You are on page 1of 357

KITAP YAYINEVI- 170

ANI VE YAŞAM DiZiSi- ıS

ABiDiN DiNO ı952-ı993f M. ŞEHMUS GÜZEL

© 2008, KiTAP YAYlNEVi LTD.


TANITIM iÇiN YAPILACAK KISA AllNTilAR DIŞINDA HiÇBiR YÖNTEMLE ÇO�AL..,. _.:.v.:.:

DÜZELTi
FEVZi GÖLO/:;LU

KiTAP TASARIMI
YETKiN BAŞARlR

TASARIM DANIŞMANll� 1
BEK

KAPAK FOTOGRAFI
SlPAf i. ö/:;RETMEN

GRAFiK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACILIK A.Ş.
KA�Il HANE BiNASI
HAMiDiYE MAHALLESi, SO�UKSU CADDESi NO.
34408 KA/:; IT HAN E
SERTiFiKA NO. 0905-34-0004ı5
T: 02ı2 294 ı0 00 F: 2ı2 294 90 80
E: INFO@MASMAT.COM.TR

ı. BASlM
ŞUBAT 2008, iSTANBUL

ISBN TAKIM: 978 975 60Sı-85-6


ISBN 1. Ci LT: 978 975 60Sı-88-8

YAYlN YÖNETMENİ
ÇAGATAY ANADül
Abidin Dino
Üçüncü Kitap
1952-1993

M. ŞEHMUS GüZEL

KitapYAYlNEvi
Abidin Dino'yu sevenlere.
Abidin'i biraz daha iyi tanıyabilmek için.
Ve özellikle unutmamak için ...
İÇİNDEKİLER
ı- RoMA: OcAK-EKiM 1952 9

YEPYENİ BiR DöNEM II

RoMA'DA HAYAT ıs

RoMA: SANAT-KENT ı8

ŞUBATrA İSTANBUL VE ANKARA 2!

TEKİR KEDİDEN HABERLER 22

"ORAK VARSA HERHALDE ÇEKİÇ DE VARDlR" 24

ToPRAK ATEŞ Su 32

"BiLMEZ OrAsı" BiLiRKİŞİLER 3S

ÜçüNCÜ EHLİVUKUF 36

SAVCI BEYE 39

CoLESSEO MEYDANI'NDA 40

ABiDiN VENEDİK BiENALi'NDE 44


"
"ARTIK UÇAK GöKYÜZÜNDE ... 4S
GüziN RoMA'DA 47

ANzio'DAKİ AKDENiz so

RoMA'DA ABiDiN DiNo, ZEKERiYA SERTEL, NİYAZİ BERKES

VE GüziN DiNo ToPLANTI PAPARKEN YAKALANDlLAR 52

HER YoL RoMA'YA DöNER S3

fRANCIS PICABIA İLE ROMA'DA S6

MEMLEKET HAvADisLERi hi DEGİL ss

fPOCA 6o
İTALYA'DAN HABER VAR 64

CıAo RoMA CıAo Gs

2- PARis: EKİM 1952'DEN ARALIK 1993'E 71

Bu KAÇINCI PARis BöYLE ABİDİN? 72

AvNİ ARBAŞ PARis'TE: O İLK GELEN (Mi?) 74

DoKTORA YERİNE REsiM 77

ToPLUMSAL AiLE: ÜçLü 78

REMZİ RAŞA 79

ALBERT BITRAN 8ı

VE DAHA KiMLER 82
BiR ÜGUL VE ANASI 84

FAHRUNiSSA ZEYD NAM KADlN 86

"ÇiNGENE" HAKKI 89

KAPTAN VE AiLESi 91

SABAH KAHVALTISI CHEZ MOULLA 92


BENiM SOYUTUM SENİN SOMUTUNU DöVER (Mİ?) 95

BiziMKiLER NE YAPlYOR? 96

BiZDE DE RESİM VAR İSTER MİSİNİZ? 99

BİRİNCİ "KAT" 101

Bu BiR TRENDİR 1 0 2

BİRİNCİ DURAK: ŞARKI SöYLEMEK 105

RECEP ZERMAN ıo8

HıFzı ToPuz ııı

BAŞKA KiMLER VAR? 1 1 3

ŞAiRLERİMiZ DE V AR 1 1 7

YOLDAŞLARIM 1 19

PARis'TE SABİHA SERTEL 122

"DEPLESMAN" KEMAL 125

"GAZETEci" 127

GüziN'iN ANLATriKLARI 128

"GALLİMARD KAHVESİNE" BUYRUN 138

Louıs BAZIN: HEM BizDEN ÜLAN HEM DE FRANsız 143

PARis'TE FRANsız OLMAK 146

MADELEINE RıFFAUD 147

PARis'TEKi FRANSA 154

HAYDi KALKIN BoB'A GiDiYoRuz 157

GmE'i KARŞlLAYAN "STALiN" ı6o

ABiDiN PARis'E YALNız GELMEDi ı62

ELISABETH MAUPOIL, PARİS 165

FANCHElTE ANLATlYOR 171

QuARTIER lATIN'DE BiR ÇiFT 177

SERGİLER SERGİLER ı8o

DüşsEL BiR UzAYA KısA BiR YoLCULUK ı82

DosTLARlN EviNDE 192

BAŞKA DüNYALARDA 196

İSTANBUL'DA SERGiLEMEK, İSTANBUL'DA SERGİLENMEK 202


"ÇARK-BAŞAK" 21 3

İsTANBUL'DA Ev ARIYORuz: SATlN ALlNACAK 215

İsTANBUL'DA İLLE BiR Ev 222

ANKARALI DosTLAR 225

METİN ALTIOK 228

BiR ZAMANLAR HARMAS'TA 230

LAzLAR Aix-EN-PROVENCE'DA 234

197S: ABiDiN YAZlYOR FiKRET MUALIAYI 244

1978'DE: ÇANKAYA'DA ABiDiN 253

AYDINLAR DA DiLEKÇE VEREBİLİR (Mi?) 257

1984: İKi MiMARLA GELEN CoşKu VE YENİDEN GENÇLİK 262

ABiDiN İLE ÇALlŞMAK VE YARATMAK 271

ARKADAŞLARlM İçiN 275

SEINE ÜSTÜNDE SULUBOYA 280

ABiDiN Bizi VE DüNYAYI, DüNYAYı VE U zAYI RESMEDiYoR 284

"CESARETLİ ÇocuK BiziM BEHÇET" 286

1989: BüYÜK DEVRiM'E ARMAGAN 289

ELLER VE PARMAKlAR 291


"EnER"iN: BAŞIM GözüM ÜsTÜNE 295

BiR YILIMIZ DAHA BöYLE BAŞLADI 301

MisAFiRLERİ 305

KARDEŞLERiM 318

BoGAziçi CANIMIN İçi 323

ÜRHAN PAMUK 328

GELiN DosTLAR 329

"İ STANBUL'UN TADI DAMAGIMDA KALDI. o TAT DA BANA YETER" 335

HAYATTA KARDEŞiM HAYATTA 338

SoNuç: ABiDiN SERGisi SüRÜYOR 343

KAYNAKÇA

ABiDiN DiNo'NuN YAPlTLARı

KiTAPLAR, MAKALELER

ANsİKLOPEDİLER, SözLÜKLER

BELGESELLER

ÜRTAK YAPlTLAR

ABiDiN Di No VE GüziN DiNo İLE KARŞILI KU GöRÜŞMELERİM VE SöYLEŞİLERİM

ABiDiN DiNo'NuN DosTLARlYLA GöRÜŞMELERİM VE SöYLEŞİLERİM

ABi D i N D i N O 7
Abidin Dino ıg6o'larda Foto�rafValtat. M �ehmus Güzel Koleksiyonu
B İ RİNCİ B ö LÜM

ROMA: OCAK-EKİM 1952

� idin uçaktan indi ve Roma'ya, sadece Roma'ya da değil Avrupa'ya mer­


haba dedi. Ancak bu Avrupa 1938'de bıraktığı Avrupa değil. Aradan ge­
en zaman içinde Avrupa "Ah!rupa"ya dönüşmüştü. Ama her şeye rağ­
men faşizm ve Nazizmin beli kınlmış, her türlü zorbalık yere serilmişti. Evet,
özgürlüğü yeniden tadıyordu Roma ve Avrupa. Abidin derin bir nefes aldı.
Karşılayanı var mıydı?
Güzin'in teyzesi Mebrure H anım vefveya ailesinden birileri geldi
mi Abidin'i almaya. Mebrure H anım 192o'lerin başında, İ stanbul'da kon­
solos Vahit Bey'le evlenmiş, onunla San-Remo'da tatildeyken İtalyan bir
avukata abayı yakmış ve kocasını bırakıp İtalya'ya yerleşmiş bir "deli" ka­
dındır. Bu aşkın sonucunda dört çocuk dünyaya getiren teyze 1951 yazında
İstanbul'a yakınlarını ziyarete gelmiş ve bu arada dinlencedeki Güzin ve
Abidin'le görüşmüştü. Yanında daha s onra ressam olacak ı6 yaşındaki kı­
zıyla. İşte bu geniş ve sevimli aileden biri veya birkaçı Abidin'i karşılama­
ya geldi mi diye soruyorum. Belki.
Belki başkaları gelmiştir Abidin'i karşılamaya. Kim bilir?
Ama şundan eminim: Abidin varır varmaz ilk bara veya kahveye ya­
naşmıştır ve E spresso per favor demiştir. Yanında bir çörek lütfen. Belki de
bir cappuccino ile bir börek.
Ve yeniden merhaba demiştir özgürlüğe.
Roma H avaalanı'ndan kente giriş ana kucağına dönüşten farksız­
dır: Otuz kilometre kadarcık bir yol. On iki yüzyıl, dile kolay, koskoca bir
zalim imparatorluğun başkenti Roma'ya giriş de öyle pek kolay olmaz. i na­
nın. Roma İstanbul'u kıskanmıştır uzun zaman: Hele isminin Konstanti­
noplfConstantinoplej Konstantiniyye olduğu zamanlarda. Ne de olsa her
ikisi de yedi tepe üstüne kurulu. Aşağıs ı kurtarmaz çünkü. Ya yedi ya yedi.
Roma'dakilerin her biri evlere şenlik, sırt sırta ve tıklım tıklım daha o gün­
lerde: Aven tin, Caelius, Capitole, E squilin, P alatin, Quirinal , Viminal. Abi­
din ve biz tepeleri sayarken birden bire bir ses:

AsiDiN D i N o 9
- Presto! Presto!
Ne oluyoruz yahu?
Roma henüz otomobiller tarafından tamamıyla işgal edilmemiş.
Roma henüz motosikletlerin zulmü altında inim inim inlemiyor. H ele
bir bakar mısınız: Faytonlar bile var. Sanki 1 94o 'ların Adana'sı. Ama
şu vespalar başa bela: Vızır vızır. Gençlerle. Her birinin saçları rüzgarda
alev alev. Genç kızlar bar bar bağın yarlar aşka çağırıyorlar. V espalarında
veya Roma'nın gölgeleriyle ünlü parklarında. Kaldırımlarında: Roma ne­
dir ki zaten: H ayatının tümünü kaldırımlarında yaşayan bir başkent.
Hem baş hem kent: Tarihle ve bilhassa kendi tarihiyle sarmaş dolaş. Kar­
man çorman. Roma başından sonuna bir kaldırım hayatıdır sonuç itiba­
riyle. Kaldırıma taşmıştır her şey: Aşk, aile hayatı, yaşamın bin bir yüzü.
Lokantalarına bakar mısınız lütfen? Kaldırımlarda. Bütün mahalle ve
mahallenin bütün halkı, çoluk çocuk kadın erkek yaşlı genç herkes, evet
herkes. Bütün mahalle ve mahalle halkı sokakta, kaldırırnlara yayılmış,
lokantalar tıklım tıklım: Bir gürültü, bir patırdı enfes! Her şey meydanda
bu büyük kentte. Roma açık kent, özgür kent: H alkıyla. H ele o akşamüst­
leri, yaz kış sonbahar ilkbahar fark etmez, insanlar sanki birbirlerine söz
vermişler gibi sokaklara çıkarlar, yaşam sokaklarda sürdürülür. Lokanta­
lar dolar, masalar yayılır kaldırımlara. B ağıra çağıra yemek yenir, bin bir
şey, bin bir macera, bin bir öykü dillendirilir. Çocuklar koşturur sağa so­
la ama daha çok sola, bebeler "zırlar, " analar o bildiğiniz Felliniyen, o ni­
met dolu, o cömertlik simgesi memelerini çıkarırlar ve umursamadan o
koskocaman kalabalığı, çocuklarını emzirirler. Doğa hükümdardır Roma
İmparatorluğu'nun halk sokaklarında.
Bir os so bu co yenir. Bir brocolli all 'agro. Belki bir pasta al sugo. Yet­
medi mi ? O zaman bir de zuppa inglese almalısınız. Ve üstüne mutlaka bir
espresso. Per favor.
Tiber Nehri bu kenti süsler: Belki Roma'nın en büyük caddesidir.
Belki dedik canım. Bilinmez çünkü nehrin sırları. Abidin çözmeye çalışa­
caktır bu gelişinde ve daha sonraki ziyaretlerinde. Bu N ehir elbette Boğazi­
çi ile yarışamaz. Tiber, Boğaziçi ile Seine Nehri arasındadır: Sadece coğra­
fi olarak değil, kahramanımızın tarihi açısından da.

lO ROMA: ÜCAK·E K i M 1 95 2
YEPYENİ B i R D ö N E M
Rasih N uri ileri bir makalesinde, " 2 6 Ocak 1 9 5 2 günü nihayet alı­
nabilen pasaporda İtalya'ya hareket ve yepyeni bir dönem" diye yazıyor.
Yepyeni bir döneme hiç itirazım yok. E vet, Abidin Roma'ya varışıyla haya­
tında yepyeni bir dönemin kapısı nı araladı. Bu kesin. Geleceğinin nelere
gebe olduğunu hiç bilmeden. O günlerde biz de bilmiyorduk. Abidin, 25
Ocak 1952'de Yeniköy N üfus Müdürlüğünden nüfus hüviyet cüzdanı sure­
tini alıyor. Bunu biliyoruz. Hem belge elimizde. Hem de Abidin' in deği­
şik pasaportlarında bu kayıt bulunuyor. Hemen o gün Roma uçağı na yetiş­
tiğini varsayarsak ve Türk polisi tarafından uçuşunun engellendiğini ve an­
cak ertesi gün havalanabildiğini bildiğimiz için, Rasih N uri ileri'nin verdi­
ği tarih doğru olabilir. Ancak bir gün sonra da İ stanbul'u terk etmiş olabi­
lir. Ama Güzin'in " Şubat başında gitti" dediğini de biliyoruz. Burada
önemli olan şudur: Abidin'in 1 9 5 2 ocak sonunda veya şubatın hemen ba­
şında ülkeden ayrılmak zorunda kalmış olması. Bunu Abidin ve Güzin'in
mektuplarından çıkarsamak da olası.
Bu önemli çünkü bizzat Abidin bütün makale, kitap ve söyleşilerin­
de İ stanbul'dan ayrılış tarihi olarak hep " 1 9 5 1 " dedi. Burada bu düzeltmeyi
yapabiliyoruz ve bu, tarihi açıdan ve olayların gelişmesini izleyebilmek için
gerekiyordu.
Gelir gelmez Roma'ya, Güzin'e gönderdiği ilk kartpostal veya mek­
tubunda " sağ salim vardım, her şey yolunda" türünde haberler verdiğini
tahmin etmek mümkün. Abidin vardığında hangi havalardaydı acaba? Gü­
zin şu yanıtı veriyor: "Abidin Türkiye'den ayrıldığı zaman sinir ve sağlık
bakımından çok fenaydı. O kadar ki, kendisi bana daha sonra anlatmıştı,
Roma'da örneğin bir tünelden geçiyorlar, taksiyle, otomobille, her neyse,
korkuyor Abidin. Örneğin kalabalıktan korkuyor. Birtakım şeylerden kor­
kuyor. Siniri hasbayağı gidiyormuş gürültüye. Orada o kalabalığın içinde."
Türkiye'deki gözaltıların, sürekli takiplerin, açık vefveya kapalı bas­
kıların dramatik izleridir bunlar.
Roma ve İtalya'nın 1952'deki durumunu Abidin bir yerde aynen şöy­
le betimliyor: "N aziler, faşistler yenilmiş, ateşle çevrili bunkerinde Hitler ak­
rep misali kendi kendini sokup öldürmüş, Mussolini' nin leşi bir ağaç dalına

Asi D i N D i N o II
hacağından asılmıştı."Evet Mussolini'nin anırdığı Piazza Venezia'da artık
gençler alabildiğine coşkulu koşturuyorlar, eğleniy orlardı sarmaş dolaş. Sa­
bahlara kadar coşan bir meydan. Çığlık çığlı ğa bir özgürlük şarkısı dillerde.
İtalya halkı krallık rejiminin faşizm belasının gelmesindeki sorumlu­
luğunu unutmamış ve 2 H aziran 1946'daki referandum sonucunda Cumhu­
riyet rejimini tercih etmişti. Son Kral I I. Umberto sadece bir aylık bir süre
sonrasında tahtına elveda demek zorunda kalmıştı. H alk unutmaz kardeşim.
Hele İtalyan halkı. Savaş sonrası yıllar İtalyan Komünist Partisi'nin (İKP) en
güçlü olduğu yıllardır. Ve hiç kimse İKP'nin faşizme karşı en etkili direnişi
sergilediğini unutmuyordu o günlerde. Şunu da eklemek lazım: Onca zul­
müne karşın İtalyan faşizmi en hızla alaşağı edilen beladır. E vet, bütün bu
gelişmeler özgürlük arzusunu simgeler, ispat eder, gözler önüne serer.
İtalya biraz da Roma'dır. E n önce Roma'dır. ı87o'ten beri başkent
Roma'da yaşam tatlıdır, kış aylarında bile güneş ısıtır Roma'da. Çıkın sırtı­
nızı güneşe verin anlayacaksınız. E vet, Roma'dayız Abidin'le ve "la dolce vi ­
ta" ile yan yanayız: Siyah bilhassa, ama koyu renk mutlaka, kravat kostüm
melankolilerini yerlerde sürükleyerek yaşamı ağır bir yük gibi taşıyan aris­
tokratlar, büyük burjuvalar ve onların çevresindeki heleşçi takım(lar)ının
karam izah yaşam biçemi. O da olsun kardeşim önemli olan özgürlük. O
olmayınca sanatçı üretemez.
Abidin ne diyor zaten bakın: " Özgürce türkülerimi söylemek ve ra­
hat rahat çalışabiirnek için Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldım . " E vet öz­
gürce yaratabilmek ve özgürce yaşayabilmek için.
1 9 9 o 'da Andre Yelter ile yaptığı uzun söyleşisinde Abidin o günle­
rini şöyle anımsıyor: "Artık canıma tak etmişti. Özgür olmak, özgürce dü­
şünmek, düşündüklerimi özgürce yaratmak istiyordum. Türkiye'de bunun
olanağı yoktu. Türkiye'den ayrılmayı düşündüm Bu da o kadar kolay bir
şey değildi. iktidarın . . . her dönemde aydınlara karşı kullandığı ilk silah, on­
lara pasaport vermemekti."
E vet anımsayalım, Abidin epey uğraştıktan sonra, aylarca, yıllarca
ancak pasaportuna kavuşabilmişti.
Zorlu bir yolculuktan sonra Roma'ya ayak basan Abidin hayat dene­
y imini bin bir bela ve baskıyla zenginleştirmiş 39 yaşında evli bir erkektir

12 R oMA: OcAK· E K i M 1 952


Abıdın Roma'da, 1952. M Ş.h'""' cu .. ı Kolth•yoou

ABiDiN D I N O 13
ve eşini ülkesinde bırakmak zorunda kalmıştır. Yani tek başına çıkmıştır
İ stanbul' dan. Tek başına ve yarınların neler getireceğini bilemeden. Çün­
kü öneml i olan yaratmaktır özgürce.
Dil e kolay. Paris'i terk etti ği 31 Mayıs 1938' den bu yana on dört yıl geç­
miş. Bu on dört yılını kendi ülkesinde yaşayan Abidin yedi yıl ını evet bu sürenin
yansını iç sürgünde çil e doldurmak durumunda bırakı lm ıştı r. Bildiğiniz gibi.
Kendi ülkesinde özgürlüğü elinden alınan bir sanatçı üretebilir mi?
E vet 39 yaşında ve tek başına çıktı Abidin ve ömrünün kalan dilimini, kırk
bir yılını, ülkesinden uzakta geçirmek zorunda kaldı. Özgürdü evet ama
aklı hep ülkesindeydi, eşinde, dostlarında, yoldaşlarında.
Abidin 1938'de İstanbul' a Paris' ten dönerken, kendisi gibi gerçek bir
deniz ve balık meraklısı Fellini nam adem de doğduğu kenti, Rimini'yi terk
edip Roma' ya gelmişti. Birbirlerine, yaşamayı sevmeleri, saati gelince dalga
geçmeyi ve iyi ve ciddi çalışmayı, çok zengin bir kültüre sahip olmalan ve
Fransızca kullanmak zorundayım, "charmeur jseducteur" olmaları ve daha
bin bir açıdan benzeyen bu iki Akdenizli, ama dünyalı tarafından, Abidin ve
Fellini veya Fellini ve Abidin Roma'da ay nı kaldırımları, aynı sokak, cadde ve
meydanları arşınladılar. Biri yaşadı ve çizdi. Öbürü yaşadı ve ekranlara yansıt­
tı. 195o'lerin başındaki Roma'yı La Dolca Vita dan daha iyi anlatan bir eser
'

bulmak mümkün mü? İşte Regina Baglioni Oteli: Film buraya çok yakın ve
kahvehaneleriylejcafeleriyle ünlü Via Yeneta'da çevrildi. Cine Citta'yı ve stüd­
yolarını unutmadan. Faşizm belasından çıkışı ve yeni arayışları, var olmayı ve
var olmanın ne anlama geldiğini, var olmanın ille bir anlamı olmasının gere­
kip gerekmediğini Fellini bize anlah nıyor mu? Kendine özgü biçemiyle: Yani
dalga geçer gibi ciddi sorular sorarak. Çıktık faşizm belasından ya sonra?
Fellini bir zaman sonra Fellini Roma filminde anlatacak: Roma' nın
nasıl işgal edildiğini: Turistler, turistler, otomobiller, otomobiller, çevre
yollar, otoyollar, motosikl etler ve akıl almaz başka belalar tarafından. Son­
ra Arnareord diyecek Rimini ağzıyla: Anımsıyorum yani: Çocukluğun u, ana
ve babasını, tembel ve faşist dayısını ve ilk gençlik serüvenlerini . . .
Roma' yı geceleri ve gündüzleriyle, mutsuz kadın v e erkekleriyle
Antonioni de anlatacaktır. İletişimsizliğin ressamıdır Antonioni. Kadın ve
erkeğin birbiri için yaratılmadığını anlatmak için yaratır yapıtlarını.

RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
Roma günlerinde Abidin bu ustalada mutlaka bir yerlerde karşılaş­
mıştır: Bir sokakta, bir kahvede bir lokantada, bir sergi salonunda, bir ga­
leride, bir müzede bir yerde mutlaka. Dokuz ay kaldı çünkü Abidin Ro­
ma'da: " Bir kadının bir çocuk yapma süreci. Abidin böyle diyor. H esabını
yapalım: 1952 yılının ekim sonuna veya kasım başına kadar götürür bizi bu
dokuz ay. Bu dokuz aylık özgürlük günlerinde Abidin birçok şey yaptı, bir­
çok kişinin dokuz yılda yapamayacağı kadar.

Ro MA'nA HAYAT
Andre Yelter ile söyleşisinde Abidin şunları anımsıyor: " Beş para­
sız yaşıyordum. Arada bir tablo sattığım oluyordu, ama geçinmek için de­
ğil. Böylece bir prens gibi yaşayabileceğimi sanmaya başladım."
Güzin' in 5 Şubat 1 9 5 2' de İ stanbul'dan gönderdiği mektupta,
(mektubun içeriğinden bunun Güzin' in ikinci mektubu olduğu ve o sa­
bah Abidin'in Roma'dan postaladığı büyük olasılıkla ikinci mektup/ kart­
postalı aldığı anlaşılıyor) eşine tavsiyelerini, serzenişlerini okumak
mümkün, aynen aktan yorum " H ala o pahalı otelde kalrnana üzülüyo­
rum. Sen galiba güzel oda peşindesin, rahat olması kafi, sonra İtalya' da­
ki paran yetişmeyecek. Tam iyi de dinlenemiyorsun bu yüzden, günde
dört liralık oteller yok mu, orta halli, ayda 1 2 0 lira eder. Şimdiki otelden
ucuz olur değil mi?"
Böylece Abidin'in ilk günlerini bir otelde geçirdiğini öğreniyoruz.
Belli bir miktar parası var ve bunu dikkatlice kullanması gerekiyor: Ro­
ma' da beş parasız kalmamak için. Ancak Velter' e anlattığına bakılırsa, Abi­
din bir süre sonra "beş parasız" kalıyor. Abidin bu, adamda "şeytan tüyü
var." İşte kendi ağzından:
" Ş ansım yaver gitti. Bir haftada herkesi, Roma' nın ünlü şahsiyetle­
rinin tümünü tanıdım. Artık ben de yavaş yavaş bende şeytan tüyü olduğu­
na inanmaya başlıyordum. E vet Roma' da kısa süre içinde çok hoş, çok se­
vimli insanlarla tanıştım, onlar da beni tanıdılar ve hemen benimsediler.
Kimler yoktu ki, Moravia en başta, Guttuso (kimi kaynaklarda yazıldığı gi­
bi " Guntozo" değil), Savinio ("Savigno" diye yazanlar yanılıyorlar) , Vespi­
niani isimli hoş bir ressam, sinema dünyasından Dino Rizzi ile hemen

AB i D i N D i N O
dost olduk, kaynaştık. Ne de olsa hepimiz Akdenizliyiz. Roma'da yaşam şa­
haneydi. B irbirinden güzel şeylerle, güzel kadınlarla, güzel resimler ve hey­
kellerle çevrilmiştim. E vet, uzun sözün kısası gerçekten Roma'daydım."
Alberto Moravia o günlerde epey ünlü ve savaş sonrası yayınladığı
peş peşe kitaplarıyla daha önce ilişkide olduğu ve aktardığı aydın burjuva­
ziden farklı kırsal ve köysel yeni bir kitleyi İtalyan edebiyatında hak ettiği
yere yerleştiriyor. Savaş yıllarında, faşizme karşı mücadelesi nedeniyle giz­
lenmek zorunda kaldığı mekanlarda tanıdığı insanlardır bunlar. O günle­
rin "neo-realiste" edebiyatının temsilcilerinden farklı ve kendi edebi gelişi­
minin en önemli aşamalarından birindedir. 1 944'te örneğin La Speranza,
ossia cristianesimo e comunismo 'u (Umut veya Hıristiyanlık ve Komünizm)
yayınladı. Moravia aynı zamanda psikolojik analizleriyle dikkat çekiyor: Bu
bağlamda 1 9 5 ı 'de yayınladığı İl Conformista anımsanabilir. Yazdıklarıyla
bir süre sonra Pasolini'nin dillendireceği Roma'nın "sert yaşam biçe­
mi'nin, " ragazzi di vita"nın öncülüdür. Artık "la dolca vita" dan çıktığımızın
ve şiddetin de yaşamın bir parçası olduğunu vurgulayan akımın habercisi.
Kimi açılardan yaşamı, hele savaş yıllarında yaşadıklarıyla Abidin'in yaşa­
mını çağrıştıran yönleri bulunuyor. L 'Ennui'de ( Sıkıntı/ Can Sıkıntısı) soyut
resim ustası kahramanının ismi Dino'dur. ı 9 6o 'ta yayınlanan bu yapıttaki
kahramanla bizim kahramanımız arasında bir ilinti var mıdır? Bilemiyo­
rum. Ancak Dino isminin İtalya'da pek sık kullanıldığını biliyoruz. İtal­
ya'da ve kimi komşu ülkelerde. Öte yandan Moravia'nın 1907 doğumlu ol­
ması itibariyle, Abidin'le yaş ve kuşak ve ilgi alanları açısından da birbirle­
rine uzak değiller.
Alberto Savinio, aslında barondur. Abidin oldum olası biliyorsunuz
aristokrat takımıyla bir yerde veya başka bir yerde mutlaka karşılaşır. Adam­
da şeytan tüyü var kardeşim. Ama dikkat, gerçek ismiyle Andrea Savinio ba­
ran De Chirico olan yazar, ressam ve müzisyen ve saati gelince şair dostu­
muz o günlerde beş parasızdır. Aynen Abidin gibi. Bu da bir meslektir: Beş
parasız olmak ve Abidin için bir prens gibi ve Savinio için bir aristokrat gi­
bi, madem ki dostumuz gerçekten baran, işte öylesine yaşamak. 25 Ağustos
ı89ı'de Atina'da doğmuş olan Savinio'nun hayatı ağabeyi Giorgio'nunkiyle
iç içedir. Bu açıdan biraz Arif Dino ile Abidin'in yaşamına benziyor. Münih

ı6 ROMA: ÜCAK·E K i M 1 9 5 2
ve Paris başta Yunanistan'ın dışında eğitim ve yaratma faaliyeti ve yarattık­
larıyla dönemin en ünlü yazar ve şairlerinin dikkatini çekmeleri. Örneğin
Apollinaire genç Savinio'nun Fransızca yazdıklarına hayran oluyor. Bir sü­
re sonra ise Breton Savinio'nun sürrealizmin habercisi olduğunu ilan ede­
cektir. Birinci Dünya Savaşında Balkanlar'da askerlik yapan Savinio, daha
sonra önce bir süre Milana'da yaşıyor, savaş ertesinde Roma'ya yerleşiyor.
Ve düzenli bir biçimde " Randa" isimli neo-klasik grubun çalışmalarını izli­
yor, faaliyetlerine katılıyor. r 925'te Paris'e geçiyor. Ve burada resme öncelik
veriyor: Sekiz yıl boyunca. O günlerde Dada H areketi ile sıkı ve yakın ilişki­
si olduğu biliniyor. Özellikle yazdığı şiirlerinde bu yönü apaçık ortaya çıkı­
yor, Dada üzerine yazılan kaynaklara bakılırsa. O yıllarda Paris'te yaşayan
Tristan Tzara ile arkadaşlık ediyor. Abidin'in 1937-1938 Paris yıllarındaki
dostu Tzara ile. Burada da bir "akrabalık" söz konusu.
Savinio denilince akla ilk gelen onun yazarlığı ve şairliğidir. Müzis­
yenliği tümüyle ihmal ediliyor. Ressamlığı için ise bir tür gençlik merakı
olarak bakılıyor. Ama çok yönlü bir yaratıcı olduğu ortada. Abidin'le dost­
luğu bu açıdan neredeyse doğallaşıyor. İkisi de Paris'ten birkaç kez geçti­
ler. Paris'in en hoş insanlarıyla ve hele Dada'nın babası Tzara ile tanıştılar.
Bu ilişkiler demeti dostluk kurulmasına, kurulan dostluğun pekiştirilmesi­
ne yardımcı olmaz mı? Abidin ve Savinio birçok alanda birbirlerine benze­
yen iki insan ayrıca: Yazar, ressam ve saati gelince şair.
Savinio'dan iki eseri anu nsatmak isterim: 1942'deki Casa La Vita,
1943'teki Ascolto İl Tuo Cuore, Citta. Kalbini dinlediğini yazdığı kent Roma
mı? Ah! Roma ah! Ölümleri getiren kent. Savinio 6 Mayıs 1952'de Ro­
ma'da ölüyor. Bu açıdan Abidin'in Savinio ile dostluğu maalesef uzun
ömürlü olmuyor. Abidin cenaze törenine katıldı mı? Söz veriyorum: Abi­
din'le bir dahaki karşılaşmamızda soracağım: Abidin, sen ki kendi ülken­
de esir Atina'da ölen ağabeyin Ali E krem'in, İstanbul'da ölen enişten, dos­
tun, büyük hala oğlun Suphi Nuri İleri'nin cenazelerine yasaklar ve iç sür­
gün nedeniyle katılamadın Savinio'nun cenazesine katılan dostlar toplulu­
ğu içindeki yerini alabildin mi? Savinio büyük olasılıkla Abidin'in cenaze­
sine katıldığı ilk ama sonuncu olmayan dadacı ve sürrealist yazar, ressam,
müzisyen ve şairdir.

ABi D i N D i N O
Abidin o günlerden bir gününü anımsıyor: 199o'ta Paris'te Hôpital
N ecker' deyken:
" H ava pek güzel. Televizyonda söylediler. Paris 22, Roma 31 dere­
ce. İçim ısındı birdenbire. Demek Piazza di Spagna'da (Kitapta yanlışlıkla
dizgi hatası mutlaka, "piazza d'E spagna" yazılmış), Trinita del Monte mer­
diveninde oturup güneşlenmek mümkün. Saat bire doğru, Cafe Greco' da,
giren çıkan ahbaplarla iki laf ederek acımsı bir içki içmek, Chirico ile ters
bakışmak, o ters herifin özbeöz kardeşi Savinio ile ne kadar iyi aniaşıyoruz
oysa. Kahvelerden, lokantalardan hoşlanmıyor, Piazza del Popola'ya bitişik
evinde buluşuyoruz kimi akşam.
Akşamüstü Roma'nın taşları, surları, sarayları, kiliseleri kızılımtrak
bir ışık salar karanlıkta. H epsinden iyisi o saatlerde Roberto Bazlen'le bu­
luşmak. Küçük, yaşlı, iri kalın gözlüklü bir adam, bir sır söylercesine fısıl­
tılı konuşur. Yazmayı değil, yazdırınayı seven bir kişi, Triesteli sözcük sim­
yacısı. Belki de Roma'nın gerçek gizli kralı. Via del Baberine 'daki evinde
saklanıyor, kitaplar ve el yazmalarına gömülü, ermiş dostum." ( Ölüm mü?
Ne Buluş!, s. 25-26.)

RoMA: SANAT-KENT
En çok müzesi olan kent hangisidir? Roma'dır demek mümkün.
Tarihin bıraktıkian na zaman içinde eklenenlerle. Roma Katalikliğin mer­
kezidir. Roma müzeler ve tarihi eserler kentidir: Roma Forumu, 1929 'dan
beri Saint-Pierre Meydanı ve çevresiyle "bağımsız bir devlet" olarak yaşamı­
nı sürdüren Papalık ve Müzesi, Sistina Kilisesi, Fransızcasıyla " La Chapel­
le Sixtine" ve vitrayları, Trevis Çeşmesi (Gel de şimdi Anita E kberg'i anma
bakalım! ) , Pantheon, Piazza Risorgimento, Via Appia, Aziz Merdiven(ler),
Colesseo (Bir süre sonra Abidin Piazza Colesso'da ikamet edecektir) , yedi
tepeden seç seçebileceğini, Sezarların ve papaların başkenti antik Ro­
ma'dan beri alıp alıp biriktirmiş ve sermiş gözleri önüne seyretmeyi bilen­
lerin: Zaten ne diyor Abidin bakın: " Sürekli seyrediyordum. Seyretmek,
bakmak, bakmasını bilmek, adına resim denilen olgunun çok önemli bir
parçasıdır. Daha doğrusunu isterseniz resim sanatının özüdür. Roma gör­
sel yolculuğumun yeni durağıydı. Olanaklarım ölçüsünde seyrettim, bak-

ı8 ROMA: ÜCAK·EKi M 1 952


tım, görmeye çalıştım. Az buçuk da resim yaptım, ama öyle pek çok değil.
Sistina Kilisesi'ne gidip Michelangelo'ya merhaba demeyi bile hemen yeri­
ne getiremedim. Doğrusunu isterseniz pek öyle fazla çalışmıyordum. Çün­
kü zamanıının büyük bölümünü seyretmekle geçiriyordum."
E vet Roma gibi bütün güzelliklerini gözler önüne seren bir güzel de
seyredilmelidir. Abidin de seyretti. Sadece seyretmekle kalmadı elbette.
Çok da dolaştı. Abidin'e kalırsa gerçek bir sanat boyutunu alabilir dolaş­
mak: Hele Roma kent merkezini. Antik Roma'nın kalbini.
Dolaşmaktan ve seyretmekten karnımız mı açıktı? Aman hemen
ayaküstü bir pizzaya ne dersiniz? Yok yetmez mi? diyorsunuz. O zaman
demek çok acıktınız ve buyrun bir lokantaya: İyi bir osso buca ısmarlayalım
ve yanında domates ezmeli veya salçalı artık keyfinize kalmış bir pilav: Mis.
Bilen konuşuyor. inanın.
Sonra Roma'nın Montparnasse'ı diye ünlü La Via Margreta'ya yö­
nelelim bir de. Sergiler var peş peşe.
Günlerden perşembe ve 28 Şubat 1 9 5 2 ise Abidin'in eserlerini de
seyretmek şansımız olacaktır. Çünkü onca seyretmek, dolaşmak, hoş ve se­
vimli insanlarla, yazar, ressam, şair, sinemacı ile dostluk güzel mutlaka,
ama arada bir resim de yapan Abidin sergiliyor eserlerini toplu bir sergide:
2 numaralı salonda, Galeria Della Zodiaco'da.
ı. Salonda kimler var biliyor musunuz? Pignon, Lurçat, Mensier,

E rnest, Villon. ilk ikisiyle Abidin Paris'te çok iyi arkadaş olacaktır. H ele Je­
an Lurçat ile: Onun 6 Ocak 1 9 6 6 'da vefatma kadar süren. Ve bilhassa Abi­
din' e Paris'teki ilk haft alarında ve aylarında kol kanat geren Lurçat.
Abidin'in Roma'daki sergisinin davetiyesinde yazılı bütün bunlar.
Davetiye Güzin'de. Abidin'in kağıtları arasından çıkan bir belge, tarihi bir
tanıklık daha işte.
A'dan Z'ye Abidin Din o 'da belirtilcl iğine göre (s. 285), Abidin " Ro­
ma Modern Sanat Müzesi'nde Art Cl u b grup sergisine" de katılıyor.
Roma'dan daha önce ressamımız geçti mi? Nejat Devrim'in bir fo­
toğrafını anımsıyorum: Ağustos 1 949 tarihli ve ressamın şortlu ve bir
elinde resim cildbendi olan fotoğraf onun Roma'dan geçtiğinin ispatı. Gü­
zel. Acaba Nejat Devrim orada bir sergi açtı mı? Bir sergiye katıldı mı?

Asi D i N D i N o 19
Araştırılması gereken bir mesele. Ve daha önce, çok önce, sergi açan res­
samımız var mı Roma'da? Yoksa Abidin Roma'da ilk sergi açan ressamı­
mız mı oluyor?
Abidin'in, gelir gelmez neredeyse, Roma'da bir sergiye katılması
sonra bir başkasına daha: Çok hoş şeyler. Herkesin kolayca tahmin edebi­
leceği gibi bir sergiye katılım öyle gelir gelmez yapılacak bir başvuruyla ol­
mazjolmuyorfolmadı. Büyük olasılıkla Abidin daha Türkiye'den ayrılma­
dan önce sergiyi veya sergileri düzenleyenlerle ilişkideydi. Ve yine büyük
ihtimalle bu sergilere epey önceden davet edildi. Ve yine büyük ihtimalle
bu davetler sayesinde İtalya'ya gidebilmek için pasaportunu alabildi. Bu çı­
karsamalarım bize Abidin'in 1952 başında Türkiye'den ayrılınca neden he­
men doğrudan doğruya Paris'e gitmediğini de açıklıyor, ya da açıklamaya
yardımcı oluyor sanıyorum. Bunlar aynı zamanda şu soruyu akla getiriyor.
Abidin dostlarına mektup yolladı mı ?
Abidin Roma'ya geldikten sonra mutlaka İstanbul'daki ve bir kısmı
birkaç yıl önceden beri Paris' e taşınmış ressam arkadaşlarını, A vni Arbaş'ı,
Pikret Mualla'yı unutmadı. Onlara mutlaka Roma'dan bir mektup bir kart
atmıştır. Paris'teki dostu Tristan Tzara'ya da yazdığım tahmin ediyorum.
Gertrude Stein'e yazamazdı, çünkü O 1946'da bu dünyaya elveda dedi.
Ama belki onun dostu Alis Toklas'a birkaç satırlık bir merhaba demiştir.
Moskova'da tanıştığı ve Fransa'da belgesel film denince akla ilk gelen Jean
Lods'a da yazdı sanıyorum. Belki başka dostlarına ve arkadaşlarına da. E l­
bette Güzin'e de. Birazdan göreceğiz
Roma'da pazarlar rengarenktir. Pazar günü kurulan pazarları ise
daha bir cümbüş. Alışveriş yapmak yerine seyretmek için. Bit Pazarı derse­
niz daha hoş, bir renk ve parfil m soyutu sanki, evlere şenlik. Ne ararsan var
kardeşim. Derde dermandan başka. Hele pazar sabahları La Porte Porte­
se'de kurulanı: inanın hiçbir yerde eşine rastlayamazsınız. Aman cepleri­
nize dikkat. Ne olur ne olmaz hani?
Trastevere Mahallesi'ndeki esnafı görmelisiniz bir de: İstanbul, Na­
poli, Cenova, Marsilya biraz da Barselona. H epsi burada üst üste ve fazlası
bile var. O güzelim el işi yapımı eserler. Abidin'e kalırsa gerçek sanat bu­
rada ve işte gözümüzün önünde.

20 ROMA: ÜCAK-EK i M 1 95 2
Ş U BATTA İ STANBUL VE A NKARA
İstanbul'da bırakmıştık Güzin'i. Evet Güzin tek başına kalıyor. Tek ba­
şına ama yalnız değil. Şubat tatili var: Ama Güzin, bunu anımsahnca sinide­
niyor ve yanıtını yapıştırıyor: "Ben ne yapacağım şubat tatilini. Abidin gitmiş.
Annem ve evim Ankara' da. İstanbul'da Leyla Abla'nın evinde kalıyorum."
Nitekim daha önce andığım 5 Şubat 1952 tarihli mektubunda Abi­
din'e şunları yazıyor Güzin: "Bu sabah, Leyla abla ile karşılıklı yatıyorduk, ka­
pı çalındı, ben mektup dedim ve gerçekten mektup geldi (Abidin'den. MŞG),
kartpostala bayıldım, o kadar bize benziyor ki halleri, çok çok sevdim o kar­
tı... Kimseleri gördüğüm yok, malum ya, arkadaşların sen olmayınca bana
metelik vermezler. Aksi gibi de şimdi isterdim aramalarını, pek yalnız hisse­
diyorum kendimi, lalettayin konuşacak bir insandan bile hoşlanıyorum."
O günlerde Taksim Meydanı'ndan geçerken Güzin yine bir şipşak­
çıya yakalanmış."Abla bir fotoğraf' diyen adam basmış deklanşörüne ve
Güzin'in sureti vurmuş kağıt üstüne: " Buyur Abla."Güzin neredeyse tebes­
süm ediyor. Soruyorum:
- Abidin'e gönderdiniz mi bu fotoğrafı?
İşte yanıtı:
- H iç hatırlamıyorum.
Zaman zamanı izledi. Gel zaman git zaman bir süre sonra Güzin
"güzel, sakin ve dinlendirici Boğaziçi"ni terk etmek zorunda kaldı. Anka­
ra'da DTC F'deki öğretim üyeliği bekliyor, dizi dizi öğrencileriyle, dört göz.
O günlerini şöyle anlatıyor Güzin: "Ankara'daki bütün aydınlar da­
ğıtılınca Oktay'la (Rifat. M ŞG) ben kaldık. Tabii eşi Sabiş ve oğlu o çok se­
vimli çocuk Samih de. Oktay'lara çok sık giderdik Annemle. Onlar da bize
gelip giderlerdi. Annemle çok iyi anlaşıyorlardı. Arada bir kuzeni o güzel
insan Mehmet Ali Aybar da çıka gelirdi: Kuzguncuk'tan, Boğaziçi kıyıların­
dan haberlerle. Görüşüyorduk sıkça. Oktay oldum olası tartışmaya, tartış­
ma yaratmaya bayılırdı. Takılır, tartışır, konuştururdu herkesi. Çok hoştu."
Oktay Rifat ailesiyle o günlerde, yanılmıyorsam, M altepe'de Uludağ
Sokak'ta oturuyordu. Güzin'e soruyorum ve Güzin anımsıyor:
"Bu adresi biliyorum. Bir ara birbirimize çok yakın oturuyorduk.
Çok sık gider gelirdik Yürüyerek çokça. Çünkü iki adımlık yer. Çocuğu

AB i D i N DiNO 21
pek anımsamıyorum. Ama bir ara Samih'in lafı geçti elbette. Daha sonra
biraz daha sıkça."
Güzin'in bana anlattığına göre, o aylarda, o yıllarda, H arnit B atu ve
Osman Okyar da Güzin ve annesi ile ilgileniyorlar. Şöyle:
" H amit Batu diplomat, Fethi Okyar'ın oğlu Osman Okyar öğretim
üyesi, çok kibar insanlar. Ben yalnız kalmayayım diye çok nazik davetler ya­
pıyorlar: Bazen biri bazen öbürü, eve kadar gelir, beni ve annemi akşam ye­
meği için bir yere, örneğin ' Süreyya'ya, götürür. Çok hoş insanlardı. Siyasi
açıdan Osman sağcıydı ama Abidin'le hep iyi bir dost olarak ilişkisini sür­
dürdü. Paris'te de . . . H ep nazik bir biçimde tartışırlardı. Osman son derece
uygar bir insandı. Osman hep ahbaptı. H arnit B atu da öyle: O da çok nazik
ve çok cana yakın bir dostumuz olarak kaldı. "

TEKİR KEDİ D E N HABERLER


Anımsıyor musunuz? Abidin ve Güzin'in, Güzin, Abidin ve Gü­
zin'in annesi Feride Hanım'ın bir kedileri var: " Küçücükken sokaktan ge­
lip, ta Maltepe'den beri evlerine yerleşen bir tekir kedileri var."Güzin aynen
böyle yazıyor Gel Zaman Git Zaman'da (s. 2r6).
Tekir kedinin Abidin'i n e kadar çok sevdiğini daha önce anlattım.
Abidin İstanbul'dan ayrıldıktan sonra ve Güzin tek başına Ankara'ya dön­
dükten sonra kediye bir şeyler oluyor. Güzin'den dinleyelim:
"Abidin gittikten bir süre sonra Tekir'in tüyleri böyle diken diken
oldu. Koşa koşa Veteriner E nstitüsüne yetiştirdim. Veterinerler herhalde
durumu hemen anladılar. Bana
-Siz onu bize bırakınız, biz size gelişmeleri bildiririz.
Bunun üzerine Tekir'i onlara teslim edip ayrıldım. Aklım orada kal­
dı elbette. Nitekim kısa bir süre sonra telefon ettiler ve kediniz ölecek, de­
diler, gelmeyin daha iyi.
Ve Tekir gitti. Çok üzüldük. Kıyamet koptu evde. Annem bir yan­
dan ben öbür yandan.
Abidin'e bildiremedim tabii. Çünkü Abidin kedisini çok seviyordu.
Ve kedisi Abidin'e dayanamadı: Gidişinden bir-iki ay sonra öldü. Abidin'e
haber veremedim. Ama o sırada Roma'ya giden Sabahattin E yüboğlu Abi-

22 ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
din'e kötü haberi iletmiş. O yaz Roma'ya gittiğimde, ben düşünüyordum,
Abidin'e söylesem mi söylemesem mi diye. Bilmiyorsa hiç haberi olmasın
daha iyi diye kuruyordum. Ama içimden de rahat değilim ve mutlaka söy­
lemeliyim diyorum. Nihayet bir yemekte, oturuyorduk, dayanamadım ve
kötü haberi verdim:
- Biliyor musun kedimiz öldü dedim.
- Biliyorum dedi. Ve başka hiçbir şey söylemedi. Söylemek isteme-
di. Konuşmak istemedi canı. Üzüldüğü belliydi. Ben de üstelernedim
O gün bugün kedileri çok seviyoruz ama başka kedi almadık eve."
Güzin Abidin'siz Ankara günlerini bakın nasıl anlatıyor:
"Abidin'i İstanbul'da yolcu ettikten sonra, Ankara'da annemle kah ­
yorum. Annemle ben Dedeman'ın bir apartmanma taşındık O yokuşun
üstünde. Yine zemin katta. H atta badrum katta. Merdivenle iniyoruz giriş
katından aşağıya doğru. Ama öte yandan evimizin önü yine bir bahçeye açı­
lıyor. İki odası ve bir holü var. Hoş."
O ev, Güzin'in kitabında (s. 171) sözünü ettiği "Ankara'da Perçiner
Apartmanı"dır. "Bodrum katındadır evet ve pencereleri beton bir avluya
açılır." Bilenler bilir Ankara'nın o tür evlerini: Küçükesat son duraktan bir
durak öncesi ve son durak evleri: Ah! Anılar bırak yakarnı bırak artık!
Fakat işe bakın siz: 2 Nisan 1952'de Abidin'e bir kartpostal gönderi­
liyor şu adrese: " Uçak Sokak 4/7, MaltepefANKARA." Kartı gönderen Abi­
din'in İtalya'ya uçtuğunu biliyor. Ve Güzin aracılığıyla Abidin'e ulaşmak ni­
yetinde. Gönderen İstanbul Setüstü'ndeki evin birinci katının kiracısı veya
eski kiracısı. İsmi mi? İ şte yazıyorum: Lionel Billous. E lle yazılı kartpostal­
dan okuyabildiğim kadarıyla isim bu. Soyad da bu. Belki de Lionel Rillous.
Kartpostal dedim ama doğrusunu isterseniz tam öyle değil: Bay Lionel Bil­
lous, Setüstü'ndeki evin taraçasına kadar çıkmış, bembeyaz kar altındaki ta­
raçanın fotoğrafını çekmiş: İşte Osmanlı çeşmesi tavus kuşu gibi kabarık iş­
te solda karla kaplı ağaççık ağaç veya çiçekçik çiçek ve elbette o seçme taşlar­
la donatılmış alçak duvar ve nihayet arkadaki ahşap ev: Yıkıldı yıkılacak
(mı?) Sonra bu fotoğrafın arkasına İngilizce birkaç satır döktürmüş:
" Dear Abidin Bey, Güzin H anım'dan Roma'da her şeyin sizin için
yolunda olduğunu öğrenmekten mutluyuz. Bu kış apartmanda kaldığımda

ABi D i N D i N O 23
çektiğim bu fotoğrafın hoşunuza gideceğini umuyom m. Bu yaz İngilte­
re'ye dönüyoruz. Venedik ve İsviçre'de birkaç gün geçireceğiz. Sonra ben
İ ngiltere'ye eşim Almanya'ya gidecek. Bu yaz İngiltere'ye gelecek olursanız
bana bildiriniz. Dostlukla. Lionel Billous."
G üzin'e soruyorum: Setüstü'ndeki o güzelim ev ne oldu sonra ?
" Setüstü'ndeki evde de epey şey bıraktık. Annem kaldı bir süre o ev­
de. Abidin ayrıldıktan kısa bir süre sonra satmak zorunda kaldık ama. Ön­
ce evdeki eşya teker teker satıldı. Rasih (Nuri İleri. M Ş G ) eşyanın içinden
beğendiklerini gelip almış götürmüş. Nefis şeyler vardı. Boyalı demirden
Sultan Mahmut'tan kalmış şeyler vardı. Daha önce konuştuğumuz eşya ya­
ni. Çok hoş şeyler. Satıldı onlar. H epsi gitti. Sonra evi sattık Sonra annem
Ankara'daki evde kaldı. O bir apartman katıydı."
Biraz önce ziyaret ettiğimiz apartman katı: Ankara'da. Küçükesat'ta.

" ORAK VARSA H ERHALD E ÇEK İÇ DE VARDIR!"


Ankara'da Güzin'i başka sürprizler, beklenmeyen, akıldan bile ge­
çiril(e)meyen sürprizler bekliyordu. Örneğin şu hikaye:
Her şey 22 Nisan 1952 salı sabahı başladı. Gel Zaman Git Zaman'da
yazıyor Güzin: Bir sabah DTCF'de dersinden çıkıp bürosuna döndüğünde,
kapının önünde iki sivilin kendisini beklediğini görüyor. Sonrasını Güzin
anlatmalı:
"- E fendim evinize gittik, anneniz bizi içeri almadı. . .
- Neden girmek istiyorsunuz eve?
- Seramikler varmış . . . Ü stlerinde zararlı işaretler olduğu ihbar edil-
di! Götüreceğiz . . .
- Savcılıktan kağıdınız var mı?
Çıkarıp gösteriyorlar. 'Gidelim' diyor Güzin.
- İ sterseniz siz önden çıkın, öğrenciler birlikte görmesinler, diyor
nazik, sivil komiser.
- Görsünler. Ne çıkar?"
Sonrasını biliyorsunuz. Güzin yazdı. Abidin değişik makalelerinde
ve söyleşilerinde anlattı. A 'dan Z'ye Abidin Dino 'da, "Seramik" başlığı altın­
da en uzun "madde"lerden biri bu konuya ayrılı. Bu sayfalarda (s. 225-232)

ROMA: ÜCAK·E K i M 1 952


Ankara'da Sera m i k :To prak, Ateş, S u . M. Ş e h m u s Güzel Kolek,yonu

Abidin'in bir içim su birkaç seramik eserini seyretmek de cabası. Güziıı Di­
ııo-Abidiıı Diııo Mektuplan (1952-1973) 'de gelişmeleri günü gününe izlemek
olası (s. 13-17. Bu kaynakta yer verilen Nisan 1952 tarihli iki mektubu Gü­
zin'in Abidin'e İstanbul'dan gönderdiği eklenmiş: Doğru değil. İki mektup
ta Ankara'dan postalanmış. Mektupların içeriği bunu çok açık bir biçimde
ispat ediyor. Dahası A 'daıı Z'ye Abidin Diııo 'da mektupların Ankara'dan yol­
landığı belirtilmiş: s. 226. Nihayet Güzin anılarını aktardığı kitapta "iki sivil
polisin" kendisini DTCF' deki bürosunun kapısında beklediğini yazıyor.)
Burada, önce, bu akıl almaz ve bir o kadar da traji-komik olayı Abi­
din'in ağzından özetlemek istiyorum, sonra da o günkü gazetelerden bir­
kaçının olaya nasıl yer verdiklerine değinmek.
Abidin anlatıyor: 'Türkiye'den ayrılmadan bir süre önce dostum
Zeyyad Ebüzziya'nın isteği üzerine hiçbir iddiası olmayan küçük seramik­
ler gerçekleştirdim, bir seramik fırınındajatölyesinde. (Abidin mütevazılığı

AB i D i N D I N O
elden bırakmıyor: Seramik işine girişmesinin nedeni Anadolu uygarlıkları­
nı potasında eritmiş çanak-çömlek geleneğine yeni bir yorum getirmektir.
M ŞG ). Ama gel gör ki ben ülkeden ayrılınca polisin birilerini tutuklaması
gerekiyordu. Onlar da kimseyi bulamayıp seramiklerimi tutukladılar. Tam
Gogol'a yakışır bir öykü. Gogol bundan olağanüstü bir oyun çıkarırdı. Gü­
zin' i ardımda bırakmamış olsaydım, doğrusu seramiklerimin başına örül­
mek istenen bu çorap hikayesine ben de gülebilirdim. "
Başka bir yerde şunları ekliyor Abidin: " Meğer o seramikler propa­
ganda imiş. Bunun kanıtı, imzaının kıvrımlarından ibaretti. Hani şu bildi­
ğiniz imzam var ya işte o düpedüz kızıl propagandanın dik alası! Seramik­
lerim orak çekiç taşıyormuş (Gülüyor Abidin) . Tabii zerresi yok orak çeki­
cin. Zaten niçin taşısın seramik orak çekici? Hem taşısa ne olacak? Boşu
boşuna bir martaval. Fakat hasbayağı tahkikatlar yapıldı, dava açıldı. Gaze­
telerde manşetler filan, üstelik 'ülkeden kaçtığım' da bildiriliyordu okurla­
ra. Güzin cansiperane çırpındı. Seramiklerin çoğu kayboldu. Parçalandılar.
Birçoğunu saklamıştım peşin olarak, çünkü sergisini hazırlayacaktım."
Bu iş gerçekten çok komik: Hele Abidin gibi yıllarca resimlerine
imza atmayan bir sanatçı için. Ne diyor zaten Abidin: "Yıllarca hiç imza at­
madım resimlerime, resmin kendisi dururken imza neyin nesi? Daha son­
ra imzaını resimleştirdim."
Güzel ama "iyi saatte olsunlar"ın gözünden kaçmaz (! ): O resim­
imzada veya imza-resimde hem orak bulurlar. Hem de çekiç. İşte bu kadar!
Güzin bana " suçlu seramiklerden" ikisinin fotosunu gösterdi ve he­
diye etti: Biri bir balkon veya teras kenarında güneşe karşı "poz ver­
miş." Pek öyle suçlu hali yok. Hiç. Arkada Ankara'nın kiremit kaplı çatıla­
rıyla ünlü evleri. İkincisi iç mekanda poz veriyor. Güzel. Abidin el yazısıy­
la ikisinin arkasına da notunu düşmüş: "Ceramique Ankara 1 9 5 ı . "
Evet hepsi b u kadar mı? Değil. Güzin'e kulak kabartır mısınız lütfen:
"Pencere kenarlarına çepeçevre diziimiş 77 parça, irili ufaklı sera­
mikler. .. Altı çay takımları satılmış bile Fransız E lçiliğin e. Kocaman iki va­
zo da satılmış, İş Bankasına. Büyük tabaklar, beyzileri, yuvarlakları, köşeli­
leri, her boyda ibrik, kase, bardak, tabla . . .yani rengarenk bir cümbüş . . . İlk
kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla seramikler yapılmış . . . "

ROMA: ÜCA K - E K i M 1 95 2
Seramild erin sayısı Abidin'in ve Güzin'in değişik tarihlerde yazdık­
Iarına ve söylediklerine göre değişebiliyor: Bazen 44, bazen 49, bazen 90,
bazen 1 0 0 , bazen 50 kadar oluyorlar . Bunun hiç önemi yok. Daha önce
belirttim Abidin'in rakamlarla arası iyi değildir. Biliyoruz. Asıl önemli me­
sele başka tarafta sanıyorum. Bunu anlayabilmemiz için bu olayın o günle­
rin gazetelerince nasıl irdelendiğine bir göz atmamızı öneriyorum:
I 3 Mayıs 1952 tarihli Hürriyet gazetesi, yani olayı n başlamasından
yirmi bir gün sonra, şu habere yer veriyor. Aynen aktarmak zorundayım:
"Ankara 12 (Telefonla) -Sanatkar Abidin Dino'nun yaptığı bazı sera­
mik eserlerde orak çekiç bulunduğu alakah ların dikkatini çekmiştir. Yapı­
lan incelemeler neticesinde (sonucunda) komünistlerin sembolü olan bu
işaretierin birçok eseriere ustaca yerleştirildiği neticesine (sonucuna) varıl­
dığından Abidin Dino hakkında takibat açılmıştır. Fakat kendisinin Türki­
ye'de olmadığı ve bir müddet önce karısıyla ( ! ! ! ! , yani Güzin Dino ile. M Ş G )
birlikte İtalya'ya gittiği anlaşılmıştır."
Gazetenin kaynağı polis. Ancak eşiyle birlikte İtalya'ya gittiği "habe­
rini" nasıl uydurduğu merak konusu. Fakat böyle bir yalanla olaya son de­
rece ciddi ve son derece polisiye bir hava verildiğini de kabul etmek lazım.
Bu işe sadece Gogol değil büyük ihtimalle Agatha Christie bile "sıcak baka­
bilir" di. Çünkü Abidin sanki seramiklerine imza değil de İngiltere kraliçe­
si'ne "parmak" atmış ve sonra da eşini de alıp İtalya'ya "kaçmış."Vay ana­
sını! Bir ünlem işareti yeter sanıyorum. Aman çok affedersiniz bu böyük
(yazımda hata yoktur) haberin başlığını es geçmeyelim aman: " Bir komü­
nistin yaptığı mel'anet." Ne diyordum?
Güzin, kitabında bu olayı bakın nasıl eğlenceli bir biçimde aktarıyor:
" Er tesi gün, Abidin'in komünizm propagandası yaptığının anlaşıl­
ması üzerine, eşiyle Avr upa'ya kaçtığ ını yazıyor gazeteler. Oysa eşi, o sabah,
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin Abdülhak H arnit Salonunun amfısinde
( Hem salon hem amfi nasıl oluyor acaba? Güzin'e sormalı. M Ş G ) , 130 kişi­
lik bir sınıf önünde dersini vermekte. . . Böylece üniversite gençleri kimi ga­
zetelerin ciddiyetini bir kez daha kavramış oluyorlar" (A. g. k., s. 164.).
I 3 Mayıs 1952'de Ulus gazetesi de başlığını atıyor ve haberi veriyor:
Aynen şöyle:

AB i Di N D i N O
" B ir Komünistlik propagandası tahkikatı. " Kabul etmek lazım ki bu
başlık daha az Agatha Christie'lik. Eh o kadar da olur artık. Haberde neler
mi yazılı? İşte takdim ediyorum:
"Tanınmış ressamlardan Abidin Dino'nun yaptığı seramikler üze­
rinde komünist propagandası mahiyetinde bazı şekiller görüldüğü iddiası
ile tahkikata başlanmıştır. Emniyet Birinci Şube Müdürlüğü bazı seramik­
leri tetkik ederek dosyayı tamamlamış ve Savcılığa vermiştir. Savcılık res­
sam hakkında tahkikata başlamıştır. Öğrendiğimize göre Abidin Dino ha­
len İtalya'da bulunmaktadır."
Ankara gazetesi olarak Ulus "eşiyle birlikte İtalya'ya gitmiştir" tü­
ründen bir yanlı ş yapmıyor. Ayrıca kaynağını da belirtiyor: Emniyet Birin­
ci Şube Müdürlüğü. Yani siyasi işlere bakan birim. Eh bizde böyledir kar­
deşim sanat eserlerinden bile Birinci Şube sorumludur.
Şaka bir yana Güzin'in kitabında yazdıklarından anlaşıldığı gibi,
"bir ihbar" söz konusudur. Ve bunun kim tarafından ve hangi amaçla ya­
pıldığını bilemiyoruz. Şimdilik en azından. Çünkü bir gün polis arşivi açı­
lırsa ihbarın kimden geldiğini ve niçin yapıldığını öğrenebileceğiz. Yarın­
lardan umut kesilmez.
Ancak Güzin, 25 Nisan 1 9 5 2 tarihli mektubunda, Seramik Enstitü­
sü müdürü H akkı İzzet'ten ve orada çalışanlardan şüphelendiğini, onları
suçlu bulduğunu sezdiriyor ve onları "sahtekarlıkla" suçluyor: Önce şunu
yazıyor: " S avcı bana, H akkı İzzet, Mah mut (? ) ve Arif Kaptan'ın da vaziyet­
ten haberdar olduğunu ve H akkı İzzet'le Mahmut'un, bu saçma iddiaları
destekleyecek mahiyette konuştukla; ını söyledi."
Sonra şunları ekliyor: "Arif Kaptan ve Hakkı İ zzet'le telefonda ko­
nuştum. Arifin hiçbir şeyden haberi yoktu. H akkı İzzet, kendisi orada (Se­
ramik Enstitüsü. M Ş G) yokken resimlerin (fotoğraflar olmalı. MŞG) çekildi­
ğini ve birkaç gün evvel sorguya çağrıldığım, kendisi senden ne biliyorsa an­
lattığını, orak çekiç meselesinin varit olamayacağını, kendisine gösterilen
şüphe unsuru resimlerde (Enstitü'de çekilen seramiklerin fotoğraflar mı?
Yoksa Abidin'in bizzat yaptığı resimler mi? M Ş G) ancak hayal kuvvetiyle bir
şey bulunabileceğini, her kaviste (kavisle? M ŞG) hattı müstakim karşılaşma­
sını(n) orak çekiç olarak tefsir edilmemesi lazım geldiğini söyledi. Seni ora-

ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
ya Demokrat Partili bir milletvekilinin götürdüğünü, şahsi münasebetinde
katiyen en ufak bir kötü şey görmediğini uzun uzun anlatmış."
Eh "uzun uzun anlatınca" mutlaka "dişe dokunur şeyler" de söyle­
miştir H akkı İzzet Beğ (Yazımda hata yoktur. M Ş G ) .
Savcı seramiklerin "saklanması için'" "bunları Seramik Enstitüsüne
geri yollayacağız" deyince Güzin kabul etmiyor ve mektubunda şunu yazı­
yor Abidin'e " bize karşı sahtekarlıkla hareket etmiş şahıslara tekrar ema­
net edemem seramikleri, dedim. " (Mektuplar: s. 14.)
Bunun bir nedeni var elbette: Polis ve savcılıktaki soruşturma sıra­
sında, Güzin, seramiklerin daha Enstitüdeyken fotoğraflarının çektirilmiş
olduğunu öğreniyor çünkü.
Güzin'le bu meseleyi konuştuk. Bana anlattıkları aynen şunlar:
" Seramik Enstitüsü müdürü Hakkı İzzet garip bir adamdı. Abi­
din'in seramiklerini ihbar eden kişiydi belki. O sıralarda birçok kişinin yo­
rumu buydu. Tezlerden, teorilerden biriydi bu. Almanya'da okumuştu ve
Enstitü müdürü olmaktan çok memnundu. Daha işin başında Abidin'in
Enstitü'ye gelip seramik çalışmasından memnun değildi. Ama Abidin'i
oraya Zeyyad Ebüzziya götürdüğü için sesini çıkaramamıştı. Abidin'i kıs­
kanan bir adam. Bu çok açıktı. Abidin'in seramiklerini kıskanan bir adam.
Seramiklerde orak-çekiç olduğunu polise bildirenin O olduğu sanılıyordu
o günlerde. Bunu haklı çıkaracak bir şeyi bizzat yaşadık: H akkı İzzet ile, yıl­
lar sonra, bir kez Cannes'da karşılaştık, tesadüfen, bizi, yani Abidin'le be­
ni, görmemezlikten geldi. Abidin de bunun üzerine ' Boş ver' dedi ve yolu­
muza devam ettik. "
Elbette H akkı İzzet ihbar etmiş olabilir. Ama b u olayın başka boyut­
ları da var sanıyorum:
Abidin, Türkiye'den ayrılırken Siyasi Polis ve polis teşkilatındaki
başka birimler, en azından birkaç polis yetkilisi, çıkmasını engellemek is­
tediler. Dahası çıktığında, onca zorlukla nihayet elde edebildiği "pasaportu­
nun ancak üç aylık süresinin kaldığını" bizzat Güzin yazıyor kitabında. He­
sabımızı yapalım: Bu süre nisan ayında bitmiş oluyor. Bu durumda kimi
"çok akıllı yetkili, "böylece Abidin'in pasaportunun uzatılmamasını ve bel­
ki geri getirilmesini sağlayabileceklerini sanmış olabilirler. Ve bu işte H ak-

Asi D i N D i N o
kı İzzet gibi birini bulunca, onu "kullanmış" olabilirler. O yıllarda güzel sa­
natlar alanında (Elbette başka alanlarda da) çalışan kimi idari personelin şu
veya bu biçimde polisle ve MiT'le işbirliği yapmaktan kaçınmadığı bir dev­
let sırrı değil bugün. Örneğin Bedri Rahmi Eyüboğlu, Kardeş Mektupla­
rı 'nda, ı6 Kasım 1951 tarihli ve "Cemal Beye," Cemal Eyüboğlu'na (?), gön­
derdiği mektubunda o sırada İGSA müdürü olan Zeki Faik İzer'in M İT'e
bilgi verdiğini ve M iT'le işbirliği yaptığını apaçık yazıyor. (A. g. k., s. 327.)
Zeki Faik İzer 1 948'de İ G SA müdürlüğüne atandı ve bu görevde 1953'e ka­
dar kaldı. (Gül İrepoğlu'nun kitabına bakılabilir.)
İşte yine aynı bağlamda son derece komik bir hikaye: 25 Nisan 1952
tarihli mektubunda Güzin, birinci bilirkişiye itiraz edip itirazı yerinde gö­
rülünce ikinci bilirkişi için saptanacak ressarnlara ilişkin olarak savcının
kendisine merak etmemesi anlamında şunu söylediğini, parantez içinde,
ekliyor: "Savcı, Milli Emniyetten isteneceğini söyledi ressamların."
Daha ne olsun?
Öte yandan, şimdilik bir varsayım olarak ve yukarıdaki çıkarsa­
maru la bağlantılı biçimde şunu da ileri sürebiliriz sanıyorum: Ekim
195 ı'de İstanbul'da başlatılan Türkiye Komünist Partisine (TKP) yönelik
tutuklamalar ve bu vesileyle Abidin'in de gözaltına alınıp aynı gece serbest
bırakılınasına karşın İtalya'ya gitmesinden sonra Abidin'i yeniden TKP da­
vası içine katmak ve hesap sormak isteyenler olmuş olabilir. Bu bağlamda
birkaç ay sonra, 8 Eylül 195 2'den itibaren, Ankara'da başlatılan TKP tutuk­
lamaları da göz ardı edilmemelidir. Tutuklamalar sonrasında TKP yönetici
ve militanlarının belli bir süreden beri izlendikleri de ortaya çıkınca. Ve he­
le ilk günlerdeki tutuklananlar arasında, Zeki Baştırnar başta, Abidin'lerin
Ankara'daki evlerine sık sık gidip gelen dostlarının bulunmasını da anım­
sarsak. .. Bu konuda herhalde her şey söylenmiş değil.
29 H aziran 1952 tarihli Akın gazetesi, " Resimlerine Orak-Çekiç çi­
zen bir ressam" başlığı altında gelişmelere şu şekilde yer veriyor:
"Ankara(Akın)-Bundan bir müddet evvel, tanınmış ressamlardan
Abidin Dino'nun bazı tabolarında (dikkatinizi rica ediyorum: Seramikler
yerlerini "tablolarına" bırakmış durumda, Akın sayesinde! M Ş G ), bilhassa
seramiklerinde (Aman gerçek suçlular unutulmamış! M Ş G) komünizm

30 RO MA: OcAK-EKi M 1 95 2
propagandası mahiyetinde Orak ve Çekiç resimleri (Dikkat dikkat imza de­
ğil resim! M ŞG) gizlediği (Aman aman! M Ş G) ihbar edilmişti.
Savcılıkça yapılan tahkikat neticesinde ihbar edilen hususlar varit
görülmüş ve Abidin Dino, komünistlik propagandası yapmak suçundan
şehrimiz (Ankara demek istiyor. M Ş G ) Ağır Ceza Mahkemesine verilmiş­
tir. Halen İtalya'da bulunan Abidin Dino'nun Türkiye'ye celbi (getirilmesi)
için gerekli teşebbüse geçilmiştir."
İ şte n e diyorduk: Amaç Abidin'i İtalya'dan geri getirtmek. Bu teşeb­
büsjgirişim yapıldı mı? Yapıldıysa hangi aşamada kaldı gibi sorular aklımı­
za takılıyor. Abidin'in 1 9 5 2 Ekim'inde belki Kasım'ında İtalya'dan ayrılma­
sında bu girişimin bir etkisi oldu mu? Abidin o günlerde pasaport ve bu­
lunduğu ülkelerdeki oturma meselelerini nasıl kotardı? Bu sorular yanıtla­
rını arıyorlar/bekliyorlar.
Taha Toros Tarih ve Toplum'un Ocak 1994 tarihli sayısındaki maka­
lesinde aynen şunları yazıyor: "Abidin'in Türkiye'ye iadesi için (Türkiye
Cumhuriyeti) Hükümet(in)ce İtalyan Hükümeti'ne başvurulduğu bizde
sadece gazete havadisleri (haberleri) arasında yer aldı."
Güzin işin farkına varmış olmalı: Çünkü bakın 30 Nisan 1 9 5 2 tarih­
li mektubunda aynen şunları kaleme alıyor: "Anlaşılıyor ki, seni çekerne­
yen birtakım insanlar, böyle bir iş çıkarıp, senin bu suretle geri getirilme­
ne sebebiyet vermek istediler, tabii bu ancak dava konusu olursa belki ola­
bilir. Şimdilik iş, birinci tahkikat safhasında . . . " (A. g. k., s. r 6 ) .
Güzin, bana 13 Aralık 2 0 05'teki konuşmamızda, şunu söyledi:
"Amaçları Abidin'i Roma'dan geri getirmek. Bütün maksat o."
Kitabında ise bu konuda biraz daha geniş bilgi bulmak olası: " . . . or­
taokul resim öğretmenleri ve Ulus gazetesinin bir desinatöründen oluşan
yeni bir bilirkişi ( Sıralamadaki ikinci bilirkişi. M ŞG) heyeti, Abidin'in sera­
miklerinde orak-çekiç resimleri çizilcliğine karar veriyor! Ağır Cezada yar­
gılanması için İtalya'dan geri getirilebileceği söyleniyor. Bu uğurda -ne sı­
fatlaysa- Cihat Baban'ın Roma'ya uçtuğunu öğreniyor Abidin. H emen iş­
lemi durdurmak gerek. .. Savcıya bir mektupla, ortaokul resim öğretmenle­
rinin, çağdaş çizgi ve resim sanatı alanında yetkili alamayacaklarını yazıyor
Güzin. " (s. r 6 5 . )

AeioiN D i N o
O günlerin ünlü gazetecisi Cihat Baban'ın, Güzin'in vurguladığı gi­
bi, ne sıfatla ve ne tür bir görevle Roma'ya "uçtuğunun" araştırılması ilginç
sonuçlar vermeye aday.
Cihat Baban hakkında şu bilgiler kimi meseleleri anlamamız için
yardımcı olabilirler mi? Bilmiyorum. Umuyorum ve o nedenle dikkatinize
sunuyorum:
1 9 r r doğumlu olan Cihat B aban Galatasaray Lisesini ve İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra gazetecilik mesleğini
seçiyor. Değişik gazetelerde çalışıyor. Başyazar oluyor. .. Demokrat Parti­
den milletvekili seçiliyor. .. 27 Mayıs 1 9 6 1 askeri darbesinden sonra Ba­
sın Yayın ve Turizm Bakanı olarak çıkıyor karşımıza ilk askeri hükümet­
te ... Kurucu Meclis üyesidir daha sonra. Ve 1 9 6 1- 1 9 6 5 döneminde
C H P'den milletvekili . . . Sonra aradan epey zaman geçiyor ve 12 Eylül
1 9 8 0 askeri darbesinin askeri hükümetinde bu kez Kültür Bakanı olarak
buluyoruz Cihat B aban'ı. 1 9 84'te ölüyor. Devletinin adamı mı dediniz?
Ben de aynı kanıdayı m.

