ŞG)
M Ş G : La dolca vita devam ediyor demek.
G D : Devam ediyor (Güzin gülüyor) , gezdik filan. Sonra döndük Ro
ma'ya: Yine aynı otele.
M Ş G : Roma'nın en yakın "plajı" Lido di Ostia'dır. Oraya değil de
neden biraz daha uzakta ve biraz daha güneyindeki Anzio'ya gittiniz?
GD: Bilmiyorum. Abidin seçti gideceğimiz yeri, ondan herhalde.
M Ş G : Roma'ya döndükten sonra neler yaptınız?
GD: Roma'da her yere gidiyoruz. Bir sürü şey yaptık. Meşhur ma
hallelerini ve mekanlarını tanıdım.
M Ş G : Borghese villasını ve bahçelerini, Colesseo'yi ve Meydanını
ve vızır vızır geçen vespalarını, la piazza di Spagna'yı ve çevresindeki dar,
Asi D i N D i N o
küçücük ve her şeye rağmen sakin sokaklarını, La Piazza Navona'yı ve tıka
basa kahvehanelerini, pizzacılarını, lokantalarını, Ludovsi mahallesinin ve
via del Corso'nun lüks mağazalarını, via del Babuino ile via dei Corona
ri'nin sanat galerilerini ve antikacılarını, La Piazza Fiume'nin mütevazı
dükkanlarını, bunların hepsini ve mutlaka fazlasını ziyaret ettiniz, gezdi
niz, gördünüz.
G D: Epey dolaştım. Daha ziyade mahalle gezileri yaptık. Popüler
mahalleleri dolaştık
M Ş G : Roma halkı sokakta yaşayan bir halk. Kaldırımlarda, lokanta
larda ve lokanta teraslarında yayılmış bir topluluklar toplamıdır Roma. Bü
tün mahalle zaten sanki dışarıda yaşıyor. Siz de bu şenliklere, bu sevimli,
coşkulu ve epey gürültücü kalabalıklara katılıyor muydunuz?
G D : Tamamıyla katılıyorduk. Üstelik de zaman zaman biz de
epey kalabalıktık
H E R YoL RoMA'YA D ö N E R
Güzin, yola çıktığı zaman tasarladığını gerçekleştiremedi. Abidin'le
buluştular ama birlikte Paris'e gidemediler. Neden? Güzin anlatıyor:
GD: Roma'da hastalandım. Hastalanınca dönmek zorunda kaldım.
Dolayısıyla Fakülteden aldığım dokuz aylık "görgü ve bilgi artırma" iznimi
sonuna kadar kullanamadım. Yani o dokuz aylık izni gelecek sefere kullana
bilecektim Gelecek sefere kalıyordu. Dönmek zorundayım çünkü tedavi pa
ramız yok, nasıl iyileşeceğim? Abidin'in mali durumu zaten son derece kri
tik. Zar zor kendini idare ediyor vaziyeti var. Orada bir şeyler tutturmuş, bir
ressam çevresi var, tamam, ama öyle düzenli bir geliri olmadığı gibi benim
tedavi ve doktor giderlerimi karşılaması mümkün değil. Dönmeye karar ver
dim, ama inanmayacaksınız belki fakat gerçekten dönüş param bile yok.
Evet o hale gelmiştik. İmdadıma Zekeriya Bey yetişti: Dönüş biletimi O al
dı. Zekeriya Sertel parasız bir adam değildi. Yurtdışına da yeni çıkmıştı.
Onun aldığı uçak biletiyle döndüm. Yine uçakla ve yine ödüm koparak:
Uçaktan. Zekeriya Bey'i de ben böyle tanıdım: Cömert bir adam olarak.
Zekeriya Sertel, Tan'a yapılan saldırıdan, kendisinin, eşinin yani
Sabiha Sertel'in ve dostları Cami Baykut'un haklarında açılan dava ve bin
bir maceradan sonra, geçmiş yıllarda tanıdığı ve o günün Başbakanı Adnan
Menderes'ten bizzat rica ettiği pasaportu ancak Ağustos 1952'de edinip
AB i D i N D i N O 53
yurtdışına çıkabilmişti. (Bu konuda Zekeriya Sertel'in, eşi Sabiha Sertel'in
ve kızı Yıldız Sertel'in birçok kitabında ayrıntılı bilgi edinmek mümkün.
Bu kitapların künyelerini kaynakçada sunuyorum.) Zekeriya Sertel'in Abi
din ve Güzin'le yolları daha sonra Paris'te de kesişecek
Güzin'i uçakla Roma'dan İstanbul'a yolcu etmeden önce bir soru
daha sormak istiyorum:
M Ş G : Abidin o günlerde Türkiye'yi uzun bir süre için terk ettiğini
hissediyor muydu? Bunu size açıyor muydu?
G D: Tabii, tabii. Türkiye'den çıkarken zaten kararını vermişti. Abi
din Türkiye'de atmamayacağını anladı. Anladı yani yaşatmayacaklarını. ba
rındırmayacaklarını, rahat bırakmayacaklarını. Bu yetmiyormuş gibi o ma
lum seramik rezilliği ile belki bir süre sonra dönüş hevesini büsbütün altüst
ettiler. Aslına bakarsanız ben de, annem de çok istedik Türkiye'den çıkma
sını. Ben bilhassa canını ve sağlığını kurtarmak istiyordum. Abidin o zulme
dayanamazdı, ölürdü yani. Hastaydı zaten kardeşim. Daha ne olsun? Daha
sonra ben de dayanamaz oldum. Ben bile orada kalsaydım ölürdüm. Nite
kim annem bile benim üniversitedeki kariyerimi, şusunu busunu bile itip
çıkınarnı ısrarla istedi. Annem müthiş bir gayretle ve sürekli bir ısrarla " Gi
deceksin Abidin'in yanına" deyip durdu 1952'den Türkiye'yi temelli terk
edeceğim 1954'e kadar. Roma'da geçirdiğim süre içinde parasızlığın ne tür
bir bela olduğunu anladım. Abidin'in bu durumda ve benim daha sonra, ne
olacağımızı bilmeden, beş parasız bile kalacağımızı hissederek çıkmamız
müthiş bir maceraydı. Büyük bir cesaret işiydi bizimkisi. Roma'da parasız
lığın ne demek olduğunu bizzat yaşayarak en somut biçimiyle gördük. Ya
şadık Abidin'le. Kıt kanaat yaşamak öyle kolay bir meslek değil. Emin olun.
Evet işte aynen böyle:
Bir akşamüstü Roma'dan kalkan uçak, içi pır pır eden genç bir baya
nı ülkesine taşıyordu. Ama o genç kadının aklı Roma'da bırakmak zorunda
kaldığı eşinde kalmıştı. Evet bir dahaki yaz Fransa'da, Paris'te buluşmak
için sözleşmişlerdi. Ama o bir yılda kim bilir neler olacaktı. Neler yaşanacak
tı daha: Her biri ayrı bir mekanda. Her biri diğerinden uzak. Çok uzak.
Güzin Roma'dan ayrılmadan önce N avona Meydanı'nda veya la pi
azza del Popola'da belki bir gösteriye tanık oldu. Belki bir mitinge: Kızıl
54 ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
bayrakların rüzgarda dalgalandığı bir akşamüzeri İtalya emekçilerinin ses
lerini duydu belki.
Vatikan'a karşı durup bir dondurma yediğinden ise adım gibi emi
nim. Papalık: Yani Katalikliğin acılı merkezi: Roma'nın en geniş meyda
nında, yayılmış via Leone'ye iki adım.
Ş ataları çok geniş, çok büyüktür Roma'nın: Entrikalarıyla ünlü, ent
rikalarıyla kapı ve pencereleri kanlı.
Roma geceleri uyumaz. Roma'da gece iyi bir akşam yemeğiyle
başlar. Tagliatella. Ravioli. Cannelloni. Agnolotti. B eyaz ve kırmızı şa
rapla mutlaka. Dostlarınızla. Ve sıra sıra lokantaları sıra sıra kahvehane
ler izler. Teraslar dopdolu. Şık kadınlar: Kimi özensizce ama bir sanat
eseri gibi eşarbının kaldırımı yalaması için eğilir kalkar, kalkar eğilir,
uzanır kısalır.
Yakışıklı erkekleri kendilerini olduklarından daha fazla yakışıklı gö
rür. Burunları o yüzden havadadır. Ve yine o nedenle hiçbiri bumunu gö
remez öbürünün. Savaşlar dizisi erkek milletini bulunmaz H int kumaşı
haline getirmiştir. Annelerinin şımarttıklarını, eşlerinin çocuk büyütürce
sine nazlı yetiştirdiklerini saymazsak.
Motosikletli gençler geçer: H ızla ve bağıra çağıra. Hava birdenbire
serinler. Neden acaba?
Motosikletli paparazziler "haber avına" çıkmışlardır: Fotoğraf maki
neleri boyunlarında birer kolye.
Papazlar duvarlara teğet çizerler: Geometri sınavına hazırlanmak
niyetine. Niyet etmek iyidir derler. Kadın papazlar, ne papazı canım kadın
dan ancak rahibe olur kardeşim, tamam tamam rahibeler işte bıyıklarını sı
vazlar, iki tespih çeker, duvar diplerinde yok olurlar, birer toz bulutu için
de, kimliksiz, kişiliksiz: Bu kadarı güldürür mahallenin güzellerini.
Diğerleri, sokaklara çıkamayanları dört duvar arasında ezik, duada
baygın, uykulu uykusuz, ağlamaklı, hüzün çöker manastırlara. Çan sesleri
duyulmaz olur: Madem ki erkekler kayıp.
Sokak, cadde, bulvar ve meydanlara, lokanta, mağaza, kulüp, bar,
kerhane ve kahvehanelere gri, siyah renkler hakim olur. Yeşiller, kırmızı
lar, sarılar geri çekilirler. Kaçmazlar ama. Dar, dapdaracık sokaklara dikkat:
ABi D i N D i N O 55
Roma labirentinde ne olur kaybolmayın. Ama dikkat. Kaybalabilirsiniz
çünkü hemen!
Uzar çok uzar geceler Roma'da: Abidin yalnızlığını ve sıcaklığını du
yumsar genç eşinin: Daha birkaç saat önce buradaydı. Roma geceleri saba
hın ilk ışıklarıyla bir şatoda yataksız bir odada bitebilir, gazete yaprakları se
rili. Geçen zamana üzülürsünüz. Yakalamak mümkün değildir geçen zama
nı ve giden(ler)i. Ama bu onları aramanızı asla engellemez. Engellememeli.
Geçen zamanın peşinde ağarır saçlar: Abidin'in saçlarında ilk gri
ler: Roma izlerini taşırlar. Roma'dan bin bir iz arasında bir de gri renk ka
lır: Paletinde ressamın.
Ressamın eşinin albümünde ise Anzio'da çekilmiş birkaç fotoğraf.
Roma'dan getirilen anılar: Annesiyle paylaşacak onları Güzin. Arkadaşların
dan birkaçıyla da: Azra ile örneğin. Başka kimler kaldı Ankara'da o günlerde.
Ankara üzgün: Giden, gidip bir daha gelemeyecek olan çocuklarına.
Başkent ağlamaklı: Bu ne derttir bu kentte: Evli kadınlar kocalarından ayrı,
evli erkekler kadınlarından. Ankara'da, Türkiye Cumhuriyeti'nin başken
tinde geceler uzundur, gündüzler belalı: Kırkikindi yağmurlarından beter:
Dinmezler. Durulmazlar: Polis bıyıklarında asılı.
Roma'da, İtalya Cumhuriyeti'nin başkentinde geceler geç(e)mezler:
Abidin yalnızlığını ve sıcaklığını duyumsar genç eşinin: Daha birkaç saat
önce buradaydı.
ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
Francis Picabia herhangi bir sanatçı değil: H ayatının değişik dö
nemlerinde Apollinaire'in, Duchamp'ın, Man Ray'ın, Tzara ve B reton'un
çok yakın dostu olmuş bir ressam, bir şair ( Poemes başlıklı yapıtı örneğin)
ve yazar. Senaryo bile yazdı: r924'te Rene Clair'in Entr'acte 'ının senaryosu
on und ur. Dada sanat hareketinin öncüllerinden, ilklerinden. H atta kendi
sine bırakırsanız "ruhu." Fransızcasıyla ve kendi deyimiyle ''j'etais en quel
que sorte le pere sprirituel de Dada. ]e lui avais donne une philosophie."
Her sanatçı, hele her yaşlı sanatçı gibi o da kendini biraz övüyor. Bu
kadarı hoşgörülebilir. Ama gerçek nerede?
Picabia resme başladığı ilk günlerinden itibaren bütün sanat akım
l arını "geçti: " Empresyonist oldu (Ah! o bitmez tükenmez manzaralar! ) ,
neo-empresyonist, sonra kübist, sonra Dada öncülü (pre-Dada: r 9 r o 'larda
AB D'de Duchamp ve Man Ray ile), sonra elbette Dada. Dada ile " sanatın
ölümünü" ilan eden Picabia, aslında hiçbir sanat akımına "beş dakikadan
fazla dayanamadı." Picabia Dadanın ilk Parisli yıllarında Tzara'nın önder
liğine karşı Breton ile işbirliği yaptı. Her şeye karşı olmak gerekiyordu
onun için. Dadacı birçok eylem Picabia'nın Paris'teki atölyesinde hazırlan
dı. Eyleme hep birlikte geçtiler. . .
Ama Dada'dan d a sıkıldı Picabia. Her türlü estetik dogmayı, en
avant-garde olanlarını bile terslemek gerekiyordu. Picabia da öyle yaptı: Eli
nin tersiyle itti. r 9 22'de Tzara ile, 1924'te Breton ile ilişkilerini kesti. Pa
ris'ten demir aldı. . . Ama Dadadan sonra ne kalıyordu?
Ekspresyonİst yapıtlara geçti artık. Sonra sergiler sergileri izledi. Ve
bir gün Picabia kendini la piazza di Spagna'da buldu. Tepesinde elbette:
Başka türlü olması na-mümkün(!)
Resim sanatına karşı, resmin etkisine, eğemenliğine karşı sürekli
bir güvensizlik duydu. 20 Ocak 1922 tarihli Le Figaro'da yayınlanan bir söy
leşisinde belirttiği gibi, "Gelişigüzel manifestoların sorumluluğunu taşıya
mazdım . . . . Kafama estiği gibi çalışıyorum. Yenilik arıyorum, yenilik, yeni
formüller, yeni yöntemler. Herkesi sıkıntıdan perişan eden ölümsüz bir
eserdense beş dakika süren bir yeniliği tercih ederim. "
r923'te kendisiyle bir söyleşi yapan Roger Vitrac'a ise aynen şunla
rı söylüyor: " Hayattaki en güzel şey yalandır."
ABi D i N D i N O 57
İ şte ben de tam bu meseleye "yalan" konusuna gelmek istiyordum:
Abidin'i tanıyabilseydi ortak pek çok dostlarının, ortak birçok noktalarının
bulunduğunu keşfedebilecekti. Ama yaşlı "kurt" o günlerde başka havalar
daydı: Bir sorun olunca, birçok Avrupalı gibi, O da "kusuru" elbette "yaban
cı" da arayacaktı. H ele bu yabancı bir "Türk"se. Bizzat kendisinin Roma'da
bir "yabancı" olduğunu akıl bile etmeden. Ama İspanyol kökenli olması he
sabıyla ve " İspanya Meydanı"nda oturuyor diye kendini "kendi çöplüğün
de" sanmış da olabilir: H akkını yerneyelim
" Kusur" mutlaka "yabancı' da olmalıydı. Bunun için yalan atmak ge
rekse bile:
Evet La Piazza di Spagna'da Abidin'in alt komşusu, herhangi bir
ressam ve yazar olmayan, ünlü Picabia, o akıl almaz Roma sıcaklarında de
ğişik katlardaki apartman ve atölyelerin ön camlarının kenarlarındaki sak
sılar çatlayıp kendi atölyesinin "camekanına düşünce" hemen "suçluyu"
buldu: "Tepemdeki Türk beni taşlıyor" diye polise ihbar etti. Polisin yaptı
ğı " sıkı bir araştırma ve soruşturmadan" sonra Picabia'nın "atölyesinin taş
lanmasına sıcağın neden olduğu anlaşıldı ve Abidin'in suçsuzluğu ortaya
çıktı." Nihayet! (A 'dan Z'ye Abidin Din o dan aktarıyorum: s. 203.)
'
ABi D i N D i N O 59
ve "polisin hiçbir suçu olmadığını" vurgulamak için epey çene çalıyor: Ama
aklına şu soruları sormak hiç gelmiyor: Davranış biçimlerinde değişiklikler
gözlenen insanlar neden tedavi edilmediler? Bu insanlar o biçimlerde gözal
tına alınmasaydılar böyle şeyler yapar mıydılar? Böyle sorular sormadığı gi
bi, ipin ucunu o kadar kaçınyar ki şöyle bile yazabiliyor: "Yaşar Çöl'den baş
ka çıldıran olmamıştır. Ancak Ahmet Arif Ünal, ses duymuş, damarlarını
kesrnek istemiş, kendisine şok tedavisi yapılarak iyi edilmiştir. .. Galiba Mu
zaffer Arabul'a da şok tedavisi yapılmış. Asım Akşar da ses duymuş ve şok
tedavisi görmüştü." Pes denmez mi? Sayılgan, anlaşılabileceği gibi, "şok te
davisinin" "iyileştirici" ve neredeyse sıradan bir "tedavi" olduğunu sanıyar
vefveya öyle sandığını yansıtmak istiyor. Okuru da kendisi gibi bunun "te
davi için, iyileştirmek için" yapıldığına inanmasını arzuluyor. " İyi edilmiş
tir" diye yazması bundan. (Sayılgan'ın kitabında s. 345'in dibinde başlayan
ve s. 347'inin dibine kadar süren 140 numaralı dipnotu okumanızı tavsiye
ederim. Eğer aklınız, vicdanınız ve yüreğiniz kaldırabilirse.)
Tekrar ediyorum: TKP Ankara tutuklamalarını Abidin uzakta bile ol
sa öğrendi: Okuyarak, dinleyerek. Ve siz siz olsanız dostlarınıza, tanıdıkları
mza, arkadaşlarınıza, yoldaşlarımza yönelik bu çapta bir saldırı olunca dö
ner misiniz ülkenize? Elbette dönmezsiniz. Evet Abidin'in zaten İstanbul'u
terkettiğinde belli bir süre için "canını kurtarmak" niyetinde olduğunu bili
yoruz. Ama bu tür tutuklamalar, gözaltında işkenceler ve benzeri bin bir re
zillik sizi ülkenizden ve sevdiklerinizden uzak tutar: istemeseniz bile.
EP O CA
Ne iyi ki sevimli haberler de eksik değil. İtalya'dan gelse bile. A 'dan
Z'ye Abidin Dino da (s. ı n ) : " Epoca" başlığı altında iki cümle var.
'
" İtalyan yayın organı" olarak tanımlanan derginin önce ismine dik
katinizi çekmek istiyorum: Epoca: Çağ demek. Evet dergi çağ(daş) . Ve san
ki bir önce anlattıklarımın çağ-dışı olduğunu vurgulamak niyetinde. İsmi
yeter bu iş için.
A 'dan Z'ye Abidin Dino daki ikinci cümlede şu yazılı: Epoca' nın 13
'
Eylül 1952 tarihli sayısında, "Abidin'in iki karikatürü ile birlikte, İtalya'da
ki yaşamı ve çalışmaları üstüne bir yazı yayımlandı."
6o ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
D 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 • 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 • • • • • • •A
•
•
* •
•
•
•
•
Film
•
•
•
en 1 2
•
•
•
1mages
•
•
•
des
•
•
•
xvne JEUX
•
•
•
OLYMPIQUES
•
•
•
a
•
•
•
Ro me
•
•
•
•
par •
•
ABIDIN E •
•
•
lf •
•
•
Voir l a suite
..
du film •
en dcıuıit-me page
•
1 1 1 1 1 1 1 1 1 • B
Abid i n . ı g6 o Yaz O l i m piyatları'nı Aragen'un yönettiği Les Lettres Franç ai ses için izled i . Çizgileri
" 1 2 i magesjgörüntü Fi l m " başlığı altında dergide yayı nladı, 8 Eyl ü l ı g 6o.
Asi oi N D i No 6ı
Abidin'in Roma Olim piyatları.
RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
S d f 19 y- ' " Y' .,. " .,. . , � , . . , , .._. , � • � r r
.., ,_, p 9 . r r • ... , r � • . ı
' ' " ' ·· -
-- ... � .. � ..... y ,. y ,.. ,. � .. � - ·
___. .., . "' .,. .,. . ..•.
� -� � .... , ,... . � ,
., .. ... - ---.L. .. 1
-�
ı-J��· . ;
�··
Abidin'den Roma O l i m piyatları
As i D i N D i N o
baş nerede? Belli değil. Fakat o da ne? O kenetlenmiş iki elin arasından
uzanan bir evet bir tek ayak: Ayaklar baş oldu, eller kenetlenirse (mi?)
Bu insan kalabalığının tümüfhepsi sanki tek parça. Birbirlerine gir
mişler. Birbirlerinden ayrılmaz durumdalar. Yapışık Aralarından "su sız
mıyor." Aralarında boşluk yok. Aralarından herhangi bir çizgi geçmiyor.
Evet geçen çizgi yok. Çizgilerin tümü kalıyor ve çizgiler birbirlerinde sürü
yorlar. Çizilenlerin arasında tek boşluk yok: " Böcek insan" bu mu? Yayın
lanan yazıyı okuyamadan, Abidin'e sormadan yanıt vermek zor.
" Güzinciğim
Resimde tanıdığın
bir fener göreceksin
kayalar meğer
Neron'un yazlık
evi. Bir türlü
oraya kadar
uzanamadık.
Hepinizi öperim
Abidin"
ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
Bu kadarcık kısa el yazısında Abidin en azından, saydım özellikle,
üç orak dört çekiç resmi çiziktirivermiş. Pes doğrusu. Kartpostal değil bu:
Komünizm propagandası resmen!
Abidin kartı şu adrese göndermiş:
AB i D i N D i N O
\
-�
66 R o M A : OcAK- E K i M 1 95 2
Abidin daha sonra birkaç kez Roma'ya dönecektir: Örneğin Ağus
tos-Eylül 196 o'ta Yaz Olimpiyatları'nı Les Lettres Françaises için izlemeye.
Daha sonra da birçok kez sergiler için. Gezmek için . . .
Ama b u sefer Roma'd a kendisine ayrılan zamanı çizmiş v e sonuna
gelmiştir:
Şubat ayından beri Roma'da bulunduğunu bildiğimize göre, hesa
bımızı yapalım: Dokuz ay bizi ekime taşır. Abidin Ekim ayında mı yola çık
tı ? Kesin bir şey söylenemez. Hele Abidin'in rakamlarına asla güvenemem.
Kusura bakmasın. Siz de lütfen bağışlayın. Ama bu hesabı doğru da olabi
lir: İlle bir kez bile olsun bizi yanıltmış olmak için.
Ama Venedik Bienali'nin kapanışına kadar beklediyse, 1952 Kasım
ayının ikinci yarısında Roma'dan, İtalya'dan ayrıldı, diyebilirim. Öbür ola
sılık daha erken yola çıkmasıdır: Ki, bu, Güzin'e Roma'dan gönderdiği
kartpostalın tarihini gözönüne alırsak, ancak 20 Eylülden sonraki bir tarih
te gerçekleştirilmiş olabilir. Ve belki ekim ayında. İşte bu durumda Abi
din'in dokuz aylık hesabına söyleyecek lafımız olamaz.
Yola çıktığında yanında Sophie olduğunu, Pierre Biro'nun tanıklı
ğına/anlattıklarına dayanarak, söyleyebilirim: Yalnız değildi Abidin yolcu
luk sırasında. Ama bu konuda da elimde kesin bir belge yok. Belki Paris'e
tek başına gitti. Sophie birkaç gün sonra geldi.
Neyle ve nasıl geçti İtalya'dan Fransa'ya? Bunu da bilemiyorum.
Yola çıktığında pasaportu geçerli miydi? Bu da belli değil. Pasapor
tu geçerli değiidiyse İtalya'dan Fransa'ya nasıl geçti? Acaba Abidin İtalya'da
siyasi mülteci statüsü aldı ve bu vesileyle elde ettiği belgeyle mi geçti Fran
sa'ya? Bilemiyorum.
Peki, neyle yolculuk yaptı Abidin? Belki otomobille. Belki trenle.
Trenle yolculuğu daha mümkün gibi.
Abidin, Ocak 1 9 5 2'de, İ stanbul'dan yolcu edildiğinde kaç parça
eşyası vardı? Güzin yazıyor: "Abidin'in kocaman, lacivert gardrop bavu
lu ve daha bir iki parça eşyası." (A. g. k., s. 1 5 9 . ) B elki bir de resim cilt
bendi.
Peki Roma'dan ayrılırken kaç parça eşyası vardı? Herhalde yukarı
dakilerin aynısının tıpkısı kadar eşya. Ve belki resim cilthendi İstanbul'da-
ABi D i N D i N O
kinden biraz daha kabarık Çünkü yeni resimler var. Roma'da yapılmış bir
kaç resim daha. Daha ne olsun?
Bir tramvay geçer önce la piazza di Spagna'dan veya çok yakının
dan. Bir tren sonra. Ciao Roma ciao sesleri duyulur. Roma Gar'ı tıklım tık
lım. Kent merkezinden sarsılarak kalkar tren.
Hangi Gar acaba? H angi tren? Yolcu kim ? Kimlerle?
Mahalle lokantasında yemek faslı bitti maalesef. E ski zaman "mu
sic-hall"lerindeki tangolara elvada. Hoşçakal piazza del popolo. Ciao Ro
ma ciao.
Antik freskler, büyük ve harabe şatolar, Michelangelo'nun " Mu
sa"sı, Colesseo'nun sütunları, iri gögüslü kadınlar, bitik prensesler, umut
suz aristokratlar, o güzel kadınlar: Siyahlara bürünmüş yalnızlıklarının de
rinliklerinde yitik. .. Arrivederci Roma, ciao . . .
Papazlar, eteklerini toplamaktan dua etmeye zaman bulamayan,
palavra palavra diyen bitirimler, yeni yetme mafya çeteleri geliyorum di
yen, karaborsa sigara, esrar, her türlü uyuşturucu, A B D askerleri, viski
kaçakçıları, duvar diplerinde bitik orospular, "çok derin ve çok özel" ma
halleler, savaş malülleri, dilenciler, keşler ve yeni yetme pezevenkler el
veda evet elveda.
Rahibeler saçları kirli, piskoposlar tespihleri ayaklarına dolanan el
veda. Papa, evet O, az daha unutuyordum, İsviçreli Muhafız alayının arka
sında saklanan, hepsi bunların evet hepsi arkada kaldı.
Tren çığlık çığlığa: Pizzalara, "pasta"lara, etli pidelere, osso buccol'la
ra, macaroni'Iere, risotto'lara, sürekli tebessüm etmekten yanaklarından
kısmi felçli garson beylere, sevimli genç kadınlara babçelere ve parklara,
serinliklerine, bağlara ciao, evet ciao.
La B arafonda popüler tiyatrosu burda, Paradiso sineması şurda
değil miydi? Elveda tiyatrolarım: Beşiğinde sallandığım. Ciao sinemalar.
Ş arlo yine görüşmek umuduyla: Parisierin Quartier Latin sinemalarında
mutlaka.
Elveda Anna Magnani: Roma-An(n)a. "Kurdara" elveda. Kurt sü
tünden beslenenlere, yoksul banliyölere yeşermekte olan, yarı uykulu genç
annelere, kucaklarındaki bebelere elveda. Ciao citta ciao.
68 ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
Bunların hepsi geçti birbiri ardına. Abidin'i en çok üzen, Roma'dan
çıkar ayak, Yedi Tepe'ye elveda demek oldu. " Öbür" Yedi Tepe'ye elvada de
yip surlarına yüz sürdükten sonra, uzaklaşıyordu biraz daha Güz-in-in-den
ve İ s-tan-bul-un-dan. Abidin'i bunun dışında üzen başka bir şey de olmadı
o an.
ABi D i N D i N O 6g
La Bucherie'nin bul undu�u küçüçük S a i nt-j u l ien Le Pauvre M a h allesi deseni. M Şehmus Güıel Kolek,yonu
İK İNCİ BöLÜM
Veya şunu söylerfyazar Abidin: " . . . büyük kentin insan ve dert öğüt
me makinasında yitireceklerdi kendilerini."
Paris 1 9 5 2 sonunda nedir? Köylülerin ve yoksulların kenti. İsmi is
terseniz başkent olsun: Daha binlerce evinde, apartınanında banyo salonu
yok. Duş bilinmiyar "kitleler" tarafından. Evet birçok evde birçok apart
manda tuvalet yok. Ah! affedersiniz tuvalet var da beş apartman halkı için
bir tane ve o da koridorda. Beş kişi bir odada yatıyor kimi hanede.
Otomobil çok değil. Gepgeniş caddelerde "petanque" bile oynanabi
lir. " La petanque" : Fransa'nın "ulusal sporu . . . "
Futbol henüz neredeyse "keşfedilmemiş . . . " Tenis az sayıdaki aris
tokratın ve zenginin boş zamanını " değerlendirme" aracı: Nazlı hanımlar
ve çok kibar ama bir o kadar da züppe beylerin sporu.
Bir Mayıs gösterileri dehşet: Kızıl bayraklar: Binlerce, onbinlerce,
küçük, büyük, al al. Bin bir renk içindeki kadın, erkek ve çocuklar coşku
lu, enternasyonali bilenlerin ve çığlık çığlığa söyleyenierin oranı Fransa
nüfusunun neredeyse yarısı kadar: Böyle bir oran hiçbir zaman bir daha
yakalanamadı.
ABi D i N D i N O
Bu, Abidin'in bildiği, sevdiği, saydığı ve yücelttiği Paris'tir. H alkın
Paris'idir bu. Korkmayanların, Direniş'i örgütlemiş olanların . . . Nazileri ve
onların yerli işbirlikçilerini saklandıkları "deliklerinden" çekip çıkaran ve
hak ettikleri cezaları verenlerin . . . Mücadele etmesini bilenlerin, mücadele
den kaçmayanların.
Siyaseti soldan ve hakkıyla yapanların Paris'idir bu. Nitekim o gün
lerde FKP Fransa'nın birinci partisidir: Seçimlerde en çok oyu o alıyor.
Ama iktidarı alamıyor: H içbir parti onunla koalisyon hükümeti kurmak is
temediği için. FKP de bütün partilerle "kavgalı" olduğu için. Fransa'da sa
vaş sonrası ilan edilen IV. Cumhuriyet içindeyiz ve güya sol, klasik sağ ve
"radikal" partiler arasında sıkı bir tango var: Ama bu " Paris'te Son Tango"
değil: H er günkü tangodur: İnsanları bezdiren. Radikal çözümler arama
ya sevkeden...
Bu Paris'te popüler mahalleler ve garlar müthiş: H erkes sarmaş do
laş. H erkes yolcu. Herkes hancı. Gare de Lyon ana-baba günü. Abidin ve
Sophie bu Gar'a mı indiler? Evet. Eğer trenle yola çıktıysalar. Pikret Mual
la Gare de Lyon'u hiç sevmez. Neden mi? Pikret Mualla, " P aris'te, Lyon Ga
rını hiç sevmem" demiş günün birinde. Nedenini sorunca Mübin Orhan,
şu yanıtı vermiş: " Rayların öbür ucu Sirkeci Gar'ında çünkü."
PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N A RA L I K 1 993'E
Ancak, Güzin de çıkacak: Önce 1953 yaz dinlencesi vesilesiyle: An
nesiyle. Sonra 1954 yaz başlangıcında: Temelli olarak.
Abidin ve bir süre sonra Güzin, Paris' teki zamanları süresince de
ğişik dönemlerde, değişik mekanlarda kaldılar.
Yaz dinlencelerinde gittikleri kasaba ve köyleri ve Paris'teki ilk ayla
rında zaman zaman yaşadıkları Quartier Latin'deki ucuz otelleri sayınaz
sak şu evlerfmekanlar kalıyor:
Schola Cantorum'da: Abidin, belki 1 9 5 2 sonunda birkaç gün kaldı
burada. Ama asıl Schola çağı, Güzin'le birlikte ve 1954 sonundan 1 9 5 6 so
nuna kadar giden zaman dilimidir.
13, Quai Saint-Michel'in beşinci ve son katındaki ev-atölyede: 1 9 5 6
sonundan 1971'e, belki 1 972'ye, kadar burada kaldılar. O yıllarda birçok sa
natçının ve olanakları sınırlı birçok insanın yaptığı gibi. Geçmiş dönemler
de burjuvaların ve f veya aristokratların ailece oturdukları binaların çatı ka
tında yaptırdıklarıjayırdıkları "chambre de bonne," ev hizmetlilerin kaldığı
oda veya odalar, epey zamandır büyük kentlerin merkezi bir mahallesinde
oturmak isteyen sanatçılar için biçilmiş kaftandı. Abidin de böyle bir fırsat
bulunca kaçırmadı. 1 9 6 8 sonunda Güzin düzenli bir gelire sahip olunca,
Ankara'da tek başına yaşayan annesini Paris'e temelli getirdiğinde, annesi
için aynı binada ayrı bir "chambre de bonne" kiralandı. Cenevre'deki ço
cukluk yıllarında Abidin'in anıatıklarını anımsıyoruz: O günlerdeki varlık
lı Dino ailesinin oturduğu binada çatı katı ev hizmetlerine bakan genç kız
lar için ayrılmıştı. Otuz yıl kadar sonra Abidin ve eşi bu tür iki "chambre
de bonne"un bir araya getirilmesinden oluşan bir mekanda yaşadılar: Ne
redeyse on altı yıl boyunca.
Bu ilk iki mekanfev-atölye Paris'in 5· arrondissement'ında, yani
gerçekten başkentin tam göbeğinde, Quartier Latin'dedir.
1971'den itibaren ise r o , Rue de L'Eure'deki ev-atölyede: Bu mekan
14. arrondissement'dadır. Burası birçok sanatçının atölyesinin bulunduğu
ve yaşadığı bir mahalledir. O yıllarda Paris Anakent Belediyesine bağlı top
lumsal konut kurumu, kimi mahalledeki " somurtkanlığı" azbuçuk gider
mek için yapılacak olan yeni toplumsal konutlarda sanatçılar için ev-atölye
lere yer verilmesini öngördü: İşte Abidin bu sayede, bu tür yeni toplumsal
ABi D i N D i N O 73
konutlardaki ilk ev-atölyelerinden birine, yani bildiğimiz, bu geniş ve iki
katlı, hani dubleks denilen türden, ev-atölyeye yerleşti. Binanın 9· ve r o . ka
tında. Terası Montparnasse Gökdelenine bakan. Daha geniş bir mekan:
Yazmaya daha çok zaman ayırmak için. Yaratmaya daha çok yer bulabil
mek için. Ne kadar iyi: Derin bir nefes almak, taraçaya çıkarak: Paris karşı
nızda yerlere serilirken . . .
Abidin yaşamının en uzun dilimini Paris'te geçirdi: Seksen yılının
kırkyedisini evet Paris'te yaşadı: Bir Parisli olarak, dünyalı tarafından, yine
lernek pahasına yazıyorum ve hep Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak f
kalarak. Bunun ne önemi var demeyin lütfen.
Ülkesini ve halkını onun kadar şıkça, güzelce, efendice ve sakin
bir biçimde temsil eden çok az insan vardır. Fahri büyükelçi mi demeli?
Kültür elçisi mi? Gönüllü temsilci mi? Tercihi size bırakıyorum: Ama
şu kesin: Bu adamı tanıyan, onunla iki satır konuşan herhangi biri, bu bir
çocuk da olabilir, bir gazeteci, bir sanatkar, bir dipolamat ta, söylediklerine
inandı, halkını ve ülkesini tanımak istedi. Bu da az şey sayılmaz. Sayılma
malı.
Abidin Paris'e vardığında, öteden beri veya son birkaç yıldan bu ya
na başkente gelmiş ve demir atmış epey kalabalık ve nitelik açısından ol
dukça zengin bir Türkiyeli topluluğu buldu. Bunların birçoğu İstanbul
vefveya Ankara'dan yakın tanıdıkları, dostları, arkadaşlarıdır:
ABi D i N D i N O 75
siz bir nesneyle karşılaşmayacak Resmin konusu ona faydalı şeyler düşün
dürecek Aniayacak ki hayat hiç de küçümsenecek bir şey değil. Aniayacak
ki -o müzelere konan çerçeveli resimler var ya- onlar da kendisinden ya
na. Bilecek ki sanat denen şey öğrenilmeye değer ve kendisi içindir. Varsın
başlangçta resim o kadar da başarılı olmasın. Zararı yok, telaşlanmayın, ge
lecek sefer Fougeron daha iyisini yapacak. Ben buna sanatta demokrasi di
yorum, ne dersiniz? "
Abidin'in yazdıklarıyla Avni'nin ü ç yıl kadar sonra söyledikleri bir
birine çok yakın sözler.
Avni'nin 15 Mayıs 1953'te Galerie La Roue'da açtığı Paris'teki ilk ki
şisel sergisinde sergilediği eserleri nitekim Mahmut Makal'ın Bizim
Köy'ünden esinlenenen yapıtlardır: "Bit Kıran Kadın, " " Köy öğretmeni ve
talebeleri" ile köy hayatının içindeyiz. Köy hayatı da Paris'in içinde. Necmi
Sönmez'in saptaması burada yerini buluyor: " . . . Arbaş'ın bu eğilimi, o yıl
larda en büyük destekçisinin Fransız Komünist Partisi'nin olduğu, Fouge
ron, Taslitzky, Amblard ve Buffet gibi sanatçılar tarafından temsil edilen
' Eleştirel Figürasyon' ("Figuration Critique" /"Art Dirige'') çerçevesinde de
ğerlendirilebilecek olan bir özelliğe sahiptir." (A. g. k., s. 42.)
Evet biraz önceki sorumuzu yineleyebiliriz? Avni Arbaş o yıllardaki
sanat anlayışıyla ve yapıtlarıyla FKP'ye ve onun resmi ressamiarına yakın
dı mutlaka ama FKP'li miydi?
Aynı gruptan Selim Turan da Paris'te: O da 1947'den beri burada.
O da Avni gibi Fransız Hükümeti'nin burslusu. O da Schola Cantorum'da
kalıyor. Ama resim sanatı anlayışı A vni'ninkinden tamamen farklı. İkisi de
İG SA'de Leopold-Levy'nin öğrencisi olmasına rağmen. Selim Turan soyut
resimden yanadır. " Kısa sürede Atlan, Hartung, Soulages , Mathieu başta . . .
güncel sanat ortamıyla diyalog" kurdu. 1948'de Georges Mathieu'nün Ga
lerie des Deux iles'de düzenlediği karma sergide eserlerini sergileme ola
nağı buldu. Böylece o günlerde "non-flgüratif' sanatı savunan öncü grup
içinde yerini aldı. 195o'de Galerie Breteau'da ilk kişisel sergisini açtı.
1 9 5 1 'den itibaren düzenli bir biçimde Salon Des Realites Nouvelles'e katıl
dı. Dönemin önemli yazadarıyla da dostluk kuran Selim Turan 1 9 5 3 'ten
başlayarak Academie Ranson'da bir süre sonra Ecole d' Art de Fontaineble-
DOKTORA Y E R İ N E RESİM
Daha birkaç yıl önce, Ankara'da Orhan Veli'nin ve Nahit H anım'ın
çevresinde dolaşan Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mekteb-i Mülkiyeyi Ş ahane
nam) öğrencisi, hani "Kimi akşam Kürdün Meyhanesine damlar, kimi ak
şam Yeşil Fıçıya uğrar" Mübin Orhan da Paris'tedir. O da Fakülteyi bitir
dikten sonra, r 949'da, kalkmış gelmiş: İktisat alanında doktora yapmak
üzere? Ama Paris'in "sokaklarında, havasında, suyunda ve hele şarabında"
var olan resim "hastalığı" ile derdest olunca doktora filan rafa kaldırılmış,
varsa yoksa resim demiştir Mübin. Yaşasın özgürlük! " Gün geçtikçe ista
tistikleri, demografıyi, ekonomipolitiği bırakmış , Malevich'in, Mondri
an'm, Klee'nin renk ve boyut teorilerine dalmıştı. Eski günlerden kalma,
' Kötü para iyi parayı kovar' cinsinden laflar ettiği oluyordu ama, aklı fikri
Nicolas de Stael'in pütür pütür boya tekniğindeydi artık." (Bu satırları Abi
din yazıyor: Mübin Orhan'un 1992'de Galeri Nev'de düzenlenen katalağu
nun sunumunda.) Evet: Yaşasın özgürlük! Mübin'in yanındaki " sadık dos
tu" Oğuz Nedim Günsür'ü görmezlikten gelirsek ayıp olur.
" Bir kefeye Sorbonne'la Bibliotheque Nationale'i koyun, öbürüne
de Louvre'la Musee de l' Art Moderne'i, hangisi ağır basar, artık sütünüze
kalmış bir iş."
Abidin, 1952'de Paris'te karşılaştığı Mübin için şunları yazıyor:
" Paris'e vardığımda Mübin Orhon'u tekrar göreceğiınİ hiç düşün
memiştim Bambaşka bir genç adamla karşılaşıyordum, mülkiyeliden ne
redeyse hiç iz kalmamış, resim yapma sevdasına kapılmış bir çilekeş çıkı
vermişti karşıma.
Yoksa Orhan Veli'den mi kapınıştı sanat mikrobunu?"
ABiDiN DiNO 77
Paris'te "Adım başında resim sanatını çağrıştıran görüntüler, vit
rinler, afişler, kahveler, ressam yatağı 'bistrot'lar, insanı resim delisi yap
maya yeter de artar da . . . "
Evet aynen öyle.
H ele o yıllarda: Soyut resim eğiliminin kendisini hemen hemen
her konuda ispat etmek için her tarafa koşması vesilesiyle. Her yerde ken
dini göstermek arzusuyla. Birçok insanın soyut resim alanında yapabilece
ğini sandığı şeylerin çokluğu, buna rağmen "aranan yolun" bir türlü bulu
namaması, bulunamamasının zorluğu da düşünülürse.
Abidin yazıyor: "Soyut resim çeşitleri kol kol, Mübin'in arayışları
boşlukta bir gezi gibi bir şey, nerden kalkıp nereye varacaktı, belli değildi.
1950 yıllarının Paris'inde, aydın çevrelerde Marx'cı düşünce eğe
mendi."
Evet bir de bu mesele var. Sanada düşünceyi uyuşturmak her za
man kolay değil. Abidin'e kulak kabartacak olursak Mübin bu meseleyi
sanki daha kolay çözmüş:
" Mübin Marx'dan çok Kafl<a'da buluyordu kendini. Toplum sonun
Iarına karşı ilgisiz değildi, ama yaşadığı kişisel bunalımın kahramanı Kaf
ka'dan başkası olamazdı."
Mübin, resme abone olduğu ilk sıralarda "gerçekçi tarzda" çizdi bir
şeyler, belli bir süre. Ama, soyut resimde ve bunun bir dalı olan lekecilikte
jtachisme'de karar kıldı hemen sonra.
REMZİ RAŞA
Remzi, Paris' e neden, nasıl geldiğini ve neler gördüğünü anlatıyor:
"Ve kararımı verdim: 1 9 5 3 'te Paris'e geldim. Paris gibi bir kente
geliyorsun, birtakım sanat akımları var. Paris kaynaşıyor yani. İstanbul
gibi değil. O zaman dünyanın sanat merkeziydi Paris. Resmin yatağıydı.
Ve ilk başlarda benim için hiç kolay olmadı. Geçiş döneminde epey zor
landım.
Aslına bakarsanız İ G SA'de Paris'in ve Fransa'nın etkisi vardı. Bi
zim Resim Bölümü şefi örneğin bir Fransızdı: Leopold-Levy. Yani ister is
temez Fransa etkisi, Fransız kültürüyle yetiştirdiler.
Öte yandan Türkiye'deki resim kültürü o gün de bugün de bir rep
rodüksiyon kültürüdür.. . Hiçbir yapıtın orijinali yoktu İ stanbul'da. Mü-
ABi D i N D i N O 79
ze(ler)de orjinaller yoktu. Kendi kültürümüzü bize öğretecek adam yoktu.
Aktaracak kimse yoktu.
Çünkü kimse bilmiyordu geçmişteki kültür zenginliklerimizi . . . Oy
sa bizim son derece zengin bir kültürümüz vardır.
Osmanlı kültürü, dikkatinizi rica ederim, Türk kültürü demiyo
rum, Osmanlı kültürü bir mozaik gibidir: Ermeni, Türk, Kürt, Arap ve bu
nun gibi kültürlerin bileşiminden meydan gelen bir zenginliktir. Yani on
lardan kaynaklanamıyorduk İG SA'da. Varsa yoksa Avrupa ve özellikle de
resimde Fransız hayranlığı ve etkileri. Osmanlı kültürünü bütün zenginli
ğiyle anlatacak tek hoca yoktu Akademide. Bir kültürün öbür kültürden üs
tün olmadığını anlatacak, söyleyecek hoca da yoktu. O zaman ne oluyor?
Batı ve Avrupa kültürünün her şeyden üstün olduğu iddia ediliyordu. Oy
sa bu asla doğru değildir.
Resim sanatında bile hep Avrupa referans olarak alınıyordu . . . Ve is
ter istemez Akademi kopyalarla doldurulmuştu. Doluydu ... Onlarla öğren
ciler besleniyordu. Başka kaynak ta yoktu. Az sayıda kitap ve birkaç albüm
de vardı. Hepsi bu kadar. . .
Paris'e ... bir kitap kültürüyle geldim. H azırlıklıydım ama yine de
Louvre'a ilk gittiğimde tabii ki etkilendim . . . O koca resimler insanı eziyor
du örneğin. Ama zamanla, yavaş yavaş anlıyorsun ki, önemli olan ebad de
ğildir. Asıl olan konsepsiyondur. Ve artık ezilmiyorsun, o büyüklükten o
iriliklerden.
Paris'e geldim. Burssuz murssuz. Abim iyi kötü bir yol parası ver
di . . . H epsi bu . . . Yanılınıyorsam r958'de ilk kez bir çift benden ı s o frank ve
rip bir tablo satın aldı."
Remzi'ye, resimle, sadece resimle geçinme olanağını ne zaman
buldunuz sorusunu sorduğumda bana şu yanıtı verdi:
" Herhalde 1 97o'lerde filan."
Evet hesabını yapalım 1953'ten 197o'lere, en az yirmi yıl, Paris' e re
sim yapmaya gelen ve sadece resim yapan ve geçinmek için bin bir küçük
işle uğraşmak zorunda kalan, bir ressam yirmi yıl sonra ancak mesleği sa
yesinde kendi yağında kavrulabilecek. İşte bir anlamda Paris dramı. Paris
ALBERT B iTRAN
O tarihlerde son derece yakışıklı, gülmeyi ve iyi vakit geçirmeyi se
ven Albert Bitran'ı sakın unutmayalım: Alınır yoksa. Mimarlık öğrenmeye
gelmiş ama resim onu da çekip almıştır içine. Soyut sanatın en iyilerini
üreten bir ressam olup çıkmıştır sonra.
Necmi Sönmez'in yazdığı gibi, "geometrik soyutlamaya karşı lirik
soyutlama tarzını destekleyen polemik yazılarıyla tanınan ve r 945 sonrası
Paris sanat ortamının en önemli sanat eleştirmenlerinden biri olan" Char
les Estienne ile sıkı dosttur Bitran.
Bitran bana anlattı, fanatik soyutcu değildir. Suçlu "figuration" izle
ri ararlar o nedenle fanatik soyutcular Bitran'ın yapıtlarında. Ve bulabilir-
AB i D i N D i N O 8ı
ler de. Bulunabilir de. Resmi şiirseldir. Adı bilinmektedir. Resimlerinin
meraklıları pek çoktur.
Sadece resim de yapmadı elbette. Zaman içinde bu sanatın kardeş
birçok daUarına da uzandı: Kitap " süslemek," seramik, heykel ve daha bir
dizi şey. . . Bitran, hem sanat anlayışı hem de "kaderi" açısından kendisine
benzeyen ve mutlaka daha birçok neden sonucu Mübin Orhon'u herhalde
en çok sevenlerden biridir. Bir tanıklık olarak şunu yazmalıyım: 8 Kasım
2005'te, yani Mübin'in vefatından yirmi dört yıl, evet bir çeyrek yüzyıl son
ra, Albert Bitran'la Abidin üzerine söyleşmeye ev-atölyesine gittiğimde ne
gördüm biliyor musunuz? Çalışma masasında yuvarlak bir çerçeve yerleş
tirilmiş Mübin'in fotosunu: Mübin her zamanki gibi coşkulu gene, sol el
havada. İ şte size dostluk ve arkadaşlık belgesi. Tanıdıklardan bir tek Mü
bin'in fotosu vardı o masanın üstünde. Dostluğun tanımlarından biri de bu
olmalı diye düşündüm. Bilmem siz ne dersiniz?
Bitran r949 'dan beri yaşadığı Paris'te birçok kişisel sergi açmıştır
kısa sürede: 1 9 5 r 'de Galerie Arnaud'da. 1952'de yine aynı galeride. Daha
sonra başka sergiler...
1957'de Galerie Ariel'deki sergisinin açılışına ise Abidin ve Gü
zin'in katıldıklarını sanıyorum. Çünkü hem Abidin hem Güzin Bitran'ı
çok severler. Çok şirin ve çok şakacı bulurlar. Zaten bir yıl kadar sonra ev
lendirecekler Bitran'ı.
VE DAHA K iMLER
Bitran'ı sevimli kılan başka bir nokta daha var, yeri gelmişken söy
leyeyim: Bitran, Sevgi ve Sencer Divitçioğlu çiftinin can ciğer dostudur. Ve
Abidin'le Güzin, Sencer'le eşini tanır tanımaz "bayıldılar": Çok zeki, çok
kültürlü iki İstanbullu: Paris'in kültür zenginliğine ve güzelliğine bir katkı
daha: Bizden.