To PRAK Anş S u
Nedir seramik? Toprak, ateş, sudan gayri? Ankara'da buna bir mik­
tar da bürokrasi, kıskançlık, polis bıyığı, savcının sert bakışı, sıkıntı, git-gel­
ler, ehlivukuf (Anlayamadınız değil mi? Tabii anlayamazsınız. Biz de ilk
okuduğumuzda anlayamadık! Bir daha yazıyorum: eh-li-vu-kuf. Hala anlaya­
madınız mı? Bilirkişi kardeşim: Bilir-kişi! ) , dedikodu vesaire vesaire katmak
gerekecek 1952 ilkbaharında. Ve Güzin Dino nam kadının canını dişine ta­
karak eşinin namusunu pardon seramiklerini savunmak için mücadelesini.
N eler yaptınız o günlerde Güzin?
"Komiserlikten döner dönmez ilk Zeyyad Ebüzziya'ya telefon açtım,
durumu anlattım. Abidin'in seramik yapmasını isteyen ve Abidin'i Seramik
Enstitüsüne götüren dostumuz. Alev'in babası."
Güzin, 25 N isan 1952 tarihli mektubunda şunları yazıyor: " Zeyyad
Ebüzziya'ya dün telefon ettim ve bu abuk sabuk, fakat içinde hiç de iyi ni­
yet görmediğim hikayeyi anlattım. Maalesef kendisini geç buldum ve az
sonra kongreye gidiyordu, fakat savcıyı gör eceğini ve bu işle meşgul alaca-

32 RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
ğını söyledi. Benim de, kendisinden bahsetmemi ve ona müracaat etmele­
rini söylememi ısrarla tekrarladı. "
Aynı mektubunda biraz sonra şunu ekliyor: " Zeyyad, ' N e yapalım,
bu cehalet safhalarından geçeceğiz' diyor. Tabii öyle ama, bu biraz fazlası,
kötü niyet olmadığına da bir emin olsam."
Güzin bu konuda bana başka bir şey daha anlattı:
" Bir de, ismini unuttum, Peyyaz'dı galiba ismi, ama emin değilim,
Celal Bayar'ın yani o zamanki cumhurbaşkanının yeğeni. Çok ahbaptı bi­
zimle, Abidin'le ve benimle. Ama daha çok Abidin'le. Eve gelir, içki içilir,
lokantalara gidilir, öyle bir alıhap yani. Bir de ona telefon açtım."
Burada hemen anımsatmalıyım: Adı anımsanamayan kişinin daha
sonra Milli i stihbarat Teşkilatı için çalıştığı mahkeme tutanaklarına geç­
miştir. İ smi mi?
İsmi eğer Özdemir Evliyaoğlu ise, Mehmet Ali Aybar Türkiye İşçi
Partisi Tarihi isimli çalışmasının birinci cildinde onun için hükmünü açık­
lıyor: " MİT ajanı."
Yıldız Sertel, Ardımdaki yıllar başlıklı kitabında bu isimden söz edi­
yor: "Cami Baykurt (Doğrusu Cami Baykut olmalı. M ŞG)ve beraberinde
getirdiği Özdemir adında bir genç ve Aslan Kumbaracı."(s. ro3.) (Doğrusu
Aslan Humbaracı. M ŞG . Bu kişinin maceralarını daha sonra göreceğiz.)
O yıllarda İstanbul ve Ankara'daki aydın, sanatçı, yazar ve şair
çevrelerinden çıkmayan/çıkarılamayan adamlardır bunlar: İ stanbul'da
örneğin Sertellerde, Ankara'da mesela Abidinlerde ve başka evlerde çö­
reklenmiş birer "köstebek." Görünüşte " solcu," gerçekte "içeriye sızdırıl­
mış ajan."
Güzin anlatımını sürdürüyor: " Bir de Adalet Bakanı Rüknettin
Bey'e telefon ettim. Ve kendisiyle görüştüm Rüknettin Bey'in kendisi de
ressam ve bana ne dedi biliyor musunuz? ' Kızım, kocan niçin çiçek, böcek,
kuş, balık resimleri yapmıyor da böyle herkesi çileden çıkaran işler yapı­
yor? Görüyorsun başına ne belalar geliyor.' Çünkü kendisi öyle bir ressam.
Hani 'pazar ressamı' denir ya o cinsten. Boş zamanlarını 'değerlendirmek'
bir tür merak olarak resim yapıyor: İ şte güzel kuşlar, çiçekler, manzaralar
filan yapardı. istiyordu ki Abidin de o tür resimler yapsın."

Asi D i N D i N o 33
Güzin kitabında şunları yazıyor: " Boş vakitlerinde, Fenerbahçe'de­
ki köşkünde suluboya manzara, çiçek, kuş resimleri yapan Bakan, 'A kı­
zım, senin kocan da, gül, bülbül resimleri dururken, ne diye köşeli ya da
kıvrımlı anlaşılmaz çizgiler çiziyor,' diye yakınıyor."(s. r 6 6 .)
Güzin, bakan için şunları ekliyor sohbetimizde: " Rüknettin Bey, se­
ramik işinde çok yardım etti. Daha sonra da: 1 9 52'de yaz tatilim için Ro­
ma'ya giderken ve 1954'te Paris'e gittiğimde benim pasaportumun çıkarıl­
masını O halletti mesela. "
Güzin iki mektubunda d a Rüknettin Bey'den söz ediyor ama hep
"Adli ye Bakanı" olarak. Böyle bir bakan veya bu adla bir bakanlık Cumhu­
riyet yıllarında hiç olmadı. Doğrusu Adalet Bakanıdır.
Adalet Bakanı Rüknettin N asuhioğlu'dur. Adnan Menderes'in Bi­
rinci Hükümetinde İçişleri B akanlığını üstlenen Nasuhioğlu, Mart
1 9 5 r 'den itibaren Adalet Bakanıdır.
Güzin 25 Nisan tarihli mektubunda şunları yazıyor: "Adli ye (adalet.
M Ş G) bakanı İstanbul'da, (Ankara'ya. M Ş G) gelir gelmez görüşeceğim ve
bu uydurma pis iftirayı tespit ettirmesini rica edeceğim."
30 Nisan tarihli mektubunda bakanla bir gün önce, yani 29 Nisan
salı günü, görüştüğünü belirtiyor. Ve şunu ekliyor: " . . . Adliye (adalet) baka­
nına telefon ettim, . . . malumatım var, Akademi hocalarından müteşekkil
(oluşan), bir üçüncü ehlivukuf olacaktır, göstereceğiz (göreceğiz? M Ş G ),
dedi. Fakat b u son ehlivukuf, dedi."
Güzin, kitabında (s. ı6s-ı66) bu konuyu biraz farklı anlatıyor: "Ara­
da bir babasının evine gidip gelen arkadaşlarından biri, Adiiye Bakanı (Ada­
let Bakanı, M Ş G ), Güzin'i çağırıyor, seramiklerin üzerinde bulunan anlam­
sız çizgilerin ne demek olduğunu soruyor ona. O (Yani Güzin. MŞG) ise, so­
yut çizgiler olduğunu anlatmaya çalışıyor. . . ve yeni ölmüş olan babasının
(Güzin'in babası Ağustos 1945'te vefat etti. MŞG) anısına saygısından ola­
cak, Cumhuriyet Başsavcısına telefon edip Güzin'i savcıya gönderiyor."
Bunu aşağıda aktaracağım. Burada şunu söyleyebiliriz sanıyorum:
Güzin önce bakana telefon etti, sonra bakanın çağrısı üzerine görüştüler.
Bunun sonucunda meselenin üçüncü bilirkişi tarafından değerlendirilme­
si kararı alınıyor.

34 ROMA: OcAK- E K i M 1 95 2
" B i LMEZ OIAsr" B İ Lİ RKİŞİLER
Bu kadar "önemli" bir mesele için üç evet üç ehlivukuf yani bilirki­
şi oluşturuluyor:
Birincisini, Güzin 25 Nisan tarihli mektubunda takdim ediyor: " Po­
lis Enstitüsünden dört tane profesör." Bunun üzerine Güzin sormuş, " B ey­
lerin hangisi ressam dedim, hiçbiri değilmiş. Sade bir tanesi fotoğrafi ho­
cası. Ben de reddettim bu heyeti, uzun münakaşalardan (tartışmalardan)
sonra, profesörlerden ikisi, beni haklı bulduğu için, savcıyı en aşağı üç res­
samın da katılacağı bir ehlivukuftoplanmasına ikna ettik. Bu dört zat, yine
o grupta bulunacak,
Güzin 30 Nisan tarihli mektubunda ikinci bilirkişiye ilişkin bilgiler
veriyor: 29 Nisanda "ikinci bir ehlivukuf toplanmış (kimler olduğunu bil­
miyorum, benim bulunmarnı savcılık bu sefer istemedi, zaten usulden de
değilmiş) ve bu ehlivukuf bazı parçalarda (seramik parçalarında. M Ş G )
orak çekiç tespit etmiş, kalanları geri vereceklermiş, ötekiler üzerinde gere­
ken muamele yürütülecekmiş."
Ancak yukarıda Güzin'in kitabından aktardığım gibi, ikinci bilirki­
şinin ortaokul resim öğretmenlerinden ve bir gazete desinatöründen oluş­
tuğunu Güzin öğreniyor.
Güzin bu bilirkişiye de itiraz ediyor, haklı olarak:
30 Nisan 1 9 5 2 tarihli mektubunda Abidin'e şu bilgileri veriyor: "Fa­
kat ben, dün, ( ... ) bir dilekçe ile müracaat ederek ehlivukufun, modern re­
simden anlar Akademi profesörleri ve sanat profesörleri tarafından teşkil
edilmesi lazım geldiğini, lalettayin resim hocalarının hükümlerinin işi
yanlış yola sevk edeceğini söyledim. "
İşte b u itirazı ve Adalet Bakanının ve büyük ihtimalle Zeyyad Ebüz­
ziya'nın müdahaleleriyle, üçüncü bilirkişinin oluşturulması kararlaştırılı­
yoL Bu bilirkişi "Akademi hocalarından müteşekkil" olacaktır. Bunu söyle­
yen Adalet Bakanı'dır. Bakan ' Fakat bu son ehlivukuf' diye eklerneyi de
unutmuyor.
Güzin 30 Nisan tarihli mektubunu bitirirken Abidin'e şöyle sesle­
niyor " Sen kendine iyi bak, fazla üzülme. Zeyyad Ebüzziya da uğraşıyor bu
işle, bakalım ne olacak?"

AB i D i N D i N O 35
ÜÇÜNCÜ E HLİVUKUF
Adalet Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu'nun, Güzin'in babası Meh­
met Asım Dikel'le geçmiş yıllardaki dostluğu anısına işe müdahale etmesi
üzerine seramiklerdeki Abidin imzalarında "orak-çekiç bulunup bulunma­
dığını" saptamak için üçüncü bilirkişinin tayini kararlaştırılıyor. Ancak ba­
kan idari mekanizmanın ve adli makamların hiyerarşisine saygısı ve aynı
zamanda Güzin'in de birtakım meselelerde " daha dikkatli olunmasını öğ­
renmesi için" olmalı, onu Ankara Cumhuriyet B aşsavcısı ile görüşmeye
gönderiyor. Sonrasını Güzin'in kitabından okuyalım mı?
B akan " Cumhuriyet Başsavcısına telefon edip Güzin'i savcıya gön­
deriyor. Bakan tarafından gönderildiği için olacak, teşrifatla, hemen kabul
ediliyor Cumhuriyet Başsavcısının odasına. Büyük odanın başköşesine çe­
kilmiş, bürosunun başında oturan başsavcının arkasında, neredeyse duva­
ra sinmişçesine silik, abus suratlı, kara kaşlı, kül renkli, sıska bir adam otu­
ruyor. Kimin nesi olduğu belirsiz biri. Başsavcının masasanın üstünde,
Abidin'in seramiklerinden bir parça: kapaklı çaydanlık Başsavcı Güzin'in
masanın yanına kadar yaklaşmasını bekliyor. Başsavcı, ' Maalesef, seramik­
lerin üstünde orak-çekiç işaretleri bulunduğu tespit edildi,' deyip çaydanlı­
ğı avucunun içine alıyor, baş aşağı etmeye çalışıyor, ama beceremiyor. Çay­
danlığın kapağı kayma ve düşme tehlikesi gösteriyor. Kapak düşmesin di­
ye dengeyi tutturmak için el cambazlıkları yapıyor başsavcı ve sonunda ka­
pağı bir eline alıp, öbür eliyle çaydanlığı tersyüz ediyor güçbela dibindeki
Abidin imzasını gösteriyor: 'İşte, buyrun efendim. Yazı ve resim uzmanla­
rının belirttikleri gibi, imzasının 'd' harfinin uzantısı, çekicin kulpu, 'n'
harfinin yukarıya doğru kıvrılıp uzaması da, arağın ta kendisi,' diyor Cum­
huriyet Başsavcısı ciddiyetle. Abidin'in kırk yıllık imzası bu . . . Güzin, karşı­
lık veriyor: 'Peki, bu acayip görüşü kabul etsek bile, bunun propagandası
nerede? Çaydanlığın içine sıcak su doldurulacak ve de tersyüz edilip, halk
kitlelerine propaganda mı yapılacak? Üstelik 6 o o liraya satılmış bir çay ta­
kımı kime ve nasıl seslenecek de propaganda oluşturacak? İmzaların hep­
si yapıtların altında gizli. Nasıl propaganda ve suç unsuru olabilir? ' diye çı­
kışıyor. Aslında Başsavcı da saçmalığın farkında, ortada ne orak var ne çe­
kiç, yalnızca Abidin'in kıvır kıvır imzas ı . . . Duvara yapışık külrengi

ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
adam büsbütün toz oluyor. Başsavcı, yatıştırıcı bir davranışla, 'Öyleyse, ça­
resiz Güzel Sanatlar Akademisi cevap verecek meseleye efendim,' diyerek
konuşmaya son veriyor. Güzin'in istediği de bu ... "(s. r 6 6 - 1 67.)
Güzin'in bu meseleyle ilgili sadece iki mektubu yer alıyor Mektup­
lar'da. Çok az. Abidin'in İstanbul'u terk edip, önce Roma'da dokuz ay son­
ra Paris'te geçirdiği birkaç ay için, yani bütün 1952 yılı süresince bu iki
mektuba 5 Şubat 1952 tarihli mektubunu da eklersek toplam üç mektup
oluyor. i nanılması mümkün değil. Çünkü Abidin ve Güzin'in birbirlerine
günü gününe mektup yazmaları gibi bir " sözleri" olduğunu tahmin ediyo­
rum. Nitekim bu üç mektupta bile bu duyumsanıyor. O halde nerede diğer
mektuplar? Bu arada Güzin'in bana hediye ettiği ve önceki ciltte yayınladı­
ğım kartpostalı da amınsatmak isterim. Bu durumda şu söylenebilir: 1 9 5 2
yılı mektuplarının tümü saklanmamış: Buna inanmak zor: Çünkü Abi­
din'in en ufak bir kağıdı, bir tren biletini, bir sergiye katılım makbuzunu,
bir sergiye giriş kartını, kendisiyle vefveya sergileriyle ilgili en küçük gaze­
te haberini bile sakladığını bugün biliyoruz. Bir ihtimal daha var: Belki
1952 yılı mektuplarının tümü bulunamadı. O zaman bu mektupların ve
kartpostaBarın Abidin'in kağıtları arasından bir gün çıkmasını beklemek
ve ümit etmek lazım. Şu da manidar elbette: Abidin'in kartpostaUar ve
mektuplar gönderdiğini Güzin'in toplam üç mektubundan anlıyoruz, ama
1952 yılında Abidin'den gönderilmiş tek kartpostal, tek mektup yer almıyor
adı geçen kitapta. Y azık.
Abidin'in Roma'dayken Ankara Cumhuriyet Savcısına yazdığı fakat
göndermediği bir mektubu bir istisna olarak A 'dan Z'ye Abidin Din o da ya­
'

yınlandı (s. 230-23 1). Demek ki diğer mektupları için umutlu olmamak için
bir neden yok.
Bu durumda üçüncü ehlivukufun Akademinin, yani Güzel Sanatlar
Akademisinin hangi "hocalarından" oluşturulduğunu öğrenemiyoruz. An­
cak böyle bir bilirkişi içinde Zeki Faik İzer'in ismi geçiyor kimi zaman. Bu­
nu göz önünde tutarak meseleyi Güzin'e soruyorum. Ve o artık alıştığım
aksiliğiyle kısa bir "Tanımıyorum! " cevabı veriyor. Pes! Zeki Faik İzer ta­
nınmayacak adam mı? Abidin'le birlikte D Grubu içinde yer almış, kendi­
ne göre bir tanınmışlığı, bir şöhreti, bir ismi olan ve uzun zaman Fran-

AB i Di N D i N o 37
sa'da, güneyinde ve Paris'te yaşamış bir ressam. Eleştirilen birçok yönü
olan bir insan olduğunu da daha önce vurguladım: İGSA Müdürü iken,
Bedri Rahmi'nin bir mektubunda yazdığı gibi " M İT'e bilgi veriyormuş. "
Peki, ama b u adamın Abidin'le hiçbir ilişkisi olmadı m ı ? Güzin'den öğren­
mek na-mümkün! Güzin'in genellikle bu biçimde kısa ve aksi "Tanımıyo­
rum!" yanıtının Türkçesi şudur: Bu ismi, bu konuyu, bu meseleyi hiç sev­
miyorum, hemen kapayalım, bunun dışında benden tek sözcük alamazsı­
nız. Peki. Büyüğe saygıda kusur olmaz. Aile terbiyemiz böyle. Ama ümit­
sizliğe kapılmamak da şart. Nitekim Güzin şunları da söylüyor:
" Genellikle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde Abidin'i pek
tutmazlardı. Bedri Rahmi hariç. 1952'de seramik meselesinde Abidin'i tut­
tular. O günlerde Bedri Rahmi Abidin'den yana ağırlığını koymuştu."
İyi ki Güzin adını sık sık andığım kitabını yazmış: İşte meselenin
nasıl sonuçlandığını öğrenebilmek için bir kez daha bu kaynağa başvuru­
yorum: "Güzel Sanatlar Akademisi -büyük yüreklilik göstererek- seramik­
lerde suç unsuru olmadığına karar verecekti sonunda."
H emen belirtmek lazım: Burada karar veren bütün bir " Güzel Sa­
natlar Akademisi" değil. Bu kurumun bünyesinden seçilen bir bilirkişi
heyetidir. Ama bu bilirkişide kimlerin bulunduğunu henüz öğrenebil­
miş değilim.
Bu meselenin nasıl sonuçlandığını Abidin, " Seramik sanatının baş­
kentinde" başlıklı makalesinde şöyle yazıyor (Cumhuriyet, 26 Temmuz
1990):
"Araya insaflı bir iki sorumlunun karışması ile daha doğrusu Gü­
zin'in Ankara'yı birbirine katması ile suçsuzluğum İstanbul Güzel Sanat­
lar jürisi (İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinden seçilen bir bilir­
kişi heyeti olmalı. M ŞG) tarafından açıklandı. Fakat dosya kapanmadı!
ı 9 6 9 'da İ stanbul'a döner dönmez, uçaktan iner inmez tutuklandım, San­
saryan H am boyladım. Bütün bunlar, Türk modern seramik sanatına bir
katkıda bulunma hevesi yüzünden."
Peki o günlerde yaratılan seramikler ne oldular Abidin? Yanıtını ay­
nı makalede veriyor: "O dönemden kalma birkaç seramik tek tük dostlarda
bulunuyor. Çoğu ise geri dönmedi, kırıldı ya da kayboldu komiserliklerde,

ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
emniyet depolarında. Biraz yazık. Biçim ve renk olarak Hitit, daha doğru­
su Prota-Hitit'lerden izler taşıyan bu çanak çömlek aynı zamanda hayli ye­
ni renkler ve biçimler getiriyordu. "
Aynı soruyu Güzin kendi kendine soruyor v e yanıtını kitabında ve­
riyor: "O arada ne oluyor seramiklere? Kimi, paliste 'yok olduğu' için geri
gelmiyor. Kimi, (Güzin'in) annesinin (Ankara'daki) evine ulaşıyor ya da
eş dosta veriliyor. Bir iki parça da Paris'e kadar gelebiliyor" (s. ı67.).

SAVCI BEYE
İlk günlerde işin adli ve tatsız bir boyut kazanması üzerine Abidin
Roma'dan Ankara Cumhuriyet Savcısına bir mektup yazmaya karar veri­
yor. Mektubu yazıyor. Fakat ne iyi ki daha sonra meselenin dramatik bo­
yutlar kazanmadan sonuçlanacağının belli olması ve nihayet Abidin lehine
sonuçlanması üzerine göndermekten vazgeçtiği bu mektubu, Abidin'in o
günkü düşüncesini, "yaratma hürriyeti," sanat ve adalet konularındaki yak­
laşımını yansıtması nedeniyle buraya aynen almak istiyorum:
" S ayın Savcı,
Seramiklerimin polisçe evimden götürülerek tahkikata konu teşkil
ettiklerini derin bir hayretle öğrenmiş bulunuyorum. Böyle bir hadisenin
sanat tarihinde misli olmaması hayretimi izaha kafidir (açıklamaya yeter)
sanıyorum.
Abdülhamid curnalcılığı kalıntılarının, demokrasi düşmanlarının,
memleket sanatını baltalamalarına, Türk Adiiyesini tertiplerle oyalamaları­
na müsaade etmeyeceğinizden eminim. Seramiklerim, memleket kaynak­
larından (Hitit sanatı) ilham alarak yaratılmış tezyini (süsleyici) sanat eser­
leridir. Bizde bildiğiniz gibi tek müşterileri varlıklı vatandaşlardır. Bu cins
süs eşyalarına, vazo veya saksılara bulmaca kabilinden annalar nakşedecek
kadar bön bir sanatkara hiçbir memlekette rastlanmamıştır. Bendenizin de
bu yolda ilk adımı atmayacağıma itimat buyrun. Memleket çapında mese­
lelere hasrediimiş kıymetli vaktinizi almamak için sözü kısa kesiyorum.
Ancak, Türk Adiiyesini temsil eden yüksek makamınızdan ve şah­
sen sizden, tezvirci iftiracılara ve tertipçilere karşı, kendi haklamndan ziya­
de, Türk sanatının ve yaratma hürriyetinin korunmasını rica ediyor, küçük

AB i D i N D i N O 39
kıskançlıklar veya daha da çirkin maksatlada harekete geçmiş muhbirlerin
uydurma isnatlarını ve gülünç çizgi şerhlerini deşeceğinize güveniyorum
Bir meczup, bir Hurufı, bir serseri değil, dış memleketlerde milletini şeref­
le temsil etmeye çalışan bir sanatkarım ve bu sıfatla bir Türk sanatkarı ola­
rak sizden talep ediyorum: Sanatımızı bu ortaçağ kafalarından koruyun Sa­
yın Savcı.
En derin saygılarımla,
Ressam Abidin Dino
(Herhangi bir seramik parçası üzerinde tamamlayıcı malumat iste­
niyorsa, bir fotoğrafı gönderildiği takdirde, derhal lazım gelen bilgiyi gön­
dermeye hazırım.)
Piazza Colosseo 7· Af3.
Abidin gibi Güzin de Türkiye'de sanata gösterilen bu "ilgi" ile yurt­
dışındaki ilgiyi kıyaslıyor: 25 Nisan ı 9 5 2 tarihli mektubunda, Güzin, şöyle
dertleniyor: " Dün bir aralık ehlivukufun önünde dayanamadım, Ne hazin
bir tezat ve durum, dedim.
Roma'da devlet galerilerine, Venedik Bienali'ne seçilecek birçokla­
rının içinde Abidin'in eserleri var, dedim, burada Adiiye odalarında görü·
lüyor, dedim. Ve hakikaten seramiklerden fazla, bu durum beni üzüyor."
Doğru. Bu arada Güzin'in bu mektubu sayesinde Abidin'in Yene­
dik Bienali'ne katılmak üzere olduğunu da öğreniyoruz.

COLOSSEO M EYDAN I ' N DA


Abidin biraz önce, nisan sonu mayıs başındaki adresini verdi: Co­
losseo Meydanı'nda oturuyor: 7· A/3 numarada. O koskocaman amfiteatrın
tam karşısındaki bir apartmanda. Tam da o günlerde çekilmiş bir fotoğraf
var karşımda: Colesseo'nun duvarı dibinde olmalı: iri sütunlar delik deşik
yontma taşlar üzerinde dikiliyorlar. irili ufaklı başka tarihi taş parçaları yer­
de, sanki serpilmişler gelişi güzel.
"Ölümsüz kent"in simgelerinden biridir Colesseo. Vakti zamanın­
da, zaman ve mekan burada birbirine el verirdi: " Hıristiyan eylemcileri,
arenalarda, Coloseo'larda vahşi hayvanlara yedirmek için kendilerini, Ro­
malılara yalvarıp yakarmışlardı: Feda olmak hevesi."

ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
O günlerde ve gecelerde doksan bin kadar, dile kolay, seyirci daldu­
rurdu tribünleri ve gladyatörlerin o amansız o akıl almaz şiddetteki "maç­
larını" bağırtı, çağırtı arasında izler di. O sesler artık duyulmuyor buralarda.
Çok yaman bir sessizlik içinde amfiteatr: Tarih devrildikten sonra yeni ta­
rihlerin yazılması aşamasında Colesseo başka ne tür maçlara tanıklık etti
acaba? Ve hele önündeki meydan, çevresindeki cadde, bulvar ve sokaklar:
Bin bir gösteriyle yüklü. Colesseo'dan aklımda kalan bir renktir desem ina­
nır mısınız? Sarı. Evet sarı. Abidin yıllar sonra, "Paysages" sergisinde o ren­
gi ve o simgeyi taşıyıp Paris'in orta yerine dikti: Bu, boşuna değildi. Ro­
ma'ya selam! O tablo o gün rengiyle kendini ele verdi: Renk ışıkla orada
ahenk içine girdi. Evet 1952 yılı ilkbaharında Roma'dan bize kalan. Sadece
bu mu? Değil elbette. Bir de o fotoğraf. Ve bir dizi anı:
Abidin, sağ elinde o hiç düşürmediği "cigarası," sol eli ceket cebin­
de, hafif bir tebessümle yürüyor: Bize doğru. Başındaki fötr İstanbul'daki
mi? Roma"da mı satın alındı? Giysi İstanbul'daki ısınarlama yaptırdıkların­
dan biri: İki düğmesinden biri iliklenmiş ceket yün, hırkası neredeyse bo­
ğazına kadar. Ama yine de beyaz gömleği ve kravatı görünüyor. Pantolon,
sanki ütüsüz. Onca yolculuk, onca Roma'lardan sonra. Abidin bir tarafıara
gidiyoruz diye iyi giyinirdi hep. Genel olarak giyimine özen gösterirdi. Bi­
liyoruz canım. Bazı günler biraz daha iyi giyinmek zorundaydı, bir yerlere
gidiyoruz diye. Kravat, kostüm, ütülü pantolon. İyi bir gömlek. Saçlar her
zaman bakımlı olmalı. İyi kesilmiş ve bilhassa iyi taranmış olmalıydı.
Evet Abidin, her zamanki gibi şık ve bakımlı, iyi giyinmiş ve efen­
di, o akşamüzeri Colesseo Meydanı'ndan çıktı. Trevi Çeşmesi'nin önünden
geçti. Niyet tutup çeşmeye bir liret veya bir şeyler attı mı? Bilemiyorum.
Oradan yukarı doğru çıkan sokaklardan birine saptı: Burada değil miydi bi­
zim derici dükkanı? Tamam burada. Girdi dükkana Abidin. Daha bir-iki laf
etmemişlerdi ki. içeriye bir sarışın buyurdu. Bellisima! Subito bütün dük­
kan parfümle sarmaş dolaş. İtalyancası mükemmel. İyi deriden yapılmış
iyi bir çift pabuç derdinde. Ama sanki bir parça aksanlı ve biraz zorlanarak
konuşuyor. Rus mu yoksa? Nasıl olduysa oldu Abidin İtalyanca ve Rusçası­
nı konuşturmaya başladı:
Ha visto come le vanno bene ? Proprio peifetti. Avevo ragione io.

Asi D i N D i N o
Brava! Sarışın o pabuçları kaçıracak değil, elbette bu kadar mükem­
mel pabuçlar satın alınır. Alınmalıdır. Bir de "satıcıya" bakar mısınız lüt­
fen? O kadar kısa zaman içinde tanışmak ve sonra birlikte çıkmak. Sarışın,
Abidin'e sadece şu soruyu sordu:
"Perfavore, Signore, dave andiamo ? "
O akşamüzeri işte her şey yeniden yazılmaya başlandı: O gün başla­
yan ve iki yıldan fazla süren 1952-1954 dönemi Abidin'in Sophieli yıllarıdır.
Evet hanımefendinin ismidir Sophie. Dahası da var elbette: Sophie Venek.
Ben Sophie'yi tanıyamadım Güzin'in zaman zaman Abidin'in ça­
lışma masasına iliştirdiği fotoğrafını gördüm. Nasıl anlatmalı? Michelle
Morgan'ın gençliğini kimi filmlerinden anımsayabiliyor musunuz? İşte si­
ze Sophie. Evet o. Ta kendisi. Zaten Sophie'nin mesleği de aktrislik ve
mankenlik Bu kadar güzellik de ancak Abidin'e yakışır.
Evet ben Sophie'yi göremedim. Ama Sophie'yi gören birçok ki­
şi onu bana anlattı. Çünkü Sophie Abidin'le, 1 9 5 2 sonbaharında Paris'e
geldi ve Paris'te birlikte yaşadılar. Sophie, Parisli arkadaşları için Abidin'in
nana'sıydı. Kız arkadaşından fazla, eşinden biraz eksik.
Şimdi sözü Pierre Biro'ya bırakıyorum: Sophie Venek'i anlatması için:
"Abidin'i Paris'te Sophie ile tanıdım. Evet evet Paris' e birlikte geldi­
ler. Sophie çok güzel bir kadındı. Aklınızın alamayacağı kadar Felliniyendi
Sophie. Evet tam da Trevis Çeşmesi'nde gece on ikiden sonra banyo yapa­
cak kadındı. Anita Ekberg'i çağrıştıran tarafları pek çoktu. Vücut hatları
mükemmeldi. Sophie Polonyalıydı. Uzun boylu, sarışın, belki öyle hemen
sizi sarhoş edecek kadar güzel değil ama yine de son derece glamour bir ka­
dın. Sarı saçlarıyla aklınızı başınızdan alabilirdi kolayca. Güzel bir yüz.
Hatları mükemmel. Sokakta fark edilen bir kadın. Kimsenin gözünden
kaçmayacak bir güzel. Abidin'le Sophie sokakta dikkat çeken bir çiftti. Bi­
raz egzotik. Ne Türk, ne Polonyalı. Ama ikisinden de bir şeyler taşıyan bir
çift. Fransızcası çok iyiydi, rahatlıkla konuşuyordu. Kişilik sahibi ve son de­
rece sağlam, akıllı bir kadın anlayacağınız. "
Fanchette Vafıadis ise şunları anlattı: "Sophie çok güzel bir kadın­
dı. Abidin Paris'e onunla geldi. Ben Abidin'i o zaman tanıdım. Yani Gü­
zin'i tanımamdan epey önce."

R o M A: OcAK- E K i M 1 95 2
Chludl SCHEDA mm: Faı llliii llUOVil f i C I!f C il »

LA NEMlCA
Anno 1952
Durata 90
, Origine lTALlA
' Genere DRAMMATICQ
Tratto da DALL'OMONIMO LAVORO TEATRALE DI DARIO NICCODEMI
Produzione LUIGI CARPENTIERI E ERMANNO DONATI PER ATH E N A CIN . CA
Distribuzione RANK FILM

Regla
Giorgio Bianchi

Attorl
Cosetta Greco
Roberto Piombi
Dina Bini
Bruno Smith
Enzo Maggio
Sophie Venek
Sandro Franchina

Luigi Cimara
Filippo Seeize
Ada Dondini
JacQues Verlier
Vira Silenti
Carlo Ninchi
Frank Latimore

Elisa Cegani

Scenegglatura
Giorgio Bianchi
Ermanno Donati
Fede Arnaud
Alberto Vecchietti

Fotografla
Carlo Montuori

Musiche
Carlo Rustichelli

Scenografia
Maric Chiari
-
- --·- ---·----�- -- - -· ------ J
Sophie Venek, La Nemica (Düşman) fil m i n i n k ü n ye s in de. M. Şehmus GiJZel Koleksıyonu

Asi D i N DiNo 43
Güzin'i de dinleyelim mi bu konuda? H aydi dinleyelim:
"Abidin'in, biliyorsunuz, müthiş karizması var. Sophie ile tanışı­
yarlar Roma'da. Sophie Abidin'e aşık oluyor. Güzel kızdı. Abidin o sıralar­
da müthiş: Elini saliasa eliisi . . . dönemi. Elini şöyle bir saliasa hepsi koşu­
yar, hayvanlar bile."
Güzin'in hep anlattığı kedi hikayesini biliyorsunuzdur mutlaka, bu­
rada yinelemeyeyim.
Evet Sophie ile hiç karşılaşmamış ama mesafeli veya uzaktan, iste­
se de istemese de bir anlamda onunla "yarışmak" durumunda kalmış Gü­
zin bile böyle söyledikten sonra varın gerisini siz düşünün. Yani Abidin
aşık olmaz mı şimdi? Bal gibi olur.
Peki Sophie Venek nam kadın kimdir? Nereden gelip nereye gidi­
yor? Doğrusunu isterseniz geçmişi hakkında kimse hiçbir şey bilmiyor. Be­
nim söyleşi yaptıklarım en azından. O zaman iş başa düştü: Araştırdım
Bulduklarım son derece sınırlı ama epey ilginç.
1952'de gösterime giren La Nemica ( Düşman) filminde oyuncu.
Oyuncular sıralamasında kimi yerde dördüncü kimi yerde beşinci sırada.
Ama bunun dışında başka filmde adına rastlayamadım. Bu filmin yönet­
meni İtalya'nın en verimli veya en çok film yönetenlerinden Giorgio Bianc­
hi. Onun daha sonra yönettiği filmlerinde oynadı mı? Bilemiyorum. Şöyle
bir olasılık aklıma geliyor : Abidin'le tanıştıktan sonra, belki mankenliğe ve
kimi filmlerde küçük rollerde oynamaya devam etti, sonra da Paris'e gelin­
ce kendisini Paris'teki "dünyaya" kaptırdı. Bu ayrı bir hikayedir ve yeri ge­
lince izleyeceğiz.
Abidin, belki Sophie ile Roma'da sinema dünyasından yönetmen,
oyuncu ve benzeri insanlarla tanıştı: Dino Rizzi gibi ....

A B İDİN VENEDİK B İ E NALİNDE


20 Mayıs r952'de açılan "XXVI Esposizione Biennale I n temaziana­
le d' Arte Venezia"ya Abidin de katılıyor.
Güzin'in 25 Nisan 1952 tarihli mektubunda, Venedik Bienaline
seçilecek birçoklarının içinde Abidin'in eserleri var. .. " diye yazdığım, dola­
yısıyla Venedik Bienaline katılımın önceden tasarlandığını biliyoruz. Abi-

44 RO MA: OcAK- E K i M 1 95 2
din, İ stanbul'u terk etmeden önce mi yoksa Roma'ya vardıktan sonra mı
Venedik Bienaline başvurdu? Bilemiyorum. Ancak, Abidin Andre Yelter
ile yaptığı söyleşisinde şunları belirtiyor:
" H emen Venedik Bienaline davet edildim. Oysa zar zor istenen bü­
tün katılım şartlarını yerine getirebiliyordum. "
Abidin, bienale katılan sanatçılara verilen, " Tessera Personale di Ri­
conoscimento" başlıklı ve 229 numaralı " Kişisel Kimlik Kartı"nı saklamış.
Çok iyi etmiş. Bu belgenin tıpkı basımı A 'dan Z 'ye Abidin Dino 'da yayınlan­
dı. (s. 259.)
Bu kartta belirtildiği gibi, Abidin kartını 2 H aziran 1 9 5 2 pazartesi
günü almış. Anlaşılan Roma'dan Venedik'e varışı uluslararası serginin açı­
lışından bir süre sonra. Venedik'e kimle gitti ? Sophie ile mi? Nerede ve ne
kadar zaman kaldı? Bilemiyorum.
Kartın sol dibindeki damgada şu okunuyor: " Ente Autonomo La Bi­
ennale Di Venezia." Yani Venedik Bienali Özerk Kurumu. Kartta Mario No­
vello'nun imzası var. Ve imzanın hemen yanındaki açıklamada kartın ge­
çerlilik süresinin ve dolayısıyla bienale ayrılan zaman diliminin 20 Ma­
yıs'tan ıs Kasım r952'ye kadar gittiği yazılı. Bu durumda Abidin'in bienal
bitiminden sonra Fransa'ya gittiği/geçtiği sonucunu çıkarabilir miyiz?
Herhalde.
Peki Abidin hangi eserlerini sergiledi? Başka kimler katıldı biena­
le? Resimler yanında heykeller ve başka tür sanat eserleri var mıydı? Bütün
bu soruların bir gün yanıtlanması umuduyla.

"ARTIK U ÇAK G ö KYÜZÜ N D E . . . "


Ders yılı sonunu iple çeken Güzin, DTCF'de tatil başlar başlamaz
bir an önce Abidin'e kavuşmak için yola çıktı. Büyük olasılıkla 1 9 5 2 Tem­
muz ayı başında Güzin Roma'ya ulaştı. Pasaportunu nasıl aldı? Daha önce
neler olup-bitti? Güzin'le bunları konuşuyoruz:
"O günlerde ben DTCF'den dokuz ay izin almıştım. O zamanlar öy­
le bir olanak vardı: 'Görgü ve bilgisini artırmak' için öğretim üyeleri belli bir
süre yurtdışına izinli gidebiliyorlardı. Benim niyetim, Abidin'le kararlaştır·
dığımız gibi, önce Roma'ya gitmek. Oradan da birlikte Paris'e geçmekti. "

AsiDiN D i N o 45
Kitabında Güzin bir ek yapıyor: " Doçentlere verilen, 'görgü, bilgi ar­
tırma' izniyle bir yıl Paris'te" kalabilecektim (s. r 6 8 . ).
Pasaportunu nasıl aldığını kitabında anlatıyor: " Pasaportunu çabuk
alıyor, çünkü doçentlerin pasaportu, o sıralarda Dışişleri Bakanlığı tarafın­
dan veriliyor. Bayrak kırmızısı, ay-yıldızlı bir pasaport, polisten geçmeden,
dekanlık aracılığıyla veriliyor." (s. r 6 8 . )
Ancak Güzin'in başka bir derdi var. Bana anlattı: " Seramikler hak­
kındaki soruşturma, bilirkişi, şu bu derken çok yorulmuştum Ve çocuklu­
ğumdan beri peşimi bırakmış olan astım hastalığı inanmayacaksınız ama
1952'de yeniden baş gösterdi. Nefes darlığı yine. Doğru dürüst nefes alamı­
yorum. Bu sıkıntı ve sinirlerimin bozulması sonucu. Çocukken zaten 13 ya­
şıma kadar astım hastalığım vardı. Tedavi medavi geçmişti. Ama 195 2'nin
Nisan-Mayıs aylarındaki belalar yüzünden yeniden reaksiyon yaptı astım.
Bunun ne önemi var diyeceksiniz. Anlatayım: Uçaktan ödüm koptuğu,
uçaktan çok korktuğum için, vapurla Cenova'ya kadar gitmek, oradan da
trenle Roma'ya varmak niyetindeyim. Ancak yola çıkmadan önce çocukken
astım hastalığıını tedavi eden o yılların en iyi doktorlarından Abreva'ya gö­
ründüm. Baktı maktı sonra bana aynen şunları söyledi: ' Sen İtalya'ya gide­
ceksen öyle vapurla filan gidemezsin. Çünkü yolda bir astım nöbeti tutar­
sa ölmezsin ama bir gece sürer ve seni perişan eder. Cenova'ya veya Napo­
li'ye, artık nerde ineceksen pestilin çıkmış bir durumda inersin. Bu yüzden
uçakla gitmek zorundasın. Korksan marksan da uçakla yolculuk iki saat sü­
rer ve iki saatte biter. 'Böyle deyince beni ikna etti. Ve ben korka korka
uçakla gitmeye karar verdim."
Daha birkaç ay önceki Abidin'in Roma'ya uçakla gitme serüvenini
ve başından geçenleri amınsayınca Roma'ya uçmanın o kadar kolay olma­
yabileceğini Abidin'in eşi hissediyor. Nitekim bu "iş" epey netarneli oluyor.
Güzin kitabında anlatıyor:
"Gidiş günü, (Güzin'in) annesi İstanbul'a gelip Yeşilköy'e götürü­
yor onu (Güzin'i). ilk kez Türkiye'den ayrılmak, Abidin'in yanma gitmek,
bir Avrupa kentini, özellikle Roma gibi uygarlığın beşiğini görmek sevinci,
heyecanı...Bunlardan hiçbirine de kapılmıyor. .. Bir an önce gitmek. .. Yaşan­
tıyı tatsızlaştıran, neredeyse olanaksızlaştıran durumlardan sıyrılmak. .. Ne-

R OMA: ÜCAK· EKi M 1 95 2


fes darlığının verdiği azaptan kurtulmak. . . Bu umutlarla Yeşilköy Havaala­
nı'na varıyor.
Çıkış gümrüğünde, Abidin'i geri çeviren, o kızıl saçlı polis alıyor pa­
saportunu! Dışişleri'nin 'servis' pasaportu olduğunu görünce bozuluyor, ' Ne­
reye gidiyorsunuz? ' diye soruyor. 'Roma'ya, Abidin'in yanına.' El çan tası, ki­
tap ve dergi çantası iyice araşhrılıyor. 'Kıymetli ziynet eşyanızı var mı?' Var.
Biçimini Abidin'in çizdiği, mat altından, Rodos kazı taşlarıyla süslenmiş bir
bilezik, bir de Abidin Paşa'nın mühründen yapılmış alhn yüzük. İstemiyor
polis efendi bunların Türkiye'den çıkmasını. Güzin bunları parmağından ve
kolundan çıkarıp annesine veriyor. Sonra polis, herkesin pasaportunu alarak
çıkıp gidiyor. O andan sonra uçak korkusu siliniyor, arhk, yalnızca pasaportu
geri verecekler mi, yoksa Abidin'e yapıldığı gibi, son dakikada geri mi çevire­
cekler onu? Tek merakı bu. Bu kadar çaba, sabır, sinir yorgunluğu, gergin­
lik. .. Boşa mı gidecek? Yüzü gözü sapsan mı, bembeyaz mı? Ne olduysa,
genç bir kız yanına gelip, 'İlk kez mi uçağa biniyorsunuz?' diye soruyor. Çok
da iyi oluyor bu soru. Ona birden uçaktan korktuğunu anımsahyor. Pasapor­
tun geri verilmeyeceği korkusundan korunmak üzere, uçağa binme korkusu­
na sığınıyor! Genç kızın babası doktormuş, Viyana'ya bir hp kongresine gidi­
yormuş. ' Evet, uçaktan çok korkuyorum,' deyince, baba kız onu himayelerine
alıyorlar, lafa tutuyorlar. Sonunda, bekleme salonunun kapısı açılıyor. Çok
yakında duran uçağın dibinde, merdivenin başında tüm yolcular toplaşıyor­
lar. Polis, merdivenin tepesinde, uçağın kapısı önünde, elinde istif edilmiş
pasaportlada duruyor. Teker teker isimleri söylüyor, ismi söylenen yolcu,
merdivenleri çıkıp pasaportunu alıyor, uçağa giriyor. Nihayet, onun da (Gü­
zin'in de) ismini söylüyor polis . . . Güzin uçağa binmesine biniyor, ama ya
uçak kalkmadan son dakikada indirirlerse korkusuyla bekliyor. Neyse uçak
havalandığında tüm korkularını unutmuş. . .Yükseldikçe, üzerine çöken ağır
bunalım birden kalkıyor, anlahlması zor bir ferahlama, sarhoşluğa benzeyen
bir coşku içinde sakinleşiyor. Arhk uçak gökyüzünde. . . " (s. ı 6 8-ı7o.)

GüziN RoMA'nA
Güzin'le Roma'da geçirdiği iki buçuk aylık zamanı birkaç kez ko­
nuştuk. Aynen aktarıyorum:

Asi D i N D i N o 47
M Ş G : Roma'ya hangi ruh haliyle vardınız?
GD: Zar zor attım kendimi Roma'ya. Uçakla. Tatsızlıklar, sıkıntılar
geride kaldılar sanki, en azından bir süre boyunca. Ankara ve İstanbul'da­
ki yalnızlığım da geride kaldı.
Abidin karşıladı beni. Altı ay ayrılıktan sonra Roma'da Abidin'le
Roma'da buluştuk. Otele götürdü hemen. Otelimiz meşhur Otel Albert bil­
mem ne. (A 'dan Z'ye Abidin Di no da, " Güzin Roma'ya gittiğinde Fontana
'

di Trevi Oteli'nde kaldılar." Deniyor: s. n7'de.) Meşhur Trevi Çeşmesi var,


para atıyorlar, otelimiz tam karşısında. Odamızın balkonundan çeşmeyi ve
para atanları seyrediyoruz."
Çeşmenin çevresinde her zaman kalabalık vardır. Ve her zaman
"tuttukları niyetlerinin" çıkması umuduyla para atan saflar da. Güzin'e so­
ruyorum: Siz de para attınız mı?
GD: Yok canım. Roma'ya biraz parayla geldim ben. Ama paramız
yine de sınırlı. Çok dikkatli para harcıyoruz. Örneğin idare etmek için ye­
mekte sadece bir pizza yiyoruz. Ama bir bir buçuk saat sonra bir açlık bir
açlık, dayanılır gibi değil. Çok gençtik o sıralar ve çok acıkıyorduk. Bu vazi­
yette yaşıyoruz.
Abidin herkesle tanışmış, konuşmuş, sergilere katılmış bile. Yene­
dik Bienali'ne katılmış. O günlerdeki en iyi iki ressarnla can ciğer dost ol­
muş bile. (Güzin isimlerini anımsayamıyor.) Bir sürii hanım ahbaplar
edinmiş bile. Her şey tamam.
M Ş G : Bir tür "la dolca vita" içinde mi yaşıyor?
G D: Pek denemez. Çünkü param ız sınırlı. Her istediğimizi yapamı­
yoruz elbette.
M Ş G : Sizi en etkileyen ne oldu?
G D: Sistina Kilisesi'ne gidip Michelangelo'yu ziyaretim oldu. Fran­
sızların "La Chapelle Sixtine" dedikleri mekanın, biliyorsunuz, vitrayları çok
güçlü derin ve zamansız sonsuz bir kalitededirler. Ama beni asıl etkileyen
oradaki hava ve benim o havadan duyumsadıklarımdır. Bakın anlatayım si­
ze: Michelangelo'nun en ünlü eserini orada görmek için gittim. Yalnız ola­
rak, Abidin yanımda değil. O eseri görmeye gidiyorum. O kadar methini
duymuşum. Ve ben Türkiye'den ayrılırken Abidin'in seramik işi henüz so-

ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
henüz sonuçlanmamıştı. H ala üzerinde uğraşılıyordu, dedikodu vesaire.
Tahmin edebilirsiniz. Bu olayın bir kalıredici ayıp tarafını yaşamıştım. Gü­
zelim doksan parça seramik Adiiye Sarayı, Emniyet arasında dolaştırılıyor,
tozlar içinde o koridordan öbürüne, bir depodan berikisine, tam bir reza­
let Düşünün seramiklerin başında polis nöbet tutuyor. Soran olursa
'suç'unu, "komünizm propagandası" diyor, kesin bir inançla ve gururla ba­
şında nöbet tutan polis. Böyle bir yerden çıkmış gelmişim. Yani bu kadar
büyük bir rezaleti hissedebiirnek için bunu yaşamak lazım. Sözle anlatmak
mümkün değil. Düşün (Güzin böyledir, benimle bazen sizli bizlidir bazen
senlibenli. M Ş G ) . Abidin'in seramik yaparak Türk sanatını tanıtmak için
yaptıklarından sonra başına bu çoraplar örülüyor, maksat Abidin'i Ro­
ma'dan geri getirmek.
İşte o rezaletten, o büyük sıkıntıdan, o çekilmez tedirginlikten, çık­
mış gelmişim Roma'ya. Sistina Kilisesi'ne bu ruh haliyle giriyordum. Hiç
unutamam, Michelangelo'nun eserine yaklaşırken, daha merdivenlerde, o
büyük insan kalabalığının o hayranlık dolu mırıltılarını, ınınltısını demek
lazım, çünkü sanki hepsi bir olmuş tek bir hayranlık sesi çıkarıyorlar, ku­
lağıma gelmeye başladı. Yavaş yavaş ve büyük bir hayranlık duygusuyla yu­
karıya çıktım: Orası malışer kalabalığı içinde. İnsanlar huşu içinde, evet
apaçık kendilerinden geçmiş bir vaziyette, seyrediyorlar: Bütün duvar boy­
dan boya Michelangelo. Hayranlıktan ve heyecandan nutkum tutuldu. Ne­
fesim kesildi: O hınca hınç kalabalık büyük bir hayranlık içinde seyrediyor.
Bütün eserler olağanüstü. Ben orada mahvoldum yani, her bakımdan: Re­
sim mi diyeyim, heykeller mi? Yani başım döndü kardeşim. Anladım ki
başka bir dünyadayız. Yani nereden geliyorum, başımızdan neler geçti?
Birdenbire son aylarda yaşadıklarım canlandı hafızamda. Ve fena halde
sarsıldım. Ankara'daki son aylar benim için büyük bir kavgaydı. B akın ni­
tekim şimdi bunları anlatırken bile duygulandım
M Ş G : Farkındayım, çok yoğun...
G D: Çıktım, hemen orada, koskocaman bir duvarda Cem Sultan'ın
portresiyle karşılaştım. Evet bizim Cem Sultan'ın portresi. Osmanlı kıya­
fetli tek portrenin Cem Sultan olduğunu sonra öğrendim ama o ruh halim­
le o portreyle orada karşılaşmak da allak bullak etti beni. O büyük Avrupa-

A B iDiN D i N o 49
lı kalabalık içinde bizden tek adam Cem Sultan, bir Osmanlı. Çok hoştu.
Birdenbire Avrupa'da olduğumu ve bunun "başka bir şey" olduğunu idrak
ettim. (Güzin bu cümleyi Fransızca olarak telaffuz etti o nedenle buraya ay­
nen almalıyım: C'est autre chose quand meme.) Biz başkayız onlar, yani Av­
rupalılar başka. Yani böyle bir duygu geldi içime.
M Ş G : İki "dünya" arasında büyük bir fark var. Hele o yıllarda.
G D: Müthiş . İ şte o kalabalık izliyor oradaki eserleri ve neredeyse
diz çöküp hayranlıklarını dua eder gibi dillendiriyorlar, hafifbir mırmırlan·
mayla, hep beraber. Mest olmuşlar. Bir anlamda kendilerine göre hayran·
lıklarını mırıldanıyorlar. Çok etkileyiciydi. Çok fena çarptı beni. Ben de
mest oldum kardeşim.
M Ş G : Hikayeniz olağanüstü. Neden oraya yalnız gittiniz? Abidin
niçin sizinle gelmedi?
G D: O sırada hissetmiş tim: Sophie diye genç bir kız, bir aktris var.
Abidin'le herhalde bir başlangıçtı. Tahmin ediyorum onunla bir şey yap·
ması gerekiyordu. Yani önceden alınmış bir randevu gibi bir şey olabilir.
Ama sonra Abidin'le birlikte birçok yeri dolaştık
M Ş G : Abidin'le Venedik Bienali'ne gittiniz mi?
G D: Bilmiyorum. H atırlamıyorum. Herhalde gitmedik Dedim ya
paramız çok sınırlıydı.
M ŞG : Roma'da ne kadar kaldınız?
G D: İki· iki buçuk ay kadar kaldım. Bir buçuk ay kadar Roma' da, bir
ay Anzio' da.

ANzio' nAKİ AKDENiz


Roma'nın güneyine doğru inerseniz Anzio'ya varırsınız. Deniz ke·
narında kendi halinde şirin bir kasaba. Küçük: 20-30 bin kadar nüfus. Ya·
zın biraz daha artan. Plajı geniş, kumu ince, denizi sakin. Neron'un orada
ve yine de ne olur ne olmaz diye mağaralar arasında ve bir parça deniz al·
tında neredeyse, yazlık evini, villasını kurmasıjkurdurtması bir tesadüf de·
ğildir. Asla. Kemerli birkaç parça evden oluşan bu saray yavrusunun sade­
ce harabesi kalmıştı 1 9 5 2'de. Kasabanın biraz dışındaki viilayı Abidin ve
Güzin ziyaret edemediler.

ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
Ama 4 H aziran 1944'te, yani bundan daha sekiz yıl önce, Müttefik­
lerin bu plajdan çıkarma yaptıklarını mutlaka duydular. Roma'nın üstüne
yürümek için en yakın ve en elverişli plaj burası çünkü. Kara Gömleklile­
rin " Roma Ü stüne Yürüyüş "ünün izlerini silerek İtalya başkentine vardı­
lar: Kurtarmak için. Yaşasın özgürlük kardeşlerim! Ve rövanş işte böyle alı­
nır diye not düştü tarih kitapları . .
Aman dikkat yaz günlerinde öğleden sonraları fazla gürültü yapma­
mak gerek yine de: " La sonnellino" ve "la festa" veya kısa yoldan "la sieste,"
"la fete" uzun sözün kısası "le farniente" saati çalmıştır: Tatil için gelenler
dinlenıneye çekilmişlerdir: Şışşşt. ..
Yurtdışında Abidin'le birlikte geçirdikleri ilk tatil üzerine Güzin'le
söyleşiyoruz:
M Ş G : Anzio'da neler yaptınız?
GD: Roma'dayken, paramız çok değil ama Abidin tutturdu: Ro­
ma'nın Anzio diye bir plajı var, oraya gidelim diye. Ve gittik. Orada bir oda
kiraladık Bir tür pansiyon, bir aylığına. idare etmek için. Otelde kalamazdık
mesela. Pahalıydı oteller. Ve denize girdik. Evet orada bir ay yaz tatili yaptık.
Yani İtalya'daki iki belki iki buçuk ayıının bir ayını orada deniz kenarında
geçirdim. Abidin'le elbette. Mayolu bir fotoğrafım var, Anzio'da çekilmiş.
M Ş G : Nerede o fotoğrafınız?
GD: Buluruz. (Güzin daha sonra buldu o fotoğrafı: O fotoğrafın bir
örneği bende şimdi. M ŞG)
M Ş G : La dolca vita devam ediyor demek.
G D : Devam ediyor (Güzin gülüyor) , gezdik filan. Sonra döndük Ro­
ma'ya: Yine aynı otele.
M Ş G : Roma'nın en yakın "plajı" Lido di Ostia'dır. Oraya değil de
neden biraz daha uzakta ve biraz daha güneyindeki Anzio'ya gittiniz?
GD: Bilmiyorum. Abidin seçti gideceğimiz yeri, ondan herhalde.
M Ş G : Roma'ya döndükten sonra neler yaptınız?
GD: Roma'da her yere gidiyoruz. Bir sürü şey yaptık. Meşhur ma­
hallelerini ve mekanlarını tanıdım.
M Ş G : Borghese villasını ve bahçelerini, Colesseo'yi ve Meydanını
ve vızır vızır geçen vespalarını, la piazza di Spagna'yı ve çevresindeki dar,

Asi D i N D i N o
küçücük ve her şeye rağmen sakin sokaklarını, La Piazza Navona'yı ve tıka
basa kahvehanelerini, pizzacılarını, lokantalarını, Ludovsi mahallesinin ve
via del Corso'nun lüks mağazalarını, via del Babuino ile via dei Corona­
ri'nin sanat galerilerini ve antikacılarını, La Piazza Fiume'nin mütevazı
dükkanlarını, bunların hepsini ve mutlaka fazlasını ziyaret ettiniz, gezdi­
niz, gördünüz.
G D: Epey dolaştım. Daha ziyade mahalle gezileri yaptık. Popüler
mahalleleri dolaştık
M Ş G : Roma halkı sokakta yaşayan bir halk. Kaldırımlarda, lokanta­
larda ve lokanta teraslarında yayılmış bir topluluklar toplamıdır Roma. Bü­
tün mahalle zaten sanki dışarıda yaşıyor. Siz de bu şenliklere, bu sevimli,
coşkulu ve epey gürültücü kalabalıklara katılıyor muydunuz?
G D : Tamamıyla katılıyorduk. Üstelik de zaman zaman biz de
epey kalabalıktık

RoMA'DA A B İ D İ N D İ N o , ZEK ERİYA S E RT EL, N İYAZİ B ERKES vE


GüzİN D İ NO ToPLANTı YAPARKEN Y AKALANDIIAR
M Ş G : Nasıl yani?
G D: Evet biz de yalnız değildik. Bir gün, öyle şen şakrak, sevimli ve
gürültücü, herkesin bir ağızdan konuştuğu, öyle şirin bir kalabalık içinde,
bir masanın çevresinde, Niyazi Berkes var: Kanada'ya gitmeye hazırlanıyor.
Zekeriya Bey ( Sertel) var: Türkiye'den yeni çıkmış, tek başına. Abidin: Zar
zor atmış kendini Roma'ya. Bir de ben: Bildiğiniz gibi Roma'ya Abidin için
gelmişim. Evet dörd ümüz bir masadayız. Çevremiz tamamen İtalyan hava­
sı: Çok neşeli ve çok keyifli insanların içindeyiz. Yemek yemişiz, biraz şa­
rap içmişiz, hoş bir halimiz var. Ama hüzün de çok uzağımızda değil. H e­
le Niyazi'nin havası tam rezalet Aslına bakarsanız dördümüz de dertliyiz.
Ama derdini ortaya ilk atan Niyazi oldu. Hiç unutmam, Niyazi böyle bakı­
yor etrafına, O da zavallı, dedi ki:
- Ne güzel herkes gülüyor, herkes mutlu, herkes oynuyor, herkes
eğleniyor. Ne hoş ne rahat yaşıyorlar. Biz niye böyle çöküntü haldeyiz. Bi·
ze ne oluyor? Biz burada ne arıyoruz? Nedir bizim kabahatimiz? Biz ne
yaptık da bunu bize reva gördüler? Niçin buradayız?

R OMA: OcAK- E K i M 1 952


Böyle deyince hepimiz fena olduk. Bu hepimiz için geçerliydi. Ama
özellikle öbür üçü için: Abidin, Niyazi ve Zekeriya Bey, üçü de Türkiye'den
ayrılmak, ne ayrılması kaçmak zorunda bırakılmışlar. Türkiye'de yaşatıla­
mamış üç insanımız. Üç değerli çocuğumuz. Üç değerli aydınımız. O sah­
ne çok zordu. Çok. H iç unutmam. U nutamam.
MŞG: İtalyanlar yıllarca savaştılar, çok insan kaybettiler, ama savaştan
çıkalı çok az zaman olmasına rağmen yaşamasını ve eğlenmesini biliyorlar.
Biz savaşa girmedik ama siz dördünüz dayak yemiş bir haldesiniz orada.
GD: Dayaktan beter! (Gülüyor Güzin.) Abidin baktı Niyazi gerçek­
ten çok dolu, çok dertli, ona şakalar yaptı filan, sıkıntısını birazcık azahabil­
rnek umuduyla. O an hepimizde aslında bir çöküntü havası esiyordu. Evet
hepimiz aradaydık Ama aklımız ülkedeydi . . .