Dahası da var: Sencer ve Sevgi aynı zamanda İlhan Koman'ın da iyi
dostlarıdırlar. Abidin'in yine çok beğendiği bir sanatçıdır İlhan Koman.
İlhan Koman da Paris'tedir o günlerde: r947'de İGSA Müdürü Bur
han Toprak ile o yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Mü
dürü ve Nahit H anım'ın eşi H alil Vedat Fıratlı'nın teşvikiyle kararlaştırılan
ABi D i N D i N O
sanlardık Zorunlu olarak buradaydık. Bu bizi daha da yakınlaştırdı. Önce
hepimiz gibi oldukça sıkıntılı günler geçirdi. Sonra sanatı ve çalışmaları sa
yesinde kendini kabul ettirdi. . . Benim üzerinde çalıştığım halk şairlerine
büyük ilgi duyardı. Tam anlamıyla bir kültür adamıydı. Tükenmez bir ça
lışma şevkine sahipti."
Boratav Abidin'in şairliğinden de söz ediyor: "Abidin, hem ressam,
hem yazardı. Şiirleri vardır ve çok güzeldir. "
B i R 0GUL VE ANASI
Fahrunissa Şakir-Zeid'in İzzet Melih Devrim'le evliliğinden olan oğ
lu Nejad Melih Devrim, 1946'da, "Ailesinin iznini almadan İG SA'ni terkedip
Seine N ehri'nin sol yakasına yerleşmiş, orada diğer ressamlar gibi bohem ha
yatına dalmışhr." Bunları bu biçimde yazan Şirin Devrim'dir. Nejad'ın kız
kardeşi. Ancak hepimiz biliyoruz ki Nejad Melih Devrim iyi ressamdır ve za
manını değerlendirmeyi de çok iyi bilir: Resim yapar. Çizer. Dolaşır.
Gertrude Stein'in artık maalesef yalnız kalmış dostu Alice Toklas,
Nejad'ı iyi tanıyor. Onu kaldığı mekanında görmeye geliyor ve o gün orada
bulunan Şirin'le tanışıyar ve bu vesileyle Şirin Devrim'i evine çay içme
ye bile davet ediyor. (Şirin Devrim, bunları Şakir Paşa Ail es i 'nde ayrıntılı
olarak anlatıyor: s. 207-208 ve 212.) İki satırlık bir alıntı yapmalıyım: " Miss
Alice Toklas, Nejad'ı çok seviyordu, onu koruması altına almıştı. Son re
simlerini görmek için köpeği Basket ile (1937 ve 1938'de Gertrude Stein,
Alice Toklas ve Abidin'le Seine kıyısında dolaşan Basket'in ta kendisi.
M Ş G) ziyaretine gelmişti. Onun sayesinde Nejad zamanın çok önemli ve
ünlü kişileriyle tanışmıştı. Örneğin, ressam Sonia Delaunay, Madam Kan
dinsky, Amerikalı besteci Virgil Thomson gibi . . . Ve tabii kısa sürede Pa
ris 'in sanat arenasında kendine yer edinmişti."
Nejad Melih Devrim, Mart 1947'de Galerie Allard'da Paris'teki ilk
kişisel sergisini açtı. Bu vesileyle " Paris'te kişisel sergi açan ilk Türk ressa
mı olduğunu" yazanlar var. Daha önce kişisel sergi açan yoksa bu doğru
dur. Jacques Lassaigne sergiye ilişkin yazısında sanatçının şu özelliğine
dikkat çekiyor: " Paris'e yeni gelen bu sanatçı, Fransa'daki çağdaşlarını uğ
raştıran birçok sorunu önceden sezmiş bulunuyor. Nejad, İstanbul'un sun-
AB i D i N D i N O
ne'in düzenlediği Peintres de la Nouvelle Ecole de Paris isimli ve r 2 Şubat
r952'de Galerie de Babylone'da açılan karma sergiye katıldı.
Bu sergiye katılanlar arasında Atlan'ı ve Nejad'ın annesi " Fahr-el
N is sa Zeid"i de buluyoruz.
Nejad, daha çok genç yaşta, otuzunu bile henüz doldurmadan, Pa
ris'te bir "yıldız" gibi doğuyor. ..
1955'te Abidin'in kadim dostu Tristan Tzara'nın Le Temps Naissant
isimli şiir kitabını resimledi...
1956'da Galerie M. C. Coard'da kişisel sergi açtı... O yıllardaki " Le Sa
lon des Realites Nouvelles" ve "Le Salon de M ai" gibi toplu sergilere de katıldı.
Necmi Sönmez'in belirttiğine göre, " Devrim, 1948'de 'Ecco Homo'
çalışmasıyla Salon des Realites Nouvelles'e kabul edilen ilk Türkiyeli sanat
çı olur." (A. g. k., s. 40.)
Evet, o günlerde tanınan ve gelecek için umut veren bir ressam
dır Nejad.
Bizzat kendisi şunları söylüyor: "Fransa'ya giderken derdim yenilik
yapmaktı, sanatım değişrnek istiyordu ve değişti de. O zamanlar Stravinsky
dinlerdim, resimde ise bunun paralelini göremiyordum. Paris' e gidince ka
ligrafijhat sanatı ve soyut Türk sanatlarından kendime özgü bir üslup çı
kardım. Mira'da da hat vardı, ama ondaki oryantal değildi. Jacques Lassa
igne gibi birçok eleştirmen benim oryantal hat kullandığımdan ve soyut
Paris Ekolü'ne etkimden söz ettiler. Paris'teki ilk sergirnden itaberen re
simlerim hep soyuttu."
ABi D i N D i N O
H aydi gelin bir parça Fahrunissa Zeyd'i dinleyelim: " Resim yaparken
tüm canlı varlıklarla, yani var oluşun sonsuz çeşitli biçimlerinin toplamı olan
evrenle bir tür paylaşım içinde olduğumu hissederim. O zaman kendim ol
mayı bırakır, kaya ve lav püskürten bir yanardağ gibi bu resimleri püskürten,
kişisel olmayan bir yaratım sürecinin parçası haline gelirim Çoğu kez neyi
resmetmiş olduğumu ancak tuval nihayet bittiğinde fark ederim."
Bir kendinden geçme biçiminde resim yapmak.
Fahrunissa H anım ' ın bir ayağı Londra'da, biri Paris'tedir, elleri
de İstanbul'da: B ağdat ve Beyrut'u unutmadan lütfen. Paris'te özellikle
Katia Granoff ile çok iyi ilişkiler kurar ve adı geçenin galerisinde de eser
lerini sergiler. Katia Granoff, Pikret Mualla'nın ve bir süre sonra ise Abi
din'in eserlerini de sergileyecektir. Bu açıdan bakınca Fahrunissa H a
nım'ın bir tür yol açıcı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yol açıcı, yol
gösterici, tanıştırıcı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Paris'ten ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'na
gönderdiği 31 Mart r 9 6 r tarihli mektubunda ilginç bir noktaya değiniyor:
Şair, yazar, edebiyat ve sanat eleştirmeni, ABD vatandaşı ve İstanbul'da da
bir süre yaşamış bir ana-babanın Paris'te doğmuş oğlu Edouard Roditi'nin
Fahrunissa H anım'a yardım ettiğini belirtiyor: Şöyle:
" Roditi Fahrunisa'ya (Aynen böyle yazılı. MŞG) çok yardım etmiş
vaktiyle. Bizler için de bir şeyler yapmak istiyor. Eksik olmasın!"
(Daha önceki mektuplarında Roditi'nin 27 Mayıs r 9 6 o'taki askeri
darbeden sonra üniversitelerdeki görevlerine son verilen ve "r47'ler" diye
anılan öğretim üyelerinin sorunlarını Fransa'da ve ABD'de kamuoyuna
mal etmek için çabaladığını yazıyor. Roditi ile ilişkisi bu çerçevede kurulu
yor, gelişiyor...
Ama sadece bu kadar da değil: Bedri Rahmi başka şeyler de umu
yor: 30 Ocak r 9 6 r tarihli mektubundan aktarıyorum: " İleride esaslı bir
burs için en güvenilir kaynak Roditi. Çok hareketli ve becerikli bir zata ben
zer. Yaşar Kemal'e içedediğim kadar varmış İstanbul'da! Bu zatı tanıştır
ınadı bana."
Roditi, İnce Memed'i, Thilda Kemal ile İngilizceye çevirdiği için Ya
şar Kemal'in ve eşi Thilda'nın iyi dostudur. Anlaşılan bu vesileyle veya baş-
"ÇiNGENE" HAKKI
O günlerde İstanbul'dan Paris' e gelip gidenler, gidip gelenler ve ka
lanlar arasında H akkı Anlı'yı da anmak lazım: Arkadaşları arasındaki na
mıyla "Çingene H akkı."
1947'de Paris'tedir: Yaz aylarında "Öğretmen Bilg-Görgü Kanu
nu'ndan yararlanarak edindiği üç aylık bursla."
ABi D i N D i N O 89
H akkı Anlı, Neriman Pelek, Abid i n ve Gü zin Di no Pari s ' te dans ederek yılbaşını kutl uyorlar.
KAPTAN VE A i LESi
Arif Kaptan ve " H arika Çocuk" kategorisinden oğlu H asan Kaptan
(r 942'de Ankara'da doğdu) ile eşi H ikmet H anım Paris kervanında yerini
alan üç kişilik bir ailedir. Onlar da ilkönce Schola Cantorum'da yaşıyorlar.
H ikmet Hanım'dan birçok mektubunda söz ediyor Eyüboğlu kardeşler.
Daha sonra Paris'in dışında bir yere taşınıyorlar ...
Hasan " H arika Çocuk" kontenjanından " Devlet burslusu"dur. An
nesi ona bakınakla meşguldur: Bilhassa "kötü alışkanlıklar" edinmemesi
için. Arif Kaptan ise çevresine bakmaktadır. Çok bakmaktan olmalı az re
sim yapar. Bu nedenle Paris'e geliş sıralarına göre, Sabahattin Eyüboğ
lu'nu üzer, Bedri Rahmi'yi sinirlendirir.
Bedri Rahmi, I4 Ekim r 9 6 o tarihli mektubunda "Arifler çok telaş
talar" diye yazdıktan sonra şunları ekliyor: " H asan onsekizine gelince ana
baba ödentisini kesmişler. (Altını ben çiziyorum. Kesilen H asan'ın bursu
değil, Hasan'a bakılması için ana ve babasına yapılan ödentidir. M Ş G ) Oy
sa yirmisine kadar söz almışlarmış . "
Bedri Rahmi Eyüboğlu, 3 1 Mart r 9 6 r tarihli mektubunda ise, Ha
san'ın 'Şu Bedri amca öldü mü kaldı mı' diyerek otele uğramasına" çok
sevineceğini yazıyor, ama ne Arif Kaptan ne Hikmet H anım, H asan'ın
Bedri Rahmi'yi ziyaretini istiyor.
ABi D i N D i N O
Bedri Rahmi o zaman iyice kızıyar ve Arif Kaptan'a nasıl, sadece öğ
retmenlik değil "babalık" bile yaptığını ve böylesine kıyınet bilmemesini
yerden yere vuruyor. .. Uzun hikaye...
O yıllarda, Paris'te ressam denilince hemen herkesin aklına elbette
ve en başta gelen bir isim var: Pikret Mualla. Onu unutttuğumu sanmayın
lütfen. Hiç unutur muyum? Abidin'in Pikret Mualla ile sabah kahvaltısı
için randevusu var ve birazdan hep birlikte ona gideceğiz.
" . . . Paris'e gelir gelmez bana unutulmaz bir ziyafet çekmişti Mualla.
Bu ziyafet bir sabah kahvaltısıydı ve Mualla'nın buna çok önem verdiği şur
dan belli olmuştu ki: Tam saat dokuzbuçukta, tastamam dokuzbuçukta'
evinde olmarnı istemişti, ısrarla.
Dilediği gün ve saatte Çıkrık Çıkmazının kapısını çalmıştım.
Oda tertemizdi. Yatak toplanmıştı ve beyaz kağıtla örtülü sofrada,
akıllara durgunluk nesneler bekliyordu beni: bir cam kabın içinde iri ta
neli bol kırmızı havyar, beyaz peynir, iki üç çeşit acımtrak İngiliz reçeli,
kalarnata zeytinleri, pastırma sucuk, taze uzun Fransız ekmeği, 'kruva
sanlar,' siyah çavdar ekmeği, sarı H ollanda tereyağı, çeşitli meyvalar. . .
An i D i N D i N o 93
Bir köşede gaz ocağında demlenen, buram buram kokan çay, çaydanlık
ta fokur fokur . . .
Manzara akıllara durgunluktu. Odanın ortasında güleç bir Fikret
Mualla şaşkınlığımı izliyor, leylek gibi tek bacak üzerinde duruyor, elle
rini ovuşturuyordu ... Bu kahvaltıyı hazırlamak için, kimbilir kaç gün ye
memiş içmemişti? Sofrayı tertemiz ettik. E ski günleri, Arifi, H alet Çele
bi'yi, Falcı Ahmet Bey'i, Fikret Adil'i, Baltacıoğlunu, Neyzen Tevfik'i an
dık. Üstüste kopkoyu çaylar içtik, zincirleme cigaralar içtik. .. Resimlerini
seyrettik.
- Böylesi bir sabah kahvaltısı ne gördüm ne de göreceğim var.
- Düşeş, demişti Mualla, geçen gün iki yağlı boya birden sattım bir
İsviçreliye . . .
Anlattı, Coupole'da rastlamış adama, tanışmışlar, raslantı...
Öyle bir derya k i Paris kenti, sanatçı altasını kırk kulaç salıp deniz
diplerini tarar, artık ne çıkarsa bahtına . . .
Ressam hem balıkçı hem d e balıktır, aslına bakarsanız kendisidir
avlanan.
Ressamın kullandığı yem gitti gider, kendi ömrünün bir parçasıdır.
işler 'yaver' giderse, ressamın bir ömür parçası çerçevelenip bir çi-
viye asılır, çarmıhta İsa örneği çakılı kalır böylece.
Beteri de var elbet. O da resmin satılmaması. . . "
Abidin Mualla'nın resimlerini şöyle değerlendiriyor:
"ı952'de Roma'dan Paris'e geldiğim vakit gördüğüm Mualla'nın
yeni resimleri, genellikle, şiirsel bir gerçekçilikten, kimi imgede mitossal
bir gerçekçiliğe uzanıyor, çok seyrek olarak da soyutlaşıyordu da . . . "
Başka bir yerde şöyle bir not düşüyor Abidin: " Mualla'nm bu resmi,
çağdaş mitologyanın bir örneği sayılabilir. .. Demek istiyorum ki yalın bir
gerçekliğin yanında, mitos'sal (Aynen. M ŞG) bir gerçekçiliğin de var olabi
leceğini bilmekte yarar var."
Fikret Mualla'nm o günlerdeki birçok önemli özelliklerinden biri
hiç sergi açmadan geçinebilmesidir: Evet zar zor ama hiçbir galeri sahibi
nin vefveya "danışmanlarının" "uzmanlarının" " ağız kokularını" çekme
den. Gerçekten özgür bir adamdır Mualla. Evet biraz "deli" ama bu, onun
Asi D i N D i N o 95
İkonoklast bir eğilim vardı: İnsan yüzü artık çizilmiyar / gösterilmi
yor. Dinsel etkenler, nedenler, inanışlardan çok, insandan kaçışla ilgili bu.
Doğaya yakınlık, doğaya sevgi sonucu."
Abidin'in, bu konuda, Pikret Mualla'da anlattığı düşüncesini bitir
mesi için, kaldığımız yere dönecek olursak, Abidin'in şu sonucu çıkardığı
nı saptıyoruz:
" Baş döndürücü bollukta biçimler, değişik ve çelişik akımlar neyin
belirtisiydi so-6o'ların Paris'inde?
Bu soruya kesin ve tek yanıt vermek hayli zor, denebilir ki kısa sü
rede iki dünya har bi, iki dev sarsıntı geçiren dünyanın değer ölçüleri 'kaza
ya' uğramış, bir otomobil camı gibi tuz buz olmuşlardı." (A. g. k., s. 82-83.)
B i z i M K iLER NE YAPIYOR ?
Peki Abidin'in çizdikleri, çizecekleri b u akımlardan birine girecek
miydi? Girdi mi?
Abidin ülkede edindiği resim tekniğini, resim yapma tarzını sür
dürdü demek yerinde olacak: İstanbul hat sanatının, Bizans sanatının,
Anadolu halk sanatınınm, kendisinin gazetecilikten alıp getirdiği karikatür
pardon harikatür ve kendisine özgü desen yaratma biçemlerinin, parmak
istifleri, "el"leri ve benzeri ve başka kimsede bulunmayan çizgileriyle bildi
ğimiz Abidin bildiği ve arzuladığı gibi yoluna devam etti. Onun bir okula,
bir akıma ihtiyacı yoktu. Okul vefveya akımların belki Abidin'e ihtiyacı var
dı. Ama Abidin aralı da olmadı.
Ancak Paris yıllarıyla birlikte birkaç unsur daha eklemlendi resmi
ne: Soyut görüntüler, "ıslıklar," "çığlıklar" resimlerinde bazen bir uçtan
öbürüne koşuverdiler, geçiverdiler. Ama her zaman abidinik. Paris'te o yıl
larda yaşayan kimi ressamın kapısını kapadığı soyut mutlaka pencereden
giriyordu. Soyut o yıllarda bütün ressamların evet evet neredeyse bütün
ressamların kapısını çaldı. Çaresi yok. Katlanılacak
Abidin nitekim Andre Yelter'le sohbetinde, o günlerdeki, neredey
se ikircikli, ikilemli, karar vermekte zorlanan halini açıkça anlatıyor:
"O yıllar soyut sanada (l 'art abstrait) somut sanatın (l'art .figurat�fl
birbirleriyle dalaştığı yıllardı. Paris resim dünyası sanki iki büyük kampa,
AB i D i N D i N O 97
Paris'te o ara, 'tachiste' (lekeci) akımı çıkmıştı ortaya. Akşamüstleri
Saint-Germain-des-Pres M ahallesinin orta yerinde, Cafe de Flore ile Cafe
Les Deux Magots'ya iki adımlık yakınlıkta İzmirli Ermeni dostum Kala
çi'nin halı dükkanında bir araya gelirdik Kalaçi bizim oralardan göç etmiş
ti Paris'e genç yaşlarında."
Abidin tek tek isim vermiyor ama bu dükkana uğrayan dostları ara
sında Mübin'in bulunduğunu biliyoruz. Abidin yazıyor. Albert Bitran'ın
da. Zaman zaman Avni Arbaş'ın da. Mutlaka başka tanıdıklarımız da bu
dükkana uğruyor ve atışmalara, tartışmalara katılıyorlardı. Asıl önemlisi
Charles Estienne'in de bu dükkana uğraması ve onunla resim sanatı üze
rine sıkı tartışmaların yapılması. Sözü Abidin'e bırakıyorum:
" Kalaçi'nin dükkanına uğrayınca, tachisme'in isim babası ve kuram
cısı eleştirmen Charles Estienne'le müriderine rastlanıyordu sık sık. Ahba
bımızdı hepsi.
Kalaçi'nin halı dükkanı, bir edebiyat salonu hatta daha iyisi bir sa
nat tekkesi haline gelmişti. Çok ucuzdan da olsa, Kalaçi'nin bizlerden re
sim satın aldığı da oluyordu. "
Charles Estienne'in Tiraje Dikmen'le bir fotoğrafı var: 1949'da, rue
de la glaciere'de çekilmiş. Deklanşöre basan kim bakalım? Hiç te yanılmadı
nız: Evet Leopold-Levy. Ressam fotoğrafın çerçevesini, sınırlanm çok iyi çiz
miş: O kadar ki Tiraje ve Estienne'in hemen, fotoğrafa bakana, yani bize gö
re, sol dibinde durduklan dükkanın tabelası ayan beyan: " Fabrique de Perru
ques pour Poupees," Bebekler İçin Peruk Fabrikası. Ne hoş ama. İyi de "be
bekler" kim veya kimler. Ve saçları dökülenlerin hepsine peruk takabilecek
miyiz? Bu soruların tümünü mutlaka Tiraje'ye sormak lazım. Ah! Paris'e ka
dar bir gele bilse! (Fotoğraf Tiraje Dikmen Arşivi'nde. Ama, ne iyi ki Necmi
Sönmez onu Paris Okulu ve Türk Ressamlan 'nda yayınladı: s. 53'te.)
Kalaçi'nin dükkanına gelip gitmeler arasında ve o tartışmalar sıra
sında Mübin Orhan yavaş yavaş resim sanatında alacağı yolu belirliyor.
Abidin, Mübin'in o günlerde resim sanatında aradığını nasıl nihayet bul
duğunu şöyle anlatıyor:
"Mübin de uğruyordu Kalaçi'ye, ama tartışmalara pek karışmıyor,
Kalaçi'nin ikram ettiği bir iki kadehi içiyordu. Klasik resim disiplininden,
ABi D i N D i N O 99
Picasso ve Braquesların ya da Utrilloların günlerini andırmıyordu artık.
Ne Apollinaire ne Max Jacob kalmıştı buralarda. Kübizmin beşiği ünlü
'Çamaşır Gemisi' (Bateau Lavoir. M Ş G ) kiracılarını yitirmiş, tarotakır bir
barınak olmuştu . . .
Onaltıncı Paris bölgesinin galerileri 'kibar yatakları' sayılırdı, (örne
ğin) Mualla'nın hoşlandığı yerler değil, fakat örneğin Katia Granoff ya da
Bernheim'a uğradığı, onlara resim sattığı olurdu. "
Katia Granoff, Fahrünisa Zeyd, Fikret Mualla ve Abidin sergileri bi
le düzenleyecektir, zaman içinde. Hele bizimkiler kendilerini bir göstersin
ler. H ele kendilerini bir ispat etsinler. Paris galericileri kolay mı sanıyorsu
nuz. Aslanın ağzından kuzu almaya benzemez bu! Zor iştir. Çok!
Bizim ressamlarımız eserlerini daha çok Saint-Germain-des-Pres
taraflarındaki galerilerde sergileyebildiler. Ve hemen bir galeriyle özel bir
şekilde anlaşıp, özel bir sözleşmeyle bağlananlar pek azdı. Hiç yoktu deme
mek için. Bu gerçek, daha sonra, yani ı 9 6 o 'larda, 197o'lerde ve ı98o'lerde
gelenler, yani Müzehher Pasin, Cihat Burak, Adnan Varınca, Ömer Kaleş,
Hilda Yosmayan, Kornet ve diğerleri için de geçerlidir.
H atta, zaman içinde, Paris'te bir süre kalıp üretmek, Paris için de
ğil İ stanbul için bir tür "değer ölçütü" biçimine dönüşmüştür. Yani Pa
ris'te "yaratmak" ve "ülkede pazarlamak" gibi son derece ilginç bir geliş
me söz konusudur. Nitekim ı 9 8 o'lerin ikinci yarısından itibaren Paris'te
yaşayan birçok sanatçımız için resim satışları daha çok, İstanbul başta,
Türkiye'de oluyor. Bu durumda Paris kentinin ve resim dünyasının sade
ce bir "vitrin" haline döndüğünüjdönüştürüldüğünü söylemek abartma
olmayacaktır. Bu gelişmede elbette Türkiye'de sanata yönelik, artık sade
ce "bakıcıjhayran olucu" değil, apaçık hatta komplekssiz demek yerinde
olacak, "alıcı" ilginin artması, para sahibi olanların sanata yakın merakla
rı da ve başka birçok etken de belirleyicidir. Bizim açımızdan önemli olan
Paris'in buradaki rolüdür.
Ancak 195o'lerin başında henüz "rüzgarın" nereden, ne zaman ve
nasıl eseceği bilinmemektedir. Ve Paris sanatçılarımız için bir çekim mer
kezi konumundadır. H er daim. Ve bilhassa sanat alımları bu başkentte ya
pılıyor. ABD'ye kadar gidemeyenler için elbette.
ABi D i N D i N o 101
karşı. Ama Fahrunissa inat etti. Oğlu da annesi gibi inat etti ve elbette
aşk kazandı. Ve Nejad nitekim sonunda annesinin muhalefetine rağ
men evlendi. Ve ondan sonra Fahrunissa oğluna karşı resmen savaş aç
tı des em yeridir. "
Bana kalırsa annenin, oğlunun sanat alanındaki başarılarını kıskan
masının da bir rolü oldu bu "kavgada."
Bu B i R TRE N D İ R
Abidin'in çevresi sadece ressamlardan v e hele sadece Türk ressam
lardan oluşmuyordu. Ancak ilk geldiği anlarda durum buydu.
Zaman içinde bu birinci "kat"a başka birçok kat daha katacaktır
Abidin, ve bunların arasında "dolaşacaktır": Rue Visconti'de " Chez Bob , "
" La Bucherie," "Chez Elisabeth Maupoil," " L' Ecluse," " Le Port du Salut,"
" Rue Cochin'de Madame Matisse'in evinde kiraladığı" ve 1953'te bir süre
yaşadığı "odası," Schola Cantorum, cafeler, Quartier Latin'in ucuz otelleri,
galeriler kaçınılmaz olarak ve olmazsa olmaz nedenlerle, "ev"ler: dostların
evleri ve kendi evleri . . . Ve hayat Paris'in hayhuyu huy(suzu) hay(ırlıs)ı için
de akıp gidecektir... Akan zaman duran zaman gel zaman git zaman ...
Abidin'in Parisli arkadaşları n e sadece Türklerdir n e d e sadece
Fransızlar: Paris'te yaşayan, çalışan, üreten ve yaratan birçok "yabancı" da
arkadaşıdır: Amerikalılar, İngilizler, Güney Amerika'nın rüzgarı cömert
ülkelerinin çocukları, esmer renkli ve bıyıklılar. ..
Abidin oldum olası birçok kampartımanlı bir tren, bir katardı(r) . Ve
bilhassa bir kompartımandakilerin öbür kompartımanlardakilerle ilişkisi
nin olmamasına özel bir gayret ve özen gösterir(di). Bunun istisnaları ol
madı değil. Ama Abidin'in en yakınları da dahil, bunun içine eşi Güzin'i
de koyuyorum, Abidin katarının/treninin bütün kompartimanlarındaki
bütün kişileri, hiç kimse tanıyamadı. Tanımaları da mümkün değildi. Di
yorum ya adam bir insan değil bin bir insandı. Abidin'in hem lokomotifi,
hem chef de train'i, hem kontrolörü, hem de her şeyi olduğu bir tren katarı
diyorum ya: Öyle aklınıza beş vagonlu ve "hızlandırılmış" (!) İstanbul-An
kara "ekspresi" gelmesin: Bu trenin bir ucu var öbürü yok kardeşim. Dü
şünebiliyor musunuz?
Asi D i N D i N o 1 03
Paul Eluard, Picasso, Jean Lurçat, Matisse, Andre Verdet gibi dönemin en
önemli şair, yazar ve sanatçıları Nazım'ı çok iyi tanıyorlar: Şiirlerinden,
yaşamından.
Direniş H areketi içinde hem fiilen askeri eylemiere katılan hem de
edebi uğraşlarıyla Direniş çocuklarının moralini yüksek tutan Aragon, El
sa Triolet, Madeleine Riffaud, Eluard ve Tzara aynı zamanda savaş sonra
sındaki ağırlığı, etkisi, gücü bilinen " Le Comite National des Ecrivains"in
en baştaki yöneticileridirler, gazetecidirler, yazarlıklarını ve şairliklerini ay
nı sevinç, aynı coşku ve aynı kararlılıkla sürdüren insanlardırlar. .. N a
zım'ın ülkesini terketmek zorunda kaldığı ve Moskova'da yaşadığı elbette
biliniyor. Şiirleri zaman zaman gazete ve dergilerde yayınlanıyor.
Ve nitekim, işte bakın 1952'de, çok güzel ve çok nadir bir kitap
okurlara sunuluyor: İsmi Echos: Bu kitapta Matisse'in elinden çıkma altı
harika litografı var. Ve onlara eşlik eden şiirler: Prevert'den, Andre Ver
det'den ve elbette anladınız N azım Hikmet'ten. Sadece on beş adet olarak
hazırlanan ve özel kanalla satılan kitabın bütün giderlerini Matisse karşılı
yor. Fernand Mourlot'nun matbaasında basılan kitabın bütün gelirleri ise
Saint-Paul-de-Vence'ın veremli öğrencilerinin tedavisi için kullanıla
cak/kullanıldı. Burada ismi geçen Andre Verdet nam şair ile Saint-Paul-de
Vence nam kasabayı bir kenara not edelim: Abidin'in yaşamında baş rolle
ri oynayacaklar: Pek yakında.
Ama daha şimdiden Abidin'in yukarıda ismi geçen Fransa Cumhu
riyeti vatandaşlarının (Böyle yazmak zorundayım: Çünkü aralarında Pi
cassso gibi vatandaşlığa yeni alınanlar olduğu gibi Tzara veya Elsa gibi
"Fransız" ama yine de biraz, ne birazı canım epey "kendi coğrafyalarının
malı" olanjolduklarını duyumsatanlar eksik değil: Onlara ve kendilerine
özgü kişiliklerine saygı gereği böyle yazmak gerekiyor: En azından burada.)
birçoğunu iyi tanıdığını ve hatta birkaçıyla sıkı dost olduğunu biliyoruz.
Amınsatmak için not ediyorum: Tristan Tzara, Aragon, Elsa Triolet ("Abi
din'le Ruşça en güzel dedikoduları yapmak Elsa için büyük zevk": Gü
zin'den aktarıyorum.) Diğerlerine gelince, onlarla ve daha birçok başkasıy
la Abidin çok kısa zaman içinde tanışacak can ciğer kuzu sarması olacak
tır. Abidin bu kez Paris'e "kalmaya" geldi: Uzun boylu kalmaya.
ABiDiN DiNo 10 5
de. Belki o sırada boş olan odalardan birinde. Ama bir süre sonra ayrılıyor
Schola'dan ve Quartier Latin'deki ucuz otellerden birine yerleşiyor. Bunu
bana onu Roma'dan gelir gelmez tanıyan Fanchette ve Pierre Biro, ayrı ay
rı anlattılar. H er ikisi aynı zamanda Abidin'in Paris'te Sophie ile olduğunu
da söyleyenlerdir. Bildiğiniz gibi.
Bu hipotez başka bir hipotezi olası kılıyor: Abidin Roma'dan tek ba
şına geldi, bir süre Schola'da kaldı. Daha sonra, Sophie kendisine kavuşmak
için başkente varınca, oradan ayrıldı ve ucuz bir otele yerleşti sevgilisiyle.
Çünkü Abidin evlidir ve evli bir adamın o kadar Türkün ve dediko
dunun bol olduğu bir mekanda sevgilisiyle kalması hoş olmaz(dı) . Dahası,
orada kalan herkes veya hemen hemen herkes Güzin'i de tanıyorken. Da
hası Güzin'in 1953 yaz dinlencesinde Paris'e gelmesi de beklenirken . . .
Zaten çok manidar bir şey, Abidin'i gelir gelmez veya bir süre son
ra tanıyan hiçbir Türk, Sophie'nin varlığını bilmiyor: Ne Albert Bitran. Ne
Taeettin Karan. Ne Fahri Petek. Ne de başka biri: Avni Arbaş belki biliyor
du ama söyleşilerinde veya başka hiçbir vesileyle bu konuyu açtığını ne
okudum ne de duydum . . .
Buna karşın Abidin'i o ilk günlerinde tanıyan Fransız dostları Sop
hie'yi biliyorlar, tanıyorlar. Hatta Abidin'i onunla birlikte tanıdıklarını söy
lüyorlar.
O zaman? O zaman ortaya şu çıkıyor: Abidin bu işin dedikodusu ya
pılmasın diye Sophie'yi Türk tanıdık, dost ve arkadaşlarından "gizledi."
Bu, biraz önce vurguladığım, Abidin'in insanlarla ilişkilerini "hüc
relere," "katlara," "kompartımanlara" ayırma özelliğinin somut örneğidir.
Bu, aynı zamanda Güzin'in daha Roma'dayken "şühpelendiği" Sop
hie meselesinin dallanıp hudaklanmasını geciktirdi. Ama Güzin'in yaz din
lencesini geçirmek için 1953 yazında gelmesiyle başka boyutlar kazanacak.
Abidin'in Schola Cantorum'da ikinci bir dönemi daha var: Güzin'le
birlikte 1954 sonuna doğru yerleştikleri dönem. Bu dönem 1956 sonuna
kadar sürecek: Ve bu dönemde işte Abidin'in anlattığı, " İskoçya Kralı I I.
J acques'm, Paris sürgününde oturduğu iki oda isabet" edecektir Abidin ve
Güzin çiftine. Sophie'nin artık Abidin'den ve Abidin'in artık Sophie'den
temelli ayrılmasından sonra iç huzuruna kavuşmuş çifte.
Selim, Mübin orta katlarda, en üst katta i s e Avni A rbaş. Ayrıca Per
tev Boratav, Mimar Oğuz, yüksek teraslı bu kervansarayda yer etmişlerdi.
Neden bunca Türk bir arada diye sorarsanız, geleneği romancı Necmi Gür
men başlatmış, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Cahit I rgat (Ve elbette
onunla zaman zaman Paris'te bir araya gelen eşi Mina Urgan: Türkiye'nin
en ünlü "dinozoru." M Ş G ) ve daha niceleri sürdürmüştü. Gelen gidenimiz
çoktu, Fikret Mualla ile Albert Bitran bunlar arasında."
Schola Cantorum Türk sanatına büyük katkıları olan birkaç çiftin
tanışmasına da yol açmıştır: Bunlardan birini anmadan geçmek ayıp ola
cak: Sabahattin Eyüboğlu hayatının aşkı ve yaşamının kadını Magdi ile bu
rada karşılaştı, tanıştı, konuştu uzun uzun, sevişti ve anlaştı. Kardeş Mek
tupları'nda zamanının Mecnun ile Leyla'sının (Özellikle Mecnun'u ilk ya
zıyorum: Çünkü Leyla'sına "deli" olan odur burada) öyküsünü neredeyse
günü gününe izlemek olası. (Örneğin Sabahattin Eyüboğlu'nun 25 Şubat
1948 tarihli mektubu okunabilir: s. 26r-269. Mektup değil aslında kısa bir
" aşk romanı.")
Sabahattin Eyüboğlu'nun aynı mektubun dan, erkek ve kadınlarımı
zın tadına doyamadıkları, çünkü bir tür kaçınılmaz baş belası "zehir," Türk
usulü dedikodunun da Schola'ya taşındığını öğreniyoruz. H em ne taşın
mak! Kalıcı cinsten. Başa bela dedik ya!
Bir de " Fehamet Hanım" var ki aman aman: " Düşman başına! " Fe
hamet mi Felaket mi? Belli değil. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun bas
kı, sidik, ter, sopa, falaka yani kısacası kardeşlerim zulüm kokan devlet ge
leneğini asla terketmek istemeyen Türkiye Cumhuriyeti'nin, hele onun o
sıradaki Paris büyükelçisi ve daha önce, vurgulama olanağı bulduğum Na
zi hayranı Dışişleri Bakanlığı bile yapmış, N azi Almanya'nın Ankara'daki
Büyükelçisi von Papen'in "hediye ettiği" bir mercedese bile sahip olmuş
Nurnan Menemencioğlu gibi bir zat, bu kadar "bohem ve muhalif' sanat-
ABi D i N D I N O 107
çının, yazar ve şair gencin bulunduğu, yatıp kalktığı, sohbet ettiği, nefes al
dığı bir mekanda muhbir bulundurmayacak. Şaşarım!
Ama acaba muhbir Fehamet H anım mı(ydı) ? Sabahattin Eyüboğlu
ondan şüpheleniyor. Ama kimbilir? Yoksa başka biri mi? H em neden
bir(i). Belki daha fazla sayıda(ydılar) .
Sabahattin Eyüboğlu, 29 Eylül 195o'de İstanbul'dan o sırada Paris'te
bulunan Bedri Rahmi'ye yazdığı mektupta aynen şunları belirtiyor, mektubun
da isimlerini verdiği iyi haber alan kaynaklardan kulağına gelenlere dayanarak:
"Paris hafiye doluymuş. Mimlilerle fazla görüşmemek lazım! Babam (Rahmi
Eyüboğlu. MŞG)Ankara'ya gittiği zaman, Rıza (Rıza Engin: Bedia Cabbar Eyü
boğlu'nun eşi. Ailenin eniştesi). Onu da ürkütmüş." (A.g.k., s. 315.)
RECEP ZERMAN
Hıfzı Topuz, Eski Dostlar isimli son derece yararlı kitabında "Mahalli
Memur Recep Bey'in Öyküsü" başlıklı özel bir bölümde (s. 236-238) anlatıyor:
" .. .ilk kez 1952'de Paris'e gittiğim zaman bazen başkonsolosluğa uğramak zo
runda kalırdım O zaman da karşımda asık suratlı bir ufak memur bulurdum.
Yüzü hiç gülmez, herkese sanık gibi davranır, işçiler ve öğrenciler bu adamın
aksi davranışlan altında ezilirlerdi. Ben gazeteci olduğum için bana karşı böy
le kaba davranışlan olmazdı... Ama ötekilere karşı Birinci Şube (Emniyet teş
kilatında, paliste siyasi işlere bakan birim. MŞG) müdürü gibiydi. Herkesi sor
guya çeker ve bir bityeniği arardı. O yıllarda Paris'te olan Abidin, Avni Arbaş,
Fikret Mualla gibi dostlarım bu adamın yüzünü görmek istemezlerdi."
Elbette. Nedeni ortada. Sözü yeniden H ıfzı Topuz'a bırakıyorum:
"Aradan yıllar geçti, 1959'da U N E SCO'da çalışmaya başladım, bir
gün başkonsolosluğa uğradım, baktım o sevimsiz adam yine gişede, vatan
daşlan sorguya çekiyor. Tanıdığım konsoloslara kim olduğunu sordum,
adı Recep'miş, emekli bir subaymış, Paris' e gelip yerleşmiş ve bir Fransız
la evlenip... kalmış. Bütün vatandaşları tanırmış, herkesin sicilini tutar
mış. Diplomatlar, dışişleri personeli gelir geçer ama, Recep . . . 'mahalli me
mur' olarak hep Paris'te kalırmış.
Hıfzı Topuz, yıllar sonra, 1998'de, İstanbul'da, Taha Toros sayesin
de "eski harflerle yazılmış bir not defteri"ni ve bu defterdeki eski harflerle
ABi D i N D i N O
tanıdık." Hıfzı Topuz kibar insan, ince diplomat. Elbette jurnalcilerin isim
lerini vermiyor. Ama anlaşıldı: 195 2'den, en azından, itibaren Schola'da ve
bizimkilerin gittikleri başka mekanlarda muhbir pek çok. Fehamet Hanım
gibi herkesten borç alan ve bin bir yalan atarak ödemeyen biri belki hiç te
ajanjmuhbirjjurnalci (Quoique?) değildi.
Peki kimler(di) jurnalciler? Hıfzı Topuz'a mutlaka sormalı. Belki
bu tipierin isimlerini ifşa etmenin zamanı gelmiştir? Arkadaşlarını, en ya
kınlarını, Paris'teki sevimli insanların yüzüne karşı dost arkasından düş
man olan bu adamların ve kadınların isimlerini uzun zaman saklamamak
bir yurttaşlık görevidir. Bunun da unutulmaması gerekiyor. Kibarlık, ince
lik, diplamatea davranış hoş güzel de: H er şeyin bir sınırı var: Bilhassa za
man içinde. H ıfzı Topuz'un bu isimleri uygun göreceği bir biçimde ve bir
zamanda duyurmasının gerçekten çok yerinde bir davranış olacağından
eminim. Bizzat kendisinin kitabında (s. 237) " 6 o'lı yıllarda bile nasıl bir
polis rejimiydi bu, düşünebiliyor musunuz? diyerek kınadığı rejimin ve
kalıntılarının silinmesi, silinip süpürülmesi için herkese, bilhassa bu tür
konularda bilgisi olanlara büyük görev düşüyor: H er türlü ajan, jurnalci,
muhbir açıklanmalı: Elbette Türkiye'de de gün gelecek ve polis arşivleri
açılacak. O zamanı beklerken elinde, defterlerinde, çekmecelerinde bilgi ve
belgesi olanların artık lütfen açıklamaları gerek. Başka "canlar yanmasın,
başka yuvalara ateş düşürülmesin" diye: Toplumsal sağlık, siyasi dürüstlük
ve her günkü yaşamda huzur için.
195o'lerin başında Abidin ve Avni ve mutlaka birçoğu daha, arala
rındaki kimilerinin muhbir olabileceğini tahmin ediyorlar. Bazılarından
ise köşe buçak kaçıyorlar. Fikret Mualla'nın "kaçışı" ise başka nedenlere
bağlı. O ayrı konu: Abidin bunları Pikret Mualla ' da çok açık ve ayrıntılı bir
biçimde anlatıyor.
Fahri Petek'in bana anlattığı"öğretmenler" vakası da var: İlginç bir
polisiye olay. Birazdan göreceğiz.
A vni Arbaş'ın anlattığı bir hikaye var, tam burada bizi ilgilendiren
dönemde geçen, onu buraya hemen aktarmam şart:
" Bir gün Paris'te kapım çalındı. Hallandalı bir çift. Kendilerini tak
dim ettiler.
H ı Fzı ToPuz
Hıfzı Topuz'un Abidin'i 195o'de veya hemen öncesinde İstanbul'da,
Galatasaray Lisesinden arkadaşı ve gençlik arkadaşı Rasih Nuri ileri aracılı
ğıyla tanıdığını daha önce belirttim Topuz da değişik kitaplarında, makale
lerinde bu konuyu anlattı. Elele Derneğinin Abidin Dino'ya Saygı fHomma
ge kitabında, Hıfzı Topuz'un kaleminden çıkan şu satırları okuyabiliriz:
"Abidin'le dostluğumuz 1952'den, benim Paris'ten ayrılmama, yani
1983 yılına kadar 31 yıl sürdü. Abidin'in hiç kavga edercesine tartıştığını
anımsamıyorum. Soğukkanlılığını hiç yitirmedi ve düşüncesini açık açık
söylemekten de hiç çekinmedi. Abidin'le herkes her şeyi konuşabilirdi. O,
ABi D i N D i N O III
ince zerafati ve nezaketiyle hiç kimseyi kırmamaya özen gösterir, kendine
ters düşen konularda karşısındakini dinlemekle yetinirdi. Kendi düşüncele
rini açıklar, ama onları başkalarına kabul ettirmek için kavga çıkarmazdı. Ne
var ki karşı olduğu insanlarla tartışmamak için onları görmemeyi yeğlerdi."
Hıfzı Topuz'un burada anlattıklarının tümü doğru. Bunlar Abi
din'in "mondanite" veya daha yaygın deyimle "toplum" içindeki davranış
larını açıklıyor. Ancak Abidin bir "melek" te değildi. Tartıştığı, sesini yük
selttiği zamanlar da oluyordu elbette. Bu tür davranışıanna H ıfzı Topuz'un
da tanık olduğunu vefveya duyduğunu biliyorum: Örneğin Kerem Topuz,
yani Hıfzı Topuz'un "yaramaz çocuk" oğlu vesilesiyle.
Ayrıca Abidin'in Güzin'le ender ama sıkı ağız kavgalarını da anım
samak mümkün. Ben anımsıyorum.
Abidin'in "kavga" ettiği, ev-atölyesine gelmelerini "men ettiği" dost
ları da oldu.
Ancak şu kesin: Gerek genel konulardaki gerekse siyasi meseleler
deki tartışmalarında dinlemeyi, gerekirse uzun uzun dinlemeyi ve ikna et
meyi tercih etti, yok etmeyi, ezmeyi değil. Bu da o günlerde ve bugün son
derece uygar bir davranış: Kabul etmek lazım.
Güzin o günlerin ve sonrasının Hıfzı Topuz'unu çok sevimli söz
cüklerle anımsıyor:
" Hıfzı ile bir akraba gibi yakınlığımız var. Hıfzı sanki ailemizden
biri gibiydi her zaman. ilk geldiğimiz günlerden beri, hatta ben gelmeden
önce bile Abidin'le dosttu.
O sıralarda Türkler kapımızı çalmazlardı. Kapımızı çalmaya cesaret
edemezlerdi. Mimliyiz diye. Ama Hıfzı sanki hiçbir şey yokmuş gibi bize
gelir giderdi. Sanki her şey normalmış gibi bize dadandı. Ahbablık etti, evi
ne davet etti, çağırdı, bilmemne. İstanbul'dan her dönüşünde bize mutla
ka memleketten çok sevdiğimiz, özlediğimiz, özlemini çektiğimiz bir şey
getirirdi. Çok hoştu. Mesela bir sefer bize çavuş üzümü getirdi. Hiç unut
mam. O zaman bizim için bu çok mühim. Çavuş üzümü bilirsiniz taptaze.
Nefis. Sonra başka bir seferinde Türk ekmeği getirdi.
Hıfzı çok ince bir insandır çok hoştur. Türkiye'den gelen tanıdıkla
rıyla bizi tanıştırmaktan da zevk duyardı. Çetin Altan'ı örneğin bize Hıfzı
Asi D i N D i N o
ker gibi, Doğan Avcıoğlu gibi, Sela
hattin H ilav gibi. Her biri daha sonra
isimlerini duyuracak genç insanlar.
Kimi doktorasını yapmaya geliyor. Ki
mi bilgi ve görgüsünü artırmaya.
Adalet Ağaoğlu'nu ve kardeşi Güner
Sümer'i de saymak lazım. 195o'lerin
sonuna doğru gelen başka öğrenciler
de olacak. Daha sonra başkaları da.
Elbette öğrencilerin "en büyük korku
su" "öğrenci müfettişi"dir. Başkonso
losluk'taki "Birinci Şube"yi pardon
Recep Zerman'ı saymazsak.
195o'lerin başında " Öğrenci
Müfettişi" Ahmet Kutsi Tecer'dir:
Bu kişi, Fahri Petek için ör
neğin, " Sağcı ve yaramaz bir adam."
Ş air olduğunu biliyoruz. Öğrencile
rin "kötü cereyanlara" kapılmaması
Abidin ve Güzin'in kadim dostu N iyazi için "Talebe Derneği" kurdurtur:
A�ırnaslı'dan Paris'teki dostlarına imzalı foto�raf: Metin Toker başkan seçilecek. Yöne
" Dino'lar aziz ve sevgili çihine." i mzasını atmış
tarihi yazmayı unutmamış: ı o Kasım 1 9 64. tim kurulunda o sırada Paris'te bu-
lunan Sevim Tan bile görev alacak. ..
Metin Toker gazetecilik te yapıyor aynı zamanda. Herhalde Ulus'ta: Ekim
1952'de Londra'yı resmen ziyaret eden Adnan Menderes'i izlemek için Pa
ris'ten Londra'ya geçecek. ..
Abidin Paris'e yerleştikten sonra solcu öğrencilerle çok iyi ilişkileri
olacaktır. Zaten bizzat Abidin öğrenci mahallesi Quartier Latin'in tam göbe
ğinde oturmaktadır: Schola Cantorum, mahallenin ucuz otelleri ve hele 13,
Quai Saint-Michel'deki çatı katı ev-atölyesi Sorbonne'un hemen hemen ne
redeyse bitişiğindedir. Abidin olsa "bitişiğindedir" diye yazardı. Biliyorum.
O yıllarda Paris'te okuyan öğrencilerden Abidin'le ilişkiye girme
yenler "hal ve gidişten geçer not almayı" garanti ediyorlardı. Öğrenci mü-
ABi D i N D I N O ns
Doktor Safter Tarin gibi resme meraklı kişiler de yaşıyor zaman
zaman Paris'te. Abidin'le bir ilişkisi oldu mu? Fahri Petek ile sohbetle
rimden Abidin'in belki onu tanıdığını ama düzenli bir ilişkisi olmadığını
söyleyebilirim.
Doktor Safter Tarin Fahri Petek ile çok iyi arkadaştır. İkisinin ve da
ha sonra "polis olduklarını" bizzat Fahri Petek'in bana söylediği biraz ga
rip "öğretmenlerle" rakı sofrasında çekilmiş fotolarını yine Fahri Petek
gösterdi ve hediye etti. Bu fotoğrafta yedi kişi var: Altısı çilingir sofrasının
etrafında sıralanmış, biri ayakta. Belli poz veriyorlar. Çeken kirndi acaba?
H epsi cepheden. Eh! Artık ve mutlaka "Arşiv"de yerini almıştır. Fahri Pe
tek, Safter Tarin'i tanıyoruz. Ayaktaki gencin "futbolcu" yani ve güya "ne
sol ne sağ anlamında bir öğrenci" olduğunu Fahri Petek söyledi. Diğerleri
şunlar, Fahri Petek takdim ediyor:
Solda, sağ elinde sigara, gözleri kapalı olan: Fazıl Akmansoy. " Rakı
sofrası zaten onun otel odasında" kurulmuş. Onun hemen yanında Fahri
Petek: Sol eli çenesinde ve alaylı bakıyor. Petek'in biraz arkasında tebbes
süm eden biri: " Kürt asıllı bir doktor" diyor Petek. Sonra " İstanbul'dan li
se öğretmeni, ismini hatırlamıyorum." Sonra yine bir öğretmen: Petek
açıklıyor: " İ şte MiT ajanı buydu. Bu da öyle: Bu adamlar konsoloslukla çok
alakası olan adamlardı. Bizim aramıza girdiler. Ve bir ay sonra kayboldu
lar. Gerçekten bir ay sonra koyduysan bul! " Nihayet Doktor Safter Tarin.
Gülüyor ve profilden Antony Quinn görseydi ikizi sanırdı diyesim geliyor.
Biz zaten onu konuşmuyor muyduk? Evet Doktor Safter için Petek
şunu söylüyor: " Suratı çok güzeldi. TKP'li değildi."