H E R YoL RoMA'YA D ö N E R
Güzin, yola çıktığı zaman tasarladığını gerçekleştiremedi. Abidin'le
buluştular ama birlikte Paris'e gidemediler. Neden? Güzin anlatıyor:
GD: Roma'da hastalandım. Hastalanınca dönmek zorunda kaldım.
Dolayısıyla Fakülteden aldığım dokuz aylık "görgü ve bilgi artırma" iznimi
sonuna kadar kullanamadım. Yani o dokuz aylık izni gelecek sefere kullana­
bilecektim Gelecek sefere kalıyordu. Dönmek zorundayım çünkü tedavi pa­
ramız yok, nasıl iyileşeceğim? Abidin'in mali durumu zaten son derece kri­
tik. Zar zor kendini idare ediyor vaziyeti var. Orada bir şeyler tutturmuş, bir
ressam çevresi var, tamam, ama öyle düzenli bir geliri olmadığı gibi benim
tedavi ve doktor giderlerimi karşılaması mümkün değil. Dönmeye karar ver­
dim, ama inanmayacaksınız belki fakat gerçekten dönüş param bile yok.
Evet o hale gelmiştik. İmdadıma Zekeriya Bey yetişti: Dönüş biletimi O al­
dı. Zekeriya Sertel parasız bir adam değildi. Yurtdışına da yeni çıkmıştı.
Onun aldığı uçak biletiyle döndüm. Yine uçakla ve yine ödüm koparak:
Uçaktan. Zekeriya Bey'i de ben böyle tanıdım: Cömert bir adam olarak.
Zekeriya Sertel, Tan'a yapılan saldırıdan, kendisinin, eşinin yani
Sabiha Sertel'in ve dostları Cami Baykut'un haklarında açılan dava ve bin
bir maceradan sonra, geçmiş yıllarda tanıdığı ve o günün Başbakanı Adnan
Menderes'ten bizzat rica ettiği pasaportu ancak Ağustos 1952'de edinip

AB i D i N D i N O 53
yurtdışına çıkabilmişti. (Bu konuda Zekeriya Sertel'in, eşi Sabiha Sertel'in
ve kızı Yıldız Sertel'in birçok kitabında ayrıntılı bilgi edinmek mümkün.
Bu kitapların künyelerini kaynakçada sunuyorum.) Zekeriya Sertel'in Abi­
din ve Güzin'le yolları daha sonra Paris'te de kesişecek
Güzin'i uçakla Roma'dan İstanbul'a yolcu etmeden önce bir soru
daha sormak istiyorum:
M Ş G : Abidin o günlerde Türkiye'yi uzun bir süre için terk ettiğini
hissediyor muydu? Bunu size açıyor muydu?
G D: Tabii, tabii. Türkiye'den çıkarken zaten kararını vermişti. Abi­
din Türkiye'de atmamayacağını anladı. Anladı yani yaşatmayacaklarını. ba­
rındırmayacaklarını, rahat bırakmayacaklarını. Bu yetmiyormuş gibi o ma­
lum seramik rezilliği ile belki bir süre sonra dönüş hevesini büsbütün altüst
ettiler. Aslına bakarsanız ben de, annem de çok istedik Türkiye'den çıkma­
sını. Ben bilhassa canını ve sağlığını kurtarmak istiyordum. Abidin o zulme
dayanamazdı, ölürdü yani. Hastaydı zaten kardeşim. Daha ne olsun? Daha
sonra ben de dayanamaz oldum. Ben bile orada kalsaydım ölürdüm. Nite­
kim annem bile benim üniversitedeki kariyerimi, şusunu busunu bile itip
çıkınarnı ısrarla istedi. Annem müthiş bir gayretle ve sürekli bir ısrarla " Gi­
deceksin Abidin'in yanına" deyip durdu 1952'den Türkiye'yi temelli terk
edeceğim 1954'e kadar. Roma'da geçirdiğim süre içinde parasızlığın ne tür
bir bela olduğunu anladım. Abidin'in bu durumda ve benim daha sonra, ne
olacağımızı bilmeden, beş parasız bile kalacağımızı hissederek çıkmamız
müthiş bir maceraydı. Büyük bir cesaret işiydi bizimkisi. Roma'da parasız­
lığın ne demek olduğunu bizzat yaşayarak en somut biçimiyle gördük. Ya­
şadık Abidin'le. Kıt kanaat yaşamak öyle kolay bir meslek değil. Emin olun.
Evet işte aynen böyle:
Bir akşamüstü Roma'dan kalkan uçak, içi pır pır eden genç bir baya­
nı ülkesine taşıyordu. Ama o genç kadının aklı Roma'da bırakmak zorunda
kaldığı eşinde kalmıştı. Evet bir dahaki yaz Fransa'da, Paris'te buluşmak
için sözleşmişlerdi. Ama o bir yılda kim bilir neler olacaktı. Neler yaşanacak­
tı daha: Her biri ayrı bir mekanda. Her biri diğerinden uzak. Çok uzak.
Güzin Roma'dan ayrılmadan önce N avona Meydanı'nda veya la pi­
azza del Popola'da belki bir gösteriye tanık oldu. Belki bir mitinge: Kızıl

54 ROMA: ÜCAK- E K i M 1 95 2
bayrakların rüzgarda dalgalandığı bir akşamüzeri İtalya emekçilerinin ses­
lerini duydu belki.
Vatikan'a karşı durup bir dondurma yediğinden ise adım gibi emi­
nim. Papalık: Yani Katalikliğin acılı merkezi: Roma'nın en geniş meyda­
nında, yayılmış via Leone'ye iki adım.
Ş ataları çok geniş, çok büyüktür Roma'nın: Entrikalarıyla ünlü, ent­
rikalarıyla kapı ve pencereleri kanlı.
Roma geceleri uyumaz. Roma'da gece iyi bir akşam yemeğiyle
başlar. Tagliatella. Ravioli. Cannelloni. Agnolotti. B eyaz ve kırmızı şa­
rapla mutlaka. Dostlarınızla. Ve sıra sıra lokantaları sıra sıra kahvehane­
ler izler. Teraslar dopdolu. Şık kadınlar: Kimi özensizce ama bir sanat
eseri gibi eşarbının kaldırımı yalaması için eğilir kalkar, kalkar eğilir,
uzanır kısalır.
Yakışıklı erkekleri kendilerini olduklarından daha fazla yakışıklı gö­
rür. Burunları o yüzden havadadır. Ve yine o nedenle hiçbiri bumunu gö­
remez öbürünün. Savaşlar dizisi erkek milletini bulunmaz H int kumaşı
haline getirmiştir. Annelerinin şımarttıklarını, eşlerinin çocuk büyütürce­
sine nazlı yetiştirdiklerini saymazsak.
Motosikletli gençler geçer: H ızla ve bağıra çağıra. Hava birdenbire
serinler. Neden acaba?
Motosikletli paparazziler "haber avına" çıkmışlardır: Fotoğraf maki­
neleri boyunlarında birer kolye.
Papazlar duvarlara teğet çizerler: Geometri sınavına hazırlanmak
niyetine. Niyet etmek iyidir derler. Kadın papazlar, ne papazı canım kadın­
dan ancak rahibe olur kardeşim, tamam tamam rahibeler işte bıyıklarını sı­
vazlar, iki tespih çeker, duvar diplerinde yok olurlar, birer toz bulutu için­
de, kimliksiz, kişiliksiz: Bu kadarı güldürür mahallenin güzellerini.
Diğerleri, sokaklara çıkamayanları dört duvar arasında ezik, duada
baygın, uykulu uykusuz, ağlamaklı, hüzün çöker manastırlara. Çan sesleri
duyulmaz olur: Madem ki erkekler kayıp.
Sokak, cadde, bulvar ve meydanlara, lokanta, mağaza, kulüp, bar,
kerhane ve kahvehanelere gri, siyah renkler hakim olur. Yeşiller, kırmızı­
lar, sarılar geri çekilirler. Kaçmazlar ama. Dar, dapdaracık sokaklara dikkat:

ABi D i N D i N O 55
Roma labirentinde ne olur kaybolmayın. Ama dikkat. Kaybalabilirsiniz
çünkü hemen!
Uzar çok uzar geceler Roma'da: Abidin yalnızlığını ve sıcaklığını du­
yumsar genç eşinin: Daha birkaç saat önce buradaydı. Roma geceleri saba­
hın ilk ışıklarıyla bir şatoda yataksız bir odada bitebilir, gazete yaprakları se­
rili. Geçen zamana üzülürsünüz. Yakalamak mümkün değildir geçen zama­
nı ve giden(ler)i. Ama bu onları aramanızı asla engellemez. Engellememeli.
Geçen zamanın peşinde ağarır saçlar: Abidin'in saçlarında ilk gri­
ler: Roma izlerini taşırlar. Roma'dan bin bir iz arasında bir de gri renk ka­
lır: Paletinde ressamın.
Ressamın eşinin albümünde ise Anzio'da çekilmiş birkaç fotoğraf.
Roma'dan getirilen anılar: Annesiyle paylaşacak onları Güzin. Arkadaşların­
dan birkaçıyla da: Azra ile örneğin. Başka kimler kaldı Ankara'da o günlerde.
Ankara üzgün: Giden, gidip bir daha gelemeyecek olan çocuklarına.
Başkent ağlamaklı: Bu ne derttir bu kentte: Evli kadınlar kocalarından ayrı,
evli erkekler kadınlarından. Ankara'da, Türkiye Cumhuriyeti'nin başken­
tinde geceler uzundur, gündüzler belalı: Kırkikindi yağmurlarından beter:
Dinmezler. Durulmazlar: Polis bıyıklarında asılı.
Roma'da, İtalya Cumhuriyeti'nin başkentinde geceler geç(e)mezler:
Abidin yalnızlığını ve sıcaklığını duyumsar genç eşinin: Daha birkaç saat
önce buradaydı.

FRANCIS PrcABIA İ LE RoMA'DA


Güzin, Abidin'den ve Roma'dan ayrıldıktan sonra Abidin La Piazza
di Spagna'da (İspanya Meydanı) bir atölyede yaşamaya başladı. Çevresinde
birçok sanatçı atölyesi, evi ve sevimli dar sokakları ve hele Roma'da geçen,
Roma'yı anlatan ve elbette kendini bilen her filmde mutlaka gösterilen
upuzun ve dimdik merdivenleriyle ünlü " La Piazza di Spagna'nın tepesin­
de, bir arkadaşından devraldığı atölyeye yerleşti. "
Artık burada oturacak ve çalışacaktı. İ şin ilginç tarafı alt katta otu­
ran komşusunun Francis Picabia olması. Abidin o günlerde yetmiş yaşını
geçmiş sanatçıyla tanış(a)madı. Ama ünlü sanatçı Abidin'in başına bir iş
sardı ki tam dostlar başına cinsinden.

ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
Francis Picabia herhangi bir sanatçı değil: H ayatının değişik dö­
nemlerinde Apollinaire'in, Duchamp'ın, Man Ray'ın, Tzara ve B reton'un
çok yakın dostu olmuş bir ressam, bir şair ( Poemes başlıklı yapıtı örneğin)
ve yazar. Senaryo bile yazdı: r924'te Rene Clair'in Entr'acte 'ının senaryosu
on und ur. Dada sanat hareketinin öncüllerinden, ilklerinden. H atta kendi­
sine bırakırsanız "ruhu." Fransızcasıyla ve kendi deyimiyle ''j'etais en quel­
que sorte le pere sprirituel de Dada. ]e lui avais donne une philosophie."
Her sanatçı, hele her yaşlı sanatçı gibi o da kendini biraz övüyor. Bu
kadarı hoşgörülebilir. Ama gerçek nerede?
Picabia resme başladığı ilk günlerinden itibaren bütün sanat akım­
l arını "geçti: " Empresyonist oldu (Ah! o bitmez tükenmez manzaralar! ) ,
neo-empresyonist, sonra kübist, sonra Dada öncülü (pre-Dada: r 9 r o 'larda
AB D'de Duchamp ve Man Ray ile), sonra elbette Dada. Dada ile " sanatın
ölümünü" ilan eden Picabia, aslında hiçbir sanat akımına "beş dakikadan
fazla dayanamadı." Picabia Dadanın ilk Parisli yıllarında Tzara'nın önder­
liğine karşı Breton ile işbirliği yaptı. Her şeye karşı olmak gerekiyordu
onun için. Dadacı birçok eylem Picabia'nın Paris'teki atölyesinde hazırlan­
dı. Eyleme hep birlikte geçtiler. . .
Ama Dada'dan d a sıkıldı Picabia. Her türlü estetik dogmayı, en
avant-garde olanlarını bile terslemek gerekiyordu. Picabia da öyle yaptı: Eli­
nin tersiyle itti. r 9 22'de Tzara ile, 1924'te Breton ile ilişkilerini kesti. Pa­
ris'ten demir aldı. . . Ama Dadadan sonra ne kalıyordu?
Ekspresyonİst yapıtlara geçti artık. Sonra sergiler sergileri izledi. Ve
bir gün Picabia kendini la piazza di Spagna'da buldu. Tepesinde elbette:
Başka türlü olması na-mümkün(!)
Resim sanatına karşı, resmin etkisine, eğemenliğine karşı sürekli
bir güvensizlik duydu. 20 Ocak 1922 tarihli Le Figaro'da yayınlanan bir söy­
leşisinde belirttiği gibi, "Gelişigüzel manifestoların sorumluluğunu taşıya­
mazdım . . . . Kafama estiği gibi çalışıyorum. Yenilik arıyorum, yenilik, yeni
formüller, yeni yöntemler. Herkesi sıkıntıdan perişan eden ölümsüz bir
eserdense beş dakika süren bir yeniliği tercih ederim. "
r923'te kendisiyle bir söyleşi yapan Roger Vitrac'a ise aynen şunla­
rı söylüyor: " Hayattaki en güzel şey yalandır."

ABi D i N D i N O 57
İ şte ben de tam bu meseleye "yalan" konusuna gelmek istiyordum:
Abidin'i tanıyabilseydi ortak pek çok dostlarının, ortak birçok noktalarının
bulunduğunu keşfedebilecekti. Ama yaşlı "kurt" o günlerde başka havalar­
daydı: Bir sorun olunca, birçok Avrupalı gibi, O da "kusuru" elbette "yaban­
cı" da arayacaktı. H ele bu yabancı bir "Türk"se. Bizzat kendisinin Roma'da
bir "yabancı" olduğunu akıl bile etmeden. Ama İspanyol kökenli olması he­
sabıyla ve " İspanya Meydanı"nda oturuyor diye kendini "kendi çöplüğün­
de" sanmış da olabilir: H akkını yerneyelim
" Kusur" mutlaka "yabancı' da olmalıydı. Bunun için yalan atmak ge­
rekse bile:
Evet La Piazza di Spagna'da Abidin'in alt komşusu, herhangi bir
ressam ve yazar olmayan, ünlü Picabia, o akıl almaz Roma sıcaklarında de­
ğişik katlardaki apartman ve atölyelerin ön camlarının kenarlarındaki sak­
sılar çatlayıp kendi atölyesinin "camekanına düşünce" hemen "suçluyu"
buldu: "Tepemdeki Türk beni taşlıyor" diye polise ihbar etti. Polisin yaptı­
ğı " sıkı bir araştırma ve soruşturmadan" sonra Picabia'nın "atölyesinin taş­
lanmasına sıcağın neden olduğu anlaşıldı ve Abidin'in suçsuzluğu ortaya
çıktı." Nihayet! (A 'dan Z'ye Abidin Din o dan aktarıyorum: s. 203.)
'

Abidin onca derdin arasında nerden taş bulacak nerden Picabia'nın


atölyesini taşlayacak? İş mi yok memlekette? Dert çok oysa.

M E MLE KET HAVADİ SLERİ İYİ DEGİL


Eylül 1952'de Ankara'nın kimi apartmanlarında, kimi mahallelerin­
de hüzün kol geziyor çünkü, yeniden: TKP'li oldukları sanılan, aylardır sü­
ren takibat sonrasında oluşturulan dosyalara dayanılarak, insanlar evlerin­
den alınıyor: Çoluk çocuklarının, komşularının gözleri önünde: Sağa sola
ama bilhassa sola korku salmak için. Gözdağı vermek için. Kitaplıklar altüst
ediliyor. Yaşlı analar, babalar tersleniyor. Evet insanlar bir kez daha siyasi
görüşleri, farklı siyasi yaklaşımları nedeniyle gözaltına alınıyor: İtile kakıla.
Ankara'da siclik kokan "hücreler" dolduruluyor yine: Tertemiz insanlarla.
"Barabar"ı en iyi söyleyen Ruhi Su.
Abidinlerin Ankara evinin yoldaşları-gelip gidenleri, Ahmet Arifler,
Patriyot Hayatiler, tiyatro sanatçıları, yazarlar, şairler, üniversite öğrencile-

ROMA: ÜCAK·E K i M 1 952


ri, öğretmenler, Ankara'nın namuslu emekçileri, tek tek, grup grup gözal­
tına almıyorlar.
Polisin aralarına soktuğu "ajanlar" duruşmalarda "tanık" olarak çıka­
caklar; çıkarılacaklar "yoldaşlarının" karşısına. Bir örnek ister misiniz? Or­
han Suda'dan aktanyorum TKP Ankara "hücre"lerinden birinde, Orhan
Suda yanında şu isimler var: Kemal Bekir (Özmanav) , Turan Tuna, Kamu­
ran Baştuji (O sırada Paris'te bulunan Kemal Baştuji'nin küçük kardeşi.
MŞG) ve Orhan Suda. Orhan Suda'nın yazdığına göre, "hücresine," "yuka­
rıdan (TKP üst yönetiminden veya Ankara il Sekreterliğinden. MŞG) gelen
emir sonucu yeni üye olarak katılmış Sabahattin Özbay," 15 Ekim 1953 'ten
itibaren İstanbul'da başlayan duruşmalarda "tanık" olarak karşılarına çıkarı­
lacaktır. (Orhan Suda'nın kitabında: s. 57 ve devamı, s. 74 ve 86, s. 1 19-120.)
H emen şunu eklemek lazım: Ankara-Mankara günlerinde Abi­
dinlerin en yakın dostlarından Muzaffer Şerif Başoğlu ve daha önce vur­
guladığım gibi Zeki Baştırnar TKP " Merkez Komitesi" üyesi olmakla ve
Ankara ili sorumluları olmakla da suçlanıyorlar. Yani örneğin Zeki Baş­
tırnar sadece TKP Genel Sekreteri olarak suçlanmıyor: Geçmişte, yakın,
çok yakın geçmişte Ankara'da yaptıklarından da suçlanıyor. Bilmem an­
latabiliyor muyum?
Abidin Roma'da bile olsa bu gelişmelerden mutlaka tedirgin ol­
muştur. Sadece kendisi için değil. Bunu kesinlikle söylemek olası. Olup-bi­
tenlerden tedirgindir Abidin: Ülkede bir kez daha düşünce özgürlüğü ayak­
lar altına alınıyor diye. Dahası tutuklanalar Ankara'dan bir süre sonra İs­
tanbul'a gönderiliyorlar. Abidin bu tür tren yolculuklarının ne olduğunu iyi
bilir: Haydarpaşa'dan Çorum'a giden o değil miydi: Şu 1942 yılının zulüm
kokan bir sonbahar akşamüzeri? Evet ülke yine bir "usera karargahı" oldu­
ğunu gözler önüne seriyordu. Cinayetler ise sadece ağlatıyordu. Ağlatır:
Yaşar Çöl isimli Ankara Ticaret Okulu öğretmeni, dayanamaz daya­
ğa, işkenceye ve zulme ve çıldırır. Bu cinayet değilse cinayet nedir? Başka çıl­
dıranlar da oldu. Ankara'da tutuklanan tiyatro oyuncusu, aktör Aclan Sayıl­
gan, gözaltında polisle işbirliği yaptıktan ve hafif bir cezayla "yakasını kur­
tardıktan" sonra, polisin kendisine açtığı polis kaynaklarına dayanarak oluş­
turduğu kitabında, "çıldıranların neden çıldırdıklarını" uzun uzun anlatıyor

ABi D i N D i N O 59
ve "polisin hiçbir suçu olmadığını" vurgulamak için epey çene çalıyor: Ama
aklına şu soruları sormak hiç gelmiyor: Davranış biçimlerinde değişiklikler
gözlenen insanlar neden tedavi edilmediler? Bu insanlar o biçimlerde gözal­
tına alınmasaydılar böyle şeyler yapar mıydılar? Böyle sorular sormadığı gi­
bi, ipin ucunu o kadar kaçınyar ki şöyle bile yazabiliyor: "Yaşar Çöl'den baş­
ka çıldıran olmamıştır. Ancak Ahmet Arif Ünal, ses duymuş, damarlarını
kesrnek istemiş, kendisine şok tedavisi yapılarak iyi edilmiştir. .. Galiba Mu­
zaffer Arabul'a da şok tedavisi yapılmış. Asım Akşar da ses duymuş ve şok
tedavisi görmüştü." Pes denmez mi? Sayılgan, anlaşılabileceği gibi, "şok te­
davisinin" "iyileştirici" ve neredeyse sıradan bir "tedavi" olduğunu sanıyar
vefveya öyle sandığını yansıtmak istiyor. Okuru da kendisi gibi bunun "te­
davi için, iyileştirmek için" yapıldığına inanmasını arzuluyor. " İyi edilmiş­
tir" diye yazması bundan. (Sayılgan'ın kitabında s. 345'in dibinde başlayan
ve s. 347'inin dibine kadar süren 140 numaralı dipnotu okumanızı tavsiye
ederim. Eğer aklınız, vicdanınız ve yüreğiniz kaldırabilirse.)
Tekrar ediyorum: TKP Ankara tutuklamalarını Abidin uzakta bile ol­
sa öğrendi: Okuyarak, dinleyerek. Ve siz siz olsanız dostlarınıza, tanıdıkları­
mza, arkadaşlarınıza, yoldaşlarımza yönelik bu çapta bir saldırı olunca dö­
ner misiniz ülkenize? Elbette dönmezsiniz. Evet Abidin'in zaten İstanbul'u
terkettiğinde belli bir süre için "canını kurtarmak" niyetinde olduğunu bili­
yoruz. Ama bu tür tutuklamalar, gözaltında işkenceler ve benzeri bin bir re­
zillik sizi ülkenizden ve sevdiklerinizden uzak tutar: istemeseniz bile.

EP O CA
Ne iyi ki sevimli haberler de eksik değil. İtalya'dan gelse bile. A 'dan
Z'ye Abidin Dino da (s. ı n ) : " Epoca" başlığı altında iki cümle var.
'

" İtalyan yayın organı" olarak tanımlanan derginin önce ismine dik­
katinizi çekmek istiyorum: Epoca: Çağ demek. Evet dergi çağ(daş) . Ve san­
ki bir önce anlattıklarımın çağ-dışı olduğunu vurgulamak niyetinde. İsmi
yeter bu iş için.
A 'dan Z'ye Abidin Dino daki ikinci cümlede şu yazılı: Epoca' nın 13
'

Eylül 1952 tarihli sayısında, "Abidin'in iki karikatürü ile birlikte, İtalya'da­
ki yaşamı ve çalışmaları üstüne bir yazı yayımlandı."

6o ROMA: ÜCAK·EKi M 1 95 2
D 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 • 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 • • • • • • •A


* •



Film


en 1 2


1mages


des


xvne JEUX


OLYMPIQUES


a


Ro me




par •

ABIDIN E •


lf •


Voir l a suite
..
du film •

en dcıuıit-me page

1 1 1 1 1 1 1 1 1 • B

Abid i n . ı g6 o Yaz O l i m piyatları'nı Aragen'un yönettiği Les Lettres Franç ai ses için izled i . Çizgileri
" 1 2 i magesjgörüntü Fi l m " başlığı altında dergide yayı nladı, 8 Eyl ü l ı g 6o.

Asi oi N D i No 6ı
Abidin'in Roma Olim piyatları.

Bu açıklamanın altında adı geçen yayın organından bir parçanın


tıpkı basımı bulunuyor:
Sayfanın üstünde " L'Arte" sözcüğü okunuyor: Yani ' Sanat. Abi­
din'den bir "harikatür" var sonra. Altında büyük harflerle şu yazılı " Uomi­
ni Come Insetti. " Çevirisini yapalım: "Böcek gibi adamjinsan." Veya " Bö­
cek olarak adamj insan." Veya daha kolayı "Böcek adamjinsan.
Neler mi görüyoruz? B irbirine girmiş bir insanjadam kalabalığı,
karman çorman. Kadın yok görünürlerde.
Yere serilmiş en az iki kişi görünüyor: Ne yapacağını bilmez biri,
sağ eli umutsuzların tavrıyla başında, dizleri üstünde yere serilmişlerden
solda olana doğru dönük, yumruğa benzer biçimdeki sol eli havada. Üst ta­
rafında askeri kıyafete benzeyen bir giysi taşıyan biri, sağ yanındaki bir baş­
kası bu ikisine bakıyor, ama ayakları yerden kesilmiş ve bu ayaklar may­
mun ayaklarına veya herhangi bir hayvanın ayaklarına benziyorlar. Ön

RoMA: OcAK- E K i M 1 95 2
S d f 19 y- ' " Y' .,. " .,. . , � , . . , , .._. , � • � r r
.., ,_, p 9 . r r • ... , r � • . ı
' ' " ' ·· -
-- ... � .. � ..... y ,. y ,.. ,. � .. � - ·
___. .., . "' .,. .,. . ..•.
� -� � .... , ,... . � ,
., .. ... - ---.L. .. 1
-�

ı-J��· . ;
�··
Abidin'den Roma O l i m piyatları

plandaki üç yaratığın ve yere serilmiş iki mahlukun ayakları ve hacakları


çıplak ve herhalde donsuz. Sağda kilise adarnma jdin adarnma benzeyen
biri sol elini arkasında yumruk gibi kapatmış, sağ eli havada ve sağ elinin
başparmağıyla "yukarıyı" gösteriyor. Solda yere serilmiş olanın iki ayağı da
o tarafa yönelik ve öbürünün başparmağından daha yukarıda. Havadaki iki
ayak ve sol el arasında ise sanki sıkışmış/sıkıştırılmış gibi duran bağırtılı
iki belki üç baş . Bunlardan biri, yukarıya doğru bakanı Abidin olmasın?
Abidin kimi harikatüründe kendisini de bazen "yama" gibi ekler bir köşe­
ye, bir kenara. Ancak onu "görebilmemiz" için harikatürü hafifçe, yani faz­
la sarsalamadan, döndürmek ve bakmak lazım: H aydi gelin bir deneyelim
İşte Abidin'in profili. Burnu ele veriyor Abidin'i. Burnu sanki Cyrano de
Bergerac'ın burnu. Bir alarnet-i farika pardon alarnet-i harika! Bağırmıyor
o. Bağıracak hal mi bıraktınız adamda kardeşim ? Sağda yere serilmiş ola­
nın iki eli birbirine kenetli. Bu iki el sanki başının üstünde duruyor. Ama

As i D i N D i N o
baş nerede? Belli değil. Fakat o da ne? O kenetlenmiş iki elin arasından
uzanan bir evet bir tek ayak: Ayaklar baş oldu, eller kenetlenirse (mi?)
Bu insan kalabalığının tümüfhepsi sanki tek parça. Birbirlerine gir­
mişler. Birbirlerinden ayrılmaz durumdalar. Yapışık Aralarından "su sız­
mıyor." Aralarında boşluk yok. Aralarından herhangi bir çizgi geçmiyor.
Evet geçen çizgi yok. Çizgilerin tümü kalıyor ve çizgiler birbirlerinde sürü­
yorlar. Çizilenlerin arasında tek boşluk yok: " Böcek insan" bu mu? Yayın­
lanan yazıyı okuyamadan, Abidin'e sormadan yanıt vermek zor.

İTALYA'DAN HAB ER VAR


Güzin, İtalya tatilinde, Roma'da geçirdiği kısa bir süreden sonra,
Abidin'le bir aylığına Anzio'ya, denize, gitti biliyorsunuz. Orada yaşanan
anlar ve anılar zaman içinde sürüyor. İ şte ispatı:
Abidin, Roma'dan, eğer karttaki damgayı doğru okuduysam, 20
Eylül 1952'de bir kart gönderiyor Güzin'e. Karttaki "Tophane. İstanbul 23.
9· 52 damgasından kartın üç gün sonra Güzin'e ulaştığını anlıyoruz:
Ön planda Anzio'daki Neron'un deniz kenarındaki villasının yıkın­
tılarının "şirin görüntüsü," arka planda ise falezler üstündeki Anzio ve de­
niz feneri kartın görsel malzemesi. Neredeyse Kemeraltı plajından alın­
mış bir Antalya hatırası. Bunlar Güzin için ne kadar önemli acaba? Çünkü,
emin olabilirsiniz: Güzin'i asıl ilgilendiren bu değil. Arkasında yazılı olan­
lardır: İ şte Abidin el yazısıyla döktürmüş:

" Güzinciğim
Resimde tanıdığın
bir fener göreceksin
kayalar meğer
Neron'un yazlık
evi. Bir türlü
oraya kadar
uzanamadık.
Hepinizi öperim
Abidin"

ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
Bu kadarcık kısa el yazısında Abidin en azından, saydım özellikle,
üç orak dört çekiç resmi çiziktirivermiş. Pes doğrusu. Kartpostal değil bu:
Komünizm propagandası resmen!
Abidin kartı şu adrese göndermiş:

"Bayan Güzin Dino


Taşlıçıkış 4/3 Setüstü
Kabataş
İstanbul
Turquie"

İtalya'dan gönderilen kartpostaıda neden Fransızca olarak "Turqu­


ie" yazıvermiş Abidin? Bu mutlaka bir işaret olmalı: " Ben yakında Fran­
sa'ya yolcuyum" demek istiyor mutlaka. Bana kalırsa. Ama yine de bir da­
haki sefere Güzin'e sormalıyım.
Güzin'in bu kartpostalı bana neden hediye ettiğini de henüz çöze­
bilmiş değilim. Bu da bir işaret olmasın? Hani kimbilir? Bunu da bir daha­
ki sefere Güzin'e sormalıyım.

CiAo RoMA CiAo


Abidin, saati gelince ayrıldı Roma'dan. E lbette Paris'e. Şimdiye ka­
dar duyduklarımızdan ve okuduklarımızdan Roma'dan sonra Paris'e geçe­
ceğini, böyle bir arzusu olduğunu anladık zaten. Biraz önce Güzin anlattı
örneğin: Roma'da buluşup, bir süre Roma'da kaldıktan sonra Paris'e geç­
mek. Anladığım kadarıyla Abidin, daha önceden İstanbul vefveya Anka­
ra'dayken Roma'daki bir, belki iki sergiye davet edildi. Bu davetler sanırım
pasaportunu almayı da belli ölçüde kolaylaştırdı. Roma'ya geldi, sergilere
katıldı. Roma'daki resim, sinema, edebiyat dünyasını tanıdı, kimi dostluk­
lar kurdu, ama parasal sorunlarını asla halledemedi. O zaman ve zaten bir
yerde "ilk göz ağrısı" Paris'e gitme arzusunu gerçekleştirmeye karar verdi.
Nitekim bir söyleşisinde aynen şunları söyledi, Abidin:
"Sonunda kendi kendime dedim ki, 'Azizim Abidin, seni paklasa
paklasa Paris paklar. 'Böylece Roma'daki dokuzuncu ayın sonunda Paris'in
yolunu tuttum."

AB i D i N D i N O
\

-�

Roma O l i m piya t l arı ' n d a Abid i n ' i n çizgileriye Shav-kaladze (Şavkaladze ) .

66 R o M A : OcAK- E K i M 1 95 2
Abidin daha sonra birkaç kez Roma'ya dönecektir: Örneğin Ağus­
tos-Eylül 196 o'ta Yaz Olimpiyatları'nı Les Lettres Françaises için izlemeye.
Daha sonra da birçok kez sergiler için. Gezmek için . . .
Ama b u sefer Roma'd a kendisine ayrılan zamanı çizmiş v e sonuna
gelmiştir:
Şubat ayından beri Roma'da bulunduğunu bildiğimize göre, hesa­
bımızı yapalım: Dokuz ay bizi ekime taşır. Abidin Ekim ayında mı yola çık­
tı ? Kesin bir şey söylenemez. Hele Abidin'in rakamlarına asla güvenemem.
Kusura bakmasın. Siz de lütfen bağışlayın. Ama bu hesabı doğru da olabi­
lir: İlle bir kez bile olsun bizi yanıltmış olmak için.
Ama Venedik Bienali'nin kapanışına kadar beklediyse, 1952 Kasım
ayının ikinci yarısında Roma'dan, İtalya'dan ayrıldı, diyebilirim. Öbür ola­
sılık daha erken yola çıkmasıdır: Ki, bu, Güzin'e Roma'dan gönderdiği
kartpostalın tarihini gözönüne alırsak, ancak 20 Eylülden sonraki bir tarih­
te gerçekleştirilmiş olabilir. Ve belki ekim ayında. İşte bu durumda Abi­
din'in dokuz aylık hesabına söyleyecek lafımız olamaz.
Yola çıktığında yanında Sophie olduğunu, Pierre Biro'nun tanıklı­
ğına/anlattıklarına dayanarak, söyleyebilirim: Yalnız değildi Abidin yolcu­
luk sırasında. Ama bu konuda da elimde kesin bir belge yok. Belki Paris'e
tek başına gitti. Sophie birkaç gün sonra geldi.
Neyle ve nasıl geçti İtalya'dan Fransa'ya? Bunu da bilemiyorum.
Yola çıktığında pasaportu geçerli miydi? Bu da belli değil. Pasapor­
tu geçerli değiidiyse İtalya'dan Fransa'ya nasıl geçti? Acaba Abidin İtalya'da
siyasi mülteci statüsü aldı ve bu vesileyle elde ettiği belgeyle mi geçti Fran­
sa'ya? Bilemiyorum.
Peki, neyle yolculuk yaptı Abidin? Belki otomobille. Belki trenle.
Trenle yolculuğu daha mümkün gibi.
Abidin, Ocak 1 9 5 2'de, İ stanbul'dan yolcu edildiğinde kaç parça
eşyası vardı? Güzin yazıyor: "Abidin'in kocaman, lacivert gardrop bavu­
lu ve daha bir iki parça eşyası." (A. g. k., s. 1 5 9 . ) B elki bir de resim cilt­
bendi.
Peki Roma'dan ayrılırken kaç parça eşyası vardı? Herhalde yukarı­
dakilerin aynısının tıpkısı kadar eşya. Ve belki resim cilthendi İstanbul'da-

ABi D i N D i N O
kinden biraz daha kabarık Çünkü yeni resimler var. Roma'da yapılmış bir­
kaç resim daha. Daha ne olsun?
Bir tramvay geçer önce la piazza di Spagna'dan veya çok yakının­
dan. Bir tren sonra. Ciao Roma ciao sesleri duyulur. Roma Gar'ı tıklım tık­
lım. Kent merkezinden sarsılarak kalkar tren.
Hangi Gar acaba? H angi tren? Yolcu kim ? Kimlerle?
Mahalle lokantasında yemek faslı bitti maalesef. E ski zaman "mu­
sic-hall"lerindeki tangolara elvada. Hoşçakal piazza del popolo. Ciao Ro­
ma ciao.
Antik freskler, büyük ve harabe şatolar, Michelangelo'nun " Mu­
sa"sı, Colesseo'nun sütunları, iri gögüslü kadınlar, bitik prensesler, umut­
suz aristokratlar, o güzel kadınlar: Siyahlara bürünmüş yalnızlıklarının de­
rinliklerinde yitik. .. Arrivederci Roma, ciao . . .
Papazlar, eteklerini toplamaktan dua etmeye zaman bulamayan,
palavra palavra diyen bitirimler, yeni yetme mafya çeteleri geliyorum di­
yen, karaborsa sigara, esrar, her türlü uyuşturucu, A B D askerleri, viski
kaçakçıları, duvar diplerinde bitik orospular, "çok derin ve çok özel" ma­
halleler, savaş malülleri, dilenciler, keşler ve yeni yetme pezevenkler el­
veda evet elveda.
Rahibeler saçları kirli, piskoposlar tespihleri ayaklarına dolanan el­
veda. Papa, evet O, az daha unutuyordum, İsviçreli Muhafız alayının arka­
sında saklanan, hepsi bunların evet hepsi arkada kaldı.
Tren çığlık çığlığa: Pizzalara, "pasta"lara, etli pidelere, osso buccol'la­
ra, macaroni'Iere, risotto'lara, sürekli tebessüm etmekten yanaklarından
kısmi felçli garson beylere, sevimli genç kadınlara babçelere ve parklara,
serinliklerine, bağlara ciao, evet ciao.
La B arafonda popüler tiyatrosu burda, Paradiso sineması şurda
değil miydi? Elveda tiyatrolarım: Beşiğinde sallandığım. Ciao sinemalar.
Ş arlo yine görüşmek umuduyla: Parisierin Quartier Latin sinemalarında
mutlaka.
Elveda Anna Magnani: Roma-An(n)a. "Kurdara" elveda. Kurt sü­
tünden beslenenlere, yoksul banliyölere yeşermekte olan, yarı uykulu genç
annelere, kucaklarındaki bebelere elveda. Ciao citta ciao.

68 ROMA: ÜCAK· E K i M 1 95 2
Bunların hepsi geçti birbiri ardına. Abidin'i en çok üzen, Roma'dan
çıkar ayak, Yedi Tepe'ye elveda demek oldu. " Öbür" Yedi Tepe'ye elvada de­
yip surlarına yüz sürdükten sonra, uzaklaşıyordu biraz daha Güz-in-in-den
ve İ s-tan-bul-un-dan. Abidin'i bunun dışında üzen başka bir şey de olmadı
o an.

ABi D i N D i N O 6g
La Bucherie'nin bul undu�u küçüçük S a i nt-j u l ien Le Pauvre M a h allesi deseni. M Şehmus Güıel Kolek,yonu
İK İNCİ BöLÜM

PARİS: EKİM 1952'DEN ARALIK ıggfE

" M EN E K Ş E KÜL GECE PARİ S/PARİ S G ECE KÜL M E N E KŞE"


"H emen belirteyim ki, gerçekten beş parasızdım Paris'e varırken."
Böyle konuşan Abidin Dino'dur. Paşa torunu. Ressam. Yazar. Ga­
zeteci. Şair saati gelince. Aşık oldum olası. Ve gezgin: Gezdiği ve gördüğü
kent, kasaba ve köylerin listesi cilt doldurur. inanın. Ama bütün bunların
içinde, ne içindesi canım, başında Paris.
Neden Paris? Çünkü Paris de ondan.
Ne diyor Abidin:
"ı93 8'den beri yitirdiğim Paris'i 1952'de yeni baştan kavramak, an­
layıp görmek, pek kolay değildi. Bilinmedik bir denize açılmak gibi bir şey­
di, kentin kokusu bile değişmiş ... "

Veya şunu söylerfyazar Abidin: " . . . büyük kentin insan ve dert öğüt­
me makinasında yitireceklerdi kendilerini."
Paris 1 9 5 2 sonunda nedir? Köylülerin ve yoksulların kenti. İsmi is­
terseniz başkent olsun: Daha binlerce evinde, apartınanında banyo salonu
yok. Duş bilinmiyar "kitleler" tarafından. Evet birçok evde birçok apart­
manda tuvalet yok. Ah! affedersiniz tuvalet var da beş apartman halkı için
bir tane ve o da koridorda. Beş kişi bir odada yatıyor kimi hanede.
Otomobil çok değil. Gepgeniş caddelerde "petanque" bile oynanabi­
lir. " La petanque" : Fransa'nın "ulusal sporu . . . "
Futbol henüz neredeyse "keşfedilmemiş . . . " Tenis az sayıdaki aris­
tokratın ve zenginin boş zamanını " değerlendirme" aracı: Nazlı hanımlar
ve çok kibar ama bir o kadar da züppe beylerin sporu.
Bir Mayıs gösterileri dehşet: Kızıl bayraklar: Binlerce, onbinlerce,
küçük, büyük, al al. Bin bir renk içindeki kadın, erkek ve çocuklar coşku­
lu, enternasyonali bilenlerin ve çığlık çığlığa söyleyenierin oranı Fransa
nüfusunun neredeyse yarısı kadar: Böyle bir oran hiçbir zaman bir daha
yakalanamadı.

ABi D i N D i N O
Bu, Abidin'in bildiği, sevdiği, saydığı ve yücelttiği Paris'tir. H alkın
Paris'idir bu. Korkmayanların, Direniş'i örgütlemiş olanların . . . Nazileri ve
onların yerli işbirlikçilerini saklandıkları "deliklerinden" çekip çıkaran ve
hak ettikleri cezaları verenlerin . . . Mücadele etmesini bilenlerin, mücadele­
den kaçmayanların.
Siyaseti soldan ve hakkıyla yapanların Paris'idir bu. Nitekim o gün­
lerde FKP Fransa'nın birinci partisidir: Seçimlerde en çok oyu o alıyor.
Ama iktidarı alamıyor: H içbir parti onunla koalisyon hükümeti kurmak is­
temediği için. FKP de bütün partilerle "kavgalı" olduğu için. Fransa'da sa­
vaş sonrası ilan edilen IV. Cumhuriyet içindeyiz ve güya sol, klasik sağ ve
"radikal" partiler arasında sıkı bir tango var: Ama bu " Paris'te Son Tango"
değil: H er günkü tangodur: İnsanları bezdiren. Radikal çözümler arama­
ya sevkeden...
Bu Paris'te popüler mahalleler ve garlar müthiş: H erkes sarmaş do­
laş. H erkes yolcu. Herkes hancı. Gare de Lyon ana-baba günü. Abidin ve
Sophie bu Gar'a mı indiler? Evet. Eğer trenle yola çıktıysalar. Pikret Mual­
la Gare de Lyon'u hiç sevmez. Neden mi? Pikret Mualla, " P aris'te, Lyon Ga­
rını hiç sevmem" demiş günün birinde. Nedenini sorunca Mübin Orhan,
şu yanıtı vermiş: " Rayların öbür ucu Sirkeci Gar'ında çünkü."

Bu KAÇINCI PARi s BöYLE ABİ D İ N ?


Bu, Abidin'in dördüncü gelişidir Paris'e. Dördüncü ve sonuncu:
Artık temelli Parislidir Abidin. Ama dünyalı tarafından.
I 9 I3'te, Abidin, daha bebeyken geldi Paris' e: Çok kısa bir süre için:
Temmuz veya Eylül I 9 I 3 'ten Kasım I 9 I4'e kadar kaldı başkentte, ailesiyle.
Sonra Ocak I92o'den Aralık I923'e kadar: Yine ailesiyle. Ana, baba
ve ağabeyleriyle.
I937 sonbaharının sonunda bu defa yalnız gelip 3 I Mayıs I 938'e ka­
dar kaldı üçüncü seferinde.
Dördüncü kez ise I 9 5 2 yılının sonuna doğru vardı Paris'e: Abidin
otuz dokuz yaşındadır. Evlidir. Ama yanındaki eşi Güzin değil, sevgilisi
Sophie'dir. Eşi çünkü çok uzaklarda, Ankara nam başkentte: Korkuların ve
kendi korkularının esiridir: " Üsera kampında.

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N A RA L I K 1 993'E
Ancak, Güzin de çıkacak: Önce 1953 yaz dinlencesi vesilesiyle: An­
nesiyle. Sonra 1954 yaz başlangıcında: Temelli olarak.
Abidin ve bir süre sonra Güzin, Paris' teki zamanları süresince de­
ğişik dönemlerde, değişik mekanlarda kaldılar.
Yaz dinlencelerinde gittikleri kasaba ve köyleri ve Paris'teki ilk ayla­
rında zaman zaman yaşadıkları Quartier Latin'deki ucuz otelleri sayınaz­
sak şu evlerfmekanlar kalıyor:
Schola Cantorum'da: Abidin, belki 1 9 5 2 sonunda birkaç gün kaldı
burada. Ama asıl Schola çağı, Güzin'le birlikte ve 1954 sonundan 1 9 5 6 so­
nuna kadar giden zaman dilimidir.
13, Quai Saint-Michel'in beşinci ve son katındaki ev-atölyede: 1 9 5 6
sonundan 1971'e, belki 1 972'ye, kadar burada kaldılar. O yıllarda birçok sa­
natçının ve olanakları sınırlı birçok insanın yaptığı gibi. Geçmiş dönemler­
de burjuvaların ve f veya aristokratların ailece oturdukları binaların çatı ka­
tında yaptırdıklarıjayırdıkları "chambre de bonne," ev hizmetlilerin kaldığı
oda veya odalar, epey zamandır büyük kentlerin merkezi bir mahallesinde
oturmak isteyen sanatçılar için biçilmiş kaftandı. Abidin de böyle bir fırsat
bulunca kaçırmadı. 1 9 6 8 sonunda Güzin düzenli bir gelire sahip olunca,
Ankara'da tek başına yaşayan annesini Paris'e temelli getirdiğinde, annesi
için aynı binada ayrı bir "chambre de bonne" kiralandı. Cenevre'deki ço­
cukluk yıllarında Abidin'in anıatıklarını anımsıyoruz: O günlerdeki varlık­
lı Dino ailesinin oturduğu binada çatı katı ev hizmetlerine bakan genç kız­
lar için ayrılmıştı. Otuz yıl kadar sonra Abidin ve eşi bu tür iki "chambre
de bonne"un bir araya getirilmesinden oluşan bir mekanda yaşadılar: Ne­
redeyse on altı yıl boyunca.
Bu ilk iki mekanfev-atölye Paris'in 5· arrondissement'ında, yani
gerçekten başkentin tam göbeğinde, Quartier Latin'dedir.
1971'den itibaren ise r o , Rue de L'Eure'deki ev-atölyede: Bu mekan
14. arrondissement'dadır. Burası birçok sanatçının atölyesinin bulunduğu
ve yaşadığı bir mahalledir. O yıllarda Paris Anakent Belediyesine bağlı top­
lumsal konut kurumu, kimi mahalledeki " somurtkanlığı" azbuçuk gider­
mek için yapılacak olan yeni toplumsal konutlarda sanatçılar için ev-atölye­
lere yer verilmesini öngördü: İşte Abidin bu sayede, bu tür yeni toplumsal

ABi D i N D i N O 73
konutlardaki ilk ev-atölyelerinden birine, yani bildiğimiz, bu geniş ve iki
katlı, hani dubleks denilen türden, ev-atölyeye yerleşti. Binanın 9· ve r o . ka­
tında. Terası Montparnasse Gökdelenine bakan. Daha geniş bir mekan:
Yazmaya daha çok zaman ayırmak için. Yaratmaya daha çok yer bulabil­
mek için. Ne kadar iyi: Derin bir nefes almak, taraçaya çıkarak: Paris karşı­
nızda yerlere serilirken . . .
Abidin yaşamının en uzun dilimini Paris'te geçirdi: Seksen yılının
kırkyedisini evet Paris'te yaşadı: Bir Parisli olarak, dünyalı tarafından, yine­
lernek pahasına yazıyorum ve hep Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak f
kalarak. Bunun ne önemi var demeyin lütfen.
Ülkesini ve halkını onun kadar şıkça, güzelce, efendice ve sakin
bir biçimde temsil eden çok az insan vardır. Fahri büyükelçi mi demeli?
Kültür elçisi mi? Gönüllü temsilci mi? Tercihi size bırakıyorum: Ama
şu kesin: Bu adamı tanıyan, onunla iki satır konuşan herhangi biri, bu bir
çocuk da olabilir, bir gazeteci, bir sanatkar, bir dipolamat ta, söylediklerine
inandı, halkını ve ülkesini tanımak istedi. Bu da az şey sayılmaz. Sayılma­
malı.
Abidin Paris'e vardığında, öteden beri veya son birkaç yıldan bu ya­
na başkente gelmiş ve demir atmış epey kalabalık ve nitelik açısından ol­
dukça zengin bir Türkiyeli topluluğu buldu. Bunların birçoğu İstanbul
vefveya Ankara'dan yakın tanıdıkları, dostları, arkadaşlarıdır:

AvNİ ABRAŞ PARis'TE: O İıK G ELEN ( M i ? )


Avni Arbaş örneğin 1 946 'dan beri Paris'tedir. Fransa Hükümetinin
burslusudur. 194o'ların başından beri tanıdık bir ressam. Sevimli ve yete­
nekli. Abidin'le "Yeniler" grubunda birlikteydiler, anımsıyoruz.
Paris'in merkezi mahallerinden Quartier Latin'de, Rue Saint-Jacqu­
es'taki Schola Cantorum'da oturuyor ve çalışıyor. O günlerde ev-atölyesin­
de veya daha doğrusu oda-atölyesinde çekilmiş bir fotosu var: Şık bir kazak­
tan yakaları çıkmış iyi bir gömlek, iyi kesilmiş ve günün modasına uyan bir
pantolonla ve "gagasında" hiç eksilmeyen sigarası ve sağ elindeki fırçasıyla
işte 1948'de, 29 yaşındaki, ama saçı ve başıyla daha da küçük gösteren gen­
cecik A vni Ar baş.

74 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N A RAL I K 1 99 3 ' E


Birkaç tablosuyla çevrili bir biçimde poz vermiş, yüzü hafifçe sağa
ve fotoğraf makinasına dönük: Karşısındaki duvarda bir tablosu: Ya bitti
ya bitecek: Birtakım figürler. Sanki köylü bir çift. Arkasındaki duvarda
çıplak kadınlı bir tablo, onun üstündekinde ise başka figürler olan ikinci
bir tablo.
1952'de Hıfzı Topuz'a sanat anlayışı konusunda şunları söylüyor:
"Artık gizemli sanat çağları geçmiştir. Sanatçı geniş kitleye seslene­
cektir. Bunu için de halkın anlayış düzeyinde olacaktır. Ne var ki, sanatçı
halka bir şey vermeden önce halktan birçok şeyler alacak ve halkça eğitile­
cektir. Demek ki, sanatçı önce halkın sorunları ile ilgilenecek, onları anla­
maya çalışacak, sonra da yapıtında bunları yansıtma olanakları araştıracak­
tır. Toplumla ilişkisini kesmiş bir sanatçı halkın sanatçısı olamaz ve geniş
kitleye seslenemez. İnsanlar bugün barışçı bir savaşın içinde huzura ka­
vuşmak istiyorlar... Türk sanatçısının da görevi toplumun ihtiyaçları üzeri­
ne eğilmektir. Türk ressamı da kendi alanında bu konulara eğilrnek zorun­
dadır. Sanatçı ile kitle arasındaki uçurum ancak böyle kapanabilir. .. Biçim
de mutlaka içerik gibi halkın anlayacağı bir açıklıkta olmalıdır. Biçimi hal­
kın anlayış niteliklerine göre ayırmak gerekir." (Hıfzı Topuz: Elveda Afrika,
Hoşça Kal Paris: s. 146.)
Avni Arbaş söylemiyle o yıllardaki FKP'nin resim sanatı ve diğer sa­
nat dalları konusundaki yaklaşımını yansıtıyor, en azından o yaklaşıma ya­
kın şeyler söylüyor. O zaman FKP'nin resmi ressamı ("le peintre officiel du
PCF") Fougeron ile ve FKP ile ilişkisi var mıydı türünden bir soru aklımı­
za takılıyor. Olabilir. Yoksa bu söylemi o günlerde genellikle yinelenen, il­
gi çeken ve kendisinin de FKP veya FKP'li sanatçılada hiçbir ilintisi olma­
dan, benimsediği için mi yineliyor? Bu da olabilir.
Fougeron Türkiye'de bilinen bir ressam. Örneğin Abidin, ıs Aralık
1 949 tarihli Yaprak'ta yayınlanan "Yaprak yazariarına ikinci mektup" baş­
lıklı makalesinde şunları yazıyor: "Fransa'da Fougeron adında bir ressam
var, bilirsiniz, iki yıldır gerçekçi resimler yapmaya çalışıyor. Ne yalan söy­
leyeyim, yaptıklarını beğenmiyorum. Beğenmiyorum ama doğru yolda, ve­
rimli yolda, çıkar yolda olduğunu da biliyorum, varsın bocalasın. Bir Fran­
sız işçisi veya köylüsü bu çeşit bir resmin karşısına geçince ne idüğü belir-

ABi D i N D i N O 75
siz bir nesneyle karşılaşmayacak Resmin konusu ona faydalı şeyler düşün­
dürecek Aniayacak ki hayat hiç de küçümsenecek bir şey değil. Aniayacak
ki -o müzelere konan çerçeveli resimler var ya- onlar da kendisinden ya­
na. Bilecek ki sanat denen şey öğrenilmeye değer ve kendisi içindir. Varsın
başlangçta resim o kadar da başarılı olmasın. Zararı yok, telaşlanmayın, ge­
lecek sefer Fougeron daha iyisini yapacak. Ben buna sanatta demokrasi di­
yorum, ne dersiniz? "
Abidin'in yazdıklarıyla Avni'nin ü ç yıl kadar sonra söyledikleri bir­
birine çok yakın sözler.
Avni'nin 15 Mayıs 1953'te Galerie La Roue'da açtığı Paris'teki ilk ki­
şisel sergisinde sergilediği eserleri nitekim Mahmut Makal'ın Bizim
Köy'ünden esinlenenen yapıtlardır: "Bit Kıran Kadın, " " Köy öğretmeni ve
talebeleri" ile köy hayatının içindeyiz. Köy hayatı da Paris'in içinde. Necmi
Sönmez'in saptaması burada yerini buluyor: " . . . Arbaş'ın bu eğilimi, o yıl­
larda en büyük destekçisinin Fransız Komünist Partisi'nin olduğu, Fouge­
ron, Taslitzky, Amblard ve Buffet gibi sanatçılar tarafından temsil edilen
' Eleştirel Figürasyon' ("Figuration Critique" /"Art Dirige'') çerçevesinde de­
ğerlendirilebilecek olan bir özelliğe sahiptir." (A. g. k., s. 42.)
Evet biraz önceki sorumuzu yineleyebiliriz? Avni Arbaş o yıllardaki
sanat anlayışıyla ve yapıtlarıyla FKP'ye ve onun resmi ressamiarına yakın­
dı mutlaka ama FKP'li miydi?
Aynı gruptan Selim Turan da Paris'te: O da 1947'den beri burada.
O da Avni gibi Fransız Hükümeti'nin burslusu. O da Schola Cantorum'da
kalıyor. Ama resim sanatı anlayışı A vni'ninkinden tamamen farklı. İkisi de
İG SA'de Leopold-Levy'nin öğrencisi olmasına rağmen. Selim Turan soyut
resimden yanadır. " Kısa sürede Atlan, Hartung, Soulages , Mathieu başta . . .
güncel sanat ortamıyla diyalog" kurdu. 1948'de Georges Mathieu'nün Ga­
lerie des Deux iles'de düzenlediği karma sergide eserlerini sergileme ola­
nağı buldu. Böylece o günlerde "non-flgüratif' sanatı savunan öncü grup
içinde yerini aldı. 195o'de Galerie Breteau'da ilk kişisel sergisini açtı.
1 9 5 1 'den itibaren düzenli bir biçimde Salon Des Realites Nouvelles'e katıl­
dı. Dönemin önemli yazadarıyla da dostluk kuran Selim Turan 1 9 5 3 'ten
başlayarak Academie Ranson'da bir süre sonra Ecole d' Art de Fontaineble-

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


ua'da öğretmenlik ve yöneticilik görevlerini üstlendi . . . Osmanlı hat sanatıy­
la İ stanbul yıllarında kurduğu ilişki soyut çalışmalarında işine yaradı. (Bu­
radaki bilgiler Necmi Sönmez'in makalesinden.)
Selim Turan bir süre sonra Schola Cantorum'dan ayrılacak ve Pik­
ret Mualla, Remzi Raşa gibi sanatçılarımızın da oturduğu İmpasse du Ro­
uet'ye yerleşecektir: O yıllarda Çıkrık Çıkmaz'ı biraz da artık Çığlık Çıkına­
zı'na dönüşmüştü ..

DOKTORA Y E R İ N E RESİM
Daha birkaç yıl önce, Ankara'da Orhan Veli'nin ve Nahit H anım'ın
çevresinde dolaşan Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mekteb-i Mülkiyeyi Ş ahane
nam) öğrencisi, hani "Kimi akşam Kürdün Meyhanesine damlar, kimi ak­
şam Yeşil Fıçıya uğrar" Mübin Orhan da Paris'tedir. O da Fakülteyi bitir­
dikten sonra, r 949'da, kalkmış gelmiş: İktisat alanında doktora yapmak
üzere? Ama Paris'in "sokaklarında, havasında, suyunda ve hele şarabında"
var olan resim "hastalığı" ile derdest olunca doktora filan rafa kaldırılmış,
varsa yoksa resim demiştir Mübin. Yaşasın özgürlük! " Gün geçtikçe ista­
tistikleri, demografıyi, ekonomipolitiği bırakmış , Malevich'in, Mondri­
an'm, Klee'nin renk ve boyut teorilerine dalmıştı. Eski günlerden kalma,
' Kötü para iyi parayı kovar' cinsinden laflar ettiği oluyordu ama, aklı fikri
Nicolas de Stael'in pütür pütür boya tekniğindeydi artık." (Bu satırları Abi­
din yazıyor: Mübin Orhan'un 1992'de Galeri Nev'de düzenlenen katalağu­
nun sunumunda.) Evet: Yaşasın özgürlük! Mübin'in yanındaki " sadık dos­
tu" Oğuz Nedim Günsür'ü görmezlikten gelirsek ayıp olur.
" Bir kefeye Sorbonne'la Bibliotheque Nationale'i koyun, öbürüne
de Louvre'la Musee de l' Art Moderne'i, hangisi ağır basar, artık sütünüze
kalmış bir iş."
Abidin, 1952'de Paris'te karşılaştığı Mübin için şunları yazıyor:
" Paris'e vardığımda Mübin Orhon'u tekrar göreceğiınİ hiç düşün­
memiştim Bambaşka bir genç adamla karşılaşıyordum, mülkiyeliden ne­
redeyse hiç iz kalmamış, resim yapma sevdasına kapılmış bir çilekeş çıkı­
vermişti karşıma.
Yoksa Orhan Veli'den mi kapınıştı sanat mikrobunu?"

ABiDiN DiNO 77
Paris'te "Adım başında resim sanatını çağrıştıran görüntüler, vit­
rinler, afişler, kahveler, ressam yatağı 'bistrot'lar, insanı resim delisi yap­
maya yeter de artar da . . . "
Evet aynen öyle.
H ele o yıllarda: Soyut resim eğiliminin kendisini hemen hemen
her konuda ispat etmek için her tarafa koşması vesilesiyle. Her yerde ken­
dini göstermek arzusuyla. Birçok insanın soyut resim alanında yapabilece­
ğini sandığı şeylerin çokluğu, buna rağmen "aranan yolun" bir türlü bulu­
namaması, bulunamamasının zorluğu da düşünülürse.
Abidin yazıyor: "Soyut resim çeşitleri kol kol, Mübin'in arayışları
boşlukta bir gezi gibi bir şey, nerden kalkıp nereye varacaktı, belli değildi.
1950 yıllarının Paris'inde, aydın çevrelerde Marx'cı düşünce eğe­
mendi."
Evet bir de bu mesele var. Sanada düşünceyi uyuşturmak her za­
man kolay değil. Abidin'e kulak kabartacak olursak Mübin bu meseleyi
sanki daha kolay çözmüş:
" Mübin Marx'dan çok Kafl<a'da buluyordu kendini. Toplum sonun­
Iarına karşı ilgisiz değildi, ama yaşadığı kişisel bunalımın kahramanı Kaf­
ka'dan başkası olamazdı."
Mübin, resme abone olduğu ilk sıralarda "gerçekçi tarzda" çizdi bir
şeyler, belli bir süre. Ama, soyut resimde ve bunun bir dalı olan lekecilikte
jtachisme'de karar kıldı hemen sonra.

ToPLUMSAL AiLE: ÜçLü


Doktora yapmaya gelip resim isimli bulaşıcı hastalığa kapılan tek
kişi de Mübin değil. Eskileri ve sonrakileri saymıyorum, ama daha 194o'la­
rın ikinci yarısında epey kabarık olan bu listeye bir ismi mutlaka eklemek
gerekiyor: Tiraje Dikmen'i: İstanbul Ü niversitesi iktisat Fakültesini bitir­
dikten sonra, 1949'da iktisat alanında doktora yapmak için geldiği Paris'te
yakalandı bu hastalığa. Çaresi yok! Ancak Tiraje'nin neredeyse "kabul edi­
lebilir bir mazereti" var: Abiası Şükriye Dikmen ressamdır. İ G SA mezunu­
dur. O da Tiraje ile Paris'tedir. Ve "bulaşıçı hastalık" Şükriye'den geçmiş­
tir. Mazeretini kabul ediyoruz. Ancak bu işte Leopold-Levy'nin de bir rolü

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


olduğunu yazmazsam Tarih amca kaşlarını çatabilir, sert bakar, " notumu
kırabilir." Elaman!
Hem zaten, lütfen bakar mısınız, kimi kaynaklar bile yazıyor: " Pa­
ris'te Leopold -Levy atölyesinde resim çalışmalarını geliştiren Tiraje Dik­
men." Tiraje, bir yandan İstanbul'da, Prof. Dr. Kessler'le doktorasını hazır­
larken öte yandan Paris'te resim çalıştı. İstanbul'dayken içine düştüğü re­
sim dünyası artık neredeyse tek dünyası olmaya yüz tutuyordu.
Tiraje ile, Tiraje'nin "resimlerini ve kişiliğini çok beğenen," birbir­
leriyle çok iyi anlaşan Abidin ve bir süre sonra Paris "yolcularına" katılan
Güzin'le aralarında çok çabuk, içten ve kalıcı bir dostluk kuruldu. H iç "es­
kimeyen," hiç yıpranmayanjyıpratılmayan bir dostluk: Kara gün dostluğu
aynı zamanda: Abidin veya Güzin sıkıntıda oldukları, hasta oldukları anlar­
da yanlarında kim vardı bilin bakalım? Elbette Tiraje.
Şükriye Dikmen, Tiraje Dikmen, Leopold-Levy "takımına," 1953'ten
itibaren Remzi Raşa'yı da katmamız gerekiyor: İ G SA'dan yeni mezun Kı­
rıkhan toprağının Kürt delikaniısı Leopold-Levy'yi Paris'te yalnız bırakacak
adam mı sanıyorsunuz. " B abasını" buluverdi Remzi Leopold-Levy'de. He­
le Tiraje'nin inceliği, güzelliği ve kardeşçe dostluğu da işin içine karışınca
"toplumsal aile" oluştu, olgunlaştı: Ayrılmaz üçlü kısacası: Tiraje, Leopold­
Levy ve Remzi: Saç ayağı misali.

REMZİ RAŞA
Remzi, Paris' e neden, nasıl geldiğini ve neler gördüğünü anlatıyor:
"Ve kararımı verdim: 1 9 5 3 'te Paris'e geldim. Paris gibi bir kente
geliyorsun, birtakım sanat akımları var. Paris kaynaşıyor yani. İstanbul
gibi değil. O zaman dünyanın sanat merkeziydi Paris. Resmin yatağıydı.
Ve ilk başlarda benim için hiç kolay olmadı. Geçiş döneminde epey zor­
landım.
Aslına bakarsanız İ G SA'de Paris'in ve Fransa'nın etkisi vardı. Bi­
zim Resim Bölümü şefi örneğin bir Fransızdı: Leopold-Levy. Yani ister is­
temez Fransa etkisi, Fransız kültürüyle yetiştirdiler.
Öte yandan Türkiye'deki resim kültürü o gün de bugün de bir rep­
rodüksiyon kültürüdür.. . Hiçbir yapıtın orijinali yoktu İ stanbul'da. Mü-

ABi D i N D i N O 79
ze(ler)de orjinaller yoktu. Kendi kültürümüzü bize öğretecek adam yoktu.
Aktaracak kimse yoktu.
Çünkü kimse bilmiyordu geçmişteki kültür zenginliklerimizi . . . Oy­
sa bizim son derece zengin bir kültürümüz vardır.
Osmanlı kültürü, dikkatinizi rica ederim, Türk kültürü demiyo­
rum, Osmanlı kültürü bir mozaik gibidir: Ermeni, Türk, Kürt, Arap ve bu­
nun gibi kültürlerin bileşiminden meydan gelen bir zenginliktir. Yani on­
lardan kaynaklanamıyorduk İG SA'da. Varsa yoksa Avrupa ve özellikle de
resimde Fransız hayranlığı ve etkileri. Osmanlı kültürünü bütün zenginli­
ğiyle anlatacak tek hoca yoktu Akademide. Bir kültürün öbür kültürden üs­
tün olmadığını anlatacak, söyleyecek hoca da yoktu. O zaman ne oluyor?
Batı ve Avrupa kültürünün her şeyden üstün olduğu iddia ediliyordu. Oy­
sa bu asla doğru değildir.
Resim sanatında bile hep Avrupa referans olarak alınıyordu . . . Ve is­
ter istemez Akademi kopyalarla doldurulmuştu. Doluydu ... Onlarla öğren­
ciler besleniyordu. Başka kaynak ta yoktu. Az sayıda kitap ve birkaç albüm
de vardı. Hepsi bu kadar. . .
Paris'e ... bir kitap kültürüyle geldim. H azırlıklıydım ama yine de
Louvre'a ilk gittiğimde tabii ki etkilendim . . . O koca resimler insanı eziyor­
du örneğin. Ama zamanla, yavaş yavaş anlıyorsun ki, önemli olan ebad de­
ğildir. Asıl olan konsepsiyondur. Ve artık ezilmiyorsun, o büyüklükten o
iriliklerden.

Paris'e geldim. Burssuz murssuz. Abim iyi kötü bir yol parası ver­
di . . . H epsi bu . . . Yanılınıyorsam r958'de ilk kez bir çift benden ı s o frank ve­
rip bir tablo satın aldı."
Remzi'ye, resimle, sadece resimle geçinme olanağını ne zaman
buldunuz sorusunu sorduğumda bana şu yanıtı verdi:
" Herhalde 1 97o'lerde filan."
Evet hesabını yapalım 1953'ten 197o'lere, en az yirmi yıl, Paris' e re­
sim yapmaya gelen ve sadece resim yapan ve geçinmek için bin bir küçük
işle uğraşmak zorunda kalan, bir ressam yirmi yıl sonra ancak mesleği sa­
yesinde kendi yağında kavrulabilecek. İşte bir anlamda Paris dramı. Paris

8o PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


serüveni. ( Remzi Raşa hakkında daha geniş bilgiyi şu kitabımda bulabilir­
siniz: Remzi: Hayat Renk Işık. Buradaki alıntılar için: s. 29-3r'e bakılabilir.)
Remzi ile birlikte Paris'teki başka bir Kürt daha katılacak "ressam­
lar kervanına" : Ahmet İkizek Ahmet veya diğer Ahmetlerden ayırdetmek
için " Kürt Ahmet" nam delikanlı ressam değildir: Ama bursludur yani "iyi
ve düzenli para kazanan tek kişidir" o yıllarda ve birçok ressamımızdan bir­
çok eser alıp, ciddi bir resim koleksiyonu oluşturan adamdır. Zeka belirti­
si değilse nedir bu?
Remzi uzun yıllar Abidin'le çok iyi arkadaştı: r96o'ların hemen ba­
şında Pierre Biro'nun kimi belgesel fılmlerinin, örneğin Deve Güreşleri'nin,
seslendirilmesinde imece usulü, birlikte çalıştılar. Birlikte şarap içtiler. Bir­
likte kahve. Birlikte yemek yediler. Nazım'ı birlikte dinlediler. Birlikte yü­
rüdüler sokaklarda.
Remzi, Pikret Mualla'nın ve daha pek çok ressamımızın oturduğu İm­
passe du Rouet'deki atölyesini r96o'ların başında satın almak için bütün tanı­
dıklarından borç toplarken, o günlerde pek parası olmayan Abidin bile ona ola­
naklarını zorlayarak borç verdi. Bu tür arkadaşlıklar unutulmaz elbette. Sonra,
burada anlatılması gereksiz ve epey uzun, sorunlar, dedikodular sonucu bozul­
du arkadaşlıkları. Bunun içinde dedikoduların ve kişisel kıskançlıkların da pa­
yı var maalesef... Kimi kez kimileri buna siyasi bir kılıf dikmeye 1 çizmeye 1
yazmaya bulmaya çalışsalar da... Yazık demekten başka ne gelir elimizden?

ALBERT B iTRAN
O tarihlerde son derece yakışıklı, gülmeyi ve iyi vakit geçirmeyi se­
ven Albert Bitran'ı sakın unutmayalım: Alınır yoksa. Mimarlık öğrenmeye
gelmiş ama resim onu da çekip almıştır içine. Soyut sanatın en iyilerini
üreten bir ressam olup çıkmıştır sonra.
Necmi Sönmez'in yazdığı gibi, "geometrik soyutlamaya karşı lirik
soyutlama tarzını destekleyen polemik yazılarıyla tanınan ve r 945 sonrası
Paris sanat ortamının en önemli sanat eleştirmenlerinden biri olan" Char­
les Estienne ile sıkı dosttur Bitran.
Bitran bana anlattı, fanatik soyutcu değildir. Suçlu "figuration" izle­
ri ararlar o nedenle fanatik soyutcular Bitran'ın yapıtlarında. Ve bulabilir-

AB i D i N D i N O 8ı
ler de. Bulunabilir de. Resmi şiirseldir. Adı bilinmektedir. Resimlerinin
meraklıları pek çoktur.
Sadece resim de yapmadı elbette. Zaman içinde bu sanatın kardeş
birçok daUarına da uzandı: Kitap " süslemek," seramik, heykel ve daha bir
dizi şey. . . Bitran, hem sanat anlayışı hem de "kaderi" açısından kendisine
benzeyen ve mutlaka daha birçok neden sonucu Mübin Orhon'u herhalde
en çok sevenlerden biridir. Bir tanıklık olarak şunu yazmalıyım: 8 Kasım
2005'te, yani Mübin'in vefatından yirmi dört yıl, evet bir çeyrek yüzyıl son­
ra, Albert Bitran'la Abidin üzerine söyleşmeye ev-atölyesine gittiğimde ne
gördüm biliyor musunuz? Çalışma masasında yuvarlak bir çerçeve yerleş­
tirilmiş Mübin'in fotosunu: Mübin her zamanki gibi coşkulu gene, sol el
havada. İ şte size dostluk ve arkadaşlık belgesi. Tanıdıklardan bir tek Mü­
bin'in fotosu vardı o masanın üstünde. Dostluğun tanımlarından biri de bu
olmalı diye düşündüm. Bilmem siz ne dersiniz?
Bitran r949 'dan beri yaşadığı Paris'te birçok kişisel sergi açmıştır
kısa sürede: 1 9 5 r 'de Galerie Arnaud'da. 1952'de yine aynı galeride. Daha
sonra başka sergiler...
1957'de Galerie Ariel'deki sergisinin açılışına ise Abidin ve Gü­
zin'in katıldıklarını sanıyorum. Çünkü hem Abidin hem Güzin Bitran'ı
çok severler. Çok şirin ve çok şakacı bulurlar. Zaten bir yıl kadar sonra ev­
lendirecekler Bitran'ı.

VE DAHA K iMLER
Bitran'ı sevimli kılan başka bir nokta daha var, yeri gelmişken söy­
leyeyim: Bitran, Sevgi ve Sencer Divitçioğlu çiftinin can ciğer dostudur. Ve
Abidin'le Güzin, Sencer'le eşini tanır tanımaz "bayıldılar": Çok zeki, çok
kültürlü iki İstanbullu: Paris'in kültür zenginliğine ve güzelliğine bir katkı
daha: Bizden.
Dahası da var: Sencer ve Sevgi aynı zamanda İlhan Koman'ın da iyi
dostlarıdırlar. Abidin'in yine çok beğendiği bir sanatçıdır İlhan Koman.
İlhan Koman da Paris'tedir o günlerde: r947'de İGSA Müdürü Bur­
han Toprak ile o yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Mü­
dürü ve Nahit H anım'ın eşi H alil Vedat Fıratlı'nın teşvikiyle kararlaştırılan

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 993'E


ve 1 948'de uygulanan "yurtdışına burslu öğrenci gönderme" eyleminden
yararlanan takım içindedir: Dört yıllık bursla Paris' e gönderilen öğrenciler
arasında Aykut Kazancıgil ve Sadi Öziş yanında İlhan Koman da var. H at­
ta 26 Şubat 1 9 5 ı ' de İlhan Koman, Melda Kaptana ile Paris'te Türkiye Cum­

huriyeti Konsolosluğunda evlendiler: Nikah tanıkları kimler mi? Takdim


ediyorum: Gaye Baykal-Kazancıgil, "herkesin dostu" Ahmet Ramazanoğlu,
Sadi Öziş, Aykut Kazancıgil, vb.
İlhan Koman ve eşi Melda H anım, çocuğun doğumu yaklaşınca
1 9 5ı'de Türkiye'ye döndüler: Çocuk orada dağsun diye sanıyorum. Abi­
din'le Paris arkadaşlığı biraz ertelendi: Hepsi bu kadar. Nasıl olsa daha
sonra zaman bulacaklar: Söyleşmeye ...
Sonra Atlan'ı saymalı. Az bilinen en iyi ressamlardan biridir: O ka­
dar ki Abidin ve Güzin eserlerine "bayılır"lar. Abidin ve Güzin'in, ro, Rue
de L' Eure'deki ev-atölyesinde yıllarca, onyıllarca, uzun çok uzun yıllarca, gi­
rişte, hemen kapının solundaki ve bilinmez sayıdaki çekmecesiyle ünlü mo­
bilyanın üstünde küçük bir eseri hep " Burdayım! " dedi. Her yoklamada!
Yeri gelmişken aktarayım: Güzin kitabında, 195o'lerin sonuna doğ­
ru yaşadığı bir anısını, aktarıyor:
"O sırada, resim piyasasında fiyatları birden yükselen Atlan'a, Sa­
int-Paul (de Vence) 'da asma çardaklı ' La Reserve' lokantasındaki bir öğle
yemeğinde, şaka niyetine bir soru sormuştu Marguliez (Doğrusu Margo­
ulies. Ünlü koleksiyoncu. " London Margoulies Collection." M Ş G ) : 'Artık
bankalarda kasa kiralıyormuşsun. Ne koyuyorsun ki o kasalara? 'Atlan, hiç
istifini bozmadan, Bir imzalı resmimi koyuyorum,' demişti." (A. g. k., s.
227-228.)
Atlan, Selim Turan'ın da iyi arkadaşıdır. En azından resmin aynı
nehirlerinde, aynı denizlerinde "yıkanıyorlar": Bu da elbette bir tür akraba­
lık sayılmalı. Sayılır.
Yine Ankara yıllarından tanıdığımız, hani DTCF'deki ve başkentte­
ki "cadı kazanı"ndan canını, kitaplarını ve araştırmalarını kurtarıp Paris'e
ulaşabilmiş Pertev Naili Boratav ve sevimli eşi, iki çocuk annesi, H ayrünis­
sa Hanım da Paris'te. Boratav, o günler için şunları anımsıyor: Abidin'le
"dostluğumuz Türkiye'den çok Fransa'da pekişmiştir. Gurbeti paylaşan in-

ABi D i N D i N O
sanlardık Zorunlu olarak buradaydık. Bu bizi daha da yakınlaştırdı. Önce
hepimiz gibi oldukça sıkıntılı günler geçirdi. Sonra sanatı ve çalışmaları sa­
yesinde kendini kabul ettirdi. . . Benim üzerinde çalıştığım halk şairlerine
büyük ilgi duyardı. Tam anlamıyla bir kültür adamıydı. Tükenmez bir ça­
lışma şevkine sahipti."
Boratav Abidin'in şairliğinden de söz ediyor: "Abidin, hem ressam,
hem yazardı. Şiirleri vardır ve çok güzeldir. "

B i R 0GUL VE ANASI
Fahrunissa Şakir-Zeid'in İzzet Melih Devrim'le evliliğinden olan oğ­
lu Nejad Melih Devrim, 1946'da, "Ailesinin iznini almadan İG SA'ni terkedip
Seine N ehri'nin sol yakasına yerleşmiş, orada diğer ressamlar gibi bohem ha­
yatına dalmışhr." Bunları bu biçimde yazan Şirin Devrim'dir. Nejad'ın kız­
kardeşi. Ancak hepimiz biliyoruz ki Nejad Melih Devrim iyi ressamdır ve za­
manını değerlendirmeyi de çok iyi bilir: Resim yapar. Çizer. Dolaşır.
Gertrude Stein'in artık maalesef yalnız kalmış dostu Alice Toklas,
Nejad'ı iyi tanıyor. Onu kaldığı mekanında görmeye geliyor ve o gün orada
bulunan Şirin'le tanışıyar ve bu vesileyle Şirin Devrim'i evine çay içme­
ye bile davet ediyor. (Şirin Devrim, bunları Şakir Paşa Ail es i 'nde ayrıntılı
olarak anlatıyor: s. 207-208 ve 212.) İki satırlık bir alıntı yapmalıyım: " Miss
Alice Toklas, Nejad'ı çok seviyordu, onu koruması altına almıştı. Son re­
simlerini görmek için köpeği Basket ile (1937 ve 1938'de Gertrude Stein,
Alice Toklas ve Abidin'le Seine kıyısında dolaşan Basket'in ta kendisi.
M Ş G) ziyaretine gelmişti. Onun sayesinde Nejad zamanın çok önemli ve
ünlü kişileriyle tanışmıştı. Örneğin, ressam Sonia Delaunay, Madam Kan­
dinsky, Amerikalı besteci Virgil Thomson gibi . . . Ve tabii kısa sürede Pa­
ris 'in sanat arenasında kendine yer edinmişti."
Nejad Melih Devrim, Mart 1947'de Galerie Allard'da Paris'teki ilk
kişisel sergisini açtı. Bu vesileyle " Paris'te kişisel sergi açan ilk Türk ressa­
mı olduğunu" yazanlar var. Daha önce kişisel sergi açan yoksa bu doğru­
dur. Jacques Lassaigne sergiye ilişkin yazısında sanatçının şu özelliğine
dikkat çekiyor: " Paris'e yeni gelen bu sanatçı, Fransa'daki çağdaşlarını uğ­
raştıran birçok sorunu önceden sezmiş bulunuyor. Nejad, İstanbul'un sun-

PAR i s : E K i M 1 952'DEN ARA L I K 1 99 3 ' E


duğu ve yararlanılamayan sonsuz zenginlikler içeren iki kaynağını incele­
me merakını göstermiştir. Bunlardan biri Bizans mozayikleri ve kompozis­
yonu, diğeri ise Arap H at sanatı." ("Nejad, " Arts dergisinde 1947'de yayın­
landı. Derginin tarihi ve sayısı bilinmiyor. Necmi Sönmez'in, Paris Okulu
Ve Türk Ressamlan, Paris: 1 94 5-1 960 isimli kitaptaki, "Türk ressamları ve
Paris Okulu" başlıklı mükemmel makalesinden aktanyorum s. 38.)
1998'de İstanbul'da düzenlenen "Türk Resminde Soyut Eğilimler"
sergisinin seçicisi ve düzenleyicisi, kürator dememek için, Yahşi Baraz ay­
nen şöyle diyor: "Türk resim tarihinde ilk soyut tablo 1947 yılında Nejad
Melih Devrim tarafından gerçekleştirildi. Nejat Melih Devrim o yıllarda Pa­
ris soyut ekolünün içinde yer alan tek Türk sanatçısıydı. Bu çok ilginçtir
çünkü, Türk Resim Tarihi içinde Batıya gidip de zamanının sanat ekolünü
sezebilmiş sanatçı pek yok gibidir. Türk resim sanatçıları Batıdaki ekolleri
hep bir adım öteden (Geriden demek istiyor. Ki bu bir "adım öteden/ geri­
den" bazen on beş, bazen otuz yıl kadarlık bir zaman dilimini kapsayabil­
di. M ŞG) izlemişlerdi . . . Oysa Nejad Melih Devrim zamanının avant-garde
sanatını yakalayabilmiş tek sanatçıdır. "
Eylül 1948'de G alerie Maeght'de " Les Mains Eblouies " ismi verilen
ve onunla birlikte toplam yedi ayrı coğrafyadan gelen yedi genç ressamın
katıldığı toplu sergide yerini aldı.
Nejad Melih Devrim, kısa zamanda Paris'teki soyut resim dünya­
sında sesini duyurdu. Bu bağlamda, 1947 ve 1948'de Paris'te bulunan Sa­
bahattin Eyüboğlu'nun İ stanbul'daki kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu'na
yazdığı 25 Şubat 1 948 ve 9 Temmuz 1948 tarihli iki mektubu okunabilir.
Bu iki mektupta son derece sübjektif bir bakışla, bir mektupta başka türlü­
sü zaten na-mümkün, o günlerde Paris'te yaşayan ressamlar hakkında
epey bilgi ve buraya almak istemediğim, kişiye özel, "yorumlar" var. (Me­
raklıları için: Kardeş Mektuplan: s. 26 5-267 ve s. 285-286.)
Kim ne derse desin Nejad Melih Devrim, 195o'den başlayarak Pa­
ris'teki birçok galeride resimlerini sergiledi: 195o'de Galerie Lydia Con­
ti'de. Aynı yıl Leo eastelli'nin düzenlediği Youngs Painters in U. S. and
France ' da eserlerine yer verildi. 1 9 5 1 ' de G alerie de la Beaune'da ve 1953 'te
Studio Facchetti'de kişisel sergiler açtı yeniden. Bu arada Charles Estien-

AB i D i N D i N O
ne'in düzenlediği Peintres de la Nouvelle Ecole de Paris isimli ve r 2 Şubat
r952'de Galerie de Babylone'da açılan karma sergiye katıldı.
Bu sergiye katılanlar arasında Atlan'ı ve Nejad'ın annesi " Fahr-el­
N is sa Zeid"i de buluyoruz.
Nejad, daha çok genç yaşta, otuzunu bile henüz doldurmadan, Pa­
ris'te bir "yıldız" gibi doğuyor. ..
1955'te Abidin'in kadim dostu Tristan Tzara'nın Le Temps Naissant
isimli şiir kitabını resimledi...
1956'da Galerie M. C. Coard'da kişisel sergi açtı... O yıllardaki " Le Sa­
lon des Realites Nouvelles" ve "Le Salon de M ai" gibi toplu sergilere de katıldı.
Necmi Sönmez'in belirttiğine göre, " Devrim, 1948'de 'Ecco Homo'
çalışmasıyla Salon des Realites Nouvelles'e kabul edilen ilk Türkiyeli sanat­
çı olur." (A. g. k., s. 40.)
Evet, o günlerde tanınan ve gelecek için umut veren bir ressam­
dır Nejad.
Bizzat kendisi şunları söylüyor: "Fransa'ya giderken derdim yenilik
yapmaktı, sanatım değişrnek istiyordu ve değişti de. O zamanlar Stravinsky
dinlerdim, resimde ise bunun paralelini göremiyordum. Paris' e gidince ka­
ligrafijhat sanatı ve soyut Türk sanatlarından kendime özgü bir üslup çı­
kardım. Mira'da da hat vardı, ama ondaki oryantal değildi. Jacques Lassa­
igne gibi birçok eleştirmen benim oryantal hat kullandığımdan ve soyut
Paris Ekolü'ne etkimden söz ettiler. Paris'teki ilk sergirnden itaberen re­
simlerim hep soyuttu."

FAH RUNİSSA ZEYD NAM M D I N


Nejad'ın annesi ve geçmiş yıllardan beri tanıdığımız Aliye Berger'in
abiası Fahrunissa Zeyd, Irak Kralı I. Paysal'ın küçük kardeşi olan ve aşkı
için o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti başkenti Ankara'daki büyükelçilik gö­
revinden istifa eden Emir Zeyd ile Temmuz 1 934'te Atina'da evlenmiştir,
dillere destan bir düğünle. Ressam Fahrunissa Zeyd de zaman zaman Pa­
ris' e gelip kalanlardandır. Fransızca kaynaklarda ismi Fahr-el-Nissa Zeid
biçiminde yazılıyor. H aberiniz olsun. Ama sakın onun yanında oğlundan
söz açmayın: Fena halde "köpürür," yıkar ortalığı. (İnanmayanlar bir örnek

86 PARiS: E K i M 1 95 2 " D E N ARALI K 1 993'E


olarak Şirin Devrim'in anlattığı bir olayı okuyabilirler: s . 286-287.) Ana
çünkü oğluna feci biçimde diş bilemektedir, 195o'lerin sonundan itibaren.
Bunun sebebini zamanı gelince öğreneceğiz: Abidin'in ana oğul arasında­
ki aracılık, arabuluculuk rolünün başarısızlıkla sonuçlanmasını da.
Fahrunissa Hanım Paris'i öteden beri çok seviyor. Ve nerede olursa
olsun mutlaka Paris'te de bir mekanı, bir odası, odacığı, işte fırça, şövale, bo­
ya vesairesini kayabileceği bir yeri olmasını arzuluyor. Nitekim, örneğin
1949'da Rue Jean Bart'da bir atölyesi var. Ve orada o tarihte çekilmiş bir de
fotoğrafı: O kadar şık bir kıyafetle resim çalıştığına inanmak zor. Anlaşılan
poz veriyor: Elindeki paleti ve fırçası bu amaca yönelik. Başkaca bir rolleri
yok. O esnada. Ama sanki bir resim üzerine çalışıyormuşçasına poz verene
de şart onlar. Bitiriimiş bir resimle bitirilmeyi bekleyen başka biri de görü­
lüyor o "sahnede: " İkisi de soyut resmin örneklerinden. (Fotoğraf Necmi
Sönmez koleksiyonunda. Ve Sönmez'in andığım makalesinde: s. 35.)
1946 'da Londra'ya yerleşti ve kısa zaman içinde Paris'te atölyesini
de kurdu. Soyut resim çalışıyor.
2 Aralık 1949'da Galerie Colette Allendy'de, Paris'in en şık mahal­
lesi r 6 . arrondissement'da elbette, ça va de soi, Paris'teki ilk kişisel sergisi­
ni açıyor sanatçımız.
Fahrunissa Hanım, 194o'ların sonunda ve hele 1 9 5o'lerin başında,
Paris'te 3 9 , rue de Grenelle'de "bir stüdyoda kalıyor, " Şirin Devrim'in yaz­
dığına göre: Şık bir sokak, Başbakanlık da orada, Saint-Germain -des­
Pres'ye iki adım. Calerilere de. Daha ne olsun?
Fahrunissa H anım da soyut resim yolcusuclur o yıllarda Ve sergi­
ler sergileri izler:
Örneğin, 195r'de Galerie de Beaune'daki kişisel sergisinde "tuval ve
kağıt işlerinin yanı sıra ilk kez taşbaskılarım sergiler." Bu sergi vesilesiyle
yayınlanan kitabının lüks baskısına Charles Estienne, evet yine O, Poemes
Midi Nocturnes başlığıyla "etkileyici bir" takdim yazısı yazıyor.
Eserleri " Le Salon des Realites Nouvelles"de, " Le Salon de M ai"de
de meraklıianna sunulur. Çığlık çığlığa renkleriyle ve bir rengin bin tonuy­
la danseden yapıtlardır bunlar. Çok canlı. Fahrunissa H anım bana kalırsa
"resim delisi"dir. Kızkardeşi Aliye H anım'a çok benzer bu nedenle.

ABi D i N D i N O
H aydi gelin bir parça Fahrunissa Zeyd'i dinleyelim: " Resim yaparken
tüm canlı varlıklarla, yani var oluşun sonsuz çeşitli biçimlerinin toplamı olan
evrenle bir tür paylaşım içinde olduğumu hissederim. O zaman kendim ol­
mayı bırakır, kaya ve lav püskürten bir yanardağ gibi bu resimleri püskürten,
kişisel olmayan bir yaratım sürecinin parçası haline gelirim Çoğu kez neyi
resmetmiş olduğumu ancak tuval nihayet bittiğinde fark ederim."
Bir kendinden geçme biçiminde resim yapmak.
Fahrunissa H anım ' ın bir ayağı Londra'da, biri Paris'tedir, elleri
de İstanbul'da: B ağdat ve Beyrut'u unutmadan lütfen. Paris'te özellikle
Katia Granoff ile çok iyi ilişkiler kurar ve adı geçenin galerisinde de eser­
lerini sergiler. Katia Granoff, Pikret Mualla'nın ve bir süre sonra ise Abi­
din'in eserlerini de sergileyecektir. Bu açıdan bakınca Fahrunissa H a­
nım'ın bir tür yol açıcı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yol açıcı, yol
gösterici, tanıştırıcı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Paris'ten ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'na
gönderdiği 31 Mart r 9 6 r tarihli mektubunda ilginç bir noktaya değiniyor:
Şair, yazar, edebiyat ve sanat eleştirmeni, ABD vatandaşı ve İstanbul'da da
bir süre yaşamış bir ana-babanın Paris'te doğmuş oğlu Edouard Roditi'nin
Fahrunissa H anım'a yardım ettiğini belirtiyor: Şöyle:
" Roditi Fahrunisa'ya (Aynen böyle yazılı. MŞG) çok yardım etmiş
vaktiyle. Bizler için de bir şeyler yapmak istiyor. Eksik olmasın!"
(Daha önceki mektuplarında Roditi'nin 27 Mayıs r 9 6 o'taki askeri
darbeden sonra üniversitelerdeki görevlerine son verilen ve "r47'ler" diye
anılan öğretim üyelerinin sorunlarını Fransa'da ve ABD'de kamuoyuna
mal etmek için çabaladığını yazıyor. Roditi ile ilişkisi bu çerçevede kurulu­
yor, gelişiyor...
Ama sadece bu kadar da değil: Bedri Rahmi başka şeyler de umu­
yor: 30 Ocak r 9 6 r tarihli mektubundan aktarıyorum: " İleride esaslı bir
burs için en güvenilir kaynak Roditi. Çok hareketli ve becerikli bir zata ben­
zer. Yaşar Kemal'e içedediğim kadar varmış İstanbul'da! Bu zatı tanıştır­
ınadı bana."
Roditi, İnce Memed'i, Thilda Kemal ile İngilizceye çevirdiği için Ya­
şar Kemal'in ve eşi Thilda'nın iyi dostudur. Anlaşılan bu vesileyle veya baş-

88 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


ka nedenlerle sık sık geldiği İstanbul'da Bedri Rahmi ile karışılaştılar ama
tanışamadılar. Suç Yaşar Kemal'in niye olsun? Yaşar Kemal bu işe ne der?
Bilemiyorum. Ancak Bedri Rahmi, Paris'te onca "dostluğuna" karşın Rodi­
ti'den bir şey elde edemiyor. O zaman Fahrunissa Zeid'e ne tür bir yardım
yaptığını merak etmemek elde değil...)
Bedri Rahmi'nin 30 Ocak 1 9 6 0 tarihli mektubunda "Adam boğa­
zına kadar resme gömülmüş! Bir eli resimde bir eli şiirde" diye tanımladı­
ğı Roditi'nin izini, 1 972'de yukarıda adını andığım Albert Bitran vesilesiy­
le bulabiliyoruz: Bitran çünkü Edouard Roditi'nin Habacuc başlıklı şiir ki­
tabını süslemiş. ilginç değil mi? Kimbilir Roditi, Bedri Rahmi'den ne tür
bir hizmet isteyecekti?
Roditi gerçekten Fahrunissa H anım'a yardımcı oldu mu? Bilemiyo­
rum. Ancak Fahrunissa H anım'ın Fransa Cumhuriyeti hükümetin­
den" Commandeur des Arts et des Lettres" unvanını alan ender sanatçılarımız­
dan biri olduğunu biliyorum: " S anata genel olarak ve sürekli katkılarından
dolayı." Bu tür onurlandırrnalar herkese kısmet olmaz.
Güzin'le bu meseleleri konuştuğumuz bir gün bana aynen şunları
söyledi:
"Aliye ve Fahrunissa 'mondanite'nin birinci planında yer alan ka­
dınlardı. Ayrıca Fahrunissa'nın resimleri iyi resimler, palavra resimler de­
ğildi. İyi ressamdı yani.
195o'lerin başında, Fahrunissa H anım aynı zamanda bir tür "ha­
berci"/ "messager" rolünü de oynuyor, özel hiçbir gayret göstermeden ve­
ya iyi niyetten gayrı hiçbir şey düşünmeden: İ stanbul'a döndüğünde Pa­
ris'ten bol bol haber getiriyor: Abidin Dino'yu ve Nazım H ikmet'i anlatı­
yordu: Dostlarına, arkadaşlarına, sanatçı yakınlarına, ortak ahbaplarına.

"ÇiNGENE" HAKKI
O günlerde İstanbul'dan Paris' e gelip gidenler, gidip gelenler ve ka­
lanlar arasında H akkı Anlı'yı da anmak lazım: Arkadaşları arasındaki na­
mıyla "Çingene H akkı."
1947'de Paris'tedir: Yaz aylarında "Öğretmen Bilg-Görgü Kanu­
nu'ndan yararlanarak edindiği üç aylık bursla."

ABi D i N D i N O 89
H akkı Anlı, Neriman Pelek, Abid i n ve Gü zin Di no Pari s ' te dans ederek yılbaşını kutl uyorlar.

Paris'te "modern sanatın önemli temsilcilerinin işlerini görür, ancak


'güncel gelişmelere' değil 'klasik bir akım olarak' çoktan sanat tarihinin raf
!arına kaldırılan kübizmle ilgilenir. Bu çerçevede Anlı'nın 'ver elini Picasso'
deyip çok kısa bir süre içinde tarzını değiştirerek İstanbul'a döner dönmez
kübist tarzda çalışmaya başlaması önemli bir olgudur. Çünkü bu köktenci
değişimin altında yatan olgular, Anlı'nın 'sil baştan' yapmaktan korkmayan,
gündemi yakalama adına 'tutarsızlıkla' suçlanabilmeyi bile göze alan cesa­
retli tavrı hakkında bilgi verir." (Necmi Sönmez'in makalesinden: s. 57-)
Sonra defalarca gidip geldi Paris'e. 1954'te kesin yerleşmeye karar
verene kadar. Bu defa artık soyut sanatın sularındadır.

go PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 993 ' E


Kaya Özsezgin şunu yazıyor: " Soyut sanatın savunuculuğunu yap­
tı. Poliakoff, Archipenko, H artung ve Zadkine gibi sanatçılada ortak sergi­
lere katıldı. . . Figürü, lekeci bir soyutlama düzeyinde ve yer yer erotik tema­
ların ağırlığını duyurduğu bir kompozisyon düzeni içinde, resminin ana
elemanı olarak yansıtır. " (Bu bilgiyi Kaya Özsezgin veriyor: Türk Plastik Sa­
natçılan. Ansiklopedik Sözlük ' de.)
H akkı Anlı Paris'teki ilk kişisel sergisini ancak r958'de açabilecek­
tir: Galerie La Main Gauche'da 1955'te Salon des Realites Nouvelles'e katıl­
mıştı, "non-figüratif' eserleriyle.
Paris sanat ortamında ve "bizimkilerin" arasında/içinde kendi ken­
dine bir yer açan sevimli bir insan. Herkesle iyi geçinmeyi bilen, mütevazı
ressam, sanatçı, yaratıcı.

KAPTAN VE A i LESi
Arif Kaptan ve " H arika Çocuk" kategorisinden oğlu H asan Kaptan
(r 942'de Ankara'da doğdu) ile eşi H ikmet H anım Paris kervanında yerini
alan üç kişilik bir ailedir. Onlar da ilkönce Schola Cantorum'da yaşıyorlar.
H ikmet Hanım'dan birçok mektubunda söz ediyor Eyüboğlu kardeşler.
Daha sonra Paris'in dışında bir yere taşınıyorlar ...
Hasan " H arika Çocuk" kontenjanından " Devlet burslusu"dur. An­
nesi ona bakınakla meşguldur: Bilhassa "kötü alışkanlıklar" edinmemesi
için. Arif Kaptan ise çevresine bakmaktadır. Çok bakmaktan olmalı az re­
sim yapar. Bu nedenle Paris'e geliş sıralarına göre, Sabahattin Eyüboğ­
lu'nu üzer, Bedri Rahmi'yi sinirlendirir.
Bedri Rahmi, I4 Ekim r 9 6 o tarihli mektubunda "Arifler çok telaş­
talar" diye yazdıktan sonra şunları ekliyor: " H asan onsekizine gelince ana
baba ödentisini kesmişler. (Altını ben çiziyorum. Kesilen H asan'ın bursu
değil, Hasan'a bakılması için ana ve babasına yapılan ödentidir. M Ş G ) Oy­
sa yirmisine kadar söz almışlarmış . "
Bedri Rahmi Eyüboğlu, 3 1 Mart r 9 6 r tarihli mektubunda ise, Ha­
san'ın 'Şu Bedri amca öldü mü kaldı mı' diyerek otele uğramasına" çok
sevineceğini yazıyor, ama ne Arif Kaptan ne Hikmet H anım, H asan'ın
Bedri Rahmi'yi ziyaretini istiyor.

ABi D i N D i N O
Bedri Rahmi o zaman iyice kızıyar ve Arif Kaptan'a nasıl, sadece öğ­
retmenlik değil "babalık" bile yaptığını ve böylesine kıyınet bilmemesini
yerden yere vuruyor. .. Uzun hikaye...
O yıllarda, Paris'te ressam denilince hemen herkesin aklına elbette
ve en başta gelen bir isim var: Pikret Mualla. Onu unutttuğumu sanmayın
lütfen. Hiç unutur muyum? Abidin'in Pikret Mualla ile sabah kahvaltısı
için randevusu var ve birazdan hep birlikte ona gideceğiz.

SABAH KAHVALTISI CHEZ Mo uıLA


Ocak 1939'da Pikret Mualla'yı Sirkeci'den biz yolcu ettik. Anımsıyor­
sunuz. Mutlaka Abidin'in " Mualla'yı kurtarmak" için yaptıklarını da Pikret
Mualla Paris'e geldi ve başka hiçbir yere kıpırdamadı. Savaş geldi, Naziler
geçti, Paris kurtuldu, Pikret Mualla hep resim yaptı, kıt kanaat geçindi.
Arada bir Abidin'e bir mektup gönderdi: Para ve "erzak" ve "yiyecek"
istedi. Veya para ve erzak veya yiyecek gönderdiği için teşekkür etti. İşte bir
örnek: 14 Ekim 1948 tarihli mektubu. Yazım biçimine, kelimelerin sersem­
leştirilmesine ve sevimli sanatçımızın keyfine asla dokunmadan. Aynen:

" Muhterem Abidinciğim


Lütfen sorduğum yüz papelin mukabili sekizbin fransız frankının
yarısını çokdan aldım ve diğer yarısının kara kış kasıp kavurmadan
geleceğine ümidvarım Cici Abidinciğim, nasıl teşekkür edeceğimi
bilemiyorum. Eksik olma, var ol.
Tahmin edeceğin gibi şafakla yatsı arasında geçen ve geçecek gün­
lerle mücadele etmekteyim.
Baki dualar ve minnetler eder ve dualarını bekleyerek yanakların­
dan öperim.
denizde çarkcı,
Karada pıçakcı,
Havada uçakçı.
Leblebiciler leblebicisi: Pikret Moualla SAYGI usta.
7· İmpasse du Rouet
Paris. (r4 T'

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 993'E


Adresi not ettiniz mi? Birazdan, Abidin'le oraya gideceğiz çünkü.
Abidin, Pikret Mualla'nın birkaç resmini satmış. (Bunu Bedri Rah­
mi'nin İstanbul'dan Paris'teki ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'na gönderdiği
3 ı Ocak 1948 tarihli mektubundan öğreniyoruz. ) . Abidin Pikret Mualla'ya
parasının yarısını göndermiş. Herhalde tümünü gönderirse hemen harca­
yıp sonra sudan çıkmış balığa dönmesini önlemek arzusundandır. Ancak
bu gönderme işi biraz gecikince Mualla Abidin'e fena halde "bindiriyor":
Sabahattin Eyüboğlu, 25 Şubat 1 948'de Paris'ten gönderdiği mektubunda
Mualla'nın buraya alamayacağım denli fena bir tasvirini yaptıktan ve "port­
resini" çizdikten sonra şunları belirtiyor:
"Zavallı Abidin ona (Mualla'ya. M Ş G) bu kadar yardım ettiği halde
aleyhine söylemedik laf bırakmıyor. Niçin durmadan erzak göndermiyor­
muş , resimleri niçin satmamış! Pis Arnavut zaten niçin kendisine yiyecek
yolla(ma? M Ş G ) mışmı ş ? . . . Birtakım kaba küfürler de öğrenmiş. İnsanı
kusturacak cinsinden. Boyuna bunları söyledi. " (A. g. k., s. 265.)
Ne olursa olsun iki dost hep iki dost olarak kalacaktır: Ve Abidin,
Paris' e geldiğinde ilk M ualla'yı arayacaktır. A vni Arbaş 'tan sonra. Veya Av­
ni Arbaş'tan SOR(MA) ! 193o'ların hemen öncesinden ve hemen sonrasın­
dan beri arkadaşı, birlikte çay sirnit veya sirnit çay içip yedikleri ve zaman
zaman Arif Dino ile birlikte "döner kebab dönmez olsun!" dedikleri kadim
dost: Pikret Mualla Saygı usta. Abidin'e bırakıyorum sözü:
"Mualla'yı görmeyeli I4 yıl olmuştu. Az değil, on dört yıl...

" . . . Paris'e gelir gelmez bana unutulmaz bir ziyafet çekmişti Mualla.
Bu ziyafet bir sabah kahvaltısıydı ve Mualla'nın buna çok önem verdiği şur­
dan belli olmuştu ki: Tam saat dokuzbuçukta, tastamam dokuzbuçukta'
evinde olmarnı istemişti, ısrarla.
Dilediği gün ve saatte Çıkrık Çıkmazının kapısını çalmıştım.
Oda tertemizdi. Yatak toplanmıştı ve beyaz kağıtla örtülü sofrada,
akıllara durgunluk nesneler bekliyordu beni: bir cam kabın içinde iri ta­
neli bol kırmızı havyar, beyaz peynir, iki üç çeşit acımtrak İngiliz reçeli,
kalarnata zeytinleri, pastırma sucuk, taze uzun Fransız ekmeği, 'kruva­
sanlar,' siyah çavdar ekmeği, sarı H ollanda tereyağı, çeşitli meyvalar. . .

An i D i N D i N o 93
Bir köşede gaz ocağında demlenen, buram buram kokan çay, çaydanlık­
ta fokur fokur . . .
Manzara akıllara durgunluktu. Odanın ortasında güleç bir Fikret
Mualla şaşkınlığımı izliyor, leylek gibi tek bacak üzerinde duruyor, elle­
rini ovuşturuyordu ... Bu kahvaltıyı hazırlamak için, kimbilir kaç gün ye­
memiş içmemişti? Sofrayı tertemiz ettik. E ski günleri, Arifi, H alet Çele­
bi'yi, Falcı Ahmet Bey'i, Fikret Adil'i, Baltacıoğlunu, Neyzen Tevfik'i an­
dık. Üstüste kopkoyu çaylar içtik, zincirleme cigaralar içtik. .. Resimlerini
seyrettik.
- Böylesi bir sabah kahvaltısı ne gördüm ne de göreceğim var.
- Düşeş, demişti Mualla, geçen gün iki yağlı boya birden sattım bir
İsviçreliye . . .
Anlattı, Coupole'da rastlamış adama, tanışmışlar, raslantı...
Öyle bir derya k i Paris kenti, sanatçı altasını kırk kulaç salıp deniz
diplerini tarar, artık ne çıkarsa bahtına . . .
Ressam hem balıkçı hem d e balıktır, aslına bakarsanız kendisidir
avlanan.
Ressamın kullandığı yem gitti gider, kendi ömrünün bir parçasıdır.
işler 'yaver' giderse, ressamın bir ömür parçası çerçevelenip bir çi-
viye asılır, çarmıhta İsa örneği çakılı kalır böylece.
Beteri de var elbet. O da resmin satılmaması. . . "
Abidin Mualla'nın resimlerini şöyle değerlendiriyor:
"ı952'de Roma'dan Paris'e geldiğim vakit gördüğüm Mualla'nın
yeni resimleri, genellikle, şiirsel bir gerçekçilikten, kimi imgede mitossal
bir gerçekçiliğe uzanıyor, çok seyrek olarak da soyutlaşıyordu da . . . "

Başka bir yerde şöyle bir not düşüyor Abidin: " Mualla'nm bu resmi,
çağdaş mitologyanın bir örneği sayılabilir. .. Demek istiyorum ki yalın bir
gerçekliğin yanında, mitos'sal (Aynen. M ŞG) bir gerçekçiliğin de var olabi­
leceğini bilmekte yarar var."
Fikret Mualla'nm o günlerdeki birçok önemli özelliklerinden biri
hiç sergi açmadan geçinebilmesidir: Evet zar zor ama hiçbir galeri sahibi­
nin vefveya "danışmanlarının" "uzmanlarının" " ağız kokularını" çekme­
den. Gerçekten özgür bir adamdır Mualla. Evet biraz "deli" ama bu, onun

94 PA R i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


için belirleyicidir de. Paris'te ilk kişisel sergisini 1954'te açacaktır: Israrlar
üzerine Galerie Dina Vierny'de.
Necmi Sönmez'in vurguladığı gibi, o günlerdeki Mualla resmi,
" Odağında Paris'in, bu büyülü kentin melankolisinin döndüğü, pek az
kimsenin algıladığı ko(r)kuları duyumsatan bir resim"dir.
Abidin belki o gün, belki daha sonra ama hemen, Fikret Mualla'nın
bir desenini çizdi: Kasketli bir Mualla'dır bu, biraz Parisli elbette ve elinde
kaçınılmaz olarak resim defteri: Ekmek kapısı kardeşim bu.
Fikret Mualla, 1952'de kendisiyle görüşen Hıfzı Topuz'a şöyle di­
yor: " H em abstre (soyut) hem figüratif resim yapıyorum."
O günlerde Paris'te "abstraction" ile " fıguration" arasındaki atış­
malarftartışmalarjağız ve kalem sataşmaları/kavgalar ve daha neler de
neler Paris günlerinin ve bilhassa gecelerinin "eğlencesidir:" Değme git­
sin bre!

B E N İ M S oYUTUM S E N İ N S o M UTUNU DövER ( M İ ? )


Abidin, Fikret Mualla'da bu konuya eğlenceli ve bir parça alaycı bir
tarzda şöyle değiniyor:
"Soyut-somut kavgası, bu çeşitleme sürecinin ancak bir yönüydü.
Nitekim somutun içinde olduğu kadar soyutun içinde de birbirinden büs­
bütün ayrı çalışma kolları vardı...
Kufi tadı olan geometrik soyutlamaya karşı, ebru tadı olan akıtma­
calı 'lekecilik' de gelişiyordu.
Aynı şeyi somut için de söylemek mümkündü. Anlatımlı resim
çeşitleri arasında yoğun biçim yorumları getirenler, 'naifler, fotoğrafa
yaklaşan natüralistler, hiperrealistler, düpedüz realistler, gerçeküstücü­
ler ve başkaları vardı. Bu akımlar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'ndan
sonra, çağala çağala çeşitlenen ağaç dalları gibi fışkırmış, dal budak sal­
mışlardı. "
Andre Yelter'le söyleşisinde Abidin bu konuya birkaç e k yapıyor:
"Soyut sanat ve somut sanat, bu iki büyük grup arasında, geçişler
olmuyor değildi: Somut başlayıp soyuta geçenler veya tersi. Bir tür bale söz
konusuydu. Bu arada tachisme de gelişiyordu.

Asi D i N D i N o 95
İkonoklast bir eğilim vardı: İnsan yüzü artık çizilmiyar / gösterilmi­
yor. Dinsel etkenler, nedenler, inanışlardan çok, insandan kaçışla ilgili bu.
Doğaya yakınlık, doğaya sevgi sonucu."
Abidin'in, bu konuda, Pikret Mualla'da anlattığı düşüncesini bitir­
mesi için, kaldığımız yere dönecek olursak, Abidin'in şu sonucu çıkardığı­
nı saptıyoruz:
" Baş döndürücü bollukta biçimler, değişik ve çelişik akımlar neyin
belirtisiydi so-6o'ların Paris'inde?
Bu soruya kesin ve tek yanıt vermek hayli zor, denebilir ki kısa sü­
rede iki dünya har bi, iki dev sarsıntı geçiren dünyanın değer ölçüleri 'kaza­
ya' uğramış, bir otomobil camı gibi tuz buz olmuşlardı." (A. g. k., s. 82-83.)

B i z i M K iLER NE YAPIYOR ?
Peki Abidin'in çizdikleri, çizecekleri b u akımlardan birine girecek
miydi? Girdi mi?
Abidin ülkede edindiği resim tekniğini, resim yapma tarzını sür­
dürdü demek yerinde olacak: İstanbul hat sanatının, Bizans sanatının,
Anadolu halk sanatınınm, kendisinin gazetecilikten alıp getirdiği karikatür
pardon harikatür ve kendisine özgü desen yaratma biçemlerinin, parmak
istifleri, "el"leri ve benzeri ve başka kimsede bulunmayan çizgileriyle bildi­
ğimiz Abidin bildiği ve arzuladığı gibi yoluna devam etti. Onun bir okula,
bir akıma ihtiyacı yoktu. Okul vefveya akımların belki Abidin'e ihtiyacı var­
dı. Ama Abidin aralı da olmadı.
Ancak Paris yıllarıyla birlikte birkaç unsur daha eklemlendi resmi­
ne: Soyut görüntüler, "ıslıklar," "çığlıklar" resimlerinde bazen bir uçtan
öbürüne koşuverdiler, geçiverdiler. Ama her zaman abidinik. Paris'te o yıl­
larda yaşayan kimi ressamın kapısını kapadığı soyut mutlaka pencereden
giriyordu. Soyut o yıllarda bütün ressamların evet evet neredeyse bütün
ressamların kapısını çaldı. Çaresi yok. Katlanılacak
Abidin nitekim Andre Yelter'le sohbetinde, o günlerdeki, neredey­
se ikircikli, ikilemli, karar vermekte zorlanan halini açıkça anlatıyor:
"O yıllar soyut sanada (l 'art abstrait) somut sanatın (l'art .figurat�fl
birbirleriyle dalaştığı yıllardı. Paris resim dünyası sanki iki büyük kampa,

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993'E


iki büyük gruba ayrılmıştı. Bu iki sanat akımının taraftarları düşman kar­
deşler gibiydiler. Kendimi iki ateş arasında kalmış gibi hissettiğimi itiraf et­
meliyim. Hem biri hem öbürü beni kendine çekiyordu . . . Doğrusunu ister­
seniz ben de, kişisel olarak yavaş yavaş iki kutup arasında hocalamaya baş­
lamıştım. Bir ölçüde belki tümüyle soyut olmasa bile, daha çok soyut sayı­
labilecek resimler yapıyordum. Ama bu resimlerimde bile, sanırım, benim
ve dünyanın, açık seçik olmasa da, bir dışavurumu söz konusuydu. Daha
doğrusu benimle dünya arasındaki ilişkinin. Benim yaptığım veya yapmak
istediğim dekoratif anlamda soyut resim değildi. "
Abidin hiçbir zaman taklitçilikten ve taklitçilerden hoşlanmadı. O
kendine özgü bir usta olarak, evet hiçbir "diploma" sahibi olmadan usta
olarak, Paris sanat ortamında hiçbir özel, yani sınırları başkası veya başka­
ları tarafından çizilmiş, rataya girmeyerek "Abidin Dino SandalınıjTekne­
sinijVapurunu" bildiği gibi yürüttü. Bu da bize yeter.
Ancak Paris'te yaşayan ressamlarımızın tümü böyle yapmadı. Yapa­
mazdı. Kimi zaten Paris'te ve o günlerde bu kentte "borusunu öttürenler­
den" resmi, resim yapmayı öğrenmişlerdi. " Ustamın dediği" tarzını icra et­
tiler. Niçin olmasın? Kimiyse "güncel" olanla "güncelleşmeyi" tercih etti­
ler. Olabilir. Önemli olan kendinden de bir şeyler, katmaktır. Renkler, un­
surlar, figürler, fıgürcükler.
Açık konuşmak lazım o günlerde Paris sanat "ormanında," alanında
"dinozorlar" ve "fıller" dolaşıyordu ve "ezilmemek" çok zordu. Abidin anlatıyor:
"Aslına bakarsanız, 1950 yılları çeşitli akımların tokuşhığu bir alan­
dı. Bir yandan Picasso biçimlere perendeler attırıyor, Matisse eline düşen
renkleri azdırıyor, Chagall gökyüzüne kemancılarını salıyor, Balthus soyu­
nuk küçük kızlarla uğraşıyor, Max Ernst gerçekle gerçeküstü arasında cam­
bazlıklar ediyor, Nicolas Stael soyutla somut arasında köprüler kuruyor
ama beri taraftan Hartung beyaz alanlara dobra dobra kara lekeler sürüyor,
Viera da Silva zaman ve mekanla satranç oynuyor, Tal Coat doğadan esin­
lenen bilmeeelere dalıyor, Wols deliriyordu ...
Demek istiyorum k i resim sanatının çalkantılı denizlerine açılmaya
kalkışmak, bir rota seçmek, gemisini kurtarıp, kaptan olmak, kolay değildi.
s o.ooo'i bulduğu söylenen ressam kalabalığı ortasında . . .

AB i D i N D i N O 97
Paris'te o ara, 'tachiste' (lekeci) akımı çıkmıştı ortaya. Akşamüstleri
Saint-Germain-des-Pres M ahallesinin orta yerinde, Cafe de Flore ile Cafe
Les Deux Magots'ya iki adımlık yakınlıkta İzmirli Ermeni dostum Kala­
çi'nin halı dükkanında bir araya gelirdik Kalaçi bizim oralardan göç etmiş­
ti Paris'e genç yaşlarında."
Abidin tek tek isim vermiyor ama bu dükkana uğrayan dostları ara­
sında Mübin'in bulunduğunu biliyoruz. Abidin yazıyor. Albert Bitran'ın
da. Zaman zaman Avni Arbaş'ın da. Mutlaka başka tanıdıklarımız da bu
dükkana uğruyor ve atışmalara, tartışmalara katılıyorlardı. Asıl önemlisi
Charles Estienne'in de bu dükkana uğraması ve onunla resim sanatı üze­
rine sıkı tartışmaların yapılması. Sözü Abidin'e bırakıyorum:
" Kalaçi'nin dükkanına uğrayınca, tachisme'in isim babası ve kuram­
cısı eleştirmen Charles Estienne'le müriderine rastlanıyordu sık sık. Ahba­
bımızdı hepsi.
Kalaçi'nin halı dükkanı, bir edebiyat salonu hatta daha iyisi bir sa­
nat tekkesi haline gelmişti. Çok ucuzdan da olsa, Kalaçi'nin bizlerden re­
sim satın aldığı da oluyordu. "
Charles Estienne'in Tiraje Dikmen'le bir fotoğrafı var: 1949'da, rue
de la glaciere'de çekilmiş. Deklanşöre basan kim bakalım? Hiç te yanılmadı­
nız: Evet Leopold-Levy. Ressam fotoğrafın çerçevesini, sınırlanm çok iyi çiz­
miş: O kadar ki Tiraje ve Estienne'in hemen, fotoğrafa bakana, yani bize gö­
re, sol dibinde durduklan dükkanın tabelası ayan beyan: " Fabrique de Perru­
ques pour Poupees," Bebekler İçin Peruk Fabrikası. Ne hoş ama. İyi de "be­
bekler" kim veya kimler. Ve saçları dökülenlerin hepsine peruk takabilecek
miyiz? Bu soruların tümünü mutlaka Tiraje'ye sormak lazım. Ah! Paris'e ka­
dar bir gele bilse! (Fotoğraf Tiraje Dikmen Arşivi'nde. Ama, ne iyi ki Necmi
Sönmez onu Paris Okulu ve Türk Ressamlan 'nda yayınladı: s. 53'te.)
Kalaçi'nin dükkanına gelip gitmeler arasında ve o tartışmalar sıra­
sında Mübin Orhan yavaş yavaş resim sanatında alacağı yolu belirliyor.
Abidin, Mübin'in o günlerde resim sanatında aradığını nasıl nihayet bul­
duğunu şöyle anlatıyor:
"Mübin de uğruyordu Kalaçi'ye, ama tartışmalara pek karışmıyor,
Kalaçi'nin ikram ettiği bir iki kadehi içiyordu. Klasik resim disiplininden,

g8 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 993'E


kurallarından geçmemiş bir sanatçı için 'lekeci' resim dili biçilmiş kaftan­
dı. Tachisme' ister istemez etkileyecekti onu."

B i Z DE D E RESİM VAR, İSTER M İS İ N İ Z ?


Bütün bunlar Türkiye' den, ama çoğunlukla İ stanbul'dan kalkmış,
birçoğu için İ G SA'deki öğretmenleri Leopold-Levy'yi adım adım izlemiş
olarak, gelmiş ressamlarımızın Paris resim sanat ortamıyla, alanıyla, "or­
manıyla" içiçe olduklarını gösteriyor. Etkileşim var elbette: Bu kaçınıl­
maz. Ancak ülkede öğrenilenler veya ülkenin onlara öğrettikleri de var:
H eybelerinde.
1952'de Abidin'in vardığı Paris'teki "resim gezegeni, " Türkiye'de
resim sanatının tanındığını / bilindiğini, iyi resim yapıldığını, iyi ressam­
lar bulunduğunu ve bunların en iyilerinin veya en iyilerinden birkaçının,
değişik nedenlerle, kimi devlet bursuyla, kimi aile bursuyla, kimi kendi ki­
şisel arzusu sonucu, kimi "fırar" etmek zorunda kaldığı için, kimi gönlü
öyle istediği için, kendisine kadar ulaştığını biliyor.
Ancak Paris' e gelmek, Paris'te resim yapmak yeterli ol(a)maz. O re­
simleri sergilemek gerek. Meraklıianna sunmak. Ben de varım diyebilmek
Yeni resimler yapabilmek, malzeme almak, boyalar, tualler. Resim için ge­
rekli bin bir malzeme henüz karşılıksız verilmiyar çünkü. Giyinmek, ku­
şanmak, yemek ve bilhassa içmek lazım. H erkesin devlet burslusu olmadı­
ğını da bilince hele.
Evet Abidin'in dediği gibi, "Bu kentte , . . . 'ressam ordusu' içinde
kaybolup yitmek de vardı, bu deryada tutunmak kolay değildi pek. ..
H e r ressam, resim yapmaktan başka bir de resmini satmanın yolu­
nu bulmak zorundaydı. . .
Paris'in 'piyasa topografyası,' Montparnasse ve Saint-Germain-des­
Pres'de başlayıp bitmiyordu kuşkusuz, sol kıyıdan sağ kıyıya geçilince, 'işa­
lanı' Saint-Honore'den başlayarak Elysee Sarayının civarındaki sokaklara
yayılıyor, Miromesnil'den yukarı çıktıktan sonra Avenue de Messine'i ge­
çip, Monceau Parkının çevresinde sona eriyordu.
Elbette bu konuda Paris'in biricik tepesi Montmatre'ı unutmak ol­
maz. Ne var ki 1 9 5o'li yıllarda Montmartre'ın resim dünyası, Lautreclerin,

ABi D i N D i N O 99
Picasso ve Braquesların ya da Utrilloların günlerini andırmıyordu artık.
Ne Apollinaire ne Max Jacob kalmıştı buralarda. Kübizmin beşiği ünlü
'Çamaşır Gemisi' (Bateau Lavoir. M Ş G ) kiracılarını yitirmiş, tarotakır bir
barınak olmuştu . . .
Onaltıncı Paris bölgesinin galerileri 'kibar yatakları' sayılırdı, (örne­
ğin) Mualla'nın hoşlandığı yerler değil, fakat örneğin Katia Granoff ya da
Bernheim'a uğradığı, onlara resim sattığı olurdu. "
Katia Granoff, Fahrünisa Zeyd, Fikret Mualla ve Abidin sergileri bi­
le düzenleyecektir, zaman içinde. Hele bizimkiler kendilerini bir göstersin­
ler. H ele kendilerini bir ispat etsinler. Paris galericileri kolay mı sanıyorsu­
nuz. Aslanın ağzından kuzu almaya benzemez bu! Zor iştir. Çok!
Bizim ressamlarımız eserlerini daha çok Saint-Germain-des-Pres
taraflarındaki galerilerde sergileyebildiler. Ve hemen bir galeriyle özel bir
şekilde anlaşıp, özel bir sözleşmeyle bağlananlar pek azdı. Hiç yoktu deme­
mek için. Bu gerçek, daha sonra, yani ı 9 6 o 'larda, 197o'lerde ve ı98o'lerde
gelenler, yani Müzehher Pasin, Cihat Burak, Adnan Varınca, Ömer Kaleş,
Hilda Yosmayan, Kornet ve diğerleri için de geçerlidir.
H atta, zaman içinde, Paris'te bir süre kalıp üretmek, Paris için de­
ğil İ stanbul için bir tür "değer ölçütü" biçimine dönüşmüştür. Yani Pa­
ris'te "yaratmak" ve "ülkede pazarlamak" gibi son derece ilginç bir geliş­
me söz konusudur. Nitekim ı 9 8 o'lerin ikinci yarısından itibaren Paris'te
yaşayan birçok sanatçımız için resim satışları daha çok, İstanbul başta,
Türkiye'de oluyor. Bu durumda Paris kentinin ve resim dünyasının sade­
ce bir "vitrin" haline döndüğünüjdönüştürüldüğünü söylemek abartma
olmayacaktır. Bu gelişmede elbette Türkiye'de sanata yönelik, artık sade­
ce "bakıcıjhayran olucu" değil, apaçık hatta komplekssiz demek yerinde
olacak, "alıcı" ilginin artması, para sahibi olanların sanata yakın merakla­
rı da ve başka birçok etken de belirleyicidir. Bizim açımızdan önemli olan
Paris'in buradaki rolüdür.
Ancak 195o'lerin başında henüz "rüzgarın" nereden, ne zaman ve
nasıl eseceği bilinmemektedir. Ve Paris sanatçılarımız için bir çekim mer­
kezi konumundadır. H er daim. Ve bilhassa sanat alımları bu başkentte ya­
pılıyor. ABD'ye kadar gidemeyenler için elbette.

100 PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 993"E


B İ Rİ NCİ " KAT"
Abidin'in Paris'teki ilk çevresi, birinci "kompartımanı," veya abidi­
nik bir sözcük kullanacak olursak "kat"larından biri, belki birincisi, burada
tek tek tanıtmaya çalıştığım, birbirinden değişik, renkli, sevimli, herbiri ken­
dine özgü kişilerden, kişiliklerden oluşan Paris'teki ressamlar çevresidir.
Güzin'le bunları konuştuğumuz 27 N isan 2004'te bana şunları
söyledi:
" Burada, Paris'te Abidin'i şahsen ve gerçekten seven, Abidin'e ya­
kınlık duyan, Abidin'i abisi gibi addeden bir tek Komet'tir. (Komet, 1 97r'de
Paris' e gelenlerdendir: Koşarak Geldim Çorabı Deldim demesi herhalde bir
rastlantı değildir. Bu sevimli kitabını Okuyan Us Yayınevi yayınladı. M Ş G ) .
Abidin'i çok sever. Sayar. Ötekiler Abidin'i sevmezdi demeyeceğim de, ya­
ni rahat değildi(ler) .
Selim hiç. Belki de Abidin komünist vesaire diye. Selim çok korkak­
tı. Ve bu nedenle araya bir mesafe koydu. Biz de onun bu tavrını kabullen­
dik. Tavrına saygı gösterdik. Kendine özgü bir adam zaten. Eşi Şahika ile
birlikte ayrı bir dünyada yaşıyorlar(dı) . Hiç üzerlerine düşmedik Çok yakı­
nımızda oturdukları günlerde bile.
Mübin Abidin'i çok severdi. Abidin de Mübin'i. Ben (Güzin) de çok
severdim. O en kötü sarhoşluk günlerinde bile severdik Mübin'i. Biliyorsu­
nuz, sarhoş olduğunda görüşmek, konuşmak çok zor oluyordu. Ama ol­
sun. Evine sırtımızda taşıdığımız zamanlarda bile sevdik Mübin'i. Abi­
din'le küstü. Sonra barıştı. Olsun onun ismi Mübin'di. Ve bizim için çok
değerli bir arkadaştı: Orhan Veli'nin bize bıraktığı bir 'miras,' bir "inci" sa­
nırsın. İçınediği veya çok içmediği, zil zurna sarhoş olmadığı zamanlar he­
le çok çok hoş bir insandı. Ve çok iyi ressam.
Avni de Abidin'i çok severdi: Uzun zaman iki kardeş gibi yaşadılar.
Birçok şeyi paylaştılar. Ortak sergiler yaptılar.
Nejad, Fahrunissa ile ilişkilerimiz biraz farklı boyuttaydı. Onları
önce birlikte sonra mecburen ayrı ayrı görürdük. Abidin, 'prenses değil,
soylu bir aileden değil' diyerek Nej ad'ın Polanya güzeli sevgili si ile ev­
lenmesine mani olmaya çalışan annesine, ' Bırakın iki genç birbirini sev­
miş, aralarına girmeyin' filan diyerek Nejad'ı savundu hep, annesine

ABi D i N D i N o 101
karşı. Ama Fahrunissa inat etti. Oğlu da annesi gibi inat etti ve elbette
aşk kazandı. Ve Nejad nitekim sonunda annesinin muhalefetine rağ­
men evlendi. Ve ondan sonra Fahrunissa oğluna karşı resmen savaş aç­
tı des em yeridir. "
Bana kalırsa annenin, oğlunun sanat alanındaki başarılarını kıskan­
masının da bir rolü oldu bu "kavgada."

Bu B i R TRE N D İ R
Abidin'in çevresi sadece ressamlardan v e hele sadece Türk ressam­
lardan oluşmuyordu. Ancak ilk geldiği anlarda durum buydu.
Zaman içinde bu birinci "kat"a başka birçok kat daha katacaktır
Abidin, ve bunların arasında "dolaşacaktır": Rue Visconti'de " Chez Bob , "
" La Bucherie," "Chez Elisabeth Maupoil," " L' Ecluse," " Le Port du Salut,"
" Rue Cochin'de Madame Matisse'in evinde kiraladığı" ve 1953'te bir süre
yaşadığı "odası," Schola Cantorum, cafeler, Quartier Latin'in ucuz otelleri,
galeriler kaçınılmaz olarak ve olmazsa olmaz nedenlerle, "ev"ler: dostların
evleri ve kendi evleri . . . Ve hayat Paris'in hayhuyu huy(suzu) hay(ırlıs)ı için­
de akıp gidecektir... Akan zaman duran zaman gel zaman git zaman ...
Abidin'in Parisli arkadaşları n e sadece Türklerdir n e d e sadece
Fransızlar: Paris'te yaşayan, çalışan, üreten ve yaratan birçok "yabancı" da
arkadaşıdır: Amerikalılar, İngilizler, Güney Amerika'nın rüzgarı cömert
ülkelerinin çocukları, esmer renkli ve bıyıklılar. ..
Abidin oldum olası birçok kampartımanlı bir tren, bir katardı(r) . Ve
bilhassa bir kompartımandakilerin öbür kompartımanlardakilerle ilişkisi­
nin olmamasına özel bir gayret ve özen gösterir(di). Bunun istisnaları ol­
madı değil. Ama Abidin'in en yakınları da dahil, bunun içine eşi Güzin'i
de koyuyorum, Abidin katarının/treninin bütün kompartimanlarındaki
bütün kişileri, hiç kimse tanıyamadı. Tanımaları da mümkün değildi. Di­
yorum ya adam bir insan değil bin bir insandı. Abidin'in hem lokomotifi,
hem chef de train'i, hem kontrolörü, hem de her şeyi olduğu bir tren katarı
diyorum ya: Öyle aklınıza beş vagonlu ve "hızlandırılmış" (!) İstanbul-An­
kara "ekspresi" gelmesin: Bu trenin bir ucu var öbürü yok kardeşim. Dü­
şünebiliyor musunuz?

102 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Evet Abidin bir tür çekim merkezi oldu Paris'te de.
Şunu da eklemeli: Geldiği mekanda öteden beri Türkiye'ye, Türkle­
re ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik
bir "fascination" söz konusudur: "Admiration"dan öte, ondan çok fazla bir
şey bu. Evet Mustafa Kemal ilk günlerinden itibaren Fransa'nın "aydın"
çevrelerini "büyülüyor," "çekiyor." Onun Fransız tarzı ve hatta biraz daha
radikal laikliği, laikliğin "tutması" için kullandığı yöntemleri, kadın hakla­
rı konusunda yaptıkları, sıkı cumhuriyetçi ve elbette " Batı medeniyetinin
hayranı" olması ve daha bin bir nedenle. Fransa'da ve özellikle Paris'te
onun Fransız Aydınlanma H areketinin O rtadoğu'daki yeni temsilcisi oldu­
ğu biliniyordu ve bu da onun daha çok tututmasını kolaylaştırıyordu.
Nihayet onun çocukları olarak Paris' e gelenlerin tümü, tümüne ya­
kım, mükemmel Fransızcaları yanında gerçek birer "Avrupalı," "Fransız"
dememek için çünkü birçoğu Fransızdan daha Avrupalıydı o günlerde.
Evet her biri bir Avrupalı gibi davranıyordu. Zaten birçoğu "Fransız kültü­
rü ve uygarlığı" ile yoğrulmuş olduğu için Paris kültür çevresiyle "bütün­
leşmekte" herhangi veya özel bir engelle karşılaşmıyordu. O günlerdeki bir
Avni Arbaş'ı düşününüz örneğin. Bir fotoğrafına bakınız: Fransızdan daha
modern, daha çağdaş, daha Avrupalı.
Dahası Türkiye ve Fransa kültür dünyaları arasında öteden beri kar­
şılıklı bir alışveriş, karşılıklı bir etkileşim söz konusudur: 193o'lu yılların
başından itibaren Abidin'in yaşamını irdelerken bunun birçok örneğini,
somut işaretlerini ve ürünlerini gördük: İstanbul'a gelen ve yapıtlarını ta­
nıtanlarjtaşıyanlar, İ stanbul'a gelip kalanlar ve dönüşlerinde, Fransa'da ya­
yınlatmak üzere şair lerimizin eserlerini götürenler az değildi. O yıllarda ve
çok daha öncesinde İ stanbul'lardan Paris'lere kadar gelenlerimiz de eksik
değildi: Ressamlarımız, şairlerimiz, yazarlarımız, erkek ve kadınlarımız.
Karşılıklı bir etkileşim öteden beri sürgeliyordu.
Elbette Paris edebiyat çevreleri Türkiye'de şairler olduğunu bili­
yor: Büyük şair Nazım H ikmet ismi bu çevrelerde 1949 sonundan beri ye­
niden ve giderek artan bir ölçüde duyuldu. Fransızcaya çevrilen şiirlerinin
derlendiği kitap, 1952'de, bir yıldan beri elden ele dolaşıyor, okunuyor.
Tristan Tzara, Aragon, E lsa Triolet, Philippe Soupault, Jacques Prevert,

Asi D i N D i N o 1 03
Paul Eluard, Picasso, Jean Lurçat, Matisse, Andre Verdet gibi dönemin en
önemli şair, yazar ve sanatçıları Nazım'ı çok iyi tanıyorlar: Şiirlerinden,
yaşamından.
Direniş H areketi içinde hem fiilen askeri eylemiere katılan hem de
edebi uğraşlarıyla Direniş çocuklarının moralini yüksek tutan Aragon, El­
sa Triolet, Madeleine Riffaud, Eluard ve Tzara aynı zamanda savaş sonra­
sındaki ağırlığı, etkisi, gücü bilinen " Le Comite National des Ecrivains"in
en baştaki yöneticileridirler, gazetecidirler, yazarlıklarını ve şairliklerini ay­
nı sevinç, aynı coşku ve aynı kararlılıkla sürdüren insanlardırlar. .. N a­
zım'ın ülkesini terketmek zorunda kaldığı ve Moskova'da yaşadığı elbette
biliniyor. Şiirleri zaman zaman gazete ve dergilerde yayınlanıyor.
Ve nitekim, işte bakın 1952'de, çok güzel ve çok nadir bir kitap
okurlara sunuluyor: İsmi Echos: Bu kitapta Matisse'in elinden çıkma altı
harika litografı var. Ve onlara eşlik eden şiirler: Prevert'den, Andre Ver­
det'den ve elbette anladınız N azım Hikmet'ten. Sadece on beş adet olarak
hazırlanan ve özel kanalla satılan kitabın bütün giderlerini Matisse karşılı­
yor. Fernand Mourlot'nun matbaasında basılan kitabın bütün gelirleri ise
Saint-Paul-de-Vence'ın veremli öğrencilerinin tedavisi için kullanıla­
cak/kullanıldı. Burada ismi geçen Andre Verdet nam şair ile Saint-Paul-de­
Vence nam kasabayı bir kenara not edelim: Abidin'in yaşamında baş rolle­
ri oynayacaklar: Pek yakında.
Ama daha şimdiden Abidin'in yukarıda ismi geçen Fransa Cumhu­
riyeti vatandaşlarının (Böyle yazmak zorundayım: Çünkü aralarında Pi­
cassso gibi vatandaşlığa yeni alınanlar olduğu gibi Tzara veya Elsa gibi
"Fransız" ama yine de biraz, ne birazı canım epey "kendi coğrafyalarının
malı" olanjolduklarını duyumsatanlar eksik değil: Onlara ve kendilerine
özgü kişiliklerine saygı gereği böyle yazmak gerekiyor: En azından burada.)
birçoğunu iyi tanıdığını ve hatta birkaçıyla sıkı dost olduğunu biliyoruz.
Amınsatmak için not ediyorum: Tristan Tzara, Aragon, Elsa Triolet ("Abi­
din'le Ruşça en güzel dedikoduları yapmak Elsa için büyük zevk": Gü­
zin'den aktarıyorum.) Diğerlerine gelince, onlarla ve daha birçok başkasıy­
la Abidin çok kısa zaman içinde tanışacak can ciğer kuzu sarması olacak­
tır. Abidin bu kez Paris'e "kalmaya" geldi: Uzun boylu kalmaya.