Olabilir. Ama 1944-1945'teki İGD (İleri Gençler Derneği) üyesi ol
makla suçlanarak gözaltına alındığını ve birçok arkadaşıyla birlikte açılan
davada yargılandığını ve nihayet, "İ G D'ye girmeyi kabul etmediği" için be
raatine karar verildiğini biliyoruz.
Parisli yıllarında resme merak sarıyor. Örneğin Fikret Mualla'dan
resim alıyor ( " Sakallı Adam ve Kız" suluboyası ondadır mesela) , Hıfzı To
puz ve birkaç arkadaşıyla Mualla'yı, son yıllarını geçirdiği köyde ziyareti sı
rasında. Belki daha önce ve daha sonra da . . . Paris'e yolları düşen, zaman
zaman uğrayan ve bir süre kalan başka isimler de var. Celal Sılay, H aşmet
ŞAiRLE R İ M i Z DE V AR
Evet aman sakın unutmayalım: Şairlerimiz de geliyor Paris' e. Kalı
yor. Ve sonra dönüyorlar geldikleri yerlere:
Attila İlhan en bilineni. Abartmalı bir biçimde anlattığı, Paris gün
lerini Abbas Yolcu'da okumak mümkün.
Abartmalı çünkü: Paris sanki Abbas yani Attila İlhan bu kente ayak
basar basmaz Paris oldu havası veriyor. Abartmalı çünkü Parisli bütün "ko
ruklar" sanki Abbas baktı diye "üzüm" oluyor: Oysa hem bu kitabından
hem diğerlerinden anlıyoruz ki Abbas yani Attila İlhan tek salkım "üzüm"
bile yiyememiş bu bela kentte. Bırakın yemesini dalından koparamamış,
koklayamamış bile. Ama öyle bir anlatıyor ki sanırsınız bütün eecilialar ve
bütün Georgetteler Abbas'ın pardon Attila'nın önünde kilim. Pes! Kimi bil-
ABi D i N D i N O
gi ve maddi hatalarını da saymayalım, geçelim. Çünkü bir tür tarz-ı edebi
yat denemesi olarak değerlendirilmesi gerektiği için hoş görülmesinde
hem fıkiriz. Bu açıdan ve o günlerin pek çok "kahramanını" unutulmaz kıl
dığı için Ş air'e şapka!
Ama her şair Attila İlhan değildir. Onun kadar çalışmaz, yazmazlar.
Ve çok çalışanları ve çok yazanları da kıskanmazlar:
Huzurlarınızda Can Yücel. O günlerde sakalım uzatıp uzatmadığı
nı bilemiyorum ama Paris' e geldiğini, Schola Cantorum'da Selim Turan'ın
odasında kaldığını biliyorum. Çünkü Can Yücel de izini bırakıverdi: Scho
la duvarlarında yankılanır sesi. Evet Schola'nın artık ağaçları epey seyrek
leşmiş o "iç bahçesinde" sesini duymak hala mümkün: Kulaklarını açma
sını bilenler için: İşte:
" ı948'de
Resmi çok sevmiştim
Natürmort olacaktım
neredeyse
Londra'dan geldiğimde Paris'e
Turnerler ve Sisleylerle
Schola Kantorum'da (Aynen. M Ş G ) bir gece
Ben ki Matisse'i de bilirim
Picasso'yu da
Mahsus söylüyorum böyle
Selim'i, Şahika'yı tanıdım
Oh dedim de o küçücük odada
Yağlıboya kokusunu çektim
bumuma
Bir rahip bir rahibe
Hiç konuşmadılar bana
anlattılar
Mikrokozmos neymiş
makrokazmos neymiş ... "
YOLDAŞLARIM
Abidin'in TKP'li olduğunu unutmamak lazım. Paris'e geldiğinde,
Paris' e daha önce ulaşmış ve TKP'li olan, veya yakın geçmişte TKP için mü
cadale etmiş militanlar da bulunuyor.
"İleri Jön Türkler Birliği"nden (İJTB) ve " N azım Hikmet'i Kurtar
ma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi"nden deneyimli genç, kültürlü, oku
muş-yazmış, Türkiye'de kimi siyasi faaliyetlere katılmış, kiminin önderli
ğini üstlenmiş, heyecanlı, delikanlı, hapis bile yatmış alanlarıyla, sevimli
insanlardır bunlar:
Evet aralarında artık Gün Benderli-Togay ile Necil Togay yok: Çün
kü onlar bir süre önce Paris'ten Budapeşte'ye geçtiler: Budapeşte Radyo
su'nun Türkçe Bölümünde çalışmak üzere.
Ama işte size Vartan İhmalyan, Barkev Şamikyan: İkisi de Paris'te
ki Ermeniler tarafından tanınan ve sevilen.
Taeettin Karan, Adil Yağcı, biraz önce isimlerini andığım Fahri Pe
tek ile " Doktor Safter" (Safder diye yazanlar da var) , yani Safder Tarin, Ke
mal Baştuji ve hanım arkadaşı ve pek yakında evleneceği J acquline B aştuji.
Doğan Aksoy: Bavulları elinde ve her an Paris'i terkedebilir: Bil
hassa " B ir Doğu ülkesine gitmek isteğiyle yanıp kavruluyor çünkü.
Ağustos 1 9 5 ı 'de karşılaşır karşılaşmaz N azım Hikmet'le, ona hemen, " N e
olur Nazım Abi, kurtar beni b u Fransa'dan" diyecektir. Ama TKP'nin o
günlerdeki yurtdışı sorumluları herkese öyle kolay kolay yüz vermezler.
Hele bir de babanız valiyse! Komünist, inanmış ama yöneticilerin ağız ta
dına göre bir parça fazla inanmış komünist bile olsanız "kapanır el kapı
ları." Bonjour tristesse!
Turan Dayran ve kısa bir süreliğine Paris' e gelen ve " İdeal Hotel'' de
sesini, bir aynada yüzünü, anılarını ve izlerini bırakan Sevim Tan.
ABi D i N D i N O 119
Bir ara Paris'ten geçen Ulvi Uraz ve eşi, ABD'den yeni gelmiş veya
gelmekte olan Rosette (Rozet) Avigdor-Coryell.
Artık evlendiği ve yerleştiği ABD'den sıkılınca zaman zaman Pa
ris'e uğrayan Nilüfer Mizanoğlu-Reddy ve diğerleri. İ simlerini unuttukla
rım varsa, bağışlamalarını rica ediyorum.
Abidin'in Paris'te bu gruptan insanlarla, bu militanların bir bölü
müyle, değişik zamanlarda, değişik düzeylerde ve kimi zaman son derece
düzenli ve sıkı ilişkileri oldu. Bu ilişkiler demetini, bu çalışmaya başladı
ğım yirmi yıldan bu yana, günü gününe, yılı yılına düzenli bir biçimde sı
ralamak kolay olmadı. Kimi bulgularımı aktaracağım. Bu konuda bana en
başta Fahri Petek yardımcı oldu. Ona bin bir teşekkür borçluyum. Abi
din'le tanışmalarını ve sonrasını yeri geldiğinde aktaracağım. Abidin'in bu
takımdan olup ilişkisini hiç koparınadığı birkaç isimden biridir Fahri Pe
tek. Öbürlerini de şimdiden söylemeli: Kemal Baştuji ve eşi J acquline.
Abidin birkaçıyla daha ilişkisini sürdürdü. Ama daha uzaktan ve da
ha az sık bir tarzda.
Taeettin Karan da söyleşilerimizde bana çok şey anlattı. Hepsini bu
kitaba alınam olanaksız. Ama bir bölümünü de aktarmak şart. Sırası gel
mişken ve isterseniz onunla başlayalım:
Taeettin Karan, Adana'nın sıcağında kavrulmuş bir karadır. Evet
gerçekten " Kara" /"Siyah." Yani kardeşlerim Taeettin Karan Araptır. İnan
mayan Adana'nın ileri gelenlerinden sorabilir. Babası bölgenin sözü dinle
nen, saygı gösterilen insanlarından biridir. Aile zengindir: H em Karan ai
lesi hem de değişik soyadlar taşısalar bile amcalar ve diğer akrabalar.
Biz zaten Tacettin'e daha lise öğrencisiyken Adana'da rastlamıştık
Arif Dino'nun çevresindeki gençlerden biriydi, anımsayacağınız gibi. Daha
çocuk yaşta komünizme aşık oldu Tacettin. Böyle aşk ta hani az bulunur.
İ stanbul Üniversitesi, TSEKP, tutuklamalar derken kendini bir zulüm ak
şamının sabahında Paris'te buldu.
Bunu Attila İlhan anlatır çok iyi bir biçimde: Abbas Yolcu'da. Bana
laf düşmez.
Ve Paris'te ilk tanıştığı insanlardan biri Fahri Petek'tir. Çünkü
onun o günlerdeki otel odası ülkeden çıkabilen komünistlerin Paris'teki ilk
AB i D i N D I N O 121
askıya aldı diyelim. Fahri Petek'i yeniden bu işlere katmak için TKP hiç
kimseyi göndermedi. Katiyyen.
M Ş G : Fahri Petek'in mektup meselesi nedir?
TK: Fahri, son derece candan bir insan, sen de biliyorsun, Türki
ye'den gelen, " Ben Türküm" diyen herkesle can ciğer olan bir iyi insan.
Hem komünistim diyor hem de her türlü insanla arkadaşlık ediyor. O za
man hiç istemediği, hiç istemediğimiz işler geliyor başına: Örneğin pek ta
nımadığımız birtakım insanlarla bir gün cafelerden birinde kağıt oynar
ken, öğlen yemek saati geldi diye hızla çıkıp üniversite lokantası mı neyse
öyle kantin türü bir yere koşturuyor. Ama o sırada kağıt oyunundaki kaza
nan ve kaybedenierin puanlarını yazdığı bloknotunu o masada unutuyor.
Eh! Körün istediği bir göz Fahri verdi sana iki göz meselesi. Oradaki polis
lerden, yani kendilerini "öğretmen," " devlet memuru" veya başka bir bi
çimde tanıtan sivil hafıyelerden biri bloknotu yürütüyor. Meğerse aynı
bloknotta Fahri'nin İstanbul'daki annesine yazdığı bir mektup ta var. Ve
birkaç gün sonra mektup M iT aracılığıyla bir, belki birkaç gazetede yayın
landı. Ve kıyamet koptu: İ şte " Paris'teki komünistlerin melaneti" veya " Pa
ris'teki komünistleri teşhir ediyoruz" türünden yayınlar.
Biz hemen Paris'te bir toplantı düzenledik Fahri, Kemal, Doğan
ve ben. Fahri böyle süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Elleri dizlerinin üs
tünde, boynu sola doğru eğik, boynu bükük, sessiz. Kemal ve Doğan yük
lendikçe yükleniyorlar. Ben o sıralar İ JTB genel sekreteriyim, Fahri'ye
hakaret edilmesine, böylesine saldırılmasına izin veremem dedim. Ne
hakla. Fahri bir hata işlemiş, ne yapalım, herkesin başına gelebilir. . . Se
vim o sırada Paris'te değildi. İ stanbul' da gözaltındaydı. O bela tutukla
malar vardı ve sürüyordu. Gün de burada değildi. Ben Fahri'yi savun
durn ama sorunu çözernedik
ABi D i N D i N O
Adamın evindeyiz ve işe bak adamı kendi evinden kovmaya kalkı
yorum. Olacak iş mi? İ şte gençlik.
Ve kibar adam ne yapsa beğenirsin: Kalktı kanapesinden ve salo
nundan çıkıp gitti. Başka bir odaya geçti.
Toplantı bitti, biz de çıktık. Dönüş yolunda Doğan kahkahalarla gü
lüyor ve bana:
- Ulan sana hayranlık duyuyorum be! Adamı evinde kovdun brava
demesin mi?
Oysa ben Zekeriya Sertel'i çok seven bir insanım, bu hareketi na
sıl yaptım diye kendi kendimle hesaplaşıyorum ve çok üzgünüm, Doğan da
kalkmış bu işin şakasını yapıyor:
- Siktir git lan deyyus deyiverdim.
Gerçekten çok üzgündüm Ve hemen ertesi sabah Sabiha Abla'ya tele
fon ettim ve özür diledim. O da bana, "Canını sıkma, siz daha çok gençsiniz"
filan dedi. Hatta o kadar seviyor ki bizi, bana, "Ben sana zeytinyağlı yeşil fasul
ye yapayım, eve gel, barışırsınız" dedi. Ama utancımdan hemen gidernedim
Daha sonra da Serteller ayrıldılar Paris'ten. Bir daha görüşernedik yani. Keşke
diyorum Zekeriya Sertel'i görüp bizzat özür dileseydim. Ayıp ettim kısacası.
O dönem Sabiha ve Yıldız Sertel ile birlikte çalışıyorduk. Sık sık gö
rüşüyorduk. Sabiha ve Yıldız Sertel İJTB'nin ve TKP'nin aktif üyeleriydiler.
O toplantı gecesinden önce de birlikte birkaç şey yaptık: Mesela bir seferin
de bir çağrı yapacağız, bunun için bir metin yazmamız lazım, içimizde en
iyi Sabiha Abla yazar deyip, kendisinden rica ettik. Yazdı. Ama hiç tutar ta
rafı yok. Perişan olduk. O kadar sevdiğimiz, Tan'daki yazılarını su içer gi
bi okuduğumuz Sabiha H anım, yani Tan gazetesinin o müthiş kalemi git
miş, başka bir kalem yazmıştı bunu. Kullanamadık maalesef o çağrı yazısı
nı: Hatta ben bizzat gidip kendisiyle görüştüm:
- Yahu abla bu ne yahu dedim. Bu hiç olmamış.
Ü züldü filan.
- Yeniden yaz abla, şu şu cümleleri . . .
Yazdı ama, bu, bizim taptığımız, yazılarına hayran olduğumuz Sa
biha Ablamızın kalemi değildi artık.
Evden çıkarken Yıldız geldi, beni kenara çekti ve
As i D i N D i N o
Abidin resimlerinin tartışmasız hayranıyım öteden beri. Eşim biraz daha
az. Ama kibar kadın Jacquline, deseni aldık, yemek yiyeceğimiz masanın
karşısında herkesin göreceği bir yere yerleştirdik Yemek saati geldi. Küçük
kızımız da bize katıldı. Masaya oturduk. Yemeğe başladık. Bir ara bizim
küçük kızın gözü desene ilişti ve ne dese beğenirsin?
- Ne kadar kötü bir şey bu böyle! Bu da ne?
- Aman kızım bunu Abidin arncan yaptı, ressamdır filan dedik ama
bizimki başka havalarda ve kalktı bir de şunu deyiverdi:
- Ben daha iyisini çizerim!
Artık söylenecek söz kalmamıştı ve hepimiz makaraları koyverdik
Güzin hariç. O her zamanki ciddiyetiyle, kapkara gözlüklerinin arkasından
hepimizi ama bilhassa bizim küçük kızı şööööyle tepeden tırnağa uzun
uzun bir güzelce süzdü. Aman nasıl korktuk bilemezsin. Yanılrnıyorsam
Güzin bir daha evimize gelmedi. Abidin'le görüşmelerimiz elbette sürdü.
Biz de onlara sık sık giderdik Abidin'in o bilinen kibarlığı bütün buz(ul)la
rı eritmeye yetiyordu. Hoş adamdı. Ben hem Abidin'i hem de Güzin'i çok
severdim. Evlerine sık sık giderdim.
M Ş G : Abidin'in TKP ile ilişkisi nasıldı o yıllarda?
TK: iyiydi. 1956'da Aram Pehlivanyan Paris' e geldiğinde görüştüler
mesela. Aram r 9 64'te de Paris'e geldi. Yanılrnıyorsam o tarihte de görüş
tüler. Abidin TKP içinde ciddi ve epeyce önemli sorumluluklar aldı. Nisan
r 9 6 2'de Leipzig'deki toplantıya katıldı. Benim bildiğim kadarıyla Abidin
iki belki üç yıl boyunca TKP'nin Fransa'daki temsilcisi oldu.
O sıralarda bana da bir görev vermek istediler. Ben Moskova'ya git
mek istiyordum, görevli olarak. H atta Nazım Abi (Nazım Hikmet) , Mosko
va'da bana ve eşime iş bile ayarladı. Ama Moskova'ya gitmem istenmedi.
Sanırım Sovyetler o yıllarda benim gibi yabancıların, hele de bir de Paris
görmüş birinin, Moskova'da görevlendirilmesini arzulamıyordu. Prag'a
göndermek istediler. Onu da ben kabul etmedim. Ve böylece TKP ile iliş
kilerim yavaşlamaya yüz tuttu.
Abidin'in de benzer bir biçimde TKP'den yavaş yavaş uzaklaştığını
sanıyorum. Ama benim Abidin'le ilişkilerim daha sonra da sürdü. Ama git
tikçe azalarak.
"GAZETEci"
Güzin'in bu konuda bana anlattıklarını aktarmadan önce, izninizle,
o yıllarda Paris'teki bir kişiden daha söz etmek zorundayım. Kimi kaynak
ta Aslan Kumbaracı kiminde Aslan Humbaracı diye anılan kişi.
194o'larda Cami Baykut'un yanından ayrılmayan ve İstanbul'da Ser
tellere dadanmış bir gençti. Aynı ismi 194o'ların sonunda Paris'te buluyo
ruz. İJTB'nin en faal üyesi, en faal üyelerinden biri. Yaphklarını birçok kay
nakta okumak olası: Her biri değişik ve birbiriyle çelişkili bilgiler içerse bile.
Örneğin Yıldız Sertel yazıyor:
" Dünya Gençlik Festivalinin birincisi Budapeşte'de ( r 9 5 o 'de.
MŞG) yapılmışh. Hatta o festivale, Paris'teki Jön Türkler Derneğinin üyele
riyle beraber, o zaman New-York Times'ın Türkiye muhabiri olan Aslan Kum
baracı da gitmişti. Paris'teki Türk gençleri, Kumbaracı'nın ihanet ettiğini,
festivalden sonra sosyalist dünya aleyhine yazılar yazdığım anlahyorlardı. Bu
ihanet yüzünden örgütleri de darbe yemiş, parçalanmışh." (A. g. k., s. 149.)
işlerin tam anlamıyla böyle olmadığını biliyoruz: Budapeşte'deki fes
tivale İJTB içinde ciddi sorumluluklar verilmiş olan Aslan Humbaracı ile Do
ğan Aksoy gönderiliyor. Humbaracı o sırada henüz adı geçen gazetenin hiç
bir şeyi değil. Festival'de Nazım Hikmet'in kurtarılması kampanyası çerçeve
sinde yapılması gereken konuşmayı İJTB adına Humbaracı yapıyor. Çünkü
adam en az sekiz dil biliyor, Fahri Petek'in bana anlattığı ve Taeettin Karan'ın
doğruladığı gibi. O günlerde çat pat Fransızca konuşan birçok öğrencimiz
arasında H umbaracı bir "ışık." Ancak yaptığı konuşmadaki ve genel davra
nışlanndaki provakatif tavrı ile SSCB KP'lilerin şüphesini uyandırıyor.
1950 Sonunda Roma'da düzenlenen Barış Kongresi'nde İJTB'yi yi
ne aynı adam temsil ediyor ve N azım'ı "komünist olarak ilan edince," İlya
Ehrenburg ve Aragon başta, düzenleyicileri ve katılımcıları fena halde si
nirlendiriyor ve adı geçenler Humbaracı'yı fena halde azarlıyorlar. ..
Uzatmayalım Humbaracı'nın maskesi düşüyor ve kayıplara karı
şıyor. . .
Asi D i N D i N o 127
Bir süre sonra Cumhuriyet'deki dizi yazısıyla "komünizmden ayrılı
şını" anlatıyor: Elbette İ JTB'li bühin eş, dost, tanıdık ve tanımadıklarını da
ihbar ederek.
Böylece, Humbaracı'nın "faal olduğu" yıllarda, Bulgaristan Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti'nde yayınlanan Yeni Işık gazetesinin, Çekoslovakya
S S C resmi haber ajansının ve sıkı durun Pravda 'nın "Avrupa muhabirliği
ni" yaptığı ortaya çıkıyor. (Bu bilgileri ve fazlasını Aclan Sayılgan'ın kita
bında bulmak mümkün: Örneğin: s. 286-287.)
Aclan Sayılgan, Zekeriya Sertel'in Hatırladıklanm ( 1905-1950),
isimli kitabında (r968'de İstanbul'da yayınlanan) , b u konuda yazdıklarını
da aktarıyor:
"Oysa bu gencin (Aslan Humbaracı) İngilizler hesabına çalışan bir ca
sus olduğu sonradan meydana çıktı. Demek onu aramıza İngilizler sokmuştu."
Sertel, onun "bir casus" olduğunu açıklıyor. Ama ABD'yi değil de " İn
gilizler"i suçluyor: İngilizler de olabilir. Ama neden sadece İngilizler olsun?
Sertel neden İngilizleri suçluyor? Meçhul. Ama belki ABD'yi kolla
mak istemesindendir: Çünkü bir yandan ilk gençliğini geçirdiği ve gazeteci
likle reklam mesleğini öğrendiği ve belki bir gün yeniden dönebileceğini
ümit ettiği ve nihayet büyük kızının ABD'li bir "diplomatla" evli olması so
nucu sempatiyle baktığı bu dev devleti küstürmemek istiyor olabilir. Ser
tel'in ABD'ye gitmeyi, oraya yeniden yerleşmeyi çok istediğini yazmak her
halde devlet sırrını ifşa etmek olmayacaktır. Ayrıca bunu suçlamak için de
yazmıyorum. Sadece bilinmesinde yarar var: Kimi gerçeklerin anlaşılabil
mesini sağlamak için.
Konumuz açısından bu işin önemi şurada: Paris'te 195o'lerin önce
sinde ve hemen sonrasında ABD ve Türkiye Cumhuriyeti gizli servisleri
nin kendisine göre " en gizli "partinin ve" en gizli örgütün içine bile "sı
zabildiklerini" göstermesi. Aslan Humbaracı " mesleği" gazetecil iği
ABD'nin "en iyi" gazetelerinden birinde sürdürdü . . .
G üz i N ' i N AN IAITIKLARI
Güzin Abidin'in TKP ile ilişkilerinin hep dışında kaldı: Türkiye'de
ve Fransa' da. O yıllarda genel olarak bir çiftten sadece birinin "tehlikeli bir
ABi D i N D ! N O
M Ş G : 1 9 5 o 'lerin hemen başında Paris'te okuyor, Attila İlhan ile
Fahri Petek'le iyi arkadaş. Sonra sizinle de, özellikle Abidin'le çok iyi arka
daş oluyor. TKP'li. Abidin'in TKP'de önemli ve büyük sorumlulukları oldu
ğu günlerde Taci Karan Abidin'in yanından hiç ayrılmazmış.
G D: Ben hiç bilmiyorum onları. Ben o tarafları hiç bilmiyorum.
(Güzin gülüyor. Ben de katılıyorum.)
M Ş G : Sizin eve, 13, Quai Saint-Michel'de oturduğunuz eve, hiç ge
lip gitmez miydi?
GD: H ayır. H atırlıyorum bir Taci'yi ama gözümün önüne gelmiyor.
MŞG: Erhan Turgut'un hazırladığı o çok güzel Nazım Hikmet kita-
bında fotosu var. İsterseniz bakalım. Belki fotoğrafını görünce anımsarsınız.
G D: Ş art değil. Mühim değilse soracağınız şey.
M Ş G : Çok mühim . . .
GD: Sorun bakalım.
M Ş G : Abidin'in yanından hiç ayrılmazmış, Abidin TKP'nin Fran-
sa'daki temsilcisi olduğu zamanlarda.
G D: Yok canım o kadar da değil, birisi atmıştır.
M Ş G : Ne atması canım. Olur mu öyle şey.
G D: Benimle şeyetmiş tarafı yok anlaşılan. Petek'le mi arkadaştı?
Sayın okurlar artık siz de öğrendiniz: Güzin bu konuda bundan faz-
lasını söylemeyecek
Belki gerçekten unutmuş olabilir. Bu, sadece Güzin'i iyi tanıma
yanların varabiieceği bir sonuç olabilir. Saygı gösteririm. Ancak ben bu
olasılığa katılarnıyorum Çünkü Taeettin Karan öyle "unutulacak" filan
bir adam değil.
Yirmi beş yıldır Güzin'i dinleyen ve zaman zaman ısrarlarımla ki
mi konularda konuşturma başarısını gösteren kulunuz burada maalesef
"havlu atmak" durumundadır. Affımza sığınıyorum.
Fakat şunu hatırlatmak isterim:
Güzin, Abidin'e yazdığı ve gönderdiği 31 Mayıs 1 9 6 7 tarihli mektu
bunda Taci ve Rozet'ten bahsediyor. O günlerde Paris'ten geçen Behice Bo
ran'ın Mutualite salonlarından birinde düzenlenen mitingi vesilesiyle.
Şöyle:
AB i D i N D I N O IJI
Yanıtlayabilmetk için ispatlı olan bir noktadan hareket etmemiz lazım:
TÜSTAV'ın (Türkiye Sosyal Tarih Araşhrma Vakfı) son derece yarar
lı ve hem TKP tarihini hem Türkiye'de siyasi yakın geçmişimizi anlamak açı
sından zaruri yayınları arasından birine bir göz atmamız gerekecek:
2 0 0 2 Kasım ayında yayınlanan, TKP MK Dış Bürosu 1 9 62 Konfe
ransı 'na.
Bu kaynakta 2-6 Nisan ı96 2'de Leipzig'de toplanan konferansın tu
tanakları yayınlanıyor. Ve en önce " Katılanlar" takdim ediliyor. Aynen ak
tarıyorum:
"Yakup Demir (Zeki Başhmar), Marat (İsmail Bilen), Nazım Hikmet,
Abidin Dino, Bilal Şen, Sabiha Sertel, Yıldız Sertel, Ahmet Saydam (Aram
Pehlivanyan) , Vartan İhmalyan, Doktor (Hayk Açıkgöz) , Fahri Erdinç, Gün."
" Gün" Gün Benderli-Togay'dır. Tutanakları tutanlardan biri.
Abidin'in bu toplantıya katıldığını, ı 9 89'da, Vartan ihmalyan Bir
Yaşam öyküsü isimli kitabında, s. 1 9 5'te, şu biçimde aktarıyor: Katılanların
isimlerini ve takma isimlerini verdikten sonra şunu ekliyor:
"Bir de Paris'ten bir yoldaş ki, sakınca olasılığını düşünerek adını
söylemiyorum."
Bu satırları okuyunca benim için bu " Paris'ten bir yoldaş " Abi
din' den başkası olamazdı.
Nitekim kitabı okuduğum günlerin sonrasında bir araya geldiği
mizde Abidin'e sordum:
- Vartan'ın bahsettiği " Paris'ten gelen yoldaş" sen misin?
Abidin bu, öyle benim veya değilim diye yanıt vermez asla, Rasih Nuri
ileri'nin dediği gibi, "Abidin çok dikkatlidir" ve nitekim yanıt m anıt vermedi.
Başını önüne doğru eğdi ve sanki içinden "tamam benim" der gibi
yaptı. Sükut ikrardan sayılırın bundan daha güzelini görmedim. Ve bunun
bir sır olarak kalması gerektiğini de sessizce anladım.
Kasım 2002'de, Abidin'in vefatından dokuz yıl sonra, Metin
Gür'ün yayınladığı Diyardan Diyara TKP'nin Avrupa Yıllan nda, yazarın '
An jel Açıkgöz ile yaptığı söyleşi ile bu konu tamamen açıklığa kavuştu:
Arıjel Açıkgöz, Abidin Dino'nun Paris'ten toplantıya katılmak için
geldiğini söylüyor sayfa r 69'da.
ABi D i N D i N O 1 33
Evet Abidin 2-6 Nisan 1 9 6 2 tarihleri arasında Leipzig'de toplanan
TKP MK Dış Büro Konferansına katıldı. Ve tartışmalarda düşüncelerini di
le getirdi. Nihayet "Dış Büro" üyeliğine " seçildi." Seçme işini tırnak içinde
veriyorum çünkü nasıl olduğunu anlamak için kitaplardan birinden ilgili
bölümü okumak gerekiyor.
Burada önemli olan Abidin'in TKP'li olduğunun resmi bir biçimde
ispatlanmasıdır.
Benim anladığım kadarıyla Abidin, Nazım H ikmet'in, Mayıs
19 58'deki Paris'i ziyareti sırasında, onunla sohbet, tartışma ve konuşmala
rı sonrasında TKP içinde önemli veya üst düzeyde diyelim bir görev alma
yı kabul etti. Nazım Hikmet dostunu ikna etti diyebilirim.
Nazım böylece büyük olasılıkla Aram Pehlivanyan ve İsmail Bilen "ağır
lığına" karşı bir denge unsuru oluşturmak istiyordu. Bu ikisinin dışındaki Falı
ri Erdinç, Vartan ihmalyan, Bilal Şen gibi TKP'nin öteden beri yükünü gönüllü
taşıyaniann Nazım ve Abidin'i "tutacaklarını" da tahmin ediyordu Şair.
Bu tarihten itibaren Abidin'in TKP'nin " Fransa temsilciliğini" üst
lendiğini söylemek de olası.
Bilinen bir gerçek daha var: Abidin'in 1958'den itibaren " B izim
Radyo" için " Bizim Mehmet" isimli bir kısa öykü kahramanı yaratması ve
bunun haftada bir yayınlanması. Bunu bize H ayk Açıkgöz anlatıyor:
Anadalulu Bir Ermeni Komünistin Hayatından Anılar başlıklı kita
bında:'"Bizim Mehmet'i Abidin Dino yazardı ve Fransa'dan bize gönderir
di. Ne zaman başladı bu yazılara şimdi hatırlamıyorum. Her hafta munta
zaman (düzenli olarak) bir yazı alıyorduk Abidin'den ve haftanın muayyen
(belli) bir gününde antene veriyorduk."
(Rasih Nuri ileri, son telefon konuşmalarımızdan birinde Abidin'in
"B izim Mehmet"lerinin bir kitapta toplandığını ve TÜSTAV tarafından ya
yınlanmak üzere olduğunu haber verdi. Belki şu sıralarda okunuyordur ki
tap. Gözünüz aydın! Ben de bir an önce okumak isterim.)
Evet Abidin'in kanımca 1958-ı962 yıllarında TKP ile ilişkisi, bilhas
sa N azım Hikmet'in de etkisiyle en üst düzeydedir.
Ama sonra işlerin rengi değişiyor. Dönüm noktası Leipzig'deki top
lantıdır. Orada gördükleri ve duyduklarıdır.
Avec le pc i n t re turc A tı i d l nc
iı 1\n t i tıes
Jean Lurçat ile Abıdin. Cannes ' d a , Galerie Madoura ' d a , ı g6 ı . Simone Lurçat Koleksiyonu
ABiDiN DiNO 13 5
Bu konuda bir dayanağım da yine H ayk Açıkgöz'dür: Aynen şunla
rı yazıyor:
" S onra Abidin Dino 1 9 6 2 toplantısına katıldı. Dış Büroya da seçil
di. Ama ( Paris'e. M Ş G ) geri döndükten sonra Abidin'den bir daha yazı
gelmedi. Niye? Niyesini ben bilmiyorum. Ama belki de şöyle tefsir edile
bilir (yorumlanabilir) : U zaktan Bizim Radyonun varlığını duydu veya
Türkçe gazetelerde okudu. Zaten N azım'ın da yakın arkadaşı, onun adre
si de herhalde kendinde var. N azım'dan bizim Berlin' deki posta kutusu
nun numarasını almış ve yazılarını göndermiş olabilir. (Abidin'i tanıyan
herkesin teslim edeceği gibi, Abidin'in burada anlatıldığı gibi davranma
sı mümkün değil: Ona adres vesaireyi N azım H ikmet'in Paris 'i ziyareti
sırasında vermiş olabileceğini tahmin edebiliriz. M Ş G ) . Ama ı 96 2 'de
buraya ( Leipzig'e. H ay k Açıkgöz Leipzig'de oturduğu için "buraya" diyor.
M ŞG ) gelince, burada çalışanların seviyesini, belki de dönen dolapları
gördü. Olabilir ki umumi (genel) tutumumuzu, burada çalışanları be
ğenmedi, belki daha başka hoş olmayan şeyleri de gördü. Bu sebeplerle
bize yazı göndermeyi ya doğru bulmadı veya istemedi. Bir ihtimal daha
var, bir Dış Büro üyesi olarak onun bize yazılar göndermesini Dış Büro
sakıncalı buldu. Netice: Abidin Dino buradan ayrıldıktan sonra ondan bir
daha yazı gelmedi, bu bir hakikat.
ileriki yıllarda (artık Nazım ölmüştü) ne sebeple olduğunu bilmiyo
rum, Abidin'i yalnız partiden atmakla kalmadılar, duyduğuma göre, onun
la konuşmayı da yasaklamışlar."
Abidin'in TKP ile ilişkileri Nazım'ın 3 H aziran ı 9 63 'teki ölümün
den sonra tamamen bozuldu. Abidin büyük olasılıkla araya epey bir "me
safe" koydu. Bu konuda çok garip ve ilginç bir olay var:
n Temmuz ı 9 64'te FKP Genel Sekreteri Maurice Thorez beyin ka
naması geçirip beklenmeyen bir biçimde vefat ediyor. Paris'teki cenaze tö
reni için TKP'nin de bir çelenkle ve bir veya birkaç temsilci ile katılması ge
rekiyor. FKP, Paris'te TKP sorumlusu arıyor. Kimse yok. Taeettin Karan'ın
anlattığına göre. onu buluyorlar. Sonrasını Taci anlatıyor:
" Ben TKP ile ilişkilerimi askıya almış durumdayım. Abidin'e ulaş
mak istedik. Ama Abidin'in 'güneyde tatilde olduğunu" söylediler. Netice-
Asi D i N D i N o 1 37
sız adam) C N E ( Le Comite National des Ecrivains) başkam Jacques Mano
ul, Charles Dobzynski (Türkçedeki kimi kaynaklarda yazıldığı gibi " Dob
jenski" değil) ve Aragon.
O gece Konstantin Simonov'un, Sartre'ın birer mesajı okundu.
Aragon konuşmasını ı o Aralık r964 tarihli dergisinde yani Les Lett
res Françaises 'de yayınladı. Mesajlar ve diğer konuşmacıların söyledikleriyle.
Salon tıklım tıklımdı. Fahri Petek Neriman, Petek ve elbette Güzin
de oradaydılar.
Evet Abidin, TKP ile ilişkilerini kopardı. Ama Nazım'la asla! H er ki
tabında mutlaka bir çizgisi, her anma gününde mutlaka sesi bulundu. Ve
hayatının kalan bölümünü de bir komünist olarak sürdürdü.
ABi D i N D i N o 1 39
Abidin çok iyi bir ressam. Tabii o günden sonra sık sık görüştük
Ailece. Eşim Neriman da çok beğendi Abidin'i. H ele o yıllarda küçük bir
çocuk olan, altı veya yedi yaşındaki, kızım Gaye Abidin'e bayılırdı.
Abidin o güzel gözleriyle bizim gör(e)mediklerimizi görür ve bize
gösterirdi eserlerinde. Bizi o nedenle ve böylesine sarar sarmalardı. H eye
canlandırırdı. Onun o gençlik ve hatta çocukluk coşkusu hep sürgitti. Abi
din'i çekici kılan noktalardan biri de budur.
Ayrıca iyi bir komünistti. TKP'li yıllarında ve TKP ile ilişkilerini ko
pardıktan sonra da. Her ilerici hareketin içinde yerini alan, ülkedeki her ge
lişmeyi saati saatine izlemeye çabalayan hassas bir adam. Bence hep iyi bir
militandı Abidin. Ve hep solda. Yani hiçbir zaman ortanın solunda bile ol
madı demek istiyorum. Evet hep solda ve kararlı bir biçimde. "
Petek'le konuşmamızdan bir-iki parçayı daha aktarmak istiyorum:
M Ş G : O yıllarda F KP ile ilişkiniz oldu mu?
FP: Gençler vardı, J eunesse Communiste'ten birtakım çocuklar,
onlarla ilişkimiz oluyordu. Ama F KP'li olmadım.
M Ş G : Charles Dobzynski'yi tanıdınız mı?
FP: H ayır. Onu Kemal Baştuji iyi tanırdı. Kemal hem F KP üyesiy
di. H em de N azım' ın kimi şiirlerini Fransızcaya adapte etmeye çabalayan
Dobzynski'ye yardım etti, yanılmıyorsam.
Abidin ve Güzin'in 1 9 5 o'li yıllardaki o çölde tek başlarına bıra
kıldıkları" yıllarda, Hıfzı Topuz ve ailesi yanında en çok ve en sık arka
daşlık ettiği insanlar, Fahri Petek ve eşi Neriman H anım oldular. Ve el
bette Gaye de.
Fahri Petek o günlerde eczacılık ve biyokimya yanında, önce ekmek
parasına katık, sonra sanat için yaptığı fotoğrafçılık sayesinde Abidin ve
Güzin'i, ama daha çok Abidin'i "resmetmek" fırsatını buldu. O günlerin
birçok fotoğrafı, hem de en iyi cinsinden Fahri Petek imzasını taşır. Kimi
kaynakta bu fotoğraflar imzası ve ismi konulmadan yayınlansa bile, herkes
Petek'in "patte"ını tanır.
Evet Abidinler Petekiere sık sık gittiler. İki aile de birbirini düzenli
ziyaret ettiler. Abidin ve Güzin Neriman H anım'ın tadına doyum olmaz
ekşili bamyasının, kuru fasulyasının, imambayıldısının ve hele o güzelim
ABi D i N D i N O
pilavının tadına baktılar. Paris'teki evlerinde. Lilas'dakinde. Ve daha sonra
satın aldıkları Normandiya'daki yazlık evlerinde . . .
196 9'dan itibaren Paris' e yerleşen Münevver Andaç t a Peteklerle çok
iyi anlaşıp, çok iyi dost olunca, belki İstanbullarda veya İzmirlerde yaşanabi
lecek dostluk ve arkadaşlık ve yoldaşlık Paris'te, Lilas'da ve Normandiya'da
gerçekleştirildi. Biri diğerinin yerini alabilir mi? Bilinmez. Ama bu canların
hepsi ve nerede olurlarsa olsunlar hep İzmir'i, İstanbul'u ve Ankara'yı dü
şündüler. Ankara seslerini duymasa veya duymamazlıktan gelse bile.
Fahri Petek emekli olduktan sonra da biyokimya laboratuvarında
kendi öğrencilerinden oluşan ve bizzat kurduğu takımla araştırmalarını
sürdürdü.
Ve her zaman arkadaşlarının her türlü sağlık sorunuyla da ilgilene
rek. O olmasaydı kimbilir birçok dost ne kadar zorluk çekerdi sağlık alanın
da. Bu nedenle adı bir ara "kanserolog"a bile çıktı: Çünkü tanıdığı doktor
lardan biri kanser konusunda çok iyi bir uzmandı. Ve Petek kanserle ba
şı belaya giren herkesi ona götürüyordu. Abidin hariç: Çünkü Abidin o hep
bildiğimiz "kedi alışkanlığı" sonucu kanserini hep sakladı herkesten. Çok
güvendiği bir-iki yakın dostu hariç.
Burada bir noktaya daha değinmek isterim: Çocuk Gaye Pet ek, ken
di kuşağının en "şanslılarından" biridir: Bu " şans" iki boyutludur: Biri son
derece tatsızdır: Çünkü daha iki veya üç yaşındayken ana-babasından kopa
rılmıştır: Babaannesiyle yaz tatili içinTürkiye'ye gittikten sonra Paris' e dön
mesi engellenerek bir tür rehin alınmıştır: Birkaç sene süresince. Bu az de
neyim sayılmaz, tatsız, acı, sevimsiz yönleriyle.
Öte yandan daha çocuk yaşta, önce Abidin'i sonra N azım Hikmet'i
tanıma olanağı bulmuştur. N azım çünkü Paris'i ziyaretlerinden birinde
Petek ailesini evinde ziyaret etmiştir. Abidin'le ağabey-kardeş ve dost ilişki
si ise düzenli bir biçimde, aralıksız sürdü. Abidin'in pek bilinmeyen ama
tanıyanlarının yakından tanık olduğu o büyük çocuk sevgisiyle. Gaye, Abi
din'le ve Nazım'la anılarını kendisine saklamamalı. Birkaç söyleşisinde ki
mi anılarını aktardı. Ama bunlar yetmez. Belki bir gün yazar. Kimbilir?
Abidin'in Fahri Petek ve yine aynı yılların takımından dostlarından
Kemal Baştuji ve aileleriyle ilişkisi sonuna kadar devam etti. Bu üç sevimli
ABi D i N D I N O 1 43
vaşçılarının atlarının arkasına yerleştirip, Doğuya doğru gönderdi: Amerika
kıtasına kuzeyden girdik. "Atalarımızı" ve atlarımızı koşturarak canlarını çı
kararak Güney Amerika'ya vardık: Vay anasını ne kadar uzun bir nehir? Eh!
Bizim yağız ve ağızlarında bıçak Türk savaşçıları ne deseler beğenirsiniz:
- Ammma uzunnn.
İşte bunu duyan (?) oranın "yerlileri" hemen o muhteşem nehrin is
mini de koyuvermişler: Amazan. Tamam mı? Tamam: Onlar nehirlerine is
mi koyuverirken Bazin'i dinleyenler de makaraları koyverdiler. Yaşşa baba!
Fahri Petek'le B azin üzerine konuştuklarımızı aktarmak istiyorum.
Onun hemen hemen hiç bilinmeyen bir yönünü gün yüzüne çıkardığı
için? Türkiye'deki demokrasi ve insan hakları kavgasına kendini hiç öne
sürmeden, kendinden hiç söz ettirmeden nasıl yardımcı olduğunu gösteri
yor bu açıklamalar:
M Ş G : Louis Bazin'i tanıdınız mı?
FP: Aaa tabii. 1 949'da tanıdım Bazin'i. Her hafta evine giderdik
ilerici Jön Türkler Birliğini kurmak için Doğan Aksoy ve diğerleri, Türkçe
hacası ya, onu da aralarmaa almak için görüşmeye gitmişler.
Ben geldiğimde (Fahri Petek Paris'e Temmuz 1949'da vardı. MŞG)
b u vesileyle tanıştım. Ondan sonra d a sık sık beraber olduk. Doğan Aksoy,
Kemal Baştuji ile birlikte giderdik evine. O sıralarda, Paris'in güneydoğu
sundaki bir banliyöde, Marne kıyısında şirin bir evi vardı. (Bazin o yıllarda
Saint-Maur'da oturuyordu, yanılmıyorsam. M Ş G ). Kayığı bile vardı. Ve bir
likte Marne'a açılırdık Tatlısu istakozları senin gambalar benim epey de
niz ürünü aviardık Muazzam gambalar yakalardık Ve evinin bahçesinde
bir güzel kızartıp onları mideye indirirdik Mis gibi beyaz şarapla elbette.
Tam İzmir, İstanbul havası. inanılmaz. Bazin bayılırdı bu havalara. Türki
ye'de epey kalmıştı, yanılınıyorsam üç-dört yıl ve ülkemizi çok ama gerçek
ten çok seviyordu. Dahası Türkçeyi çok iyi konuşuyordu.
Bazin'le o günlerdeki ilişkilerimizi Doğan, Kemal ve benden başka
kimse bilmezdi.
M Ş G : Bazin o günlerde Türkiye'deki baskıları teşhir eden ve rejimi
eleştiren bir-iki yazıyı takma isimle yazıp, öğretmenierin vefveya öğretim
üyelerinin sendika dergilerinde yayınlıyor. Bunlardan haberiniz oldu mu?
As i o i N D i N o 1 45
redeyse parasız bir biçimde geçim mücadelesi veren birçok tanıdıkta cim
rilik ve hatta pintiliğin en acıklısı kendini gösterdi. H azin bir şekilde. O
günlerde belki anlaşılabilir veya açıklanabilir olan bu "hastalık," kimilerin
de zaman içinde kalıcılaştı. Bir tür kişilik parçası biçimini aldı. Bunlardan
197o'ten itibaren tanık olduklarımı yazsam bir kitap doğar? Zaman zaman
son derece garip, komik, gülünecek boyutlar kazanan bu cimrilik ve pinh
lik örnekleri günümüzde de süıi.iyor. Paris' e yerleşenlerin bir bölümünde
belirginleşen bu olgu, ciddi toplumsal ve ruhbilimsel araştırmalar gerekti
riyor: Anlaşılabilir olması için.
Abidin'in bu meselede de özel bir yeri var: Sevimli olmasının bir
boyutu da burada zaten: O hiçbir zaman cömertliğinden hiçbir şey yitirme
di: Örneğin bir akşam yemeğine davet edildiğinde mutlaka bir desen, bir
tablo hediye götürmeyi unutmadı. Başkalarının yaptığı gibi, bilmem ki
min, bilmen hangi tarihte getirdiği bayat lokumları götürmek aklının
ucundan bile geçmedi f geçemezdi.
MADELE İ N E RiFFAUD
Avni Arbaş'ın Abidin'e takdim ettiği başka bir kişi daha var: Made
leine Riffaud.
AB i D i N D I N O 1 47
----ı Madeleine Riffaud ile defalarca
MADELEINE RIPFAUD
görüştüm Nazım Hikmet'le Ağustos
195ı'de Doğu Berlin'deki Dünya Genç
lik Festivalinde tanışan FKP'li genç mi
litan ve gazeteci kadın. Aynı festivalde
CHEV AL ROUGE hayahnın aşkı ve kendi deyişiyle "Viet-
nam'ın Nazım Hikmet'i" Nguyen
prıfmes
1939- 1972 Dinh Thi ile de tanışan ve yaşamı
ıwı•c 4 dt:tsins oTıgiNUU ABI NE
il DI
a'dan z'ye allak bullak olan genç kadın.
Prlftxt dt VLADIMIR POZNER B ana anlattıklarına göre,
N guyen ile aşkının somutlaşmasın
da Nazım'ın rolü var: Çünkü Nazım
günlerdir elele, kolkala dolaşan bu
iki genci birgün yine elele kolkala
21,
ruc: ek Ridıdi.eu. Parili (1•) görünce dayanamamış ve " Bu dolaş
1
malar ne kadar sürecek, artık bir ka
L_ __ _ ___
rar verseniz! "Vay sen misin elimizi
Abid i n . Madeleine Riffaud"unun 1 9 7 3 "te zorlayan: Kararlarını hemen veriyor
yayınlanan Cheval Rouge (Kızıl At) isimli şiir lar. Aslında Nguyen kararını veriyor:
kitabını d ö rt orijinal a t deseniyle süsledi.
Çünkü, o ana kadar Vietnam'da evli
olduğu için ve bir yabancı ile aşk ha
yatı kendisi açısından birtakım sorunlar doğurabilir kaygısıyla kararsız
olan Vietnamlı şair nihayet kararını veriyor. Yoksa Madeleine'e kalsa bu
iş çoktan somutlaştırılmış olacaktı. Çünkü Madeleine aşık. " Deli gibi."
Neyse işe Nazım müdahale edince Nguyen de aşkını artık somut
laştırmak için adım atıyor: Ve o gün her şey olup bitiyor.
Madeleine daha sonra L 'Humanite'nin özel muhabiri olarak Viet-
nam'a gidecek ve hatta Ho Amca'nın sakalım bile çekiştirecek Vietnam'ı
bütün özellikleriyle, bütün farklılıklarıyla çok ama çok sevecek.
Sevgilisi Nguyen ise daha 1 9 5 ı 'de o festival sırasında ve bizzat Na
zım Hikmet'in yardımıyla, Nazım'ın şiirlerini Vietnamcaya çevirecektir.
Nitekim, Madeleine Riffaud, Europe dergisinin Kasım-Aralık 1974
tarihli Nazım Hikmet özel sayısında yazıyor /söylüyor:
M adeleine Riffaud'unun özgeçmişsel kitabı On tappelait Rainerl n (ismi Rainer'di) kapa�ı (üstte).
M adeleine Riffaud'nun 1 9 7 1 'de yayınlanan A u Nord Viet-Nam, ecrit sous les bombes ( Kuzey
Vietnam'da Bombalar Altında Yazıldı) isimli kitabının kapa�ı.
ABi D i N D i N O 1 49
" Nazım'ın şiir sanatı tanınıyor. Daha 1 9 5 1 'de şiirlerini ilk kez Ku
zey Vietnam'ın en büyük şairlerinden biri olan Nguyen Dinh Thi çevirdi."
Madeleine Riffaud, festival bitiminde, hayranı olduğu ve şiirlerini
ezbere bildiği Nazım'dan ayrılırken N azım ona şunları söylüyor: " P aris'e
dönünce, orada, Avni Arbaş isimli çok şeker bir ressamımız var mutlaka
onunla tanışmalısın.
Madeleine'e, kimi kez, "Ağustos 1 9 5 1 'de ayrılırken N azım, bana en
güzel hediyeyi verdi: ' Paris'e dönünce git Abidin'le ve Güzin'le tanış. Be
nim tarafıından' "biçiminde yazdığım hatırlatıp, bunun mümkün olama
yacağını çünkü o tarihte Abidin'in ve Güzin'in Türkiye'de bulunduklarını,
Abidin'in ancak 1 9 5 2 sonunda Güzin'in ise önce 1 9 5 3 yazında kısa bir sü
re için ve sonra 1954 yazından itibaren temelli kalmak üzere Paris' e geldik
lerini anımsatınca, hafızasını zorladı ve bana işin doğrusunu anlattı:
" Doğru haklısınız. Nazım bana ' Paris'e dönünce git Avni'yi bul,
benden selam söyle' dedi. Avni ile bu vesileyle böyle tanıştım. Daha sonra
Avni beni Abidin'le tanıştırdı. Bu çok önemli bir arkadaşlığa yol açtı. Yarım
yüzyıl süren bir dostluk. Abidin'in tabloları, desenleri ve hiç eksik olmayan
kardeşçe dostluğu yaşamımı kolaylaştırdı.
Abidin, biliyorsunuz sanırım, bir yıl süreyle bir ara gözlerinden rahat
sızlandı. Neredeyse göremez oldu. Cesaretini hiç yitirmedi. Sonra her şey yer
li yerine oturdu. Ressamımız görmeye ve bize göstermeye yeniden başladı ve
hayat kaldığı yerden devam etti. Suluboyalarıyla hele. Ve bana şunu söyledi:
' Görüyorsun ya, hayatta ölüp dirilmeler, yeniden doğuşlar da oluyor
demek.'
Benim o günlerdeki hayatım açısından çok önemli çok değerli ders
ler yüklü bu sözlerini hiç unutamam."
Abidin, Madeleine Riffaud'nun 1973'te yayınlanan Cheval Rouge
(Kızıl At) isimli kitabına dört "dessins originaux" ile katkıda bulundu. Tür
kiye'de hiç kimsenin bilmediği veya çok az sayıda kişinin bildiği bu dört de
seninde Abidin "at"lar çizmiştir. Resim sanatında "at" denilince bizde Av
ni Arbaş anımsanır, oysa bu kitapta Abidin de "at" çizebileceğini gösterdi.
Elbette daha önce Kuvay-ı Milliye Destanı 'nda atlar çizmişti Abidin. Ama bu
kitaptaki "at"lar başka.
Asi D i N D i N o ı sı
sızlığını kazanması için mücadele eden bütün halk kurtuluş savaşçılarına
yardımdan asla kaçınmadı.
Bunun içinde özgürlük savaşçılarının ülkelerinde veya başka ülke
lerde bırakmak zorunda kaldıkları eşierine ve sevgililerine aşk mektupları
nı sınırları aşarak ulaştırması da dahil.
Bunları ve kendisini öldürmek için kurulan her türlü hain tuzakla
rı birçok kitabında anlattı:
Vietnam ve Cezayir günlerini şu kitabında bulmak olası:
De Notre Envoyee Speciale . . . , Les Editeurs Français Reunis, Paris,
1964, Kitabın arka kapağında bakın neler sıralanıyor:
" Paris1944. Berlin 1 9 5 2 (Ama 1 9 5 1 olması lazım. M Ş G . Biraz önce
gördük.)
Vietnam (ve) Cezayir, 1952'den 196 2'ye. H anoi. H aiphong, 1954.
Orleans Ville (Cezayir) , 1954. Oran, 1962. Constantine (Cezayir) , ı956. Pa
ris, 1 9 6 1 (Cezayir Savaşını protesto edenlere Paris polisinin acımasız katli
arnı ve saldırıları. M Ş G ) . Saigon. Bizerte . . .
"
As i Di N D i N o 1 53
Güzin'le 2 1 Ekim 2005'te Madeleine'i konuştuk. Güzin anlatıyor:
" Düşünebiliyor musunuz ? Kurşuna dizilecekken kurtuluyor. ' Mi
raculee' (" Mucizeye uğramış , " " B ir mucize yaşamış") bir kadın. 1 9 5 o 'ler
de ve 6 o'larda çok yazardı, çizerdi, koştururdu. Meşhur o Gençlik Kong
resinde (Festivalinde. M ŞG ) , Nazım'la tanışıyorlar. Berlin'de. N azım da
yeni çıkmış yurtdışına. N azım'la müthiş arkadaş oluyorlar. Abidin'le ta
nıştıktan sonra Abidin'le de can ciğer dost oluyorlar. Quai Saint-Mic
hel'deki evimize sık sık gelenlerden biriydi. Ben de kendisini çok beğe
nir, çok severdim.
Abidin'in her sergisinde mutlaka bir bazen iki tablo satın alır. Bu
son sergide (19 Mayıs 2005 'teki) iki resim aldı.
Abidin de ona ara sıra resim hediye ederdi. Küçük bir koleksiyonu
var. Bu son sergide görüştük Ama biraz çökmüş gibi. Üzüldüm. Çok se
verdi Abidin'i."
PARis'TEKi FRANSA
"Abidin, Paris'e gelir gelmez dostu Tzara'yı ve Picasso'yu buldu" di
ye başlar Abidin'in Paris'i serüvenini anlatan makaleler ve kitaplar. Sadece
o kadar değil. Dahası var:
Evet Abidin'in Paris'e geldiğinde tanıştığı veya daha önceden tanı
dığı, bizim de bu vesileyle bildiğimiz, başka birçok Fransız daha var.
En başta: Jean Lods: Hani Abidin'in Moskova ve SSCB günlerindeki
arkadaşı. Fransız belgesel film yönetmeni ve gerçek bir sinema delisi. Onun
la birlikte tanıdığı Pierre Biro. Pierre'in kardeşi Doktor Jean Biro. Jean
Lods'un kayınbiraderi Leon Mussinac ve eşi, yani Lods'un kızkardeşi Jeanne.
Ayrıca Jean Lurçat (Lürsa okunur) ve eşi Simone (İsmini tek "n" ile
yazmak lazım) Lurçat.
Sürrealizmin izleyicileri Oscar Dominguez ve Irene Joacquim.
Fransız Komünist Partisi üyesi ve gazeteci Francis Cremieux.
Guy Bemard de la Pierre. Roger Lenard.
Andre Lurçat, Jean Lurçat'nın mimar kardeşi. Monodlar. Robert ve
ya genel deyişle " Bob" Vinay. Jean Marcenac. Doktor Dalcase ve eşi Annie
Bernheim-Dalsace . . .
AB i D i N D i N O •ss
Yves Mentand ve Si mone Signoret. Paris'te L:lle Saint-Louis'de.
As i D i N D i N o 1 57
" Rue Visconti'de Bob'un, yani Robert Vinay'ın, evinde genellikle
pazarları toplanırdık. Bob o günlerde 'Ministere des Colonies'de çalışıyor
du. (Özellikle Fransızcasını yazıyorum. Çünkü günümüzden bakınca ina
mlası gibi değil ama gerçek: Evet o yıllarda Fransa'da bakanlıklardan biri
nin ismi buydu: Sömürgeler Bakanlığı. M Ş G ).
Bob'un çalışhğı büro Quai d'Orsay'deydi. (Bugün Dışişleri Bakanlığının
ek binalanndan biri. MŞG). Ve Rue Visconti'de oturuyordu. Ve her pazar bütün
gün süren sevimli bir ortam oluşurdu bu evde. Öyle özel davet filan yapılmazdı
ve randevusuz gidilirdi. Tören filan da yoktu. Kapı, bilinen herkese açıkh.
Gelenler genellikle sol entelektüeller. Edebiyatçı takımından çok
ressam, heykeltraş ve mimar çevrelerinden sanatçılada bu sanat daUarına
meraklı birkaç koleksiyoncu: İ şte Les Moussinac, Les Dalsace, Les Lurçat,
Roger Marx, Jean Lods ve mutlaka bir-iki arkadaşı daha. Genellikle hoş ka
dınlarla gelirdi Lods. Ne de olsa sinema dünyasından.
Tabii binanın tarihi önemi de var: Racine'in oturduğu ev ne de ol
sa . . . (Racine, r 6 9 2'den itibaren yedi yıl boyunca, ölümüne kadar, Rue Vis
conti'de 24 nurnarada oturdujyaşadı. M Ş G ) .
Dahası tam karşısında Balzac'ın matbaası. (Balzac, 19 numaradaki
matbaası ve yayıneviyle, bir deneyim yaptı bu işlerde, ama başarılı olamadı.
MŞG).
Yandaki ev de Delacroix'nın atölyesi olunca manzara veya haydi res
samların diliyle konuşalım tablo tamamlanmış oluyordu. Delacroix bu atöl
yesinde ismini şimdi anımsayamadığım kocaman tablosunu ve sadece o
tablosunu yaptıktan sonra birkaç adım ötedeki Place de Furnstenberg'e gi
dip yerleşiyor.
Bob'un evine gelenlerin listesi çok uzun: Hepsini saymak mümkün
değil. Ama epey insan geliyordu. (Biro yukarıda isimlerini saydıklarıının
tümüne yakınının eve geldiğini belirtti. M Ş G ) .
Bunlardan Guy Bemard d e la Pierre çok ilginçti: Güya komünizme
karşı olan bir sol takımdan geliyordu. İsminden belli zaten aristokrat, da
hası hem solcu hem de komünizme karşı. Gel de inan!
Robert Lenard kısa film prodöktürü ve bir-iki film yönetmiş, eşi
Yvonne'la birlikte gelirdi. Lods'un iyi dostuydu.
ABi D i N D I N O 1 59
böyle bir şeyi duyduğumu da anımsıyorum. Abidin'in Lods ile Moskova'da
tanıştıklarını biliyorsunuz. Belki aynı zamanda Moussinaclarla da tanıştı.
Belki birkaç ay sonra. Ama Leon ve Jeanne'ın Abidin'i Paris'e gelmeden
önce tanıdıklarından eminim."
ABi D i N D i N O ı6ı
"Bunların bir kısmı Abidin'in desenleri. Hiç sevmiyorum. Bunların
tümü, yani Abidin'in desenlerinin ve tablolarının tümü kardeşim Jean'ın
dı. O ölünce (Jean Biro ı 9 8 6 'da öldü. M Ş G ) bana kaldılar. Çatı katı di
ye başka bir rnekanun var, orada ve Chamonix'teki evimde de başkaları var.
Abidin'le tanıştığımız zamanlar ve daha sonra ben genel olarak beş para
sızdım, bir şey satın alamazdım. Ama kardeşimin parası vardı ve sanata
meraklıydı. Sadece Abidin'den değil Avni'den de epey tablo aldı. Jean Av
ni'nin resmini de çok beğenir, çok severdi.
Abidin'den satın aldığı iki tablo daha vardı, ama son zamanlarda
nereye kayacağıını bilemiyordum, bu nedenle Güzin'e verdim. (Gülüyor.)
Ben Abidin'in ' U zun Yürüyüş' dizisindeki tablolarını seviyorum.
Tabii bunlara birer manzara olarak bakmamak lazım.
Bir s anat dergisinde Abidin üzerine bir makale yazmak isteyen
bir tanıdığım geçenlerde aradı, bana gelecek diye bu desenleri ve tablo
ları çıkardım G eldi, gördü, biraz konuştuk. Abidin'i anlattım . Sonra si
zin de bu eserleri görmek isteyeceğinizi tahmin ederek haydi birkaç
gün daha kalsın dedim. Ve işe bakın şimdi nedense bunları çok beğeni
yorum. Demek ki kimi resimleri baka baka sevmek mümkün. Ama ar
tık sıkıldım: Bunları kaldırmak ve yerlerine başka tablolar asmak istiyo
rum. Aslında epey zamandır bunların tümünden kurtulmak istiyo
rum . "
Birkaç ay sonra, Pierre Biro ile evinde yeniden görüştüğümüzde du
varlarında başka tablolar vardı: Elbette atmadı "Abidin"leri. Ama biraz "de
ğişik bir hava soluklamak" istediği için başka ressam arkadaşlarının eserle
rini duvarlarına yerleştirmişti.
Şimdi Pierre Biro'nun, Abidin'in Paris'e 1952 sonunda geldiği gün
lerine ilişkin anlattıklarına dönelim isterseniz:
A s i n i N PA R i s E YALNız G E L M ED i
'
ABi D i N D i N O
Yanında da öyle: Az sayıda, ama her zaman iyi seçildikleri belli olan
insanlar. Hiçbir zaman yanında çok sayıda insan olmazdı.
Tabloları için de aynı şeyi söyleyebiliriz sanıyorum. O günlerde bel
ki tabloları da vardı. Ama görmedik."
Biro'nun pasaportunda mesleği hanesinde " sinemacı" j"cineaste"
yazıyor.
Güzin anlatıyor: " Pierre B iro, en kadim dostumuzdur. Abidin'le
birçok konuda tartışırdı, birçok meselede ayrı ayrı düşünürlerdi. Ama çok
iyi anlaşırlardı, iki kardeş gibi. Her karşılaştıklarında mutlaka bir konu bu
lur ve onun üstünde veya çevresinde uzun uzun tartışır hatta atışırlardı.
Daha sonra Abidin'in teşvikiyle Türkiye'ye gitti. Televizyon için belgeseller
yaptı: Kırkpınar yağlı güreşleri, deve güreşi, Osmanlı İmparatorluğu'nun
kuruluş yılları ve benzeri konularda."
Pierre Biro ile 1 5 Ocak 1997'de Güzin'i ziyaret ettiğimde, Güzin'in
yanındayken tanıştım. Noel'i ve yılbaşını Londra'da geçirdikten sonra Pa
ris'e dönmüş v e Chamonix'deki evine, kış mevsimini yakalamaya gitmek
üzereydi. İ ki satır konuştuk. Bu bir başlangıçtı. Daha sonra birkaç kez da
ha görüştük Uzun boylu sohbetlerle saatler geçirdik
O ilk karşılaşmamızda kendisine ilişkin birkaç şey öğrendim: Cha
monix'deki kışlık evini zaman zaman Şakir Eczacıbaşı'na ve Tunç Yal
man'a bırakıyormuş. Eczacıbaşı ile çok iyi dost olduklarını da bu vesileyle
öğrendim.
Neden? Nereden?
İstanbul'dan ve o belgesel filmleri çekmek vesilesiyle: Filmleri pa
rasal açıdan destekleyen insan çünkü Şakir Eczacıbaşı. ı 9 6 o'ların başında
oluyor bunlar. Bu sayede birçok sanatçı ekmek parasını da çıkarıyor.
A 'dan Z 'ye Abidin Dino da " Pierre Biro" maddesinde, bu konuda,
'
şunları okuyabiliriz:
" Eczacıbaşı'nın parasal desteğiyle Renk Duvarlan, Kırkpınar, Göre
me, Deve Güreşleri adlı belgesel filmleri yaptı."
Bu kaynakta, daha sonra, Pierre Biro'nun Abidin'in resim sanatına
ilişkin görüşlerini içeren uzunca bir çalışmasından bir parça alınmış: Me
raklılarına duyurulur. (s. 57-58.)
ABi D i N D i N O ı6 5
mak öyle herkesin kesesine uymaz:
Mütevazı ama her türlü konforu bu
lunan bir tür " studio"da yat kalk,
otur, kahvaltını yap, yemeklerini ye,
bütün bunlar epey masraf isteyen
şeyler. . .
ı 9 6 o'larda Paris'e gelen ve
Abidinlerle tanışan Şehnaz Akıncı
da zaman zaman burada kaldı.
Pansiyonun sürekli müşteri
lerinden biri örneğin mim sanatını
kuran ve kurumlaştıran, bütün dün
yaya tanıtan ve yayan Mim Mareel
Marceau'dur. Nitekim Abidin'e iliş
kin kitapların birkaçında Abidin'in
Mim Marceau ile çekilmiş bir fotoğ
rafı var: Bu fotoğrafta şakayla "rol ke
Leyla Abla: l�yla Oino-l l�ri. C.uzln O.no Koleksoyonu
sen" Abidin'dir. Tebessüm eden ise
Mim Marceau. Mim Marceau, fotoğ
rafı imzalamış da, imzasının yanına bir de gül kondurarak " Dostum Abi
din'e Bip'den sevgiyle ve dostlukla."
Peki " Bip" kim ola? Mim Marceau'nun 1947'de yarattığı "kahrama
nı" Pierrot'dan başkası değiL Ve mim ustasının seyirlerini izlemiş olanlar
bilecekler: Bip'in her zaman bir de bir çiçeği vardır: Ve o çiçek işte burada
Abidin'e sunulan çiçektir.
Evet Elisabeth Maupoil, o günlerde Quartier Latin'deki minik Quartier
Saint-Julien Le Pauvre'un en ilginç mekanlardan birinin, hem lokanta ve bar,
hem de pansiyon La Bucherie'nin sahibidir. Aslında Pierre Biro ile. Ve Pierre
bana anlattı, bu mekan açıldığında, bu iş Paris için ve hele mahalle için kosko
caman bir "yenilik"ti. Ve Pierre'in önerisiyle bu iş kotanlmıştır. Ama Pierre,
mala mülke önem vermediği için, hani gerçekten komünist ve söylediği gibi
yaşayan bir insan olduğu için, kendisini kalkıp öyle herkesierin yaptığı gibi mal
sahibi gösterecek adam değil(di) .
AB i D i N D I N O
Elisabeth Maupoil'ın şatosunun geniş çiftliğinde biçer-döverde paz verenler: Direksiyo nda Elisabeth
M aupoil, yanında Fanchette Vafiadis, onun y a nında La Bücherie'nin barmen i i t al o ve ş at oda
çalışanlardan birkaçı. H aziran ı g6s. M. Şehmus Guzeı Koıeks•yonu
Asi D i N D i N o
M Ş G : La Bfıcherie'ye ünlü kimler gelirdi?
P B : Pek çok insan gelirdi. Aklımda kalanlardan birini anlatabilirim
Bir gün Bertholt Brecht geldi. Terasa oturdu. Lokantamızın geleneği oldu
ğu için, kendisine, peynir çeşitlerimizi tepsi üzerinde ve her biri kendi orij
nal ambalajı ve etiketiyle, sunduk. Brecht birlikte geldiği dostuna bunu
gösterdi ve
- İ şte uygarlık budur, dedi.
Brecht aklımda kaldığı kadarıyla iyi Fransızca konuşuyordu.
Brecht Paris'te çok kalmıyordu. Acaba Abidin'i tanıyor muydu?
Sanmıyorum.
Abidin'in zaten tiyatrocu takımıyla çok yakın ilintisi yoktu. Belki
Sylvia Menfort ile, o da birazcık. Sanırım. Biliyorsunuz Sylvia da Direniş
Hareketinin önemli yüzlerinden biridir: Paris'in kurtuluşunu yansıtan fo
toğraflardan birinde O da elinde bir revolverle görünüyor.
M Ş G : Başka kimler geliyordu ?
P B : Şimdi isimlerini unuttuğum genç birçok aktirist, artist gelirdi.
Lods da sık sık uğrardı. Yanında epey insanla.
Sonra Pierre Biro bir fotoğraf gösteriyor bana: La Bfıcherie'nin
önünde terasa, sokağa taşmış bir kalabalık: Herkes dans ediyor. Ve şunla
rı ekliyor:
P B : İ şte zaman zaman yapılan bir "bal." Ya yılbaşı gecesi için ya I4
Temmuz için. Biz buna " Le Bal de La Bfıcherie" adını takmıştık Bu fotoğ
rafta bir tek Lods'u seçebiliyorum, diğerlerini çıkaramıyorum.
Fotoğrafa yakından bakınca insanların kışlık giysiler içinde olduğu
görülüyor: Demek ki bu "bal" yılbaşı için ...
Bu arada Pierre, Abidin'e atılan bir"taş"tan söz ediyor:
P B : Elisabeth Maupoil ve herkes Abidin'i çirkin buluyordu. Doğru,
Abidin çirkindi, yüzünde düzenli çizgiler yoktu, yani öyle bir playboy hava
sı yoktu (Gülüyor) . Ama bunlardan daha önemli bir şeyi vardı: Çirkinin çe
kiciliği diyebileceğim bir şey. Ayrıca son derece hoş bir adam. Gülen. Ka
rizması olan biri. Evet öyle Yunan tanrılarının güzelliği yoktu, ama bu ada
mın ismi de Abidin'di ve kendine özgün bir yanı vardı. Kadınları mıknatıs
gibi çeken.
ABi D i N D i N O
son derece şık kıyafetiyle Elisabeth: Biraz tedirgin gibi. Öbür tarafında Gü
zin: Ama yüzünün sadece bir parçası çıkmış: Sadece saçının bir parçası,
gözlüğünün bir camı, gözü ve burnu ile ağzından minnacık bir parça. Fo
toğrafı mutlaka Pierre çekmiştir sanıyorum. Bu fotoğrafı bana veren ise
Güzin. Ama Güzin'in anlaşılan kimi "fotoğrafçı" ile arası iyi değil. Ş aka.
Fanchette'in anlathklarından bir parçayı da daha aktarmak istiyorum:
" Elisabeth'in bir de şatosu vardı: Saint-Cyr-en-Arthies'de. Paris'ten
Rouen'a doğru giderken, 6o kilometre kadar uzaklıkta. Mantes-la-Jolie'ye
ise sadece sekiz kilometre. Müthiş bir şato: 6o hektarlık son derece iyi dü
zenlenmiş bir parkın içinde: Parkta ne ararsan var: Çayır, çimen, ırmak, şe
lale, gölcükler, mağaralar ve yüzyıllık ağaçlar. Gerçek bir rüya dünyası. Ola
ğanüstü bir sessizlik. İster çalış, otur kitap yaz, ister dinlen. Şatonun otuz
kadar ve her biri diğerinden farklı odası var. Müthiş bir kitaplığı. Şömineli
ve bilmemneli başka birkaç tane salonu daha. Aniatmakla bitmez bir şato.
Ve zaman içinde bu şatonun duvarlarını süslemek için Abidin'den
ve Avni'den satın alınan veya Abidin'in arada bir hediye ettiği tablolar. Pi
erre Biro'ya sorduğumda, bana şunu söyledi: " Evet şatoda birçok 'Avni' ve
iki tane 'Abidin' vardı."
Gel de şimdi Pierre'e inan.
Fanchette, Elisabeth ile her hafta sonu ve sık sık şatoya gittiklerini
söyledi. Bir de fotoğraf verdi:
Şatonun parkındayız. Biçer-dövere kurulmuş iki bayan: Direksiyon
da, tahmin edeceğiniz gibi, Elisabeth: İki eliyle yakalamış direksiyonu. Bir
patronun bütün otoritesiyle. Hafif bir tebessümle objektife bakıyor. He
men yanında bakımlı, uzun boylu ve bütün ciddiyetiyle Fanchette. Elisa
beth'in yanında kasketiyle çiftlik işlerine bakan emekçi. Fanchette'in ya
nında ise La Bı1cherie'nin banneni İtalo. İki genç daha var fotoğrafta:
"La Bı1cherie'de çalışan gençler olmalı. İsimlerini anımsamıyorum. "
Fanchette bu, anılarına çok bağlıdır. V e tarihin unutulmasını hiç
sevmez: İşte ispatı: Fotoğrafın arkasına notunu düşmüş: " Haziran r 9 6 5 . "
Şunu d a ekleyerek: " Elisabeth Maupoil, İtalo Mistrelta. "
Bu şato, tarih kitaplarında Didot Şatosu olarak bilinir. Çünkü 1 9 .
yüzyılda şatonun sahibi yayıncı ünlü Didot ailesinden Ambroise-Firmin
ABi D i N D i N O
Helman ismi Türkçe kimi kitapta " Elman" olmuş: Aklınızda bulun
sun. Elma veya El-Aman değil Elman! Buna da şükür!
İşte Abidin o günlerinde bunca sevimli ve olanakları bunca ge
niş insanlarla arkadaşlık ediyor. Bizzat kendisinin yaşama koşulları mü
kemmel olmasa bile. Ne de olsa kendini hep genç hissediyor ve en akıl al
maz yoklukları, en çekilmez dertleri bile belli bir bilgelikle sineye çekiyor:
" Nasıl olsa bu da geçer" yaklaşımının fılozofluğu ve "Yaşamak Gü
zel Şey Be Kardeşim'! diyen ustasının çektiklerini unutmadan. Kötünün
iyisi olabileceği gibi, kötünün kötüsü de olabilir(di) .
Ama gel zaman git zaman Abidin bu, bir dostu için başka bir dos
tuyla tartışacak ve aralarına buz dağları yerleştirecektir fyerleştirilecektir:
Kuzgun Acar, zaman zaman Paris'e kadar gelen, çok hoş ve son de
rece orijinal heykeller yapan ve Abidin'in tahmin edeceğiniz gibi pek be
ğendiği ve hemen koruması altına aldığı bir sanatçıdır: O da "Arap. "
Kuzgun gibi bir sanatçı, hele onun gibi dev eserler yaratan bir sa
natçı için, ihtiyacı olan genişlik, rahatlık ve huzuru Elisabeth'in şatosunda
bulabileceğini düşünerek, Abidin, Elisabeth'den Kuzgun'u şatoya sürekli
kalacak biçimde, ama belli bir süre için kabul etmesini, yerleştirmesini ri
ca ediyor. Sonra ne oluyor? Öyle ayrıntılı bir biçimde bilmiyorum.
Pierre anlatmadı. Pierre böyle şeylere metelik vermediği gibi tatsız
anılarını beyin hücrelerindeki kadim silgisiyle işe yaramaz bir karalamay
mış gibi siliyor f silmiş hafızasından. En azından bende bu izlenimi bırak
tı: Kimi isimleri, kimi olayları daha dün yaşamış gibi en ayrıntısına kadar
hatırlayan ve sizi gerçekten şaşırtan Pierre, hafifçe sorunlu bir mesele
olunca yolunu hemen değiştiriyor: Kalkıyor, örneğin " Bir bira ister misi
niz? " diye soruyor. Veya o çok bilinen " sağırlığını" bahene ediyor. Yeri gel
mişken söyleyeyim: Pierre "silme sağır," Abidin'in kendi babası için kul
landığı sözcükler bunlar, her kulağında bir dinleme aleti var, ama yine de
iyi duymuyor: Hele işine gelmeyen, yanıtlamak istemediği soruları. Evet ta
mamen öyle: İsmet Paşa taktiği. Ama onunla aniaşabilmek için ve sorula
rımı iyi anlaması için ben de yöntemimi değiştirdim: Sorularımı yazarak
sordum. Evet aynı masada karşı karşıya oturup "yazarak" konuştum Pier
re'le. Pierre'in taktiğinde ve sohbetlerimiz süresince anlattığı dostlarına
Asi D i N D i N o 1 75
o bitmeyen, bir türlü sonuçlandırılamayan " Güzin mi Sophie mi" ikile
mi arasında bocalayan Abidin'in bir türlü karar alamaması sırasında, Eli
sabeth, Güzin'in tarafını tutacaktır. Olur mu demeyin lütfen. Olur ve ol
du nitekim.
Sophie daha sonra Elisabeth'in yardımı ve dostlarının kendisini sa
mimi bir biçimde desteklemeleri sayesinde Paris'te yaşamını en iyi biçim
de sürdürecektir ama bu artık başka bir hikayedir.
Güzin ve Abidin, Elisabeth ve La Bucherie ile ilişkilerini r95o'lerin
sonunda ve r 9 6 o 'larda sürdürüyorlar, Pierre ile ilişkileri hiçbir zaman ke
sintiye uğramadan elbette:
Önce Fanchette'den r 9 6 2'deki bir anısını dinleyelim:
Bir sabah on sularında La Bucherie'ye gittim. Bir de baktım Abi
din yanında dev gibi bir adamla oturuyor. Abidin hemen tanıştırdı:
- Sevgili Fanchette işte N azım Hikmet.
İsmini elbette duymuştum, Paris'e her gelişinde de, gazeteler ve
dergiler ondan söz ediyordu. Hele Mayıs 1958'deki o ilk gelişinde ... Nazım
Hikmet Paris'te yaşamıyordu ama ismi sık sık geçiyordu aramızda, çev
remdeki arkadaşların konuşmalarında? Ama hiç görmemiştim O gün böy
lece tanıştık.
Nazım Hikmet çok kibar bir insan, Fransızcası da mükemmel. Ba
na hemen bir kitabını imzalayıp hediye etti."
Nazım Hikmet, Fanchette'e C'est Un Dur Metier Que L 'Exil'i, "A
Madame Fanchette Va.fiadis. A ma plus belle lectrice " diye yazıp, bir çiçek kon
durduktan sonra tarihini de düşmüş: r 9 6 2 kitabın 19 57'de yayınlandığını
biliyoruz. "İllustrations" Abidin'den. Charles Dobzynski'nin uzunca bir tak
dim yazısı var.
Ayrıca "şiirleri çeviren"in de Dobzynski olduğu kitabın kapağında ve
iç sayfalannda yazılı. Bu tabii şaşırtıcı. Çünkü Dobzynski Türkçe bilmiyor.
Kendisiyle yıllar sonra bu meseleyi konuştuğumda bana şu yanıtı verdi: " Evet
Türkçe bilmiyorum, şiirleri de Nazım'ın yardımıyla adapte ettim.
Bu işin Münevver Andaç'ı ne kadar sinirlendirdiğini söylemeye ge
rek yok. Çünkü o şiirlerin tümüne yakınını Münevver H anım çevirmişti.
Dobzynski'nin kimini gözden geçirip, Nazım'la gençlik festivallerinde ve-
ABi D i N D I N O
caksınızdır f zorlanabileceksinizdir: Bu kesin ve maalesef bunun çaresi de
henüz bulunmuş değil: Yanınızda en sevdiğiniz varlık olsa bile, bir "dalga
lanma" bir git-gel, bir çalkalanma dönemi yazgınız olabilir.
Nitekim Güzin bir söyleşisinde aynen şunları söyledi:
" 1 9 54-1 9 5 6 arasında, yani Fransa'ya geldikten sonra iki sene boca
ladım . . . Ben de çalışmak istiyordum. İlk başta bir arkadaşıının hediyelik eş
ya atölyesinde işe başladım. Ama ancak on beş gün dayanabildim."
Bu atölye o yıllarda Henriette Arbaş'ın çalıştığı atölye olmalı. Ama
bir dahaki sefere Güzin'e sarınam lazım.
Güzin'in bana birer örneğini verdiği değişik tarihli özgeçmişlerinin
sentezinden şu zaman dilimleri ve görevleri ortaya çıkıyor:
1 9 5 6 - 1 9 5 9 : Stagiaire de recherches au CNRS: Bilimsel Araştırmalar
Ulusal Merkezi'nde stajyer araştırmacı.
1959-1962: Contractuelle au CNRS: CNRS'te sözleşmeli görevli.
Collaboratrice exterieure a la Documentation Française: Documentati
on Française'de dışarıdan görevli.
Traductrice du Turc pour "Français par La Radio" a la RTF: Fransız
Radyo Televizyonunun " Radyodan Fransızca" derslerinin Türkçe çevirmeni.
Collobatrice du Dictionnaire des Litteratures ( Presse Universitaire de
France. P UF ) de L 'Encyclopedie Française et de L 'Encyclopedie Univarsalis.
,
ABi D i N D i N O 1 79
ması böyle başladı. Yaşar Kemal'in daha önce Bebek, Pis Hikaye gibi öykü
lerini çevirmiş ve dergilerde yayınlamıştı.
Daha sonraki yıllarda Güzin Yunus Emre'den, Melih Cevdet An
day'dan, Sevim Burak'tan ve elbette geçmiş yılların en iyi dostlarından biri
olan Oktay Rifaftan çeviriler yaptı.
Sevim Burak'ın Güzin ve Abidin için özel bir yeri var: Özellikle Se
vim Burak'ın Ömer Uluç ile yaşadıkları dönemde Abidin ve Güzin'in sık sık
gördükleri ve hayran oldukları, Türkiye'nin en iyi, ama maalesefkıymeti he
nüz yeterince bugün bile anlaşılamamış bu yazarını Güzin her zaman, bu
gün bile, çok sever. Çok beğenir. Yere göğe sığdıramaz: " Keşke ölmeseydi."
Tabii burada Güzin'in Fransızca birçok ve pek değişik dergilerdeki,
toplu kitaplardaki makalelerinin dökümünü yapmıyorum. Başlı başına bir
kaç sayfalık bir iş.
Eee peki sonuç ne?
Sonuç şu: Güzin bizzat kendisinin de zaman zaman ve genellikle
sohbetlerimizin sonuna doğru belirttiği gibi: "B azen düşünüyorum da, ne
kadar çok çalışmışım ne kadar çok, diyorum, kardeşim."
Doğru. Güzin çok çalıştı. Ve bu çok çalışma faslı henüz bitmiş de
değil: Abidin ve Nazım için bu kadın daha çok çalışır kardeşim. Çok.
Sonra şunu da eklemek lazım: Abidin ve Güzin treninejkatarına
çeviri ve kitap yayını vesilesiyle yeni yüzler, yeni insanlar , yeni kadınlar ve
erkekler katıldılar: Pierre Chuvin gibi. Michele Aquien gibi. Marc Delo
uze gibi.
Bu arada örneğin Edouard Roditi ile Yunus'tan yaptıkları İngilizce
çevirileri " Five Poems" adı altında 1 974'te New-York'ta Antaeus 'ün ı s . sayı
sında yayınladılar.
Veya Direniş Hareketinin en ilginç simalarından, FKP'li ve Nazım
Hikmet hayranı Jean Marcenac ile Nazım'dan Un Etrange Voyage 'ı çevirdi
ler: 1 98o'de Maspera Yayınevi yayınladı.
S E RG İ LER S E RGİLER
1 9 5 6 sonundan itibaren, Abidin ve Güzin'i, 1 3 Quai Saint-Mic
hel'deki yeni ev-atölyelerinde buluyoruz. Artık ucuz otel odaları ve bin bir
Asi D i N D i N o ı8ı
böyle bir şeyi öğrenmenin ve Abidin'in LF'daki ve aynca L 'Humanite'deki,
L 'H umanite Dimanche'daki ve F KP'nin diğer yayın organlarındaki eserlerinin
birer örneğine sahip olmanın "fiyah" olmaz!
Necmi Sönmez, daha önce birkaç kez andığım makalesinde, bu ser
gi hakkında şunları yazıyor:
" Koyu renklerin hakim olduğu bu sergideki yağlıboyalarında 'des
tansı' bir anlatım tarzı geliştiren sanatçının, figür olgusunu kendine göre
çözümlerneye çalıştığı gözlemlenir. Aynı yıllarda figürlü işlerinin yanı sıra,
non-figüratif olarak nitelendirilebilecek olan kompozisyonlar üzerinde de
çalışan Abidin, çalışmalarını tarihsel olarak birbirlerine eklemlenen diziler
le değil, çoğu kez karşıtlık yaratacak denli farklı kıyılarda sürdürdüğü için,
o yılların gruplaşmaianna girmeden 'güncel resim dilinin' olanaklarını
araştırmıştır."
Ahmet Harndi Tanpınar ise Adalet Cimcoz'a gönderdiği 28 Şubat
1 9 5 5 tarihli mektubunda bakın neler yazıyor:
"Abidin'in resimleri için kaçamak yapmadım. Resimler güzel. Ba
zıları çok güzel, fakat O da dev olmak iddiasında. . . Şurası var ki, Abidin bu
gün Paris'te yapılan figüratif resmin ve bilhassa konuşan resmin en iyile
rini yapmış gibi görünüyor. Art Modern bir tablosunu satın aldı. İyi satış
yaptı. Desenleri çok güzeldi ve hemen hemen (hepsi. MŞG) kapışıldı."
O sergi açılışındaki asıl olay Andre Verdet'nin "geçişi"dir: Resimle
ri çok beğenen Verdet, Abidin'e " Bunları Saint-Paul-de-Vence'da da sergi
leyelim" der. Ve sonra Abidin'in Vence dönemi başlar. .. Ve bu dönem gi
der... Durmamacasına ve sonuna kadar.
Bu tarihten sonra Paris resim dünyasında artık bir Abidin ismi var
dır. Belki herkesler duymaz ama bu işin meraklıları duyarlar.
ABi D i N D i N O
hayal gücü. Uçmak, insanoğlunun çok eski bir özlemi. Mitologyada İkar.. .
Evliya Çelebi yapay kanatlarla Galata Kulesi'nden Ü sküdar'a uçan bir yiğit
ten söz eder. Leonarda Vinci çeşitli uçuş makinaları çizip durmuştur. İnsa
nın bilinçaltında hep uçmak özlemi var. Zaman zaman düşlerimde uçtu
ğum oluyor, ama kanatsız, salt içimden gelen güçle, tuhaf bir duygu. "
Evet Abidin'in Mart 1 9 59'da Paris'te Galerie Andre Schoeller jr.'da
açtığı serginin ismi " Uzay"dır.
Gel de uçma şimdi: 3 1 , Rue de Miromesnil'e kadar. Adı geçen gale
ri Paris'in en şık mahallelerinden birinde. Champs-Elysees Caddesi'nin
orada. Cumhurbaşkanlığı Sarayına iki adım. O zaman kendimize bir çeki
düzen vermemiz lazım, yola çıkmadan önce.
Evet Abidin'in hani birkaç yıl önce topografyasını çizdiği Paris re
sim sanatının şık galerilerinden birinde kişisel sergisine gidiyoruz. Ben gi
demiyorum: Çünkü henüz Türkiye'deyim. Ama Paris'teki Türkiye "geze
geni" tam takım gidiyor: Ne taksi ne metro: Herkes uçarak gidiyor. Ne iyi
ki Paris'te o gün ve o gece "hava trafıgi müsait. "
Kimler yok k i açılışta: Güzin'in verdiği fotoğraflardan biri masamın
üstünde. Gelin birlikte bakalım:
Bizimkiler hemen birinci planda: İşte bu Güzin. Bu ne şıklık ayol! Şık
bir beyaz gömlek, şık puanlı ceket ve şık manto. Sol kolunda çantasıyla. Saç
uzun ve arkada toplanmış. Ve arkadan bağlanmış. Seyrediyor. Yalnız.
Güzin'in hemen arkasında Pertev Naili Boratav ve yanında mutlaka
Louis Bazin: Sırtı dönük ama sırt ve saç fiziğinden (?) tanıyorum. O da pal
tolu. Boratav'ın sırtında pardesü var, boynunda atkısıyla.
Biraz daha arkada ve salonun köşesinde, aman yaklaşın canım biraz,
işte Fahri Petek: Her zamanki gibi sevimli ve güleç. Yanında yine güleç bir
vatandaşımız: Bu Oğuz Orbey'dir. Onun yanında ise Neriman Petek: Eşini
yalnız bırakacak değil ya. Dahası Abidin'in resimlerine bayılır. Bilmem da
ha önce yazdım mı? Petekler sevimli bir Abidin koleksiyonuna sahiptir.
Sonra hemen bizimkilerin yanında samurtkan bir amca: Karşısın
daki bayanı dinliyor. Bayanı göremiyorsunuz değil mi? Ben ancak yaklaşın
ca iyice fotoğrafa görebildim. Kabahat onun: O kadar siyahlara bürünür ve
başına da bir siyah şapka kondurursa elbette "görünmez. " Dedim ama din-
Asi D i N D i N o ı8 5
vat kostüm tamam. Abidin'in hemen yanında arkadan görebildiğimiz bir
genç var: Giyim kuşamıyla ve duruşuyla son derece efendi. Duruşundan
belli oluyor: Acaba Ferit mi?
Bu fotoğrafları çeken Arlette Rosa'ya burada şapka çıkarmamız şart.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bizi o gün ve geceye ve oraya kadar
götüren ve dostlarımızla bir araya getiren bu sevimli eserlerini o gün ve o
gece orada gerçekleştirip anıları kalıcı kıldığı için.
Abidin düzenli adam: Bütün fotoğrafların arkasına el yazısıyla kon
durmuş: "Schoeller." Tarih sormayın. Coğrafyayı hiç!
Tamam da biz buraya resimleri görmeye gelmemiş miydik? Oui!
İşte anlatalım resimleri. Necmi nerde? Tamam Necmi Sönmez'i
bulduk. O bize resimleri anlatacak:
" Büyük boyutlu non-figüratif (Ben soyut denmesini tercih ederim.
M ŞG) tuvallerinden oluşan sergisinin teması 'uzay'dı. Kompozisyonların
da 'tanımsız' nesneleri, formları öteden beri severek kullanan sanatçının
içinde barındırdığı 'yeni bir şeyler' yapma hissini ortaya koyan bu sergi
hakkında o dönemin önde gelen dergilerinde, gazetelerinde çıkan yazılar
arasında Raoul-Jean Moulin'in yorumunun özel bir yeri vardır. 1 9 5 o 'ler
den başlayarak 1 9 9 o 'lara dek Abidin'in resim serüvenine eşlik eden sayılı
eleştirmenlerden biri olan Moulin, sanatçının önemli (bir? M Ş G ) süreci ge
çirdiğine işaret etmektedir."
Raoul-Jean Moulin, Abidin'i 1953 yazında Brötanya'nın Saint-Pabu
plajında tanıdı. Abidin oraya Henri Lefebvre ile gitmişti. Abidin çünkü
1 9 5 3'te Lefebvre'in Sorbonne'daki kimi seminerlerini izledi ve onunla ar
kadaşlık etti.
Raoul ile Abidin dostluğu Paris'te sürdü ve gitti uzun yıllar bo-
yunca.
Ve Raoul, Abidin'in resmi üzerine ilk makalesini 19 Mart 1 9 5 9 ta
rihli Les Lettres Françaises' de yayınladı. Başlığı şudur: "Abidine, l 'espace
imaginaire" ("Abidin, hayal edilmiş/düşsel uzay") .
Birkaç satırını aktaralım o zaman:
"Bu resimde, ... Brötanya'nın ışığını gördüğümü sandım, ama bu
belki Boğaziçi'nin, belki Marmara Denizi'nin ışığıydı."
ABi D i N D i N O
Sonra, epey sonra, 2 1 Temmuz 1 96 9 'da Neil Armstrong aya ilk
"inen" ve orada ilk adımı atan insanoğlu oldu. Ve ne iyi ki bütün bu seyir
leri, seyirlik olayları Abidin'le birlikte seyredebildik.
Evet çok kısa bir zaman diliminde insanoğlu yüzyıllardan beri bilin
çaltında taşıyıp durduğu iki büyük rüyasını gerçekleştirebildi: Uzaya uç
mak. Ve aya gitmek. Ayda yürümek. Ne demeli? Bravadan başka.
İşte 1959 Abidin sergisinin önemi burada: Yıllar öncesinden bu işle
rin öncülü olmasında: "Yukarıya" gidecek olanlara "yolu" göstermesinde...
Ferit Edgü, o gün o sergide Abidin'le tanıştığını anlatıyor:
"Abidin'i 1 9 5 9 güzünde (Hafıza yanılsaması olmalı Mart ayında ya
pıldı açılış. M ŞG) Paris'te tanıdım. Miromesnil'deki Schoeller G aleri
si'ndeki resim sergisinin açılışında . . . Bir-iki hafta sonra telefon ettim ve ilk
kez Saint-Michel Rıhtımı 13 numaradaki stüdyolarına gittim . . . bu stüdyoda
çok güzel anılarım oldu.
Nazım'ı, Tzara'yı, Simanov'u (Simonof olmalı. M Ş G ) , Maxime Ro
dinson'u, daha nice yazar ve sanatçıyı burada tanıdım." ( Cumhuriyet Kitap,
5 Kasım 2 o o o . )
Ferit ile Abidin arasında hayat boyu sürecek bir dostluk başladı
böylece. Abidin'in İstanbul'daki dost, tanıdık ve arkadaşlarından en beğen
diği insanlardan biri Ferit Edgü oldu. Herhalde Yaşar Kemal'den ve Şakir
Eczabaşı'ndan sonra: Yaşar Kemal evin çocuğudur. Şakir Eczacıbaşı evin
kardeşi. Eh! Ferit Edgü'nün yeri de çok uzakta değil. Daha önce de yazdım
Ferit Edgü, Parisli günlerinde, 1 9 6 0 ve hemen ertesinde, Abidin'in en ya
kın dostuydu. Veya en yakın dostlarından biri.
Serginin başarısı herhalde Türkiye'de, İstanbul'da, resim çevrelerin
de duyuldu. Duymayanlara da, Ahmet Harndi Tanpınar, yeniden geldiği Pa
ris'ten, Temmuz 1959'da Adalet Cimcoz'a yazdığı mektubunda duyurdu:
İ şte Paris haberleri Tanpınar'ın:
"Abidin ben gelmeden evvel sekiz yüz bin liralık (O yıllarda Fran
sa'da bugün eski frank denilen para birimi geçerliydi. Dolayısıyla bu sekiz
yüz bin "lira" f frank müthiş bir rakam gibi yansıtılıyor, ama gerçekte on
ca değildi. Ama yine de az para sayılmaz. Hele o günlerde. M ŞG) kadar re
sim satmış ve cenuba (güneye) inmiş, A vni'nin söylediğine nazaran (göre)
Ası D i N D I N O
necektir, diğerlerine ise Picasso'yu seyretmek kalacaktır. " Bu da yeter" di
yebilir misiniz? Ressam, sanatçı iseniz? Abidin, Picasso ile Vallaruis'te ça
lıştığı 1 9 53 'te bu alanda belli bir deneyim sahibi oldu mutlaka.
Yaz dinlencesine gitmeden önce ve / veya döndükten sonra, Abi
dinler, ev-atölyelerinde bir ziyafet vermeyi ve eş, dost ve tanıdıklarını davet
etmeyi gelenek haline getirmişlerdi. Hele bir sergide "her şey satıldıktan"
sonra. Albert Bitran'a göre, "Abidin satış işini çok iyi bilirdi. "
Fanchette, " Bir sergide iyi satış olduktan sonra, Abidin paraları Gü
zin'e verirdi, O da bunu bankaya yatırırdı" diyor. Eee ne yapsın yani? Para
ları evdeki "kasaya" mı koysun? Evde kasa-masa yok ki. Pardon evde masa
var ama kasa yok.
Ve o mütevazı ev-atölyedeki o küçük masa beş-on, bazen daha faz
la insanın davet edildiği yemeklerde baş rol oynuyor. Kimler gelmiyor ki.
1 9 58'de " Nazım Hikmet et le communisme turc " başlıklı "yani bu kadar olur"
cinsinden sıkı bir makale döktürmüş olan Maxime Rodinson. O da FKP'li
ama yine de kendine özgü ve bilim adamlığından kaynaklanan bir özgür
lüğü var. Bu kendisine bir süre sonra ağır ödetilse bile. Gelenler arasında
Abidinlerin kapı komşusu ve bu eve yerleşmelerine vesile olan Cecil ve Lil
Michaelis: Cecil ressam ve heykeltraştır, Lil ressam. Ve ikisi de çok zengin
dir. Güney Afrika'daki pırlantaların ışıkları bazen onların evinde yansır:
Vazolarda, aynalarda, banyo musluklarında. Onlarla birlikte veya ayrı
ABD'li iyi ressam George Ball . . .
Güzin kitabında, o masayı v e çatal bıçak takımını v e sonrasını an
latıyor:
"Yine baba evinden kalma, süslü, gümüş balık takımıysa, Paris'e
kadar ulaşmıştı günün birinde. Paris'in ucuzcu dükkanıarından alınmış
çatal bıçak arasına karışarak, çıkageldiler. Bardak niyetine kullanılan hardal
kaplarıyla içilen şaraplar, nefis İstanbul uskumruları niyetine yenilen za
vallı kolyoslar... Birbirini hiç tutmayan acayip eşyalar, sofraya getirilip ye
mek başlayınca şaşırtıyorlardı misafirleri. Tristan Tzara bir akşam bu du
rumu bir 'Dada gösterisi' olarak kabul edivermişti ... " (s. 172.)
Güzin'e Tzara ile ilgili bir iki soru soruyorum:
M Ş G : Tzaraların 5, Rue de Lille'deki evine gittiniz mi?
Asi D i N D i N o
Aynı mektubunda Pierre Biro'nun kendisini ve Azra'yı La Bılche
rie'de yemeğe götürdüğünü de aktarıyor.
DosTLARıN Evi N D E
Elbette kimi dostlar d a sizi davet eder, siz onları davet ettikten son
ra. Çok bilinen bir gerçektir: Fransızlar kapılarını öyle herkese kolay kolay
açmazlar. Hele burjuva takımı. " B atı"da " aile"nin bir burjuva buluşu oldu
ğunu ve bir kurum olarak "yüceltildiğini" bilmem anunsatmalı mı? Bilhas
sa kapıları içeriden ve iyi kapamak için.
Ama istisnalar olabilir. İşte Abidin'in Paris resim dünyasında yıldı
zı parlamaya başlayınca kimi dostları onu ve doğal olarak eşini de evlerine
bir bardak bir şey içmeye veya yemeğe davet ediyorlar. Fanchette'in bir ta
nıklığı var, bana anlatılan başka anılarla örtüştüğü için, bir bölümünü bu
rada aktarmak istiyorum:
"Abidin ve Güzin beni davet edince, ben de onları davet ettim. Onlar
la birlikte elbette Avrıi ve Henriette'i de. Ve anne babamı da. (Bir gerçeği yan
sıtmak için şunu eklemeliyim: Fanchette'in annesi o sırada çok genç ve çok
güzel bir duldur ve genç sevgilisiyle eşi gibi yaşıyor. Fanchette de en doğal bi
çimiyle "mes parents" deyince, benim de "anne ve babam" diye çevirmem ne
zaket gereği. M Ş G) . Anne ve babam Abidin'e bayıldılar. Çok beğendiler. Bi
liyorsunuz Abidin'in müthiş bir karizması var: Abidin gerçekten charmeur,
gentil, charmant. O zaman anne ve babam da Abidinleri davet ettiler. Birçok
kez. Yanılınıyorsam on yılda dört kez. Abidin her zaman çok şirindi, çok se
vimliydi. Hoşa gitmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Zaten doğasın
da var onun: H oşa gitmek için elinden gelen bütün gayreti göstermek. Bizim
kiler Abidin'i daha çok sevdiler. Fakat Güzin'i bir türlü "çözemediler," seve
mediler. (Burada Fanchette birdenbire sesini alçaltıyor ve alçak sesle sürdü
rüyor konuşmasını:) Çok garip bir yaratık. Evinize geliyor. Ama hiç konuş
muyor. Yani inanılacak gibi değil: Tek sözcük çıkmıyordu ağzından. Yani in
san örneğin bir 'Merci, c'est tres bon' der. Yok tek kelime bile yok. Korkunçtu.