10 4 PAR i s E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 993'E


B İ RİNCİ DU RAK: ŞARKI SöYLEM E K
Abidin Paris'e gelir gelmez Avni Arbaş'ı buluyor. "Avni, Abidin'in
Schola Cantorum'a yerleşmesini sağlıyor."
Abidin kimi yazılarında ve söyleşilerinde Roma'dan gelir gelmez
Schola'ya yerleştiğini belirtiyor ve bu yerleşmenin 1 9 5 6 sonunda, 1 3 , Quai
Saint-Michel'deki çatı katına, madem ki Güzin 1954 yazından itibaren ar­
tık temelli Paris'tedir, taşınmalarına kadar sürdüğünü ekliyor.
Bu, tam anlamıyla gerçekle örtüşmüyor. Belki söyleşilerinde ve ma­
kalelerinde kestirme yoldan ve hızla gitmek için böyle yaptı. Belki başka ne­
denlerden.
Ki onlardan biri artık anlaşılıyor: Sophie ile Roma'da başlayan ve
Paris'te süren, iki yıldan fazla bir zaman dilimini kapsayan ve yoğun bir bi­
çimde yaşadığı, aşkını saklamak arzusudur. Bu, belki bir zaman dilimi
içinde anlaşılabilir bir nedendi. Ve Abidin'i anlıyorum/anlıyoruz. Ama bu­
gün ve bu çalışma çerçevesinde hükmü kalmıyor. Çünkü amacım olanak­
larım ve kaynaklarım ölçüsünde Abidin'in hayatının bütün yönlerini orta­
ya çıkarmaya çalışmaktır. H emen eklerneme izin veriniz: Her şeye rağmen
her şeyi bildiğimi vefveya ortaya çıkardığıını da sanmıyorum. Çünkü Abi­
din'in hayatı öyle kısa yoldan ve kolayca "çözülebilecek" bir hayat değil. An­
latmaya çalışıyorum ya.
Sophie konusunda bir noktayı daha vurgulamak istiyorum: Güzin
epey zamandır Abidin'in Sophie ile aşkını Paris'te ve İstanbul'da tanıdığı
birçok insana anlattı. Bana da zaman zaman ve değişik yönleriyle bu konu­
daki anılarını aktardı. Şimdiye kadar birkaç kez onları sundum. Dikkatiniz­
den kaçmamıştır. Aniattıklarından bazı bölümleri de birazdan takdim ede­
ceğim. Yani bu aşkın artık Abidin'in zamanındaki gibi " sır" boyutu kalma­
dı. Dolayısıyla Güzin'i ve Abidin'i tanıyanların neredeyse tümüne yakını­
nın bildiği bir aşkı, Sophie gibi tutarlı bir kadını, bu çalışmada anmamak
anısına saygısızlık olacaktı. Abidin'in de bana hak verdiğini biliyorum.
Benim okuduklarımdan ama bilhassa dinlediklerimden ve araştır­
malarımdan şu çıkıyor:
Abidin, Roma'dan geldikten sonra kısa bir süre Schola'da kalıyor:
Belki birkaç gün, belki biraz daha fazla. Belki Avni Arbaş'ın oda-atölyesin-

ABiDiN DiNo 10 5
de. Belki o sırada boş olan odalardan birinde. Ama bir süre sonra ayrılıyor
Schola'dan ve Quartier Latin'deki ucuz otellerden birine yerleşiyor. Bunu
bana onu Roma'dan gelir gelmez tanıyan Fanchette ve Pierre Biro, ayrı ay­
rı anlattılar. H er ikisi aynı zamanda Abidin'in Paris'te Sophie ile olduğunu
da söyleyenlerdir. Bildiğiniz gibi.
Bu hipotez başka bir hipotezi olası kılıyor: Abidin Roma'dan tek ba­
şına geldi, bir süre Schola'da kaldı. Daha sonra, Sophie kendisine kavuşmak
için başkente varınca, oradan ayrıldı ve ucuz bir otele yerleşti sevgilisiyle.
Çünkü Abidin evlidir ve evli bir adamın o kadar Türkün ve dediko­
dunun bol olduğu bir mekanda sevgilisiyle kalması hoş olmaz(dı) . Dahası,
orada kalan herkes veya hemen hemen herkes Güzin'i de tanıyorken. Da­
hası Güzin'in 1953 yaz dinlencesinde Paris'e gelmesi de beklenirken . . .
Zaten çok manidar bir şey, Abidin'i gelir gelmez veya bir süre son­
ra tanıyan hiçbir Türk, Sophie'nin varlığını bilmiyor: Ne Albert Bitran. Ne
Taeettin Karan. Ne Fahri Petek. Ne de başka biri: Avni Arbaş belki biliyor­
du ama söyleşilerinde veya başka hiçbir vesileyle bu konuyu açtığını ne
okudum ne de duydum . . .
Buna karşın Abidin'i o ilk günlerinde tanıyan Fransız dostları Sop­
hie'yi biliyorlar, tanıyorlar. Hatta Abidin'i onunla birlikte tanıdıklarını söy­
lüyorlar.
O zaman? O zaman ortaya şu çıkıyor: Abidin bu işin dedikodusu ya­
pılmasın diye Sophie'yi Türk tanıdık, dost ve arkadaşlarından "gizledi."
Bu, biraz önce vurguladığım, Abidin'in insanlarla ilişkilerini "hüc­
relere," "katlara," "kompartımanlara" ayırma özelliğinin somut örneğidir.
Bu, aynı zamanda Güzin'in daha Roma'dayken "şühpelendiği" Sop­
hie meselesinin dallanıp hudaklanmasını geciktirdi. Ama Güzin'in yaz din­
lencesini geçirmek için 1953 yazında gelmesiyle başka boyutlar kazanacak.
Abidin'in Schola Cantorum'da ikinci bir dönemi daha var: Güzin'le
birlikte 1954 sonuna doğru yerleştikleri dönem. Bu dönem 1956 sonuna
kadar sürecek: Ve bu dönemde işte Abidin'in anlattığı, " İskoçya Kralı I I.
J acques'm, Paris sürgününde oturduğu iki oda isabet" edecektir Abidin ve
Güzin çiftine. Sophie'nin artık Abidin'den ve Abidin'in artık Sophie'den
temelli ayrılmasından sonra iç huzuruna kavuşmuş çifte.

ıo6 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 993'E


Roma'dan Paris'e geldiği o ilk günlerdeki Abidin'i Schola'da bulu­
yoruz. Avni ile mutlaka. Ve Abidin bu mekanı şöyle tasvir ediyor:
" B alzac'ın romanlarında rastlanan cinsten bir çeşit pansiyon, harap
saray yavrusu, iç bahçeli manastır kalıntısı bir şey . . .

Selim, Mübin orta katlarda, en üst katta i s e Avni A rbaş. Ayrıca Per­
tev Boratav, Mimar Oğuz, yüksek teraslı bu kervansarayda yer etmişlerdi.
Neden bunca Türk bir arada diye sorarsanız, geleneği romancı Necmi Gür­
men başlatmış, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Cahit I rgat (Ve elbette
onunla zaman zaman Paris'te bir araya gelen eşi Mina Urgan: Türkiye'nin
en ünlü "dinozoru." M Ş G ) ve daha niceleri sürdürmüştü. Gelen gidenimiz
çoktu, Fikret Mualla ile Albert Bitran bunlar arasında."
Schola Cantorum Türk sanatına büyük katkıları olan birkaç çiftin
tanışmasına da yol açmıştır: Bunlardan birini anmadan geçmek ayıp ola­
cak: Sabahattin Eyüboğlu hayatının aşkı ve yaşamının kadını Magdi ile bu­
rada karşılaştı, tanıştı, konuştu uzun uzun, sevişti ve anlaştı. Kardeş Mek­
tupları'nda zamanının Mecnun ile Leyla'sının (Özellikle Mecnun'u ilk ya­
zıyorum: Çünkü Leyla'sına "deli" olan odur burada) öyküsünü neredeyse
günü gününe izlemek olası. (Örneğin Sabahattin Eyüboğlu'nun 25 Şubat
1948 tarihli mektubu okunabilir: s. 26r-269. Mektup değil aslında kısa bir
" aşk romanı.")
Sabahattin Eyüboğlu'nun aynı mektubun dan, erkek ve kadınlarımı­
zın tadına doyamadıkları, çünkü bir tür kaçınılmaz baş belası "zehir," Türk
usulü dedikodunun da Schola'ya taşındığını öğreniyoruz. H em ne taşın­
mak! Kalıcı cinsten. Başa bela dedik ya!
Bir de " Fehamet Hanım" var ki aman aman: " Düşman başına! " Fe­
hamet mi Felaket mi? Belli değil. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun bas­
kı, sidik, ter, sopa, falaka yani kısacası kardeşlerim zulüm kokan devlet ge­
leneğini asla terketmek istemeyen Türkiye Cumhuriyeti'nin, hele onun o
sıradaki Paris büyükelçisi ve daha önce, vurgulama olanağı bulduğum Na­
zi hayranı Dışişleri Bakanlığı bile yapmış, N azi Almanya'nın Ankara'daki
Büyükelçisi von Papen'in "hediye ettiği" bir mercedese bile sahip olmuş
Nurnan Menemencioğlu gibi bir zat, bu kadar "bohem ve muhalif' sanat-

ABi D i N D I N O 107
çının, yazar ve şair gencin bulunduğu, yatıp kalktığı, sohbet ettiği, nefes al­
dığı bir mekanda muhbir bulundurmayacak. Şaşarım!
Ama acaba muhbir Fehamet H anım mı(ydı) ? Sabahattin Eyüboğlu
ondan şüpheleniyor. Ama kimbilir? Yoksa başka biri mi? H em neden
bir(i). Belki daha fazla sayıda(ydılar) .
Sabahattin Eyüboğlu, 29 Eylül 195o'de İstanbul'dan o sırada Paris'te
bulunan Bedri Rahmi'ye yazdığı mektupta aynen şunları belirtiyor, mektubun­
da isimlerini verdiği iyi haber alan kaynaklardan kulağına gelenlere dayanarak:
"Paris hafiye doluymuş. Mimlilerle fazla görüşmemek lazım! Babam (Rahmi
Eyüboğlu. MŞG)Ankara'ya gittiği zaman, Rıza (Rıza Engin: Bedia Cabbar Eyü­
boğlu'nun eşi. Ailenin eniştesi). Onu da ürkütmüş." (A.g.k., s. 315.)

RECEP ZERMAN
Hıfzı Topuz, Eski Dostlar isimli son derece yararlı kitabında "Mahalli
Memur Recep Bey'in Öyküsü" başlıklı özel bir bölümde (s. 236-238) anlatıyor:
" .. .ilk kez 1952'de Paris'e gittiğim zaman bazen başkonsolosluğa uğramak zo­
runda kalırdım O zaman da karşımda asık suratlı bir ufak memur bulurdum.
Yüzü hiç gülmez, herkese sanık gibi davranır, işçiler ve öğrenciler bu adamın
aksi davranışlan altında ezilirlerdi. Ben gazeteci olduğum için bana karşı böy­
le kaba davranışlan olmazdı... Ama ötekilere karşı Birinci Şube (Emniyet teş­
kilatında, paliste siyasi işlere bakan birim. MŞG) müdürü gibiydi. Herkesi sor­
guya çeker ve bir bityeniği arardı. O yıllarda Paris'te olan Abidin, Avni Arbaş,
Fikret Mualla gibi dostlarım bu adamın yüzünü görmek istemezlerdi."
Elbette. Nedeni ortada. Sözü yeniden H ıfzı Topuz'a bırakıyorum:
"Aradan yıllar geçti, 1959'da U N E SCO'da çalışmaya başladım, bir
gün başkonsolosluğa uğradım, baktım o sevimsiz adam yine gişede, vatan­
daşlan sorguya çekiyor. Tanıdığım konsoloslara kim olduğunu sordum,
adı Recep'miş, emekli bir subaymış, Paris' e gelip yerleşmiş ve bir Fransız­
la evlenip... kalmış. Bütün vatandaşları tanırmış, herkesin sicilini tutar­
mış. Diplomatlar, dışişleri personeli gelir geçer ama, Recep . . . 'mahalli me­
mur' olarak hep Paris'te kalırmış.
Hıfzı Topuz, yıllar sonra, 1998'de, İstanbul'da, Taha Toros sayesin­
de "eski harflerle yazılmış bir not defteri"ni ve bu defterdeki eski harflerle

ıo8 PAR i s E K i M 1 95 2 " D E N ARA L I K 1 993"E


Ziya Şav (so l da) ve H ı fzı Topuz ı gso'lerde. H • rz , Topuz Koleksiyonu

yazılı "rapor suretleri"ni görüyor. Sonrasını aynen aktarmalıyım, inanılır


gibi değil çünkü:
"Taha bey defteri alıp karıştırmış, defter Paris'ten Ankara'ya gönde­
rilen rapor suretleri, yani eski deyimle jurnallerle dolu. Jurnalleri gönderen
de başkonsoloslukta görevli emekli subay Recep Zerman. Bu Recep'in . . .
soyadını d a böylelikle öğrenmiş oldum.
Taha Toros,
' Ben, dedi, notlardaki bazı isimleri not ettim, belki sen tanırsın on­
ları. Raporlarda senin adın geçiyor! . .. "

Taha Bey birkaç isim söyledi, hepsini tanıyorum. Meğer bu tanıdık­


larıının arasında Recep'e . . . jurnal verenler de varmış."
Evet inanılacak gibi değil, ama aynen böyle: Başkonsoloslukta Os­
manlı geleneğini sürdüren "ufak bir memur" ve ona jurnal veren "birçok

ABi D i N D i N O
tanıdık." Hıfzı Topuz kibar insan, ince diplomat. Elbette jurnalcilerin isim­
lerini vermiyor. Ama anlaşıldı: 195 2'den, en azından, itibaren Schola'da ve
bizimkilerin gittikleri başka mekanlarda muhbir pek çok. Fehamet Hanım
gibi herkesten borç alan ve bin bir yalan atarak ödemeyen biri belki hiç te
ajanjmuhbirjjurnalci (Quoique?) değildi.
Peki kimler(di) jurnalciler? Hıfzı Topuz'a mutlaka sormalı. Belki
bu tipierin isimlerini ifşa etmenin zamanı gelmiştir? Arkadaşlarını, en ya­
kınlarını, Paris'teki sevimli insanların yüzüne karşı dost arkasından düş­
man olan bu adamların ve kadınların isimlerini uzun zaman saklamamak
bir yurttaşlık görevidir. Bunun da unutulmaması gerekiyor. Kibarlık, ince­
lik, diplamatea davranış hoş güzel de: H er şeyin bir sınırı var: Bilhassa za­
man içinde. H ıfzı Topuz'un bu isimleri uygun göreceği bir biçimde ve bir
zamanda duyurmasının gerçekten çok yerinde bir davranış olacağından
eminim. Bizzat kendisinin kitabında (s. 237) " 6 o'lı yıllarda bile nasıl bir
polis rejimiydi bu, düşünebiliyor musunuz? diyerek kınadığı rejimin ve
kalıntılarının silinmesi, silinip süpürülmesi için herkese, bilhassa bu tür
konularda bilgisi olanlara büyük görev düşüyor: H er türlü ajan, jurnalci,
muhbir açıklanmalı: Elbette Türkiye'de de gün gelecek ve polis arşivleri
açılacak. O zamanı beklerken elinde, defterlerinde, çekmecelerinde bilgi ve
belgesi olanların artık lütfen açıklamaları gerek. Başka "canlar yanmasın,
başka yuvalara ateş düşürülmesin" diye: Toplumsal sağlık, siyasi dürüstlük
ve her günkü yaşamda huzur için.
195o'lerin başında Abidin ve Avni ve mutlaka birçoğu daha, arala­
rındaki kimilerinin muhbir olabileceğini tahmin ediyorlar. Bazılarından
ise köşe buçak kaçıyorlar. Fikret Mualla'nın "kaçışı" ise başka nedenlere
bağlı. O ayrı konu: Abidin bunları Pikret Mualla ' da çok açık ve ayrıntılı bir
biçimde anlatıyor.
Fahri Petek'in bana anlattığı"öğretmenler" vakası da var: İlginç bir
polisiye olay. Birazdan göreceğiz.
A vni Arbaş'ın anlattığı bir hikaye var, tam burada bizi ilgilendiren
dönemde geçen, onu buraya hemen aktarmam şart:
" Bir gün Paris'te kapım çalındı. Hallandalı bir çift. Kendilerini tak­
dim ettiler.

110 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


- Biz Paris'te yaşayan yabancı uyruklu ressamların eserlerinden
oluşan bir sergi düzenlemek istiyoruz.
Modern Sanatlar Galerisi bunlara salonlar vermiş. Söyledikleri şu:
- Bulgaristan Büyükelçiliğine gittik, Paris'te yaşayan ressamlarının
adreslerini istedik. Verdiler. Sovyet Elçiliğine gittik, Yugoslavya Elçiliğine
gittik, velhasıl her devletin büyükelçiliklerille gittik ve adresleri topladık
Ama Türkiye Cumhuriyeti elçiliğine gittik ve yetkililer, 'Bizim burada res­
samlarımız yok, onları tanımıyoruz, onlar komünisttir' dediler.
Hallandalı çift şaşırmış kalmış :
- B i z sanattan bahsediyoruiz, politikadan değil dedik ama derdimi­
zi anlatamadık Sizin isminizi duyduk ve geldik. Lüfen tanıdığınız Türk
ressarnlara bildirir misiniz?
Durum bu. Arkadaşlara bildirdim. Sergiye katıldık Güzel de bir
sergi oldu.. O sergide Neşet (Günal olmalı. 1 948-1954 arasında Paris'tey­
.

di. M ŞG) vardı, Nedim (Günsür olmalı. O da 1 948-1954 döneminde Pa­


ris'te resim çalışmalarını sürdürdü. M ŞG) vardı. B aşka birkaç kişi daha."
( Başkaldıran Atların Ressamı Avni Arbaş Söyleşiler, s. 94-95.)
Bu kadar işte hikaye: Ve durum da işte bu kadar:
Burası Paris. Zamanlardan 20. yüzyılın ikinci yarısını geçeli epey
oluyor: Mars beni duyuyor musun?
Muhbirlere, jurnalcilere, ajanlara ve "mahalli memur"lara nanik:
Paris'te yaşamak güzel şey be kardeşim!

H ı Fzı ToPuz
Hıfzı Topuz'un Abidin'i 195o'de veya hemen öncesinde İstanbul'da,
Galatasaray Lisesinden arkadaşı ve gençlik arkadaşı Rasih Nuri ileri aracılı­
ğıyla tanıdığını daha önce belirttim Topuz da değişik kitaplarında, makale­
lerinde bu konuyu anlattı. Elele Derneğinin Abidin Dino'ya Saygı fHomma­
ge kitabında, Hıfzı Topuz'un kaleminden çıkan şu satırları okuyabiliriz:
"Abidin'le dostluğumuz 1952'den, benim Paris'ten ayrılmama, yani
1983 yılına kadar 31 yıl sürdü. Abidin'in hiç kavga edercesine tartıştığını
anımsamıyorum. Soğukkanlılığını hiç yitirmedi ve düşüncesini açık açık
söylemekten de hiç çekinmedi. Abidin'le herkes her şeyi konuşabilirdi. O,

ABi D i N D i N O III
ince zerafati ve nezaketiyle hiç kimseyi kırmamaya özen gösterir, kendine
ters düşen konularda karşısındakini dinlemekle yetinirdi. Kendi düşüncele­
rini açıklar, ama onları başkalarına kabul ettirmek için kavga çıkarmazdı. Ne
var ki karşı olduğu insanlarla tartışmamak için onları görmemeyi yeğlerdi."
Hıfzı Topuz'un burada anlattıklarının tümü doğru. Bunlar Abi­
din'in "mondanite" veya daha yaygın deyimle "toplum" içindeki davranış­
larını açıklıyor. Ancak Abidin bir "melek" te değildi. Tartıştığı, sesini yük­
selttiği zamanlar da oluyordu elbette. Bu tür davranışıanna H ıfzı Topuz'un
da tanık olduğunu vefveya duyduğunu biliyorum: Örneğin Kerem Topuz,
yani Hıfzı Topuz'un "yaramaz çocuk" oğlu vesilesiyle.
Ayrıca Abidin'in Güzin'le ender ama sıkı ağız kavgalarını da anım­
samak mümkün. Ben anımsıyorum.
Abidin'in "kavga" ettiği, ev-atölyesine gelmelerini "men ettiği" dost­
ları da oldu.
Ancak şu kesin: Gerek genel konulardaki gerekse siyasi meseleler­
deki tartışmalarında dinlemeyi, gerekirse uzun uzun dinlemeyi ve ikna et­
meyi tercih etti, yok etmeyi, ezmeyi değil. Bu da o günlerde ve bugün son
derece uygar bir davranış: Kabul etmek lazım.
Güzin o günlerin ve sonrasının Hıfzı Topuz'unu çok sevimli söz­
cüklerle anımsıyor:
" Hıfzı ile bir akraba gibi yakınlığımız var. Hıfzı sanki ailemizden
biri gibiydi her zaman. ilk geldiğimiz günlerden beri, hatta ben gelmeden
önce bile Abidin'le dosttu.
O sıralarda Türkler kapımızı çalmazlardı. Kapımızı çalmaya cesaret
edemezlerdi. Mimliyiz diye. Ama Hıfzı sanki hiçbir şey yokmuş gibi bize
gelir giderdi. Sanki her şey normalmış gibi bize dadandı. Ahbablık etti, evi­
ne davet etti, çağırdı, bilmemne. İstanbul'dan her dönüşünde bize mutla­
ka memleketten çok sevdiğimiz, özlediğimiz, özlemini çektiğimiz bir şey
getirirdi. Çok hoştu. Mesela bir sefer bize çavuş üzümü getirdi. Hiç unut­
mam. O zaman bizim için bu çok mühim. Çavuş üzümü bilirsiniz taptaze.
Nefis. Sonra başka bir seferinde Türk ekmeği getirdi.
Hıfzı çok ince bir insandır çok hoştur. Türkiye'den gelen tanıdıkla­
rıyla bizi tanıştırmaktan da zevk duyardı. Çetin Altan'ı örneğin bize Hıfzı

112 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Abidin, Çetin Altan ile Paris'te bir sergi s i n i n a çılış ında.

tanıştırdı. Elbette Çetin Altan'ın ismini biliyor, yazılarını okuyorduk, Tür­


kiye İşçi Partisi'nin(Tİ P) milletvekili olduğunu sevinerek izlemiştik. H ıfzı
tanıştırdıktan sonra onu hem beğendik hem de daha çok sevdik Çetin Al­
tan da iyi bir ahbabımız oldu. Paris' e her geldiğinde uğrayan bir dost." O
günlerde, ı 9 6 o'ların başında ve sonrasında Abidin ve Güzin ile ilişkisini
en dostça sürdürenlerden biri de Niyazi Ağırnaslı'dır. O da TİP'lidir bildi­
ğiniz gibi . . .

BAŞKA Ki M LER VAR?


195o'lerin başında ressamlanmız yanında, Paris'te belli sayıda öğ­
rencimiz de bulunuyor: Çoğu devlet burslusu. Daha önce isimlerini saydı­
ğım, Refik Eren, İlhan Koman, Neşet Günal, Sadi Öziş, Aykut Kazancıgil,
Gaye Baykal-Kazancıgil, Şadi Çalık, Ahmet Ramazanoğlu yanında o günler­
de veya hemen önce ve sonra gelenler de var: Turan Güneş gibi, Metin To-

Asi D i N D i N o
ker gibi, Doğan Avcıoğlu gibi, Sela­
hattin H ilav gibi. Her biri daha sonra
isimlerini duyuracak genç insanlar.
Kimi doktorasını yapmaya geliyor. Ki­
mi bilgi ve görgüsünü artırmaya.
Adalet Ağaoğlu'nu ve kardeşi Güner
Sümer'i de saymak lazım. 195o'lerin
sonuna doğru gelen başka öğrenciler
de olacak. Daha sonra başkaları da.
Elbette öğrencilerin "en büyük korku­
su" "öğrenci müfettişi"dir. Başkonso­
losluk'taki "Birinci Şube"yi pardon
Recep Zerman'ı saymazsak.
195o'lerin başında " Öğrenci
Müfettişi" Ahmet Kutsi Tecer'dir:
Bu kişi, Fahri Petek için ör­
neğin, " Sağcı ve yaramaz bir adam."
Ş air olduğunu biliyoruz. Öğrencile­
rin "kötü cereyanlara" kapılmaması
Abidin ve Güzin'in kadim dostu N iyazi için "Talebe Derneği" kurdurtur:
A�ırnaslı'dan Paris'teki dostlarına imzalı foto�raf: Metin Toker başkan seçilecek. Yöne­
" Dino'lar aziz ve sevgili çihine." i mzasını atmış
tarihi yazmayı unutmamış: ı o Kasım 1 9 64. tim kurulunda o sırada Paris'te bu-
lunan Sevim Tan bile görev alacak. ..
Metin Toker gazetecilik te yapıyor aynı zamanda. Herhalde Ulus'ta: Ekim
1952'de Londra'yı resmen ziyaret eden Adnan Menderes'i izlemek için Pa­
ris'ten Londra'ya geçecek. ..
Abidin Paris'e yerleştikten sonra solcu öğrencilerle çok iyi ilişkileri
olacaktır. Zaten bizzat Abidin öğrenci mahallesi Quartier Latin'in tam göbe­
ğinde oturmaktadır: Schola Cantorum, mahallenin ucuz otelleri ve hele 13,
Quai Saint-Michel'deki çatı katı ev-atölyesi Sorbonne'un hemen hemen ne­
redeyse bitişiğindedir. Abidin olsa "bitişiğindedir" diye yazardı. Biliyorum.
O yıllarda Paris'te okuyan öğrencilerden Abidin'le ilişkiye girme­
yenler "hal ve gidişten geçer not almayı" garanti ediyorlardı. Öğrenci mü-

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


fettişliği çevrelerinde, büyükelçilik ziyafetlerinde, "kabullerinde," ve mutla­
ka başka vesilelerle bu açıkça belirtilebiliyordu.
Abidin'le ilişki kuranların bir kısmı için ise bu, sol taraflarda hele,
bir tür "han-service" veya "iyi hal kağıdı" veya "engage" olmanın simgesi ola­
rak "taşınıyordu. "
Evet Abidin öğrenci takımı için d e bir çekim merkeziydi. Zaman
içinde birçok insan göründü Abidin'in yanında:
1959 sonundan itibaren Ferit Edgü. r96o'ların ortasından başlayarak
Hüseyin Çelik. Biraz sonra artık yetişkin bir genç kız olarak Gaye Petek:
"Çat kapı Abidinlere. "
Sorbonne öğrencisi Gaye için Güzin'i ve Abidin'i ziyaret başlıbaşı­
na bir zevk. H ele çay saatinde.
197ı'de üniversitede okumak için gelen Nedim GürseL Nejat Firuz.
Ve daha birçok isim. H epsinin ismini sıralamak uzatacak işimizi.
Paris'e zaman zaman ama neredeyse düzenli aralıklarla uğrayan
pek çok insan da var: Eski tanıdıklardan, yenilerden:
Örneğin şimdiye kadar defalarca isimleri geçen, ama maalesef ve
yanılmıyorsam, hiçbir zaman aynı dönemde Paris'te birlikte olamayan Sa­
bahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu kardeşler: H er zaman can, insancıl, her
zaman sevecen ve kardeşçe.
Abidin'in pek iyi ilişkileri olmayan ama herhalde karşılaşhğını tahmin
edebileceğimiz sanatçılardan Zühtü Müridoğlu, Hadi Bara ve başkaları ...
Bunların bir bölümü Abidin'den köşe buçak kaçan insanlar da ola­
biliyor:
En çarpıcı örnek bu konuda Tevfik Fuat Kent'tir: H ani Abidin'in
193o'ların başındaki can ciğer arkadaşı. H ani Güzin'le birlikte Mecitö­
zü'nde sürgün Abidin'e soğuk kış günlerini ve bilhassa gecelerini rahat ge­
çirebilmesi için gemici gocuğu gibi bir kazak gönderen dost. Ama korku
dağları tutunca, Paris'te cesaret edemez Abidin'i ziyaret etmeye. Rasih Nu­
ri İleri'nin de çok iyi tanıdığı Tevfik Kent, işin garibi o sıralarda Arif Dino
için bir kitap yazma hazırlığı yapıyormuş ve Rasih Nuri İleri, bana anlattı­
ğına göre, ona bu iş için bilgiler ve kimi belgeler bile vermiş: "Ama bu ki­
tap yazılmadı."

ABi D i N D I N O ns
Doktor Safter Tarin gibi resme meraklı kişiler de yaşıyor zaman
zaman Paris'te. Abidin'le bir ilişkisi oldu mu? Fahri Petek ile sohbetle­
rimden Abidin'in belki onu tanıdığını ama düzenli bir ilişkisi olmadığını
söyleyebilirim.
Doktor Safter Tarin Fahri Petek ile çok iyi arkadaştır. İkisinin ve da­
ha sonra "polis olduklarını" bizzat Fahri Petek'in bana söylediği biraz ga­
rip "öğretmenlerle" rakı sofrasında çekilmiş fotolarını yine Fahri Petek
gösterdi ve hediye etti. Bu fotoğrafta yedi kişi var: Altısı çilingir sofrasının
etrafında sıralanmış, biri ayakta. Belli poz veriyorlar. Çeken kirndi acaba?
H epsi cepheden. Eh! Artık ve mutlaka "Arşiv"de yerini almıştır. Fahri Pe­
tek, Safter Tarin'i tanıyoruz. Ayaktaki gencin "futbolcu" yani ve güya "ne
sol ne sağ anlamında bir öğrenci" olduğunu Fahri Petek söyledi. Diğerleri
şunlar, Fahri Petek takdim ediyor:
Solda, sağ elinde sigara, gözleri kapalı olan: Fazıl Akmansoy. " Rakı
sofrası zaten onun otel odasında" kurulmuş. Onun hemen yanında Fahri
Petek: Sol eli çenesinde ve alaylı bakıyor. Petek'in biraz arkasında tebbes­
süm eden biri: " Kürt asıllı bir doktor" diyor Petek. Sonra " İstanbul'dan li­
se öğretmeni, ismini hatırlamıyorum." Sonra yine bir öğretmen: Petek
açıklıyor: " İ şte MiT ajanı buydu. Bu da öyle: Bu adamlar konsoloslukla çok
alakası olan adamlardı. Bizim aramıza girdiler. Ve bir ay sonra kayboldu­
lar. Gerçekten bir ay sonra koyduysan bul! " Nihayet Doktor Safter Tarin.
Gülüyor ve profilden Antony Quinn görseydi ikizi sanırdı diyesim geliyor.
Biz zaten onu konuşmuyor muyduk? Evet Doktor Safter için Petek
şunu söylüyor: " Suratı çok güzeldi. TKP'li değildi."
Olabilir. Ama 1944-1945'teki İGD (İleri Gençler Derneği) üyesi ol­
makla suçlanarak gözaltına alındığını ve birçok arkadaşıyla birlikte açılan
davada yargılandığını ve nihayet, "İ G D'ye girmeyi kabul etmediği" için be­
raatine karar verildiğini biliyoruz.
Parisli yıllarında resme merak sarıyor. Örneğin Fikret Mualla'dan
resim alıyor ( " Sakallı Adam ve Kız" suluboyası ondadır mesela) , Hıfzı To­
puz ve birkaç arkadaşıyla Mualla'yı, son yıllarını geçirdiği köyde ziyareti sı­
rasında. Belki daha önce ve daha sonra da . . . Paris'e yolları düşen, zaman
zaman uğrayan ve bir süre kalan başka isimler de var. Celal Sılay, H aşmet

ıı6 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Akal, Hulusi Meran, Feridun Çölgeçen gibi gelip geçenleri de. Gelip geçi­
yorlar ama isimlerini, anılarını ve izlerini bırakarak.
Örneğin Doğan Avcıoğlu ilk geldiği günlerde tanıştığı kimi öğrenci
dostları tarafından "yolunmak üzere" pakere davet ediliyor. Ama işe bakın
ki "Bu çocuk çok iyi oyuncu" çıkıyor ve O öbürlerini tavuk gibi "yoluyor."
Fahri Petek anlattı.
Veya Feridun Çölgeçen, beş parasız geldiği Paris'te karnını doyura­
bilmek, üç-beş kuruş kazanmak için bin bir yol deniyor: Örneğin Opera
Meydanı'nda Paris Opera binası önünde opera için bilet almak umuduyla
kuyrukta bekleyen turistlere "bunlar opera bileti" otobüs bekleyen turistle­
re, "otübüs bileti bunlar," diyerek hemen durakta herkesin geliş anma gö­
re ve ücretsiz aldığı, kuyruktaki sıra numarasını belirten "fişleri" "okutma­
sı." Veya her gün değişik bir kimlikle ve zaman zaman kendisine Güney
Amerika'da ismi az duyulmuş bir devletin aristokratik unvanıarını ve isim­
lerini uydurarak dul veya orta yaşlı turistlerle "gezmesi . . . " Bu hikayeler bit­
mez . . . Aktör olacak Çölgeçen gözünden belli olur denir ya aynen öyle. Tür­
kiye'ye dönüp o hep bildiğimiz ve özellikle anlayışlı baba veya dede rolle­
rinde hayran olduğumuz Feridun Çölgeçen olmadan önce, kimi kaynakla­
ra göre, örneğin Fahri Petek'in bana anlattıklarına bakılırsa, Paris'ten son­
ra bir de, ABD turu atacaktır. Alem adam vesselam.

ŞAiRLE R İ M i Z DE V AR
Evet aman sakın unutmayalım: Şairlerimiz de geliyor Paris' e. Kalı­
yor. Ve sonra dönüyorlar geldikleri yerlere:
Attila İlhan en bilineni. Abartmalı bir biçimde anlattığı, Paris gün­
lerini Abbas Yolcu'da okumak mümkün.
Abartmalı çünkü: Paris sanki Abbas yani Attila İlhan bu kente ayak
basar basmaz Paris oldu havası veriyor. Abartmalı çünkü Parisli bütün "ko­
ruklar" sanki Abbas baktı diye "üzüm" oluyor: Oysa hem bu kitabından
hem diğerlerinden anlıyoruz ki Abbas yani Attila İlhan tek salkım "üzüm"
bile yiyememiş bu bela kentte. Bırakın yemesini dalından koparamamış,
koklayamamış bile. Ama öyle bir anlatıyor ki sanırsınız bütün eecilialar ve
bütün Georgetteler Abbas'ın pardon Attila'nın önünde kilim. Pes! Kimi bil-

ABi D i N D i N O
gi ve maddi hatalarını da saymayalım, geçelim. Çünkü bir tür tarz-ı edebi­
yat denemesi olarak değerlendirilmesi gerektiği için hoş görülmesinde
hem fıkiriz. Bu açıdan ve o günlerin pek çok "kahramanını" unutulmaz kıl­
dığı için Ş air'e şapka!
Ama her şair Attila İlhan değildir. Onun kadar çalışmaz, yazmazlar.
Ve çok çalışanları ve çok yazanları da kıskanmazlar:
Huzurlarınızda Can Yücel. O günlerde sakalım uzatıp uzatmadığı­
nı bilemiyorum ama Paris' e geldiğini, Schola Cantorum'da Selim Turan'ın
odasında kaldığını biliyorum. Çünkü Can Yücel de izini bırakıverdi: Scho­
la duvarlarında yankılanır sesi. Evet Schola'nın artık ağaçları epey seyrek­
leşmiş o "iç bahçesinde" sesini duymak hala mümkün: Kulaklarını açma­
sını bilenler için: İşte:

" ı948'de
Resmi çok sevmiştim
Natürmort olacaktım
neredeyse
Londra'dan geldiğimde Paris'e
Turnerler ve Sisleylerle
Schola Kantorum'da (Aynen. M Ş G ) bir gece
Ben ki Matisse'i de bilirim
Picasso'yu da
Mahsus söylüyorum böyle
Selim'i, Şahika'yı tanıdım
Oh dedim de o küçücük odada
Yağlıboya kokusunu çektim
bumuma
Bir rahip bir rahibe
Hiç konuşmadılar bana
anlattılar
Mikrokozmos neymiş
makrokazmos neymiş ... "

n8 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 993'E


İ şte böyle Can Yücel'dir bu: 1948'de Paris'e gelince şiirini patlatır
böyle. Daha önce de daha sonra da geldi gelecek Paris' e: Abidin'in 1 94o'la­
rın ikinci yarısının gençlik anılarıyla birlikte . . .
Can Yücel, temelli yerleşmemekle birlikte 195o'lerin başında Pa­
ris'le birlikte anılanlardandır.

YOLDAŞLARIM
Abidin'in TKP'li olduğunu unutmamak lazım. Paris'e geldiğinde,
Paris' e daha önce ulaşmış ve TKP'li olan, veya yakın geçmişte TKP için mü­
cadale etmiş militanlar da bulunuyor.
"İleri Jön Türkler Birliği"nden (İJTB) ve " N azım Hikmet'i Kurtar­
ma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi"nden deneyimli genç, kültürlü, oku­
muş-yazmış, Türkiye'de kimi siyasi faaliyetlere katılmış, kiminin önderli­
ğini üstlenmiş, heyecanlı, delikanlı, hapis bile yatmış alanlarıyla, sevimli
insanlardır bunlar:
Evet aralarında artık Gün Benderli-Togay ile Necil Togay yok: Çün­
kü onlar bir süre önce Paris'ten Budapeşte'ye geçtiler: Budapeşte Radyo­
su'nun Türkçe Bölümünde çalışmak üzere.
Ama işte size Vartan İhmalyan, Barkev Şamikyan: İkisi de Paris'te­
ki Ermeniler tarafından tanınan ve sevilen.
Taeettin Karan, Adil Yağcı, biraz önce isimlerini andığım Fahri Pe­
tek ile " Doktor Safter" (Safder diye yazanlar da var) , yani Safder Tarin, Ke­
mal Baştuji ve hanım arkadaşı ve pek yakında evleneceği J acquline B aştuji.
Doğan Aksoy: Bavulları elinde ve her an Paris'i terkedebilir: Bil­
hassa " B ir Doğu ülkesine gitmek isteğiyle yanıp kavruluyor çünkü.
Ağustos 1 9 5 ı 'de karşılaşır karşılaşmaz N azım Hikmet'le, ona hemen, " N e
olur Nazım Abi, kurtar beni b u Fransa'dan" diyecektir. Ama TKP'nin o
günlerdeki yurtdışı sorumluları herkese öyle kolay kolay yüz vermezler.
Hele bir de babanız valiyse! Komünist, inanmış ama yöneticilerin ağız ta­
dına göre bir parça fazla inanmış komünist bile olsanız "kapanır el kapı­
ları." Bonjour tristesse!
Turan Dayran ve kısa bir süreliğine Paris' e gelen ve " İdeal Hotel'' de
sesini, bir aynada yüzünü, anılarını ve izlerini bırakan Sevim Tan.

ABi D i N D i N O 119
Bir ara Paris'ten geçen Ulvi Uraz ve eşi, ABD'den yeni gelmiş veya
gelmekte olan Rosette (Rozet) Avigdor-Coryell.
Artık evlendiği ve yerleştiği ABD'den sıkılınca zaman zaman Pa­
ris'e uğrayan Nilüfer Mizanoğlu-Reddy ve diğerleri. İ simlerini unuttukla­
rım varsa, bağışlamalarını rica ediyorum.
Abidin'in Paris'te bu gruptan insanlarla, bu militanların bir bölü­
müyle, değişik zamanlarda, değişik düzeylerde ve kimi zaman son derece
düzenli ve sıkı ilişkileri oldu. Bu ilişkiler demetini, bu çalışmaya başladı­
ğım yirmi yıldan bu yana, günü gününe, yılı yılına düzenli bir biçimde sı­
ralamak kolay olmadı. Kimi bulgularımı aktaracağım. Bu konuda bana en
başta Fahri Petek yardımcı oldu. Ona bin bir teşekkür borçluyum. Abi­
din'le tanışmalarını ve sonrasını yeri geldiğinde aktaracağım. Abidin'in bu
takımdan olup ilişkisini hiç koparınadığı birkaç isimden biridir Fahri Pe­
tek. Öbürlerini de şimdiden söylemeli: Kemal Baştuji ve eşi J acquline.
Abidin birkaçıyla daha ilişkisini sürdürdü. Ama daha uzaktan ve da­
ha az sık bir tarzda.
Taeettin Karan da söyleşilerimizde bana çok şey anlattı. Hepsini bu
kitaba alınam olanaksız. Ama bir bölümünü de aktarmak şart. Sırası gel­
mişken ve isterseniz onunla başlayalım:
Taeettin Karan, Adana'nın sıcağında kavrulmuş bir karadır. Evet
gerçekten " Kara" /"Siyah." Yani kardeşlerim Taeettin Karan Araptır. İnan­
mayan Adana'nın ileri gelenlerinden sorabilir. Babası bölgenin sözü dinle­
nen, saygı gösterilen insanlarından biridir. Aile zengindir: H em Karan ai­
lesi hem de değişik soyadlar taşısalar bile amcalar ve diğer akrabalar.
Biz zaten Tacettin'e daha lise öğrencisiyken Adana'da rastlamıştık
Arif Dino'nun çevresindeki gençlerden biriydi, anımsayacağınız gibi. Daha
çocuk yaşta komünizme aşık oldu Tacettin. Böyle aşk ta hani az bulunur.
İ stanbul Üniversitesi, TSEKP, tutuklamalar derken kendini bir zulüm ak­
şamının sabahında Paris'te buldu.
Bunu Attila İlhan anlatır çok iyi bir biçimde: Abbas Yolcu'da. Bana
laf düşmez.
Ve Paris'te ilk tanıştığı insanlardan biri Fahri Petek'tir. Çünkü
onun o günlerdeki otel odası ülkeden çıkabilen komünistlerin Paris'teki ilk

120 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993'E


durağıdır: Gare de Lyon'dan hemen sonraki durak. " Terminus tout le mon­
de descend" der trendeki ses ve genç komünist kendini Petek'te bulur.
Bu Fransızlar müthiş kardeşim: Her şeyin çaresini yaratmışlar: İşte metro
diye bir şey var burada acayip!
Sonra İJTB, TKP ve bir dizi iç çatışmalar. Sorbonne'da ne iyi ki
Fransız Komünist Partisinin öğrenciler için oldukça çok sayıda üyeli bir
hücresi var: O zaman Tacettin, Kemal Baştuji ile hemen girerler F KP'ye. O
günkü "Sorbonne Hücresi"nde üye Jacquline (Daha sonra Baştuji), " Hüc­
remizde herhalde elli kadar öğrenci vardı" dedi.
Yani nasıl olur hem TKP'li hem de FKP'li olmak? TKP'den "üyelik
kartı" istediğiniz zaman o günlerde " Kart yok" yanıtı veriliyor. " Peki üye ol­
duğumu nasıl ispat edeceğim" diyerek üsteleyene ise, "Sen öyle bil! " yanı­
tı yapıştırılıyor. Taeettin Karan bu, Adanalı adam kardeşim, ille kart ister.
Ve kartını, onca arzuladığı kartını, F KP'den alır.
Ama yine de yıllarca hem TKP'li hem FKP'li olarak yürüttü bu işleri.
Bir Mayıs 2oo7'deki söyleşimizden bir bölümünü sunmanın zamanı geldi:
M Ş G : 1 9 5 1 sonunda ve 1952'de, İJTB içinde tartışmalar, çekişmeler,
ayrışmalara doğru gidişler ve ayrılmalar baş gösterince TKP aranızı bul­
mak, işleri düzenlemek i çin Paris' e birtakım insanlar gönderdi mi?
TK: Tabii, Sevim'i (Sevim Tan) gönderdi bir. Ama bana veya her­
hangi birimize "Sevim'i göndereceğiz veya gönderiyoruz türünden bir
haber iletilmedi. Ama Sevim geldi ve " Sevim'i parti gönderdi" dediler. Ben
de tamam dedim. Kabul ettim. Yani yine o " Sen öyle bil! " yöntemi. Ama
olsun ne yapalım. H atta ben sevindim aslına bakarsanız. Ben disiplinli,
gerçek bir komünistim. Sevim'i madem partim göndermiş. Ben onun em­
ri altına girdim.
M Ş G : Sevim Tan fazla kalarnıyar Paris'te: Mayıs 1 9 5 o'de geliyor ve
1 9 5 ı'de İ stanbul'a dönüyor. Oradaki işlerini tamamladıktan sonra, 2 6
Ekim 1 9 5 ı 'de tam çıkmak üzereyken, Galata'da gemiye biner ayak, gözaltı­
na alınıyor. Sonra o bilinen TKP tutuklamaları başlıyor.
TK: Doğru. Bizim aramızdaki sorunlar zaten 1 9 5 ı 'de başlamıştı.
1 9 5 1 sonunda Fahri'nin (Fahri Petek) mektubu hadisesi çıktı. Fahri bu
işe bozuldu ve İJTB ile ilişkisi sarsıldı ve sonra da ayrıldı. Veya ilişkilerini

AB i D i N D I N O 121
askıya aldı diyelim. Fahri Petek'i yeniden bu işlere katmak için TKP hiç
kimseyi göndermedi. Katiyyen.
M Ş G : Fahri Petek'in mektup meselesi nedir?
TK: Fahri, son derece candan bir insan, sen de biliyorsun, Türki­
ye'den gelen, " Ben Türküm" diyen herkesle can ciğer olan bir iyi insan.
Hem komünistim diyor hem de her türlü insanla arkadaşlık ediyor. O za­
man hiç istemediği, hiç istemediğimiz işler geliyor başına: Örneğin pek ta­
nımadığımız birtakım insanlarla bir gün cafelerden birinde kağıt oynar­
ken, öğlen yemek saati geldi diye hızla çıkıp üniversite lokantası mı neyse
öyle kantin türü bir yere koşturuyor. Ama o sırada kağıt oyunundaki kaza­
nan ve kaybedenierin puanlarını yazdığı bloknotunu o masada unutuyor.
Eh! Körün istediği bir göz Fahri verdi sana iki göz meselesi. Oradaki polis­
lerden, yani kendilerini "öğretmen," " devlet memuru" veya başka bir bi­
çimde tanıtan sivil hafıyelerden biri bloknotu yürütüyor. Meğerse aynı
bloknotta Fahri'nin İstanbul'daki annesine yazdığı bir mektup ta var. Ve
birkaç gün sonra mektup M iT aracılığıyla bir, belki birkaç gazetede yayın­
landı. Ve kıyamet koptu: İ şte " Paris'teki komünistlerin melaneti" veya " Pa­
ris'teki komünistleri teşhir ediyoruz" türünden yayınlar.
Biz hemen Paris'te bir toplantı düzenledik Fahri, Kemal, Doğan
ve ben. Fahri böyle süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Elleri dizlerinin üs­
tünde, boynu sola doğru eğik, boynu bükük, sessiz. Kemal ve Doğan yük­
lendikçe yükleniyorlar. Ben o sıralar İ JTB genel sekreteriyim, Fahri'ye
hakaret edilmesine, böylesine saldırılmasına izin veremem dedim. Ne
hakla. Fahri bir hata işlemiş, ne yapalım, herkesin başına gelebilir. . . Se­
vim o sırada Paris'te değildi. İ stanbul' da gözaltındaydı. O bela tutukla­
malar vardı ve sürüyordu. Gün de burada değildi. Ben Fahri'yi savun­
durn ama sorunu çözernedik

PARis'TE SABİHA S E RTEL


M Ş G : Fahri Petek'in bana, "Bunun üzerine aramızı bulmak için Sa­
biha Sertel gönderildi, geldi" dedi. Sabiha H anım neler yaptı?
TK: Evet Sabiha Sertel geldi. Ama aramızı bulamadı ki.
M Ş G : Sizi Paris'in bir banliyösündeki evine yemeğe davet etmiş.

122 PARis: E K i M 1 95 2 " D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Yanında Zekeriya ve Yıldız Sertel de varmış. Zekeriya Sertel karışmıyor,
çünkü "komünistleri sevmez" dedi Fahri Abi.
TK: Doğru. Bak onu anlatayım: Toplantı halindeyiz. Yine çekişiyo­
ruz. Fahri, Doğan ve ben. Kemal yoktu. Sabiha Hanım bir çözüm bulmak
için çabalıyor. O sırada Zekeriya Bey duşunu almış, toplantı yaptığımız sa­
lana geldi, böyle bir kanapeye oturdu, bizi dinlemeye başladı. Biz köpekler
gibi birbirimizi yiyoruz. Ama ne denilirse denilsin, neticede bir türlü soru­
nun üstesinden gelemiyoruz.
Şunu da söylemem lazım: Zaten Sabiha Hanım'ın da pek gücü yok­
tu. Zavallı Tan baskınının yapıldığı gün ve sonrasında yaşadıklarından, ya­
ni o rezzillikten, o akıl almaz zulümden biraz hastalanmıştı. Tan baskını
sırasında saldırganların "onu çırılçıplak soyup, kızıla boyayacağız, işte bil­
memneyle vücuduna tüy dikip sokak sokak dolaştıracağız" gibi tehditleri,
sonraki gözaltı, hapis, dava aşamaları ve bilhassa o büyük gözaltı sonucu
morali çok bozulmuş, hastalanmıştı. Türkiye'den çıkar çıkmaz Sabiha Ha­
nım, eşiyle, İtalya'ya bunun için gitmiş zaten. Doktora görünmüş, bir süre
tedavi edilmiş. İtalya'da uzun boylu kalmadılar: Belki bir yıl kadar. Belki
daha az. Paris'e 1952'de geldiler.
İşte bu durumdaki Sabiha H anım bir türlü ağırlığını koyup işi so­
nuçlandıramıyordu. Yıldız dersen onun da maalesef yapabileceği fazla bir
şey yoktu. Biz çekişiyoruz kendi aramızda ve Zekeriya Bey de seyrediyor.
Ben bir ara dayanamadım, ona döndüm ve şunu dedim:
- Zekeriya Abi bir şey söyleyin, bir yol gösterin de bu işi çözümle­
yelim, bir çaresini bulalım, yoksa birbirimizi yiyip bitireceğiz.
Ne dese beğenirsin?
- Ben komünist değilim, sizin işinize karışamam!
Benim bir tepem attı, bir tepem attı sorma. Adanalı damarım işte
bu olmalı:
- O zaman sen burda ne oturuyorsun, burada biz gizli bir TKP'nin
gizli bir toplantısını yapıyoruz!
Kem küm etti. Ben bastırdım:
- Niye oturuyorsunuz burada, bize guguk kuşu gibi bakıyorsunuz
çıkın gidin!

ABi D i N D i N O
Adamın evindeyiz ve işe bak adamı kendi evinden kovmaya kalkı­
yorum. Olacak iş mi? İ şte gençlik.
Ve kibar adam ne yapsa beğenirsin: Kalktı kanapesinden ve salo­
nundan çıkıp gitti. Başka bir odaya geçti.
Toplantı bitti, biz de çıktık. Dönüş yolunda Doğan kahkahalarla gü­
lüyor ve bana:
- Ulan sana hayranlık duyuyorum be! Adamı evinde kovdun brava
demesin mi?
Oysa ben Zekeriya Sertel'i çok seven bir insanım, bu hareketi na­
sıl yaptım diye kendi kendimle hesaplaşıyorum ve çok üzgünüm, Doğan da
kalkmış bu işin şakasını yapıyor:
- Siktir git lan deyyus deyiverdim.
Gerçekten çok üzgündüm Ve hemen ertesi sabah Sabiha Abla'ya tele­
fon ettim ve özür diledim. O da bana, "Canını sıkma, siz daha çok gençsiniz"
filan dedi. Hatta o kadar seviyor ki bizi, bana, "Ben sana zeytinyağlı yeşil fasul­
ye yapayım, eve gel, barışırsınız" dedi. Ama utancımdan hemen gidernedim
Daha sonra da Serteller ayrıldılar Paris'ten. Bir daha görüşernedik yani. Keşke
diyorum Zekeriya Sertel'i görüp bizzat özür dileseydim. Ayıp ettim kısacası.
O dönem Sabiha ve Yıldız Sertel ile birlikte çalışıyorduk. Sık sık gö­
rüşüyorduk. Sabiha ve Yıldız Sertel İJTB'nin ve TKP'nin aktif üyeleriydiler.
O toplantı gecesinden önce de birlikte birkaç şey yaptık: Mesela bir seferin­
de bir çağrı yapacağız, bunun için bir metin yazmamız lazım, içimizde en
iyi Sabiha Abla yazar deyip, kendisinden rica ettik. Yazdı. Ama hiç tutar ta­
rafı yok. Perişan olduk. O kadar sevdiğimiz, Tan'daki yazılarını su içer gi­
bi okuduğumuz Sabiha H anım, yani Tan gazetesinin o müthiş kalemi git­
miş, başka bir kalem yazmıştı bunu. Kullanamadık maalesef o çağrı yazısı­
nı: Hatta ben bizzat gidip kendisiyle görüştüm:
- Yahu abla bu ne yahu dedim. Bu hiç olmamış.
Ü züldü filan.
- Yeniden yaz abla, şu şu cümleleri . . .
Yazdı ama, bu, bizim taptığımız, yazılarına hayran olduğumuz Sa­
biha Ablamızın kalemi değildi artık.
Evden çıkarken Yıldız geldi, beni kenara çekti ve

12 4 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


- Taci, annerne böyle çıkış yapma, morali çok bozuk, hasta görmü­
yor musun dedi.

" D E PLASMAN" KEMAL


M Ş G : Kemal B aştuji o gün neden toplantımza katılmadı?
TK: O ilk değil ki. Kemal çok sevimli bir yoldaşımızdı. Ama çok
kötü bir huyu vardı: Toplantı yapacağız mutlaka katılmalısın der, Ke­
mal'e haber veririz. O da "Tabii gelirim" derdi. Derdi demesine ama sık
sık toplantılara gelmezdi. Genellikle toplantılara katılmazdı. Kötü hu­
yu bu. O sıralarda ekmek parası kazanma derdine düşmüştü: Bin bir tür­
lü iş yapıyordu: Bilhassa duvar boyacılığı. Zaten daha sonra ressam ola­
cak ya. Ama sadece bu değil, Kemal biraz da dalgacıydı. Toplantıya gel·
meyince sorardık Kemal'e:
-Oğlum niye gelmedin?
-Yav sorma deplasmandaydım.
Yani bir boyacılık işi bulmuş kalkıp diyelim Paris'in bir banliyösü­
ne gitmiş, o zaman toplaptı moplantı mı kalır Kemal için? Sorun bu.
Bir defa "deplasmandaydım," iki defa "deplasmandaydım" deyince
kendi kaderini kendisi çizmiş oldu ve adı " Deplasman" Kemal olarak kaldı.
Kemal biraz dalgacı, biraz tuhaf bir çocuktu. Ama bir kadın görme­
sin hemen bir kedi gibi mıyavlamaya başlar, yılışır, mıymıy, mıymıyıntı bir
hale girerdi, yumuşak, yumuşacık ki evlere şenlik.
M Ş G : Abidin'le ne zaman karşılaştınız Paris'te?
TK: Abidin'le herhalde Paris'e gelir gelmez karşılaştık. 1952'de bel­
ki 1953'ün hemen başında. Ben zaten kendisini Adana'dan tanıyordum.
Abidin'le Paris'te uzun zaman çok yakın ilişkim oldu. H atta bir ara ailece
görüşürd ük.
Sana bir hikayemizi anlatayım: Abidin cömert bir adam, biliyorsun,
bize akşam yemeğine davet ettik. Güzin'le geldiler. Abidin'in elinde yeni
yaptığı her halinden belli, neredeyse mürekkebi daha kurumamış bir de­
sen, o kadar ki deseni kuruması için açıkta getirmişti. Zaten biliyorsun on­
lar o sırada Quai Saint-Michel'de oturuyorlar. Biz de Rue Monsieur le Prin­
ce'de. Bir taş atımbk mesafedeyiz yani. Eşim ve ben deseni çok sevdik. Ben

As i D i N D i N o
Abidin resimlerinin tartışmasız hayranıyım öteden beri. Eşim biraz daha
az. Ama kibar kadın Jacquline, deseni aldık, yemek yiyeceğimiz masanın
karşısında herkesin göreceği bir yere yerleştirdik Yemek saati geldi. Küçük
kızımız da bize katıldı. Masaya oturduk. Yemeğe başladık. Bir ara bizim
küçük kızın gözü desene ilişti ve ne dese beğenirsin?
- Ne kadar kötü bir şey bu böyle! Bu da ne?
- Aman kızım bunu Abidin arncan yaptı, ressamdır filan dedik ama
bizimki başka havalarda ve kalktı bir de şunu deyiverdi:
- Ben daha iyisini çizerim!
Artık söylenecek söz kalmamıştı ve hepimiz makaraları koyverdik
Güzin hariç. O her zamanki ciddiyetiyle, kapkara gözlüklerinin arkasından
hepimizi ama bilhassa bizim küçük kızı şööööyle tepeden tırnağa uzun
uzun bir güzelce süzdü. Aman nasıl korktuk bilemezsin. Yanılrnıyorsam
Güzin bir daha evimize gelmedi. Abidin'le görüşmelerimiz elbette sürdü.
Biz de onlara sık sık giderdik Abidin'in o bilinen kibarlığı bütün buz(ul)la­
rı eritmeye yetiyordu. Hoş adamdı. Ben hem Abidin'i hem de Güzin'i çok
severdim. Evlerine sık sık giderdim.
M Ş G : Abidin'in TKP ile ilişkisi nasıldı o yıllarda?
TK: iyiydi. 1956'da Aram Pehlivanyan Paris' e geldiğinde görüştüler
mesela. Aram r 9 64'te de Paris'e geldi. Yanılrnıyorsam o tarihte de görüş­
tüler. Abidin TKP içinde ciddi ve epeyce önemli sorumluluklar aldı. Nisan
r 9 6 2'de Leipzig'deki toplantıya katıldı. Benim bildiğim kadarıyla Abidin
iki belki üç yıl boyunca TKP'nin Fransa'daki temsilcisi oldu.
O sıralarda bana da bir görev vermek istediler. Ben Moskova'ya git­
mek istiyordum, görevli olarak. H atta Nazım Abi (Nazım Hikmet) , Mosko­
va'da bana ve eşime iş bile ayarladı. Ama Moskova'ya gitmem istenmedi.
Sanırım Sovyetler o yıllarda benim gibi yabancıların, hele de bir de Paris
görmüş birinin, Moskova'da görevlendirilmesini arzulamıyordu. Prag'a
göndermek istediler. Onu da ben kabul etmedim. Ve böylece TKP ile iliş­
kilerim yavaşlamaya yüz tuttu.
Abidin'in de benzer bir biçimde TKP'den yavaş yavaş uzaklaştığını
sanıyorum. Ama benim Abidin'le ilişkilerim daha sonra da sürdü. Ama git­
tikçe azalarak.

!26 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Taeettin Karan'ın anlattıkları bu kadar değil. Ama şimdilik bizi ilgi­
lendirenler bunlar.

"GAZETEci"
Güzin'in bu konuda bana anlattıklarını aktarmadan önce, izninizle,
o yıllarda Paris'teki bir kişiden daha söz etmek zorundayım. Kimi kaynak­
ta Aslan Kumbaracı kiminde Aslan Humbaracı diye anılan kişi.
194o'larda Cami Baykut'un yanından ayrılmayan ve İstanbul'da Ser­
tellere dadanmış bir gençti. Aynı ismi 194o'ların sonunda Paris'te buluyo­
ruz. İJTB'nin en faal üyesi, en faal üyelerinden biri. Yaphklarını birçok kay­
nakta okumak olası: Her biri değişik ve birbiriyle çelişkili bilgiler içerse bile.
Örneğin Yıldız Sertel yazıyor:
" Dünya Gençlik Festivalinin birincisi Budapeşte'de ( r 9 5 o 'de.
MŞG) yapılmışh. Hatta o festivale, Paris'teki Jön Türkler Derneğinin üyele­
riyle beraber, o zaman New-York Times'ın Türkiye muhabiri olan Aslan Kum­
baracı da gitmişti. Paris'teki Türk gençleri, Kumbaracı'nın ihanet ettiğini,
festivalden sonra sosyalist dünya aleyhine yazılar yazdığım anlahyorlardı. Bu
ihanet yüzünden örgütleri de darbe yemiş, parçalanmışh." (A. g. k., s. 149.)
işlerin tam anlamıyla böyle olmadığını biliyoruz: Budapeşte'deki fes­
tivale İJTB içinde ciddi sorumluluklar verilmiş olan Aslan Humbaracı ile Do­
ğan Aksoy gönderiliyor. Humbaracı o sırada henüz adı geçen gazetenin hiç­
bir şeyi değil. Festival'de Nazım Hikmet'in kurtarılması kampanyası çerçeve­
sinde yapılması gereken konuşmayı İJTB adına Humbaracı yapıyor. Çünkü
adam en az sekiz dil biliyor, Fahri Petek'in bana anlattığı ve Taeettin Karan'ın
doğruladığı gibi. O günlerde çat pat Fransızca konuşan birçok öğrencimiz
arasında H umbaracı bir "ışık." Ancak yaptığı konuşmadaki ve genel davra­
nışlanndaki provakatif tavrı ile SSCB KP'lilerin şüphesini uyandırıyor.
1950 Sonunda Roma'da düzenlenen Barış Kongresi'nde İJTB'yi yi­
ne aynı adam temsil ediyor ve N azım'ı "komünist olarak ilan edince," İlya
Ehrenburg ve Aragon başta, düzenleyicileri ve katılımcıları fena halde si­
nirlendiriyor ve adı geçenler Humbaracı'yı fena halde azarlıyorlar. ..
Uzatmayalım Humbaracı'nın maskesi düşüyor ve kayıplara karı­
şıyor. . .

Asi D i N D i N o 127
Bir süre sonra Cumhuriyet'deki dizi yazısıyla "komünizmden ayrılı­
şını" anlatıyor: Elbette İ JTB'li bühin eş, dost, tanıdık ve tanımadıklarını da
ihbar ederek.
Böylece, Humbaracı'nın "faal olduğu" yıllarda, Bulgaristan Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti'nde yayınlanan Yeni Işık gazetesinin, Çekoslovakya
S S C resmi haber ajansının ve sıkı durun Pravda 'nın "Avrupa muhabirliği­
ni" yaptığı ortaya çıkıyor. (Bu bilgileri ve fazlasını Aclan Sayılgan'ın kita­
bında bulmak mümkün: Örneğin: s. 286-287.)
Aclan Sayılgan, Zekeriya Sertel'in Hatırladıklanm ( 1905-1950),
isimli kitabında (r968'de İstanbul'da yayınlanan) , b u konuda yazdıklarını
da aktarıyor:
"Oysa bu gencin (Aslan Humbaracı) İngilizler hesabına çalışan bir ca­
sus olduğu sonradan meydana çıktı. Demek onu aramıza İngilizler sokmuştu."
Sertel, onun "bir casus" olduğunu açıklıyor. Ama ABD'yi değil de " İn­
gilizler"i suçluyor: İngilizler de olabilir. Ama neden sadece İngilizler olsun?
Sertel neden İngilizleri suçluyor? Meçhul. Ama belki ABD'yi kolla­
mak istemesindendir: Çünkü bir yandan ilk gençliğini geçirdiği ve gazeteci­
likle reklam mesleğini öğrendiği ve belki bir gün yeniden dönebileceğini
ümit ettiği ve nihayet büyük kızının ABD'li bir "diplomatla" evli olması so­
nucu sempatiyle baktığı bu dev devleti küstürmemek istiyor olabilir. Ser­
tel'in ABD'ye gitmeyi, oraya yeniden yerleşmeyi çok istediğini yazmak her­
halde devlet sırrını ifşa etmek olmayacaktır. Ayrıca bunu suçlamak için de
yazmıyorum. Sadece bilinmesinde yarar var: Kimi gerçeklerin anlaşılabil­
mesini sağlamak için.
Konumuz açısından bu işin önemi şurada: Paris'te 195o'lerin önce­
sinde ve hemen sonrasında ABD ve Türkiye Cumhuriyeti gizli servisleri­
nin kendisine göre " en gizli "partinin ve" en gizli örgütün içine bile "sı­
zabildiklerini" göstermesi. Aslan Humbaracı " mesleği" gazetecil iği
ABD'nin "en iyi" gazetelerinden birinde sürdürdü . . .

G üz i N ' i N AN IAITIKLARI
Güzin Abidin'in TKP ile ilişkilerinin hep dışında kaldı: Türkiye'de
ve Fransa' da. O yıllarda genel olarak bir çiftten sadece birinin "tehlikeli bir

128 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


iş" olan TKP üyeliğinin yettiği inancı yaygındı. İstisnaları yok değil, ama bi­
ri TKP üyesi olunca diğerinin "dışarıda kalması" tercih ediliyordu. Çünkü
bu işin sonunda hapishane, çile, dert, hastalık ve belki ölüm bile vardı. Evet
bu ve başka birçok neden sonucu Güzin hiçbir zaman TKP'li olmadı. Ko­
münist oldu mu? Hayır. Hiç sanmıyorum. Ama komünistlerden nefret te
etmedi. TKP'li tanıdıklarının hepsini bağrına basınasa bile. Güzin hayatın­
da hiçbir derneğin, hiçbir sendikanın, hiçbir partinin de üyesi olmadı. Bel­
ki annesinden, belki babasından (Anımsayacaksınız 193o'larda o kadar ıs­
rara, milletvekili olacağının garanti edilmesine rağmen bile babası hiçbir
zaman CH P'ye üye olmadı) kalan bir gelenek Belki bu tür işlerden "ödü­
nün kopması" sonucu. Ama bu korku, bu genel biçimdeki "tiksinme" veya
artık ne derseniz deyin onun Abidin'i ve Nazım'ı sevmesine ve hayatını bu
iki komüniste adamasına da engel olmadı. Cesaretin tanımlarından biri
belki budur: Korka korka bile olsa korkulan işi yapmak, yapmaya devam et­
mek H emen eklemek lazım: Güzin, bizzat Abidin'in ağzından onun ko­
münist olduğunu " r 94o'ta" öğrenmişti.
Bu Güzin'dir ve bu da işte böyle bir insandır.
Güzin'le sohbetimizden birkaç satırı aktarıyorum:
MŞG: Paris'teki TKP'lilerden veya komünistlerden kimleri tanıdınız?
G D: Özel olarak şunu bunu tanıdım diye bir şey söyleyemem
M Ş G : Örneğin Rozet Avigdor'u tanıdınız mı?
G D: Rozet ile çok ahbab değildik ama görüşürdük Bir Amerikaby­
la evliydi. Fazla anlatacak bir şeyim yok
MŞG: Onu DTCF'deki öğrencilik yıllarından hatırlamıyor musunuz?
G D: Onlar Behice'nin (Boran) öğrencileriydiler. Mübeccel filan la.
Ben DTCF'ye tayin edildiğimde onlar sanıyorum A B D 'ye doktora yapma­
ya gitmişlerdi.
M Ş G : 195o'lerde Paris'te yaşayan Adanalı biri var, lakabı "Arap."
Adı Tacettin. Soyadı: Karan. Genel olarak herkesin bildiği Taci. Veya Taci
Abi. Daha sonra Fransa Cumhuriyeti vatandaşı olunca Guy Caran ismini
alan bir TKP'li. Sizi hem Adana'da hem de Paris'te iyi tanıdığını söyledi.
G D: Taeettin diye bir şey aklımda var. Ama şimdi hiç gözümün
önüne gelmiyor. Ne yapmış O, var mı bir detay, bir şey?

ABi D i N D ! N O
M Ş G : 1 9 5 o 'lerin hemen başında Paris'te okuyor, Attila İlhan ile
Fahri Petek'le iyi arkadaş. Sonra sizinle de, özellikle Abidin'le çok iyi arka­
daş oluyor. TKP'li. Abidin'in TKP'de önemli ve büyük sorumlulukları oldu­
ğu günlerde Taci Karan Abidin'in yanından hiç ayrılmazmış.
G D: Ben hiç bilmiyorum onları. Ben o tarafları hiç bilmiyorum.
(Güzin gülüyor. Ben de katılıyorum.)
M Ş G : Sizin eve, 13, Quai Saint-Michel'de oturduğunuz eve, hiç ge­
lip gitmez miydi?
GD: H ayır. H atırlıyorum bir Taci'yi ama gözümün önüne gelmiyor.
MŞG: Erhan Turgut'un hazırladığı o çok güzel Nazım Hikmet kita-
bında fotosu var. İsterseniz bakalım. Belki fotoğrafını görünce anımsarsınız.
G D: Ş art değil. Mühim değilse soracağınız şey.
M Ş G : Çok mühim . . .
GD: Sorun bakalım.
M Ş G : Abidin'in yanından hiç ayrılmazmış, Abidin TKP'nin Fran-
sa'daki temsilcisi olduğu zamanlarda.
G D: Yok canım o kadar da değil, birisi atmıştır.
M Ş G : Ne atması canım. Olur mu öyle şey.
G D: Benimle şeyetmiş tarafı yok anlaşılan. Petek'le mi arkadaştı?
Sayın okurlar artık siz de öğrendiniz: Güzin bu konuda bundan faz-
lasını söylemeyecek
Belki gerçekten unutmuş olabilir. Bu, sadece Güzin'i iyi tanıma­
yanların varabiieceği bir sonuç olabilir. Saygı gösteririm. Ancak ben bu
olasılığa katılarnıyorum Çünkü Taeettin Karan öyle "unutulacak" filan
bir adam değil.
Yirmi beş yıldır Güzin'i dinleyen ve zaman zaman ısrarlarımla ki­
mi konularda konuşturma başarısını gösteren kulunuz burada maalesef
"havlu atmak" durumundadır. Affımza sığınıyorum.
Fakat şunu hatırlatmak isterim:
Güzin, Abidin'e yazdığı ve gönderdiği 31 Mayıs 1 9 6 7 tarihli mektu­
bunda Taci ve Rozet'ten bahsediyor. O günlerde Paris'ten geçen Behice Bo­
ran'ın Mutualite salonlarından birinde düzenlenen mitingi vesilesiyle.
Şöyle:

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


N�zım H ikmet, 1 958'de, Paris'te Abidin'le ve Fransız dostlarıyla. M. Şehmus Güzel Koleksıyonu

"Epeyce talebe geldi Behice'ye, bu arada eski bölükten Taci, Rozet­


te filan . " (Mektuplar: s. r 6 o . )
. .

Buraya bir mim koyalım, çünkü tekrar döneceğiz. Şimdilik şu kada­


rını not edebiliriz: r9 67'de Taci ve Rozet artık "eski bölükten" sayılıyorlar.. .
Dahası daha sonraki yıllarda ve günümüze kadar Taeettin Karan,
Paris'teki " Küçük Türkiye" için hep bilinen, tanınan bir ağabey ve bir tür
başvuru merkezi olarak kaldı. Ama Güzin bu konuda daha fazlasını söyle­
mek istemiyor.
Olsun. Ama bu, bir dahaki sefere kendisine aynı soruyu sormaya­
cağım anlamına da gelmez.
O zamana kadar kendi kendimize şu soruyu sormak hakkımız var:
1 9 5 o ' lerin ikinci yarısından r 9 6 o 'ların ortasına kadar neler
olup bitti de Taci ve Rozet "eski bölükten" sayılıyorlar, Mayıs r 9 67 ' de ?

AB i D i N D I N O IJI
Yanıtlayabilmetk için ispatlı olan bir noktadan hareket etmemiz lazım:
TÜSTAV'ın (Türkiye Sosyal Tarih Araşhrma Vakfı) son derece yarar­
lı ve hem TKP tarihini hem Türkiye'de siyasi yakın geçmişimizi anlamak açı­
sından zaruri yayınları arasından birine bir göz atmamız gerekecek:
2 0 0 2 Kasım ayında yayınlanan, TKP MK Dış Bürosu 1 9 62 Konfe­
ransı 'na.
Bu kaynakta 2-6 Nisan ı96 2'de Leipzig'de toplanan konferansın tu­
tanakları yayınlanıyor. Ve en önce " Katılanlar" takdim ediliyor. Aynen ak­
tarıyorum:
"Yakup Demir (Zeki Başhmar), Marat (İsmail Bilen), Nazım Hikmet,
Abidin Dino, Bilal Şen, Sabiha Sertel, Yıldız Sertel, Ahmet Saydam (Aram
Pehlivanyan) , Vartan İhmalyan, Doktor (Hayk Açıkgöz) , Fahri Erdinç, Gün."
" Gün" Gün Benderli-Togay'dır. Tutanakları tutanlardan biri.
Abidin'in bu toplantıya katıldığını, ı 9 89'da, Vartan ihmalyan Bir
Yaşam öyküsü isimli kitabında, s. 1 9 5'te, şu biçimde aktarıyor: Katılanların
isimlerini ve takma isimlerini verdikten sonra şunu ekliyor:
"Bir de Paris'ten bir yoldaş ki, sakınca olasılığını düşünerek adını
söylemiyorum."
Bu satırları okuyunca benim için bu " Paris'ten bir yoldaş " Abi­
din' den başkası olamazdı.
Nitekim kitabı okuduğum günlerin sonrasında bir araya geldiği­
mizde Abidin'e sordum:
- Vartan'ın bahsettiği " Paris'ten gelen yoldaş" sen misin?
Abidin bu, öyle benim veya değilim diye yanıt vermez asla, Rasih Nuri
ileri'nin dediği gibi, "Abidin çok dikkatlidir" ve nitekim yanıt m anıt vermedi.
Başını önüne doğru eğdi ve sanki içinden "tamam benim" der gibi
yaptı. Sükut ikrardan sayılırın bundan daha güzelini görmedim. Ve bunun
bir sır olarak kalması gerektiğini de sessizce anladım.
Kasım 2002'de, Abidin'in vefatından dokuz yıl sonra, Metin
Gür'ün yayınladığı Diyardan Diyara TKP'nin Avrupa Yıllan nda, yazarın '

An jel Açıkgöz ile yaptığı söyleşi ile bu konu tamamen açıklığa kavuştu:
Arıjel Açıkgöz, Abidin Dino'nun Paris'ten toplantıya katılmak için
geldiğini söylüyor sayfa r 69'da.

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 993'E


Abid i n , Antibes M üzesi M ü d ü rü M de la Souchere ile "pehlivan poz u " veriyor Yaşar Ke m a l 'e özeniyor
d iyesim gel iyor. M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

Konu tamamen açıktandıktan sonra TÜSTAV'ın yayını ile tutanak­


lar da kamuoyuna sunulunca sır perdesi kalktı.
Daha sonra Gün H anı m Su Başında Durmuş uz Anılar başlıklı ki­
tabını 2 0 0 3 sonbaharında yayınladı ve gerçekleri biraz alaycı bir dille
yan sıttı.

ABi D i N D i N O 1 33
Evet Abidin 2-6 Nisan 1 9 6 2 tarihleri arasında Leipzig'de toplanan
TKP MK Dış Büro Konferansına katıldı. Ve tartışmalarda düşüncelerini di­
le getirdi. Nihayet "Dış Büro" üyeliğine " seçildi." Seçme işini tırnak içinde
veriyorum çünkü nasıl olduğunu anlamak için kitaplardan birinden ilgili
bölümü okumak gerekiyor.
Burada önemli olan Abidin'in TKP'li olduğunun resmi bir biçimde
ispatlanmasıdır.
Benim anladığım kadarıyla Abidin, Nazım H ikmet'in, Mayıs
19 58'deki Paris'i ziyareti sırasında, onunla sohbet, tartışma ve konuşmala­
rı sonrasında TKP içinde önemli veya üst düzeyde diyelim bir görev alma­
yı kabul etti. Nazım Hikmet dostunu ikna etti diyebilirim.
Nazım böylece büyük olasılıkla Aram Pehlivanyan ve İsmail Bilen "ağır­
lığına" karşı bir denge unsuru oluşturmak istiyordu. Bu ikisinin dışındaki Falı­
ri Erdinç, Vartan ihmalyan, Bilal Şen gibi TKP'nin öteden beri yükünü gönüllü
taşıyaniann Nazım ve Abidin'i "tutacaklarını" da tahmin ediyordu Şair.
Bu tarihten itibaren Abidin'in TKP'nin " Fransa temsilciliğini" üst­
lendiğini söylemek de olası.
Bilinen bir gerçek daha var: Abidin'in 1958'den itibaren " B izim
Radyo" için " Bizim Mehmet" isimli bir kısa öykü kahramanı yaratması ve
bunun haftada bir yayınlanması. Bunu bize H ayk Açıkgöz anlatıyor:
Anadalulu Bir Ermeni Komünistin Hayatından Anılar başlıklı kita­
bında:'"Bizim Mehmet'i Abidin Dino yazardı ve Fransa'dan bize gönderir­
di. Ne zaman başladı bu yazılara şimdi hatırlamıyorum. Her hafta munta­
zaman (düzenli olarak) bir yazı alıyorduk Abidin'den ve haftanın muayyen
(belli) bir gününde antene veriyorduk."
(Rasih Nuri ileri, son telefon konuşmalarımızdan birinde Abidin'in
"B izim Mehmet"lerinin bir kitapta toplandığını ve TÜSTAV tarafından ya­
yınlanmak üzere olduğunu haber verdi. Belki şu sıralarda okunuyordur ki­
tap. Gözünüz aydın! Ben de bir an önce okumak isterim.)
Evet Abidin'in kanımca 1958-ı962 yıllarında TKP ile ilişkisi, bilhas­
sa N azım Hikmet'in de etkisiyle en üst düzeydedir.
Ama sonra işlerin rengi değişiyor. Dönüm noktası Leipzig'deki top­
lantıdır. Orada gördükleri ve duyduklarıdır.

PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


1

Avec le pc i n t re turc A tı i d l nc
iı 1\n t i tıes

Jean Lurçat ile Abıdin. Cannes ' d a , Galerie Madoura ' d a , ı g6 ı . Simone Lurçat Koleksiyonu

Belki dikkatinizi çekmiştir: O toplantıya katılanların hemen hepsi


değişik fotoğraflarda görünüyor. Ama Abidin hiçbir fotoğrafta yok. Ve da­
ha önce Vartan ihmalyan'ın vurguladığı gibi, anlaşılan Abidin isminin ka­
muoyuna yansıtılmaması için özel bir gayret gösteriliyor. Abidin'in ne ka­
dar dikkatli olduğunun bir daha vurgulanması gerekiyor.
Ve en ilginci şudur: Abidin'in hevesi, eğer bu sözcüğü burada kul­
lanabilirsem, Nisan r962'deki Leipzig Konferansı'nda gördükleriyle pa­
ramparça oluyor. Düşünün o kadar övülen, göklere çıkarılan TKP MK Dış
Büro Konferansı'na katılanları. Abidin bu "yöneticileri" ve bu "katılanları"
görünce "yıkıldı" kardeşim. Elbette birkaçıyla birçok konuda anlaşıyordu.
Ama genel hava ve tartışmalarda konuşulanların "düzeyi" ve takınılan ta­
vırlarla Abidin açısından "iş bitti" sanıyorum.

ABiDiN DiNO 13 5
Bu konuda bir dayanağım da yine H ayk Açıkgöz'dür: Aynen şunla­
rı yazıyor:
" S onra Abidin Dino 1 9 6 2 toplantısına katıldı. Dış Büroya da seçil­
di. Ama ( Paris'e. M Ş G ) geri döndükten sonra Abidin'den bir daha yazı
gelmedi. Niye? Niyesini ben bilmiyorum. Ama belki de şöyle tefsir edile­
bilir (yorumlanabilir) : U zaktan Bizim Radyonun varlığını duydu veya
Türkçe gazetelerde okudu. Zaten N azım'ın da yakın arkadaşı, onun adre­
si de herhalde kendinde var. N azım'dan bizim Berlin' deki posta kutusu­
nun numarasını almış ve yazılarını göndermiş olabilir. (Abidin'i tanıyan
herkesin teslim edeceği gibi, Abidin'in burada anlatıldığı gibi davranma­
sı mümkün değil: Ona adres vesaireyi N azım H ikmet'in Paris 'i ziyareti
sırasında vermiş olabileceğini tahmin edebiliriz. M Ş G ) . Ama ı 96 2 'de
buraya ( Leipzig'e. H ay k Açıkgöz Leipzig'de oturduğu için "buraya" diyor.
M ŞG ) gelince, burada çalışanların seviyesini, belki de dönen dolapları
gördü. Olabilir ki umumi (genel) tutumumuzu, burada çalışanları be­
ğenmedi, belki daha başka hoş olmayan şeyleri de gördü. Bu sebeplerle
bize yazı göndermeyi ya doğru bulmadı veya istemedi. Bir ihtimal daha
var, bir Dış Büro üyesi olarak onun bize yazılar göndermesini Dış Büro
sakıncalı buldu. Netice: Abidin Dino buradan ayrıldıktan sonra ondan bir
daha yazı gelmedi, bu bir hakikat.
ileriki yıllarda (artık Nazım ölmüştü) ne sebeple olduğunu bilmiyo­
rum, Abidin'i yalnız partiden atmakla kalmadılar, duyduğuma göre, onun­
la konuşmayı da yasaklamışlar."
Abidin'in TKP ile ilişkileri Nazım'ın 3 H aziran ı 9 63 'teki ölümün­
den sonra tamamen bozuldu. Abidin büyük olasılıkla araya epey bir "me­
safe" koydu. Bu konuda çok garip ve ilginç bir olay var:
n Temmuz ı 9 64'te FKP Genel Sekreteri Maurice Thorez beyin ka­

naması geçirip beklenmeyen bir biçimde vefat ediyor. Paris'teki cenaze tö­
reni için TKP'nin de bir çelenkle ve bir veya birkaç temsilci ile katılması ge­
rekiyor. FKP, Paris'te TKP sorumlusu arıyor. Kimse yok. Taeettin Karan'ın
anlattığına göre. onu buluyorlar. Sonrasını Taci anlatıyor:
" Ben TKP ile ilişkilerimi askıya almış durumdayım. Abidin'e ulaş­
mak istedik. Ama Abidin'in 'güneyde tatilde olduğunu" söylediler. Netice-

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


de inanmayacaksın ama TKP ile hiçbir ilişkisi olmayan hatta komünist bi­
le olmayan eşim ve ben TKP çelengiyle Thorez'in cenazesinin arkasında
yürüdük: TKP'yi sadece biz temsil ettik."
Tahmin edeceğiniz gibi ölüm haberi hemen her yere ulaştı. Ve Abi­
din isteseydi elbette cenaze törenine katılabilirdi . Neden mi?
Çünkü Abidin o sırada Paris'e çok uzak olmayan bir yerdeydi. Gü­
zin anlatıyor:
" Biz o gün Jean Lurçatlardaydık. Çok iyi hatırlıyorum: Çünkü Tho­
rez'in ölüm haberini bir Cizvit papaz vardı O Simone Lurçat'ya iletiyor, Si­
mone da bize iletti."
Bu konuyu Simone Lurçat'ya da sordum: " Hatırlamıyorum" dedi.
Yani ölüm olayını hatırlıyor ama haberi kendisine kimin ulaştırdığını ha­
tırlamıyor.
Evet Lurçatıarın şatosu Lot bölgesinde Sai nt-Cere'de ama Abidin
Paris' e gelmedi. Böylece TKP ile ilişkilerinin bittiği sonucunu çıkarabiliriz.
Nitekim, Erden Akbulut, TÜ STAV'ın yukarıda andığım kitabının
"sunu"sunda aynen şu satırları yazıyor:
" r 9 6 2 Konferansı ile açılan süreçte, Nazım Hikmet'in 1963 H azira­
nı'nda yaşama gözlerini yumması ve Abidin Dino'nun Dış Büro toplantıla­
rına katılmaması üzerine, yerlerine Bilal Şen ve Gün Benderli (Togay) ko­
opte edildiler (atandılar) ."
Evet, böylece, Mayıs 19 67'de, Taci ve Rozet'in artık neden "eski
bölükten" oldukları daha iyi anlaşılıyor.
Peki Abidin FKP'ye üye oldu mu? İ şte yanıtı araştırılması gereken
bir soru. . .
8 Aralık r 9 64'te Paris'te Salle Pleyel'de Jean-Jacques Aslanian'ın
düzenlediği "Presence de Nazım Hikmet" gösterisinde Alain Cuny, Philip­
pe-Gerard (Müzisyen, sinema oyuncusu Gerard Philipe ile karıştırılmama­
lı: Dikkatinizi çekmiştir: Sinema oyuncusunun soyadında tek P var.), Mo­
nique Morelli, Helene Martin, Sylvia Montfort ve Michel Piccoli N azım'ın
şiirlerini okuyorlar. N azım'ı anlatmak için ise Salle'ı tanıyanların bildiği o
geniş sahnede dört kişi var: En başta, soldan sağa gidersek, Abidin, yanın­
da (Türkiye'deki kimi kaynaklarda ismi yerine bir soru işareti konulan şan-

Asi D i N D i N o 1 37
sız adam) C N E ( Le Comite National des Ecrivains) başkam Jacques Mano­
ul, Charles Dobzynski (Türkçedeki kimi kaynaklarda yazıldığı gibi " Dob­
jenski" değil) ve Aragon.
O gece Konstantin Simonov'un, Sartre'ın birer mesajı okundu.
Aragon konuşmasını ı o Aralık r964 tarihli dergisinde yani Les Lett­
res Françaises 'de yayınladı. Mesajlar ve diğer konuşmacıların söyledikleriyle.
Salon tıklım tıklımdı. Fahri Petek Neriman, Petek ve elbette Güzin
de oradaydılar.
Evet Abidin, TKP ile ilişkilerini kopardı. Ama Nazım'la asla! H er ki­
tabında mutlaka bir çizgisi, her anma gününde mutlaka sesi bulundu. Ve
hayatının kalan bölümünü de bir komünist olarak sürdürdü.

"GALLİ MARD KAHVES İ N E " B UYRUN


Aclan Sayılgan, polis kayıtlarına dayanarak oluşturduğu kitabında
aynen şunları yazıyor: " İleri Jön Türkler Teşkilatı (Aynen. M Ş G : "Teşkilat"
sözcüğünü koyarak olaya nasıl bir hava vermek istediğini bilmem anlatabi­
liyor mu?)r949 baharında, Paris'te Rue Saint-Jacques'da Gallimard kahve­
sinde toplanan komünist Türk öğrencileri tarafından kuruldu."
Bunu bir kaynaktan aldığını dipnotta belirtiyor. Kaynak m ı ? Bizzat
kendisinin daha önce yazdığı ve tanıdığı ve tanımadığı bütün komünistle­
re küfür ettiği ve daha sonraki kitaplarında yineleyip durduğu meseleleri
aktardığı İnkar Fırtınası isimli kitabı (İstanbul, 1 9 6 3 ) .
Paris doğru. Rue Saint-Jacques doğru. Ama ünlü yayınevi Galli­
mard'ın bu sokakta bir cafe veya "kahve" açtığı doğru değil. Öyle bir şey ol­
saydı mutlaka duyardık. O halde nedir sorun?
Birçok insan yazdı, Abidin de: İşte:
"Schola Cantorum'un az ötesinde dillere destan (Atma bre Abidin!
M ŞG) bir Cabernay şarabı satan Mösyö Guimard'ın bistrot'su."
Eh! Polis kayıtları, " okunuşuyla " Gimar" olan bu "Guimard"ı tela­
fuzuyla " Galimar" olan ünlü yayıneviyle karıştınnca Aclan ne yapsın? " Us­
tamın dediğini" elbette. İ şte o zaman Guimard olur bizde Gallimard.
Peki o cafede "komünist Türk öğrenciler" İJTB'ni kurdular mı? Bi­
linmez. Ama şu biliniyor: Bu cafe Mübin Orhan'un "ikinci adresi"dir. Ve

PAR i s : EK iM 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Schola Cantorum günlerinde, yalnızlık sıkıntılarının hastırdığı akşamüzer­
lerinde ve hele hasretin bindirdiği Paris rüküşünün gri gecelerinde Mübin
"kederini dağıtmaya" buraya geliyordu. Eh! O gelince başka dost, tanıdık ve
arkadaş ta sökün edecekti elbette: Herkes biraz keder dağıtmak, biraz lafla­
mak istiyor. Mübin, o günlerde Schola'daki odasında "kötü bir gramafon
sayesinde Miles Davis'in ya da Dede Efendi'nin plaklarını" dinliyor ve son­
ra cafe'ye "düşüyordu."
İşte o günlerden birinde, yıl ya 1 9 5 5 ya da 1956, Mübin'i o sıralarda
çok ve daha sonra da çok seven Fahri Petek te onunla. Sonra?
Bütün bunları ve daha fazlasını Fahri Petek'le defalarca konuştum.
Şimdi sözü Petek'e bırakıyorum:
"O günleri unutmak mümkün değil. Mübin çok sevimli bir insan­
dı. Çok. Akşamüstleri o cafede buluşuyoruz. Bir bardak, bazen iki bardak
içiyor, gülüyor, eğleniyor, laflıyoruz. Mübin bizden biraz daha fazlasını
içerdi. Bu meredi çok severdi kerata. İyi çocuk olduğu için bir şey söylemi­
yordum? Tabii sonraları işin boyutu çok ama çok arttı. O ayrı konu. Bir ak­
şamüzeri yine böyle birkaç arkadaş oturmuş sohbet ederken, uzun boylu,
uzun ve iri burunlu ve çok hoş bir adam geldi. Mübin tanıştırdı:
- Abidin Dino, Fahri Petek.
Adını duymuştum Ve Güzin'le birlikte iki adım ötedeki Scho­
la'da kaldıklarını da biliyordum. Biraz sohbet ettik. İstanbul'dan filan.
194o'lardan. Ortak kimi tanıdıklarımız çıktı. Ben o sırada, Paris'te Ecza­
cılık Fakültesinde öğretim üyeliğinin ilk basamaklarını çıkıyorum. Be­
nim müsbet bilim alanında çalıştığıını öğrenince çok ilgilendi. Çünkü o
yıllarda bizim bütün arkadaşlarımız, sosyal bilimlerde vefveya siyaset bi­
limi alanında doktora yapıyordu. Bir süre daha muhabbetten sonra, Abi­
din ayrıldı, ayrılmadan önce:
- Yine görüşmek üzere, demeyi unutmadı.
Bende çok iyi bir izienim bıraktı hemen, Mübin'e döndüm:
- Yahu ne zarif adam dedim.
Mübin de bana katıldı.
- Evet tamamen haklısın, kaç saattir kelimeyi arıyor ve bulamıyor­
dum, aynen senin söylediğin gibi çok zarif bir adamdır Abidin, dedi.

ABi D i N D i N o 1 39
Abidin çok iyi bir ressam. Tabii o günden sonra sık sık görüştük
Ailece. Eşim Neriman da çok beğendi Abidin'i. H ele o yıllarda küçük bir
çocuk olan, altı veya yedi yaşındaki, kızım Gaye Abidin'e bayılırdı.
Abidin o güzel gözleriyle bizim gör(e)mediklerimizi görür ve bize
gösterirdi eserlerinde. Bizi o nedenle ve böylesine sarar sarmalardı. H eye­
canlandırırdı. Onun o gençlik ve hatta çocukluk coşkusu hep sürgitti. Abi­
din'i çekici kılan noktalardan biri de budur.
Ayrıca iyi bir komünistti. TKP'li yıllarında ve TKP ile ilişkilerini ko­
pardıktan sonra da. Her ilerici hareketin içinde yerini alan, ülkedeki her ge­
lişmeyi saati saatine izlemeye çabalayan hassas bir adam. Bence hep iyi bir
militandı Abidin. Ve hep solda. Yani hiçbir zaman ortanın solunda bile ol­
madı demek istiyorum. Evet hep solda ve kararlı bir biçimde. "
Petek'le konuşmamızdan bir-iki parçayı daha aktarmak istiyorum:
M Ş G : O yıllarda F KP ile ilişkiniz oldu mu?
FP: Gençler vardı, J eunesse Communiste'ten birtakım çocuklar,
onlarla ilişkimiz oluyordu. Ama F KP'li olmadım.
M Ş G : Charles Dobzynski'yi tanıdınız mı?
FP: H ayır. Onu Kemal Baştuji iyi tanırdı. Kemal hem F KP üyesiy­
di. H em de N azım' ın kimi şiirlerini Fransızcaya adapte etmeye çabalayan
Dobzynski'ye yardım etti, yanılmıyorsam.
Abidin ve Güzin'in 1 9 5 o'li yıllardaki o çölde tek başlarına bıra­
kıldıkları" yıllarda, Hıfzı Topuz ve ailesi yanında en çok ve en sık arka­
daşlık ettiği insanlar, Fahri Petek ve eşi Neriman H anım oldular. Ve el­
bette Gaye de.
Fahri Petek o günlerde eczacılık ve biyokimya yanında, önce ekmek
parasına katık, sonra sanat için yaptığı fotoğrafçılık sayesinde Abidin ve
Güzin'i, ama daha çok Abidin'i "resmetmek" fırsatını buldu. O günlerin
birçok fotoğrafı, hem de en iyi cinsinden Fahri Petek imzasını taşır. Kimi
kaynakta bu fotoğraflar imzası ve ismi konulmadan yayınlansa bile, herkes
Petek'in "patte"ını tanır.
Evet Abidinler Petekiere sık sık gittiler. İki aile de birbirini düzenli
ziyaret ettiler. Abidin ve Güzin Neriman H anım'ın tadına doyum olmaz
ekşili bamyasının, kuru fasulyasının, imambayıldısının ve hele o güzelim

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Abidin. ı ggo'da Kemal Ba ş tu ı i i l e evinde. lo<Q"ol•r.• B•�!uı• ·� •" •o-.

ABi D i N D i N O
pilavının tadına baktılar. Paris'teki evlerinde. Lilas'dakinde. Ve daha sonra
satın aldıkları Normandiya'daki yazlık evlerinde . . .
196 9'dan itibaren Paris' e yerleşen Münevver Andaç t a Peteklerle çok
iyi anlaşıp, çok iyi dost olunca, belki İstanbullarda veya İzmirlerde yaşanabi­
lecek dostluk ve arkadaşlık ve yoldaşlık Paris'te, Lilas'da ve Normandiya'da
gerçekleştirildi. Biri diğerinin yerini alabilir mi? Bilinmez. Ama bu canların
hepsi ve nerede olurlarsa olsunlar hep İzmir'i, İstanbul'u ve Ankara'yı dü­
şündüler. Ankara seslerini duymasa veya duymamazlıktan gelse bile.
Fahri Petek emekli olduktan sonra da biyokimya laboratuvarında
kendi öğrencilerinden oluşan ve bizzat kurduğu takımla araştırmalarını
sürdürdü.
Ve her zaman arkadaşlarının her türlü sağlık sorunuyla da ilgilene­
rek. O olmasaydı kimbilir birçok dost ne kadar zorluk çekerdi sağlık alanın­
da. Bu nedenle adı bir ara "kanserolog"a bile çıktı: Çünkü tanıdığı doktor­
lardan biri kanser konusunda çok iyi bir uzmandı. Ve Petek kanserle ba­
şı belaya giren herkesi ona götürüyordu. Abidin hariç: Çünkü Abidin o hep
bildiğimiz "kedi alışkanlığı" sonucu kanserini hep sakladı herkesten. Çok
güvendiği bir-iki yakın dostu hariç.
Burada bir noktaya daha değinmek isterim: Çocuk Gaye Pet ek, ken­
di kuşağının en "şanslılarından" biridir: Bu " şans" iki boyutludur: Biri son
derece tatsızdır: Çünkü daha iki veya üç yaşındayken ana-babasından kopa­
rılmıştır: Babaannesiyle yaz tatili içinTürkiye'ye gittikten sonra Paris' e dön­
mesi engellenerek bir tür rehin alınmıştır: Birkaç sene süresince. Bu az de­
neyim sayılmaz, tatsız, acı, sevimsiz yönleriyle.
Öte yandan daha çocuk yaşta, önce Abidin'i sonra N azım Hikmet'i
tanıma olanağı bulmuştur. N azım çünkü Paris'i ziyaretlerinden birinde
Petek ailesini evinde ziyaret etmiştir. Abidin'le ağabey-kardeş ve dost ilişki­
si ise düzenli bir biçimde, aralıksız sürdü. Abidin'in pek bilinmeyen ama
tanıyanlarının yakından tanık olduğu o büyük çocuk sevgisiyle. Gaye, Abi­
din'le ve Nazım'la anılarını kendisine saklamamalı. Birkaç söyleşisinde ki­
mi anılarını aktardı. Ama bunlar yetmez. Belki bir gün yazar. Kimbilir?
Abidin'in Fahri Petek ve yine aynı yılların takımından dostlarından
Kemal Baştuji ve aileleriyle ilişkisi sonuna kadar devam etti. Bu üç sevimli

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


çınarın, bir sergi açılışında, bir aile toplanhsında birlikteyken çekilmiş fo­
toğraflarını görmek ne güzel:
Biri şöyle örneğin: Solda sırt çantasıyla bir bayan, yüzünü göremi­
yoruz. Hemen önünde Kemal Baştuj i, saç uzun, "favoriler de," böylesini
hep sevdi, onun yanında, bizim tam karşımızda, fotoğrafın tam ortasında
Abidin, her zamanki gibi sol elinde birçok malzeme, mutlaka bir katalog,
sekiz bilmem ne ve mutlaka Le Monde, tebbessüm ederek sanki genç baya­
na laf yetiştiriyor, Abidin'in yanında ise Fahri Petek, eli cebinde: Fotoğrafı
çeken bu kez O değil. Bu kesin.
Abidinlerin Kemal B aştuji ile dostluğu kalıcıydı: 199ı 'de, 1 9 9 3 'te
Baştujilerde ve onların dostu resim meraklısı Fransız arkadaşlarında, Ke­
mal ve Jacquline Baştuji'nin Abidin'le ve zaman zaman Güzin'le ortak fo­
toğrafları var. Abidin ve Kemal Baştuji üzerine kendisiyle görüştüğüm J ac­
quline Baştuji, Abidin'in eserleriyle donatılmış evinde beni kabul ettiğinde
birçok şey arasında ne dedi biliyor musunuz?
- Benim için Abidin hep yaşıyor. İşte ispatı: Evimdeki, büromdaki,
çevremdeki salonurndaki eserleri.

Lou i s BAz i N : H E M BizDEN O LAN H E M DE FRANsız


Bazin, kimi bazen ismini " B ezin" diye yazarjyazıyor: Cehalet! Evet
Louis Bazin Fransa'daki "en ünlü türkolog" olarak tanınır. Doğrudur. Ama
sadece bu kadar değil.
1 94o'lı yıllarda Ankara'da tanışmıştık onunla. Sonra elbette Paris'te
merhaba demeden geçmek olmaz. O da zaten bizi bekliyor. Çünkü bizleri
çok seviyor. Bizden vazgeçemiyor. Ailesi ve çocuklarıyla Türkiye hayranı se­
vimli bir insan. Şaka yapmaya da bayılır. Bir tanesini yeri gelmişken anlat­
mazsam kaşlarını çatar diye çekiniyorum: Bizzat kendisinden dinledim, Os­
manlı İmparatorluğu ve Türkiye üzerine düzenlenen bir tarih kollokyu­
munda, ama yemek yerken, yani öyle tebliğini sunarken filan değil:
Bazin, güneş-dil teorisiyle alay etmek için şunu anlattı: H ani bir hari­
ta vardır, bilirsiniz: " Ortaasya'dan çıkıp dünyanın dört bucağına yayılan aklar­
la Türklerin bütün dünyayı kurduğunu veya en azından bütün dünyaya yayıl­
dıklarını" gösteren, işte bu aklann izinde Bazin bizi, Ortaasya'nın yağız sa-

ABi D i N D I N O 1 43
vaşçılarının atlarının arkasına yerleştirip, Doğuya doğru gönderdi: Amerika
kıtasına kuzeyden girdik. "Atalarımızı" ve atlarımızı koşturarak canlarını çı­
kararak Güney Amerika'ya vardık: Vay anasını ne kadar uzun bir nehir? Eh!
Bizim yağız ve ağızlarında bıçak Türk savaşçıları ne deseler beğenirsiniz:
- Ammma uzunnn.
İşte bunu duyan (?) oranın "yerlileri" hemen o muhteşem nehrin is­
mini de koyuvermişler: Amazan. Tamam mı? Tamam: Onlar nehirlerine is­
mi koyuverirken Bazin'i dinleyenler de makaraları koyverdiler. Yaşşa baba!
Fahri Petek'le B azin üzerine konuştuklarımızı aktarmak istiyorum.
Onun hemen hemen hiç bilinmeyen bir yönünü gün yüzüne çıkardığı
için? Türkiye'deki demokrasi ve insan hakları kavgasına kendini hiç öne
sürmeden, kendinden hiç söz ettirmeden nasıl yardımcı olduğunu gösteri­
yor bu açıklamalar:
M Ş G : Louis Bazin'i tanıdınız mı?
FP: Aaa tabii. 1 949'da tanıdım Bazin'i. Her hafta evine giderdik
ilerici Jön Türkler Birliğini kurmak için Doğan Aksoy ve diğerleri, Türkçe
hacası ya, onu da aralarmaa almak için görüşmeye gitmişler.
Ben geldiğimde (Fahri Petek Paris'e Temmuz 1949'da vardı. MŞG)
b u vesileyle tanıştım. Ondan sonra d a sık sık beraber olduk. Doğan Aksoy,
Kemal Baştuji ile birlikte giderdik evine. O sıralarda, Paris'in güneydoğu­
sundaki bir banliyöde, Marne kıyısında şirin bir evi vardı. (Bazin o yıllarda
Saint-Maur'da oturuyordu, yanılmıyorsam. M Ş G ). Kayığı bile vardı. Ve bir­
likte Marne'a açılırdık Tatlısu istakozları senin gambalar benim epey de­
niz ürünü aviardık Muazzam gambalar yakalardık Ve evinin bahçesinde
bir güzel kızartıp onları mideye indirirdik Mis gibi beyaz şarapla elbette.
Tam İzmir, İstanbul havası. inanılmaz. Bazin bayılırdı bu havalara. Türki­
ye'de epey kalmıştı, yanılınıyorsam üç-dört yıl ve ülkemizi çok ama gerçek­
ten çok seviyordu. Dahası Türkçeyi çok iyi konuşuyordu.
Bazin'le o günlerdeki ilişkilerimizi Doğan, Kemal ve benden başka
kimse bilmezdi.
M Ş G : Bazin o günlerde Türkiye'deki baskıları teşhir eden ve rejimi
eleştiren bir-iki yazıyı takma isimle yazıp, öğretmenierin vefveya öğretim
üyelerinin sendika dergilerinde yayınlıyor. Bunlardan haberiniz oldu mu?

PAR i s : E K i M 1 952'DEN ARA L I K 1 99 3 ' E


FP: H iç haberim olmadı.
M Ş G : r9 67'de Abidin'in Güzin'le mektuplaşmalarından biliyorum.
Abidin o sırada güneyde hastanelerde ameliyat, tedavi gibi bir dizi ve
epey belalı sağlık sorunlarının üstesinden gelmeye çalışıyor. Bazin Türki­
ye'deki siyasi ve sendikal gelişmeleri, özellikle öğretmenierin ve öğretim
üyelerinin sendikalarına ve kendilerine yapılan baskıları izliyor ve daha çok
bilgi için Güzin'in yardımını istiyor. İlgili haberleri bulmasını ve çevi­
rip kendisine iletmesini rica ediyor. Ve daha sonra bunları Fransa'daki öğ­
retim üyeleri serdikalarının yayın organlarında takma isimlerle kamuoyu­
na yansıtıyor. Bunları izleyebildiniz mi?
FP: H ayır maalesef. Ama sen de çok iyi biliyorsun ki Abidin ve Gü­
zin bu tür işleri herkesten gizli kapaklı yaparlardı. Biriyle, hele bir Fransız­
la, bir işi yaparken başka kimseye haber vermezlerdi. O işte bir tür mono­
pal, tekel kurarlardı. Artık o iş sadece Abidin'den ve Güzin'den sorulmalıy­
dı. Başka hiç kimsenin dahli olamazdı. Olmamalıydı. Öyle işte. Bazin ile bu
tür ilişkilerinden, birlikte yaptıklarından haberim olmadı. H iç.
M Ş G : Bazin'in Türkiye'den tanıdığı Pertev N aili Boratav var o gün­
lerde Paris'te. O bu tür konularda tavır takınır mıydı? Onunla görüşür
müydünüz?
FP: Tabii canım, evime gelirdi, evine giderdik
M Ş G : Bunu biliyorum, ama bu daha sonraki yıllarda. 1 94o'ların so-
nunda ve 195o'nin hemen başında ilişkiniz var mıydı?
FP: 1 949'da ve hemen sonrasında hayır.
M Ş G : Boratav sizin siyasi faaliyetlerinize katılır mıydı?
FP: H ayır.
M Ş G : Çok uzaktı, O da çok korkak bir insan, öyle mi?
FP: Evet. H albuki solcu. Adı solcuya çıkmış ama çok uzak. Eşi hele
çok korkardı bu tür işlerden. H ayrunissa H anım solcu gibi duruyordu ama
tamamen sağcıydı. Tutucuydu. Çok zengin bir aileden geliyor. İzmir'de
hanları filan var. Malları mülkleri de. Mutlaka bunun etkisi oldu.
Bu mesele, bu sorun, hatta müsaadenizle bu hastalık, sadece Bora­
tav çiftinin meselesi değil. O günlerde Paris' e gelen ve zorlu ve yokluklada
dolu belalı bir savaştan çıkmış ve son derece yoksullaşmış başkentte ve ne-

As i o i N D i N o 1 45
redeyse parasız bir biçimde geçim mücadelesi veren birçok tanıdıkta cim­
rilik ve hatta pintiliğin en acıklısı kendini gösterdi. H azin bir şekilde. O
günlerde belki anlaşılabilir veya açıklanabilir olan bu "hastalık," kimilerin­
de zaman içinde kalıcılaştı. Bir tür kişilik parçası biçimini aldı. Bunlardan
197o'ten itibaren tanık olduklarımı yazsam bir kitap doğar? Zaman zaman
son derece garip, komik, gülünecek boyutlar kazanan bu cimrilik ve pinh­
lik örnekleri günümüzde de süıi.iyor. Paris' e yerleşenlerin bir bölümünde
belirginleşen bu olgu, ciddi toplumsal ve ruhbilimsel araştırmalar gerekti­
riyor: Anlaşılabilir olması için.
Abidin'in bu meselede de özel bir yeri var: Sevimli olmasının bir
boyutu da burada zaten: O hiçbir zaman cömertliğinden hiçbir şey yitirme­
di: Örneğin bir akşam yemeğine davet edildiğinde mutlaka bir desen, bir
tablo hediye götürmeyi unutmadı. Başkalarının yaptığı gibi, bilmem ki­
min, bilmen hangi tarihte getirdiği bayat lokumları götürmek aklının
ucundan bile geçmedi f geçemezdi.

PARis'TE F RANsız O LMAK


Of bee amma sıkıldık H aydi gelin biraz çıkalım Gelin Abidin'le
Avni'yi veya Avni'yle Abidin'i bulalım: Onlarla hoşça vakit geçirelim
Abidin "peş parasız"dır, haberiniz olsun. Ama yalnız değildir. Bu
da önemli Paris gibi bir başa bela kenttefdünya kentinde. Evet Mars'ta de­
ğil dünyadayız. Ve burası Paris: Fransa nam memleketin başkenti.
Avni Arbaş, Abidin'i gelir gelmez, eşi dostu birçok Fransızla tanış­
tırıyor: Onlardan biri Fanchette (Daha sonra Vafı.adis)'dir:
Abidin'i Paris'e neredeyse gelir gelmez tanıyan Fanchette, o günle­
ri anımsıyor:
"ı4 Ekim 1922'de Paris'te doğdum. Yani öteden beri Parisliyim. Yaz­
ları saymayalım Çünkü genellikle yaz aylarını ailemle Saint-Paul-de-Ven­
ce'da geçiririm. Orada bir evimiz var. Onun dışında sürekli Paris'teyim."
(Fanchette'in İkinci Savaş yıllarında Direniş Hareketine, bilerek ve­
ya bilmeyerek katkılarını, sonra bir subaya aşık olup Güney Asya'daki has­
tabakıcılık yıllarını ve aşka rağmen tatsız sonuçlanan ilk evlilik dönemleri­
ni şimdilik yazmıyorum. M Ş G ) .

PARiS; E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


"Türk ressamlardan en önce Arbaş'ı tanıdım. Avni o sırada Scho­
la'da tek başına oturuyordu. Yani henüz Henriette ile tanışmamış, birlikte
yaşamaya başlamamışlardı. O sırada Schola'da oturan ressam bir arkada­
şım vardı. O da A vni'yi tanıyordu. Ben de Avni'yi o arkadaşıının aracılığıy­
la böyle tanıdım. Schola'da çünkü herkes kısa sürede birbirini tanıyordu.
Ben sürekli olarak ressam grupları içindeydim: Schola'da o günlerde
Fransız ressamlar var, yabancı ressamlar da. Birkaç tane de heykeltraş var.
Ben o günlerde Saint-Philippe du Roule'da, 8. arrondissement'da,
Amerikalı bir dişçinin yanında sekreter olarak çalışıyordum. Dokuz yıl ça­
lıştım bu işte. Cumartesi pazar günlerim boş ya, sık sık Schola'ya gidiyor­
dum, ressamlada arkadaşlık ediyordum. Bunların bir kısmını Saint-Paul­
de-Vence'dan filan tanıyordum. Ve Paris'e dönünce de çoğu zaten Paris'te
olduğu için dostluğumuz sürüyordu.
Dahası o günlerde Afrika'ya giden yakın arkadaşlarım Place Ma­
ubert'in oradaki dairelerini bana bırakmışlardı. Yani Schola'ya iki adımlık
bir yerde oturuyordum. Eh! O zaman boş zamanlarımı geçirmek ve sevim­
li insanlarla arkadaşlık etmek için Schola'dan iyisini mi bulacaktım? Dola­
yısıyla Schola'nın "müşterileri" arasına katıldım.
İ şte bu ortam içinde Avni bana Abidin'i tanıştırdı.
Hiç unutmam: Abidin Paris'e varır varmaz, Arbaş, çok memnun
bana şu haberi verdi: ' Biliyor musun? Abidin isimli çok sevimli bir arkada­
şım Paris'e geldi.
Evet Abidin'i böyle tanıdım. Güzin'i ise çok sonra tanıyacağım.
Güzin'i tanımadan önce H enriette ile tanıştım. Avni Arbaş'la önce
arkadaşlık yapıp sonra evlenerek, ona eşlik edecek olan Henriette'le nasıl
tanıştığımı hiç hatırlamıyorum. Herhalde o git-geller sırasında çok doğal
bir biçimde karşılaştık ve tanıştık. H enriette'i çok sevdim. Aramızda he­
men doğan ve yaşam boyu süren bir dostluk başladı. Çok ince, çok hoş bir
genç kadındı. Çalışkan ve fedakar."

MADELE İ N E RiFFAUD
Avni Arbaş'ın Abidin'e takdim ettiği başka bir kişi daha var: Made­
leine Riffaud.

AB i D i N D I N O 1 47
----ı Madeleine Riffaud ile defalarca
MADELEINE RIPFAUD
görüştüm Nazım Hikmet'le Ağustos
195ı'de Doğu Berlin'deki Dünya Genç­
lik Festivalinde tanışan FKP'li genç mi­
litan ve gazeteci kadın. Aynı festivalde
CHEV AL ROUGE hayahnın aşkı ve kendi deyişiyle "Viet-
nam'ın Nazım Hikmet'i" Nguyen
prıfmes
1939- 1972 Dinh Thi ile de tanışan ve yaşamı
ıwı•c 4 dt:tsins oTıgiNUU ABI NE
il DI
a'dan z'ye allak bullak olan genç kadın.
Prlftxt dt VLADIMIR POZNER B ana anlattıklarına göre,
N guyen ile aşkının somutlaşmasın­
da Nazım'ın rolü var: Çünkü Nazım
günlerdir elele, kolkala dolaşan bu
iki genci birgün yine elele kolkala
21,
ruc: ek Ridıdi.eu. Parili (1•) görünce dayanamamış ve " Bu dolaş­
1
malar ne kadar sürecek, artık bir ka­
L_ __ _ ___
rar verseniz! "Vay sen misin elimizi
Abid i n . Madeleine Riffaud"unun 1 9 7 3 "te zorlayan: Kararlarını hemen veriyor­
yayınlanan Cheval Rouge (Kızıl At) isimli şiir lar. Aslında Nguyen kararını veriyor:
kitabını d ö rt orijinal a t deseniyle süsledi.
Çünkü, o ana kadar Vietnam'da evli
olduğu için ve bir yabancı ile aşk ha­
yatı kendisi açısından birtakım sorunlar doğurabilir kaygısıyla kararsız
olan Vietnamlı şair nihayet kararını veriyor. Yoksa Madeleine'e kalsa bu
iş çoktan somutlaştırılmış olacaktı. Çünkü Madeleine aşık. " Deli gibi."
Neyse işe Nazım müdahale edince Nguyen de aşkını artık somut­
laştırmak için adım atıyor: Ve o gün her şey olup bitiyor.
Madeleine daha sonra L 'Humanite'nin özel muhabiri olarak Viet-
nam'a gidecek ve hatta Ho Amca'nın sakalım bile çekiştirecek Vietnam'ı
bütün özellikleriyle, bütün farklılıklarıyla çok ama çok sevecek.
Sevgilisi Nguyen ise daha 1 9 5 ı 'de o festival sırasında ve bizzat Na­
zım Hikmet'in yardımıyla, Nazım'ın şiirlerini Vietnamcaya çevirecektir.
Nitekim, Madeleine Riffaud, Europe dergisinin Kasım-Aralık 1974
tarihli Nazım Hikmet özel sayısında yazıyor /söylüyor:

PA R i S E K i M l 95 2 ' o E N ARA LI K l 99 3 ' E


On
l' appelait
Rainer

Orı Sf' s.ouvıe•ıt du ıenıoiıın<ııo:e tlı, MadelcuK• Hıl


l<ıud sur le� ntiiOuıs • 11ıetconı . dl)nl e IlC' rıa•l.tl�ı··• ı..
�.e. hwl semaines duraııt. eu 195'ı Vou ı .:uıııuul'lutt
'011 (<ırııer dr! rouıe iltı NOI'tl Vıf'ln,ım ,h•ıox moU'•
20JO km a lrilve•s l'e!>talade ;unert(d""' ���· lı•> "'"'"•
f': tcs110ıesde communıcation. Eoıt .,nu•. l•·� l,.ııotıı".
;ıu l:l ll't:ne Ç,ıand e il l/entuıe. ce lı"fl: lıowı(' u ,ıııı• t d ı .
1� ( d e s n i t l l e s e t ı e t s de la 'luerıe popul,wı· , ı w )'·ll�
JP> Pntan•� ı:ıı aux roemesd'amm�t ı1ıo-, ,,ıd.ıt•.ı ,,.
ıe�scmbıe il iluCun aulre. ll t'SI ;ıus�ı un llonnııı•ttl
ınd•sr:ıensablc a Quı vcut compıendrc r.c U.•f'• •ltı dı".
mıll>ons d hommes eı de temmes. pour drh'lldl<' l<>uı
ındcpendance. s.onl enires dans le lt?Lt d u;ı t>.ı•,
hanQuille

�... .- .. '"'·�....... ....-...... - .......... -

M adeleine Riffaud'unun özgeçmişsel kitabı On tappelait Rainerl n (ismi Rainer'di) kapa�ı (üstte).
M adeleine Riffaud'nun 1 9 7 1 'de yayınlanan A u Nord Viet-Nam, ecrit sous les bombes ( Kuzey
Vietnam'da Bombalar Altında Yazıldı) isimli kitabının kapa�ı.

ABi D i N D i N O 1 49
" Nazım'ın şiir sanatı tanınıyor. Daha 1 9 5 1 'de şiirlerini ilk kez Ku­
zey Vietnam'ın en büyük şairlerinden biri olan Nguyen Dinh Thi çevirdi."
Madeleine Riffaud, festival bitiminde, hayranı olduğu ve şiirlerini
ezbere bildiği Nazım'dan ayrılırken N azım ona şunları söylüyor: " P aris'e
dönünce, orada, Avni Arbaş isimli çok şeker bir ressamımız var mutlaka
onunla tanışmalısın.
Madeleine'e, kimi kez, "Ağustos 1 9 5 1 'de ayrılırken N azım, bana en
güzel hediyeyi verdi: ' Paris'e dönünce git Abidin'le ve Güzin'le tanış. Be­
nim tarafıından' "biçiminde yazdığım hatırlatıp, bunun mümkün olama­
yacağını çünkü o tarihte Abidin'in ve Güzin'in Türkiye'de bulunduklarını,
Abidin'in ancak 1 9 5 2 sonunda Güzin'in ise önce 1 9 5 3 yazında kısa bir sü­
re için ve sonra 1954 yazından itibaren temelli kalmak üzere Paris' e geldik­
lerini anımsatınca, hafızasını zorladı ve bana işin doğrusunu anlattı:
" Doğru haklısınız. Nazım bana ' Paris'e dönünce git Avni'yi bul,
benden selam söyle' dedi. Avni ile bu vesileyle böyle tanıştım. Daha sonra
Avni beni Abidin'le tanıştırdı. Bu çok önemli bir arkadaşlığa yol açtı. Yarım
yüzyıl süren bir dostluk. Abidin'in tabloları, desenleri ve hiç eksik olmayan
kardeşçe dostluğu yaşamımı kolaylaştırdı.
Abidin, biliyorsunuz sanırım, bir yıl süreyle bir ara gözlerinden rahat­
sızlandı. Neredeyse göremez oldu. Cesaretini hiç yitirmedi. Sonra her şey yer­
li yerine oturdu. Ressamımız görmeye ve bize göstermeye yeniden başladı ve
hayat kaldığı yerden devam etti. Suluboyalarıyla hele. Ve bana şunu söyledi:
' Görüyorsun ya, hayatta ölüp dirilmeler, yeniden doğuşlar da oluyor
demek.'
Benim o günlerdeki hayatım açısından çok önemli çok değerli ders­
ler yüklü bu sözlerini hiç unutamam."
Abidin, Madeleine Riffaud'nun 1973'te yayınlanan Cheval Rouge
(Kızıl At) isimli kitabına dört "dessins originaux" ile katkıda bulundu. Tür­
kiye'de hiç kimsenin bilmediği veya çok az sayıda kişinin bildiği bu dört de­
seninde Abidin "at"lar çizmiştir. Resim sanatında "at" denilince bizde Av­
ni Arbaş anımsanır, oysa bu kitapta Abidin de "at" çizebileceğini gösterdi.
Elbette daha önce Kuvay-ı Milliye Destanı 'nda atlar çizmişti Abidin. Ama bu
kitaptaki "at"lar başka.

ı so PAR i s : E K i M 1 952'DEN ARA L I K 1 99 3 ' E


Madeleine Riffaud'nun 193 9'dan 1972'ye kadar yazdığı şiirleri kap­
sayan kitabın önsözünü Vladimir Pozner kaleme alıyor: O yıllarda FKP'nin
ve L 'Humanite'nin önde gelen isimlerinden biridir Pozner.
Les Editeurs Reunis tarafından okura sunulan kitap, aslında bir rast­
lantının eseri. Çünkü çocukken yazdığı şiirleri yakmasını annesinden rica
eden Madeleine, 1972'de annesini kaybettikten sonra, annesinin dolapları­
nı ve sandıklarını karıştırırken, annesinin şiirlerini yakmadan önce, "o gü­
zelim öğretmen yazısıyla şık bir deftere kaydedip saklamış olduğunu" gör­
dü. Anne dediğin de böyle olmalı: H em kızına verdiği sözü tutuyor şiirle­
rini yakarak, hem de onları yakmadan önce bir deftere kaydederek şiirleri­
nin kalıcı olmasını sağlıyor. Brava!
Madeleine daha sonra da şiirler yazdı: Özellikle Direniş yıllarında.
Ve bilhassa Direnişin ölmediğini ve ölmeyeceğini göstermek için, Ağustos
1 944'te, Paris'in orta yerinde Seine Nehri üstündeki köprülerden birinde,
Pont-Neuf nam köprü üstünde, herkesin gözü önünde bir N azi subayını
"kafasına iki kurşun sıkarak" öldürdükten sonra işkence saatleri sonrasın­
da "atıldığı" Fresnes'deki Kadınlar H apishanesi'nde . . .
Ve eğer Paris halkı ayaklanmayıp üç gün daha gecikseydi Madele­
ine kurşuna diziimiş olacaktı. Ve onu anmak için elimizde sadece gençlik
ve hapishane şiirleri kalacaktı. Ne iyi ki Madelein(ler) yaşadı(lar) .
Madeleine Riffaud daha çocuk yaşta Direniş H areketine katıldı. O
günlerini önce "hafif' bir romanda anlattı: Bleuette'de. Birinci baskısı:
1944'te yapıldı. İkinci baskısı 2004'te yayınlandı. "İllustratians" Jeanne
Puchol'un kaleminden. 2004'te imzalayıp, bana hediye ettiği kitaba: " Ka­
sım 1944'te yazıldı (20 buçuk yaşındaydım)" notunu koydu.
Aynı dönemini daha ayrıntılı ve daha "ciddi" bir biçimde On L 'Appelait
Rai ner'de aktardı. " Rainer" o yıllardaki takma ismidir (Julliard yayınları, Paris).
"j'avais dix-huit ans en 1942. Dans les rangs des Francs-Tireurs et Par­
tisans Français, man nam etait Rainer. "
" Rainer"lere saygı ve sevgimizi göstermek için bu iki cümleyi ken­
di dillerinde yazmak gerekiyor(du) . Yazdım.
"Özel muhabir, " aslında gerçek anlamıyla "savaş muhabiri" olarak
izlediği ve Fransız sömürgeciliğinin alaşağı edilmesi ve ülkelerinin bağım-

Asi D i N D i N o ı sı
sızlığını kazanması için mücadele eden bütün halk kurtuluş savaşçılarına
yardımdan asla kaçınmadı.
Bunun içinde özgürlük savaşçılarının ülkelerinde veya başka ülke­
lerde bırakmak zorunda kaldıkları eşierine ve sevgililerine aşk mektupları­
nı sınırları aşarak ulaştırması da dahil.
Bunları ve kendisini öldürmek için kurulan her türlü hain tuzakla­
rı birçok kitabında anlattı:
Vietnam ve Cezayir günlerini şu kitabında bulmak olası:
De Notre Envoyee Speciale . . . , Les Editeurs Français Reunis, Paris,
1964, Kitabın arka kapağında bakın neler sıralanıyor:
" Paris1944. Berlin 1 9 5 2 (Ama 1 9 5 1 olması lazım. M Ş G . Biraz önce
gördük.)
Vietnam (ve) Cezayir, 1952'den 196 2'ye. H anoi. H aiphong, 1954.
Orleans Ville (Cezayir) , 1954. Oran, 1962. Constantine (Cezayir) , ı956. Pa­
ris, 1 9 6 1 (Cezayir Savaşını protesto edenlere Paris polisinin acımasız katli­
arnı ve saldırıları. M Ş G ) . Saigon. Bizerte . . .
"

1 9 6 5 'te ise aynı yayınevi Dans Le Maquis Vietcong'u yayınladı. İkin­


ci baskısı 1977'de yapıldı. ..
1967'de yine aynı yayınevi Au Nord Vietnam, Ecrit Sous Les Bombes
isimli kitabını sundu.
1974'te yayınladığı Les Linges de la Nuit 'de Fransız hastanelerinin
çekilmez halini ve hastabakıcı kadınlara yüklenen işlerin çokluğunu ve zor­
luğunu anlattı. Ve kitap kısa sürede best-seller oldu. Madeleine Riffaud adı­
nı daha duymamışlar bile duydu. Bu kitabın 2005 'teki baskısını yapan
Presses de la Renaissance kitabın üstüne ekiediği kırmızı özel bir etiket­
tej"kemerde" şunları belirtiyor: "Madeleine Riffaud. H O P ITAUX: U R­
G E N C E ! Deja vendu a plus d'1 milian d'exemplaires ." Kitabın bir milyon­
dan fazla satmasının sırrı da zaten burada: Daha 1974'te Fransız hastana­
lerinin ağlanacak halini sergilemesinde. Tabii 2ooo'lere vardığımızda
iş çoktan korkunç boyutlar kazanmıştı. Bu kitap ve öncekilerde değindiği
bin bir konu Madeleine Riffaud'nun öngörüsünün gücünü sergiliyorlar.
Bana şunları söyledi: " Fransa' dan çıkıp, röportajlar yapıp, birçok ül­
keyi dolaşıp, yeniden Paris' e geldiğimde Abidin'le mutlaka buluşur, ona iz-

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


lenimlerini aktarırdım Abidin, bildiğiniz gibi, hemen hemen her konuyla
ilgilendiği için bana bin bir soru sorardı. H er zaman yanıtlanması müm­
kün olmayan."
Madeleine, Abidin'le ilgili bir anısını daha aktardı:
"Gazetecilikten sonra bir ara resim yapmaya merak sardım. Abidin
bana kimi tavsiyeler de bulunuyordu. Kendisine hiç te öyle öğretmen veya
öğretici veya usta havası vermeden. Asla.
Bir seferinde Güzin'le Abidin'i akşam yemeğine davet ettim. Geldi­
ler, bir ara Abidin resimierime baktı: Bakarken tek tek çeviriyar resimleri,
' H ımm . . . bu biraz Picasso kokuyor, bu biraz Pignon, bu biraz Abidin . . . Sen
aslında biraz Madeleine yapsan daha hoş şeyler çıkaracaksın mutlaka.' dedi.
Bu tavsiyesini hiç unutmadım O zamandan beri Madeleine yapma­
ya çalışıyorum.
Madeleine'in hayatı birkaç romanlık Zaten bizzat kendisi birçok ki­
tabında kimi parçalarını aktarıyor, ama hepsini henüz yazmış değil. Eğer
en kısa yoldan hakkında bir şeyler öğrenmek isterseniz J orge Amat'ın mü­
kemmel belgeselini tavsiye ederim: 20 Ans en Aout 1944 (Ağustos 1 944'te
20 Yaşında).
Madeleine, Abidin resimlerine hep hayrandır. Evinde birçok "Abi­
din" bulunuyor. Bir de 1944'te, Paris'te özgürlük şarkıları söylenirken, Pa­
ul Eluard'ın kendisini tanıştırdığı Picasso'nun "bu ismi büyük kendisi mi­
niminnacık kadına" hayranlığının işareti olarak yaptığı portresi.
Madeleine, Paris'teyse eğer, hiçbir Abidin sergisinin açılışını kaçır­
mamıştır. En son 19 Mayıs 2005'teki Abidin sergisinin açılışında da hazır
ve nazırdı. Yine bir-iki tablo satın aldı. Daha sonra görüştüğümüzde bana
Abidin'e ilişkin bir anısını daha anlattı:
"Size bir sırrımı daha açıklamalıyım: Abidin, o çok hasta olduğu
günlerde (Ekim-Kasım 1 9 9 3 'te. M Ş G ) bana aynen şunu söyledi: 'Madele­
ine ben gittikten sonra Güzin'e sahip çıkmayı sakın unutma. Abidin işte,
sanki gezmeye, uzun bir seyahate çıkarken, çok yakınımızdaki ama ulaş­
mamız imkansız bir 'ülkeye' giderken, eşini bizlere emanet ediyordu. Me­
sajını çok iyi aldığımı sanıyorum. Bir de Güzin o kadar telefon etmeme, ha­
lini hatırını sarınama karşın bir kez de kendisi arasa ne hoş olurdu. "

As i Di N D i N o 1 53
Güzin'le 2 1 Ekim 2005'te Madeleine'i konuştuk. Güzin anlatıyor:
" Düşünebiliyor musunuz ? Kurşuna dizilecekken kurtuluyor. ' Mi­
raculee' (" Mucizeye uğramış , " " B ir mucize yaşamış") bir kadın. 1 9 5 o 'ler­
de ve 6 o'larda çok yazardı, çizerdi, koştururdu. Meşhur o Gençlik Kong­
resinde (Festivalinde. M ŞG ) , Nazım'la tanışıyorlar. Berlin'de. N azım da
yeni çıkmış yurtdışına. N azım'la müthiş arkadaş oluyorlar. Abidin'le ta­
nıştıktan sonra Abidin'le de can ciğer dost oluyorlar. Quai Saint-Mic­
hel'deki evimize sık sık gelenlerden biriydi. Ben de kendisini çok beğe­
nir, çok severdim.
Abidin'in her sergisinde mutlaka bir bazen iki tablo satın alır. Bu
son sergide (19 Mayıs 2005 'teki) iki resim aldı.
Abidin de ona ara sıra resim hediye ederdi. Küçük bir koleksiyonu
var. Bu son sergide görüştük Ama biraz çökmüş gibi. Üzüldüm. Çok se­
verdi Abidin'i."

PARis'TEKi FRANSA
"Abidin, Paris'e gelir gelmez dostu Tzara'yı ve Picasso'yu buldu" di­
ye başlar Abidin'in Paris'i serüvenini anlatan makaleler ve kitaplar. Sadece
o kadar değil. Dahası var:
Evet Abidin'in Paris'e geldiğinde tanıştığı veya daha önceden tanı­
dığı, bizim de bu vesileyle bildiğimiz, başka birçok Fransız daha var.
En başta: Jean Lods: Hani Abidin'in Moskova ve SSCB günlerindeki
arkadaşı. Fransız belgesel film yönetmeni ve gerçek bir sinema delisi. Onun­
la birlikte tanıdığı Pierre Biro. Pierre'in kardeşi Doktor Jean Biro. Jean
Lods'un kayınbiraderi Leon Mussinac ve eşi, yani Lods'un kızkardeşi Jeanne.
Ayrıca Jean Lurçat (Lürsa okunur) ve eşi Simone (İsmini tek "n" ile
yazmak lazım) Lurçat.
Sürrealizmin izleyicileri Oscar Dominguez ve Irene Joacquim.
Fransız Komünist Partisi üyesi ve gazeteci Francis Cremieux.
Guy Bemard de la Pierre. Roger Lenard.
Andre Lurçat, Jean Lurçat'nın mimar kardeşi. Monodlar. Robert ve­
ya genel deyişle " Bob" Vinay. Jean Marcenac. Doktor Dalcase ve eşi Annie
Bernheim-Dalsace . . .

1 54 PA R i S : E K i M l 952'DEN ARA L I K l 99 3 ' E


Burada isimlerini andığım insanların müşterek birçok özellikleri var:
Bir defa hepsi Direniş H areketine şu veya bu şekilde ama çok ciddi
ve çok aktif bir biçimde ve Direnişin ilk anlarından itibaren katılmış insan­
lar. Hatta Marcenac, Cremieux ve Madame Lurçat örneğin aynı Dire­
niş grubunda N azilere karşı silahlı eylemleri birlikte yapmış yoldaşlardır­
lar. 195o'lerin başında değişik vesilelerle bir araya geldikleri oluyordu. Bi­
razdan Pierre Biro'nun anlatacağı gibi, mesela Bob'un evinde. Pierre Biro
anlatıyor: " Evet burada Direniş içinde eylemiere katılmış bu üç kişi yeniden
bir araya geliyorlardı. Bu da az bulunan cinsten bir şeydi. O sıradaki giyi­
niş, davranış ve inceliklerini görünce bunların daha birkaç yıl evvel Nazile­
re kök söktürdüklerine, elde ve belde silah dağda ve köylerde Direnişi ör­
gütlediklerine inanmak için bin tanık isterdi. Anılarını aniatmayı pek sev­
mezlerdi, ama yine de arada bir kulağımıza bir-iki şey ulaşırdı."
İkincisi birçoğu, tamamı dememek için, FKP üyesi, veya yakını ve
sıkı destekleyicisidir. Pierre Biro'dan bahsedelim isterseniz: 2ooo'li yılla­
rın başına kadar FKP üyelik kartına sahipti. Yıllarca L 'Humanite Dirnanche
sattı, her pazar, aralıksız.
Nihayet tümü o yıllarda Paris'teki kültür ve sanat alanında ağırlık­
ları olan kişiler: Kimi sanatçı olarak, kimi sanatçıların en iyi en sıkı destek­
leyicisi olarak.
Örneğin Jean Lods ve Leon (Gerçek ismi Elie) Moussinac sinema de­
yince akla ilk gelen iki isim o günlerde. Örneğin İ D H EC'in (Sinema Yükse­
kokulu diye çevirelim) kurucu ve ilk yöneticileridirler. Leon Moussinac aynı
zamanda Arts Decoratifs ve Paris Üniversitesine bağlı I nstitut de Filmologi­
enin yöneticisidir. İlkinde 1 946'dan 1959'a kadar. İkincisinde 1 947'den
1949'a. Savaşın hemen bitiminde General Charles de Gaulle'ün kurduğu
hükümette FKP'li bakanların da yer alması bu konularda elbette rol oynadı.
Ama sadece bu değil. Adı geçen iki komünist öteden beri sinema ile içli dış­
lıdırlar. Ve bu mevkilerini bileklerinin hakkıyla aldılar demek olası.
Jean Lods Abidin'in Paris'teki sinema dünyasıyla ilişkiye girmesini
sağladı.
Zaman içinde Abidin'in sinema "katında," çevresinde şu isimleri
de görüyoruz: Christine Rochefort, Nelly Kaplan . . .

AB i D i N D i N O •ss
Yves Mentand ve Si mone Signoret. Paris'te L:lle Saint-Louis'de.

Abidin, örneğin, ı 9 6 7'de "Acıyı Çizmek" döneminde, yani zorlu


bir böbrek ameliyatı sonrasında güneydeki bir hastanede tedavisi sürer­
ken, bir değişiklik olsun diye gittiği, Cannes Film Festivalinde Christi­
ne Rochefort'a rastlayınca, onun yardımıyla hemen bir basın kartı çıka­
rır ve bir gazeteci olarak istediği filmleri izieyebilir, basın toplantılarına
katılır. . .

PARis: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993' E


Daha sonraki yıllarda aynı festivalin afişlerini yapma olanağı da bu­
lacaktır. ..
1955 yazı başlangıcında, Paris'e kadar gelmiş ve o günlerde Yves
Montand'ın, bir yıl sonra, SSCB ve diğer sosyalist ülkelerdeki turnesinin
belgeselini çekmek için onunla ve eşi Simone Signoret ile görüşen Yutke­
viç'in bir rastlantı sonucu Abidin'e rastlamasıyla, tanıştırdığı Mantand ve
Signoret. Bu tanışıklık sadece Saint-Paul-de-Vence'daki birkaç görüşme ile
sınırlı kalsa bile. Sevimliydi. Hoştu. Öte yandan kimi zamanlar, ki maalesef
bu zamanlar pek sıktı o yıllarda, Türkiye'de bir sorun için imza isternek ge­
rektiğinde kapıları kolayca çalınan, kolayca telefon edilebilen ve sayelerinde
birçok başka kapı açılan iki dost, hatta iki yoldaş, yabana atılmaz, elbette.
Hele o şirinlikte iki mahluk. Abidin ve Güzin'in r o , Rue de L'Eure'deki evi­
ne böyle bir vesileyle gelen Bemard Koucher'in elbette yıllar sonra birkaç
kez bakan olacağını bilmek kolay değildi. Yves ve Simone'un ülkenizdeki
durumu öğrenmek ve sizden haber almak için evinize kadar gönderdiği
genç bir adam çünkü o sıralarda.
Abidin de Fransız sinema dünyasına katkıda bulundu: Jean Lods'un
tanıştırdığı ve sonra çok sıkı arkadaş, yoldaş olduğu Pierre Biro'yu Türkiye
ve kimi yönleri üzerine belgesel filmler yapması için teşvik etmesi. Ve Şakir
Eczacıbaşı'nın o bilinen cömertliği sayesinde birçok belgesel çekmesi. Bu
belgeselierin Paris'te, Abidinlerin evinde bazen, o sıradaki birçok ressam,
sanatçı ve öğrenci tarafından imece yöntemiyle seslendirilmesi ...