Gerçekten korkunçtu. (Fanchette'in birdenbire gözleri yaşarıyor. Aman yap
ma ne olursun diyorum ama durdurmak mümkün değil. Sanki o yılların sı
kıntısı birdenbire sökün ediyorlar. Sonra biraz düzeliyor ve konuşmasını sür-
dürüyor:) Hem tek kelime söylemiyor hem de her şeyi tepeden tımağa ve ba
kışlarında böyle bir küçük görmeyle, tiksinmeyle neredeyse süzüyor. Sanki
insanları ve hatta evde varsa hayvanları yargılıyor. Kendisini o kadar çok be
ğeniyor ki, sanıyar ki davet edildiği evlerde bile her istediğini yapabilir, iste
diği gibi davranabilir. Korkunçtu. Yani düşünün sizi davet eden insanların
evine geliyorsunuz, içkisini içiyorsunuz, yemeklerini yiyorsunuz, konuşma
larını dinliyorsunuz, eşiniz bu konuşmalara katılıyor hatta kimini bizzat ken
disi başlatıyor ve siz bir tek kelime bile konuşmuyorsunuz. Kabul edilebilir
gibi değil. (Fransızcasını yazmalıyım: "Meme pas dire un vilain mat chez des
gens ou vous etes invites. C'est carrement inadmissible! "
Annem ve babam Güzin'e tahammül edemez oldular. Fakat Abi
din'in o büyüleyici şirinliği ve şen şakraklığı sayesinde bu dostluk bir süre
ABi D i N D I N O 1 93
sürdü. Ama öyle çok uzun boylu olmadı. Abidin'den bir resim aldılar yine
de, 1 9 6 o'larda. Şimdi bende o resim: Girişte gördüğünüz tablo. Saint-Pa
ul-de-Vence'da da annem onları çok az görüyordu.
Güzin'in o evinize gelip her şeyi tepeden tırnağa denetleyici havası
na dayanmak çok zordu. Hatta imkansız. Sanki sanırsınız Osmanlı sultan
larının saraylarından çıkıp gelmiş ve Fransa'daki insanları yargılamakla gö
revli. Tahammül edilir gibi değildi. Güzin aynı denetleyici tavrını Saint-Pa
ul-de-Vence'da çarşıda dolaşırken de sergiliyordu: Elleri arkasında ana so
kaktan bir geçişi vardır, anlatılamaz: Bazen başında bir şapka veya bere, el
ler hep arkada, tek tek dükkanlara, mağazalara, varsa galerilere geçerken
şöyle alttan bir göz atıyor, sanki belediye zabıtası denetimde sanırsınız. Bir
süre sonra esnaf ve hi.ccar 'Kim bu kadın' filan diye sormaya başladılar.
İnanmayacaksınız, benim arkadaşım bazı bayanlar, beni evlerine davet
ederken, bir de özel olarak 'O Türk arkadaşını sakın getireyim deme!' türün
den vurgular yapıyorlardı. İ şte bu hale kadar geldi durum, aynen böyle."
Güzin'in davet edildiği evleri tasvirlerinden birini Mektuplar'dan
aktarmak istiyorum, bir fikir vermesi için, Güzin 21 Nisan 1 9 67 tarihli
mektubunda yazıyor:
" Evi 'bois'ya yakın, yeni inşa, küçük fakat lüks bir apartman, çok
gösterişli, zevksiz eşya var, duvarlarda reproduction Guardiler filan.
Diner au champagne yedik, De Falla dinleyerek. İşi çelik üzeriney
miş. Keban'ı kaçırdığı için çok üzülüyor."
Söz konusu kişi, Mlle. Pruhlien'dir. Türkiye'de Fuat Süren ile ortak
işler yapıyor. Güzin'den Türkçe özel ders alıyor. Ve o akşam yemeğine davet
nedeni de, Güzin'in bir önceki mektubunda yazdığı gibi, Abidin'in "el"lerin
den birini alıp bir dostuna hediye etmek. Güzin 20 Nisan akşamı adı geçen
hanıma Abidin'in "el resimlerini götürü"yor. Ve sonrasını 21 Nisan tarihli
mektubunda aynen şöyle yazıyor: "Bu sabahın önemli haberi, dün 'ellerin
den' bir tane sattım fıoo F. Bizim deli matmazele, birleşen iki eli aldı ve o
kadar beğendi ki, hediye vermekten vazgeçti, hemen çerçeveletip evine asa
cak. Hediye için başka bir tane alının ileride dedi, iyi!" (A. g. k., s. ır2 ve 107.)
Fanchette'in annesi Germaine Steenlet ile annesinin hayat arka
daşı Patrick Marchand'ın çok yakın dostu ve Pierre Biro'nun kardeşi
AB i D i N D i N O 1 95
Abidin ve Güzin'in o yılki mektuplannı okuduğumuz zaman çevrele
rinde pek çok insanın bulunduğunu anlıyoruz. Böylece Abidin'in bir ressam
olarak ve o günlerde maddi durumlarının da çok elverişli olmaması nedeniy
le resimlerine meraklı insanlara, resim koleksiyoncusu doktor tanıdıklarına
son derece yakın ve dikkatli bir özen gösterdiğini saptama olanağı buluyoruz:
Bu bağlamda, örneğin Doktor Dalsace'ın eşinin hastalığı üzerine Abidin ya
kın bir ilgi gösteriyor, Bayan Hackett'e "hediye edilecek" bir resim birkaç
mektup boyunca süren heyecanlı bir seıüvene dönüşüyor, o günlerde ekmek
parası için özel Türkçe dersleri veren Güzin'in öğrencilerinden birinin Abi
din'den bir resim almak arzusu ince bir strateji gerektiriyor vesaire ...
Doktorlann resim sanahna özel merakının ciddi bir açıklaması yapıl
madı henüz. Elbette paralan olduğu için hoşlanna giden resimleri sahn al
dıklannı söyleyebiliriz. Bundan doğal bir şey olamaz. Bu çok açık. Ama bu
nun ötesinde başka nedenler olabilir mi? Ciddi bir araşhrma konusu olabilir
sanıyorum. Özellikle ruh ve nıhsal sorunlarla ilgilenen doktorların resim sa
nahnda bir şeyler aradığını duyumsayan Remzi Raşa gibi ressamlar var.
Jean Biro, Abidin'den resimler aldı. Ama Avni'den daha çok. Özel
likle Henriette'in üç-dört portresi. Her biri bir içim su. Henriette'in o yıl
lardaki güzelliğini bilenler için bu bir sürpriz değil elbette. Ama Avni'nin
fırçasındaki ve renklerindeki "aşkı" da es geçmemek şart. Bunların tümü
Jean Biro'nun vefatından sonra Pierre Biro'da artık. . .
B AŞKA DüNYALARDA
Abidin'in ı 9 6 o 'lı yıllarda uluslararası boyutunu ortaya çıkarması
açısından önemli birkaç sergisini anmak lazım:
r 9 6 3 'te Prag'daki sergisi örneğin.
29 Mayıs-ı s Ağustos ı 964'te, Zürih'te Colette Ryter Galerisi'ndeki
sergisi. Abidin'in İ sviçre'deki bu ilk sergisinde "U zun Yürüyüş" dizisinden
yirmi parça sunuldu. Sergi davetiyesindeki sunuş yazısını Abidin'in kadim
dostu ve Fransa'nın uluslararası boyutta en çok tanınan sanatçılarından, Je
an Lurçat kaleme aldı. Özellikle tapisserie sanatının unutulmaması ve yay
gınlaştırılması için çalışan ve uluslararası birçok dernek ve benzeri kuru
luşta üst görevlere sahip ve bu vesileyle İsviçre'de de çok iyi tanınan Lurçat
ABi D i N D I N O 1 97
Abidin'in sergiler listesinde şöyle bir cümle okuyabiliriz: " ı9 6 6 'da,
Abidin Moskova'da Dom Pisatli'de eserlerini sergiledi."
Vartan ihmalyan kitabında şöyle yazıyor: "Abidin Moskova'da 'Sov
yet Yazarlar Birliği' lokalinde çok güzel bir resim sergisi açtı." (s. 294.)
Güzin bana şunu söyledi: "O sergiy i Simonof yaptırdı. Simonof ile
çok ahbaptık. Gelirdi Paris' e, gezerlerdi Abidin'le. Gibert (Gibert Jeune. Sa
int-Michel' deki en büyük kitabevi ve kırtasiyecilerden biri, belki en tanına
nı. M Ş G) meraklısıydı Simonof. Yani kalem, defter, kağıt vesaire . . . Nazım
da öyleydi ama Simonof neredeyse Paris' e varır varmaz gelirdi Abidin'e ve
'Haydi Gibert'e gidelim' derdi sanki Louvre'a gidecek gibi. Veya ' Louvre'a
gidelim' der gibi. Adam meraklısı Gibert'in. Giderlerdi ve Simonof orada
d ün ya kadar kırtasİ ye alırdı."
Konstantin Simonof (veya Simonov) , Sovyet Yazarlar Birliği yöne
ticisidir. 1 9 5 ı 'de Nazım'ı Moskova'ya varışında karşılayan, hani Nazım'la
birlikte fotoğrafları dünya turu atan yazar. Demek ki zaman içinde Pa
ris'e geliş gidişlerinde Abidin'le ve Güzin'le de tanıştı. Ve Paris' e her ge
lişinde onlarla görüştü. Ve r 9 6 6' daki serginin gerçekleşmesini sağladı.
Ve Abidin bu vesileyle 28 yıllık uzun çok uzun bir aradan sonra Mosko
va'ya gitti:
Abidin'in Moskova'dan Güzin'e gönderdiği 21 Ocak 1 9 6 6 tarihli
mektubunda bakın önce yolculuğuna ilişkin neler yazıyor:
"Yolculuk iyi geçti, ikinci gece uyudum. Alabildiğine kar, alçaklarda
güneş, " Rus kışı. Olduğu gibi duruyor." Aradan değil 28 yıl, 28 gün bile
geçmemiş görünüşte. "
Abidin elbette 1 937'deki SSCB'ye ve orada geçirdiği günlere gön
derme yapıyor. Ama aynı zamanda rejimdeki "yerinde saymayı" da dalaylı
ve mecazi bir biçimde vurguluyor." Rus kışı. Olduğu gibi duruyor." Daha
ne yazabilir insan?
Sonra Varşova'da gara Münevver Andaç'ın geldiğini ve görüştükle
rini yazıyor ve onun "çok iyi" olduğunu belirtiyor.
"Moskova'da Simonof, karısı, Babayef, Fiş adında bir Türkolog be
ni karşıladılar.
Otel Sovyetskaya'dayım.
Vardığım gece otele Yutkeviç ile karısı geldi, sıkı bir ziyafet üzerin
den çalışıldı. Arkasından, piyes yazarları ile halk karşılaşması varmış, Si
monof konuşacakmış , beni de götürdü, hem de sahneye, yetmiyormuş gi
bi tanıştırdı da seyircilere, anlatırsam komiklikleri yazılması uzun sürer.
Sonra Babayefle beraber Nazım'a gittik, evine. Vera ve başka beş-altı ahba
bı vardı. 1 2'de otele döndüm."
Mutlaka o gün veya birkaç gün sonra çekilmiş bir fotoğraf var: Ba
bayef, Vera ve Abidin bir arada. Herkes sıkı sıkı mantoların, atkıların, şap
ka, başörtüsü ve kalpakın koruması altında. Eller ya cepte ya eldivenli. An
laşıldı güneş var ama hava soğuk. Ama ne iyi ki Abidin'in odası "çok rahat
ve sıcak. Soğuk değil dışarısı, karlı fakat üşümüyorum. Simonof gara bir
kalpak getirdi, tabii küçük. Dün de bir gocuk, fakat hiç ihtiyaç yok."
Biraz önce sözünü ettiğim fotoğraftaki kalpak "küçük" değil, tam Abi
din'in kafasına göre. Demek ki arada kafasına uygun bir kalpak bulabildi.
Asi D i N D i N o 1 99
Evet: Çünkü 3 Şubat 1966 tarihli mektubunda yazıyor zaten: "Sıfır altı 20 de
rece değil, 30 bu sabah, fakat sırtımda Nazım'ın kürklü paltosu, çok hoş bir
kalpak vs."
İşte bu kadar: Paltonuz kürklü ve kafanız kalpaklıysa Moskova so
ğukları vız gelir tırıs gider.
Aynı mektubunda sergi hazırlıklarını anlatıyor Abidin:
"Dün sergi işi ile uğraştık 2'sinde ( Şubat 1966 'da. M ŞG) açılacak,
ancak yetişecek davetiyeler vs. Çaresiz, beklemek gerekecek. Buranın adetin
ce sergi 7-8 gün sürecek. Reklam filan yapılıyor, Yutkeviç sergiyi açacak."
Sonra Abidin 1934-1937 dönemi arkadaşlarından Vera'dan söz edi
yor. Vera Trauberg'den. Ve onun Nazım'ın Vera'sıyla karıştınlmaması
için, ona "bizim Vera" diyor:
"Vera'yı, bizim Vera'yı ancak dün akşam gördüm, bir türlü vakit
yoktu. Evine gittim. Aynı insan. Seneler bozmamış tatlılığını, halini. Senin
(Güzin'in. M ŞG) yüzünden azarlanıp duruyorurn herkes tarafından, 'Ne
den gelmedi, neden getirmedin? ' sorusuna cevap vermekten bıktım. Vera
ile Garin'e gittik, Hesa'ya, ha babam çaylar içildi, reçeller yendi, vs.
Onlar ihtiyarlamış, Garin inme geçirmiş fakat şimdi film çeviriyor.
Velhasıl, bir günde 28 cilt kalın kitap okumuşçasına içim buruk ve sevinç
li de. Her ciltte ölen ölene, doğan doğana. Vera'mn kızkardeşi Ola geçen yıl
ölmüş. Nataşa'nın bir çocuğu olmuş. Talin'de profesör, gelip görecek beni.
Şimdi Nazım'a Novodiviça'ya gidiyoruz."
3 Şubat 1 9 6 6 tarihli mektubunda Abidin, bir gün önce yapılan ser
gi açılışından söz ediyor:
"Dün serginin açılışı 'seçkin' cinsinden kalabalıktı, başta Lili Brik
vs . Simonafla Yutkeviç konuştu, bir sürü de eski ahbap vardı. Ne yazık ki
Vera, Hesa ve Erast gripli idiler, gelemediler, müthiş üzüldüler. .. biraz son
ra Paul'la Lili Brik'e yemeğe gidiyoruz. (Paul dün sergiye geldi, nutuklar
dan çok duygulandı, neredeyse ağlayacaktı.)"
Sergi açılışı Moskova basınında yankılanıyor: Abidin 7 Şubat tarih
li mektubunda basındaki yankılardan söz ediyor: " Literatunıaya Gazeta 'da
hoş bir yazı çıktı. Akşam Pravda'sında da bir fotoğraf, daha da çıkacak ya
zılar var."
As i D i N D i N o 201
mış da haberim yoktu. Aynı oyunu, Asya-Afrika Enstitüsünde, Türkologlar
la oynadılar bana, yarısı Rusça yarısı Türkçe oldu o iş."
B u kadar da değil: Abidin'e "ısmarlanan" bir iş daha vardır: Biraz
önce yazdığım gibi, " Bir de Lurçat yazısı, en büyük sanat dergisine. "
Lurçat yazısı çok sarıyar Abidin'i ve 7 şubat tarihli mektubunda coşku
sunu dile getiriyor: "Dün Lurçat yazısını bitirdim, sanırım çok iyi. Lüksçe bir
dergide çıkacak, renkli diapozitif istiyorlar çabucak, ayrıca siyah beyazlar da (de
sen) işe yarar. Renkli diapozitif yoksa, çok iyi renkli ve renksiz (Abidin iyice eaş
muş: "Renksiz" olur mu yahu! Siyah-beyaz demek istiyor usta. MŞG) fotoğraf
lar. Ayrıca Lurçat'nın fotoğrafları da lazım. Hepsini Simonof'a göndermeli."
Simonof'un adresini veriyor Abidin.
Bunların yanında "ressamları ziyaret ediyor:" "Birkaç ressam ziya
ret ettim, mutlaka uğramamı istiyor hepsi, kolay olmuyor."
"Nazım'ın arşivlerinde" çalışmak istiyor ama hala "çalışamadım" di
ye dert yanıyor. " Daha müzelere gidemedim, film seyretmedim" diye de ...
Ve şunu ekliyor, 7 şubat tarihli mektubunda:
"Dün Vera'ya (Nazım'ın) uğradım, Nazım'ın evini çok seviyorum,
her tarafta varlığı duyuluyor."
Oysa kendi ülkesinde Nazım'ın şiir kitapları toplatılıyor Şubat
r 9 6 6'da. Bu bir rastlantı olabilir mi?
Nazım Hikmet'in Dost Yayınları tarafından Şubat r 9 6 6 'da yayınla
nan Yeni Şiirler isimli kitabı toplatıldı evet. Ve kitabın yayın sorumluluğu
nu üstlenen Nezihe Meriç yargılandı. H apis cezası verdiler. Hapis cezası
nın uzunca bir süre ertelenmesinden sonra bir af yasasıyla kurtuldu. Bura
sı Türkiye kardeşim.
ABi D i N D i N O 20 5
yok? Belki henüz varmamıştı o saatte. Tilda da gelmiş miydi? Azra Erhat
nerede? Mina Urgan? Belki birazdan uğrayacaklar. Mutlaka Ş akir Eczacı
başı da. Gül Ar ve diğerleri de . . .
Çok sevimli oldu açılış. Çok gülündü: Fotoğraflar ispatıdır. Çok si
gara içildi. O gece orada çok sakal, çok da bıyık vardı. Çok sohbet edildi.
Çok çok çoklandı. Yılların biriktirdiği hasret öyle birkaç saatte geçer mi sa
nıyorsunuz? Hele İstanbul nam dersaadette. Elbette her şeyi açılışta, aya
küstü birkaç saatlik sohbetlerde konuşmak ve bitirmek mümkün değil. O
zaman açılış sonrasında mutlaka bir yerlere gidip, yiyip içmek ve sohbete
devam ettmek gerek.
Abidin o gece, hemen açılış sonrasında, nasıl yaptıysa yaptı, Gü
zin'e birkaç satır daha yazdı:
" Sergiden çıkıp sırılsıklam elbiselerimi değiştirip (şehir fırın gibi)
Şehnaz'ın arabası ile Tarabya'ya geldik. Sergi görülmemiş bir kalabalıkla
hınca hınç doldu. Kaç resim satıldı bilemiyorum. Kavgalar çıktı (resimleri
paylaşmakta) . Çiçek buketleri, televizyon, gazeteciler, fotoğrafçılar vb . . .
Hepsi bir yana bana seni gerek seni."
Yunus Emre de anlaşılan açılıştaydı.
Güzin, 25 Mayıs 1 967 tarihli mektubunda İstanbul'daki Abidin'e
Paris haberlerini iletiyor:
" Herkes senin dönüşünü bekliyor, hep soruyorlar, satılan büyük re
sim Lozan'a gitti. Bazı satışlar için senin dönmeni bekliyorlar.
Şimdi Nesuhi (Ertegün) ile yemek yedik ve o New-York'a uçtu. Sa
na, ısmarladığım gömlekleri getirdi sekiz tane! Sakın orada gömlek alma."
Burada bir saniye durmamız lazım: Nesuhi Ertegün, o günlerde, da
ha sonra ve her zaman Paris' e ya gelirken bizzatveya postayla veya başka bir
gelenle Abidin'e gömlekler gönderdi hep. ı982'den itibaren Abidin'le sıkı
dostluğumuz döneminde bu gömleklerden benim de payıma düşenler ol
du. Abidin paylaşmayı seven bir yoldaştı. Ve bana da bir-iki bazen üç göm
lek ayırırdı. Yepyeni. Taptaze. Bazen bir yazlık pabuç ta. Bazen bakarsınız
bir deri ceket. Evet hem Nesuhi Ertegün gönderirdi veya getirirdi ABD' den,
hem de Türkiye'den Şakir Eczacıbaşı. Hepsine tekrar teşekkür. Güzin'in de
giysi alanında destekçileri eksik değildi: En başta Yaşar Kemal ve Şehnaz
ABi D i N D i N O 207
Güzin, 25 Mayıs tarihli mektubunda, şunları yazıyor: " B ense İlhan
Selçuk'tan mektup bekliyorum. Nazım (Kalkavan)la dün telefonda konuş
tuk. Salı günü İstanbul'da olacak."
İlhan Selçuk'tan beklediği mektubun hangi konuyu ilgilendirdiğini
bilemiyorum. Ama Abidin'in Nazım Kalkavan'la "sinema işleri" için İstan
bul'da görüşmek istediğini ve Kalkavan'ın İstanbul'a dönmesini beklediği
ni biliyorum: Birazdan göreceğimiz gibi,
Güzin daha sonra George Ball'dan söz ediyor: "George"a şamfıstı
ğı getir, hafta sonunda geliyor 0."
Aslında Güzin o sırada doktora tezininin savunmasının hazırlıkla
rıyla ve İNALCO'daki derslerinin yoğunluğuyla boğuşuyor aynı zamanda.
Biraz panik havası yaşıyor.
Abidin, İstanbul'da Nazım Kalkavan, Şakir Eczacıbaşı başta ve di
ğer dostlarıyla birçok işi katarmak istiyor: Örneğin sürekli bahsi geçen bir
"sinema işi" var.
Sonra eş, dost-akraba ziyaretleri . . .
Sonra geçmiş dönemlerin kalıcı arkadaşlarıyla görüşmek, dolaş
mak, hoşça vakit geçirmek.
Sonra onca sevilen İ stanbul'la özlem gidermek. Kolay iş değil.
Bakın "tarihsiz" ama Mayıs ı 9 6 9 'da yazıldığı içeriğinden belli mek
tubunda neler diyor, Abidin:
"Bu sabah 9 'da Selçuk Milar (ı94o'ların Ankara'sı merhaba! M ŞG)
geldi, tatlı tatlı konuştuk.
ro. 30 Sabahattin'le (Eyüboğlu) Şakir (Eczacıbaşı) beni gelip aldılar,
Beyazıt bitpazarına gittik, bir derya. . .
Orada Aktedron Fikret'e rast geldik, abuk sabuk küçük şeyler satın
aldık. Şaheser kilimler vardı, kocaman 200-300 lira arasında. Derken, bir
genç, salıaflardan çıktı, bana Nazım'ın İstiklal Harbi Destanı 'nı imzalattı,
resimlerden tanımış."
O günlerde neredeyse bütün gazetelerde Abidin ve sergisine ilişkin
epey fotoğraf ve makale ve haber yayınlanması, serginin hem kültürel hem
de toplumsal bir olay biçimine dönüşmesi üzerine söz konusu genç demek
ki Abidin'i gazetelerde yayınlanan fotoğraflarından tanıyor. Bu aynı za-
ABi D i N D i N O
Mehmet Ali Aybar Tü rkiye işçi Partisi (TiP) m i l letvekili olarak 22 Ekim ı g6s'te
T B M M 'de yemin töreninde Fotograf: Ara Güler
ABi D i N D I N O 211
dan bir şey daha bekliyordur ve Abidin'le birlikte herkes için sıradan olan
bu şey birdenbire başka bir boyut kazanabilir.
İşte bir örnek:
Aynı mektubunda ve biraz yukarıdaki cümleyi yazdıktan hemen
sonra şunları ekliyor, parantez içinde:
"(Şimdi zil çaldı, beş-alh yaşında bir oğlanla alh-yedi yaşında abiası
geldiler, karnelerini göstermeye, sınıflarını geçmişler. Azra'nın balkonu al
hndaki gecekonduda oturuyorlar, ahbap olduk, kız bana çiçek getiriyor bazı
bazı. Adı 'Yeter'. Annesi fazla çocuk istemediğinden ötürü bu adı takmış.)"
Abidin çocuklan hep sevdi diyorum ya, işte ispah. İşte bir örnek da
ha: Bir mektubunda da o günlerde 13-14 yaşlannda olan Samih Rifat için ba
kın neler yazıyor: " Dün akşam Oktaylarda idik, tam bizim Caddesbostan'da
ki (1949, 1950, 1 9 5 1 yaz aylarında kaldıklan mekan. MŞG) evle burun buru
na... Sabiş (Sabiha Oktay) , Oktay, Mina ( Urgan), Şehnaz, Azra, Sabahattin ve
Oktay'ın oğlu vardı, görsen ne candan çocuk! " (Mektuplar: s. 177.)
Abidin, 6 Haziran 1 9 6 9 tarihli mektubunda Cumhuriyet gazetesi
nin üstadı Nadir Nadi'nin Tarabya'daki yemek davetini anlatıyor:
evvelki akşam Tarabya'da yemek yedik. Nadir Bey'in misafıri
olarak, Sabahattin, İlhan Selçuklar ve Nadir Bey'in hanımı, buğulama lev
rek vb . . . Bu sabah ta resim yapıyorum. "
Abidin'in İstanbul'da kadim dostlarından Pikret Adil'i d e ziyaret et
tiğini biliyoruz: Bir fotoğraf sayesinde: Bu fotoğrafta, Abidin, Pikret Adil ve
iki bayanla birlikte: Kolkala duruyorlar, yemek masası başında-ayakta ve
Abidin'in gagasında yine hep o meret: Cigarası!
12 Haziran 1 9 6 9 , Güzin'in tarihi açısından çok mühim: Çünkü o
gün Asnieres'de, İ NALCO merkez binasında doktora tezini savundu. Kah
ramanca. Ve Abidin sonucu öğrenmek için, TİP genel başkanı ve o günler
de TBMM'de milletvekili, Mehmet Ali Aybar'ın evinden telefon etti. Olum
lu sonuç Ankara'da da gerektiği biçimde kutlandı.
Abidin 13 Haziran 1 9 6 9 tarihli ve Ankara'dan gönderilen mektu
bunda coşkusunu dile getiriyor:
Akşam sonuca hiç şaşmadım ama, yine de çok cümbüş ettik.
Siret (Aybar) ve Mehmet Ali de benim kadar sevinçli. Aferin!
ÇARK-BAŞAK
Attila Aşut Türkiye'nin en iyi ve çok mütevazı gazetecilerinden bi
ridir. Bir zamanlar Aydınlık, bütün muhaliflerin sesi olarak ve günlük ola
rak yayınlanırken gazetenin ikinci sayfasında "Ü çüncü göz" üst başlıklı kö
şesinde güzel şeyler yayınladı.
İşte 18 Aralık 1 9 9 3 'te "Çok yaşasın ölüler" başlıklı köşe yazısında
Abidin'i anlatırken kimi anılarını da aktardı. Anılarından biri bizi burada
yakından ilgilendiriyor. Aynen aktanyorum
"Onu ilk kez 1 9 6 9 yılında Türkiye İ şçi Partisini ziyareti sırasında
tanıdım. .. TİP' e ve Mehmet Ali Aybar'a büyük saygısı vardı. U zaktan da ol
sa Aybar'la ilişkilerini sürdürmeye özen göstermiştir.
Burada az bilinen bir olayı anlatmak istiyorum:
1 9 6 9 genel milletvekili seçimleri yaklaşırken, Mehmet Ali Aybar,
partinin ünlü 'Çark-Başak' amblemini değiştirmeye karar verdi. Bunun ge
rekçesini o sıralar şöyle açıklamıştı: 'Bütün burjuva partileri, Amerika'da
olduğu gibi, hayvan figürlerini amblem olarak kullanıyor. Biz, bu geleneği
değiştireceğiz! Madem ki, 'her şey insan için' diyoruz simgemiz de insan
olsun . . .'
Partililerin gönlü, pek amblem değiştirmekten yana değildi. Çünkü
'Çark-Başak'ı çok seviyorlardı. Ama, Aybar bastırınca, Genel Yönetim Ku
rulu, bu öneriyi 'kabullenmek' zorunda kaldı.
'Yeni amblem' siparişi Abidin Dino'ya verildi. Aybar'ın isteğini 'gö
rev' sayan Dino, kısa sürede eskizleri hazırlayıp gönderdi. 'İ şçi'den çok, se
miz bir 'köylü'yü çağrıştıran 'kasketli adam' amblemi böylece ortaya çıktı.
TİP, 1 9 6 9 seçimlerinde, bu amblemi, 'Oyunu hayvana değil, adama
ver!' belgisiyle kullandı ama pek umduğunu bulamadı. Parti, daha sonra
yeniden 'Çark-Başak' amblemine döndü. Abidin Dino'nun 'bir seçimlik
parti amblemi hikayesi'de böylece tarihe karıştı .
As i D i N D i N o 21 3
Abidin'in TİP'i ve Aybar'ı desteklediği bilinen bir gerçektir. Hatta
bunun sonucunda 1 9 6 8 Mayıs-Temmuz ayları boyunca süren siyasi bir po
lemikte taraf olmak zorunda bile kaldı: Mihri Belli veya yazılarında o sıra
da kullandığı ismiyle " Mimoğlu" ile Şevki Akşit, Abidin'in, 28 Mayıs
1 9 6 8'de Ant 'taki " Niçin TİP" başlıklı makalesi üzerine Abidin'e "yüklendi
ler." ( Abidin'in makalesi Yazılar'da: s. 6o7-6 1 r . )
Şevki Akşit ve Mihri Belli, Türk Solu isimli dergilerinde Abidin'i ya
nıtladılar, sonra Abidin yanıtladı ve bu mesele birkaç ay sürdü . . . (Abidin'in
"Mimoğlu ile Akşit'e birkaç söz" başlıklı makalesi 2 Temmuz 1 9 6 8 tarihli
Ant'ta yayınlandı. Yazılar'da: s. 6 15-617.)
Özetle Abidin TİP bünyesinde herkesin bir araya gelmesinin ve
seçimlerde başarı olasılığını artırmanın yararını vurguluyordu. Bu ara
da sosyalist hareketteki "iç çekişmelere" dikkat çekiyor ve T İ P 'in başa
rılı olmasını engellemeye aday " darbeci" veya benzeri " s oldan" sataş
maları eleştiriyar ve şu soruyu soruyor: "Bu son zamanlarda, yanlış de
ğerlendirmeleri bir ömür boyu sürenlerin, eski günleri andırır küfürle
ri neden birdenbire arttı? Yoksa T İ P ' i dalaylı yollardan yedeğe mi almak
istiyorlar? "
Bunun üzerine Abidin'in o günlerde T İ P ' e "soldan" ve radikal çö
züm taraftarı olarak bindiren Mihri Belli ve taraftarlarının "suçlandığı" so
nucu çıkarıldı vesaire vesaire . . . Şevki Akşit, "eski defterleri" karıştırdı ve
hatta Abidin'in 1 9 5 1 tevkifatı başladıktan sonra yurtdışına çıkmasını bile
manidar bularak Abidin'i suçladı. Aynen şöyle: "Oysa Dino, tevkifat başla
dıktan sonra, pasaportunu almış, Paris' e atmıştır kapağı."
Bugün işin ayrıntısını biliyoruz artık ve değerli bir komünist militan
olarak yaşayan ve aramızdan ayrılan Şevki Akşit'in bir ölçüde haksızlığını da.
Baba-oğul ilişkileri içinde 9 Temmuz 1 9 6 8 tarihli Ant'ta Yaşar Ke
mal, "Abidin Dino'ya mektup" başlıklı makalesiyle "pederini" savundu . . .
Bunu d a bir yere not edelim.
O günlerde Mayıs 1 9 6 8 olaylarıyla sarsılan Paris ve Fransa'daki ge
lişmeler ve solun sallanması ve hemen bir süre sonra bütün sosyalist dev
letlerde "yarılmalara" yol açacak Prag olayları yanında Türkiyeli komünist
ler arasındaki bu tartışma, bir miktar kayıkçı dövüşü düzeyinde kalıyordu
ABi D i N D i N O 215
RNİ: r 9 6 6 'da bir iki dava kazandık Sonra bir iki tane daha.
M Ş G : Abidin r 9 6 9 'da Türkiye'ye geldi. O sırada Adana'ya da gidi-
yor. Bu vesileyle toprakların bir bölümünü sattı mı tapu karşılığında?
RNİ: Sattı elbette. Para aldı. Ben de aldım.
M Ş G : Güzin'e gönderdiği mektuplarında "tapu dağıttık" diyor...
RNİ: Doğru tapular dağıtıldı ve paraları alındı satılan tarlaların.
Satılan topraklardan ele geçen para o sırada Abidin Paşa'nın miras-
çıları arasında paylaşılıyor.
Büyük olasılıkla bu paylaşmadan Abidin'e düşen bir bölüm Rasih
Nuri ileri tarafından Nisan r 9 67'de Paris' e gönderiliyor veya gönderilecek:
Abidin'in Güzin'e yazdığı 26 Nisan 1 967 tarihli mektubunda bu konuda
bir işaret var: " Öteki, Rasih'in paraları, gelecekse, toptan bir şey satın al
mak daha doğru gibi . . . Borç hikayeleri tatsız." (A. g. k., s. 122.)
Görüldüğü gibi böyle önemli tutarda bir paranın gelmesi olasılığı
bulunuyor ve Abidin o durumda "toptan bir şey satın almak"tan bahsedi
yor: Bu, işte, burada konumuz olan bir ev satın almaktır.
Abidin'in arzusu şudur: Bu parayı ve yeni tarla satışlarından eline
geçecek parayı, daha önce sergisinde satılmış eserlerden elde ettiği ile bir
leştirmek ve İstanbul'da bir ev satın almak: Çünkü Abidin artık İ stanbul'a
dönmek ve İstanbul'a kalıcı olarak yerleşmek istiyor.
Mektuplar'da (İstanbul) Salı (Tarihsiz)" notuyla takdim edilen bir
mektup var (s. 207-208), Abidin'in 2 Aralık 1 9 6 9 ile 9 Aralık 1 9 6 9 tarihli
iki mektubunun arasına konulmuş. Oysa içeriğinden Abidin'in bu mektu
bunu Adana'ya gitmesinden, yani 7 Kasımdan, önce yazdığı çok açık bir bi
çimde anlaşılıyor.
Mektuplar kitabını hazırlayanların, mektupları sıralamalarındaki tek
hataları maalesef bu değil. Ama bu en önemli hataları: Çünkü bu mektu
bunda Abidin İstanbul'da görüp neredeyse, deyimi mazur görürseniz "aşık
olduğu" evden söz ediyor. Ve bütün mesele işte bunun üzerine ve o andan
itibaren bu evin satın alınması etrafında dönüyor. Bu evin satın alınması
için neler yapılması etrafında yoğunlaşıyor Abidin'in faaliyetleri.
Elbette Abidin Ekim r 9 6 9 'da yeniden İstanbul'a geldiğinde, İ stan
bul'da bir ev satın almak istiyordu. Ama bu evi görünce artık mesele bu evi
Aa i o i N D i N o 21 7
tı katı belki on beş, evet ı s , metrekare bile değil. M ŞG) ve şirin mi şirin,
evin altında taksi durağı, hiç tırmanmadan düz sokaktan Şişhane vs . . .
Bakalım, olursa çok beğeneceksin sanıyorum."
Abidin bayılmış eve. Güzin'i de ikna etmeye başlamış bile.
Abidin bundan sonraki zamanını, Adana'da ve Ankara'da, bu ıo
ıs.ooo lirayı bulmanın peşinde geçiyor. Ve zaman zaman bu evi hayal edi
yor, " düşeş" olarak nitelendiriyor.
Abidin bu evi almak için gerekli parayı tamamlamak, Mayıs-Hazi
ran ı969 'da gerçekleştiremediği Adana'ya ziyaretini yapmak ve işleri biz
zat yerinde halledebilmek umuduyla Kasım başında Adana'ya gidiyor.
Ve hemen tapu karşılığında tarlaların satışı işine başlanıyor. Abi
din'in yanında, yanılmıyorsam, Ahmet Dino var, bir de avukat " İsmail
Bey." Abidin'in bir mektubundaki deyişiyle, "bir kol çengi, tam bu işin ada
mı." Ve işler "ufak tefek" başlıyor.
Adana'dan Güzin'e gönderdiği 7 Kasım ı 9 6 9 tarihli mektubunda
yazıyor: " İlk iş muamelesine başlandı, ufak tefek. Maksat bir an evvel tapu
verildiğini göstermek. Bakalım."
8 Kasım tarihli mektubunda ise şunları belirtiyor: "Görünüşe göre işler
fena gelişmiyor. Bir grup alıcının, (küçük bir grup) tapusu salı günü verilecek,
böylece 'tapu verildiği' ortaya çıkmış olacak. İkinci bir grup da hazırlanıyor ga
liba. Sanırım, gelecek hafta sonuna doğru vaziyet daha açık olarak anlaşılacak
Onun için, (evi kaçırmamak bakımından) Etibank işini hazırla
malıyız."
Abidin, Güzin'den, Güzin'in annesi Perdiye Hanım'ın Etibank'taki
bir hesabından çekilmesi gereken bir miktar para için birtakım belgeleri
göndermesini istiyor. Ama bu belge işi bin bir bürokratik işlem vesaire yü
zünden bir türlü çözümlenemiyor.
Abidin 8 Kasımda henüz ümidini yitirmemiştir ve şunları yazı
yor: "Tabii, gelecek hafta sonuna doğru yeteri kadar para birikmişse, (ilk
muameleye başlamak için, yani r o - ı s . ooo lira) bankadaki paraya dokun
mam. Muameleler grup grup, parsel parsel yapılıyor, parayı veriyorlar, iş
lem başlatılıyor. Hayli ilginç durum ve konuşmalar, Huchette tiyatrosun
dan iyi . "
Abidin el yazısıyla
foto�rafın a r k a s ı n a t a ri h i n i
ve c o �� r a fy a s ı n ı y a z ı v e r m ı ş :
Ab'ı din'de � o·k �nder g<:ırülen
u h
b i r şeyd i r · e m tari
h
a t m a k • em de me k an
belirtmek.
M. Şehmus CUzel Koleksıyonu
ABi D i N D I N O 219
Abidin dedesi Abidin Paşa'dan kalan tarlaların satışında parası öde
nen her tarlanın tapusunun teslim edildiğinin, tapuların dağıtıldığının
köylülerce duyulması f bilinmesi üzerine daha çok alıcının çıkacağını sanı
yar. O nedenle iki de bir "tapu verildiği ortaya çıkmış olacak" veya "maksat
bir an evvel tapu verildiğini göstermek" diye yazıyor. Ancak tapusu da ve
rilse tarla satışları beklediği gibi gelişmiyor.
Nitekim Adana'ya ilk vardığı anlardaki kadar umutlu değil ama evi
mutlaka almaktan da vazgeçmiyor: İşte n Kasım tarihli mektubundan bir
parça: " İşleri sorarsan ilerliyor, aheste beste, Adiiye Sarayı, tapu daireleri,
hepsi benim için ilginç, o sayede hiç canım sıkılmıyor.
Sanırım evi kaçırmayacağım."
ı s Kasım tarihli mektubunda ise şunu okuyoruz: "Bugün ya da en
geç pazartesi, bir miktar tapu dağıtılacak böylece işlerin yürüdüğü meyda
na çıkmış olacak. Sanırım, önümüzdeki üç-dört haftada, işin önemli kısmı
biter. Allah vere de Kuledibi evini kaçırmasam, o bir düşeş . . .
Maalesef Etibank' tan parayı alamadığım için gecikmiş olmaktan
korkuyorum. Salı-çarşamba belki burada ı o - ı s . o o o sağlar, işi bir kontrata
bağlarım (arada satılmadıysa) .
Neyse, ne yapalım, böyle oldu. "
1 9 Kasımdaki mektubunda satış işlerinin iyi gitmediğini yazıyor.
Ve bu arada bazı alıcı gruplarının tapularını almadan önce paralarını öde
miş olduğunu da yazıyor. Yani önceden ödenmiş ve harcanmış anlamında.
Ve şunu ekliyor: " Ş imdi önemli ödemeler yapılacak mı? N azlanmalar var,
fakat belki birkaç gün sonra vaziyet değişebilir.
Banka işi burdan olmadı, belki Ankara'da çaresi bulunur."
Neyse uzatmayalım Satışlar, maalesef Abidin'in evi almak için ilk
başta ödemesi gereken tutara ulaşmasına yetmiyor. Banka işini Ankara'da
da halledemiyor. Ve İstanbul'a dönüyor. Adana'dan haber bekliyor.
Mektuplar'da "tarihsiz 1 9 6 9 ? " biçiminde sunulan bir mektup var (s.
203'te) , büyük olasılıkla Abidin'in, Adana ve Ankara'dan umduklarını elde
ederneden döndüğü İstanbul'dan Aralık ı 9 6 9 'da gönderdiği bir mektup.
Abidin, artık epey umutsuzdur ve şunları yazıyor Güzin'e: "Bugün yarın
Adana'dan haber gelir, ben de dönüş tarihini yazarım biletimi alır almaz.
Asi D i N D i N o 221
"Akşamüstleri köylerde güneş batışiarı dehşetli güzel, birkaç sulu
boya döktürdüm."
Ülkesini ve ülkesinin çocuklarını b u kadar seven insan elbette ye
niden özyurdunu bulmak arzusuyla çırpınır: Gelip yeniden o parfümleri
koklamak, levreklerin, kebapların tadına bakmak, alabildiğine çay iç
mek. .. Ülkesinin küçük büyük kadın erkek her türlü insanını dinlemek
ve seyreylemek:
"Okaliptüs kokusu, baharat, kebap, at fışkısı, hepsi karışıp, insanın
burun direğine, Çukurova'yı haber veriyor. "
Yazan Abidin: 1 9 Kasım 1 9 6 9 'da, Adana'dan Paris'teki eşine: Gü
zin Dino'ya.
ABi D i N D i N o 22 3
" Ben yarın akşam trenle Ankara'ya gidiyorum. Rasih, Ziraat Banka
sı müdürünü görmemi istedi, tam imza tarihlerini öğrenmem için. Baka
lım ardan ne diyecekler ? "
Abidin, Ankara'da ilk birkaç gün Mehmet Ali Aybarlarda kalıyor.
Sonra Güzin'in annesinin evine yerleşiyor. Anne, Perdiye H anım, 1 9 6 8 so
nundan beri Paris'te yaşıyor: Abidinlerin ev-atölyesinin bulunduğu çatı ka
tındaki bir "chambre de bonne"da, daha önce yazdığım gibi.
Mektuplar'ı okuduktan sonra, Güzin'le 13 Nisan 2005'te yaptığım
söyleşide, kendisine sorular sorarken ve bu konuları konuşurken, bana
şunları anlattı:
"Abidin sonradan tek başına gitti ya buradan, annem evi bırakma
mıştı, ev satılmamıştı eşyalar filan. Abidin o evde kaldı. Bir hafta mı on gün
mü? H atırlamıyorum. "
Mektuplar'da 1 97o'e ilişkin olanlar sadece Abidin'in gönderdiği
dört mektuptan ibaret: Birincisi 20 Şubat veya Nisan başında olabileceğini
belirttiğim "tarihsiz," diğerleri ise 18 ve 23 Nisan 1970 tarihli mektuplar.
Kitapta bu fasıl 1 6 Nisan tarihli olanla başlıyor (s. 21 0-21 1 vd. ) .
B u durumda birkaç saptama yapmamız mümkün:
Abidin eğer Şubat 1 97o'te vardıysa önceki mektupları nerede? Ni
san başında vardıysa 16 Nisandan önce mektup yazmamış olması müm
kün değil. Çünkü artık hepimiz biliyoruz: Güzin'le yaptığı sözleşmeye gö
re her gün mutlaka bir mektup yazması gerekiyor. Güzin'in de mutlaka
her gün bir mektup yazma sorumluluğu olduğu açık.
Abidin, 23 Nisan tarihli mektubunda " Üst üste üç mektubun gelince
eve, içim rahat etti." diye yazıyor. O zaman Güzin'den gelen mektuplar nerede?
Kitapta yer verilen Abidin'in 16, 18 ve nihayet 23 Nisan 1970 tarihli
mektuplarında ev işinden, para ve banka meselelerinden kısa kısa söz ediliyor:
1 6 Nisan tarihli mektubunda: "Mübin Bey iki gündür yazıhanede
yok, yarın Ziraat Bankasına telefon edip işlerin durumunu anlamak için
bir buluşma isteyeceğim."
18 Nisan tarihli alanda: "Mübin Bey hala yok, bugün yine ararım, daha
olmazsa bizim işle ilgili banka müdüründen randevu isterim. Görüştüğüm İs
tanbullu bir avukata göre ev satın alrnam zaten meseleyi halleder. Bakalım.
ANKARALI DosTLAR
Bu faslı kapamadan önce, Abidin'in o bir iki haftalık Ankara günle
rinde görüştüğü eski ve yeni tanıştığı dost, arkadaş ve akrabalarından bah
setmeden geçmek onlara karşı ayıp olacak diye korkuyorum. O nedenle iz
ninizle Abidin'in bahsettiği ölçüde bile olsa onları da anmaya çalışalım:
Mehmet Ali Aybar ve eşi Siret Hanım ve Siret Hanım'ın kızkarde
şi en başta. Birkaç kez sözünü ettik:
As i D i N D i N o 225
Abidin yazıyor: " Mehmet Ali -nazar değmesin- ümit ettiğimden
çok daha iyi, öylesine kıyametler kopardı ki, onda kaldım üç gece. Hiç iste
miyordu taşınmamı."
"Nejadlar yerleşmeme, evin (Ferdiye Hanım'ın Ankara'daki evi. MŞG)
temizlenmesine çok yardım ettiler, hizmetçilerini gönderdiler iki kere."
" Bu akşam (ı6 Nisan 1970) Mehmet Aliler ve H aletlerle (Çambel)
bir lokantaya gidilecek"
"Biraz sonra beni buradan alıp götürecekler. Yarın (r7 Nisan) ak
şam Füsun (Akatlı. Güzin'in yeğeni. M ŞG) da yemekteyim.
Pazar günü öğleyin Fahir'de."
" Dün sabah (r7 Nisan), yerinden oynayan kuronlu dişim için Sabih
Bey'e gittim, çok sevimli şekilde karşıladı, meğer annenin evi arkasındaki
sinemaya gitmişler iki gün önce, bizlerden bahsetmişler bol bol. illa bir ak
şam onlara gitmemi istiyor, tabii gideceğim. Para da almadı, pek güzel yer
leştirdi dişimi."
" Bu akşam (r8 Nisan) Halitlerle (Halit Çelenk olmalı. M ŞG) yemek
yiyoruz."
" Dün akşam (22 Nisan) İlhan Berk'te idim, Nermin de (Menemen
cioğlu-Streater) yeni gelmişti Londra'dan, çok iyi oldu görüştük Nermin
yaşlanmış, biraz da şişmanlamış. Senden bahsettik Orhan'ın ses bandını
hafta sonunda elde ederim, yani Cündoğlu (Celal Cündoğlu) döner dön
mez seyahatten. Pek de iyi değilmiş (Orhan Veli'nin şiirlerini okuduğu ses
bandı için. M ŞG) ama daha iyisi de yok Türkiye'de."
Burada sözünü ettiği Orhan Veli'nin şiirlerini okuduğu ses bandı
nı belli bir zamandır arayan, Abidin nasıl mı izini buluyor?
Biraz önce sözünü ettiğim bir mektup var ya, hani Mektuplar'da (s.
192) (İstanbul) cumartesi (Tarihsiz r 9 6 9 ? ) " diye verilen, işte onda anlat
tığı gibi: Rasih Nuri İleri'den aldığı parasını bankaya yatırmaya gittiğinde
bakın ne oluyor:
"Tesadüf banka müdiresi Orhan Veli'nin kız kardeşi, ikram gır
la. Tabii derhal Orhan'ın banda alınmış sesini istedim. O nda yok, sade
ce normal pikapta duyulmayan kötü bir plak varmış . . . Ankara'da bulu
rum . "
rihli 3· sayısındaki " ' Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi': Yılmaz Güney" baş-
Asi D i N D i N o 227
lıklı makalesinden aktanyorum. Daha önce Le Cinema Turc isimli ortak yapıt
ta yer alan bu makale Samih Rifat'ın mükemmel çevirisiyle sunuluyor.)
Abidin Yılmaz'ı Ankara'da tanıdı. İnsan Yılmaz G üney isimli kita
bımdan bu tanışma ve sohbete ilişkin birkaç satırı sunmak isterim:
" ı 9 6 9 veya 1 97o'te Abidin . . . Yılmaz Güney ile ilk kez Ankara'da
bir dost evinde karşılaştı. O gece Yılmaz bir tasarısından söz etti. Abidin
Eylül 1 9 9 o 'da anımsıyor:
'Tek kollu bir adam. Sazlar, kuşlar arasında, bir göl kenarında ya
şıyor. Derken 1 3 -14 yaşlarında bir kız çıkageliyor. Adamla kız arasında şi
irsel bir dostluk ve aşk başlıyor. Adem ve H avva'yı çağrıştıran bir seviş
me. Sonra müthiş belalı bir adam varıyor. Kızı ana-babasından satın al
mış belalı ile tek koll u adam inanılmaz bir kavgaya tutuşuyor. .. 'Abidin
öyküyü bitirdikten sonra şunları ekledi: 'Yılmaz'ın inanılmaz hüneri bu
radaki, imgelerle anlatıyordu bu senaryoyu, öylesine canlı, çarpıcı imge
ler ki, belleğimde kalanlarla filmini yapacak olsam, film benim değil, Yıl
maz Güney'in olur yüzde yüz. imgelerin yaratıcı sırrını keş feden öncü
Yılmaz." (s. 23 6-237.)
M ET İ N ALTIO K
Abidin'in 197o'te Ankara'da tanıştığı ve herhalde en beğendiği ye
ni dostlarından biri Metin Altıok oldu. Füsun Akatlı'nın eşi Zeynep Altı
ok'un babası Metin Altıok hem şairdir hem de ressam.
Ya bir dostun, belki örneğin Mehmet Ali Aybarların, akşam ye
meğinde tanıştılar. Ya da, ya dası yok, 17 Nisan 1 97o'te kendi evinde ak
şam yemeğinde. Biraz önce yazdı ya Abidin: "Yarın akşam Füsun'da ye
mekteyim."
Dahası r8 Nisan 1 970 tarihli mektubunda yeniden yazıyor: " Dün
Füsun'da yemek yedim akşam, yani halim içgüveyinden hallice."
U marım daha iyisini d e görürsün Abidin diyesim geliyor.
" Füsun'da" dediği Füsun Akatlı, Metin Altıok ve Zeynep Altıok'un
evidir. Abidin fırsatı yakalamışken şipşirin minik bir kız çocuğu olan Zey
nep'in hemen, oturmuş haliyle resmini çizer. (Bu "portre" A 'dan Z 'ye Abi
din Dino da s. 27'de seyredilebilir) .
'
"Abidin Dino'ya
İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
ABi D i N D i N O 22 9
Ve bir çiçek açacak kendince.
Bu aşk var ya, bu aşk:
Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak."
B i R ZAMANlAR HARMAS'TA
Evet, dön dolaş yine kürkçü dükkanı meselesi: İstanbul'da ev ala
mayınca yine geldik 1 3 , Quai Saint-Michel'e. Ve buradaki ev-atölyenin Os
manlı sarayı olmadığını artık biliyoruz. Ne de "malikane"dir.
Ne iyi ki Lil ve Cecil Michaelis var. Bir de bu ikisiyle ama özellikle
Lil'le bir aşk üçgeni içinde devinen George Ball. Lil'in annesinin Nuriye
Hanım olduğunu biliyoruz. Peki babası kim? Lil'in babası bir aristokrattır:
Tamam öyle prens filan değil ama bu da fena sayılmaz: Babası Kont Roho
zinski'dir. (A 'dan Z 'ye Abidin Dino: s. 178). Ne hoş.
George Ball adı geçenlerin ve Abidinlerin evlerine iki adımlık me
safede Rue de la Harpe'te oturuyor (Kendisiyle söyleşi yaptığım 2ooo'li yıl
ların başında da oturuyordu aynı adreste.) Güzin penceresinden sesiense
Ball duyabilir, yani o kadar yakın. Ball zaten neler anlatıyor bakın:
"Abidin'le kırk yıla yakın bir zaman boyunca arkadaşlık yaptım. Ne
redeyse bir ömür. Bir ağabey ve kardeş ilişkisi içinde. Onu bu süre içinde
tanıma olanağını bulduğumu sanıyorum. O yıllarda neredeyse her gün bir
birimizi gördük diyebilirim: Paris'te bilhassa, ama Harmas'ta da yaz din
lencelerimiz boyunca veya başka tatil yörelerinde. Çünkü yıllar ve yıllar bo-
yunca yaz tatillerimizin tümünü veya büyük bir bölümünü hep birlikte ge
çirdik: Güzin, Abidin, Cecil, Lil ve ben. Abidin'i, o sizin de bildiğinizi tah
min ettiğim, iyi yürekliliği, cömertliği ve herkeste bulunmayan zekasıyla
bir ağabey gibi kabul ediyordum. Bana etkisi ve katkısı büyüktür. Hem re
sim sanatımda, hem de günlük yaşamımda. Çok iyi bir arkadaş ve çok iyi
bir ressam. Anne ve babam Paris' e geldiklerinde Abidin'le tanıştırdım, on
lar da Abidin'i çok sevdiler. Biliyorsunuz zaten Abidin'de şeytan tüyü var.
En azından Güzin'i dinlersek böyle."
Evet, yaz geldiyse ve Güzin, "ama benim çok ihtiyacım var bol deni
ze" dediyse çantalar, bavullar, boyalar ve her türlü resim malzemesi hazır
lanır ve Güzin'in 1 9 5 6'da mı yoksa 1 9 57'de mi satın alınan ve kışlarını "ga
rajda dinlenmekle geçiren" "takasına" ıkına sıkına sıkıştırılır ve cenuba
pardon pardon mil pardon güneye inilir: Paris'e ara verilir. Ve Akdeniz'le
öteden beri alışveriş halinde ve bu nedenle epey uykulu ve sersem Marsil
ya kentine doğru gidilir.
Asi o i N D i N o
Lyon geçilir. Orada kocaman bir nehir var, Rhone veya Ren Nehri,
işte o nehir izlene izlene daha da inilir.
Avignon geçilir: S avaş yıllarında bombalanmış ve bir daha onarıl
mamış, anı olarak kalması uygun görülmüş, köprünün üstünden değil,
yanından geçilir, " Mademoiselles d' Avignon"a el sallanır. Bir 6o kilo
metre daha inilir. Ve M arsilya'ya otuz kilometre kadar kala bir kasahaya
girilir:
Adı Aix-en-Provence'tır. Oradan Le Tholonet'ye doğru sapılır:
Aix'ten çıktıktan bir süre sonra iki tarafı ağaçlarla süslü bir yol var, o da
geçilir. Ş imdi biraz tırmanmak lazım. Güzin'in ödü kopar: Otomobil bu
yokuşu çıkabilir mi? Otomobil o yokuşu çıkar. O gün en azından.
İşte size Harmas'ın tepe düzlüğü. Hemen karşınızda Sainte-Victo
ire dağı yükselir: Koltukları kabarık Cezanne Amca yıllar ve uzun yıllar bo
yu Aix'teki atölyesinin arka yan penceresinden dikizlemiştir, ya da etekleri
ne kadar gelip bir dizi eskiz çizmiştir: Tablolarda yansıtılan / yaşatılan bir
dağ çıkıvermiştir o zaman: Ne tam o dağdır bu, ne de bir başkası.
Aziz Zafer boşuna takılınamıştır isim olarak. Cezanne bu, öyle
zamanını Aix'le " Dağı" arasında git-gellerle geçiremez, mesafe üç belki
dört kilometrecik olsa bile. O zaman işte Harmas'ı seçer: Çalışma meka
nı olarak.
Biz de zaten orada değil miyiz? Oradayız ve Abidin'le Güzin ya da
Güzin'le Abidin işte tam biz bunları konuşurken vardılar nitekim:
Çantalar, bavullar ve malzemenin tamamını çıkardılar ve Lil ile Ce
cil'in onlar için özel olarak hazırlattığı mekana yerleştiler. Rahat mı? Mem
nun musunuz?
Güzin ayol bize anlatır mısınız Harmas günlerini? Elbette anlatır:
İşte otuz iki kısım Harmas bize, Aix size:
" H armas'ın tepe düzlüğü geniş bir alandır, sağlı sollu, ulu çam
ağaçlarının gölgesinde, birdenbire püfür püfür bir serinlik eser. Alanın
öbür ucunda, üç basamak çıkılır ve çakıl taşlarının örttüğü bir avluya geli
nir. Avluyu, sıralı evler nal biçiminde çevirmiştir. Sağda, 17. yüzyıldan kal
ma eski çiftlik evleri. Solda ise, ı8. yüzyıldan kalma birbirine bitişik iki
katlı çiftçibaşı evleri . . . Sağ ve soldaki binaları birleştiren dipteki atölyeler,
AB i D i N D I N O 233
Harmas'ta yüzme havuzu saatleri herkesi bir araya toplar. Bu havuz
yüzme havuzundan çok, bir süs havuzu gibidir.
Asi D i N D i N o 235
likte, Cezanne ve Sainte-Victoire ile, anılmış olur. Ama belki de babasını an
mak içindir: Aix'i bayındır kılan baba da yabana ahlmamalı. O nedenle so
yad alınmıştır sadece: Bu da ince bir sanattır: Anmasını bilmek: Değerleri
ni, sanatçılarını, yazarlarını, şairlerini unutmamak.
Haziran 1 97o'te doktorarnı yapmak üzere Fransa'ya gittiğimde, ba
şa bela Paris'te asla kalmak istemedim: ille küçük bir kasaba. Aix'in ismi
ni, üniversite kenti olduğunu ve Akdeniz' e 30 kilometre ötede bulunduğu
nu öğrenince hemen kararımı verdim: Doktorarnı orada yapmalıydım. İk
tisat Fakültesinden Profesör François Selher ile bir iki mektuplaşmadan ve
bir yıl Tours kentinde Fransızcaını "mükemmeleştirdikten" (resmi terim
bu olduğu için tırnak içinde) ve Fransa Dili ve Medeniyeti Enstitüsünden
diplamarnı aldıktan sonra, Haziran 1 97ı'de Aix'e, Rotonde'una, sayısız çeş
melerine, "lokumuna" (Aix'teki ismiyle "calisson, " bir tür badem ezmesi,
tam ağzımza layık cinsten, bir yiyen bir daha unutmaz tadını!) iyi bakılın ış,
dolgun, mevsimine, gününe ve saatine göre, kekik, lavanta, çam veya ma
visini takmış takıştırmış "romarin" kokan ve güneşi odanızın ta derinlikle
rine kadar taşıyan bir içim su kızlarına, Cours Mirabeau'ya ve bilhassa bir
yıldır özlemini duyduğum Akdeniz güneşine kavuştum.
Oh be dünya varmış!
Keyfimden bir hafta boyunca yalın ayak dolaştım: Bütün sokakla
rını Aix'in: Rue Mazarine, Rue Cardinale, Rue Ferdinan d Roux, Rue F .
Mistral, Rue Des Cordeliers, Rue des Tanneurs, Rue d u 4 Septembre . . .
Bunun n e büyük bir zevk olduğunu çocukluğunda yalın ayak yürümüş
ler iyi bilir. Ama bir gün, Cours Mirabeau'nun, yukarıdan geldiğinizi dü
şünürsek, sol yakasındaki, bankaların ve şık mağazaların bulunduğu ta
rafındaki bir bankta oturmuş, yersiz yurtsuz yaşlı bir Fransızla, kuzeyde
ki kentlerden birinde kömür madenierindeki işini madenierin kapatıl
ması üzerine yitirmiş ve alıp başını güneye gelmiş bir çilekeşle, " güneş
te yoksulluk daha kolay çekilir" diyenlerden, tam kafadar ama aynı za
manda biraz kafayı da yemiş bir emekçiyle veya eski emekçi "yeni bir
yoksul"la konuşurken bir esmer güzeli sadaka vermeye kalkınca, sadaka
sını aldık, ama kendi kendime de bu kadar yeter artık ayakkabılarını giy
sen iyi olacak dedim. Ve öyle de yaptım.
ABi D i N D I N O 2 37
Her yaz hep aynı yaz ol(a)maz:
1972 yazında Aix Müzik Şenliği içinde, programa konulan birçok
halkın falklor gösterisi arasında bir de ne görelim: " Karadeniz Topluluğu. "
Haspi bu, kaçırır m ı ? Lazın gözü. Süleyman Demirel'le bilmem neredeki
toplantısından sonra çekilmiş fotoğrafını kimlik kartıyla birikte cüzdanın
da taşıyor: Uyanıklığından: Çünkü bir polis denetiminde bu fotoğrafın ne
mucizeler yarattığını deneyimleriyle biliyor. Uyanık evet. Yoksa ille ve sa
dece Adalet Partili olduğundan değil. Evet işte bizim " Laz" Haspi, "Hocam
bu gösteri kaçırılmaz" deyince, biz de kaçırmadık
" U zun" Ali, tek başına bir danayı silkeler, isterse Picasso boğalarını
göndersin onları tek tek alır sallar taa Vallauris'e kadar gönderir, Vallauris
ne ki iki adımlık yer. Ali bu, öyle iki metre beş santim boru değil, o gece falk
lor gösterimiz için en temiz gömlek, en temiz pantolonuyla iki dirhem bir
çekirdek. Haspi ise iki dirhem bir çekirdekten daha hallice, giyinmeye zaten
çok meraklı, artist gibi çocuk ya, takmış takıştırmış apaçık: İşte gömlek pı
rıl, pantolon pırıl pırıl, ütüden yeni çıkmış her halinden belli. Ayaküstü bi
rer veya ikişer bira "attık", iyi hatırlamıyorum. Macit olsaydı beşer beşer içi
lirdi biralar, aman ne iyi ki Macit o gece ortalarda görünmedi, mutlaka Yas
mina ile bir İtalyan lokantasındadır, aman ne kadar iyi, biralarımızı içtikten
sonra gösteriye gittik: Hem heyecanlıyız hem de mutlu: Karadeniz, kıtaları,
ülkeleri, dağları ovaları aşmış taaaa ayağımıza kadar gelmiş: Brava uşaklar!
Bilenler bilir: Aix'in, o hani Boulevard du Roy var ya, oradan üniver
site lokantasına çıkan parkın, o kocaman girişi sandalyelerle donatılmış,
merdivenlere kadar. Tam merdivenlerin önünde, hemen orada, bir de dev
bir sahne kondurulmuş. Çok hoş. Biz üçümüz de girdik park kapısından,
sahneye epey yakınca ama öyle hemen ayak altı da olmayan bir biçimde yer
lerimizi aldık. Haspi "Tamam buradan iyi görebileceğiz" dedi ve yerleştik.
Ders yılı sonunda Aix'te öğrenci sayısı son derece azdır ve kalanlar
dan da bilhassa Fransızlar bu tür gösterilere, seyirlere yüz vermezler. Afri
ka'nın kuzeyinden ve merkezinden gelen çocuklar ve bir de bizler bu tür
gösterilere meraklıyız. Ama yine de bu tür gösteriler daha çok Aix'in "yer
lilerine," şık bayan ve baylara sunulur. izleyenler seçme bayanlar ve baylar
dır ve çoğu klasik müzik hayranıdırlar. ..
ABi D i N D I N O
Ama bunlar sizi "aristokrat" veya "burjuva" sınıfıarına "yükselt
mez," onların "düzeyine" çıkaramaz: O "makamlara" çıkabilmeniz için ita
atkar olmanız ve fermanlarda emredilenlere harfi harfine riayet etmeniz la
zım: Riayet reaya ile çekilir ve bize yakışmaz!
Abidin bu önerisini yapmadan çok önce, yanındaki iki kişi birer göl
ge gibi, aniden kayboldular: Bu da midemi bulandırdı. Ne merhaba demiş
lerdi zaten başta, ne de hoşçakalın dediler ayrılırken: E h! Onca pırıl ve terte
miz giysilerine rağmen yanımdaki iki devin birer proleter olduğu çok açık,
eh benimde bıyıktarım fena halde "devrimci. " Elbette o iki kişi, pardon o iki
gölge, her kim olursa olsun, gösteri sonrasının karanlığında yitip gidecekler,
bir daha görünmeyecek biçimde kaybolacaklardı. Güzin de peşlerinden se
yirtti, bir gözü Abidin'de. Anlaşıldı bu üç kişiyi "gözleri tutmadı. . . "
Güzin'e yıllar sonra sordum:
-Kimdi yanınızdaki o iki kişi?
-Herhalde Lil ve Cecil'di yanıtını verdi.
Anladınız mı? Lil ve Cecil!
Kendilerini Kaf Dağı'nın pardon Sainte-Victoire Dağ'ının yeni ege
menleri olarak gören iki insan! Madem ki Harmas'ın o sıradaki sahipleri. Ol
nedenle kendilerini Paul Cezanne'ın "mirasçıları" sanan iki "yabancı! " Evet
çünkü biri sizlere ömür Osmanlı İmparatorluğu'nun diğeri hala geçerli İngi
liz İmparatorluğu'nun uyruğundan, kuyruğundan değil, en başlarından.
Biri, bu Cecil'dir, Güney Afrika pırlanta ocaklarının ( Evet böyle mi
yazılıyor?) sahibi veya mirasçısı baba tarafından, kendi ülkesinde heykelt
raş ve ressam. Diğeri, bu Lil Hanım pardon Lil Sultan"dır, kendisini Pa
ris'teki Son Osmanlı Sultanı sanan ve belki de haklıdır çünkü her sabah
uşak, hizmetçi ve "misafir" belki tebaası, belki reayası diye yazmalı, en
azından yirmi kişiye fermanlar yağdıran ve hatta, lütfen not ediniz, sadece
"misafirlerinin" ve akşam yemeğine davetlilerinin "Aman canım bu çok
güzel olmuş" diye sırtını sıvaziadığı bir ressam. Sadece kendi kendilerine
yetebilecek kadar "ağır" ve havalı Lil H anım ve Cecil Bey yani, daha önce
den de tanıdığımız bu iki mübarek insan kalkıp orada tanımadıkları üç
"Türk"e bir de merhaba mı diyeceklerdi yani? Bu Güzin için de geçerli:
Çünkü o da ne merhaba dedi ne "allahısmarladık. "
Ae i o i N D i N o 243
da doktor unvanını edinip, başımı alıp "ülkeyi kurtarmak" umuduyla Tür
kiye'ye döndüğüm zaman dilimine kadar Abidin'i bir daha Aix ve 1 veya
çevresinde görmedim.
Haziran-Temmuz-Ağustos ı 9 8 o'de Strasbourg ve Paris'te kaldığım
aylarda da Abidin'le hiçbir ilişkim olmadı.
Eylül ı982'de, Fransa Hükümeti'nin Fransa Dışişleri Bakanlığı Ar
şivlerinde "Osmanlı İmparatorluğu'nda Grevler" üzerine bir araştırma
yapmak için verdiği altı aylık bursla yeniden Paris'e geldiğimden kısa bir
süre sonra Abidin'le yeniden karşılaştım. Bu ikinci karşılaşmanın nasıl ol
duğu konusunda tek satır bir şey anımsamıyorum. Ama bu kez kurulan
dostluğumuz aralıksız sürdü: Bunları birazdan anlatacağım. Ancak bu ça
lışmanın konusu benim Abidin'le dostluğum değil, veya sadece bu değil,
Abidin'in hayat hikayesine bir köşesinden veya birkaç köşesinden yaklaş
mak ve 1 veya bu çok renkli ve çok karmaşık yaşam öyküsünü bir yerinden
veya öbüründen yakalamak girişimidir. Dolayısıyla, isterseniz, önce Abi
din'in 197o'lerdeki yaşamına bir göz atalım:
Çan
çalmıyoruz
Çan
çalmıyoruz
Yok
sela
veren
giden
o
biten
bir
şarkı değildir.
ABi D i N D i N o 247
Abidin Durango'd a (ABD) "The Future of the Past" ("Geçm işin G eleceği") kollokyumunda Yu n u s
Em re'yi a n l att ı . Te m m uz ı g8o. M . Şehmus Güzel Koleksiyonu
yılı, sergisiz ender yıllarından biridir. Belki de sergisiz tek yılıdır. Çünkü
bir arkadaşınızın hayat hikayesini yazmak, öyle herhangi bir kitap yazma
ya benzemez, hiç benzemez, perişan edebilir sizi. Öyle kolay değildir bu
"işler." Bir deneyin göreceksiniz. Sizi her gün, evet her gün sarsalayıp du
ran bir yazım eylemi, çabası. Anıların depreşmesi zerzeleden (yazımda
hata yoktur) beterdir. Yazılanlarda zaman zaman şiir tadı olsa bile, yazarı
nı sarsar, soluğunu kesebilir. Allak bullak eder. Hele bir de, Abidin gibi,
daha 1975'te bile, " Sahte Muallaların türemiş bulunduğunu" farketmişse
niz. Evet, Abidin aynen böyle yazıyor, daha 1 975'te. (Kitabın ilk baskısın
da: s. 82'de.)
Fikret Mualla'nın bütün "krizlerinde" yanında bulunan, hastaneler
den çıkaran en sadık dostu Abidin, bu kitabı yazarken her zamanki yazar-
ABi D i N D i N O 249
Abi d i n ' i n çizgileriyle M ayıs 68. " S o rbonne Avl u s u ' n d a Victor H u go heykeli ve kızıl bayrak
ABiDiN D i N O
Abid i n ' i n ç i zgi leriyle Mayıs 68. Democra tie Nouvelle, Nisan-Mayıs ı g68"
natçı ve aydınımız için yazdı. Kimi için makale, kimi için katalogianna
takdim yazısı.
Abidi n'in dostları için yazdığı makalelerinin tümünü Yazılar 'da oku
mak mümkün. Böylece Abidin'in yazarlığının tadına da varmış olacağız. Abi
din aynı zamanda onların Fransa' da, Almanya' da, İ ngiltere ve ABD'de ve baş
ka diyariarda tanınmaları için de elinden gelen gayreti gösterdi.
Yunus Emre'yi tanıtmak ve anlatmak için taa Amerika Birleşik Dev
letleri'ne ve Meksika'ya kadar bile gitti . . .
ye Mektebi'ne girdi. 1 9 2 3 ' tc, Cumhuriyetin ilan edildiği yıl, Deniz H arp
Okulunu bitirdi. 1 9 33 "te ise Deniz H arp Akademisini. Deniz Kuvvetleri bün
yesinde değişik kademelerde görev yaptıktan sonra, Roma, Berlin ve Stock-
ABi D i N D I N O
13 M ayıs ı g68 gösterisinde öğrenciler U N E F (Fransa Öğrencileri U l u sa l B i r l i ği ) Ilaması arkasında
Democratie Nouvelle, N isan-Mayıs ı g68.
bir salı gecesi Çankaya Köşkü salonlarına Türkiye' nin en seçkin sanatçıla
rını da vet etti.
Evet Abidin Dino da vardı seçkin sanatçılar arasında.
Türkiye'ye bu kez r2 Şubat 1 978'de gitti. 19 Şubatta döndü Abidin.
Çankaya Köşkü salonlarında birçok dostunu buldu: Ruhi Su, Melih
Cevdet Anday ("O kalabalık içinde Abidin'le karşılaşmaz mıyız? " Evet kar
şılaşırsınız) , Cihat Burak, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Çetin Altan . . .
O gün davet edilenlerin tümünün isimlerini yazmazsam ayıp ola
cak. H epsi o günlerdeki en iyi sanatçılarımızdır: İşte Türkan Ş oray en baş
ta , Fatma Girik ( Şişli Belediye Başkanı olunca Abidin'i daha yakından tanı
yacaktır, birkaç yıl sonra ), Tarık Akan, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Atıf Yıl·
As i D i N D i N o 255
ROMAN DE N AZlM HIKMET
AB i Di N D i N O 257
Abidin'in çizgileri Nazım'ın romanı Le s Lettres Françaises' de
ABi D i N D i N O 2 59
Abidin ve G uzin Pari s metrosu nda. Foto�raf M �·�mus Guı<l Kol• soyonu
AB i D i N D i N O
Yine kayıtlar gösteriyor ki, onca görüşmeden sonra, ilk ciddi notla
rımı 17 Temmuz ı9 88'de almışım: Jean Lurçat'dan ve Paris'teki ilk günle
rinden bahsetmişti Abidin . . .
Y a sonrakil er? Kimi yayınlandı zamanında: Sergilerinin izini sürer
ken. Kimi bu çalışmaya karıştılar: Benimle birlikte: Umarım ilginizi çeker,
hoşunuza giderler: Şimdiye kadar yazdıklarımın ne kadarının Abidin'e ait
olduğunu hesap edebilir miyiz? Var mı böyle bir ölçüt? Cetvel ? Metre? Te
razi? Kapan? Abidin bunları okuyunca ne(ler) diyecek? Bir bilen var mı?
AB i D i N D i N O
"Bu kitap kitap değil, bir çönk, bir resim derlernesi sayısı sınırlı. Bir
de paftalar, baskılar olacak."
Sergi açılışında en büyük eksik Abidin Dino'ydu elbette. Abidin ne
den gelemedi Ankara'ya?
Sergi açılışından bir gün önce, yani ı Mayıs ı984'te, günün tarihi ve
güncel önemini unutmadan: Abidin emekçilere selam gönderiyor: Cumhu
riyet gazetesinde yayınlanan Abidin'in Selçuk Demirel ile yaptığı söyleşide.
Birkaç satırını birlikte okuyalım:
"El emeği insanı ve insanlığı yaratmıştır derler, herhalde doğru bir
düşünce, fakat ne hacet, bütün gün gözümün önünde resim çizen elimi
'model' olarak seçmem, çizgi çizen elimi çizmem doğal değil mi?
ABi D i N D i N o
imzasında yine hem orak var hem de çekiç ( ! ) : Ankara'ya yazsa bile
imzasını asla değiştirmez Abidin!
O günlerde ve sonrasında ve kalıcı olacak bir şekilde Abidin G aleri
Nev ve kurumlarıyla ilişkisini sürdürdü. Galeri Nev'in sergisi ve yayını ve
varlığı ve iki mimar dostun dinarnizınİ Abidin'e "bulaştı." Evet Abidin ye
niden gençliğini buldu. Aslında hiç yaşlanmamıştı demek mümkün ama
yine de Nev bir coşku kaynağı oldu.
Canlılık, yeniden gençlik ve hız kazanmak az bulunur nesnelerdi o
günlerde.
İki dost ta her zaman söylediler zaten:
" Dino'nun galerimize kuruluşundan itibaren büyük emekleri ol
muştur."
Bunu söyleyen Haldun Dostoğlu'dur.
Ali Artun ise Elele derneğinin Abidin'e Hommage kitabında yazı
yor: "Galeri Nev . . . Abidin Dino sergisi ile açıldı. Arkasından da onun gale
risi oldu, öyle de sürüyor. Ankara ve İstanbul'da (Adana, Eskişehir, Bad
rum ... Bursa'da) arka arkaya sergilerini düzenledi. Kitaplarını, katalogları
nı yayımladı. Sergileri, kitapları üzerine görüşmelerimiz zamanla sanat,
hayat, edebiyat, siyaset üzerine uzun sohbetlere dönüştü. Galerici-sanatçı
diyaloğu yerini dost muhabbetlerine bıraktı. Beraber yedik-içtik, beraber
güldük-eğlendik, beraber gezdik-tozduk. Birbirimizi özler olduk. Öyle ki,
Paris' e indiğim zaman gecikirsem sitem ederdi. Biz onun temsilcisi, o da
bir bakıma Paris'te bizim temsilcimiz oldu. ilişkiler kurdu, projeler öner
di, ressamlar tanıttı, kapılar açtı. Paris'e onunla ısındım. "
Evet Abidin Galeri Nev'in Paris temsilciliğini gönüllü olarak üstlen
di. Nev galerilerin sergi listesine lütfen bir göz atınız: Abidin'in Parisli bü
tün dostları oradalar. Gençler, daha az gençler. Herkes. Birkaç kuşak Paris
li ressam, seramik ustası, heykeltraş, bütün eş, dost ve meslektaş oradalar.
Ali Artun ve H aldun Dostoğlu çok akıllıca ve tam zamanında bir se
çim yaptılar:
Tam zamanında çünkü artık Türkiye'de biriken sermaye sanata
da yatırım yapmak istiyordu. Öteden beri sanata yatırım yapanlar ise ar
tık yüzlerini "bizim sanatçılarımıza" da çeviriyorlardı. Parisiere kadar ge-
AB i D i N D i N O
lı, Nejad Devrim, Abidin Dino . . . Aralarına Tiraje Dikmen ve Yüksel Ars
lan'ı da ekleyebileceğimiz bu adlar, o zamana kadar Cumhuriyet dönemi
sanatını koşullanduan B atılılaşma, 'asrileşme' gibi kültür siyasetlerinden,
ulus inşa etmenin büyük davalarından koparak, sanatın kendi davasına,
kendi siyasetine kapılmışlar ve Paris'in son derece kozmopolit olan moder
nİst sanat ortamına dalmışlardı. Pikret Mualla, Hale Asaf gibi birkaç öncü
dışında, bu cesareti ilk kez gösteren anlardı. .. Sanattan başka misyonları
yoktu. . . Barbarca bir savaşın ardından nasıl olup ta sanat yapılabileceği ta
sasına gömülmüş bir ortamda kaybolmak yerine, kendi dillerini bularak
sivrilmeyi başarabiimiş ve böylelikle bir çağdaşlık çığırı açmışlardı."
Bu isimlere, Ali Artun, hemen sonra şunları da ekliyor: Alev Ebüz
ziya, Ömer Uluç, Komet, Kemal B aştuji, İlhan Koman . . .
Evet işte anlattığımız sanatçılardır bunlar: Tümü veya tümüne yakı
nı aynı zamanda Abidin'in kadim dostları.
Abidin kaçının sergisinin düzenlenmesinde rol oynadı? Kaçının ka
taloğuna sunu yazdı? Biliyoruz bugün: Nev koleksiyonu ve katalogları ta
nıklarımızdır.
Abidin aynı arzu ve çalışma ortamı içinde Paris'te beğendiği birkaç
sanatçıyı da Galeri Nev'e önerdi:
Örneğin, Güzin'in İ NALCO'daki öğretim üyeliği döneminde, yani
taaa 1 97o'lerin hemen başında, öğrencisi ve daha sonra ev-atölyenin ayrı
lamaz "müşterilerinden" Marie-Josephe Barran'un kızı, resim sanatını
Abidin'in eserlerine hayranlığı sonucu seçtiğini ve Abidin'in kendisine ki
mi konularda tavsiyelerde bulunduğunu anlatan Gaelle Pelachaud bunlar
dan biridir. r 9 8 6 'da Galeri Nev eserlerini sergiledi.
Abidin, eşim Françoise Giannesini'nin tapisserie'lerini de çok be
ğeniyor, sergilerine geliyordu. Evimize misafir olduğunda da Françoise'ın
eserleriyle yakından ilgileniyordu. Nitekim bir süre sonra "Bunları Nev'de
sergileyelim" dedi. Biz elbette taşınmalarının epey zahmetlli olacağı nede
niyle bu işin zor olacağını veya hiç olmayacağını tahmin etmemize rağ
men, Abidin'i kıramazdık.
Abidin Ali ve Haldun'a bir mektup yazdı, Françoise'm birkaç kata
loğunu da ekleyerek gönderdi . . .
Sayın Dino,
Giannesini'nin 'Tapisserie'lerine uzun uzadıya Ali ile birlikte bak
tık. Çok etkileyici doğrusu. Ancak kendi (bu sözcük elle eklenmiş)
kendimize cevaplayamadığımız birkaç soru nedeniyle sergileme ka
rarı alamadık.
ı. Bunlar nasıl taşınırlar?
2. Nasıl asılırlar?
3- Sergilemek için ne tür, hangi yükseklikte rnekanlara ihtiyaç du
yarlar?
4· Fiyatları ne mertebelerdedir?
Belki Françoise bize bunları kendisi yazabilir.
Alakanıza teşekkür eder, size ve Güzin Hanıma hürmetlerimi su
narım.
Saygılarımla
Haldun Dostoğlu (ve daha önce imzası var. M Ş G )
ABi D i N D i N O
198o'lerin ortasında henüz Abidin'in bühin yazıları bilinmiyordu,
henüz bühin kitapları ve piyesleri tanınmıyordu. İşte bu bakımdan Galeri
N ev' in yayınladıkları birincil önemdedirler.
Örneğin Bu Dünya adlı yapıtı, Abidin Dino'nun Mayıs 1 9 8 6 'da Ga
leri Nev'de açılan sergisinden 79 eserin röprodüksiyonlarını içeriyor: Ferit
Edgü, " Resmin Anları" başlığı altında bir tanıtım yazısı sunuyor. Evet bu
yapıt bir Galeri Nev yayınıdır.
Ferit Edgü'nün sahibi olduğu ve yönettiği Ada Yayınları da Abidin
kitaplarının tanıtılmasında ihmal edilmez bir rol oynadı. Ferit Edgü'nün
Abidin'in en yakın dostlarından biri olarak bu alanda yaptıklarını asla göz
ardı etmemek lazım.
Örneğin bu yayınevinin sunduğu Acıyı Çizmek isimli yapıt: Abi
din'in 1967 yılı boyunca, böbrek ameliyatı yüzünden ve sonra tedavisi için,
Fransa'nın güneyinde yattığı hastanede yaptığı resimler ile hastane günle
rinin öyküsünü dile getirdiği " Sunu Gibi" başlıklı ve tadına doyulmaz bir
girişten oluşuyor.
Başka bir bağlamda, Abidin ve Arif Dinoları ve onlar çevresinde
1 9 3 0 , 40 ve s o 'li yılların sanatçılarını, sanat ortamını tanımak, Arif Di
no'nun yazıp çizdiklerinin tadına varmak isteyenler için, Abidin ve Rasih
Nuri İleri'nin sunuş ve değişik tanıtım yazıları ile Arif Dino'nun Türkçe ve
Fransızca yayınlanmış şiirlerini, onun hakkında yazılmış yazıları ve şiirle
ri ve onu çizenierin desenlerini içeren Çok Yaşasın Ölüler adlı kitap ise
1 9 8 5 'te Adam Yayınları tarafından okurlara sunuldu. Adam Yayınları daha
sonra da Abidin'in eserlerinin tanıtılmasında belli bir rol oynadı.
Mayıs 1 984'te Yeni Boyut Plastik Sanatlar Dergisi, Abidin Dino özel
sayısı olarak yayınlandı. Kapakta Abidin'den bir eserin röprodüksiyonuyla.
Mayıs 1 9 84'te yine Le Monde Diplomatique' in birinci sayfasında sol
üstte ve sayfanın beşte birini kaplayan bir Abidin çizgisi sunuldu: " Un parco
urs de trente ans " başlığı altında aylık gazetenin "Maniere de voir" dizisinden
birinin kapağını oluşturan deseninde, Abidin müthiş bir kalabalığa yer veri
yor: Kalabalık var, atom bombası korkusu da. Çiçekler de. 1 954'ten bu yana
otuz yıl geçmiş demek. Neyin otuzuncu yıldönümü acaba? Otuz yılda alınan
yolun olmasın? Ama hangi yol? 20 Temmuz 1 9 54'te Cenevre'de imzalanan
A B İ D İ N İ LE ÇALŞMAK VE YARATMAK
Abidin ile ortak zamanımızı sadece sohbetle geçirmedik O sohbetle
rin her biri, Abidin'in anlathkları sayesinde, sanat, edebiyat, tarih, toplumbi
lim alanlarında birer kültür şahaseri olabilirlerdi, kaydetmiş olsaydım.
Abidin'le zaman zaman ortak bir konu bulup birlikte çalıştığımız,
birlikte ürettiğimiz, birlikte yarattığımız oldu.
Evet birlikte çalıştık, birlikte ürettik. Bir tür imece yöntemiyle yani.
Abidin'in bayıldığı yöntemdir bu: Balıkesir ve çevre köy ve kasabalarında
gördüklerinden beri, Mecitözü Alevilerini tanımasından bu yana.
Bir örneğini burada aktarmak istiyorum:
Autrement dergisi Mart ı 9 88'de İ stanbul özel sayısı olarak yayınlan
dı. Abidin'in Ostrorog Yalısı üzerine yazdığı ve " Les Ostrorogs, côte d 'Asie "
başlıklı makalesi hemen ilgimi çekti.
Doğal: Çünkü Kont Leon Ostrorog Türkiye'de İ şçi Hareketi Tarihi
üzerine çalışan, araştırma yapan benim gibi birçok bilim adamının ve bi
lim kadınının bildiği bir isimdir. Ama onu doğru dürüst tanıdığını kimse
iddia edemezdi. En azından Abidin'in makalesi yayınlanana kadar.
Daha önce, 1982 ve 1983 yıllarında Fransa Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı Arşivlerinde yaptığım araştırmalarda Kont'a ilişkin epey belge
bulmuştum ve bunları yayınlamayı ertelernek zorunda kalmıştım, araya gi
ren bin bir türlü iş sonucu.
Abidin'le Ostrorog'u uzun boylu konuştuktan sonra şuna karar ver
dik: Ostrorog Yalısı üzerine ciddi ve hacimli bir söyleşi yapmak. Bu vesiley
le 1 9 3o'ların İstanbul'unu, bütün "kat"ları ve bütün "simaları" ile anlat
mak. Tamam mı? Tamam.
Bir süre sonra sorularımı hazırladım. Bir gün ses kayıt aygıtı ve ka
setlerle filan Abidiniere gittim.
Ve Güzin'in de zaman zaman katıldığı son derece şık ve şirin bir
söyleşi yaptık.
AB i D i N D i N O
Ancak belki bilmiyorsunuz henüz: Abidin'le söyleşiyi yaptıktan
sonra yayınlamak olmaz. Çünkü kararlaştırdığımız gibi, U sta'nın kasetten
çözülen metni görmesi ve gözden geçirmesi şart.
Kaseti daha önce konuyu açtığım ve böyle bir söyleşiyi yayınlamayı
seve seve üstlenen Mete Tunçay'a ilettim. Kasetin bir kopyasını bile çıkar
madan: Bu, çok akıllıca bir davranış değildi. Şimdi o kaset nerede bilmiyo
rum ve bu nedenle hayıflanıyorum.
Mete Tunçay o yıllarda Tarih ve Toplum'u yönetiyor. Kaseti çözdür
dü ve çözülmüş metni bana ulaştırdı.
Metin çok uzundu ve gözden geçirilmesi gerekiyordu. Zaten Abidin
de ben de gözden geçirmeyi arzuluyorduk. Ben bir göz attım sonra Abi
din'le görüştüğümde metni kendisine teslim ettim. Bu metin daktilo edil
miş bir metindi.
Ben bu arada Paris'teki bütün üniversite kitaplıklarının altını üstü
ne getirdim ve Kont Leon Ostrorog'la ve ailesiyle ilgili ne kadar kitap varsa
bulup okudum.
O sırada şansım yaver gitti ve bir rastlantı olarak Paris'te bulunan
Kontun oğlu Jean Ostrorog'un son eşi İşka Ostrorog'un izini, Sabetay Va
rol'un yardımı sonucu, buldum ve onunla görüştüm.
İş artık bir söyleşi boyutunu çoktan aştı.
Dahası da var: O günlerde bir televizyon programında izlediğimiz
bir de Şeng Çeng isimli Çinli bir profesör daha girdi maceramıza: Abi
din'in Ostrorog Yalısında tanıdığı bir yüz çünkü. Ve Şeng Çeng, İ stan
bul'da geçirdiği zaman içinde Yaşar Kemal'in ilk eşi Tilda'nın teyzesine sı
rıl sıklam aşık bile olmuş.
Evet gördüğünüz gibi Ostrorog Yalısının binası, odaları, salonları,
taraçaları, bahçesi, kayıklığı gittikçe genişliyor.
Birkaç gün, belki bir hafta sonra, Abidin'den bir telefon: "Söyleşi
işi tamam, gel görüşelim. "
Gittim. V e n e buldum dersiniz?
Bir pırlanta. Evet abartmalı bile bulsanız bulduğum bir pırlantaydı.
Abidin, Mete'nin gönderdiği çözülü daktilo metnini almış, bir kuyumcu gi
bi işlemiş işlemiş ve karşımıza çok güzel bir eser çıkarmıştı. Metin olağa-
ABi D i N D i N o 273
İkinci desende Kont Leon Ostrorog'un oğlu ve Abidin'i D Gru
bunun ilk sergisinden beri bağrına basmış olan Jean Ostrorog, biraz kaba
nk, kollar bel üstünde kenetlenmiş, iki gözden birinde tekgözlük Monoc
le'lu man-onele mu desem acaba? Dedim bile.
Hemen yanında yine Asaf Halet Çelebi: Bu kez sol kolunun altına
belki bir çanta sıkıştırmış: Anlaşıldı yalının ayırılamazlarından: Kitaplıkta
ki işini bitirir bitirmez "damlamış" yine ...
Sonra Necip Fazıl (Kısakürek) : Abidin notunu düşmüş hemen:
"tutmamıştı! "
Arkada bir güzel geçiyor: Şapkalı: Bu şapkalı bayan Lüsyen ( Lucien
ne) Hanım olabilir. .. Dikkat dikkat: Lüsyen Hanım varsa " Lö Bey" de, yani
canım işte bizim ünlü Abdülhak Hamit'imiz de pek uzakta sayılmaz. Ken
dinize ve ellerinize dikkat: Lö bey el sıkmaz çünkü. Aman tedbir!
Abidin'in " Pera Palas resimleri" arasında " Lö Bey ve Lüsyen" isim
leri yazılı olan bir tanesi var: Sanki Ostrorog Yalısı desenlerinin bir uzantı
sı gibi. (Çizim tarihi olarak 1 9 9 1 yazılı. Selçuk Demirel'in şık kitabının ıo3.
sayfasında seyredilebilir.)
Bizim Ostrorog Yalısındaki ikinci desenimize dönecek olursak: Biz
deniz kenarındayız: Boğaziçi ayol burası. Kayıkçılar uzakta, martılar da . . .
Üçüncüsünde nitekim işte Lüsyen Hanım ve Abdülhak Hamit'i
yan yana yakalıyoruz. Lö Bey oturmuş, Lüsyen Hanım ayakta ve bir parça
da "aylakta," ve her zamanki gibi ağzı açık: Tebessüm mü ediyor, bir şeyler
mi anlatıyor, belli değil.
Önlerinde Jean Ostrorog elinde bir ''jlute" ve her zamanki gibi ciddi.
Onun önünde ise Yahya Kemal koşturuyor: Kapıdan girmekte olan
bir bayanın ayaklarına kapanmak üzere mutlaka... Ama ayağı bir halıya ta
kılıp Boğaziçi'ne şöyle balıklama düşse? Ve Mina Urgan duysa "Oh olsun !"
der kına yakardı. Refik Erduran ise "Ona da bu layıktır! " der kıs kıs güler
di. Zaten anılarını ne başlıkla yayınladı U sta? Söyler misiniz lütfen?
Dördüncüsünde: Desenlerin, Yahya Kemal'in denize düş(ürül)mesi
nin değil: Jean Ostrorog bir hanımın, her halde biraz önce kapıdan giren ham
mm, elini bir zerafetle öpüyor ki anlatılamaz. Böylesi Osmanlı saraylarında bu
ARKADAŞLARıM İÇİN
Güzin'in ve Abidin'in kimi zaman dilimlerinin tümünü dostlarına ve
arkadaşlarına adadıklarının ilginç bir örneğini 1 9 88 yılında da bulabiliriz:
AB i D i N D i N O 275
Örneğin o yılın ilk aylarında Güzin Dino, Michele Aquien ve Pier
re Chuvin isimli çevirmen iki arkadaşı ve meslektaşıyla Melih Cevdet An
day'ın "Göçebe Denizin Üstünde" şiirini, Sur La Mer Namade başlığı altın
da çevirdi ve Polyphonies dergisinin La Mer (Deniz) özel sayısında yayınla
dı. Derginin 7· sayısında, İlkbahar-Yaz 1988 tarihli alanında.
Anday'ın 1979 ve 1 9 8 0 yıllarını Paris'te geçirdiğini anımsamamız
lazım: Abidin ve Güzin'le ve diğer sanatçılarımızia yaşadıkları başlı başına
bir romandır. Bir gün mutlaka yazılması gereken. . . Dolayısıyla Fransızca
bir dergide şiirinin yayınlanması Paris'in onu unutmadığına da bir delildir.
Bu özel sayıda Anday'ın yanında John Keats, Salvatore Quasimodo,
Stefan George yanında şu dört Yunanistanlı şair: V. Theodorou, N. Kavvadi
as, A. Sikelianos, N. Vrettakos vardı. Ayrıca dört de İspanyalı şair: Emilio Pra
dos, Jose İnfante, A. S. Robayna, Jaimie Siles. Nihayet üç Latin şairi. Böylece
bir anlamda Akdeniz tarihi ve güzellikleriyle dört dönülmüş oluyordu.
Aynı sayıda 1 9 8 8 Nobel E debiyat ödülünü alan şair Joseph
Brodsky'nin Poemes (Şiirler) kitabına W. H. Auden'in yazdığı ön söz yer alı
yor. Ş airi ve şiirlerini anlamak için bulunmaz fırsat.
Altı aylık dergi genel kural olarak Fransızca ve yayınlanmamış şiir
Iere yer verirken, kuralına bir istisna yaparak, ilk sayısında Güzin Di
no'nun çevirdiği Yunus Emre şiirlerini aldı.
Güzin Dino, Michele Aquien ve Pierre Chuvin'in çevirileriyle Yu
nus Emre, Hacı Bayram Veli, Pir Sultan Abdal ve başka halk ozanlarımızın
şiirleri Fata Morgana Yayınevi tarafından La Montagne d'En Face, Poemes
des Derviches Anatoliens adı altında 1 9 8 6'da yayınlandı.
Burada bir kez daha Güzin'in çevirileriyle şairlerimizi tanıtmak için
harcadığı çabaları ve ürünlerini görebiliyoruz.
Nazım Hikmet unutulmadı elbette: Paris kenti kendisine kadar ge
lenleri ve gelip geçerken iz bırakanları unutmaz. Hele bu kentte Abidin Di
no isimli bir arkadaşınız, bir yoldaşınız varsa.
Paris'ten geçenler ve geçerken iz bırakanlar az değil: Hemingway
en bilineni. Kitaplarındaki izler bunun için; Paris'in unutulmadığını vur
gulamak ve Paris'e borcunu ödemek için; çünkü bu kent, mutlaka başka
kentler gibi, yazarın yazarlığında şu veya bu biçimde etkilidir. Sanatçı,
AB i D i N D i N O
Nazım, zindandan kurtarılması için imza kampanyasına katılan ay
dınlara ve Fransız Komünist Partisi militaniarına teşekkür etmek, " B enim
Türkiyem sizsiniz" dediği Abidin ve Güzin'i görmek ve daha birçok şey
için, ilk kez Mayıs 1 9 58'de geldiği Paris'te Abidin ve Güzin'le hoş zaman
geçirdi. Ve dünya kadar başka işler de yaptı: Hepsini yazmak burada ma
alesef mümkün değil.
Nazım'ın kızdığı da oldu, hele Cezayir konusunda. Komünistle
rin Cezayir'deki ulusal kurtuluş mücadelesi için yeterince çalışmamala
rına kızdı.
Bu arada o günlerde Cezayir'deki olayların ittirmesi sonucu yeni
den iktidara gelen General Charles de Gaulle'ün iktidara sahip olmasını bir
tür "askeri darbe" olarak nitelendiren FKP ve sendikalarının ve taraftarları
nın düzenlediği ve onbinlerce insanın katıldığı, Paris sokak, cadde ve mey
danlarında coşkuyla yürüdüğü görkemli gösterilere katıldı Nazım Hikmet.
Kalbi izin verseydi mutlaka daha çok yürüyecekti, ama yorgundu ve bir sü
re sonra yürüyüşçülerden ayrılmak zorunda kaldı o gün.
Ama ne olacak nasıl olsa bir dahaki sefere daha uzun boylu yürü
mek mümkün olabilecekti kardeşim. Ve Nazım daha sonra yine geldi Pa
ris'e . . . Bıraksaydılar hayatının kalan dönemini ve kimbilir belki fazlasını da
bu kentte yaşayacaktı.
Nazım bu kente borcunu unutmadı: Paris, Ma Rose 'u ( Paris, Gülüm
Benim) ı 9 6 ı'de bu kentte yayınladı.
Paris'te Nazım Hikmet'i anmak için ı964'ten itibaren anma günle
ri-geceleri düzenlendi. Birçok toplantı yapıldı: Ve bunların tümünde veya
tümüne yakınında Abidin belirleyici bir rol oynadı. Paris böyledir: Kendisi
ne gelenleri asla unutmaz. Unutturmaz.
Çünkü Paris'i Paris yapan biraz da yabancılarıdır, yabancı yazar ve
şairleridir, yabancı sanatçılarıdır, göçmenleridir, gelip göçenleridir, göçüp
gidenleridir, siyasi mültecileridir. Abidinler, N azımlar ve diğerleridir, dün
küler ve bugünkülerdir.
ı9 88'de Sait Faik de anıldı Paris nam kentte.
Fransa ve Paris'te edebiyat ve sanat dünyaları Nazım Hikmet, Yaşar
Kemal, Abidin Dino, Yılmaz Güney, Ömer Kavur, Tülay German, Sevim
ABi D i N D i N o 279
kentin sularında dolaşan bir balık"tı ve "hissettiğini yazıyordu" diyerek bi
tirdi konuşmasını.
Abidin arkadaşı için kaleme aldığı " S ait" başlıklı önsözünü aynı
başlıkla Milliyet Sanat Dergisi 5 Nisan 1988 tarihli sayısında yayınladı. Bu
makale Yazılar'da yer alıyor (A. g. k., s. 245-258.)
S EI N E Ü STÜ N D E SULUBOYA
Abidin bana zaman zaman, " Şehmus başkaları için çok çalışıyor
sun biraz da kendin için çalış" diyerek kardeşçe takılırdı. Biz de 1 9 88'de
Güzin'le birlikte dostları için yaptıklarını okuduktan sonra aynı takılınayı
göndericisine iade edebiliriz.
Ama gerek yok: Bu, Abidin'in geleneksel, alışılmış, bilinen tutumu
dur. Ama yine de kendine de bir parçacık bile olsa zaman ayırır.
1988 kışını anımsıyorum: Her zamanki gibi bir akşam buluşmamız
dan sonra üçümüz birlikte çıkmıştık Güzin soğuklardan çok korkar: Bil
mem kaç kat giyindikten sonra, mantasuna sarınmış ve heresi başında, Abi·
din ve ben de ondan geri kalmıyoruz hani: İkimiz de paltoluyuz ve başları
mızda kasketlerimiz ev-atölyeden çıktık. Abidin'in elinde tomadadığı bir
şey: Akşam yemeğine davetli olduğu dostlarına ya sergi afişlerinden birini,
belki hazırlanmakta olan serginin afişidir, hediye götürüyor ya da bir desen.
Metro istasyonuna girdik. Metro duvarlarını baştan başa bir reklam afişiyle
donatmışlar: Yeşil kasketi yana kaymış çok hoş bir genç kız, sol elini kaldır
mış, tebessümle sanki birine bir mesaj gönderiyor: Mesajı da zaten yazılı
afişin üstünde " . . . reste ou tu es, j'arrive." " . . . olduğun yerde kal, varıyorum."
Afiş ve afişin sloganı ve çok sevimli genç kız hoşumuza gitti. O akşa
müzeri Mehmet Ali Aybar'dan ve siyasi lider olarak yaptıklarından söz etmiş
tik. Abidin'e bu afişin fotoğrafını çekelim ve Aybar'a gönderelim dedim. Ta
mam. Metro istasyonunda neredeyse metro raylarının üstüne kadar inip he
men çekiverdim Üç fotoğraf Abidin yanılınıyorsam birini Aybar'a gönderdi.
Şimdi o fotoğraflar birer sevimli anı: Güzin bile tebessüm ediyor fotoğrafta:
Yani ne kadar ender bir vaka olduğunu bilmem anlatabiliyor muyum?
Biz aslında o gün başka şeyler de konuştuk. Bilhassa Abidin'in önü
müzdeki günlerde yapacağı sergisini: Seine Nehri üzerinde, yani su üstün-
AB i Di N D i N O z8ı
Abidin'in sergisinin açılışını kaçırmak ta olmaz. Asla. O zaman iki taşıma
faslı arasında bir mola verdik ve eski adresirole yeni adresim arasında ne
redeyse eşit mesafedeki sergi mekanına, su üstünde suluhayalara kavuş
tuk, evet nihayet akşamüzeri eşimle birlikte "takaya" vardık:
Açılışlar son yıllarda içkisiz yapılırken, herhalde "ev sahibinin" cö
mertliğinden, bu kez içki var ve herkes elinde birer bardak bir şeyle resim
lerin önünde dolanıyor. Hava serin ve resimlerin, minik minnacık sulubo
ya ve guaş tabloların bulunduğu mekan teknenin gövdesinde, hepimiz ora
dayız ve içkinin de yardımıyla ısınmaya çalışıyoruz. Resimler dehşet. Ama
tadına varmak için bu kez uzaklaşmak değil yakıniaşmak şart: Çekinıneyin
canım, yaklaşın: İşte Abidin'in "yeni dünyası."