HAYDi KALKIN BoB'A G i D iYORUZ


Jean Lods, Abidin'i, o ilk geldiği günlerde hemen, o sıralarda döne­
min en ilginç tiplerinin buluştuğu bir eve de götürdü. Ki bu ev o günlerde
bir tür "sanat ve kültür forumu" havasındadır.
Abidin bu vesileyle de dünya kadar insan tanıdı bir anda. Hepsi Pa­
ris'te sözü geçen etkili insanlar.
Abidin'i, işte bu vesileyle o evde, o günlerde, neredeyse Paris'e va­
rır varmaz, tanıyan Pierre Biro'yu tanık olarak davet ediyorum.
Söze "Abidin, heykeli dikilmiş olan tek dostumdur" diye başlayan
Pierre Biro şunları anlatıyor:

As i D i N D i N o 1 57
" Rue Visconti'de Bob'un, yani Robert Vinay'ın, evinde genellikle
pazarları toplanırdık. Bob o günlerde 'Ministere des Colonies'de çalışıyor­
du. (Özellikle Fransızcasını yazıyorum. Çünkü günümüzden bakınca ina­
mlası gibi değil ama gerçek: Evet o yıllarda Fransa'da bakanlıklardan biri­
nin ismi buydu: Sömürgeler Bakanlığı. M Ş G ).
Bob'un çalışhğı büro Quai d'Orsay'deydi. (Bugün Dışişleri Bakanlığının
ek binalanndan biri. MŞG). Ve Rue Visconti'de oturuyordu. Ve her pazar bütün
gün süren sevimli bir ortam oluşurdu bu evde. Öyle özel davet filan yapılmazdı
ve randevusuz gidilirdi. Tören filan da yoktu. Kapı, bilinen herkese açıkh.
Gelenler genellikle sol entelektüeller. Edebiyatçı takımından çok
ressam, heykeltraş ve mimar çevrelerinden sanatçılada bu sanat daUarına
meraklı birkaç koleksiyoncu: İ şte Les Moussinac, Les Dalsace, Les Lurçat,
Roger Marx, Jean Lods ve mutlaka bir-iki arkadaşı daha. Genellikle hoş ka­
dınlarla gelirdi Lods. Ne de olsa sinema dünyasından.
Tabii binanın tarihi önemi de var: Racine'in oturduğu ev ne de ol­
sa . . . (Racine, r 6 9 2'den itibaren yedi yıl boyunca, ölümüne kadar, Rue Vis­
conti'de 24 nurnarada oturdujyaşadı. M Ş G ) .
Dahası tam karşısında Balzac'ın matbaası. (Balzac, 19 numaradaki
matbaası ve yayıneviyle, bir deneyim yaptı bu işlerde, ama başarılı olamadı.
MŞG).
Yandaki ev de Delacroix'nın atölyesi olunca manzara veya haydi res­
samların diliyle konuşalım tablo tamamlanmış oluyordu. Delacroix bu atöl­
yesinde ismini şimdi anımsayamadığım kocaman tablosunu ve sadece o
tablosunu yaptıktan sonra birkaç adım ötedeki Place de Furnstenberg'e gi­
dip yerleşiyor.
Bob'un evine gelenlerin listesi çok uzun: Hepsini saymak mümkün
değil. Ama epey insan geliyordu. (Biro yukarıda isimlerini saydıklarıının
tümüne yakınının eve geldiğini belirtti. M Ş G ) .
Bunlardan Guy Bemard d e la Pierre çok ilginçti: Güya komünizme
karşı olan bir sol takımdan geliyordu. İsminden belli zaten aristokrat, da­
hası hem solcu hem de komünizme karşı. Gel de inan!
Robert Lenard kısa film prodöktürü ve bir-iki film yönetmiş, eşi
Yvonne'la birlikte gelirdi. Lods'un iyi dostuydu.

PA R i s : E K i M l 95 2 ' o E N ARA L I K l 99 3 ' E


Pierre Bi ro (Ayaktaki göm lekli), M ichel Vafiadis (Ayaktaki) ve dostlarıyla. ı g6o'larda.
M . Ş e h m u s G ü z e l Kolek'iıyonu

Aslına bakarsanız mondain anlamda bir salondan çok birbirini tanı­


yan arkadaşların bir araya gelip hoşca birkaç saat veya bir gün geçirdiği bir
mekan söz konusuydu. Gelenler arasında dönemin en büyük 'monte­
use'lerinden biri de vardı. Bir süre sonra aynı binada oturacaktı zaten.
Büyük olasılıkla Abidin'i ilk kez bu evde gördüm. Bu evde ve bu or­
tamda tanıştık
Tabii getiren mutlaka Lods'tu. Lods'un olduğu yerde mutlaka ' Les
Moussinac' da olurdu: Leon ve Jeanne yani. Jeanne, Lods'un kızkardeşidir.
Leon ise tiyatro konusunda uzman sıkı bir eleştirmen. Sinema ve tiyatro
üzerine kocaman bir kitabı var. İkisi de son derece sevimli insanlar: inan­
mış militanlar ve Abidin'le çok iyi dosttular. Yanılrnıyorsam Moussinaclar
da Abidin'le Moskova'da tanışmışlardı. Bundan emin değilim ama sanki

ABi D i N D I N O 1 59
böyle bir şeyi duyduğumu da anımsıyorum. Abidin'in Lods ile Moskova'da
tanıştıklarını biliyorsunuz. Belki aynı zamanda Moussinaclarla da tanıştı.
Belki birkaç ay sonra. Ama Leon ve Jeanne'ın Abidin'i Paris'e gelmeden
önce tanıdıklarından eminim."

G ı n E ' i KARŞi iAYAN STALİN


Pierre burada çok hoş bir hikaye anlattı: İlle Abclin'le ilgili değil,
ama mutlaka hoşunuza gideceğini tahmin ederek ben de size aktarmak is·
tiyorum.
Andre Gide Moskova'ya resmen davet edilince, Paris'ten yola çıkı­
yor ve vanyar Moskova Garı'na. Leon Moussinac onu karışılamakla görev­
lendirilmiş. İ şin komikliği şurda: Moussinac Stalin'e, veya daha doğrusu
Stalin'in 193o'lardaki haline, ikiz kardeşi gibi benziyor. Bıyıklı bir 'auverg­
nat' (Auvergne bölgesinden. M Ş G ) düşünün: İ şte Moussinac. Gide Baba
trenden inince şöyle bir bakıyor: Biraz ötesinde ' Stalin'i' görünce bunu çok
doğal karşılıyor. Evet, bu, onun için çok doğal: Büyük bir sanatçıyı karşıla­
maya elbette Stalin gelecek! Başka kim olabilir ki? ( İkimiz de katıla katıla
gülüyoruz.)
Ben Lods'un yalancısıyım. Bu hikayeyi bana O anlattı. O zaman da
çok gülmüştük.
Doğrusunu isterseniz Stalin, Gide'i bir kez kabul ediyor, görüşü­
yorlar. Söylenenlere göre, Gide ona eşcinsellerin durumunu ve onlar için
ne yaptığını sormuş.
Bunları tabii daha sonra öğrendik. O yıllarda, yani 1 9 3 o'ların başın­
da, Gide bizim gibi tıfıllar için Papaydı. Müthiş bir prestij sahibiydi. Mark­
sizme ve hele Stalin'e sempati duymasını bir türlü anlayamıyorduk. Bunu
bana daha sonra Lods açıkladı. Lods aslında benden çok yaşlı değildi. (Pi­
erre Biro Abidin'le yaşıttır neredeyse: Madem ki 12 Aralık 1 9 1 3 doğumlu.
Lods ise 1903 doğumlu. Şaka maka aralarında yine de on yıllık bir fark var.
M Ş G ) . Ama başka bir deneyim sahibiydi, başka bir hayat yaşamıştı, benim
için gerçek bir yol gösterici bir 'akıl hocası"ydı. Bir gün bana Gide'in SSCB
ve Stalin'e yakın durması konusunda şunu söyledi: 'Çevresindekiler akıllı
insanlar değildi.

ı6o PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


İsterseniz gelin sorunuza dönelim: Bob'un evine, Dalsacelar da ge­
lirdi. Zaten çok uzakta oturmuyorlardı. "
O yıllarda Dalsace ailesi mimari açıdan "chefd 'oeuvre de modernite "
olarak kabul edilen dünyaca ünlü "La Maison de Verre" isimli son derece
orijinal bir evde oturuyorlardı: 3 1 , rue Saint-Guillaume'da. Cafe de Flore'a
iki adım. (Bayan Annie Bernheim-Dalsace'ın tarunu ve gazeteci Domini­
que Yellay'ın yazdığı şu kitaba bakılabilir: La Maison de Verre. Le chefd'oe­
uvre de Pierre Chareau, Actes Sud, 2007.)
192o'lerden beri Doktor Jean Dalsace dünyaca ünlü bir jinekolog­
dur ve doğum kontrol hapı alanında ciddi araştırmalarıyla bu habın gelişti­
rilmesini sağlamıştır. Dahası çocuk düşürmenin serbest bırakılması ve ya­
sallaştırılması için de 193o'ların başından itibaren mücadele etmiş, femi­
nistler tarafından da hayranlıkla izlenen, saygı değer bir doktor ve bilim
adamıdır. Daha sonra Direnişi destekleyen gerçek bir yurtsever... Ünlü ve
ciddi tarihçi Michelle Perrat'nun "Progres en gynecologie, progres de la candi­
tion Jeminine" başlıklı kollokyumda sunduğu tebliğ bu konuda zengin bil­
giler içeriyor: Bayan Perrot, kadınların özgürleşmesinde ve kadının yaşam
koşullarının, kısacası kadının genel durumunun iyileştirilmesinde jineko­
lojinin ve Doktor Dalsace gibi öncülerin rolünü vurguluyor.
Tanışmalarından kısa bir süre sonra Dalsace ailesi, Lurçat ailesi ve
burada, şimdilik ismi uzun boylu bir biçimde geçmeyen ama bu evin "de­
vamlı müşterilerinden" ve Pierre'in kardeşi Doktor Jean Biro, Abidin re­
simlerinin tiryakisi olacaklar. Dalsacelar başta ismi geçenlerde iyi birer
Abidin koleksiyonu bulunduğunu sanıyorum.
Örneğin Simone Lurçat ile görüştüğümde, Paris'teki evinde birkaç
tane "Abidin" gördüm. Bayan Lurçat'nın Abidin'in eserleri önünde fotoğ­
raflarını çektim. Lurçatıarın Saint-Cere yakınındaki Saint-Laurent-les-To­
urs'daki şatolarında da "Abidin"ler bulunduğunu tahmin ediyorum.
195o'lerin sonunda ve 1 9 6 o'larda Abidin ve Güzin'in kimi zaman dinlen­
celerini geçirmek için gittikleri bu şatoda Abidin mutlaka iz bırakmıştır.
Pierre Biro ise "Abidin"lerle yatıp kalkıyor: Paris'te Abidin'in ço­
cukken yaşadığı mahalledeki, evinin duvarları silme "Abidin." Sohbetimiz
sırasında bir ara şunları söyledi:

ABi D i N D i N O ı6ı
"Bunların bir kısmı Abidin'in desenleri. Hiç sevmiyorum. Bunların
tümü, yani Abidin'in desenlerinin ve tablolarının tümü kardeşim Jean'ın­
dı. O ölünce (Jean Biro ı 9 8 6 'da öldü. M Ş G ) bana kaldılar. Çatı katı di­
ye başka bir rnekanun var, orada ve Chamonix'teki evimde de başkaları var.
Abidin'le tanıştığımız zamanlar ve daha sonra ben genel olarak beş para­
sızdım, bir şey satın alamazdım. Ama kardeşimin parası vardı ve sanata
meraklıydı. Sadece Abidin'den değil Avni'den de epey tablo aldı. Jean Av­
ni'nin resmini de çok beğenir, çok severdi.
Abidin'den satın aldığı iki tablo daha vardı, ama son zamanlarda
nereye kayacağıını bilemiyordum, bu nedenle Güzin'e verdim. (Gülüyor.)
Ben Abidin'in ' U zun Yürüyüş' dizisindeki tablolarını seviyorum.
Tabii bunlara birer manzara olarak bakmamak lazım.
Bir s anat dergisinde Abidin üzerine bir makale yazmak isteyen
bir tanıdığım geçenlerde aradı, bana gelecek diye bu desenleri ve tablo­
ları çıkardım G eldi, gördü, biraz konuştuk. Abidin'i anlattım . Sonra si­
zin de bu eserleri görmek isteyeceğinizi tahmin ederek haydi birkaç
gün daha kalsın dedim. Ve işe bakın şimdi nedense bunları çok beğeni­
yorum. Demek ki kimi resimleri baka baka sevmek mümkün. Ama ar­
tık sıkıldım: Bunları kaldırmak ve yerlerine başka tablolar asmak istiyo­
rum. Aslında epey zamandır bunların tümünden kurtulmak istiyo­
rum . "
Birkaç ay sonra, Pierre Biro ile evinde yeniden görüştüğümüzde du­
varlarında başka tablolar vardı: Elbette atmadı "Abidin"leri. Ama biraz "de­
ğişik bir hava soluklamak" istediği için başka ressam arkadaşlarının eserle­
rini duvarlarına yerleştirmişti.
Şimdi Pierre Biro'nun, Abidin'in Paris'e 1952 sonunda geldiği gün­
lerine ilişkin anlattıklarına dönelim isterseniz:

A s i n i N PA R i s E YALNız G E L M ED i
'

Pierre aynen şöyle diyor o ilk tanıştığı anlar için:


"Abidin Paris'e Sophie ile geldi.
Bu çok önemli o nedenle Fransızcasını da yazınam şart: "Quand
Abidin etait arrive a Paris, il est arrive avec Sophie. "

ı62 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Roma faslım anlatırken Sophie'yi ve Pierre'in ona ilişkin sözlerini
aktarmıştım. Şu kadarını anımsatmalıyım sadece:
"Polonyalı Sophie fena halde Felliniyendi. Biraz geveze. Biraz egzo­
tik. Aslında Abidin de zaten bir parça egzotikti o günlerde. İkisi bir arada
tamamen egzotik bir hava estiriyorlardı. Bir parça da taşrab bir hava. Bili­
yorum, Abidin'in maddi durumu çok kötüydü. Ayrıca Abidin gibi biri için
taşrab yakıştırmasını f sözcüğünü kullanmak absürd, ama işte o bilinen
fark, o bildiğiniz Türk tavrı, o bildik Türk havası bunu söyletiyor.
Sophie uzun boyu ve sarışın ve uzun sarı saçlarıyla dikkat çekiyor­
du. Çok güzel değil belki, ama yine de alımlı. Hoş bir kadın. Bizim için
Sophie Abidin'in "nana"sıydı ("aftosu"ydu) . Çok iyi Fransızca konuşan,
çarpıcı renkli giysileriyle on metreden göze çarpan genç bir kadın. Ne iş
yaptığını, mesleğini filan bilmiyordum. Bu aslında çok da önemli değildi.
Ama manken olduğunu duydum zamanla. Fakat ne Agnes B. ydi ne de La­
etitia Casta. Bilmem anlatabiliyor muyum?
İşte bu iki sevimli varlık bir gün Bob'un evine çıkageldiler. Herkesle
tanıştılar. Ben hemen kaynaştım ikisiyle de. İkisini de çok sevdim. Düzenli
olarak görüşmeye başladık. Sadece Bob'un evinde değil. Başka yerlerde de.
Abidin Roma'dan eli boş gelmemişti, tabloları ve desenleri vardı.
İnanmayacaksınız ama geldiğinde onlarca ama gerçekten onlarca 'Colisee'
getirdi. Tamam bir parça şematik bir biçimde yapıldıkları açıktı. Ayrıca on­
ları Roma dışında da yapmış olabilirdi. Bunu kesinkes söyleyemem ama
böyle bir hava vardı Bob'un evine getirdiği resimlerinde.
Abidin'i biliyorsunuz zaten hattat gibi böyle desenler çiziyor. Acaba
bunları hemen o sabah mı yapmıştı, yoksa Roma'dan sandıklar ve dolaplar
içinde mi getirmişti? Bilmiyorum.
Aslında Abidin için şunu söyleyebileceğimizi sanıyorum: Genel
olarak Abidin'in etrafında, yakınında, yanında, çevresinde çok şey olmazdı.
Sonuç olarak son derece sade, arıtılmış (Fransızcasıyla: depouille) bir insan­
dı. Ne çok fazla giysisi vardı. Ne de etrafında çok sayıda insan. Ama hepsi
seçilmiş, özenle . . .
V e nitekim her zaman çok iyi giyinen bir sanatçı, iyi seçilmiş giysi­
ler içinde çünkü.

ABi D i N D i N O
Yanında da öyle: Az sayıda, ama her zaman iyi seçildikleri belli olan
insanlar. Hiçbir zaman yanında çok sayıda insan olmazdı.
Tabloları için de aynı şeyi söyleyebiliriz sanıyorum. O günlerde bel­
ki tabloları da vardı. Ama görmedik."
Biro'nun pasaportunda mesleği hanesinde " sinemacı" j"cineaste"
yazıyor.
Güzin anlatıyor: " Pierre B iro, en kadim dostumuzdur. Abidin'le
birçok konuda tartışırdı, birçok meselede ayrı ayrı düşünürlerdi. Ama çok
iyi anlaşırlardı, iki kardeş gibi. Her karşılaştıklarında mutlaka bir konu bu­
lur ve onun üstünde veya çevresinde uzun uzun tartışır hatta atışırlardı.
Daha sonra Abidin'in teşvikiyle Türkiye'ye gitti. Televizyon için belgeseller
yaptı: Kırkpınar yağlı güreşleri, deve güreşi, Osmanlı İmparatorluğu'nun
kuruluş yılları ve benzeri konularda."
Pierre Biro ile 1 5 Ocak 1997'de Güzin'i ziyaret ettiğimde, Güzin'in
yanındayken tanıştım. Noel'i ve yılbaşını Londra'da geçirdikten sonra Pa­
ris'e dönmüş v e Chamonix'deki evine, kış mevsimini yakalamaya gitmek
üzereydi. İ ki satır konuştuk. Bu bir başlangıçtı. Daha sonra birkaç kez da­
ha görüştük Uzun boylu sohbetlerle saatler geçirdik
O ilk karşılaşmamızda kendisine ilişkin birkaç şey öğrendim: Cha­
monix'deki kışlık evini zaman zaman Şakir Eczacıbaşı'na ve Tunç Yal­
man'a bırakıyormuş. Eczacıbaşı ile çok iyi dost olduklarını da bu vesileyle
öğrendim.
Neden? Nereden?
İstanbul'dan ve o belgesel filmleri çekmek vesilesiyle: Filmleri pa­
rasal açıdan destekleyen insan çünkü Şakir Eczacıbaşı. ı 9 6 o'ların başında
oluyor bunlar. Bu sayede birçok sanatçı ekmek parasını da çıkarıyor.
A 'dan Z 'ye Abidin Dino da " Pierre Biro" maddesinde, bu konuda,
'

şunları okuyabiliriz:
" Eczacıbaşı'nın parasal desteğiyle Renk Duvarlan, Kırkpınar, Göre­
me, Deve Güreşleri adlı belgesel filmleri yaptı."
Bu kaynakta, daha sonra, Pierre Biro'nun Abidin'in resim sanatına
ilişkin görüşlerini içeren uzunca bir çalışmasından bir parça alınmış: Me­
raklılarına duyurulur. (s. 57-58.)

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 993'E


Güzin'in yeğeni ve Abidin'in çok sevdiği Gül Ar, Pierre'i İstanbul'a
ilk geldiği günlerde tanıdığını söyledi ve şunları anlattı:
GA: H erkes Pierre'e aşıktı. Hayrandı. Bir Pierre lafı çıktı kadınlar,
erkekler kuyruk oldular.
M Ş G : Erkeklerde mi?
GA: Eeee tabii, çok güzel, çok yakışıklı bir adam. Gençlik resimleri­
ni görseniz, Pierre bir harika, boy pos her şey yerli yerinde. H er zaman ka­
rizmatik bir adam. Çok çok beğenilirdi. Hele hanımlar. Pierre'in o günkü
fotoğrafları Şakir'de (Eczacıbaşı) vardır. Şakir Eczacıbaşı Abidin'in çok iyi
arkadaşıdır ve Pierre'e o fılmelerin gerçekleştirilmesi için yardımcı oldu. O
yıllarda Türkiye'de herkes Abidin'e hayrandı. Şakir de Abidin'le bu şekilde
arkadaş oldu. Sanatçı arkadaşlığı yani.

ELISABETH MAUPOIL, PARİS


Abidin'le ilgili makalelerin ve Abidin üzerine "yazılan" kitapların
unuttuğu bir isim var: Elisabeth Maupoil. Ancak haksızlık da etmeyelim:
Güzin, birazdan göreceğiz, ondan, i smini vermeden ve hem kendisi hem
de Abidin için önemini belirtıneden söz ediyor.
Elisabeth Maupoil oysa o yıllarda Pierre Biro'nun "aftosu"dur.
Anımsayalım lütfen: Pierre Biro, Paris'in kurtuluşu gecesinde Paris'in gü­
neyinden kente girdikten sonra geceyi Elisabeth'in Paris'in merkezindeki
l'ile Saint-Louis'deki evinde geçirmişti. Yani bu dostluğun bir tarihi var.
Sadece bu kadar da değil: Elisabeth, 1952'de Pierre Biro'nun kendi­
sine tanıştırdığı Abidin'i ilk günlerinden itibaren koruması altına aldı. Pi­
erre Biro'nun bana anlattığına göre Sophie'yi de. Abidin, Sophie ve Elisa­
beth'in Rusça konuşmalarının mutlaka bir etkisi oldu bu işte: Kafa kafaya
verip herkesi çekiştirrnek için en iyi yol bu: Kimselerin anlamadığı bir dili
konuşmak. Elisabeth Rustur. Ve kısa sürede Abidin'in Paris'teki en yakın
dostlarından biri olacaktır. Belki birincisi. H ani Leyla Abla'nın yerini aldı
desem yeridir.
Tabii yaşamın bir cilvesi olmalı, Leyla Abla, kardeşini ve gelinini
görmek için Paris'e geldiğinde, o sırada parasal durumu elverişli olan Abi­
din Ablasını La Bucherie'de misafir edecektir. Çünkü La Bucherie'de kal-

ABi D i N D i N O ı6 5
mak öyle herkesin kesesine uymaz:
Mütevazı ama her türlü konforu bu­
lunan bir tür " studio"da yat kalk,
otur, kahvaltını yap, yemeklerini ye,
bütün bunlar epey masraf isteyen
şeyler. . .
ı 9 6 o'larda Paris'e gelen ve
Abidinlerle tanışan Şehnaz Akıncı
da zaman zaman burada kaldı.
Pansiyonun sürekli müşteri­
lerinden biri örneğin mim sanatını
kuran ve kurumlaştıran, bütün dün­
yaya tanıtan ve yayan Mim Mareel
Marceau'dur. Nitekim Abidin'e iliş­
kin kitapların birkaçında Abidin'in
Mim Marceau ile çekilmiş bir fotoğ­
rafı var: Bu fotoğrafta şakayla "rol ke­
Leyla Abla: l�yla Oino-l l�ri. C.uzln O.no Koleksoyonu
sen" Abidin'dir. Tebessüm eden ise
Mim Marceau. Mim Marceau, fotoğ­
rafı imzalamış da, imzasının yanına bir de gül kondurarak " Dostum Abi­
din'e Bip'den sevgiyle ve dostlukla."
Peki " Bip" kim ola? Mim Marceau'nun 1947'de yarattığı "kahrama­
nı" Pierrot'dan başkası değiL Ve mim ustasının seyirlerini izlemiş olanlar
bilecekler: Bip'in her zaman bir de bir çiçeği vardır: Ve o çiçek işte burada
Abidin'e sunulan çiçektir.
Evet Elisabeth Maupoil, o günlerde Quartier Latin'deki minik Quartier
Saint-Julien Le Pauvre'un en ilginç mekanlardan birinin, hem lokanta ve bar,
hem de pansiyon La Bucherie'nin sahibidir. Aslında Pierre Biro ile. Ve Pierre
bana anlattı, bu mekan açıldığında, bu iş Paris için ve hele mahalle için kosko­
caman bir "yenilik"ti. Ve Pierre'in önerisiyle bu iş kotanlmıştır. Ama Pierre,
mala mülke önem vermediği için, hani gerçekten komünist ve söylediği gibi
yaşayan bir insan olduğu için, kendisini kalkıp öyle herkesierin yaptığı gibi mal
sahibi gösterecek adam değil(di) .

ı66 PA R i s : EKiM 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Güzin kitabında, Elisabeth'den, yukarıda belirttiğim gibi, ismini
vermeden ve hem kendisi hem Abidin için önemini vurgulamadan, şöyle
söz ediyor:
"Bucherie, o sıralarda, hele akşamları, bütün Paris'in uğrak yeri. Sü­
rekli yanan büyük şöminesi, en iyi peynir çeşitleri, Lurçat'nın baştan başa,
bütün bir duvarı örten halısı ("tapisserie"si. M Ş G ) , seçkin klasik müzik par­
çalarının sürekli ahengiyle, çabucak ün yapmış bir lokanta. Gazeteci, politi­
kacı, sinemacı, tiyatro oyuncuları, hele gece u. oo'den sonra iyice artan tra­
fiğiyle, son derece canlı. Rus asıllı, ehlikeyif, coşkulu, tatlısert havalı, dost
canlısı, şişmanca ama hala güzel, al benisi yerinde, sarışın, yeşil gözlü bir ba­
yan, (Yani Elisabeth Maupoil ayol! M Ş G ) , oraya eğemen." (A. g. k., s. 22r. )
Elisabeth'i hem Henriette Arbaş'la konuştum, hem Fanchette'le,
hem Pierre'le, hem de Güzin'le.
Herkes verebileceği kadar belge ve fotoğraf da verdi. Pierre hariç:
Çünkü O, yıllarca, acıyı ve tatlıyı paylaştığı sevgilisinden, yol arkadaşından
bir şey saklamamış. Ama yine de, " Belki Chamonix'deki evimde bir yerler­
de bir şeyler bulabiliriz. Bir gün oraya kadar gelirseniz, birlikte ararız, "de­
di. Yaktim olmadı. Oraya kadar gidernedim henüz.
Pierre Biro'nun anlatığına göre, Elisabeth Rusya ve Polanya'dan ge­
len aristokratik birtakım unvanlara sahip. 193o'larda Fransa'ya yerleştikten
sonra çok zengin ve " Sömürgeler Bakanlığında" yüksek memur olan Ber­
nard Maupoil ile evleniyor. Bemard Maupoil, Pierre'in çocukluk arkadaşı
Pierre Vallee'nin akrabası ve bu vesileyle hem Bemard ile hem de bir süre
sonra Elisabeth ile tanışıyor.
Pierre o günlerin Elisabeth'ini "çok zeki, çok alımlı bir kadın olarak
ve bayıltıcı Rus aksanıyla konuştuğu Fransızcasıyla" anımsıyor.
Savaş yıllarında Bemard Maupoil Musee de L'H omme içindeki Di­
reniş grubunun en faal elemanlarından biridir. Ancak yakalanıyar ve N azi­
ler tarafından ölüm kamplarında katlediliyor. Elisabeth'e eşinden çok
önemli bir miras kalıyor.
Elisabeth, Pierre'in tavsiyesi ve rastlantıların da yardımıyla neredey­
se bir yıkıntı halindeki " Nil Hôtel"i satın alıyor. Ve bu "oteli, " giriş katında
inşaat işçilerinin günlük iş beklediği kahvesi ve binadaki "içinde oturulma-

AB i D i N D I N O
Elisabeth Maupoil'ın şatosunun geniş çiftliğinde biçer-döverde paz verenler: Direksiyo nda Elisabeth
M aupoil, yanında Fanchette Vafiadis, onun y a nında La Bücherie'nin barmen i i t al o ve ş at oda
çalışanlardan birkaçı. H aziran ı g6s. M. Şehmus Guzeı Koıeks•yonu

sı mümkün olmayan odalarıyla" ancak iki yıl kadar çalıştıktan sonra La


Bucherie biçimine sokuyorlar.
Evet gün gün çalışarak ve neredeyse her şeyini bizzat yaparak, otel
bir anlamda restore ediliyor ve oturulabilecek hale geliyor. Alttaki kahve iş­
te adını andığımız bar restauranta dönüşüyor. Ancak birçok kişinin bugün
unuttuğu yan sokaktan ayrı girişiyle otellejpansiyonla birlikte anmak lazım.
1952'de, Abidin Paris'e vardığında, Elisabeth ve Pierre, Rue Saint­
Jacques'ın Seine kıyısından başlayan ucunda, bu pek şirin lokanta, bar ve
pansiyonu işletiyorlar.

ı68 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3'E


Adı alışılmamış cinsten. O yüzden olmalı Abidin üzerine kotarıl­
mış iki kitapta La Bucherie (okunuşuyla: la büşri) olmuş LA B O U C H E RİE
(okunuşuyla: la buşri). Yani Kasap dükkanı.
Abidin görseydi "Ne olacak işte bache herifl er" derdi mutlaka. Şim­
di elbette Fransa'da veya başka bir ülkede eğlenmek için bir lokanta vefve­
ya pansiyona " Kasap Dükkanı" gibi bir isim takılabilir. Ama böyle bir şey
yapanların şakadan başka bir niyetleri olmadığı sonucunu çıkarmak lazım.
Ve bu şaka elbette öyle yıllarca sürmez.
Bizim örneğimizde ise ismi çok doğal bir kaynaktan geliyor: Bulundu­
ğu sokağın isminden. Ve bilhassa şöminesinde sürekli "la bache" yakılmasın­
dan: Yani ocak odunu. Veya şömine odunu. Ancak bu sözcüğün bir de meca­
zi bir anlamı var: Odun gibi herif, "kereste." Veya daha kolayı: Enayi, aptal.
Evet adı geçen mekan bir yandan Rue Saint-Jacques'ın Seine Nehri'ne
ulaştığı noktadadır. Schola Cantorum'un da bu sokakta olduğunu biliyoruz:
Epey yukarılarda, Pantheon'u filan epeyce geçtikten sonra ve Port-Royal Bulva­
rı'na varmadan hemen önce. Öte yandan Abidin ve Güzin'in yıllarca oturacak­
ları Quai Saint-Michel'e neredeyse komşudur. Ve Notre-Dame de Paris'in de
hemen hemen tam karşısında. Nihayet doğudan gelirseniz, Paris'in en ünlü,
hani o en çok bilinen " Shakespeare and Co." isimli İngiliz-Amerikan kitabevi
var ya onu geçin hemen La Bucherie'ye varacaksınız. Kitabevinin o günlerdeki
ismi "Mistral Bookshop"dur. Zaten işe bakın adını andığımız kitabevinin ad­
resi ne ola ki? 37, me de La Bucherie. Lades! Metroyla gelecek olursanız en iyi­
si Saint-Michel metro durağında inmek. Veya Maubert'de.
Pierre Biro ile sohbetimizden birkaç parçayı sunmalıyım:
M Ş G : Jean Lurçat'dan o güzelim tapisserie'sini nasıl alabildiniz?
PB: Lurçat'yı iyi tanıyordum. Jean Lods'un asistanı olarak Lurçat üze-
rine bir film yapmıştım, 1 944'te. Adı Aubusson. (Film 1 944'te çekilmiş olabi­
lir, ama gösterime giriş tarihi 1946. Ve sinema sözlüklerinde, ansiklopedile­
rinde ve nihayet Lods'un özgeçmişinde ismi şudur: Aubusson et Jean Lurçat.
M ŞG) Lurçat ile çok iyi ilişkiler kurdum ve bu ilişkilerim daha sonra da sür­
dü. Çabuk dost olduk ama söylemem lazım çok garip ve zorlu bir karakteri
vardı. La Bucherie'yi tamamlayınca iç dekor için kendisinden bir tapisserie ri­
ca ettim: O da çok cömert bir insan bize o yapıtını armağan etti.

Asi D i N D i N o
M Ş G : La Bfıcherie'ye ünlü kimler gelirdi?
P B : Pek çok insan gelirdi. Aklımda kalanlardan birini anlatabilirim
Bir gün Bertholt Brecht geldi. Terasa oturdu. Lokantamızın geleneği oldu­
ğu için, kendisine, peynir çeşitlerimizi tepsi üzerinde ve her biri kendi orij­
nal ambalajı ve etiketiyle, sunduk. Brecht birlikte geldiği dostuna bunu
gösterdi ve
- İ şte uygarlık budur, dedi.
Brecht aklımda kaldığı kadarıyla iyi Fransızca konuşuyordu.
Brecht Paris'te çok kalmıyordu. Acaba Abidin'i tanıyor muydu?
Sanmıyorum.
Abidin'in zaten tiyatrocu takımıyla çok yakın ilintisi yoktu. Belki
Sylvia Menfort ile, o da birazcık. Sanırım. Biliyorsunuz Sylvia da Direniş
Hareketinin önemli yüzlerinden biridir: Paris'in kurtuluşunu yansıtan fo­
toğraflardan birinde O da elinde bir revolverle görünüyor.
M Ş G : Başka kimler geliyordu ?
P B : Şimdi isimlerini unuttuğum genç birçok aktirist, artist gelirdi.
Lods da sık sık uğrardı. Yanında epey insanla.
Sonra Pierre Biro bir fotoğraf gösteriyor bana: La Bfıcherie'nin
önünde terasa, sokağa taşmış bir kalabalık: Herkes dans ediyor. Ve şunla­
rı ekliyor:
P B : İ şte zaman zaman yapılan bir "bal." Ya yılbaşı gecesi için ya I4
Temmuz için. Biz buna " Le Bal de La Bfıcherie" adını takmıştık Bu fotoğ­
rafta bir tek Lods'u seçebiliyorum, diğerlerini çıkaramıyorum.
Fotoğrafa yakından bakınca insanların kışlık giysiler içinde olduğu
görülüyor: Demek ki bu "bal" yılbaşı için ...
Bu arada Pierre, Abidin'e atılan bir"taş"tan söz ediyor:
P B : Elisabeth Maupoil ve herkes Abidin'i çirkin buluyordu. Doğru,
Abidin çirkindi, yüzünde düzenli çizgiler yoktu, yani öyle bir playboy hava­
sı yoktu (Gülüyor) . Ama bunlardan daha önemli bir şeyi vardı: Çirkinin çe­
kiciliği diyebileceğim bir şey. Ayrıca son derece hoş bir adam. Gülen. Ka­
rizması olan biri. Evet öyle Yunan tanrılarının güzelliği yoktu, ama bu ada­
mın ismi de Abidin'di ve kendine özgün bir yanı vardı. Kadınları mıknatıs
gibi çeken.

PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


PANCH ETrE A N IATıYOR
İşin ilginç tarafı şurada, birkaç kez adını andığım, Abidin'i ve Av­
ni'yi iyi tanıyan Fanchette'in bir süre sonra, Elisabeth Maupoil'ın önerisi ve
ısrarı üzerine, La Bılcherie'nin directrice'ifmüdiresi olması.
Fanchette anlatıyor:
"Aslında lokantacılıktan hiç anlamam. Ama Elisabeth ısrar edince
kabul ettim. Amerikalı dişçinin yanında sekreterlik yaparak kazandığırndan
üç misli para kazamyordum. Hemen kendime bir otomobil satın aldım. İşi­
mi her gece sabahın ikisinde bazen daha geç bitirdiğim için otomobille dön­
mem gerekiyordu. O yıllarda 14. arrondissement'da, Rue Froideveaux'da
oturuyordum. Yeni evlenmiştim. Ve bu iş hayatımızı epey rahatlattı. "
Fanchette, Mayıs r 9 6 ı 'de, İskenderiye'den Fransa'ya sığınmış, Yu­
nan sevgilisi ressam Michel Vafıadis ile evlendikten sonra evlilik kutlama­
sını La Bu cherie'de yapıyor. Ve o gün çekilmiş bir fotoğrafta Abidin, Elisa­
beth, Avni Arbaş, Henriette ve Güzin (Ama Güzin'in maalesef bir parçası
görünüyor) birlikte. O gün yenilen düğün yemeği listesindenj"menu"den
ikisine Abidin, Avni, Pierre Biro, Elisabeth Maupoil ve birkaç arkadaş da­
ha, çizdikleri birer desenle vefveya yazdıkları bir-iki satırla yeni evlilere
mutluluk diliyorlar. Ve tarihe iz bırakıyorlar. Fanchette bunları bana gös­
terdi ve büyük ve önüne geçemediğim ısrarlarıyla bu iki "menu"yü ve üs­
tünde çizili sanat eserlerini ille bana hediye etti. " Olmaz" "molmaz"larıma
rağmen. Çok şık menu'nün birinci sayfasında La Bılcherie'nin bulunduğu
minik Saint-Julien Le Pauvre Mahallesi'nin deseni çizili planı var. Çizen bi­
zimkilerden biri değil. İmzayı tam okuyamadığım için yazarnıyorum Özür
dilerim. Listedeki yemeklere gelince ağzımza layık. İ zninizle sıralamaya­
yım. Ama içtikleri şampanyanın ismini ve tarihini not olarak düşüyorum:
Champagne Brut Fleurie I 9 5 9 · Afıyet olsun.
Abidin'in elyazısıyla arkasına " Elysabeth" ve " 5 6 - 6 o " tarihini ve
onun altına da bir soru işareti koymuş olduğu bir fotoğrafta ise, paltolu ve
kaşkollu Abidin bir fuarda "göz-gez-arpacık" yapıyor, sol gözünü hafifçe
kapatmış, nişan alıyor ya, hani askerlik yaptığını unutmayalım: Kayseri'de
hem de. " H em de mevcutlu götürülmüş"tü. Ağzında hiç eksik etmediği
"cigarasıyla," mermiyi sıktı sıkacak. Kimbilir ne kazanacak? Bir yanında

ABi D i N D i N O
son derece şık kıyafetiyle Elisabeth: Biraz tedirgin gibi. Öbür tarafında Gü­
zin: Ama yüzünün sadece bir parçası çıkmış: Sadece saçının bir parçası,
gözlüğünün bir camı, gözü ve burnu ile ağzından minnacık bir parça. Fo­
toğrafı mutlaka Pierre çekmiştir sanıyorum. Bu fotoğrafı bana veren ise
Güzin. Ama Güzin'in anlaşılan kimi "fotoğrafçı" ile arası iyi değil. Ş aka.
Fanchette'in anlathklarından bir parçayı da daha aktarmak istiyorum:
" Elisabeth'in bir de şatosu vardı: Saint-Cyr-en-Arthies'de. Paris'ten
Rouen'a doğru giderken, 6o kilometre kadar uzaklıkta. Mantes-la-Jolie'ye
ise sadece sekiz kilometre. Müthiş bir şato: 6o hektarlık son derece iyi dü­
zenlenmiş bir parkın içinde: Parkta ne ararsan var: Çayır, çimen, ırmak, şe­
lale, gölcükler, mağaralar ve yüzyıllık ağaçlar. Gerçek bir rüya dünyası. Ola­
ğanüstü bir sessizlik. İster çalış, otur kitap yaz, ister dinlen. Şatonun otuz
kadar ve her biri diğerinden farklı odası var. Müthiş bir kitaplığı. Şömineli
ve bilmemneli başka birkaç tane salonu daha. Aniatmakla bitmez bir şato.
Ve zaman içinde bu şatonun duvarlarını süslemek için Abidin'den
ve Avni'den satın alınan veya Abidin'in arada bir hediye ettiği tablolar. Pi­
erre Biro'ya sorduğumda, bana şunu söyledi: " Evet şatoda birçok 'Avni' ve
iki tane 'Abidin' vardı."
Gel de şimdi Pierre'e inan.
Fanchette, Elisabeth ile her hafta sonu ve sık sık şatoya gittiklerini
söyledi. Bir de fotoğraf verdi:
Şatonun parkındayız. Biçer-dövere kurulmuş iki bayan: Direksiyon­
da, tahmin edeceğiniz gibi, Elisabeth: İki eliyle yakalamış direksiyonu. Bir
patronun bütün otoritesiyle. Hafif bir tebessümle objektife bakıyor. He­
men yanında bakımlı, uzun boylu ve bütün ciddiyetiyle Fanchette. Elisa­
beth'in yanında kasketiyle çiftlik işlerine bakan emekçi. Fanchette'in ya­
nında ise La Bı1cherie'nin banneni İtalo. İki genç daha var fotoğrafta:
"La Bı1cherie'de çalışan gençler olmalı. İsimlerini anımsamıyorum. "
Fanchette bu, anılarına çok bağlıdır. V e tarihin unutulmasını hiç
sevmez: İşte ispatı: Fotoğrafın arkasına notunu düşmüş: " Haziran r 9 6 5 . "
Şunu d a ekleyerek: " Elisabeth Maupoil, İtalo Mistrelta. "
Bu şato, tarih kitaplarında Didot Şatosu olarak bilinir. Çünkü 1 9 .
yüzyılda şatonun sahibi yayıncı ünlü Didot ailesinden Ambroise-Firmin

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Didot'ydu. Ama daha sonra Elisabeth ismini değiştirdi ve ismi artık " Le
Chateau de La Bucherie"dir.
Pierre Biro anlatıyor:
"Abidin şatoya birçok kez geldi. Ama beni hiç sarmıyordu, hafta
sonlarımı orada geçirmek. Ben sürekli olarak Paris'te yaşamayı tercih edi­
yordum. Ben bir kent insanıyım. Elisabeth orada yaşıyordu. O zaman ben
gece gidip sabah dönüyordum. Hafta sonları pek çok arkadaş, arkadaşların
arkadaşları, yani birçok insan geliyordu. Abidin de elbette ve Abidin'le bir­
likte başka dostları da. Biliyorsunuz öyle geniş bir eviniz (gülüyor), ne evi
canım şatonuz olunca dostlarınız sizi ziyarete gelmeye bayılırlar, siz de on­
ları misafir etmeye. Çok güzel günler ve geceler geçiriyorduk böylece. Kimi
otomobille gelirdi. Kimi otomobilsiz, trenle. Gar çok uzak değildi. Daha
sonra otomobilliler diğerlerini alıp Paris'e dönerlerdi. "
Pierre bir fotoğraf gösteriyor:
" İ şte bakın, sinema dünyasından birçok insan. Onlar otomobilliydi.
Ama örneğin fotodaki ressam Yvonne Grauer otomobilsizdi. Ama dönüşte
hep birlikte otomobillerle gittiler."
Sinemacıların şatoya ilgi göstermesi boşuna değil: Çünkü şato ve
parkı otantikliğini korumuş olması, tarihi ve güzelliği açılarından birçok
yönetmenin özenle aradığı "çevre" için son derece elverişliydi ve nitekim
birçok filmin kimi sahneleri şatoda ve parkında çekildi: Örneğin La Travi­
ata, Josepha ve başkaları ...
Fanchette, Yvonne Grauer'in "yarı Türk yarı Yahudi" olduğunu söy­
ledikten sonra şunları ekliyor:
"Abidin, Paris' e geldikten kısa bir süre sonra Quartier Latin'de ucuz
bir otelde küçük bir odaya yerleşti. (Sophie ile. M Ş G ) . Yvonne komşusuydu.
Yvonne o sıralarda yaşlı bir Türke rastladı. Ve onunla evlendi. Bu yaşlı Tür­
kün ismini unuttum. Yvonne daha önce bir Yahudi ile evlenmiş ve ondan
bir çocuğu olmuştu. (Pierre'in söylediğine göre bu çocuğun ismi Philippe.)
Eşi savaş yıllarında öldürme kamplarına götürülmüş ve maalesef bir daha
geri dönememişti. Yvonne biraz yaşlıca ama son derece sevimli bir kadındı.
Aynı otelde Abidin'in hemen çok iyi arkadaş olacağı ressam Robert
Helman da kalıyordu. "

ABi D i N D i N O
Helman ismi Türkçe kimi kitapta " Elman" olmuş: Aklınızda bulun­
sun. Elma veya El-Aman değil Elman! Buna da şükür!
İşte Abidin o günlerinde bunca sevimli ve olanakları bunca ge­
niş insanlarla arkadaşlık ediyor. Bizzat kendisinin yaşama koşulları mü­
kemmel olmasa bile. Ne de olsa kendini hep genç hissediyor ve en akıl al­
maz yoklukları, en çekilmez dertleri bile belli bir bilgelikle sineye çekiyor:
" Nasıl olsa bu da geçer" yaklaşımının fılozofluğu ve "Yaşamak Gü­
zel Şey Be Kardeşim'! diyen ustasının çektiklerini unutmadan. Kötünün
iyisi olabileceği gibi, kötünün kötüsü de olabilir(di) .
Ama gel zaman git zaman Abidin bu, bir dostu için başka bir dos­
tuyla tartışacak ve aralarına buz dağları yerleştirecektir fyerleştirilecektir:
Kuzgun Acar, zaman zaman Paris'e kadar gelen, çok hoş ve son de­
rece orijinal heykeller yapan ve Abidin'in tahmin edeceğiniz gibi pek be­
ğendiği ve hemen koruması altına aldığı bir sanatçıdır: O da "Arap. "
Kuzgun gibi bir sanatçı, hele onun gibi dev eserler yaratan bir sa­
natçı için, ihtiyacı olan genişlik, rahatlık ve huzuru Elisabeth'in şatosunda
bulabileceğini düşünerek, Abidin, Elisabeth'den Kuzgun'u şatoya sürekli
kalacak biçimde, ama belli bir süre için kabul etmesini, yerleştirmesini ri­
ca ediyor. Sonra ne oluyor? Öyle ayrıntılı bir biçimde bilmiyorum.
Pierre anlatmadı. Pierre böyle şeylere metelik vermediği gibi tatsız
anılarını beyin hücrelerindeki kadim silgisiyle işe yaramaz bir karalamay­
mış gibi siliyor f silmiş hafızasından. En azından bende bu izlenimi bırak­
tı: Kimi isimleri, kimi olayları daha dün yaşamış gibi en ayrıntısına kadar
hatırlayan ve sizi gerçekten şaşırtan Pierre, hafifçe sorunlu bir mesele
olunca yolunu hemen değiştiriyor: Kalkıyor, örneğin " Bir bira ister misi­
niz? " diye soruyor. Veya o çok bilinen " sağırlığını" bahene ediyor. Yeri gel­
mişken söyleyeyim: Pierre "silme sağır," Abidin'in kendi babası için kul­
landığı sözcükler bunlar, her kulağında bir dinleme aleti var, ama yine de
iyi duymuyor: Hele işine gelmeyen, yanıtlamak istemediği soruları. Evet ta­
mamen öyle: İsmet Paşa taktiği. Ama onunla aniaşabilmek için ve sorula­
rımı iyi anlaması için ben de yöntemimi değiştirdim: Sorularımı yazarak
sordum. Evet aynı masada karşı karşıya oturup "yazarak" konuştum Pier­
re'le. Pierre'in taktiğinde ve sohbetlerimiz süresince anlattığı dostlarına

1 74 PAR i s : E K i M 1 95 2 " D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


karşı davranışında şunu takdir etmedim dersem ona haksızlık etmiş ol­
maktan korkarım: Hiç kimse, evet hiç kimse hakkında kötü tek sözcük et­
medi. Chapeau l 'artiste. Ama maalesef benim bir tarihçi olarak böyle
bir lüksüm yok. Olan-bitenleri olduğu gibi veya gerçeğe en yakın bir biçim­
de aktarmak görevim. O zaman eğriyi eğri doğruyu doğru aktarmak 1 an­
latmak 1 yazmak zorundayım. Affola.
Fanchette ise, sadece, Abidin'le Elisabeth arasındaki "la brouil­
le"dan (dargınlık, küskünlük) söz etti.
Kimse eski dostlarının aziz anılarına ilişkin kötü bir şey söylemek
istemiyor. Ne yapabiliriz ki ? Saygı göstermekten gayrı.
Eh! Abidin'i tanıyanlar bilirler: Bir "dargınlık" "Abidinistan"da bin
yıl sürebilir. Sürer. Hele araya bir de bin bir tane dedikodu sokuşturulur­
sa yandı gülüm keten helva! Dedikoducu mu yok memlekette? Sürüyle.
Ve çok hoş, çok şirin bir biçimde başlayan kimi dostluklar böyle ba­
sit bir meseleyle, böylesine incir çekirdeğini doldurmayan bir konudan
sonra bitebilir: Yazık! Abidin ve Elisabeth hikayesi de maalesef böyle so­
nuçlanıyor...
Yani, Elisabeth, Kuzgun Acar'ın şatosunda süresi belirli bir zaman
için bile olsa, o kocaman, o dev eserlerini yaratması için yerleşmesini red
ediyor. Ve Abidin bu işe çok fena şekilde alınıyor.
Ama bir dakika: işlerin daha bu safhaya varmasına kadar epey za­
man geçmesi lazım: Kuzgun Acar'ın diplomasını alması, yolunu bulması,
yani ne yapacağına karar vermesi, Abidin'i Şubat r 9 6 9 'da İ stanbul'a sergi­
sinin açılışı için geldiğinde tanıması ve Paris'e kadar gelmesi lazım.
Dolayısıyla Abidin'le Elisabeth dostluğu 195o'lerde ve r 9 6 o'ların
son una kadar sürüyor.
Abidin'in Sophieli yıllarında, Sophie ile çok iyi ilişkileri olan Elisa­
beth'dir örneğin: İkisinin de Slav olmaları, ikisinin de sarışın olmaları ve
Rusçayı çok iyi konuşmaları, ikisinin de kimi bakımdan bir parça serü­
venci yönleriyle birbirlerini takdir ettiklerini bilince, bunu doğal karşıla­
mak lazım.
Ama 1 9 5 3 'te Güzin yaz dinlencesi için Paris'e annesiyle gelip, ev­
li kadın konumunda kendini takdim edince ve hele 1 954'te bir kez daha

Asi D i N D i N o 1 75
o bitmeyen, bir türlü sonuçlandırılamayan " Güzin mi Sophie mi" ikile­
mi arasında bocalayan Abidin'in bir türlü karar alamaması sırasında, Eli­
sabeth, Güzin'in tarafını tutacaktır. Olur mu demeyin lütfen. Olur ve ol­
du nitekim.
Sophie daha sonra Elisabeth'in yardımı ve dostlarının kendisini sa­
mimi bir biçimde desteklemeleri sayesinde Paris'te yaşamını en iyi biçim­
de sürdürecektir ama bu artık başka bir hikayedir.
Güzin ve Abidin, Elisabeth ve La Bucherie ile ilişkilerini r95o'lerin
sonunda ve r 9 6 o 'larda sürdürüyorlar, Pierre ile ilişkileri hiçbir zaman ke­
sintiye uğramadan elbette:
Önce Fanchette'den r 9 6 2'deki bir anısını dinleyelim:
Bir sabah on sularında La Bucherie'ye gittim. Bir de baktım Abi­
din yanında dev gibi bir adamla oturuyor. Abidin hemen tanıştırdı:
- Sevgili Fanchette işte N azım Hikmet.
İsmini elbette duymuştum, Paris'e her gelişinde de, gazeteler ve
dergiler ondan söz ediyordu. Hele Mayıs 1958'deki o ilk gelişinde ... Nazım
Hikmet Paris'te yaşamıyordu ama ismi sık sık geçiyordu aramızda, çev­
remdeki arkadaşların konuşmalarında? Ama hiç görmemiştim O gün böy­
lece tanıştık.
Nazım Hikmet çok kibar bir insan, Fransızcası da mükemmel. Ba­
na hemen bir kitabını imzalayıp hediye etti."
Nazım Hikmet, Fanchette'e C'est Un Dur Metier Que L 'Exil'i, "A
Madame Fanchette Va.fiadis. A ma plus belle lectrice " diye yazıp, bir çiçek kon­
durduktan sonra tarihini de düşmüş: r 9 6 2 kitabın 19 57'de yayınlandığını
biliyoruz. "İllustrations" Abidin'den. Charles Dobzynski'nin uzunca bir tak­
dim yazısı var.
Ayrıca "şiirleri çeviren"in de Dobzynski olduğu kitabın kapağında ve
iç sayfalannda yazılı. Bu tabii şaşırtıcı. Çünkü Dobzynski Türkçe bilmiyor.
Kendisiyle yıllar sonra bu meseleyi konuştuğumda bana şu yanıtı verdi: " Evet
Türkçe bilmiyorum, şiirleri de Nazım'ın yardımıyla adapte ettim.
Bu işin Münevver Andaç'ı ne kadar sinirlendirdiğini söylemeye ge­
rek yok. Çünkü o şiirlerin tümüne yakınını Münevver H anım çevirmişti.
Dobzynski'nin kimini gözden geçirip, Nazım'la gençlik festivallerinde ve-

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


ya başka vesilelerle değişik kentlerde karşılaştıklarında, kiminin üzerinde
birlikte çalışarak, aslına daha uygun ve "daha Fransızca bir hava" vermenin
ötesinde bir katkısı olmamıştı. Dolayısıyla "şiirleri çeviren" olarak tanıtil­
ması bir tür vurdumduymazlık veya kendini öneruserne biçiminde değer­
lendirilebilir. Öyledir. Dobzynski'nin Nazım Hikmet şiir sanatını tanıtmak
için yaptığını elbette es geçemeyiz ama r 9 57'de yaptığını da sadece bir
gençlik hatası olarak kabul etmemek lazım. Dahası r 9 6 9 sonunda Münev­
ver Andaç Paris'e geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri Dobzynski ile bu me­
seleyi konuşmak oldu. Sesini biraz yükselterek elbette.
La Bılcherie'nin izini Abidin ve Güzin'in mektuplarında da buluyoruz:
Örneğin Güzin, Fransa'nın güneyindeki hastanede tedavisi süren Abi­
din' e 25 Mayıs r967 tarihinde gönderdiği bir mektubunda şunları yazıyor:
" Pierre bizi (Güzin'i ve o sırada Paris'te bulunan Azra Erhat'ı.
M ŞG) Bucherie'ye yemeğe götürdü. " (Mektuplar: s. 157. )
Abidin ve Elisabeth arasındaki dargınlık sürdü . . .
Elisabeth ölmesinden bir süre önce şatosunu Le Conseil internati­
onal de la Langue Française 'e (CILF) hibe etti.

QuARTIER LATI N ' D E B i R Çin


Güzin, 1 9 54'te artık temelli Paris'tedir. 1 9 9 1 yazma kadar İstanbul'u,
Boğaziçi'ni, Galata Kulesi'ni, Kız Kulesi'ni, Caddebostan'ı, Ankara'yı ve kır­
kikindi yağmurlarını, Kızılay'ı ve Sıhhıye'yi ve DTCF'yi görmeyecektir.
1943'te, Adana'da iç sürgündeki Abidin'e kavuşmak için İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki öğretim üyeliğine son veren Güzin,
on bir yıl sonra bu kez dış sürgündeki Abidin'iyle birlikte yaşamak üzere
Ankara Üniversitesi DTCF'deki doçentlik görevini elinin tersiyle i tmek zo­
runda kaldı. Bu cesaret isteyen bir eylemdir. Ve hele Paris'e yerleştikten
sonra ne iş yapacağınızı bilmiyorsanız. Ve öğretim üyeliği ilerlemelerinde
bu tür cesaret isteyen eylemler maalesef dikkate alınmıyorlar. Dahası Gü­
zin Paris'te yeniden doktora yapmak zorunda bile kalacaktır.
Fakat yabancı bir coğrafyada en zor olan o sessizlik, o kimsesizlik
ve o yalnızlık içinde geçirmeye mecbur olabileceğiniz ilk zamanlarınızdır:
Belki birkaç gün, belki birkaç hafta. belki birkaç ay, belki birkaç yıl zorlana-

ABi D i N D I N O
caksınızdır f zorlanabileceksinizdir: Bu kesin ve maalesef bunun çaresi de
henüz bulunmuş değil: Yanınızda en sevdiğiniz varlık olsa bile, bir "dalga­
lanma" bir git-gel, bir çalkalanma dönemi yazgınız olabilir.
Nitekim Güzin bir söyleşisinde aynen şunları söyledi:
" 1 9 54-1 9 5 6 arasında, yani Fransa'ya geldikten sonra iki sene boca­
ladım . . . Ben de çalışmak istiyordum. İlk başta bir arkadaşıının hediyelik eş­
ya atölyesinde işe başladım. Ama ancak on beş gün dayanabildim."
Bu atölye o yıllarda Henriette Arbaş'ın çalıştığı atölye olmalı. Ama
bir dahaki sefere Güzin'e sarınam lazım.
Güzin'in bana birer örneğini verdiği değişik tarihli özgeçmişlerinin
sentezinden şu zaman dilimleri ve görevleri ortaya çıkıyor:
1 9 5 6 - 1 9 5 9 : Stagiaire de recherches au CNRS: Bilimsel Araştırmalar
Ulusal Merkezi'nde stajyer araştırmacı.
1959-1962: Contractuelle au CNRS: CNRS'te sözleşmeli görevli.
Collaboratrice exterieure a la Documentation Française: Documentati­
on Française'de dışarıdan görevli.
Traductrice du Turc pour "Français par La Radio" a la RTF: Fransız
Radyo Televizyonunun " Radyodan Fransızca" derslerinin Türkçe çevirmeni.
Collobatrice du Dictionnaire des Litteratures ( Presse Universitaire de
France. P UF ) de L 'Encyclopedie Française et de L 'Encyclopedie Univarsalis.
,

Adı geçen ansiklopedilerde dışarıdan görevli olarak çalışan Güzin, Türkiye,


Türk edebiyatı, yazarlarımız, şairlerimiz ve benzeri birçok konudaki "mad­
deleri" yazdı. Zahmetli bir iştir. Bilen bilir.
Bütün bu işleri yaparken, aynı zamanda ciddi bir doktora öğrencisi
olarak Sorbonne'da ve değişik bilim kurumlarında birçok semineri düzenli
bir şekilde izledi. Ve öğrenci kartı sayesinde birçok müzeyi, değişik müzeler­
deki birçok sergiyi indirimli giriş ücreti ödeyerek dolaşabildi. indirimli bilet­
le istediği filmleri izleyebildi. 1967 yılı boyunca Abidin'e gönderdiği mektup­
larına bakınız: Az gelirli bir insan için öğrenci kartının önemini göreceksiniz.
Ve zamanı gelince doktora tezini hazırladı. La Genese du Roman
Turc (Türk Romanının Doğuşu) başlıklı tezini 12 Haziran 1 9 6 9 'da başarıy­
la (Mention: Tres Bien ile) savundu. Böylece "doktor" unvanını aldı. Bu tam
23 yıl önce DTCF'ye doçent olarak atanan Güzin Dino'ya haksıziıktı bence.

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Çünkü Türkiye'de zaten bir doktora tezi savunmuştu. Anımsıyoruz. Fakat
Fransa'da ille "Burada da doktoranızı yapmanız lazım" dediler. Sağlık ol­
sun. Güzin bu işin altından alnının akıyla çıktı.
Bir yıl önce, 1 9 6 8 sonbaharında, İNALCO'da ( Institut National des
Langues et Civilisations Orientales) 'Türk Dili ve Edebiyatı" dersini vermek
üzere öğretim üyeliğine atandı: Sözleşmeli olarak. Ve bu görevde 1979 ta­
rihine kadar kaldı.
Orada "Türk Dili Radyofonik Laboratuvarı" nı kurdu. Güzin'in bizzat
doldurduğu kasetlerle Fransızlar için Türkçe öğrenmek artık çocuk oyunca­
ğı. Ve bu iş için taaa İNALCO'ya kadar gitmenize de gerek yok. Mahalle ki­
taplığınız aracılığıyla kasetleri getirtip bizzat öğrenebilirsiniz. Türkçe artık
meraklılarının evine kadar ulaşıyorfulaşabilir. Güzin Dino sayesinde: Bir in­
sanın kendi diline ve kültürüne bundan daha iyi hizmet te az bulunur.
1 977'den 199o'a kadar, Radio France İnternationale 'da (RFI) "Türk­
çe Programı"nda, "Türkçe Yayınları"nda "productrice deleguee" olarak çalış­
tı. r 9 8 6 'da, bu program kaldırılmak istenince, Abidin ve Güzin, büyükelçi­
lik başta, herkesi seferber ettiler. O yıllarda Cumhurbaşkanı François Mit­
tenand'ın özel danışmanlarından ve Abidinlerin 1 9 5o'lerin sonundan beri
tanıdıkları Regis Debray'ın ve benzer tanıdık ve dostların yardımları ve mü­
dahalesiyle Türkçe Program kurtarıldı.
Yanılınıyorsam bu program 2006 veya 2oo7'de kaldırıldı. Yani
Abidin ve Güzin sayesinde bu programın ömrü en az yirmi yıl daha uzatıl­
mış oldu: Az şey mi bu?
Güzin bu işlerinin arasına birçok kitabın Türkçeden Fransızcaya
çevrilmesi işini de sıkıştırabildi.
Mahmut Makal'm Bizim Köyü, Un Village Anatalien ismiyle r 9 6 3 'te
PLON Yayınevi'nin en ciddi koleksiyonlarından biri olan Terre Humaine'
de yayınlandı. Bu kitabın yayınlanması Abidinlerin 1 3 , Quai Saint-Mic­
hel'deki mütevazı çatı katında kutlandı: Onlarca yazar, şair ve meraklının
katılımıyla. O gece eminim Güzin mutlaka "Çerkez tavuğu" sunmuştur ko­
nuklarına, yanında nohutlu pilav mutlaka ve kimbilir başka neler. ..
Sonra Memed Le Mince. Le Pilier yani İnce Memed ve Ortadirek gi­
bi Türk edebiyatının yüz aklarını çevirdi. Yaşar Kemal'in Fransa'da tanın-

ABi D i N D i N O 1 79
ması böyle başladı. Yaşar Kemal'in daha önce Bebek, Pis Hikaye gibi öykü­
lerini çevirmiş ve dergilerde yayınlamıştı.
Daha sonraki yıllarda Güzin Yunus Emre'den, Melih Cevdet An­
day'dan, Sevim Burak'tan ve elbette geçmiş yılların en iyi dostlarından biri
olan Oktay Rifaftan çeviriler yaptı.
Sevim Burak'ın Güzin ve Abidin için özel bir yeri var: Özellikle Se­
vim Burak'ın Ömer Uluç ile yaşadıkları dönemde Abidin ve Güzin'in sık sık
gördükleri ve hayran oldukları, Türkiye'nin en iyi, ama maalesefkıymeti he­
nüz yeterince bugün bile anlaşılamamış bu yazarını Güzin her zaman, bu­
gün bile, çok sever. Çok beğenir. Yere göğe sığdıramaz: " Keşke ölmeseydi."
Tabii burada Güzin'in Fransızca birçok ve pek değişik dergilerdeki,
toplu kitaplardaki makalelerinin dökümünü yapmıyorum. Başlı başına bir­
kaç sayfalık bir iş.
Eee peki sonuç ne?
Sonuç şu: Güzin bizzat kendisinin de zaman zaman ve genellikle
sohbetlerimizin sonuna doğru belirttiği gibi: "B azen düşünüyorum da, ne
kadar çok çalışmışım ne kadar çok, diyorum, kardeşim."
Doğru. Güzin çok çalıştı. Ve bu çok çalışma faslı henüz bitmiş de
değil: Abidin ve Nazım için bu kadın daha çok çalışır kardeşim. Çok.
Sonra şunu da eklemek lazım: Abidin ve Güzin treninejkatarına
çeviri ve kitap yayını vesilesiyle yeni yüzler, yeni insanlar , yeni kadınlar ve
erkekler katıldılar: Pierre Chuvin gibi. Michele Aquien gibi. Marc Delo­
uze gibi.
Bu arada örneğin Edouard Roditi ile Yunus'tan yaptıkları İngilizce
çevirileri " Five Poems" adı altında 1 974'te New-York'ta Antaeus 'ün ı s . sayı­
sında yayınladılar.
Veya Direniş Hareketinin en ilginç simalarından, FKP'li ve Nazım
Hikmet hayranı Jean Marcenac ile Nazım'dan Un Etrange Voyage 'ı çevirdi­
ler: 1 98o'de Maspera Yayınevi yayınladı.

S E RG İ LER S E RGİLER
1 9 5 6 sonundan itibaren, Abidin ve Güzin'i, 1 3 Quai Saint-Mic­
hel'deki yeni ev-atölyelerinde buluyoruz. Artık ucuz otel odaları ve bin bir

ı8o PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


sorunu, artık Schola Cantorum ve kış gecelerinin soğukları geride kaldılar.
Geçmişte birer anı.
Abidin, Güzin'in 1 954'ten beri yanında bulunması sayesinde dü­
zenli bir yaşam tarzına kavuşmuştur ve sanki daha iyi çalışmaktadır.
Nitekim Paris'teki ilk kişisel sergisini I I Şubat 1 9 5 5 'te Jean Fourni­
er'nin " La Librairie-Galerie Kleber"inde açmış ve bütün resimleri satılmış,
Fransa Devlet Koleksiyonu bir tuvalini satın almıştır.
" işkenceler ve Atom Korkusu" konulu resimlerinin yer aldığı sergi­
nin davetiyesini bir sarı kağıda yazan Philippe Soupault'dan başkası değil­
dir. Hani birkaç yıl önce Ankara'da tanıştığımız şair ve yazar. Serginin açı­
lışına dünya kadar insan gelmiştir:
Bizim tanıdıklarımızdan Ahmet H arndi Tanpınar (O sırada Pa­
ris'tedir) , Fanchette, Pierre Biro, belki Elisabeth Maupoil, Andre Kedros
(Bende Kedros'un sergi açılışında çekilmiş bir fotoğrafı bile var) , Fahri ve
Neriman Petek, belki Boratavlar ve daha pek çok insan . . .
Basından olumlu not almıştır Abidin'in "koyu renklerin hakim ol­
duğu yağlıboyaları."
Örneğin P. D. imzasıyla Les Lettres Françaises'de " Premiere exposition a
Paris du peintre turc: Abidine" başlıklı makaleyi yazan belki Pierre Descargu­
es'dır: Sonraki yılların vazgeçilmez sanat eleştirmeni: Radyoda bilhassa. Abi­
din'in "Massacre" ("Katliam") başlıklı eseri sayfanın yarısına yakınını doldu­
racak biçimde sunulmaktadır dergide. Bu dergi Aragon'un yönetiminde ya­
yınlanıyor. Ve Abidin 1955'ten itibaren dergiye desenleri ve çizgileriyle, daha
sonra resimleriyle (Kemal Tahir'in Köyün Kamburu 'nu, Nazım Hikmet'in
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim'in Fransızca çevirilerinin yayınlanması vesi­
lesiyle yaptıkları örneğin) düzenli katkıda bulunacaktır. Belki de katkısına bi­
raz daha erken başladı. Les Lettres Françaises'daki (Kısaca LF) ilk çizgilerini gö­
ren ve onları çok beğenen ve bunun üzerine ressam olmaya karar veren ve
öğretmenlik mesleği yanında ressamlık da yapan kendi ölçeğinde epeyce ta­
nınan FKP'li Gerard Gosselin diye bir ressarula tanıştım. Ve bana 1955'ten bu
yana biriktirdiği Abidin çizgileri koleksiyonunu gösterdi: Abidin'in çizdiği
her şeyi saklamış. İnanılır gibi değil. Sonra, ricam üzerine, onların her biri­
nin ayrı birer fotokopisini yapıp sundu. Tamam epey tuzluya mal oldu, ama

Asi D i N D i N o ı8ı
böyle bir şeyi öğrenmenin ve Abidin'in LF'daki ve aynca L 'Humanite'deki,
L 'H umanite Dimanche'daki ve F KP'nin diğer yayın organlarındaki eserlerinin
birer örneğine sahip olmanın "fiyah" olmaz!
Necmi Sönmez, daha önce birkaç kez andığım makalesinde, bu ser­
gi hakkında şunları yazıyor:
" Koyu renklerin hakim olduğu bu sergideki yağlıboyalarında 'des­
tansı' bir anlatım tarzı geliştiren sanatçının, figür olgusunu kendine göre
çözümlerneye çalıştığı gözlemlenir. Aynı yıllarda figürlü işlerinin yanı sıra,
non-figüratif olarak nitelendirilebilecek olan kompozisyonlar üzerinde de
çalışan Abidin, çalışmalarını tarihsel olarak birbirlerine eklemlenen diziler­
le değil, çoğu kez karşıtlık yaratacak denli farklı kıyılarda sürdürdüğü için,
o yılların gruplaşmaianna girmeden 'güncel resim dilinin' olanaklarını
araştırmıştır."
Ahmet Harndi Tanpınar ise Adalet Cimcoz'a gönderdiği 28 Şubat
1 9 5 5 tarihli mektubunda bakın neler yazıyor:
"Abidin'in resimleri için kaçamak yapmadım. Resimler güzel. Ba­
zıları çok güzel, fakat O da dev olmak iddiasında. . . Şurası var ki, Abidin bu­
gün Paris'te yapılan figüratif resmin ve bilhassa konuşan resmin en iyile­
rini yapmış gibi görünüyor. Art Modern bir tablosunu satın aldı. İyi satış
yaptı. Desenleri çok güzeldi ve hemen hemen (hepsi. MŞG) kapışıldı."
O sergi açılışındaki asıl olay Andre Verdet'nin "geçişi"dir: Resimle­
ri çok beğenen Verdet, Abidin'e " Bunları Saint-Paul-de-Vence'da da sergi­
leyelim" der. Ve sonra Abidin'in Vence dönemi başlar. .. Ve bu dönem gi­
der... Durmamacasına ve sonuna kadar.
Bu tarihten sonra Paris resim dünyasında artık bir Abidin ismi var­
dır. Belki herkesler duymaz ama bu işin meraklıları duyarlar.