O gün veya daha sonra Abidin'in sergilediği eserlerden birini edi
nen Charles Dobzynski, o tablodan asla ayrılamıyor: Evine her gittiğimde
anlatır hikayesini ve baktıkça neler gördüğünü. Kulağımızı kabartalım
mı? " Kitaplığımın ortasında duvarın oyuğuna yerleşmiş, Abidin'in, Seine
kıyısında demir atmış bir takadaki sergisinden vaktiyle alınmış küçük
boy bir tablosu yıllardan bu yana çalışmarndaki her jestimle birlikte yürü
meyi ve belki izlemeyi hiç ihmal etmedi. Bu hareketsiz bir anı değildir,
bu, Seine'in rüyamsı düşüncesinin ince akışını izlemeyi sürdüren boyan
mış bir düşüncedir, bir düşünce-manzaradır ( "une pensee peinte, une pen
see-paysage"). Orada kitaplardan damıtılmış sözcüklerin kollar oluşturdu
ğunu görmemiz mümkün. Başka yerde olduğu gibi burada da Abidin'in
sanatını, yapıtını yönlendiren harakettir. içerden, iç dünyadan dışarıya,
dış dünyaya doğru giden hareket. Gölgeden ışıga doğru giden hareket.
Düşünceden boya ve boyutla biçimlenerek oluşana, yaratılana giden hare
kettir bu. Boyut ta renk gibi doğumun anlarıdırlar. Ve tual bu doğumun,
bu oluşumun, bu meydana gelişin gizli aynasıdır. Kendi yüzünden, yüze
yinden, bilhassa gösterebileceğinden daha uzağını gören ve gösteren bir
aynadır bu. U zayla neredeyse fiziksel ve organik ilişkiler içindeki bir ayna
dır bu. Lafın özünü isterseniz, gözümüzün önünde maddenin bir kendin
den geçmesi, maddenin bir bağlanıp bir çözülmesi biçiminde olan-biten
leri basit bir soyutlama işine indirgeyemeyiz. Patlamakta olan bir yıldız
dan koparılarak alınmış belki bir bulut. Belki henüz keşfedilememiş bir
ABi D i N D i N O
Abidin Dino'yla söyleşmek, hasret gidermek, iki satır laflamak ve
geminin arada bir sallanmasıyla hepimiz çakırkeyif olduk. O gecenin tek
anısı bu değil ama bu da hoş bir anıdır.
Sergi, 7 Ocak ı 9 8 9'da Abidin Dino'nun Fransızcaya armağan ettiği
'Jermer" (kapamak) ile "vernissage" sözcüklerinden oluşturduğu "fennissa
ge" ile kapandı. Abidin gönderdiği davetiyeye el yazısıyla iliştirmişti: " Fer
missage samedi 7 janvier." Altını çizen de Abidin'dir.
Sergi öncesinde, sırasında ve hemen sonrasında Abidinlerle görüş
melerimin çizelgesi şöyle: O günlerin ajandalarından aktarıyorum:
Kasım 1988. Saat ı8: Dinolara.
Pazar 6 Kasım 1 9 8 8 : Hayrunnissa H anım telefon etti. Daha sonra
Abidin'e telefon ettim mi?
25 Kasım ı988'den itibaren ev taşıma işleriyle uğraşıyorum Bu iş ara
lık ayı sonuna kadar sürüyor. Bu süre içinde 6 Aralıkta, biraz önce anlattığım
gibi, Boulogne'dan Boulevard Ney' e ev taşıma faslı sırasında, akşamüstü sergi
açılışına kısaca uğradık. Abidin'le, Murat Belge ve diğer tanıdıklada sohbet.
9 Aralık 1988 tarihli mektubunda, Faik Bulut, ıooo 'e Doğru dergisi
için Abidin'le bir söyleşi yapmamı rica ediyor. Abidin'e İsteğimizi iletiyo
rum, "Olur" diyor.
12 Aralıkta Abidin'e telefon ediyorum. "Güzin hasta" diyor ve gö
rüşmemizi "gelecek yıla" erteliyoruz.
Nihayet, Abidin'le, sergisi sürerken 2 Ocak ı9 89'da bir araya geldik
ve söyleştik. Son ameliyatından sonra daha da gençleşmiş Güzin Dino'nun
yaptığı çaylarımızı içerek.
Bu söyleşimiz, ıs Ocak 1 9 8 9 tarihli ıooo'e Doğru dergisinde yayın
landı. (s. 48-49. Daha sonra Gurbette Bile Bir Gökyüzü Vannış başlıklı kita·
bırnda da yer aldı: s. 45-48.)
Burada kimi parçalarını aktarmak istiyorum, umarım ilginizi çeke-
cektir:
ABi D i N D i N o
yircinin katkısını gerektiren imgeler. İçlerinde birçok şey görmek ya da
hiçbir şey görmemek mümkün. Kahve telvesinden belki biraz daha açık
seçik ve daha renkli . . .
M Ş G : Kahve falı gibi gelecek günleri muştuluyor m u yeni resimler?
AD: Sanırım evet, ama dedim ya seyredene bağlı. Fala bakmak bir
sanat, resme bakmak da sanıldığından daha zor bir uğraş. Resimlerimin
falına bakılırsa keşmekeşten sonra hayırlı günler gelecek. Belki aldanıyo
rum; en nihayet ressam, kendi resimleri karşısında herhangi bir seyirciden
farksız, çok daha bilgili değil demek istiyorum.
AB i D i N D i N o
met ileri, Utku Varlık, Kornet (Komet'siz pardon Kamber'siz düğün aman
yine pardon sergi olmaz!), Mehmet Nazım, Mübin Orhan elbette ve daha
birçok ressam. Selçuk Demirel nerelerde peki? Onun "harikatürleri" layık
oldukları üzre ayrı bir "exposition de caricatures"de sunuluyorlar. Ve bu ser
ginin işaret panosunu da elbette Abidin çiziyor: Bir el ve üç parmakla ... İşte
Abidin Dino "treninde" ressamlar koru partımanındaki isimlerden bazıları . . .
Abidin ve Behçet Safa dostluğu elbette devam etti. Bu macera v e da
ha bin bir macera . . .
Sonra Akdeniz'in ortasında, hem Korsika'ya yakın hem d e çok uzak
ve küçük bir Karsikah vesilesiyle pek ünlü Elbe Adası'na yerleşti Safa ... Bu
lana aşk-olsun. Aşk olsun çocuk!
" Dünyanın en tatlı adamı olan Safa"yı Güzin'le konuşmaz mıyım? El-
bette konuşurum Hem de birkaç kez. Ama öncekileri bir kenara bırakalım.
İşte size n Ağustos 2 o o7'deki sohbetimiz. Buyrun sohbetimize:
M Ş G : Behçet Safa'yı tanıdınız mı?
G D: Tesadüfe bakın geçen gün bana telefon etti. Öyle iki ayda üç ay
da bir telefon eder. H avadan sudan konuşuruz. Türkiye'de olup-bitenler
den de. Hala Ada'sında.
M Ş G : Behçet Safa'yı nasıl tanıdınız?
G D : Bir gün çat kapı geldi: r3, Quai Saint-Michel'e, Abidin'in adre
sini bulmuş. Geldi kendini tanıttı.
Abidin'le çok iyi çok dost oldular, hemen.
Çok kibardı. Çok iyi bir çocuktu. Ama çok kötü koşullarda yaşıyor
du. Nitekim dayanarnadı verem oldu.
Hôtel Dieu'de üç aydan fazla yattı. Doktorlar çok sevdiler Safa'yı.
Ona bir özen gösterdiler bir özen gösterdiler, anlatılamaz. Doktorlar ona
özel olarak baktılar desem yeridir. Hastanede bile çizip duruyor. Doktorlar
desenlerini, çizdiklerini satın alıyorlar, filan. Sonra Grenoble taraflarında
ki bir sanatoryuma gönderdiler. iyileştirdiler onu. Grenoble'daki sanator
yumda ressamlar için atölye bile vardı. Orada çalışabildi, düzenli olarak.
Hatta bir süre sonra orada kendi atölyesi bile oldu. Sevimli bir insan oldu
ğu için herkes de ona iyi davranıyordu.
M Ş G : Paris'te nerede yaşıyordu.
ABi D i N D i N O
nümü kutlama hazırlıklarına çok erkenden başladılar: B irkaç yıl önce
sinden.
Bu amaçla " Devrimin 200. Yılı Misyonu/Görevi" adıyla özel bir ku
rum bile kuruldu. Tek amacı 200. yıldönümünün en iyi biçimde kutlan
ması. Evet yıllarca önceden bu işle uğraşmaya başladı.
Bu kurum r 9 89 'da birçok kollokyum, sergi, gösteri, konferans vb.
eylemleri düzenlemek için kollarını sıvadı.
ilk iki başkanının (Michel Baroin ve Edgar Faure) vefatı üzerine bu
göreve o sırada iktidarda olan Sosyalist Partisine yakın tarihçi ve Fransa
Radyosu eski genel müdürü, Jean-Noel Jeanneney getirildi. Ve yeni Baş
kan, " r4 Temmuz r 9 8 9 'un çok görkemli bir biçimde kutlanacağı" müjde
sini verdi.
Bu denli önemli bir olayın yayınevi sahiplerini, yayıncıları, yazarla
rı ve hele tarihçileri bir kez daha harekete geçirmesi doğaldı.
İşte Georges Soria:
Tanınmış bir tarihçi ve yazar. İspanya İç Savaşı'nı Regards (Bakışlar)
gazetesi özel muhabiri olarak izlemiş, görüp yaşadıklarını beş ciltte, Guerre et
Revolution en Espagne (I936-r939)'da (İspanya' da Savaş ve Devrim) anlatmış.
Beş ciltlik, Grande Histoire de la Commune'de (Komünün Büyük Ta
rihi) Paris ve taşra illerindeki komün olaylarını dile getirmiş.
Çok kapsamlı yazmaya merakıyla ünlü bir tarihçi ve çok yazar.
Fransız Komünist Partisi eski üyesi olan yazar, Les J O O jours de la Revoluti
on Russe'u (Rus Devriminin 3 0 0 günü) Ekim Devrimine hasrettikten son
ra üç ciltte, Grande Histoire de la Revolution Française'i (Fransız Devrimi
Büyük Tarihi) tamamladı. Bizi burada ilgilendiren bu son yapıtıdır.
Bu son yapıtın özelliği ise son cildinde ek biçiminde dünyaca ünlü
3 ı ressamın Büyük Fransız Devrimine ilişkin resimlerinin bulunması.
Ve Abidin Dino'nun da bu ressamlar arasında yer almasıdır. Abi
din'in yanında bu listede Pablo Picasso, A. Tapies, Jean Lurçat, Maria-He
lena Viera Da Silva, Valeria Adami, E. Pignon, Matta, Chagall, F. Leger, Ce
sar, J. Johns, A. Tichler, Cremonini, Motherwell, Nicolas de Stael, Saura,
Arman, Chu Teh-Chun gibi Türk, Katalan, Fransız, İspanyol, Amerikalı,
Çinli, Rus , İtalyan ressamlar bulunuyor.
ELLER VE PARMAKLAR
Abidin'in Paris'te Galerie Vieille du Temple'da açtığı ilk sergi 2r
Kasım r989'da başladı. 2r Ocak 199o'a kadar sürdü.
Serginin adı " Mains." Yani " Eller." Okşayan eller. Mutlu eller. İyi ve
güzel eller. Alçak eller. Hain eller. Hani o eller? " Eller yukarı! " Çantada el.
Ölü el. Gözyaşlarını silen eller. Olağanüstü eller. Alkışiayan el-ler. " Bizim
AB i D i N D i N o
eller. " Ah! Bizim eller! Güzin'in elleri . . . Ganime'nin elleri . . . Yakalayan el.
Çalıp çırpan el. Eloğluel. Kaşıyan el. Kaşınan el. Kamaşan el?
Eller dedin mi parmaklar gelmez mi akla? Birleşen parmaklar. Ay
rışan parmaklar. Parmak tatlısı. Tatlıda parmak. Erotik parmaklar. Or
gazm. Rüya. Şehvetli parmaklar. Parmak çocuk. Tangoda sarmaş dolaş par
maklar. I ngres'in "hamam"ını ti'ye alan parmaklar. Ballı parmak. Yalayan
parmak. Yalanan parmak. Yürüyen parmak. Yakalanan parmak. Kelepçeli
parmaklar. İşkencede parmak. Yumruk olan parmaklar. " Bir elin parmak
ları gibi" olabilmek. Dayanışmak. ..
Abidin'in selamını getiriyorum: Ellerimle.
Tablolar, tablolar. Rüyamsı tablolar. Abidin'in dediği gibi "uyanık
rüyamsı" tablolar.
Abidin'in ilk elleri ve parmakları, önce desenler, sonra tablolar biçi
minde D G rubu sergilerinde "işte geldik, kalmaya" diyerek buyurdular. ..
Ş om ağızlıların aklına hemen "parmak atmak" geldi. " Moskova'nın parma
ğını" arayanlar ve daha garibi görenler bile, oldu. Nazım'ın ilk şiir kitapla
rından birini Abidin resimlememiş miydi?
Ama ne önemi var şom ağızlıların? Dedikoducu takımlarının.
O sergiyi dört kişi çok beğendi: Nazım Hikmet, Pikret Adil, Peyami
Safa, Necip Fazıl.
r 9 89'a geldiğimizde, zaman akmış ve ellerle parmaklar yaratıcısıy
la birlikte, zamanın akışının hızına hız katarak, Boğaziçi kıyılarını terket
miş, Seine kıyılarına çoktan demir atmışlardı: Evet demir atmak için ellere
ve parmaklara ihtiyacımız var.
Bu serginin davetiyesinde, " Digitalies" başlıklı bir tür takdim yazısı
sunan Michel Conil Lacoste, öteden beri tanıdığı dostu Abidin'in parmak
ları için şunları yazıyor:
" DACTU LÔN EPALLAX I S : Parmakların birbirine dolaşması, karış
ması. Yunanlılar, oyunsal referanslada dolu bir simgeyi çağrıştırmak için,
akşamaların hem en dilsizi ve hem de belki en cüretkarı olan bu berrak
uyum formülünü kullandılar. .. Öz, ressam Abidin'in paradoksal olarak
dünyayı algılamamızdaki görüş üstüne önceliği kendisine vermekten geri
durmadığı, dokunma kültünün tatemi gibi yükselen, şiddetlendirilmiş do-
ABi D i N D I N O 293
kunma duyusunun hipergrafisinde saklı. Eserlerinde hep yakasına yapış
mış ve hep geri dönen ve hep var olan bir tema. Elleri insan gibi çizen bu
sanatçı, dokunma takıntısının özsel esinini her türlü grafik halluğundan
kurtarmak için değilse neden bu farklılaşmış parmakla yetinsin?"
Bu serginin önemlerinden biri sergilenen eserler elbette. Öte yandan
Abidin'in Paris'te kendi galerisini bulduğunu da muştuluyordu bu sergi.
Evet ilk kişisel sergisini bu kentte 1 9 5 5 yılında açan Abidin'in hiçbir
döneminde kendisine eşlik eden, düzenli olarak her yıl sergisini açan bir
kendi galerisi olmadı. Belki bir zamanlar değişik ve kimi zaten çok kısa
ömürlü galerilerde açılan sergilerle yetinmek gelir geçer akçeydi. Ama özel
likle r98o'lerden itibaren ve hatta çok daha önceki dönemlerden bu yana,
birçok ünlü ressam başta, bütün sanatçılar için kendi galerisine sahip ol
mak, mal sahibi olmak anlamında değil, düzenli serginizi açan galeri anla
mında, bu "işin olmazsa olmazıydı."
Abidin bu işi ancak kırk beş yıl sonra kotarabildi. Bu da az şey sa
yılmamalı.
Bu işin böyle sonuçlanmasında, o aşamada elbette, galerinin sahibi
Marie-Helene de la Forest Divonne'un son derece önemli bir rolü oldu. Şu
nu da eklemek lazım: Abidin'in evet kendi galerisi yoktu ama vefalı ve bü
tün sergilerini düzenli izleyen belli bir "taraftar grubu" vardı. Yani ille Abi
din'in de kendi galerisi olsun diye değil, Abidin gibi bir sanatçıya artık ken
di galerisi gerekiyordu da onun için.
Dahası dikkatinizi çekmiştir sergi bu kez iki ay sürüyor. Bu da çok
önemli ve belirleyici.
Nihayet Fata Morgana yayınevinin Abidin'in Mains kitabını sergiy
le eşzamanlı olarak yayınlaması da önemli.
Bütün bunlar, bir galeriniz olunca, serginizin belli bir program içi
ne yerleştirilebileceğini ve bunun yine galeri tarafından düzenlenen med
yatik ve yayınsal açılardan desteklenebileceğine somut örneklerdir. Ve
böylece belli süreler içinde düzenli kişisel ve galerinin diğer sanatçılarıyla
birlikte ortak veya karma sergi açmanızı da garantilemiş oluyorsunuz.
Abidin nihayet Türkiye'de "kendi galerisi" diyebileceğimiz Galeri
Nev yanında Paris'te de bir galeriye " sahip oluyordu." Hakkıyla.
ABi D i N D i N o
"Tek insanı mutlu ed(e)meyenler, nasıl bütün bir toplumu, nasıl
bütün bir evreni mutlu kılabilir?"
Aşk ve sevgi üzerine söylenen güzel bir deyiş. Bir yere not etmeli
hemen.
Abidin'le o gün yaptığımız söyleşi yapıldıktan tam iki yıl sonra Ar
gos dergisinin Aralık 1 9 9 1 tarihli 40. sayısında yayınlandı (s. ıo7-120). Bu
da elbette derginin o günkü yayın yönetmeni Selim İleri'nin, yazı işleri
müdürü Berran Ersan'ın ve dergiye katkıda bulunan Enis Batur'un yakın
ilgisi sayesinde gerçekleşti. Hepsine teşekkür etmek isterim. Derginin
"isimsiz kahramanlarına" da.
Bu söyleşiye daha sonra Abidin Dino ile Söyleşi/er. Yazılar: Hayat ve
Sanat başlıklı kitabımda yer verdim (s. 9 5 - ı ı o . ) .
Burada b u uzun söyleşiden Abidin'in ve benim anlattıklarımızdan
sadece birkaç parçayı sunmak istiyorum:
M Ş G : Abidin, " Eller" isimli ilginç sergini büyük bir coşku içinde do
laştım. Daha önce söylediğin gibi bu konudaki ilk resimlerini, 193o'lu yıllar
da yaptın. " Parmaklar"ı 1933'te D Grubunun ikinci sergisinde sergiledin.
Başka bir söyleşinde okudum: Parmaklada ilgilenmeni biraz "deli oğlanlı
ğınla" açıklıyorsun. Çünkü 1 9 3o'lı yıllarda size "deli oğlan" diyenler var.
AD: Aslında hepimiz, özellikle sanatçılar, az buçuk deliyiz oldum
olası ve hayatımızın sonuna kadar da öyle kalıyoruz bereket versin. O sıra
larda geçirdiğim hallere "delilik" demek biraz abartılı. Ama gençliğin ver
diği bir dünyayı algılama, kavrama krizi olarak -üstelik sanatçı olmam da
buna bir etken- kısa bir süreçte birçok şeyleri anlamaya çalışma krizi say
mak mümkün. Resmin de verdiği birtakım özellikler var. Yani dış dünya
ile resmi algılama çabası içinde birtakım duygular ve düşünceler sertçe et
kiliyor insanı. Öyle olunca, İ stanbul'da, Boğaziçi'nde oturduğum sıralarda
bazı gecelerin, fırtınalı gecelerin verdiği ek öfkeyle adeta kendime hakim
olamayarak bazı şeyler çizdiğim olurdu gerçekten. O devirlerden kalma tek
tük bazı çizgilerim var, biraz ürkütücü şeyler. .. Bu parmak resimlerinin ço
ğu boya olarak değil, çizgi olarak çıktı ortaya.
Yanılınıyorsam Paul Valery'nin çizgi sanatı üzerine güzel sözleri
vardır. Der ki "çizgi insanın duygusunu ve iç dünyasını boyadan daha ara-
ABi D i N D I N O 2 97
Osmanlı saray kadıniarına gelince, bildiğimiz kadarıyla, ancak bir
iki padişahta bu şişman kadın tutkusu vardı. Yoksa, ne Fatih ne de Kanu
ni devrinde şişman kadın bir idealdi.
Doğulu şişman kadın imgesinin daha çok B atının bir düşü olduğu
nu sanıyorum. Batılı sanatçıların gizli özlemleri ... I ngres de bunlardan bi
ri; yani düşlediği, düşündüğü saray hamamları elbette ki böyle değildi. Za
ten hamamın gerçek bir fonksiyonu var ve hamam bir tembel yatağı değil,
gayet güzel bir arınma aracı. Dolayısıyla biraz Ingres'e sataşarak kendime
göre, çıplaklığa bir yorum getirmeye çalıştım. Gerçi dün sergime gelen
Fransız filozof arkadaşım Guy Besse gayet doğru olarak, " Bu çıplak kadın
kompozisyonlarından çok, sizin hatları, bazı camilerinizin içindeki yuvar
lak eski yazı kompozisyonlarını anımsatıyor, " dedi.
Bence doğru bir düşünce. Çünkü bütün bu "parmak" resimlerinde,
oldum olası sevdiğim hat sanatının payı var. Sık sık hatla ilgili çalışmala
rım oldu, eski hat ustaları beni hayli etkiledi demek yerinde olur.
M Ş G : Biçim olarak hat sanatını amınsattıkları doğru. Özellikle yu
varlak tablolarda bu izienim edinilebilir. Ama içerik olarak, özellikle Ing
res'i tiye alan üçlemedeki parmaklarda, dolgun vücudu kadın imgesi can
lanıyor oldukça. . .
A D : Belki Ingres'e karşı biraz haksızlık ediyoruz. Ingres'in d e bu
kadar saf olduğunu sanmıyorum. Galiba sadece kişsel olarak semiz kadın
lardan hoşlanıyordu. Ve galiba bu semiz kadınları Osmanlı hamamlarına
yamadı. Şişman kadın konusunda birini daha anımsatabiliriz. Ama çok za
rif şişman kadınlar konusunda. O da Renoir:
Hayatının sonuna doğru yaptığı "Çıplaklar" örneğin. Özellikle genç
köylü kızları model olarak seçerdi ve ne kadar semiz olurlarsa o kadar sevi
niyor, etkileniyordu.
M Ş G : Osmanlı saray kadınlarında vücutlarını kapatmak, oysa Fran
sa'da ve Batı ülkelerinde özellikle aristokrat kadınlarda açmak, göstermek
eğilimi var.
AD: Hollanda'da da bir hayli şişman kadın merakı vardı. Hollanda
lı ressamların bir kısmı, örneğin Rubens, çok şişman kadınları resmetmek
ten çok hoşlanıyordu. Fakat yine de kural değil bu. Örneğin Osmanlı dedik
ABi D i N D i N O 29 9
Ayrıca erotik parmaklar da var. Rüyamsı bir dünya söz konusu. Hatta bir
ara, " Uyanık rüyamsı tablolar yapıyorum," demiştin.
AD: Doğru. Bu resimleri düşte görmedim ama uyanık olarak belki
d üşledim. Ayrı bir durum. Doğu sanatına gelince, Japon erotizmi ilginç bir
erotizmdir. Ama bence oldukça kaba. Erotizmin değişik türleri var. Örneğin
Fransızların erotik saydıkları, Boucher ya da Fragonard gibi. Benim anlayışı
ma göre bu da kolay bir erotizm cinsi. Doğuda ilginç olan en önemli erotik an
latı türü "tantrik" resimlerde biçimlenmiştir. Tantrik felsefenin ürünleri olan
erotik resimler . . . Orada erotizmi çok aşan ama erotizmin içinde oluşan birta
kım simgeler, -simge sözcüğü de zayıf kalıyor, imgeler diyelim- çiçeklenir.. .
Bizim erotik Türk minyatürlerine gelince (Topkapı Sarayı'nda biraz
gizli tutulurlar) çoğu oldukça yavan ve ilkel. O kadar ilginç değiller. Yani,
Osmanlı erotizmini belki bambaşka alanlarda aramak gerekiyor. Ya hat sa
natında, çok gizli bir biçimde, hele özellikle Bektaşi resimlerinde. . . Bektaşi
resimleri Hurufılikle ilgilidir; ismi üstünde harflerden geçer bunlar. Harf
lerin kıvrımları, istifleri, erotik çağrışımlarla yüklü. Benim koleksiyonum
da bunlardan birkaçını görmek olası.
M Ş G : Tablolarının bazılarında, kendinden geçme, bir tür renk ve
biçim orgazmından söz edilebilir . . .
A D : Belki çağrışım olarak. Öyle biçimler var ki, onları insanoğlu
varlığının ana öğeleri olarak anlamak lazım. Nitekim Anadolu'da eski çağ
lardan kalma phallus heykelleri, bir bereket simgesi olarak tertemiz duygu
lada kutlanırlar hala.
M Ş G : Japonya'da günümüze dek yaşayan phallus tapıcıları veya
phallus'u yücelten, bu vesileyle bayramlar düzenleyen topluluklar var.
AD: Anadolu'nun toprakları bu inanca yabancı değil. Doğurganlık
büyüsü . . .
M Ş G : Tablolarında tabii b u kadar belirgin bir biçimde phallus yok.
Sadece suggestion (önerme) biçiminde bir şeyler var. Böyle bir izlenimi,
doğal olarak isteyen görebilir.
AD: Erkek ya da dişi olarak bu duyguyu herhangi bir çiçeği seyre
derken de bulmak mümkün. Zaten çiçekleri uzun süre çizmiş olmamın
nedeni, belki çiçeklerdeki bu kendine özgü erotizm cinsinin varlığıdır.
man ismini taktığımız kelle vurdurtmuş, çok can almış, sorgusuz sual
siz çok kan dökmüş ve döktürmüş, zulüm ve baskının o dönemlerdeki ma
dalyası en çok temsilcisini "karşılamak" için.
Aslına bakarsanız serginin resmi açılışı I3 Şubat I 9 9 o 'da yapıldı:
Fransa Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı François Mittenand ile Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından.
ilk günkü ziyaretçiler yüksek "zevat." Öyle olunca, serginin açı
lış saatinden çok önceden mahallede geniş "güvenlik tedbirleri" alındı:
"Büyük Saray"ın çevresi binlerce üniformalı ve üniformasız ama giyinişle
rinden ve ütülü pantolalarından ve tertemiz deri ceketlerinden "aynasız"
oldukları belli, polisle sıkı denetim ve koruma altına alındı. Kimi metro is
tasyonları ulaşıma kapatıldı.
Mahallenin kibar ve yaşlı kadınları ile kendini pek beğenmiş beyle
ri bu işe fena alındılar: " Nasolurefeim (yazımda hata yoktur) ulaşım özgür
lüğümüz nasıl kısıtlanırmış ? ! " Kızgınlar."
Özal'ın Paris'e gelmesini protesto etmek isteyen çok sayıda siyasi
parti, dernek var: İşte E RNK, Sosyalist, Avrupa-Dev-Genç, THKP-C-Acilciler,
Tİ KB Sempatizanları, TKP /ML Hareketi, TKP fB, Ekim, TDKP Paris Taraftar
ları, Kawa, TKP fML-DKP adına bildiri dağıtan kadın erkek genç daha az genç
onlarca, yüzlerce kimi anlarda gösterici. Bu mahallenin aristokrat ve büyük
burjuva insanlarının hiç alışık olmadığı esmer ve daha beteri kimi bıyıklı
(" Oh! MonDieu!") kimi sakallı ( "Au secours ils reviennent! Qui? Les Musul
mans!!!'1 insanlar: Ve hem de hiç ama hiç anlamadıkları dillerde bağırıyorlar.
Polis elbette "seyirci kalamazdı:" Müdahale etti ve çok sert çatışma
lar çıktı. Paris'te polis elbette göstericilerin böylesine bir karşı koymasına
ABi D i N D i N O 30 1
alışkın değil: Fransa ve hele Paris'te polis müdahale edince gösterici kar
şı koymaz. Polis gözaltına alır, kimlik denetimi yapar ya hemen ya da biraz
sonra serbest bırakır. .. Ama bizimkiler öyle değil: Bir çatışma, bir atışma,
kaş göz yarılmaları. Sadece göstericiler tarafından değil. Polisten de epey
zaiyat var. Hiç alışılmamış bir eylem. Sonuç birçok yaralının yanı sıra on
larca gösterici gözaltına alındı...
François Mitterrand, dönemin Başbakanı ve Fransızcayı TGV (Çok
Hızlı Tren) tarzında konuştuğu için beş kelimesinden üçünü "yutan" Mic
hel Rocard, Dışişleri B akanı ve Mitterrand'ın kadim dostu ve hükümetleri
nin tek değişmez bakanı ve en yakışıklı "ağlam" Roland Dumas, Kültür Ba
kanı ("Formidable! Man cher, Jormidable") Jack Lang ve Mitterrand "takımı
nın" bütün elemanları Özal ve yanındakilere "çok özel bir ilgi" gösterdiler.
Elysee Sarayı sözcüsünün gazetecilere açıkladığına göre. Thomson radarlar,
A-340 Airbusler (Sakın İngilizcenin etkisiyle "ayrbas" diye telaffuz etmeyi
niz. Lütfen "erbüs" deyiniz: Yoksa " Fransız dostlarımız" alınırlar.) vb. satışı
konuşulmuş Özal ile. Özal çok "anlayışlı" bir siyasi lider izlenimi bırakmış.
O günlerde iki Almanya'nın birleşmesi üzerine etekleri tutuşan ve
bizzat kendisinin zaman içinde bir Alman sömürgesi olmasından korkma
ya başlayan Fransa için yeni "pazarlar" gerekiyordu. Ve o da yüzünü Roman
ya ve Türkiye gibi "öteden beri dost" iki devlete çeviriyordu. Bizimkiler za
ten bu işe dünden hazır. Kanuni'nin torunları pilavdan kaçanın kaşığı kırıl
sm kuralını çok iyi biliyorlar. Dahası dedemiz, ne dedesi kardeşim atamız
Muhteşem namını Fransızlardan boşuna mı almıştı: 1528'de Osmanlı İm
paratorluğu gücünün zirvesindeyken, Charles Quint ile cebelleşen ve hatta
esir bile düşen I. François'yı, yani François Mitterrand'ın atasını kurtarma
mış mıydı? Ve de hem de Fransa Kralına ilk kapitülasyonları bir tür yaş yıl
dönümü hediyesi olarak altın bir tepsi üstünde sunmamış mıydı? Maksat ti
caret canlansın ne olacak yani birkaç "kolaylık"tan, birkaç "taviz"den? Biz
cömertiz. Onlar "çökertirler. " Bu işler böyle! Neredeyse beş yüz yıl sonra ay
nı piyes sahneleniyor. Fransızların böylece bunca dev bir sergi için kesenin
ağzını neden açtıklarını da anlıyor(muy)uz (?). Bu henüz belli değil (di) .
14 Şubat 199o'da yağmur altında bir saat kuyrukta bekledikten sonra
Büyük Saray'a girebilen bir avuç talihli davetliler arasındayız: Abidin ve ben.
dü. Çok şık bir de katalog yayınladılar: Kerem Topuz'un yönetiminde hazır
lanan katalogda her sanatçının fotoğrafı ve eserlerinden birinin röprodüksi
yonu bulunuyor. Abidin'den " Variations" isimli ve r 9 6 5 tarihli bir tuval.
Evet, bu sergide, Abidin 'in içinde bulunduğu topluluktaki birçok
isim de tanıdık. Elbette hepsini tanıyoruz da, burada demek istediğim şu:
Birçoğu Abidin'in hikayesinde öteden beri ismi geçenler. İşte Hakkı Anlı,
ABi DiN D i N o
Avni Arbaş, Ayşegül Beton (O da bilim kadını olarak başladı resime sonra
sadece resim yaptı: Tiraje Dikmen, Mübin Orhan "okulundan" diyeceğim
az daha: Bilim yerine sanatı seçmiş olması nedeniyle. Ayşegül, Filiz Tok
can'ın kızkardeşidir. Filiz ise hem ressamdır. Hem de SB F'den sınıf arka
daşımız ve bizim dönem S B F'lilerin çok sevdiği bir dostumuzun Osman
Tokcan'ın, iyi tanıyanların diliyle " Güzel" Osman'ın, eşidir.) , Selçuk Demi
rel, Nejad Devrim, Mehmet ileri ( Rasih Nuri İleri'nin yani Abidin'in yeğe
ninin oğludur: Ama neden bilinmez Abidin ve Mehmet ya da Mehmet ile
Abidin ikisi birlikte hiç ama hiç sergi açmadılar: Olsun, 1979'da Tarbes'da
olduğu gibi, burada da hiç olmazsa bir aradalar ya, bu da yeter) , Ömer Ka
leşi, Komet, Pikret Mualla, Mehmet Nazım, Ody, Mübin Orhan, Selim Tu
ran, Ömer Uluç, Utku Varlık, Hilda Yosmayan ve Fahrünissa Zeyd.
İşte 194o'ların ikinci yarısının hemen başından 1 9 9 o ' a kadar Paris
nam başkente kadar gelip Seine Nehri ile tanışan, Eyfel Kulesi ile dalga ge
çen, Notre Dame'a nanik yapan, Quartier Latin senin Montparnasse benim
Paris efsanesinin sürgitmesine katkıda bulunan kimi gün aç, kimi gün
"}'ai bien mange, j 'ai bien bu, j 'ai la peau du ventre bien tendue " "türküleri
söyleyen "resim fedaileri" ordusu.
Bu sergide bir de ne bileyim böyle acımtırak bir tad var: Sanki bu
sergi aynı zamanda o eski günlerden başlayan ve bu güya "yeni günlere"
kadar gelen birçok kuşak sanatçımızın bizzat başlattığı zaman çizelgesini
kapattığını ve yeni gelenlerin kendi zaman cetvelini açtığının da işaretiydi.
Sanki eskiler, "Gelecek günler gelecek çocuklarındır artık. Bize müsaade,"
diyorlar(dı). Gençler de "Artık bizim d e saatimiz ve sıramız gelmeli! di
yorlardı. Belki de bana öyle geliyor( du) .
Bu sergi sürerken, cumartesi 3 Mart 1 9 9 o'da, Abidin ve Güzin'i
eve yemeğe davet ettik. Çok hoş geldiler. Abidin " Küçük BoyutjBoy" re
simlerinden biriyle, her zamanki cömertliği üstünde. Çok güzel zaman
geçirdik Sonra bir ara Güzin'le Françoise ortadan kayboldular. Veya bi
ze öyle geldi. Biz de o zaman benim çalışma büroma geçtik: Abidin'e son
yazdığım şeyleri gösterdim. Son okuduklarımı da. O günlerde neler ha
zırladıklarımı da. Bu arada Abidin'in benim çalışma masasında üç-beş
fotoğrafını çektim:
M isAFi RLERİ
Abidinleri çok sevimli ve çok yakın akrabaları yanında başkaları da
ziyarete geliyordu.
Hemen aklıma gelen birkaçını sayacak olsam: Zeynep A vcı, Şehnaz
Akıncı, Tiraje Dikmen, Necmi Sönmez, Gaye Petek, Fahri ve Neriman Pe
tek çifti, J ak Ş alom, Uğur Hüküm, Defne Gürsoy, Selçuk Demirel, ı 989'da
vefatma kadar Nesuhi Ertegün ve eşi Selma Ertegün, Paris'e uğradığında
ABi D i N D i N O
İlhan Selçuk ve eşi, Hıfzı Topuz ve eşi ve oğlu Kerem Topuz, Melih Cevdet
Anday ve eşi ve diğer dostları, Avni ve Henriette Arbaş, Boratavlar, Ömer
Uluç ve Sevim Burak ve değişik arkadaşları, Kornet ve eşi Zeynep, Behçet
Safa, Keriman Ulusoy, Mehmet Ulusoy, I şıl Kasapoğlu, Coşkun Aral, Enis
Batur, Samih Rifat, İlhan Berk.
Burada Fransız arkadaşlarını, tanıdıklarını ve dostlarını saymıyo
rum: Çünkü liste çok uzayabilir. Ama geçmiş zamanlardan bir Elsa Triolet,
bir Aragon her an karşımıza çıkabilirler: Asansörde, koridorda veya hiç bel
li olmaz bakarsınız belki tam ev-atölyenin girişinde. Aman dikkat! Aragon
size yine bir kabusunu anlatabilir. Aman tedbiri elden bırakmayınız!
Evet bu kesin: Abidiniere çok insan geliyordu: Ziyarete. Hal ve ha
tır sormaya. Bir fikir almaya. Bir danışmaya. Ve bu insanlar genel olarak
"Abidin Dino Treninin" eğer ayrı "kompartımanlarında" yolcu iseler asla
karşılaşamazlar, asla kesişemezlerdi. Aniatıyoruz ya kardeşim.
Bu "trafıki" düzene sokmak ta "chef de gare" olarak Güzin'in göre
viydi. Ve Güzin bu işi hakkıyla yapıyor(du) . Bu işin öyle kolay bir iş oldu
ğunu sanmayın lütfen.
Abidin'le tanışan, onunla bir süre sohbet eden bir kişi mutlaka et
kileniyordu: Değişik boyutlarda ve niteliklerde elbette.
Size bir Fransız arkadaşımızın hikayesini anlatmak istiyorum: Adı
ve soyadı: Françoise Rastoix. Lise yıllarında öğretmeninden Türkiye üzeri
ne bir ödev alıyor. Françoise, FKP militam (Hala da öyle. Çok ender rast
lanan bir vefa örneği olduğu için yazılması gerek.) Bu ödevi hazırlamak
için kime danışabilirim? diye sorunca, FKP'li yoldaşlarından biri, partide
"Türk" veya "Türkiye" denilince hemen akla gelen ikinci isim olan (birin
cisi elbette Nazım Hikmet) Abidin'i anımsıyor ve adresini buluyorlar.
Françoise o sırada ı o , Rue de L'Eure'deki ev-atölyeye yeni taşınmış
ve henüz tam anlamıyla yerleşmemiş Abidin'in kapısını çalıyor. Öyle bir
dostça karşılanıyar ve öyle kardeşçe tavsiyelerle donatılıyor ki, Françoise o
andan bugüne bir "Türkiye mecnunu"dur.
Ve hala öyledir. Kaç kez ziyaret etti Türkiye'yi? Sayısını önce kendi
si sonra hepimiz unuttuk. Abidin'le karşılaşmasından bir süre sonra Pa
ris'te tanıştığı Rüstem Gücüyener ile o zamana kadar hiç kimsenin aklının
ABi D i N D I N O
- ...
.J
t.
' - -- -
,.. _.._. _, ,
Abi d i n ve Yaşar Kemal, Fah ri ve Neriman Petek'in evinde ı g6o'ların hemen başında. Petek otomatik
fotograf makinasını "kurmuş" sonra koşarak gelmiş, iki arkadaşının arkasında pazunu vermiş: i ki eli
onların omuzlarında: Dostça sarmış: H erkes mutlu. Daha ne olsun) F Peıek koleksiyonu
ler gördüğümüzü biliyor musunuz? Bir gün, emekli olur olmaz umarım,
anılarımı yazınca göreceksiniz sizler de.)
O zaman seçmece ilişkiler demeti içinde Abidin de ben de birbiri
mizi anlıyorduk Bu kadarı da bize yetiyordu.
Ama yine de kimi kez ev -atölyesine vardığımda birilerinin orada
kendilerine ayrılan zamandan biraz daha fazla kalmış olması, yani "tren
den inme saatini şaşırmış" olması, veya son anda telefon edip mutlaka bir
işi için o saatte gelmesi gereken birinin çıkması ve buna benzeyen "zorla
yıcı koşullar" sonucu epey insan tanıdım. On yıl boyunca bir insanın evine
bu kadar sık giderseniz olacağı da budur.
Böylece karşılaştığım ve tanıştığım insanların kimiyle ayaküstü
sohbet ettim. Kimiyle biraz daha uzun boylu. Kimini çok sevdim, dost ol
dum, kimi sadece bir anı olarak kaldı. Bazıları silindi hemen. Zamanın sil
gisi yamandır, beterdir. Bilirsiniz.
ABi D i N DINO
Aklımda ve notlarımda kaldığı kadar bu on yıllık zaman dilimi için
de Abidinlerde yollarımızın kesiştiği ve tanımış olmaktan mutluluk duydu
ğum birçok isimden birkaçı şunlardır:
Fahri Petek: Başlı başına bir roman kahramanı. Hikayemizde bir
kaç kez ismi geçti. Ama onun bana anlattığı her şeyi henüz tümüyle yaz
mış değilim.
Münevver Andaç: Birçok kez karşılaştım. Anlattıklarını dinledim. Çok
az konuşan bir varlık olduğunu herhalde biliyorsunuz. Vakur, kibirli, son de
rece ciddi. Abidin ve Güzin'le çevirmekte olduğu bir kitaptaki bir sözcüğü sa·
atlerce nasıl tartıştıklarını anımsıyorum. Çevirideki titizliğiyle dünya şampiyo
nu olurdu, kesin. Yazılı ve basılı kitapların "ömrünün kısalmasından" ne ka
dar tedirgin olduğunu hatırlıyorum. Futbola tutkusunu. Güzelliğini. Ve çevre
sindekileri hiç umursamadan, çevresindekiler kim olursa olsun tek metelik
vermeden sigaralarını peşpeşe ve fosur fosur içmesini de . . . Ölüm geldiğinde
yine çok güzeldi Münevver. Onun için ölüm elbette ölüm olamazdı:
Abidin Dino,Yaşar Kemal Yu n a n l ı dostları E l i a s (Cömert sakalıyla muhteşem adam) eşi M aria
Petrapoules ve ressam Fassianos ile.Piace Monge'da. 1 4 Mayıs ı g8o. Fotograr Co şkun Aral'ın olmalı
E l i ;ı s Petropaulos koleksiyonu
rini hem sevdiklerini hem beğendiklerini yazmak lazım. Örneğin Sencer Di
vitçioğlu Nasıl Bir Tarih (Kök Türkler, Karahaıılar) kitabına (Bağlam Yayınla
rı, İstanbul, 1992) kapak olarak kendi koleksiyonundan Abidin'in "Turadaki
Kök Türk" isimli eserini koydu ve kitabını "Sevgili Güzin ve Abidin. En so
nunda 'çıktı' Umarım seversiniz" notuyla ve " Sencer" imzasıyla gönderdi.
Artun Ünsal'a da Abidinlerde rastladım. Sencer ve Artun'u başka
ve ayrı ayrı mekanlardan tanıyorum elbette: Sencer'i Paris' e geldiği günler
de " Le Grand Cluııy"de ve " La Paletten de görmek mümkündü. Artun ile
SB F'de aynı yıllarda öğretim üyeliği yaptık. Ama Abidinlerde rastladığım
da Artun, Abidin'le yaptığı ve o sırada Paris muhabiri olarak çalıştığı Hür
riyet 'te yayınlanmak üzere olan veya yayınlanacak olan söyleşi için gelmiş
ti. Bu arada bu söyleşi için çektiği birkaç fotoğrafı da getirmişti. Ve gazete
cilik döneminin en iyi, en coşkulu anlarının zirvesindeydi. Kendi kendine
ABi D i N D I N O
yetiyordu. Laf aramızda belki bu fotoğraflar pek bilinmiyar ama Artun'un
gerçekten başarılı gazeteciliğini bir de o güzelim fotoğraflada süslediğini
söylemeden geçmemeli. Renkli ve Abidin'le Güzin'i günlük en doğal hal
leriyle gösteren fotoğraflardan birini Güzin hediye etti. Saklıyorum. Üstün
de Artun'un imzası ve notuyla. Anıdır.
Abidinlerde Kerem Saltuk'a, Kerem Topuz'a ve Dr. M. Sinan Ge
nim'e de rastladım. Ama birbirlerimizi uzun boylu tanıyacak kadar zama
nımız olmadı maalesef.
Abidinlerde Türkiye'den örneğin Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Mus
tafa Ekmekçi veya Müşerref Hekimoğlu gibi dostlarından selam getirenler
hiç eksik olmadılar. Abidin bu tür gelişleri çok severdi.
Çünkü bir defa dostlarından haberler ve selamlar getiriliyordu.
İkincisi memleketten yani işin özünden yeni haberler de ulaşmış
oluyordu.
Dahası, Abidin, böylece ülkesinin bu sevimli insanlarını bu kadar
yakından tanımak fırsatını elde ediyordu. Abidin'in toplumbilimci yönleri
ni şimdiye kadar birkaç kez saptamak olanağı bulduk sanıyorum. Hele ge
lenlerin yanında çocukları da olursa o zaman zevkten bayılıyordu Abidin.
Bu bağlamda Paris'e her gelişinde Abidiniere mutlaka uğramayı
alışkanlık haline getiren Esin Afşar, eşi ve çocuğunu da anmalıyım. Onlarla
Abidinlerde karşılaşamadım ama herkesin bu gelip-gitmelerden çok mem
nun olduklarını biliyorum. Esin Afşar'ın anılarını okumak yeter örneğin.
Paris'e her geldiğinde Abidin'e uğrayan veya kimi zaman sadece
Abidin'i, yani " Peder Beyi" görmek için Paris'e gelen Yaşar Kemal'i de en
başta saymak lazım.
Yaşar Kemal, Alpay Kabacalı ile yaptığı bir söyleşide aynen şunu
söylüyor: " Fransa'da kaldığım süreyi toplasam, bir yılı geçer... ( "Çağımızın
Büyük Romancısı " Yaşar Kemal isimli kitabta: s. 84.)
Ve mutlaka bu zamanın tümünü veya tümüne yakınını Abidin'le
ve Güzin'le geçirmiştir. Adana'dan Ankara'ya oradan İstanbul'a kardeşleri
ni, dostlarını, "öğretmenlerini" ve " Peder"ini izleyen delikanlı Paris'e mi
gelmeyecek? Gelir ve her yere de Abidin'le gider: Elias Petropoulos, eşi Ma
ria ve arkadaşlarıyla "Dada gösterisi" bile yapar: Place Monge'da veya Elias-
Asi D i N D i N o
Sakıp Sabancı Abid i n'le, Abidin'in ev-atölyesinde Sabancı 'nın a rkasında pencereye doğru birkaç dost
daha var Güz in' le. M. Ş e h m u s G ü z e l Koleksiyonu
ABi D i N DiNO
'
J �
.
-
ll
; (
Mutfak ufacık bir köşedir: İçinde bir lavabo, bir buzdolabı, bir "cu
isiııiere" ve küçüklerden küçük seç bir masacık Tamam hepsi bu kadar. Bu
köşeciğe iki kişi sığ(a)maz.
Bu evde kardeşim hiçbir zaman bulaşık makinası olmadı.
Onun için kimi karacahilin, kimi şom ağızlının Abidin'in " Paris
Hayatını" anlatırken "malikaneden" fi lan söz etmesi Paris'teki güvercinle
ri çok güldürüyor: Çünkü onlar o binanın 9· ve r o . katında oturan Abidin
ve Güzin'in hali pür metalini her gün ve günde baş vakit görüyorlar. Ve bi
liyorlar ki " Paşa torunu" bir çiledir çekiyor Paris nam kentte. Ve o " parizi
yen ambiyans" vitrinieri süslüyor. Sadece vitrinleri.
John Berger'in bu evden yaptığı " F OTO KO P i " hem gerçekle örtü
şüyor: Mekanın "darlığından" söz ettiğinde.
Hem de örtüşmüyor: Örneğin şu sahrlarda olduğu gibi: " . . . şık kıyafet
ler (ikisi de kendi tarzlarında kusursuz birer moda yarabcısı gibi giyinirlerdi) . . . "
ABi D i N DiNO
John Berger'in "fotokopi"si iyi çıkmamış.
Gelin isterseniz bir de Mine G. Saulnier'nin "çizdiği tabloyu" sey
redelim:
" Paris'i kuşbakışı kucaklayan bir daire. Güzin ile Abidin'in evi. Tür
kiye'den gelen lokumların, badem ezmelerinin ikram edildiği, duvarların
Abidin resimleri, yerlerin Türk kilimleri kaplı olduğu ve Türkiye'den gelen
dostların Türk sahillerinden taşıdığı çakıl taşlarının, değerli birer biblo gi
bi sergilendiği yurt köşesi."
Nasıl?
(Mine Hanım'ın Abidin'le yaptığı uzun söyleşiye birazdan değine
ceğim Üç bölümlük söyleşinin girişinde yazıyor bu satırları: Tarihi doğ
ruysa bendeki Milliyet gazetesi kesitinin, bu söyleşinin birinci bölümü 17
aralık 1 9 93 'te yayınlanmış olmalı.)
İ şte bu ev-atölyede Abidin'den sonra Güzin'i yalnız bırakmamak
için onu düzenli ziyaret eden birçok kişi daha tanıdım:
Athena Daponte, Canan Gerede, H enriette Arbaş, Pierre Biro,
Fanchette Vafıadis, Marie-Jo, Pierre Chuvin, Michele Aquien, İbrahim Öğ
retmen, Gül Ar, Madame Hackett ve isimlerini şu anda maalesef hatırlaya
madığım daha başkaları . . . Bu artık ayrı ve farklı bir hikayenin konusudur.
Bu isimler Abidin geleneğinin, yani çok sayıda ama değişik ve baş
ka dünyalardan farklı insanların gelip-gitmesi geleneğinin, Abidin'den
sonra da sürdüğünü gösteriyor.
Evet Abidin böyle bir insandı: Gelenleri kabul etmek. Dinlemek. Yi
ne dinlemek. konuşturmak. Yine konuşturmak.
KARDEŞLERİ M
Evet, Abidin ülkeden gelenlerin anlattıklarını dinlemeye, onlara
sorular sorup gelişmeleri birinci ağızdan öğrenmeye çok meraklıydı. Ba
yılırdı bu işlere. Gelenler de Abidin'le tanışmaktan gurur duyuyorlardı.
O denli sevilen ve o kadar ünlü biriyle, insan gibi bir insanla, büyük bir
sanatçıyla tanışmak gurur vermez mi? Yaşadığı mekanı görmek, nasıl ça
lıştığını hayal etmek veya şanslıysanız ağzından dinlemek az şey mi sa
nıyorsunuz?
AB i D i N DiNo
Kardeşim M a h mut Faysal Güzel'le birl ikte Abid i n ' i ziyaret etti ğim izde G ü z i n çekti fotoğrafı m ı zı: ı 6
Tem m u z ı ggo'da. M . Ş e h m u s G ü z e l Kolek,yonu
An i D i N DiNo
- Yaşlandık mı Melih, diyecek oldu. Yakasındaki cihazı gösterdim,
Abidin hemen toparlandı,
- Ama ruhumuz genç, dedi.
Kameralar eşliğinde, Galata Kulesi, Cennet Bahçesi, Çiçek Pasa
jı'nda dolaştık, sohbet ettik. Çiçek Pasajı'nda beyaz şarap içip, yemek yedik.
İ şte o gün İstanbul gezimiz böyle sona erdi dostumla. Kalktık. "
Biri yazar, şair, düşünür, biri ressam, yazar ve şair ve heykeltraş ve
sinema ustası iki dost İ stanbul mekanında dolaştılar. Anılarıyla ve kamare
lara rağmen delikanlıca.
O İ stanbul gezintisi sırasında ve süresince Coşkun Aral oradaydı.
En güzel fotoğraflarını Abidin ve Melih'in O çekti: Cennet B ahçesi'nin
kapısında. Cennet'te. İki arkadaşın bir çay bardağını paylaştığı anda.
Hem neden bir çay bardağı iki kişi için? Lütfen açıklar mısınız? Çay iç
meyi rededen kim?
Çiçek Pasaj ı'nda beyaz şarap şişesi tamam. Markası bile okunuyor.
En iyisinden bir şişe şarap seçilmiş. Yemekler de anlaşılan pek lezzetli. O
kadar ki Melih'in sağ elinde kalemi, yemeğe başlamak üzere ( ! ) : Bizde ya
zarlar kalemleriyle yemeklerini yerler: Hele Çiçek Pasajı'nın şirin minik
lokantalarında. Abidin'in sağ elinde şarap bardağı. Hemen önde iki bardak
daha. Kimlerin? Biri mutlaka Coşkun Aral'ın. Öbürü kimin? Kamerayı tu
tan elierin sahibinin olmasın? Pasaj sakin. Dipte birasını içmek için otur
muş bir genç ikiliyi izliyor. " ( . . . )ne Restaurant''ı okunan lokantanın için
den ise bir genç seyrediyor, ayakta.
O gün çekildiği belli iki fotoğrafı daha var Abidin'in.
Birinde, bu kez tek başına: İki eli iki cebinde. Başında yazlık şapka
sı, mavi gömlek ve şık kostümü içinde. Düşünceli.
İkincisinde sağ eliyle bir balkanun belki bir taraçanın tırabzanını
tutmuş, şapkayı çıkarmış, saç dağınık, dipte, derinlemesine bir görüntü:
Boğaziçi'ne hakim. Şehnaz'ın evinde çekilmiş olmalı.
Çok iyi oldu bu. Biz de zaten oraya gitmek istiyorduk Evet Abidin Me
lih'le Cennet senin Cehennem de benim diyerek İstanbul kazan sen kepçe
dolaşırken, Güzin boş duracak değil ya. Canım o da kendi arkadaşlarıyla teş
rik-i mesai yapıyor: Şehnaz'ın evinde, belki İstanbul Abidin Dino Müzesi de-
ABi Di N DiNO
ORHAN PAM U K
Güzin Orhan Pamuk'un annesi tarafından akrabası olduğunu he
nüz bilmediği günlerden birinde yaşadığı bir olayı anlattı, sonra da Orhan
Pamuk'la tesadüfen İstanbul'da karşılaşmalarını:
" Gülgün Basmacı-Üstündağ ve eşi OECD nezdinde Türkiye temsil
cisi, bir akşam evinde yemeğe davet etti bizi. Masada on kişi kadarız.
Zülfü de (Zülfü Livaneli. M ŞG) var. Bir ara konuşurken, Orhan Pa
muk'a sözü getirdi ve 'Nihayet bizimde büyük bir romancımız var. İlk bü
yük Türk romancısı' filan deyince. Benim tepem attı. Ama yine de fazla
abartmadan kibarca 'O kadar da değil canım" falan dedim. O sırada tartış
ma başladı. Ve Abidin de beni destekliyor.
Tartışma sürerken, Zülfü, dayanarnadı ve Abidin'e sordu:
- Hangi kitabını okudunuz?
Abidin'in yanıtma ne dersiniz? Aynen şu:
- Hiçbirini.
Zülfü üsteliyor bir kez daha:
- Peki o zaman nasıl eleştirebilirsiniz, niçin eleştiriyorsunuz?
Abidin kendini haklı çıkarabilmek için şunu söyledi:
- Güzin eleştirmen, bu işleri biliyor, ayrıca eşim de, onu destekle
rnem doğal.
Neyse tartışma nasıl sonuçlandı pek hatırlamıyorum. Ama yemek
bitişinde, salona geçtik. O sırada Gülgün bana ne dese beğenirsiniz:
- Biliyor musun, Orhan Şükufe'nin oğlu.
O zaman bir çam devirdiğimi anladım ve geri adım atıp işi tatlıya
bağlamak için bir şeyler geveledim ama iş işten geçmişti ve Gülgün de za
ten fırsatı kaçırınadı ve taşı gediğine koydu:
- Yok yok dediğini dedin artık geri alma!
Yakında İ stanbul'a döneceğini de biliyorum Gülgün'ün. O zaman
beni bir ateş bastı ve ona şöyle dedim:
-Bana söz ver, Orhan'a hiçbir şey söylemeyeceksin tamam mı!
Gülgün peki meki dedi ama bir türlü içime sinmedi. Neyse . . .
İşte İstanbul'da olduğumuz bir sırada Enis Batur ile Samih Rifat'ın
belgeseli için sokaktayız. Abidin'le Çiçek Pasajı karşısında bir yerdeyiz sa-
G n i N DosnAR
Abidin ve Güzin 1 9 9 1 yazından itibaren 1 9 9 2 ve 1 9 9 3 'te de döndü
ler İstanbul'a. Boğaziçi'ne ve dostlarına. Bu üç yaz süresince birçok dost ve
akrabayla yeniden görüştüler.
Örneğin Turhan Selçuk'la, kardeşi İlhan Selçuk'la ve Cumhuriyet ai
lesinin diğer çocuklarıyla. Abidin'in arkasına elle yazdığı "Turhan Sel
çuk'la" fotoğrafı bende: İki ustadan Abidin diğerinin kendisine armağan
ettiği albümü karıştınrken çekilmiş. İkisi de ayakta. Bir şövalenin önünde.
Turhan Selçukların evi mi?
Bu arada Büyükada'da Tiraje Dikmen'de kaldıkları günlerde Tira
je'nin komşusu ve iyi dostları Oral ve İpek Çalışlar ile de tanıştılar. İkisini
de çok sevdiler. Birçok ortak anıları var. Hele Güzin'in. Oral ve İpek'le
S B F'den arkadaşlığım vesilesiyle, bu, beni daha özel ve yakından ilgilendir
di ve sevindirdi elbette. Ortak dostlarınızın karşılaşması ve birbirlerini be-
AB i D i N D i N o
ğenmeleri ne hoş bir duygudur. Oral'ın Paris'e geldiğinde zaman zaman
Güzin tarafından davet edildiğini de eklemek lazım.
Bir fotoğrafım daha var: Rasih Nuri ileri, Abidin ve Ziya Şav bir ara
da. Güzin arkasına elle " 1 9 9 3 . İstanbul. Richmond Hôtel" diye yazmış.
Ancak fotoğrafhiç bir otel salonuna veya odasına benzemiyor: Örneğin
altı koltuk görünüyor, üç ayrı sitilden. Perde var, hasbayağı kaliteli ve hiç otel
perdelerine benzemiyor. Arkadaki duvar baştan sona ve tepeden tırnağa kitap
lada kaplı. Kitaplar öyle sıradan ve her yerde bulunabilecek türde kitaplar da
değil: Cildi, "eski," kaliteli ve hayran olunacak kitaplar. Raflarda kitapların
önünde ve kitapların lütfen müsaade ettiği ölçüde fotoğraflar var: Çerçevelerin
de. Öyle bir iki tane de değil. Sayıyorum: En az on tane. Bunlar seçilebilenler:
Hani daha yakından baksam tanıyabileceğim yüzler bunlar. Görülebilenler sa
dece fotoğraflar da değil: Birçok da tablo var: Yine rafların önünde veya kitap
ların üstüne asılı. Eee o zaman burası otel motel olamaz. Peki neresi?
Adını andığım üç kişiye bakalım şimdi isterseniz: Rasih tebessüm
ediyor. İ nce ve şık bir kazak mı (?) ne giymiş. Ziya Şav'ın sırtında bir polo.
Abidin ceketli: Hani neredeyse artık alıştığımız " İstanbul giysileri" içinde.
Ve çok dikkatli bir biçimde bir kağıda bakıyor: Yüzde yüz Rasih'in verdiği
bir belgeyi inceliyor. Rasih'in sağ elinde başka bir belge. Sol elinde kitap
lar, defterler(?). Ziya Şav her zamanki gibi şaka yapmaya ve kahkahalar at
maya hazır. Ve karşısındaki biriyle konuşuyor gibi. Evet burası olsa olsa
Rasih'in evi olabilir. Richmond Hôtel değil.
Nitekim rastlantı diye ben buna derim: Rasih Nuri ileri, bana yaz
dığı ro Ekim 2oo6 tarihli mektubunda sanki o anı anlatıyor:
"Abidin'le Güzin bana geldiler. Abidin, ' Bunu göster, şunu göster,
bu kaldı mı, şu duruyor mu? diye arşivimi, koleksiyonumu görmek, Gü
zin'e göstermek istedi. Pasaportundan evlenme cüzdanına kadar her şey
bendeydi. O günlerde Güzin ağır hastaydı. Adeta depresifbir haldeydi. Bil
mem şimdi hatırlar mı? Güzin de bunların hepsine baktı ve birdenbire ' İyi
ki Rasih'e vermişiz, Abidin'de kalsaydı çoğu yok olurdu' deyiverdi. Güzin
de her şeyi adeta tapareasma saklardı, böyle ortak bir yönümüz vardı. Yine
de bu değerlendirmesi büyük çapta doğruydu. Bu, Abidin'le son görüşme
miz oldu. Vefatından birkaç ay önce gelmişlerdi bana."
ABi D i N D I N O 3 31
Dinolar, Metin Deniz'in galerisi M D ' de açılacak sergi için İ stan
bul 'da iken M etin Deniz tarafından M as M atbaası ' na getirilirler.
Abidin'in Türkçede ilk kataloğu basılacaktır. M atbaanın yöneticilerinden
Lokman Şahin'in hafızasına yerleşen bir görüntü vardır: Matbaanın mer
divenlerini çıkan ve sonra inen, elele tutuşmuş şirin ve sevimli bir çift.
O gün çekilen fotoğraflar bile vardır. Ve bir gün fora edeceklerdir: İstan
bul'da Taksim Meydanı'nda:
Bu kent bizim kentimizdir diyecekler: Avaz avaza bir coşku. Çığlık
çığlığa bir gençlik ellerinde ellerimizle.
"İstanbul tüm su, yani deniz. Denize karşı kurulmuş az mı kent var
dünyada? Fakat deniz karşılarında hepsinin, şehir bir yanda, deniz öte yan
da, sadece bir manzara, göstermelik.
Oysa, İ stanbul denizle iç içe, deniz İstanbul'un hacakları arasında,
kollarına, başına sarılmış, beline dolanmış, ağzından girip burnundan çık
mış, içli dışlı . . . Öyle olunca, insanları, yani İstanbullular da ister istemez
bir başka: Biraz gemici, biraz dalgıç, biraz balık, biraz martı, hatta karaba
tak, biraz da akıntı, bir o yana, bir bu yana, dolanıp dururlar iniş yokuşlar
üstünde, telaşlı. Bir de zülyen boyalı gemiler birdenbire yatak odanıza gi
rerler, selam sabah demeden." (Ölüm mü? Ne Buluş! s. 40-4 1.)
Ne olursa olsun bu bizim İstanbul'dur. Evet İstanbul bizimdir. Ve
İstanbul dost yatağıdır. İstanbul dostların toplamının en somutlaşmış hali
dir. İ stanbul canımın içidir. İstanbul dillere destan bir Boğaziçi'dir.
Hangi yaz bilinmez, insanoğlunun zaman cetveli 1 9 9 2 yazma işaret
ediyor, bilmem inanalım mı, çekilmiştir bir resim: Abidin dostlannın arasın
dadır. Dostları Abidin'in taaaa derinliklerinde. Abidin'dir bu: Bu manzara,
bu dost akıntısı içinde duygulanır, boğazında bir şeyler düğümlenir.
Abidin der ki " Gırtlağımda türnceler düğümlendi. "
O zaman işte fotoğraf konuşur. Fotoğraftaki dostları:
İşte en önde Amelie Edgü, bir koltuğa oturmuş ve kızı Esma anne
sinin dizlerinde ve annesine sarılmış: İkisi de mutlu ve gözlerinde sevinç
dalgaları. Ferit Edgü biraz ötede, ayakta ve anlaşılan o an yalnız. Sadece o an.
Hemen yanı başında Cevat Çapan: ı 9 6 9 'un delikanlısı. Yanındaki
bayan eşi mi?
ABi D i N D i N O 333
Elveda İ stanbul! Elveda Boğaziçi'm. En mutlu olduğum bir anda se
ninle vedalaşmaya geldim. Beni aniayacağını ümit ediyorum. Elveda Yeni
köy. Tarabya. Elveda gençliğim. Bogaziçi'nin balıkları elveda. Taşlarını tek
tek tanıdığım "dünyanın en büyük caddesi" elveda. Narmanlı Yurdu yine
görüşmek üzere. Sansaryan Han/ siclik kokularını al/ ve başına çal. "Tabut
lukların" senin olsun. Kenef! Copunu koluna bacaklarına, falakanı tabania
rına ayaklarının. Zulmün batsın! Duvarlarındaki kan izleri bizim çünkü.
Yeniköy'deki iskelenin yoğurtçusunun yoğurdu, seni hiç unutmayacağım,
damağımda tadınla. Yaşar Kemal'in buğulu levreklerini, Azra'nın yeni
evindeki yeni adamı: Perdeleri gıcır. Gül'ün kedilerini. G alatasaray tutku
sunu. Adana'nın İ stasyonunu. Taş Köprüsü'nü. Taşları yoldan veya yolları
taştan sokaklarını unutursam bana da Abidin demesinler! Yosun tut
muş yalı merdivenleri ve yalı taraçalarında güzelim G 'lerle. Ostrorog Yalı
sı ve "müşterilerini. " Sokakta Harp Var: Kemal Ahmet'i. Neyzen'i. F. Cela
lettin'i. Boğaziçi'nde koca yalıda, ana, baba, teyze, dayı, enişte, küçüklü bü
yüklü akraba-taalukat, o bir içim su genç kızlar, Nermin, Pervin, Nesrin,
Julide, Cemile, Celile. . . Bana ayrılan zamanı çizerken sizlerle olmak. Unut
mayacağım. Kız Kulesi sil gözyaşlarını. Ü sküdar hoşça kal. Hoşçakal Hay
darpaşa Gar'ı. Yeni sürgünlere Anadolu kapısı elveda. Selimiye Kışlası sen
de sil gözyaşlarını: Zulmün sonu gelecek merak etme, sen de o günleri(mi
zi) göreceksin. Beklemeyi bilebilirsen. Bekletirlerse: Kazmaların saldırısı
na uğramadan! Analar artık çocuklarının başında bit aramayacaklar seni
terkettikleri zamanların bitiminde. Elveda Caddebostan: Nazım merhaba.
Yoldaşım tek. Zamanların peşinde zamansız. Orhan Kemal merhaba. Bak
ne güzel "Avare Yıllar"ımızda beraber burda beraber. Leyla Abla merhaba.
Merhaba Celal. Melih. Ben de bir "Garip"im: Kel'den bu yana. Orhan. Ok
tay. Sait merhaba. Ahmet Dino merhaba. Arif nasılsın babam. Geliyorum
üç vakte kadar. Açın kapılarınızı. Pencerelerinizi. İstanbul'la vedalaşmam
bitsin: Göreceksiniz yine kuracağız o güzelim ailemizi: Kendi gülme nö
betlerinde kaygısız Cenevre günlerinin çocukluğunda dadı sinemalarım
merhaba. Babam, " silme sağır babam" benim merhaba. Saffet anam kapı
na kapandım: Ayaklarının güzelliği terketmedi beni seksen yıl. Seksen yıl
ana dile kolay. Beyazbembeyaz gecelerimde öksüz ve yetim kaldım sensiz
ABi D i N D i N O 335
M G S : Abidin, otuz yıl sonra İstanbul'a dönüşten ne kaldı geriye?
(Hemen belirtmeliyim: Abidin İstanbul'u 1 9 5 2'de terketmek zorunda kal
dıktan sonra birkaç sefer döndü. Ve 1 9 9 1 ' den önceki son gidişinin tarihi
1 978 olmalı. Dolayısıyla Abidin için otuz yıllık ayrılık söz konusu değildir.
Güzin için ise 1 954'ten 1 9 9 ı ' e 37 yıllık bir ayrılık girmiştir araya. Ancak Mi
ne Hanım aynı zamanda sorusuyla şu n u sormak istediği için bu tarihi ay
rıntıların önemi ikincilleşiyor: Onun sormak istediği 1952' den o günlere
nelerin değiştiği.)
AD: İstanbul'un tadı damağımda kaldı. O tat da bana yeter.
M G S : H angi duygularla gittiniz İstanbul'a ve hangi duygularla dön
dünüz?
AD: H asretle gittim ve hasretle döndüm. Belki benim için İstan
bul, yapılardan ve coğrafyadan fazla, insanların kendisi. Bana kimseleri
göremeyeceksin, bulamayacaksın demişlerdi. Oysa sevdiğim İ stanbul'u,
olduğu gibi buldum. İnsanlar orada. İnsanlar dediğim zaman, yalnız ta
nıdıklarımdan söz etmiyorum. Tabii eski dostları tekrar bulmak müthiş
bir sevinç. Fakat bir de tanımadığım dostlar var. Sokakta rastladığım,
kahvelerde rastladığım, bir takside rastladığım dostlar. Herhangi bir lo
kantada rastladığım insanlar da var. Bunlar, bıraktığım İstanbul'daki in
sanların tıpkısı. Fazla bir değişiklik yok. Belki şöyle bir şey söylenebilir:
Anadolu insanı, çok daha kalabalık artık İstanbul'da. Ama ben Anadolu
insanını zaten seviyordum Anadolu' da. Onları İstanbul'da görmek de ay
nı sevginin bir devamı.
M G S : Bıraktığım gibi buldum insanları dediniz. Nasıl bırakmıştı
nız insanları? İyiler miydi, hoşlar mıydı hepsi? Çünkü siz az çile çekmedi
niz Türkiye'de. Size acı çektirenler de insanlar değil miydi?
AD: Anımsadığım insanların hepsi iyi. İyi olmayanları zaten unu
tuyorum çabucak . . . İstanbul'a gelince, otuz yıl sonra geriye dönüşümden
bana imgeler kaldı. Ressam olduğum için her şeyden önce imgeler kaldı.
Bazıları sevinçli, bazıları daha az sevinçli, hatta acı diyebilirm. "
Abidin, daha sonra İstanbul'da sandalcı küreklerinin değişmiş, sandal
sayısının müthiş azalmış, kayıkhanelerin tıkanmış olmasından söz ediyor. Ve
şunu söylüyor: "Bence bu, bir deniz uygarlığı olduğumuzu unuttuk demek."
Asi D i N D i N o 337
Karanlığın ve ışığın cinsi önemli.
Çapraşık sorun, işin içinden çıkmak olası elbet, her şeyi silbaştan
düşünmek şartıyla.
Bu akşam Heybeli'nin ardına doğru mora çalan küller yağıyor, çap
razlama. Martılar çığlık çığ lığa. Artık fırçaları yıkamam lazım. Yoruldum.
Bütün gün hep aynı soru: Lütfen söyler misiniz, benden içen1 resmin ka
pısı nerede?"
AB i D i N D I N O 339
Abidin'in nüfus cüzdanı ve pasaportunun ilk iki sayfa s ı (sağda).
:;.::= � � rASArDIT
PAUU'<JtıT
r.us.roaT
TGRıqvt-cuMH lvtTI ııOCo.a.T1
::11��
COUVERNt'4Em�• la Rt.P\J&LIOut: URQUe
CMl,.VF.RNMTNf O� TURKiı� ı
,_ . .. .. ı
4!!.:.
-
:: :; .:-::" -
-1'"",8· ./!f 7 3!t3 5 .... .... i
_ .. }- _12L__.'ll_...
#. -·-
_ ----
-
... �-
.... .. _._
.. c,"'/ -'117;{7;,--
... )
·- � ,._ •·
JM;..,-: 1_-r-
........ � _.
..atıo-ı•a.•rt ,.._,,., (;:--
... ,.,... ,... 1'
..--------------��--------------- -J
J
H Ü V I Y E T V i' E � K Xc·ı
S ı C. N A L E �1 E N T
P E R S U N A L I' A R T I C ü i . A H S.
Jl,f,r�, ;:.;•h-(,
ı li't•.ı., ... ol
·
i.
Ir�..,/.� ı
: ·;·;.;; �··�:i-lı J./1/J
��
ı
ı
ı ·���"'
L__
ı ı
r� -11.. �cl! c
lltkt. ��
. ı-3:r l �ı-t 1
:· :. ı-"' "
·· i·
ÇOCUKLAT:I · ENI' ANT -CHıLD�[N
ABi D i N D i N O 34 1
Arifin uzun saçlı, Nazım'ın rüzgarda uçuşan yüzü.
Sır dolu yüzler. Yüzlerin dünyası. Dünya yüzleri. "Bütünleşme"
militanı Çinli filozof Şeng Çeng'in yüzü.
" Dünyanın en iyimser kötümseriyim" diye kendini tanımlayan Abi
din'in yıl sonu hediyesi, ünlü yazarımız Yaşar Kemal'le, 1 9 9 2 yazında, İs
tanbul'da gerçekleştirdiği konuşmajsöyleşijdiyalogu içeren yapıt. Yani Vi
sages Pile ou Face (Yüzler Yazı Tura) . Kitap, Abidin'in "Yüzler"inden seçil
miş desenlerle donatılmış. Yayınevi yine Fata Morgana.
Kitapta Abidin ve Yaşar Kemal 1 94o'ların Adana günlerini ve o
günlerden bu günlere tanıdıkları yüzleri, kokuları, renkleri anlatıyorlar.
"Yeşilin üç bin türü, " Çukurova'nın bin bir sarısı, bitmez tükenmez mavi
ler. Daha neler neler. Gogol'ün, Nazım'ın ve Arif Dino'nun çizdikleri.
Abidin'in resimleri 1 9 93'te Galeri Nev'de İ stanbul ve Ankara'da
sergilendiler: 1 9 93 "yüzler" yılı oldu.
ABi D i N D i N O 343
Futbolu ve geçmiş yılların koşturmalarını. ..
Paris'te her zaman iyi yaşadı denemez Abidin için.
Güzin bakın neler söylüyor: " Paris'e sevinerek gitmedik Ağlayarak
gittik desem yeridir. Türkiye'de kalsaydık daha yararlı olacaktık Hem ben,
hem Abidin. Ama kalsaydık, ölecektik.
Paris'e vardık ama Paris'te ayakta durmak zordu. Çok zordu: Önce
parasızlık Sonra peşpeşe gelen hastalıklar. Kırk yılın yarısından çoğunu
zor koşullarda geçirdik Çok zor koşullarda. Tanıdıkları, dostları ve arkadaş
ları sayesinde o alımlı, o güzel evlerde kalabildik Onların yardımıyla tatile
gidebildik. Paris'te yaşamak ve işimiz zordu.
Öte yandan hastalıklar peşimizi bırakmadı hiçbir zaman. Abidin'in
hastalıklarını sayınakla bitirernem Peki nasıl kurtardık kendimizi? Şöyle:
Hayatımızı 'dramatise' ederek değil, 'dedramatise' ederek yaşayabildik. Yok
sa yaşayamazdık."
Abidin, seksen yıl yaşadı. Fena değil. Ama daha çok yaşamasını ne
kadar çok isterdim. Abidin Paris'teydi ama daha çok da dünyalıydı. Ve bu
nedenle olmalı çok dolaştı. Ama görmek istediği daha ne kadar çok kent,
kasaba ve köy vardı.
Çok hoş, çok sevimli insanlar tanıdı. Ama daha tanımak, görmek
koklamak istediği ne kadar çok insan vardı: Kadın, erkek ve çocuk.
Abidin Dino arkadaşımdı. Düzenli olarak her on beş günde, bazen
daha sık görüştüğüm bir yoldaşımdı. Evet Abidin komünistti ve komünist
olarak kalmasını bildi. TKP'li oldu. Ama saatinin geldiğini farkedince yolu
nu ayırdı.
Abidin'i, TKP'yi ve en üst yöneticilerini çok iyi tanıyan Vartan İh
malyan'a kulak kabartalım
" Rahmetli Nazım her zaman derdi: 'En büyük düşmanım Marat'tır,
en iyi dostum da Abidin'dir.'"
Ama ideallerinden asla ayrılmadı. Büyük İnsanlığın kurtuluşu için
mücadelesini sürdürdü.
Türkiye'de çok tanınıyor. Ama dünyada ünlü müydü?
Güzin'e sözü bırakıyorum:
"Abidin uluslararası bir şöhret değil. Evet Fransa'da tanınıyor, sevi-
344 AB i D i N S E R G i s i S ü RüYOR
liyor ama o kadar. Türkiye' de daha büyük şöhreti var. Bakın uluslararası
şöhret deyince benim aklıma Nesuhi ve Ahmet Ertegün gibi insanlar geli
yor. Veya Gökşin Sipahioğlu.
Ve bu nedenle, ben eşi olarak Abidin'e uluslararası şöhret diyemem."
Abidin çok yönlü bir sanatçıdır.
Albert Bitran bakın, Temmuz 2003 'te Abidin'e "gönderdiği mektu
bunda" neler yazıyor:
" S evgili Abidin,
Artık neredesin bilmiyorsun. Ben de bilmiyorum neredesin sen
şimdi. Rasgele yazıyorum sana. İyi de kime yazacağım?
Film yönetmeni Abidin'e mi?
Çeşitli sanat eğilim ve gruplarına hayat katan Abidin'e mi?
Ressam Abidin'e mi?
Yoksa yazar Abidin'e mi?
Nikah şahidime mi yoksa?
Sürgündeki siyasetçiye mi?
Yoksa dünya sanatçılarının dostuna mı?
Paris'teki Türk kültür elçisi Abidin'e mi?
Liste uzar gider. ..
Ama zeki, cömert, basiretli adamı unutmamalıyım asla...
Tamam ben d e zarfın üstüne
Sayın Abidin Dino
BÜYÜK İN SAN
diye yazacağım. "
İnatçıydı Abidin. Güzelim inatçıydı. Çocuksuydu. Ve hep günü
müzde bir genç:
Son bir yılda, 1 9 9 2 yılında, ilgilendiği konuları sıralıyorum: Abdül
hamid'in sarrafı Zarifi " Paşa," Abdülhamid'in "hafıye başısı" Fehim " Pa
şa" ve İngiliz metresi (bunların fotoları bile var mıymış?), Asiante, (Anto
nio, asıl adı Antonio Rapisarda. Doğumu: 1 9 0 0 . İtalyan romancısı ve piyes
yazarı. Mercure de France'ta Hale Asaf üzerine bir yazısı olmalı), Mercure de
France'in 1721 sayıları, Gazette de France'in 1721 sayıları, Dük Saint-Si
mon'un anılan, İstanbul'daki Fransa Büyükelçisi üzerine tarihi anılar...
ABi D i N D i N o 345
Daha bir dizi tarihi-siyasi konular...
Nerden mi biliyorum bunları? Abidin'in belli bir zaman sonra
muhtemelen "N asıl olsa bunları bitirmeye vaktim olmayacak, en iyisi bun
ları Şehmus'a vermeli o nasıl olsa şu veya bu biçimde bu konuları, bu işle
ri sonuçlandırır" diyerek dosyaları bana verdiği için. Ama bana bunları ver
diğinde birlikte çalışırız kaydıyla almıştım Nereden bilebilirdim ki "Ölme
zotumuz" benimle de vedalaşıyor.
Çok çalışkandı. Hızlı ve verimli bir biçimde çalışmaya bayılırdı. O
nedenle çalışkan gençleri ellerinden tutup yardımcı olmayı zevkle üstlenir
di. 1 9 5 o 'lerin Parislerinde kendi ellerinden tutan Lurçat ve diğerlerini
anımsıyordu mutlaka . . .
Bizi bırakıp giden, önce komünist bir militandır. Bundan hiç kuş
kum yok.
Nazım Hikmet'in yoldaşıdır. Abidin, hiçbir zaman TKP'nin Ma
rat'ını, Bilen'ini sevmedi. Gerçek bir komünist olarak yaşadı.
" Küçük burjuva, yüzeysel Marksist bilgileriyle ahkam kesenlerden"
hiç ama hiç hoşlanmadı. Sosyal sınıflarını değiştirmek isteyenlerden de.
" Haris, marjinal, maceracı yönetici" tiplerine gelince, onlardan kö
şe bucak kaçtı.
O, önce Arif Dino'nun kardeşiydi. Hani "kravatsız gezmesi bile
1 9 3 o 'lar Türkiye'sinde kuşku verici" olan Arifin. Büyük Japon şairi Kika
ku'nun hai-kaileri türü iki-üç satırlık şiirler yazan, ressam, bitirim, döne
minin hippisi (deyim Abidin'indir) Arifin. Arifin kaleminden Nazım,
Asaf Halet Çelebi ve Abidin Dino izlenmeli. Arif çünkü çok güzel çizer
di: Küçük ve kalıcı cinsinden. 1 9 3 o'lu ve 4o'lı yıllar, " Küllük" yıllarıdır.
Küllük düşmeden önceki yıllar yani, Dino kardeşler yanında, İ stanbul'un
delikanlı, aydın, yazar, sanatçılarının toplandığı mekanlardan en tanına
nı; Hüsamettin Bozoklar, Lütfi Erişçiler, Fikret Adiller, H asan İzzettin
Dinamolar, A. Kadirler, Rıfat Ilgazlar. .. ' Küllük'te radyo dinlenir, söyleşi
lir. Abidin Dino, özenip ve herkesi toplayıp, sanat üzerine bir konferans
bile verir. ..
194o'larda, Yeni Edebiyat dergisinde, Abidin'le Reşat Fuat arasında
realizm tartışması yapılır...
ABi D i N SERGisi S ü R ü Y O R
Sonra gelir sürgün yılları. Sıkıyönetim, aydınların baş belasıdır;
Arif, Develi'ye; Abidin, Mecitözü'ne sürgüne gönderilir.
Sonra, Adana'da bir araya gelirler. Ama sürgün sürgündür, kendi
ülkesinde.
1 943'te, Güzin Dikel, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin
genç öğretim üyesi, Adana'daki "aileyi" tamamlar. Abidin'le evlenir Güzin.
Arif, Adana'da şiir yazmayı sürdürür:
"Cebeli Nur'u görmeyen/Kimya gibi bir otu ilej Şahmeranı diril
tenfLokman Hekimi bilmezjCeyhan suların yaman/Ceyhan suların acı."
Tarihi yüzler düş kuran yüzlerdir.
Abidin, İmralı'da kedilerin yampiri yürüdüklerini görünce, E sat
Adil açıklama getirir, "Çok balık yemekten," der.
"Nazım, bırakıldıktan dört gün sonra" altyazılı fotoda, Nazım'ın ku
cağındaki kedi, Güzin ve Abidin'in Tekir'inden başkası değildir. Tekir ke
di hikayeınİzin asıl kahramanlarından biridir.
Fahri Petek'e kalırsa "Abidin kapalı kutuydu. Öyle herkese her şeyi
anlatmazdı. Her açıdan Fransızların deyişiyle 'artiste complet ' ydi. Nazım'la
kıyasladığım zaman Nazım daha saf, inanmış bir adam. Abidin daha entel
lektüel adam bence. Abidin'in de inanmış bir adam olduğundan eminim.
Hakkında bir yığın uyduruk şeyler çıkardılar ama ben onlara zerre kadar
inanmadım, değer verınedim Abidin benim için her zaman çok kıymetli
bir insandı."
Abidin'i çok eskilerden beri tanıyan Pertev Naili Boratav için, Abi
din, "hem ressam, hem yazardı. Şiirleri vardır ve çok güzeldir. Aslında her
alanda yazabilirdi."
Boratav'a hak vermemek elde değil. İşte Abidin'in Sinan kitabından
bir alıntı: Kimden mi: Şeyh Bedreddin'den. Ama bunu ya Abidin yazmışsa?
ABi D i N D i N O 347
NASIL?
Abidin şairi " şair büyücüdür" diye tanımlar. Ama buradaki "büyü
cüyü" büyülüdür biçiminde okumamızı hiç kimse engelleyemez.
Abidin bir yazardır. Kitapları, roman mı desem, aniatı mı desem,
aslında birçok romanı içeren birer " alamet"tir. Le Pera Palace'ı bir okuya
lım hele. Eller kitabından mı başlasam? Acıyı Çizmek ne güne duruyor?
Hastane resimleri ve onların öyküsünü anlattığı " Sunu Gibi" başlıklı bir
içim su nasıl okunmaz?
Abidin'in piyes yazdığım biliyor muydunuz? Örneğin Verese ve Kel.
Senaryoları. Yılmaz Güney yaşasaydı, bu iki ünlü sanatçımız belki bir gün
birlikte ne çok şey yaratacaklardı.
Abidin bir sinema ustasıdır: ı 9 6 6 'da Goal! (Türkçesi daha güzel di
yesim geliyor: İ şte: Altın Galler) isimli uzun filmi, Dünya Kupası'na ve fut
bola, sanatçının bakışıdır. Futbol ve şiddet. Abidin için statlar "yüzyılımı
zın arenalarıdır." Holiganların gelişini öngörmüştür Abidin. Londra'daki
Dünya Kupası'nı birden çok (ı6 mıydı? 20 mi?) kamera ile filmleştirmek
onun fıkridir. Ağır çekimle, tekme yiyen oyuncunun ıstırabını, tekme ata
nın "hainliğini" Abidin gösterdi. Ağır çekimin futbola mal edilmesinin ön
cüsüdür. ı 967'de Ankara'da Gölbaşı Sineması'nda Goal!'ı seyreden futbol
severler anımsıyorlar. Abidin için futbol bir tür baledir.
Abidin ressamdır; kahve falından, vapur penceresinden bize ve
dünyaya bakar ve çizer: " Bu dünya"yı. " Uzay"ı. "Çiçekleri . . . "
Ş akir Eczacıbaşı yazıyor:
" Bir Rönesans adamıydı Abidin Dino . . . Yaratıcılığını, düş gücünü,
özgünlüğünü sanatın her alanında gösterdi: Resim, heykel, seramik, sine
ma, deneme, eleştiri, öykü, anı . . . Ama benim, belki de onu yakından tanı
yan herkesin aradığı, özlediği (ve özleyeceği. Bunu ben ekliyorum. M Ş G)
yanı, onun dostluğu, sevecenliği, sohbet dünyası... Bizden ayrıldığın
dan beri "yüzü," "elleri" aklımdan hiç çıkmıyor. Abidin için neler söylene
bilir, neler... Burada, Bemard Shaw'un, William Morris öldüğünde söyle
diklerini Abidin için yinelemekle yetinmek istiyorum. 'Onun gibilerini an
cak kendi ölümüyle yitirir insan, o öldüğünde değil . . . "'
Asi D i N S E R G i s i S ü RüYOR
Abidin bir düşünürdür desem biraz kalıplaşmış bir sözcük kullan
mış olacağıını biliyorum: Ama ne demeli o zaman? Düşünmeyi seven, za
manının bir bölümünü düşünerek geçiren bir sanatçı mı demeli? Abi
din'in düşünce ile felsefe ile gizli bir ilişkisi vardı: Kısa Hayat öyküm isim
li anılarında çocukluk zamanı için ve çocukların ana-baba ve kardeşleriyle
ilişkileri üzerine yazdıklarıyla, Ölüm mü? Ne Buluş!'un tamamı ve hele ölü
me ilişkin satırları felsefe değilse felsefe nedir?
Abidin düşünce konusunda ne diyor biliyor musunuz?
"Düşünce insanın elinden gelir. Nasıl olabilir yani düşüncenin elden
gelmesi? Şöyle olabilir; örneğin çocuğun ilk duyguları, anasıyla olan ilişkisi;
annesi uzaklaşırken küçülür fakat çocuk bilir ki, annesini tekrar yokladığında,
annesi küçülmüş değildir. Yani dünyayı algılama konusunda ellerin verdiği,
daha belirgin belki. Bazı düşünce ve duygular var, sadece ellerden geçer."
Abidin, dünyayı yalnız gözleriyle değil, elleriyle de görür. Ve bize
gösterir.
Su üstünde suluboya yapar.
N azım Hikmeti dinler:
"On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı'ndan geçiyor çıkıyor/Kızıl Mey
dan'a Konkord'a iniyar Abidin'efrastlıyorum da meydanlardan konuşuyo
ruz;. .. Abidin uçsuz bucaksızın renklerini döktürüyarjben renkleri yemiş
gibi yerim . . . "
Abidin resimleriyle hepimizi eğitti:
Abidin'e "Çok duygulandım Bana müsaade. Gidip Seine kıyısında
biraz dolaşayım," diyorum. Bırakmıyor. ..
Yılmaz Güney, küçük büyük herkese "abi" demeyi severdi. Zaman
zaman dalgasını da geçerek; Allahsız Adanalı! Ti'ye aldıklarını saymakla bi
tiremeyiz. . . Abidin kendisine "sayın" denmesine hayıflanırdı. Yoldaş-arka
daşlığımızın ilk günlerinde, " sayın" dediğimde; " Bana sayın demesen daha
çok sevineceğim. Ama peki, sayın olalım kırk yılda bir," demiş; ben üstele
yince, çıkışmıştı: " Hı. .. Yine sayın yaptın beni. Abidin diye hitap et! "
" Dünyanın en optimist pesimistiyim ," diye kendini tanımlayan
Abidin, heykeltıraştıjyontucuydu aynı zamanda: Minik/minicik heykelleri
ni İstanbul ve Paris'te sergiledi.
35 0 Asi D i N S E R e i s i S ü R ü Y O R
Kızması çok enderdir. İki-üç kişi vardır hani 'defterinden sildiği' de
nebilecek. Kin tutmazdı asla. Bu açıdan çok rahattı.
Maddi sıkıntıyı umursamazdı. Ve hep böyle durumlarda 'Nasıl olsa
bir çaresini buluruz' demesini bilirdi ve sizi de rahatlatırdı.
Fransa'ya ve Fransızlara karşı minnettardı. Çünkü Fransa'da çok iyi
karşılandık Fransa'da yabancılık hissetmedik ilk yıllarımız ve zaman za
man daha sonra da epey zorluk çeksek bile. Son yıllarda yabancılara karşı
dışlamayı ve hatta ırkçılığı duyumsuyorduk, ama bu son yıllarda ortaya çık
tı. Bizim ilk geldiğimiz zamanlarda böyle şeyler yoktu.
Ve şunu da eklemek isterim: Fransa'da başından sonuna kadar ek
mek paramızı çıkarmak için çalıştık. H ep çalıştık."
İ şte böyle: Bizim bildiğimiz Abidin, Güzin'in sevgilisiydi. İyi, çok
iyi bir eşti:
Acıyı Çizmek'ten bir alıntı yapıyorum:
"Ne iğne, ne hap, ilaçların ilacı sensin.
Sanırım en önemlisi, içime damla damla sinen sevgili gözlerin.
İyileşeceksem beni onlar iyileştirecek."
"Sevgilim" diye başlayan, 3 Şubat 1 9 67 tarihli mektubundan.
Abidin'in Güzin'e aşkı bu satırlardadır.
Bir alıntı daha o zaman:
" Karar;
Çare yok, gidilecek. Celal Abidin Dino, 1 9 1 3 İstanbul doğumlu vb.
Montpellier'de Saint-Charles Hastanesi'nde Profesör Truc (Evet Turc de
ğil, Truc!) (Truc'un anlamı için lütfen sözlüğe bir göz atınız. M ŞG) ekibi
ne havale edilecek. Böbrek alındıktan sonra M. Dino, Cannes-Vallauris sa
natoryumuna yatırılacak. Nokta."
Bu, 1 9 67'de yaşanandır. Ve ertesi gün;
"Pazar
"Yol hazırlıkları.
" 1 3 , Quai St. Michel'in beşinci katında (Abidinlerin 1 9 5 6 'dan sonra
oturdukları çatı katı. M ŞG) tavan arasındayız. Pencerede Paris damları.
Çöken akşamın turuncu sıkıntısı.
- Kuzum ne ağlıyorsun Güzin? Daha ölmedim.
ABi D i N D i N O 35 1
- Ölsen ağlar mıyım hiç? Gülrnekten kırılıyoruz. "
Yıllar çok uzun yıllar sonra ülkeye dönmek: Yeniköy'de çocukluk ve ilk
gençlik yıllarının ayak izlerini aramak. Babıali'ye gitmek. Kemal Ahmet'le pey
nir ekmek yemek. Bir esrarkeş tekkesinde Neyzen Tevfik'le söze oturmak. İs
tanbul'un bütün "kat"larına girip çıkmak. Bütün mekanlarında yaşamak. ..
"Nerde olursam olayım İstanbul'dan kopmadım Ama gerçek bir İs
tanbullu muyum? Ya da yalnız İstanbullu muyum, bilemiyorum. Geçen
gün, yurda döndüğümde İstanbul'a vardığıını öğrenmişler, Adana'dan
telefon ettiler. Adana'da bir parka yakında heykelinizi dikeceğiz, açılışına
sizi de bekliyoruz, dediler. Adanalılar beni hemşerileri olarak görüyor.
Paris'te Parisli olarak görüyorlar. Uzağında geçen bunca yıl sonra, dil ve
damak açısından ... beni İstanbullu olarak görüyorsan(ız) , demek aynı
zamanda İstanbulluyum. "
Antikacılık bile Abidin'in "ilgi alanı içindedir."
Melih Cevdet Anday anlatıyor: " Yıllar önce beni Kapalıçarşı'ya, Es
ki Bedesten'e götürürdü, bütün gün antikacı dükkanıarının birinden
ötekine sürünür dururduk Hoşuna giden bir parça buldu mu, eline alır,
evirir çevirir, sonra fiyatını sorar, aldığı yanıt üzerine de, 'Az istiyorsun'
deyiverirdi, 'bu parça daha fazla eder.' Sonra da almazdı.
" Dünyayı konuşmak bir şehvetti, çizmek yazmak da bir şehvetti. "
Abidin Dino, meslektaşı, arkadaşı ve deli dolu tatlı başbelası Fikret
Mualla için kaleme aldığı derya deniz kitabında aynen böyle diyor.
"İz bırakmak. Bundan başka ne ki resim yapma dürtüsü? Her şey
ellerle başladı, ellerle bitecek."
Abidin " Bir İ stanbul düşünün ressamı" olarak geçti tarih kitap-
larına.
A B i D i N S E R G i s i Sü RüYOR
Andre Yelter böyle der.
Abidin "otoportre" demez. Özportre der. Ve ekler:
"Bakmakla görmek, apayrı şeyler, insanoğlu dünyaya bakar durur,
ama onu kırk yılda bir 'görür,' o da göreceği tutarsa. Görmek, gerçekten
görmek, anlamaktır. Anlamaksa seyrek ulaşılan ışıklı bir nokta."
"Tüm sanat abartma değil mi?" inanmıyor musunuz? O zaman
alın işte açıklamasını:
"Siyah Kalem'in, Greco'nun, Michel Ange'ın, Goya'nın, Picas
so'nun biçimleri tüm abartma değil de ne? Rabelais'den Evliya Çelebi'ye,
Hugo'dan Nazım Hikmet'e edebiyat abartma ustaları ile dolu. Yaşar Ke
mal'in romanları, o çılgın doğa neyin nesi? Gerçek uğruna abartma, abart
mada gerçek var... Fırtına, zelzele, savaş, kara sevda abartma . . . Destanlar
abartma, ağıtlar abartma, resim abartma! Abartmanın kendine özgü dilleri
ve araçları var.
Ne demiş Van Gogh, kardeşi Theo'ya: " İnsanoğlunun korkunç hırs
Iarını kırmızı ve yeşille ifade etmeye çalıştım. Kırmızı, mor, sarı, mavi, ye
şil, beyaz, kahverengi abartmaları seyredin şaşkınlıkla ve anlayın biçim ve
renklerimi, neler söylemek istediğimi . . .
"
ABi D i N D i N O 353
O zaman hemen Sultanahmet taraflarına çıkmalı Pikret Mualla ile
Arifi bulmalı. Hemen!
Abidin el attığı her konuda yenileştirmecidir: İ şte buyrun karikatür
cüdür pardon pardon harikatürcüdür ve hemen karikatür yerine bir sözcük
üretir ve önerir: "Çizeleştirici. " Ah! Abidin ah!
Sanatçı, kendi dünyasında ve kendi insanlarının arasında yalnızdır,
binlereesiyle çevrili olsa bile. Hem başkalarının göremediklerini görür ve
mutlaka bizden daha çok önemser. Hem de kendisini çevreleyen kalabalık
lara karşı daha duygusaldır. Sanatçı bizden daha hassastır. Büyük ihtimal
le sanatçıyı sanatçı yapan da budur. B aşka şey değil.
Abidin bize çok şey bıraktı. Bir de bırakamadıkları var: Kendisine
ayrılan zaman cetveli içinde yazamadıkları, çizemedikleri. Fata Morgana
Yayınevi'nin sahibi ve editörü Abidin'in kadim dostu Bruno Roy bakın ne
güzel anlatıyor bu meseleyi:
" B enim en büyük üzüntüm, onu dinlediğim akşamlar, beni
büyü.leyen masalsı sözlerinin onda birini yazmamış olmasıdır: Otuzlu yıl
larda İ stanbul'da esrarkeş tekkelerinde geçen geceler, Bursa'da kış sabah
ları, Anadolu yaylası, Sinan üzerine düşünceler ve Osmanlı mimarisi,
Babel, Nazım Hikmet, Aragon, Ayzenştayn, ama bir de tanınmamış kim
seler, onun tarafından canlandırılınca efsaneleşiyordu. Ne kitap olurdu! "
Kim Abidin'den daha çok sevdirmiştir resmi, heykeli, sinemayı,
sanatı?
Abidin Dino, çağının adamı olarak çağının içindeydi, ama maalesef
çağdışı zihinler, çağdışı kafalar, taşkafalar, mankafalar, onu ülkesinin
dışına çıkmak zorunda bıraktılar. Hata nerede?
" Demokrat" olmak kolay değil: Mankafalar, taşkafalar cumhuriyet
lerinde. Demokrat olmak bir yaşama, bir düşünme, bir davranma biçimi
dir. Tarzıdır: Uygar olmak. Medeni olmak anlamında. Ahlak ve yine ahlak
sahibi olmak: Yaşamın ve yaratmanın kurallarına uymak açısından.
Dinlemesini bilmek. Enderun mekteplerinde dirsek çürütmeye ge
rek kalmadan. Doğruyu arar demokrat olan. Doğru olanı bulmaya çalışır.
Abidinik mekteplerde bu okutulur. Ve sadece iyi öğrenciler geçebilirler bu
okullardan.
ABi D i N D i N o 355
Galeri'den: Doğru Cafe Atmosphere'e. Jacques Brel şarkılarıyla kar
şılıyor: "Beni terketme / Bitmez tükenmez volkan." Bu türkü Güzin için
dir. Abidin namına.
Karşımdaki aynada, Abidin, seni izliyorum: İnce elierin Güzin'in
omuzlarında / Güzin'de sevgiyle yüklü gözlerin.
Duvarlar / Dualar afışlerle kaplı: Birinde "Doors of Ireland," diğerin
de " Charlie 'Bird' Parker."
" İ şte caz yakaladı yine bizi!" diyorsun. " Eller yukarı!"
Kapı girişinin sağında, uyuklayan SDF (evsiz-barksız/ yersiz-yurt
suz) bizden biri: I sınıyor. Ve belli ki dün geceden kalmış.
Yanı başımızdaki masada, akşam yemeğini bitirdikten sonra keyif
le kahvesini içen Cüce: Hem sanki Toulouse-Lautrec / Hem sanki Pelli
ni'nin bir filminden / çekiminden koşturmuş, Abidin'e " il maestro"nun se
lamını getirmiş. Abidin gider ayak Usta'ya saygıda kusur etmedi.
Birer kadeh bir şeyler içtikten sonra çıkıyoruz: İki olasılık var: Ya
Restaurant-Bar Les Philosophes'a gidilecek. Ya da Rue des Rosiers'deki
(Türkçesi: Gül fıdanları sokağı: Bakın bu da çok hoş) eşi bulunmaz Yahudi
lokantalarından en İstanbulumsu olanında 'falafels" yenecek
Ve bir an / veya başka bir an / Abidin hepimize soracak
" Lütfen söyler misiniz, benden içerü resmin kapısı nerede? "
As i D i N S E R G i s i S ü RüYOR