DüşsEL B i R UzAYA KısA B i R YoLCULUK


6 Ekim 1 9 57'de SSCB tarihin ilk uydusunu, Suputnik'i, uzaya gön­
derdi: Yörüngesi etrafında dönmeye başladı. Uzayın fethine başladık kar­
deşlerim. Aşağıdaki bizlere ise bir şeyler oldu:
Ama ne iyi ki Abidin'e ilham bu kez "yukarıdan" geldi: Evet dünya­
ya yükseklerden bakmak, yeryüzünü gökyüzünden ve ötelerinden seyreyle-

ı82 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abid i n ve Güzin Saint-Paul-de-Vence'd a . ı gso'lerin sonunda. M Şehmus Guzel Koleksiyonu

rnek f seyretmek arzusu ve uçaklar sayesinde elde ettiği deneyimle sarıldı


fırçasına Abidin.
Ayşenur Arslan'ın, 1 9 92'de, Skylife için yaptığı söyleşide, Abidin ga­
zetecinin, " Dünyayı yükseklerden seyretme deneyiminin etkisiyle hiç re­
sim yaptınız mı?" sorusuna şu yanıtı veriyor:
"Yaptım. Hatta Gagarin ilk kez uzay uçuşunu başarmadan önce, ya­
nılmıyorsam altı ay kadar önce, Paris 'te uzay resimleri sergiledim. Bunları
yaparken elbette uçaklardan edindiğim deneylerden faydalandım. Bir de

ABi D i N D i N O
hayal gücü. Uçmak, insanoğlunun çok eski bir özlemi. Mitologyada İkar.. .
Evliya Çelebi yapay kanatlarla Galata Kulesi'nden Ü sküdar'a uçan bir yiğit­
ten söz eder. Leonarda Vinci çeşitli uçuş makinaları çizip durmuştur. İnsa­
nın bilinçaltında hep uçmak özlemi var. Zaman zaman düşlerimde uçtu­
ğum oluyor, ama kanatsız, salt içimden gelen güçle, tuhaf bir duygu. "
Evet Abidin'in Mart 1 9 59'da Paris'te Galerie Andre Schoeller jr.'da
açtığı serginin ismi " Uzay"dır.
Gel de uçma şimdi: 3 1 , Rue de Miromesnil'e kadar. Adı geçen gale­
ri Paris'in en şık mahallelerinden birinde. Champs-Elysees Caddesi'nin
orada. Cumhurbaşkanlığı Sarayına iki adım. O zaman kendimize bir çeki
düzen vermemiz lazım, yola çıkmadan önce.
Evet Abidin'in hani birkaç yıl önce topografyasını çizdiği Paris re­
sim sanatının şık galerilerinden birinde kişisel sergisine gidiyoruz. Ben gi­
demiyorum: Çünkü henüz Türkiye'deyim. Ama Paris'teki Türkiye "geze­
geni" tam takım gidiyor: Ne taksi ne metro: Herkes uçarak gidiyor. Ne iyi
ki Paris'te o gün ve o gece "hava trafıgi müsait. "
Kimler yok k i açılışta: Güzin'in verdiği fotoğraflardan biri masamın
üstünde. Gelin birlikte bakalım:
Bizimkiler hemen birinci planda: İşte bu Güzin. Bu ne şıklık ayol! Şık
bir beyaz gömlek, şık puanlı ceket ve şık manto. Sol kolunda çantasıyla. Saç
uzun ve arkada toplanmış. Ve arkadan bağlanmış. Seyrediyor. Yalnız.
Güzin'in hemen arkasında Pertev Naili Boratav ve yanında mutlaka
Louis Bazin: Sırtı dönük ama sırt ve saç fiziğinden (?) tanıyorum. O da pal­
tolu. Boratav'ın sırtında pardesü var, boynunda atkısıyla.
Biraz daha arkada ve salonun köşesinde, aman yaklaşın canım biraz,
işte Fahri Petek: Her zamanki gibi sevimli ve güleç. Yanında yine güleç bir
vatandaşımız: Bu Oğuz Orbey'dir. Onun yanında ise Neriman Petek: Eşini
yalnız bırakacak değil ya. Dahası Abidin'in resimlerine bayılır. Bilmem da­
ha önce yazdım mı? Petekler sevimli bir Abidin koleksiyonuna sahiptir.
Sonra hemen bizimkilerin yanında samurtkan bir amca: Karşısın­
daki bayanı dinliyor. Bayanı göremiyorsunuz değil mi? Ben ancak yaklaşın­
ca iyice fotoğrafa görebildim. Kabahat onun: O kadar siyahlara bürünür ve
başına da bir siyah şapka kondurursa elbette "görünmez. " Dedim ama din-

PA R i S : E K i M l 95 2 ' DEN ARALI K l 99 3 ' E


letemedim. Bu kadın kısmı kardeşim insanı öldürür. Evet öldürür. Amca­
nın morali çok bozuk. Aman hemen çıkıp bir "jlute " atmalı. Pes!
Sonra kardeşlerim şık bayanlar var: Bu kadar olur: Christian Dior mu?
Channel mi? Takınıp takıştırıp gelmişler. Gel de mest olma. Fesuphanallah!
Tam orada işte, o şık bayanın yanı başında bizim H akkı Anlı. Elin­
de ne var bakalım: Metre mi? Yok canım? Abidin'in resimlerinin boylarını
paslarını ölçmeye mi geldi acaba? Hani ne olur ne olmaz bu adamın adı
Hakkı çünkü. Yok canım, metre değil elindeki, pipo. Ne piposu? Yahu an­
lamıyor musun kardeşim içmek için, tütün içmek için pipo! Aaaa! Tamam
be anladım pipo. Yahu bir Fransız filozofu değil miydi Ceci n 'est pas une pi­
pe diye yazan. Saçmalama be o dediğinin zamanı henüz gelmedi, biz daha
bin-dokuz-yüz-elli-dokuz-dayız. Uz ayda uçsak bile! Ü f be!
Aaa işte Avni Arbaş: Fotoğrafın bir köşesine sıkıştırılmış gibi: Biriy­
le konuşuyor sanırım. Mutlaka Henriette'dir.
Başka bir fotoğrafım daha var: Ama bunu uzun boylu anlatamaya­
cağım: Çünkü çok kolay: Fotoğrafta sanki sadece Georges Sadoul var: Salo­
nun iç merdiveninden asma kata çıkmış ve sergiyi izleyenleri izliyor: Sanır­
sm Kızıl Meydan'da Bir Mayıs gösterisini veya Ekim Devrimini anma defi­
lesini tribünden izliyor. Bıraksan sol elini kaldıracak ve "Yoldaşlarını" se­
lamlayacak. Camarade kendine gel! Burası bir sergi salonudur. Ayrıca şık
bir mahalledeyiz, komünistliğin alemi yok. Aman be!
Fotoğraf kolay dedim çünkü başka tanıdık yok. Ferit Edgü de bura­
larda bir yerde olmalı, ama nerede? Birazdan bulacağımızı sanıyorum.
Ama bu fatoya bakar mısınız? On beş kişi sayabiliyorum, bunun
dokuzu bayan. Erkekler bir kez olsun hiç olmazsa burada azınlıktalar. Ya­
şasın kadınlar. Ah! O güzel Pariziyenler. Paris'i yiyenler! Şu güzelliğe ba­
kar mısınız? Ah!
Yahu Abidin nerede? Üçüncü fotoğrafımda yakalıyorum Abidin'i:
Sol elindeki cigarasından bir nefes çekmiş ve yüzü cigarasının dumanında
yitmek üzere. Ama bu cigaradan değil: O yanında duvara dayanmış kürk
mantolu bayanı gördünüz mü? Ondan olmalı: O kadının öyle bir gülüşü
var ki dayanmak na-mümkün. Abidin'e bakar mısınız? Bir ciddiyet bir cid­
diyet inanılmaz. Saç biryantinli olmalı: Tümü arkaya doğru taranmış. Kra-

Asi D i N D i N o ı8 5
vat kostüm tamam. Abidin'in hemen yanında arkadan görebildiğimiz bir
genç var: Giyim kuşamıyla ve duruşuyla son derece efendi. Duruşundan
belli oluyor: Acaba Ferit mi?
Bu fotoğrafları çeken Arlette Rosa'ya burada şapka çıkarmamız şart.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bizi o gün ve geceye ve oraya kadar
götüren ve dostlarımızla bir araya getiren bu sevimli eserlerini o gün ve o
gece orada gerçekleştirip anıları kalıcı kıldığı için.
Abidin düzenli adam: Bütün fotoğrafların arkasına el yazısıyla kon­
durmuş: "Schoeller." Tarih sormayın. Coğrafyayı hiç!
Tamam da biz buraya resimleri görmeye gelmemiş miydik? Oui!
İşte anlatalım resimleri. Necmi nerde? Tamam Necmi Sönmez'i
bulduk. O bize resimleri anlatacak:
" Büyük boyutlu non-figüratif (Ben soyut denmesini tercih ederim.
M ŞG) tuvallerinden oluşan sergisinin teması 'uzay'dı. Kompozisyonların­
da 'tanımsız' nesneleri, formları öteden beri severek kullanan sanatçının
içinde barındırdığı 'yeni bir şeyler' yapma hissini ortaya koyan bu sergi
hakkında o dönemin önde gelen dergilerinde, gazetelerinde çıkan yazılar
arasında Raoul-Jean Moulin'in yorumunun özel bir yeri vardır. 1 9 5 o 'ler­
den başlayarak 1 9 9 o 'lara dek Abidin'in resim serüvenine eşlik eden sayılı
eleştirmenlerden biri olan Moulin, sanatçının önemli (bir? M Ş G ) süreci ge­
çirdiğine işaret etmektedir."
Raoul-Jean Moulin, Abidin'i 1953 yazında Brötanya'nın Saint-Pabu
plajında tanıdı. Abidin oraya Henri Lefebvre ile gitmişti. Abidin çünkü
1 9 5 3'te Lefebvre'in Sorbonne'daki kimi seminerlerini izledi ve onunla ar­
kadaşlık etti.
Raoul ile Abidin dostluğu Paris'te sürdü ve gitti uzun yıllar bo-
yunca.
Ve Raoul, Abidin'in resmi üzerine ilk makalesini 19 Mart 1 9 5 9 ta­
rihli Les Lettres Françaises' de yayınladı. Başlığı şudur: "Abidine, l 'espace
imaginaire" ("Abidin, hayal edilmiş/düşsel uzay") .
Birkaç satırını aktaralım o zaman:
"Bu resimde, ... Brötanya'nın ışığını gördüğümü sandım, ama bu
belki Boğaziçi'nin, belki Marmara Denizi'nin ışığıydı."

ı86 PAR i S : E K i M 1 952'DEN ARALIK 1 99 3 ' E


Philippe Soupault, Aux Ecoutes 'un 1959 Mart sayısında bu sergiye
ilişkin yazısına Rimbaud'dan bir mısrayla başlıyor ve sürdürüyor:
" 'Yıldızlı uzaylar ve adalar gördüm' (Rimbaud)
Bugünden itibaren, Galerisine girerseniz, duvarlarda istisnai
bir teknikle yapılmış, garip tablolar bulacaksınız, kozmik yağlıboyalar,
bizimkinin ölçülerinin dışında bir dünyanın tüm doğuşu . . . Abidin'in tab­
lolarını gidin görün. Bilgi ve sanat garip yankılada birbirine karışıyor, bu
karmanın (karmaşanın? M ŞG) içinde sessizlik neredeyse patlıyor. Her­
halde insanı susmaya zorluyor. Resimler önce bir 'bunalım' yaratıyor. Bu
duygu geçince onlara 'yerleşmek' isteği beliriyor, çünkü bu resimler in­
sancıllıktan, özünden hiçbir şey kaybetmemişler, evrensele bağlılıkları
yüzünden."
(A'dan Z 'ye Abidin Dino 'daki "uzay resimleri " maddesinden aktan­
yorum: s. 25r. Fena halde "çeviri" kokuyor. Ama başka çarem de yok. Ori­
j inal metni görüp bizzat çevirmeyi tercih ederdim.)
Uzaydan kopup gelenjgelmekte olan renklere bürünmüş "iri taş­
lar" bunlar. Abidin'in Brötanya plajlarında topladığı ince uzun (ç)akıl taşla­
rı değil. "Y ukarılardan" kopup geliyorlar: Evlerin, sokakların, meydanların
üzerine . . . Başlarımıza dikkat.
Güzin'in söylediğine göre, "Abidin uzaya Gagarin'den önce kendi­
sinin çıktığını iddia ederdi. Nazım bu resimlerini çok severdi, çok."
Abidin'in bu resimlerinden birini veya ikisini Nazım Hikmet'e he­
diye edip etmediğini bilmiyorum. Ama r2 Nisan r 9 6 r 'de Gagarin'in uzaya
çıkan ilk insanoğlu olduğunu tarih kitapları yazıyor. Abidin'in sergisinden
iki yıldan daha fazla bir zaman sonra: Ve Abidin sayesinde "yukarıda yolu­
nu daha kolayca bulabildiğini" de tahmin edebiliriz.
A 'dan Z 'ye Abidin Dino 'da yukarıda andığım maddede şöyle bir not
bulunuyor, aktanyorum " Ruslar (Gagarin) uzaya gitmeden birkaç ay ön­
ce de Abidin büyük boy, yağlıboya bir resim yaptı. Bu yapıtında da uzayı
anlatıyordu. Gagarin uzaya çıktığında Abidin ondan önce uzayı görüp re­
simlediğini söyleyerek seviniyordu. Bu tablo Galeri Nev-Ankara kanalıyla
Merkez Bankasına satıldı. Bir uzay resmi de Şehnaz Akıncı koleksiyonun­
dadır." (s. 252.)

ABi D i N D i N O
Sonra, epey sonra, 2 1 Temmuz 1 96 9 'da Neil Armstrong aya ilk
"inen" ve orada ilk adımı atan insanoğlu oldu. Ve ne iyi ki bütün bu seyir­
leri, seyirlik olayları Abidin'le birlikte seyredebildik.
Evet çok kısa bir zaman diliminde insanoğlu yüzyıllardan beri bilin­
çaltında taşıyıp durduğu iki büyük rüyasını gerçekleştirebildi: Uzaya uç­
mak. Ve aya gitmek. Ayda yürümek. Ne demeli? Bravadan başka.
İşte 1959 Abidin sergisinin önemi burada: Yıllar öncesinden bu işle­
rin öncülü olmasında: "Yukarıya" gidecek olanlara "yolu" göstermesinde...
Ferit Edgü, o gün o sergide Abidin'le tanıştığını anlatıyor:
"Abidin'i 1 9 5 9 güzünde (Hafıza yanılsaması olmalı Mart ayında ya­
pıldı açılış. M ŞG) Paris'te tanıdım. Miromesnil'deki Schoeller G aleri­
si'ndeki resim sergisinin açılışında . . . Bir-iki hafta sonra telefon ettim ve ilk
kez Saint-Michel Rıhtımı 13 numaradaki stüdyolarına gittim . . . bu stüdyoda
çok güzel anılarım oldu.
Nazım'ı, Tzara'yı, Simanov'u (Simonof olmalı. M Ş G ) , Maxime Ro­
dinson'u, daha nice yazar ve sanatçıyı burada tanıdım." ( Cumhuriyet Kitap,
5 Kasım 2 o o o . )
Ferit ile Abidin arasında hayat boyu sürecek bir dostluk başladı
böylece. Abidin'in İstanbul'daki dost, tanıdık ve arkadaşlarından en beğen­
diği insanlardan biri Ferit Edgü oldu. Herhalde Yaşar Kemal'den ve Şakir
Eczabaşı'ndan sonra: Yaşar Kemal evin çocuğudur. Şakir Eczacıbaşı evin
kardeşi. Eh! Ferit Edgü'nün yeri de çok uzakta değil. Daha önce de yazdım
Ferit Edgü, Parisli günlerinde, 1 9 6 0 ve hemen ertesinde, Abidin'in en ya­
kın dostuydu. Veya en yakın dostlarından biri.
Serginin başarısı herhalde Türkiye'de, İstanbul'da, resim çevrelerin­
de duyuldu. Duymayanlara da, Ahmet Harndi Tanpınar, yeniden geldiği Pa­
ris'ten, Temmuz 1959'da Adalet Cimcoz'a yazdığı mektubunda duyurdu:
İ şte Paris haberleri Tanpınar'ın:
"Abidin ben gelmeden evvel sekiz yüz bin liralık (O yıllarda Fran­
sa'da bugün eski frank denilen para birimi geçerliydi. Dolayısıyla bu sekiz­
yüz bin "lira" f frank müthiş bir rakam gibi yansıtılıyor, ama gerçekte on­
ca değildi. Ama yine de az para sayılmaz. Hele o günlerde. M ŞG) kadar re­
sim satmış ve cenuba (güneye) inmiş, A vni'nin söylediğine nazaran (göre)

ı88 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


Antibes'de şahane bir villa tutmuş. Avni, Abidin'e hayran. Adım başında
durup medhediyor. O (Avni Arbaş da. M Ş G ) da bir-iki gün sonra gidecek,
ama tek adalı bir yere, Henriette'le evlenmişler (Avni ve Henriette, 1 958'de
evlendiler. M Ş G ) . Henriette'i hala göremedim. "
Tanpınar, Pertev Naili Boratav ve eşinin haberlerini d e veriyor, ay­
nı mektubunda: " Pertev'le sık sık buluşuyoruz. Gobelins'de küçük bir oda
bulmuş, karısı yanında."
1959'da, daha önce Schola Cantorum'a en sevimli günlerini yaşatan
ve kendileri de en ilginç yaşam dilimlerinden birini orada yiyip bitiren
dostlarımızın, tanıdıklarımızın artık ayrı ayrı mekanlarda ve kendi evlerin­
de oturduklarını saptıyoruz. Ve kimilerinin yaz aylarıyla birlikte güneye,
Akdeniz'e "indiklerini" de:
Örneğin Abidin, Güzin ve Türkiye'den yaz tatili için gelen Güzin'in
annesi Antibes'e: Abidinler Nicolas Stael'in intihar ettiği villayı kiraladılar
o yaz. Ve yine o yaz epey gelen gidenleri oldu: Ülkeden, Paris'ten . . .
Avni v e Henriette d e Antibes'e yakın bir yerlere.
Elbette o zaman Picasso'ya da rastlanabilir: Çünkü " Küçük Katalan"
oralarda " imparatorluğunu" ilan etmiş. Chagall'ın "yaşam alanına" fazla
yaklaş (a)madan. İki "usta" çünkü aynı çöplükte "ötemiyorlar..."
Abidin ve Güzin sık sık "çıkıyorlar." Dolaşıyorlar, çevredeki kasaba
ve kentleri geziyorlar: Epey tanıdıkları var çünkü oralarda. Birçok insan on­
ları davet ediyor: Yemeğe, bir bardak bir şey içmeye. Birkaç saat iyi zaman
geçirmeye. Buralar ne de olsa "zengin yatağı. . . "
V e buralar öteden beri sanatçılada parası olanların "kesiştiği" kav­
şaklardan biridir: Matisse, Chagall ve Picasso'nun, sadece geçen yüzyılın
ikinci yarısındaki "dinozorları" anacak olursak, bu taraflarda mekan tutma­
ları sadece bir iklim meselesi değildir anlayacağınız. Peki o zaman sorun
nedir? Nerededir?
Sorun: " imparatorların" imparatorluklarını çok uzatmalarında. Pi­
casso'nun kendine özgü yöntemlerle geliştirdiği ve bunu bile bir sanat bi­
çimine soktuğu medyanın sürekli ilgi odağı olma yöntemini aralıksız ve tek
yanlı olarak kullanmasında. Bir yerde, bu bir plaj olabilir, bir cafe veya bir
restaurant, Picasso bumunu göstersin bütün medya sadece onunla ilgile-

Ası D i N D I N O
necektir, diğerlerine ise Picasso'yu seyretmek kalacaktır. " Bu da yeter" di­
yebilir misiniz? Ressam, sanatçı iseniz? Abidin, Picasso ile Vallaruis'te ça­
lıştığı 1 9 53 'te bu alanda belli bir deneyim sahibi oldu mutlaka.
Yaz dinlencesine gitmeden önce ve / veya döndükten sonra, Abi­
dinler, ev-atölyelerinde bir ziyafet vermeyi ve eş, dost ve tanıdıklarını davet
etmeyi gelenek haline getirmişlerdi. Hele bir sergide "her şey satıldıktan"
sonra. Albert Bitran'a göre, "Abidin satış işini çok iyi bilirdi. "
Fanchette, " Bir sergide iyi satış olduktan sonra, Abidin paraları Gü­
zin'e verirdi, O da bunu bankaya yatırırdı" diyor. Eee ne yapsın yani? Para­
ları evdeki "kasaya" mı koysun? Evde kasa-masa yok ki. Pardon evde masa
var ama kasa yok.
Ve o mütevazı ev-atölyedeki o küçük masa beş-on, bazen daha faz­
la insanın davet edildiği yemeklerde baş rol oynuyor. Kimler gelmiyor ki.
1 9 58'de " Nazım Hikmet et le communisme turc " başlıklı "yani bu kadar olur"
cinsinden sıkı bir makale döktürmüş olan Maxime Rodinson. O da FKP'li
ama yine de kendine özgü ve bilim adamlığından kaynaklanan bir özgür­
lüğü var. Bu kendisine bir süre sonra ağır ödetilse bile. Gelenler arasında
Abidinlerin kapı komşusu ve bu eve yerleşmelerine vesile olan Cecil ve Lil
Michaelis: Cecil ressam ve heykeltraştır, Lil ressam. Ve ikisi de çok zengin­
dir. Güney Afrika'daki pırlantaların ışıkları bazen onların evinde yansır:
Vazolarda, aynalarda, banyo musluklarında. Onlarla birlikte veya ayrı
ABD'li iyi ressam George Ball . . .
Güzin kitabında, o masayı v e çatal bıçak takımını v e sonrasını an­
latıyor:
"Yine baba evinden kalma, süslü, gümüş balık takımıysa, Paris'e
kadar ulaşmıştı günün birinde. Paris'in ucuzcu dükkanıarından alınmış
çatal bıçak arasına karışarak, çıkageldiler. Bardak niyetine kullanılan hardal
kaplarıyla içilen şaraplar, nefis İstanbul uskumruları niyetine yenilen za­
vallı kolyoslar... Birbirini hiç tutmayan acayip eşyalar, sofraya getirilip ye­
mek başlayınca şaşırtıyorlardı misafirleri. Tristan Tzara bir akşam bu du­
rumu bir 'Dada gösterisi' olarak kabul edivermişti ... " (s. 172.)
Güzin'e Tzara ile ilgili bir iki soru soruyorum:
M Ş G : Tzaraların 5, Rue de Lille'deki evine gittiniz mi?

1 90 PA R i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


GD: Hayır hiç gitmedik Hiç evine gitmedik Hep cafede buluşurduk.
M Ş G : Daha önce Montmartre taraflarındaki evine gittiniz mi?
GD: Hayır.
M Ş G : Tzara'nın eşini, Greta Knutson'u her halde tanımadınız, ma-
dem ki 1 9 3 6 ' da ayrılıyorlar. Oğlu Christophe'u tanıdınız mı?
G D: Hayır eşini tanımadık Oğlunu belki Abidin tanımıştır.
Fanchette Abidiniere davet edildiği bir yemeği anlatıyor:
" Bir kez, henüz evlenmemiştim, (O halde ı 9 6 ı 'den önce. M ŞG ) ,
Abidinler beni evlerine yemeğe davet ettiler. Arkadaşlarını davet etmişler­
di, beni de bu vesileyle davet ettiler. Bir gece boyunca sürdü davet. Gü­
zin'in annesi yemekleri hazırlamıştı. Sevimli ve değişik şeyler yedik. Gü­
zin'in annesi çok nazik bir kadındı."
Güzin Abidin'e gönderdiği mektuplarında, Nisan ı 967'de, evdeki
birkaç yemek davetinden söz ediyor:
ro Nisan tarihli mektubunda şunları okuyoruz: " Dün akşam yeme­
ğinde Ferit (Edgü olmalı. MŞG) ve karısı (Amelie Edgü olmalı) ve Abdelma­
lek (Anouar Abdel-Malek. Mısırlı gazeteci ve yazar. MŞG) vardı... Menü: pi­
lav, kuşbaşı sığıreti, salata, peynir, yemiş, rakı, Abdelmalek bir şişe şarap ge­
tirdi, içilmedi. . . Pertev (Naili Boratav) geldi, bugün telefon edecek? Yarın ak­
şama yemeğe çağıracağım, dünkü yemeklerden artanlara." (A. g. k., s. 90.)
1 9 Nisan 1 9 67 tarihli mektubunda şunları yazıyor: "Cumartesi (22
Nisana geliyor. M Ş G) akşamına bir 'diner' yapıyorum: Cecil (Mektuplar
isimli kitapta sürekli olarak 'Cecile' diye yazılıyor: Yanlış. Çünkü Cecile is­
mi Fransa'da bayan ismidir. Oysa kitapta söz konusu olan Lil'in İngiliz eşi
bir erkektir: Yani Cecil. M ŞG ) , Lil, George (Ball) , İzolda, Pierre (Biro olma­
lı) , Mme. Lurçat menü: bulgur pilavı, taskebabı (sığır=ucuz) , lahana, sala­
ta, muhallebi. Ş arabı Lil getirecek. " (A. g. k., s, ı o5.)
25 Mayıs 1 9 67 tarihli mektubunda, o sırada Paris'te bulunan Az­
ra Erhat için düzenlediği 'diner'den şöyle söz ediyor: "Yarın akşam, Ab­
delmalek Pierre (Her zamanki gibi Biro), Tiraje'yi ( Dikmen) çağırdım,
Azra şerefine bir şey yapmam lazım dı. Ucuz tarafından. U nuttum sana
söylemeye. Azra, ayrıca dehşet bir Osmanlı tası ve enfes bir cezve getirdi
bize . " (s. 1 57.)

Asi D i N D i N o
Aynı mektubunda Pierre Biro'nun kendisini ve Azra'yı La Bılche­
rie'de yemeğe götürdüğünü de aktarıyor.

DosTLARıN Evi N D E
Elbette kimi dostlar d a sizi davet eder, siz onları davet ettikten son­
ra. Çok bilinen bir gerçektir: Fransızlar kapılarını öyle herkese kolay kolay
açmazlar. Hele burjuva takımı. " B atı"da " aile"nin bir burjuva buluşu oldu­
ğunu ve bir kurum olarak "yüceltildiğini" bilmem anunsatmalı mı? Bilhas­
sa kapıları içeriden ve iyi kapamak için.
Ama istisnalar olabilir. İşte Abidin'in Paris resim dünyasında yıldı­
zı parlamaya başlayınca kimi dostları onu ve doğal olarak eşini de evlerine
bir bardak bir şey içmeye veya yemeğe davet ediyorlar. Fanchette'in bir ta­
nıklığı var, bana anlatılan başka anılarla örtüştüğü için, bir bölümünü bu­
rada aktarmak istiyorum:
"Abidin ve Güzin beni davet edince, ben de onları davet ettim. Onlar­
la birlikte elbette Avrıi ve Henriette'i de. Ve anne babamı da. (Bir gerçeği yan­
sıtmak için şunu eklemeliyim: Fanchette'in annesi o sırada çok genç ve çok
güzel bir duldur ve genç sevgilisiyle eşi gibi yaşıyor. Fanchette de en doğal bi­
çimiyle "mes parents" deyince, benim de "anne ve babam" diye çevirmem ne­
zaket gereği. M Ş G) . Anne ve babam Abidin'e bayıldılar. Çok beğendiler. Bi­
liyorsunuz Abidin'in müthiş bir karizması var: Abidin gerçekten charmeur,
gentil, charmant. O zaman anne ve babam da Abidinleri davet ettiler. Birçok
kez. Yanılınıyorsam on yılda dört kez. Abidin her zaman çok şirindi, çok se­
vimliydi. Hoşa gitmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Zaten doğasın­
da var onun: H oşa gitmek için elinden gelen bütün gayreti göstermek. Bizim­
kiler Abidin'i daha çok sevdiler. Fakat Güzin'i bir türlü "çözemediler," seve­
mediler. (Burada Fanchette birdenbire sesini alçaltıyor ve alçak sesle sürdü­
rüyor konuşmasını:) Çok garip bir yaratık. Evinize geliyor. Ama hiç konuş­
muyor. Yani inanılacak gibi değil: Tek sözcük çıkmıyordu ağzından. Yani in­
san örneğin bir 'Merci, c'est tres bon' der. Yok tek kelime bile yok. Korkunçtu.
Gerçekten korkunçtu. (Fanchette'in birdenbire gözleri yaşarıyor. Aman yap­
ma ne olursun diyorum ama durdurmak mümkün değil. Sanki o yılların sı­
kıntısı birdenbire sökün ediyorlar. Sonra biraz düzeliyor ve konuşmasını sür-

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Tiraje Dikmen, M a h m u t Makal, ldil Biret, H ı fzı Topuz. Paris, 1 9 65. H ı fz, Topuz Koleksiyonu

dürüyor:) Hem tek kelime söylemiyor hem de her şeyi tepeden tımağa ve ba­
kışlarında böyle bir küçük görmeyle, tiksinmeyle neredeyse süzüyor. Sanki
insanları ve hatta evde varsa hayvanları yargılıyor. Kendisini o kadar çok be­
ğeniyor ki, sanıyar ki davet edildiği evlerde bile her istediğini yapabilir, iste­
diği gibi davranabilir. Korkunçtu. Yani düşünün sizi davet eden insanların
evine geliyorsunuz, içkisini içiyorsunuz, yemeklerini yiyorsunuz, konuşma­
larını dinliyorsunuz, eşiniz bu konuşmalara katılıyor hatta kimini bizzat ken­
disi başlatıyor ve siz bir tek kelime bile konuşmuyorsunuz. Kabul edilebilir
gibi değil. (Fransızcasını yazmalıyım: "Meme pas dire un vilain mat chez des
gens ou vous etes invites. C'est carrement inadmissible! "
Annem ve babam Güzin'e tahammül edemez oldular. Fakat Abi­
din'in o büyüleyici şirinliği ve şen şakraklığı sayesinde bu dostluk bir süre

ABi D i N D I N O 1 93
sürdü. Ama öyle çok uzun boylu olmadı. Abidin'den bir resim aldılar yine
de, 1 9 6 o'larda. Şimdi bende o resim: Girişte gördüğünüz tablo. Saint-Pa­
ul-de-Vence'da da annem onları çok az görüyordu.
Güzin'in o evinize gelip her şeyi tepeden tırnağa denetleyici havası­
na dayanmak çok zordu. Hatta imkansız. Sanki sanırsınız Osmanlı sultan­
larının saraylarından çıkıp gelmiş ve Fransa'daki insanları yargılamakla gö­
revli. Tahammül edilir gibi değildi. Güzin aynı denetleyici tavrını Saint-Pa­
ul-de-Vence'da çarşıda dolaşırken de sergiliyordu: Elleri arkasında ana so­
kaktan bir geçişi vardır, anlatılamaz: Bazen başında bir şapka veya bere, el­
ler hep arkada, tek tek dükkanlara, mağazalara, varsa galerilere geçerken
şöyle alttan bir göz atıyor, sanki belediye zabıtası denetimde sanırsınız. Bir
süre sonra esnaf ve hi.ccar 'Kim bu kadın' filan diye sormaya başladılar.
İnanmayacaksınız, benim arkadaşım bazı bayanlar, beni evlerine davet
ederken, bir de özel olarak 'O Türk arkadaşını sakın getireyim deme!' türün­
den vurgular yapıyorlardı. İ şte bu hale kadar geldi durum, aynen böyle."
Güzin'in davet edildiği evleri tasvirlerinden birini Mektuplar'dan
aktarmak istiyorum, bir fikir vermesi için, Güzin 21 Nisan 1 9 67 tarihli
mektubunda yazıyor:
" Evi 'bois'ya yakın, yeni inşa, küçük fakat lüks bir apartman, çok
gösterişli, zevksiz eşya var, duvarlarda reproduction Guardiler filan.
Diner au champagne yedik, De Falla dinleyerek. İşi çelik üzeriney­
miş. Keban'ı kaçırdığı için çok üzülüyor."
Söz konusu kişi, Mlle. Pruhlien'dir. Türkiye'de Fuat Süren ile ortak
işler yapıyor. Güzin'den Türkçe özel ders alıyor. Ve o akşam yemeğine davet
nedeni de, Güzin'in bir önceki mektubunda yazdığı gibi, Abidin'in "el"lerin­
den birini alıp bir dostuna hediye etmek. Güzin 20 Nisan akşamı adı geçen
hanıma Abidin'in "el resimlerini götürü"yor. Ve sonrasını 21 Nisan tarihli
mektubunda aynen şöyle yazıyor: "Bu sabahın önemli haberi, dün 'ellerin­
den' bir tane sattım fıoo F. Bizim deli matmazele, birleşen iki eli aldı ve o
kadar beğendi ki, hediye vermekten vazgeçti, hemen çerçeveletip evine asa­
cak. Hediye için başka bir tane alının ileride dedi, iyi!" (A. g. k., s. ır2 ve 107.)
Fanchette'in annesi Germaine Steenlet ile annesinin hayat arka­
daşı Patrick Marchand'ın çok yakın dostu ve Pierre Biro'nun kardeşi

1 94 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abid i n , hayranlarıyla G a l e rie Andre Scholler j r'daki sergisinin açılışında M a rt 1 9 5 9 : Düşsel uzaya kısa
bir yolculuk için. M . Ş e h m u s G ü zel Koleksiyonu

Doktor Jean Biro da Abidin'in resimlerine meraklı. Onunla da arada sı­


rada görüşüyorlar.
Nitekim Güzin'in Abidin'e 5 Şubat 1 967'de gönderdiği mektubun­
da, Jean Biro'ya Abidin'in resimlerine meraklı Doktor Dalsace kadar önem
verdiğini saptıyoruz.
19 Nisan 1 967 tarihli mektubunda ise bir gün önce Jean Biro ile bu­
luştuğunu ve Abidin'in hastalığı ve sağlık sorunları üzerine sohbet ettikle­
rini aktarıyor. (Mektuplar: s. 38 ve 104.)
1 9 67 yılı içinde Abidin ve Güzin arasındaki mektuplaşma diğer yıl­
lara oranla çok daha yoğun: Doğal, çünkü Abidin o yıl, aylarca süren, ame­
liyat, tedavi ve bunlara bağlı sağlık sorunları sonucu uzun zaman Gü­
zin'den ve Paris'ten uzak kalıyor.

AB i D i N D i N O 1 95
Abidin ve Güzin'in o yılki mektuplannı okuduğumuz zaman çevrele­
rinde pek çok insanın bulunduğunu anlıyoruz. Böylece Abidin'in bir ressam
olarak ve o günlerde maddi durumlarının da çok elverişli olmaması nedeniy­
le resimlerine meraklı insanlara, resim koleksiyoncusu doktor tanıdıklarına
son derece yakın ve dikkatli bir özen gösterdiğini saptama olanağı buluyoruz:
Bu bağlamda, örneğin Doktor Dalsace'ın eşinin hastalığı üzerine Abidin ya­
kın bir ilgi gösteriyor, Bayan Hackett'e "hediye edilecek" bir resim birkaç
mektup boyunca süren heyecanlı bir seıüvene dönüşüyor, o günlerde ekmek
parası için özel Türkçe dersleri veren Güzin'in öğrencilerinden birinin Abi­
din'den bir resim almak arzusu ince bir strateji gerektiriyor vesaire ...
Doktorlann resim sanahna özel merakının ciddi bir açıklaması yapıl­
madı henüz. Elbette paralan olduğu için hoşlanna giden resimleri sahn al­
dıklannı söyleyebiliriz. Bundan doğal bir şey olamaz. Bu çok açık. Ama bu­
nun ötesinde başka nedenler olabilir mi? Ciddi bir araşhrma konusu olabilir
sanıyorum. Özellikle ruh ve nıhsal sorunlarla ilgilenen doktorların resim sa­
nahnda bir şeyler aradığını duyumsayan Remzi Raşa gibi ressamlar var.
Jean Biro, Abidin'den resimler aldı. Ama Avni'den daha çok. Özel­
likle Henriette'in üç-dört portresi. Her biri bir içim su. Henriette'in o yıl­
lardaki güzelliğini bilenler için bu bir sürpriz değil elbette. Ama Avni'nin
fırçasındaki ve renklerindeki "aşkı" da es geçmemek şart. Bunların tümü
Jean Biro'nun vefatından sonra Pierre Biro'da artık. . .

B AŞKA DüNYALARDA
Abidin'in ı 9 6 o 'lı yıllarda uluslararası boyutunu ortaya çıkarması
açısından önemli birkaç sergisini anmak lazım:
r 9 6 3 'te Prag'daki sergisi örneğin.
29 Mayıs-ı s Ağustos ı 964'te, Zürih'te Colette Ryter Galerisi'ndeki
sergisi. Abidin'in İ sviçre'deki bu ilk sergisinde "U zun Yürüyüş" dizisinden
yirmi parça sunuldu. Sergi davetiyesindeki sunuş yazısını Abidin'in kadim
dostu ve Fransa'nın uluslararası boyutta en çok tanınan sanatçılarından, Je­
an Lurçat kaleme aldı. Özellikle tapisserie sanatının unutulmaması ve yay­
gınlaştırılması için çalışan ve uluslararası birçok dernek ve benzeri kuru­
luşta üst görevlere sahip ve bu vesileyle İsviçre'de de çok iyi tanınan Lurçat

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Nazım Kal kava n ' l a C6te d 'Azur'de. M. Şehmus Güzel Koleks.yon"

bu iş için gerçekten biçilmiş kaftandı. Abidin için bu sunuyu yazınamazlık


da edemezdi.
r g 65 ' te Kaliforniya'da La J olla'da Scrott-Faure G alerisindeki
sergisi.
Bu sergiler hakkında maalesef fazla bilgim yok. Belgem de.
Abidin'in bu dönem sergileri arasında, kişisel açıdan da en önemli­
lerinden biri olan r g 6 6 başında Moskova'daki sergisini anmak lazım, bir
de r g 6 g 'daki İstanbul sergisini:

ABi D i N D I N O 1 97
Abidin'in sergiler listesinde şöyle bir cümle okuyabiliriz: " ı9 6 6 'da,
Abidin Moskova'da Dom Pisatli'de eserlerini sergiledi."
Vartan ihmalyan kitabında şöyle yazıyor: "Abidin Moskova'da 'Sov­
yet Yazarlar Birliği' lokalinde çok güzel bir resim sergisi açtı." (s. 294.)
Güzin bana şunu söyledi: "O sergiy i Simonof yaptırdı. Simonof ile
çok ahbaptık. Gelirdi Paris' e, gezerlerdi Abidin'le. Gibert (Gibert Jeune. Sa­
int-Michel' deki en büyük kitabevi ve kırtasiyecilerden biri, belki en tanına­
nı. M Ş G) meraklısıydı Simonof. Yani kalem, defter, kağıt vesaire . . . Nazım
da öyleydi ama Simonof neredeyse Paris' e varır varmaz gelirdi Abidin'e ve
'Haydi Gibert'e gidelim' derdi sanki Louvre'a gidecek gibi. Veya ' Louvre'a
gidelim' der gibi. Adam meraklısı Gibert'in. Giderlerdi ve Simonof orada
d ün ya kadar kırtasİ ye alırdı."
Konstantin Simonof (veya Simonov) , Sovyet Yazarlar Birliği yöne­
ticisidir. 1 9 5 ı 'de Nazım'ı Moskova'ya varışında karşılayan, hani Nazım'la
birlikte fotoğrafları dünya turu atan yazar. Demek ki zaman içinde Pa­
ris'e geliş gidişlerinde Abidin'le ve Güzin'le de tanıştı. Ve Paris' e her ge­
lişinde onlarla görüştü. Ve r 9 6 6' daki serginin gerçekleşmesini sağladı.
Ve Abidin bu vesileyle 28 yıllık uzun çok uzun bir aradan sonra Mosko­
va'ya gitti:
Abidin'in Moskova'dan Güzin'e gönderdiği 21 Ocak 1 9 6 6 tarihli
mektubunda bakın önce yolculuğuna ilişkin neler yazıyor:
"Yolculuk iyi geçti, ikinci gece uyudum. Alabildiğine kar, alçaklarda
güneş, " Rus kışı. Olduğu gibi duruyor." Aradan değil 28 yıl, 28 gün bile
geçmemiş görünüşte. "
Abidin elbette 1 937'deki SSCB'ye ve orada geçirdiği günlere gön­
derme yapıyor. Ama aynı zamanda rejimdeki "yerinde saymayı" da dalaylı
ve mecazi bir biçimde vurguluyor." Rus kışı. Olduğu gibi duruyor." Daha
ne yazabilir insan?
Sonra Varşova'da gara Münevver Andaç'ın geldiğini ve görüştükle­
rini yazıyor ve onun "çok iyi" olduğunu belirtiyor.
"Moskova'da Simonof, karısı, Babayef, Fiş adında bir Türkolog be­
ni karşıladılar.
Otel Sovyetskaya'dayım.

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


Abi din, i stanbul'da, 20 M ayıs ı g6g'da, sergi sinin açılışı nda, dostlarıyla. M. Şehmus Güzel Koleksiyonu

Vardığım gece otele Yutkeviç ile karısı geldi, sıkı bir ziyafet üzerin­
den çalışıldı. Arkasından, piyes yazarları ile halk karşılaşması varmış, Si­
monof konuşacakmış , beni de götürdü, hem de sahneye, yetmiyormuş gi­
bi tanıştırdı da seyircilere, anlatırsam komiklikleri yazılması uzun sürer.
Sonra Babayefle beraber Nazım'a gittik, evine. Vera ve başka beş-altı ahba­
bı vardı. 1 2'de otele döndüm."
Mutlaka o gün veya birkaç gün sonra çekilmiş bir fotoğraf var: Ba­
bayef, Vera ve Abidin bir arada. Herkes sıkı sıkı mantoların, atkıların, şap­
ka, başörtüsü ve kalpakın koruması altında. Eller ya cepte ya eldivenli. An­
laşıldı güneş var ama hava soğuk. Ama ne iyi ki Abidin'in odası "çok rahat
ve sıcak. Soğuk değil dışarısı, karlı fakat üşümüyorum. Simonof gara bir
kalpak getirdi, tabii küçük. Dün de bir gocuk, fakat hiç ihtiyaç yok."
Biraz önce sözünü ettiğim fotoğraftaki kalpak "küçük" değil, tam Abi­
din'in kafasına göre. Demek ki arada kafasına uygun bir kalpak bulabildi.

Asi D i N D i N o 1 99
Evet: Çünkü 3 Şubat 1966 tarihli mektubunda yazıyor zaten: "Sıfır altı 20 de­
rece değil, 30 bu sabah, fakat sırtımda Nazım'ın kürklü paltosu, çok hoş bir
kalpak vs."
İşte bu kadar: Paltonuz kürklü ve kafanız kalpaklıysa Moskova so­
ğukları vız gelir tırıs gider.
Aynı mektubunda sergi hazırlıklarını anlatıyor Abidin:
"Dün sergi işi ile uğraştık 2'sinde ( Şubat 1966 'da. M ŞG) açılacak,
ancak yetişecek davetiyeler vs. Çaresiz, beklemek gerekecek. Buranın adetin­
ce sergi 7-8 gün sürecek. Reklam filan yapılıyor, Yutkeviç sergiyi açacak."
Sonra Abidin 1934-1937 dönemi arkadaşlarından Vera'dan söz edi­
yor. Vera Trauberg'den. Ve onun Nazım'ın Vera'sıyla karıştınlmaması
için, ona "bizim Vera" diyor:
"Vera'yı, bizim Vera'yı ancak dün akşam gördüm, bir türlü vakit
yoktu. Evine gittim. Aynı insan. Seneler bozmamış tatlılığını, halini. Senin
(Güzin'in. M ŞG) yüzünden azarlanıp duruyorurn herkes tarafından, 'Ne­
den gelmedi, neden getirmedin? ' sorusuna cevap vermekten bıktım. Vera
ile Garin'e gittik, Hesa'ya, ha babam çaylar içildi, reçeller yendi, vs.
Onlar ihtiyarlamış, Garin inme geçirmiş fakat şimdi film çeviriyor.
Velhasıl, bir günde 28 cilt kalın kitap okumuşçasına içim buruk ve sevinç­
li de. Her ciltte ölen ölene, doğan doğana. Vera'mn kızkardeşi Ola geçen yıl
ölmüş. Nataşa'nın bir çocuğu olmuş. Talin'de profesör, gelip görecek beni.
Şimdi Nazım'a Novodiviça'ya gidiyoruz."
3 Şubat 1 9 6 6 tarihli mektubunda Abidin, bir gün önce yapılan ser­
gi açılışından söz ediyor:
"Dün serginin açılışı 'seçkin' cinsinden kalabalıktı, başta Lili Brik
vs . Simonafla Yutkeviç konuştu, bir sürü de eski ahbap vardı. Ne yazık ki
Vera, Hesa ve Erast gripli idiler, gelemediler, müthiş üzüldüler. .. biraz son­
ra Paul'la Lili Brik'e yemeğe gidiyoruz. (Paul dün sergiye geldi, nutuklar­
dan çok duygulandı, neredeyse ağlayacaktı.)"
Sergi açılışı Moskova basınında yankılanıyor: Abidin 7 Şubat tarih­
li mektubunda basındaki yankılardan söz ediyor: " Literatunıaya Gazeta 'da
hoş bir yazı çıktı. Akşam Pravda'sında da bir fotoğraf, daha da çıkacak ya­
zılar var."

200 PA R i S : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


Bu son iki mektubunda Abidin o birkaç hafta içinde (Moskova'dan
12 Şubat r 9 6 6 'da ayrılıyor) yaptıklarını ve yapmak istediklerini anlatıyor.
Sıralıyorum:
" Daha Nazım'ın bir plak kapağı yapılacak. "
" Bugün bir kapak resmi ısmarladılar Orhan Kemal için, yapaca­
ğım." Bu konuda ikinci mektubunda biraz daha bilgi var: "Orhan Kemal'in
kapağını daha beceremedim."
Şunu eklemek lazım: Abidin'in, resim pazarının durgun olduğu
dönemlerinde, arkdaşlarınm, dostlarının kitaplarına kapak yaparak, kitap­
larını desenlerle süsleyerek ekmek parasını kazandığı da oldu.
Hele Nazım Hikmet'in kitaplarını: Hangi dile çevrilip yayınlanırsa
yayıniansınlar Abidin mutlaka ya kapaklarını yaptı ya da hem kapağını yap­
tı hem de birkaç deseniyle kitapları donattı.
ABD'den Nesuhi ve Ahmet Ertegün'ün plak şirketi için ısmarladık­
ları kapaklar da bu bağlamda işe yaradılar.
Moskova'da Abidin'i "yakalayan" dergi yöneticileri ona hemen bir
" Lurçat yazısı" ısmarladılar: Ne diyor Abidin? " Lurçat yazısı, en büyük sa­
nat dergisine."
Jean Lurçat, 6 Ocak 1 9 6 6'da, yani Abidin'in Moskova'ya hareketin­
den kısa bir süre önce, beklenmeyen bir biçimde, Saint-Paul-de-Vence'da
öldü. Abidin, 17 Temmuz r 988'deki sohbetimizde "Jean Lurçat'nın cenaze
törenine katıldım." dedi. Bu tarihten sonra Abidin ve Güzin'le Simone Lur­
çat arasında çok daha sıkı bağlar kuruluyor: Sanki "pederin" anısını yaşat­
mak isteyen geniş bir aile.
Moskova'ya vardığında Lurçat anılarıyla yüklüdür Abidin, kendi ilk
gençlik anıları yanında. Ve SSCB'de tahmin edeceğiniz bin bir nedenle
özellikle sanatçı aleminde çok iyi tanınan Lurçat için, makale mi, konferans
mı ne dilerseniz dileyin Abidin'den:
Nitekim öyle de oluyor:
3 Şubat tarihli mektubunda yazıyor: " Mimarlar Evinde büyük bir
toplantıda, habersiz beni konuşturdular, hem de Rusça! Kalabalığın önün­
de yirmi dakika Rusça konuştum Lurçat üstüne. ne hikmetse dediğimi
hem anladılar, hem de müthiş alkışladılar. serde meğer Gambeta'lık var-

As i D i N D i N o 201
mış da haberim yoktu. Aynı oyunu, Asya-Afrika Enstitüsünde, Türkologlar­
la oynadılar bana, yarısı Rusça yarısı Türkçe oldu o iş."
B u kadar da değil: Abidin'e "ısmarlanan" bir iş daha vardır: Biraz
önce yazdığım gibi, " Bir de Lurçat yazısı, en büyük sanat dergisine. "
Lurçat yazısı çok sarıyar Abidin'i ve 7 şubat tarihli mektubunda coşku­
sunu dile getiriyor: "Dün Lurçat yazısını bitirdim, sanırım çok iyi. Lüksçe bir
dergide çıkacak, renkli diapozitif istiyorlar çabucak, ayrıca siyah beyazlar da (de­
sen) işe yarar. Renkli diapozitif yoksa, çok iyi renkli ve renksiz (Abidin iyice eaş­
muş: "Renksiz" olur mu yahu! Siyah-beyaz demek istiyor usta. MŞG) fotoğraf­
lar. Ayrıca Lurçat'nın fotoğrafları da lazım. Hepsini Simonof'a göndermeli."
Simonof'un adresini veriyor Abidin.
Bunların yanında "ressamları ziyaret ediyor:" "Birkaç ressam ziya­
ret ettim, mutlaka uğramamı istiyor hepsi, kolay olmuyor."
"Nazım'ın arşivlerinde" çalışmak istiyor ama hala "çalışamadım" di­
ye dert yanıyor. " Daha müzelere gidemedim, film seyretmedim" diye de ...
Ve şunu ekliyor, 7 şubat tarihli mektubunda:
"Dün Vera'ya (Nazım'ın) uğradım, Nazım'ın evini çok seviyorum,
her tarafta varlığı duyuluyor."
Oysa kendi ülkesinde Nazım'ın şiir kitapları toplatılıyor Şubat
r 9 6 6'da. Bu bir rastlantı olabilir mi?
Nazım Hikmet'in Dost Yayınları tarafından Şubat r 9 6 6 'da yayınla­
nan Yeni Şiirler isimli kitabı toplatıldı evet. Ve kitabın yayın sorumluluğu­
nu üstlenen Nezihe Meriç yargılandı. H apis cezası verdiler. Hapis cezası­
nın uzunca bir süre ertelenmesinden sonra bir af yasasıyla kurtuldu. Bura­
sı Türkiye kardeşim.

İSTA N B U L'DA S E RG İ LEMEK, İ STAN B UL'DA S E RG İ L EN M E K


Yıllar sonra Abidin kendi ülkesindeki kişisel sergisini 20 Mayıs
r 9 6 9'da İstanbul'da açtı: Beyoğlu'ndaki Galeri-I 'de. Serginin ismi başlı ba­
şına bir alem: " İstanbul Gözler Kapalı."
Abidin, r 9 6 9'da, Türkiye'ye iki kez gitti. İlki sergisi içindir: Belki
nisan ayından itibaren ama kesinlikle mayıs ayından haziranın sonuna ka­
dar kaldı: İ stanbul'dan ve sergisinin açılışından kısa bir süre sonra, Anka-

202 PA R i s : E K i M l 952'DEN ARA L I K l 99 3 ' E


ra'ya gitti ve Adana'ya da uğramak is tiyordu ama birazdan göreceğimiz gi­
bi, bu yolculuk daha sonraya kaldı.
Sonra 3 0 Ekimde yeniden Türkiye'ye gitti ve bir süre kaldı: İstan­
bul, Ankara ve Adana'da. Bu ikinci yolculuğun amacı farklıdır: Göreceğiz.
Ocak 1 9 5 2'den beri ilk kez Mayıs ı969 'da İstanbul'a varan Abidin,
uçaktan iner inmez tutuklanıyor. Sansaryan Hana götürüyorlar.
Bu olayı Güzin ve Abidin bana anlattılar. Güzin'den aktarıyorum:
"Polisler Abidin'i götürmek isteyince, kendisini karşılamaya gelen bir­
çok insan arasında bulunan Cevat Çapan ve Jak Şalom 'Biz de geliriz' deyip
Abidin'i yalnız bırakmıyorlar. Cevat kendisini tanıtıyor. Jak ise 'Siz kimsiniz'
diye soran polise 'Ben oğluyum' yanıtını veriyor, son derece kızgın."
Cevat Çapan o günlerde tanınan bir çevirmendir: Örneğin Sean
O'casey'den Sağlık Yurdu isimli piyesi çevirmiştir. Ve Piyes ı 962'de yayın­
lanmıştır. Jak Şalom ise İstanbul Sinematek'in yöneticilerindendiL Hüse­
yin Baş, Onat Kutlar ve diğer arkadaşlarıyla.
Abidin'e ilişkin birçok kitapta yayınlanan bir fotoğraf vardır: "Cevat
Çapan ve Abidin Dino, Emniyet I . Şube merdivenlerinde, 1 9 6 9 " alt yazılı.
Cevat Çapan kravatlı, kostümle pardesülü, sağ eliyle saçını arkaya doğru
düzeltiyor. Çok ilginçtir bu fotoğraf Çünkü Abidin de aynı hareketi yapı­
yor: O da sağ eliyle saçını düzeltiyor. Herkes kendine sanki çeki düzen ve­
riyor. Fotoğrafı çeken kim? Yüzde yüz J ak Şalom (mu?). Jak, Paris yılların­
da da Abidin ve Güzin'in hep en yakınında bulundu. 1 9 9 ı ' deki hastalık
günlerinde, Abidin'i hastaneye kadar götüren Jak, Abidin'e ı 9 6 9 ' u hatırla­
tıyor: " )ak, Sansaryan Handa da peşimi bırakmamıştı. Ü st kata kadar gelip,
ne olur ne olmaz beklemişti o zamanlar." (Ölüm mü? Ne Buluş! s. 37.)
Abidin neden gözaltına alınıyor biliyor musunuz? 1 9 5 2' de "beraat
eden seramikler yüzünden" ( ! ! ! ) Dedik ya kardeşim Türkiye'deyiz. Sonra
ne oluyor peki?
Güzin kitabında şunu yazıyor: " . . .uzun uzun sorgu sualden sonra,
ertesi gün artık bu dosyanın kapatılabileciğine karar verdiklerini söylüyor­
lar Abidin'e." (A. g. k., s. ı 67.)
Abidin, Andre Velter'e şunları anlatıyor, 1 9 9 o 'da: "Türkiye'ye o ilk
dönüşümde bir-iki gece gözaltında tutuldum."

Asi D i N D l " o 203


r 8 Mayıs r 9 6 9 'da Abidin kaleme sarılıyor ve Paris'te kalan Güzin'e
haberlerini iletiyor:
"Güzinim,
Sana ilk mektubum, İstanbul'a öylesine daldım ki, adım adım se­
ninleyim, mektup yazmak, sanki bildiğin şeyleri tekrarlamak."
Sonra Abidin birden ona kadar bir sıralama yapıyor, böylece en
azından ona kadar sayabiidiğini ispat ediyor. Aynen şöyle:
" ı /Dostlar her şeyime dikkat ediyorlar. Su, uyku, yiyecek. . .
2jŞehri acelesiz ve otomobille geziyoruz.
3 / Renkli resimler yapmam gerekli idi, onları yapmak üç gün sürdü,
sanırım fena olmadılar.
4/Beni sakın merak etme, bir ay sonra gelmemem için hiçbir engel
çıkmaz kanısındayım.
s / istanbul berbat ve harika.
6 /Boğaziçi daha da güzelleşmiş, erguvana batmış.
7 / Seni soran sorana, sensiz gelmiş olmanın cezasını çektiriyorlar.
8jBu gece Füreya'nın evinde İ stanbul'un yarısı ile beraberiz.
9 /Adana'ya ayın 29'unda gitmeyi düşünüyorum.
rojSeni yüreğimin dibinden seviyorum." (Mektuplar: s. ıSı.)
Sergi Galeri I 'de. Ama galerinin ismini GALERi B İ R olarak yazan­
lar da var. Her neyse yerini biliyoruz: Beyoğlu Parmakkapı'da. Parmak ka­
dar kapıyı nasıl bulacağız diye merak etmeyin. Şuradaki kalabalığı görüyor
musunuz? İşte tam orası.
Abidin henüz gelmemiş. Neden acaba? Güzin'e yazdığı mektu-
bu bitirmeye çalışıyor da ondan:
"20 Mayıs 1 9 6 9 . Saat r 6 .
Sevgili biricik Güzinim,
Biraz sonra sergiye gidiyorum, açılışa, fakat sensiz hiçbir şeyin tadı
tam değil.
Şehir kıyasıya saltanatlı ve yetim, üstelik zırdeli, yani İstanbul hep bil­
diğin gibi. Okunup da unutulmuş kitabı, şaheser kitabı, yeni baştan buluyo­
rum. Her sayfasında sen varsın, ikimiz varız ve de bühin sevdiklerimiz.

PAR i s : E K i M l 952'DEN ARA L I K 1 99 3 ' E


Muazzez Hanım'la telefonda konuştuk, bu akşam sergiye gelecek.
Daha şimdiden sekiz resim satıldı.
Beni hiç merak etme, yarın iki-üç günlüğüne Melih'e (Melih Cevdet
Anday'a. M Ş G ) gidiyorum, uyumaya . . . "
Neler sergiledi Abidin? Bu sorunun yanıtını Ferit Edgü'nün Abidin
Dino Üç Şehir isimli kataloga yazdığı " Ü ç kentin bir ressamı" başlıklı şirin
tanıtım yazısında buluyoruz:
" r9 6 8 yılında, yeni açılan bir galeriden bir çağrı aldığında, on yedi
yıllık bir ayrılıktan sonra, Paris'te, düşlerindeki İstanbul'un resimlerini
gerçekleştirdi. Daha doğru bir deyişle, düşlerindeki İstanbul'u resimledi."
Edgü, şunları da ekliyor-makalesinde: " Kendisini, B atıda yaşayan
Doğulu bir sanatçı gibi duyuyordu. Rönesans sonrası yağlıboya tablo res­
minden çok, Osmanlı hattatları ve U zakdoğu ressamları soyundan geldiği­
ne inanıyordu. Batı resminde ışığın dışardan geldiğini ve resmin dünyası­
nın üstüne düştüğünü, Doğu resminde ise resmin, resmedilenin içinden
fışkırdığını gözlemlemişti. Antibes ve Paris resimleri yle, İstanbul resimleri­
ni yan yana seyrettiğimizde, bu sözcüklerin somut olarak ne anlama geldi­
ğini anlamamız kolaylaşıyor. .. Uzun bir aradan sonra özyurdunda açacağı
ilk sergi için r 966-67 yıllarında gerçekleştirdiği İ stanbul resimleri ise gu­
vaş ve suluboya. Paris'te gerçekleştirilen bu resimler yaklaşık yirmi yıllık
bir özlernin resimleri. Abidin, bu çok renkli, çok hareketli resimleri sanki
gözlerini kapayıp bir İ stanbul düşü gördükten sonra kağıda dökmüş. "
Serginin isminin " İstanbul Gözler Kapalı" olması boşuna değil de­
mek. Dahası Shakespeare'e gönderme de bulabiliriz: "Gözler kapalı görür
en iyi" gibi bir şey yazmamış mıydı şair?
Açılışta Ferit Edgü mutlaka oradaydı. Ama bendeki üç fotoğrafın
hiçbirinde görünmüyor. Sağlık olsun. Bendeki fotoğrafiara baktığımız za­
man Abidin'in bütün kadim dostlarının açılışta yanında olduklarını saptı­
yoruz. Kimler yok ki: Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat, Necati Cumali,
Şehnaz Akıncı, İdris Küçükömer, Suavi Koçer, Mengü Ertel, Ne har Tüblek,
Kuzgun Acar. .. Ve maalesef isimlerini bilemediğim ve bu nedenle beni ba­
ğışlamalarını rica ettiğim birçok şirin ve şık bayan ve başka bir dizi sevim­
li insan. Yaşar Kemal eminim oralarda bir yerde olmalı. Niye fotoğraflarda

ABi D i N D i N O 20 5
yok? Belki henüz varmamıştı o saatte. Tilda da gelmiş miydi? Azra Erhat
nerede? Mina Urgan? Belki birazdan uğrayacaklar. Mutlaka Ş akir Eczacı­
başı da. Gül Ar ve diğerleri de . . .
Çok sevimli oldu açılış. Çok gülündü: Fotoğraflar ispatıdır. Çok si­
gara içildi. O gece orada çok sakal, çok da bıyık vardı. Çok sohbet edildi.
Çok çok çoklandı. Yılların biriktirdiği hasret öyle birkaç saatte geçer mi sa­
nıyorsunuz? Hele İstanbul nam dersaadette. Elbette her şeyi açılışta, aya­
küstü birkaç saatlik sohbetlerde konuşmak ve bitirmek mümkün değil. O
zaman açılış sonrasında mutlaka bir yerlere gidip, yiyip içmek ve sohbete
devam ettmek gerek.
Abidin o gece, hemen açılış sonrasında, nasıl yaptıysa yaptı, Gü­
zin'e birkaç satır daha yazdı:
" Sergiden çıkıp sırılsıklam elbiselerimi değiştirip (şehir fırın gibi)
Şehnaz'ın arabası ile Tarabya'ya geldik. Sergi görülmemiş bir kalabalıkla
hınca hınç doldu. Kaç resim satıldı bilemiyorum. Kavgalar çıktı (resimleri
paylaşmakta) . Çiçek buketleri, televizyon, gazeteciler, fotoğrafçılar vb . . .
Hepsi bir yana bana seni gerek seni."
Yunus Emre de anlaşılan açılıştaydı.
Güzin, 25 Mayıs 1 967 tarihli mektubunda İstanbul'daki Abidin'e
Paris haberlerini iletiyor:
" Herkes senin dönüşünü bekliyor, hep soruyorlar, satılan büyük re­
sim Lozan'a gitti. Bazı satışlar için senin dönmeni bekliyorlar.
Şimdi Nesuhi (Ertegün) ile yemek yedik ve o New-York'a uçtu. Sa­
na, ısmarladığım gömlekleri getirdi sekiz tane! Sakın orada gömlek alma."
Burada bir saniye durmamız lazım: Nesuhi Ertegün, o günlerde, da­
ha sonra ve her zaman Paris' e ya gelirken bizzatveya postayla veya başka bir
gelenle Abidin'e gömlekler gönderdi hep. ı982'den itibaren Abidin'le sıkı
dostluğumuz döneminde bu gömleklerden benim de payıma düşenler ol­
du. Abidin paylaşmayı seven bir yoldaştı. Ve bana da bir-iki bazen üç göm­
lek ayırırdı. Yepyeni. Taptaze. Bazen bir yazlık pabuç ta. Bazen bakarsınız
bir deri ceket. Evet hem Nesuhi Ertegün gönderirdi veya getirirdi ABD' den,
hem de Türkiye'den Şakir Eczacıbaşı. Hepsine tekrar teşekkür. Güzin'in de
giysi alanında destekçileri eksik değildi: En başta Yaşar Kemal ve Şehnaz

206 PAR i s : EKiM 1 95 2 " D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Akıncı. Yaşar Kemal her seferinde birkaç çift güzelim pabuç getirir(di): En
iyi deriden. Adanalı adam deriyi kokusundan bilir. Renginden tanır. Tabak­
hanelerde az mı talim ettik? Boşuna mı sandınız? Şehnaz Akıncı, İ stan­
bul'un o yıllardaki dillere destan terzisi, Paris'e her geldiğinde bavullar do­
lusu giysiyle gelir. Ve onların tümünü, evet tümünü, Güzin'e bırakır döner­
di. Nitekim bakın Güzin biraz önce okumaya başladığımız mektubunda
Abidin'e ne siparişler yapıyor:
"Oradaki sergi parasından eğer başka ciddi bir şeye (Buraya bir
mim koyalım: Çünkü bu ciddi iş belki bir ev satın alınmasıdır. Birazdan gö­
receğiz. M Ş G ) toptan yatırmayacaksan, bana öte beri al ve özellikle bir kış­
lık palto, Şehnaz ya da Nezihe getirirler. Nezihe kabul etti. Palto hem spor
hem şık olsun, sen Şehnaz'la seç 42 beden bir de ipek jarse elbise müm­
künse yakalı. Tiraje'ninki gibi, Şehnaz bilir, açık renk, çanta. Ama toptan
parayı bankaya yatıracaksan bir şey istemem."
Daha ne isteyeceksin Güzin H amın? Belki şunu: " Zaten aslında, se­
nin bir an evvel gelmenden başka bir şey istediğim yok."
Ama Güzin bu, gazetelerde özellikle Cumhuriyet'te sergiye ilişkin
iyi haberleri okuduktan sonra, sergi ve açılışının başlıbaşına bir "olay" ha­
line döndüğünü öğrendikten sonra, 31 Mayıs tarihli mektubunda yeni sipa­
rişler ekliyor listesine: " Kendine kostüm yaptırman çok iyi, bana, para yeti­
şirse paltodan başka, bir de ince yünlü kumaştan bir tayyör de al, getirecek
insan bulursan bir iki tane renkli, yollu çarşaf, dört köşe yastık yüzü."
25 Mayıs tarihli mektubunda, klasik tavsiyelerini yapıyor Güzin. Ya­
zayım mı? Yazmıyorum. Meraklıları Mektuplar'da (s. ı 84) okuyabilir.
Ama 3 1 Mayıslı mektubundan birkaç satırı aktarmam lazım: Gü­
zin'in Abidin'in sağlığı üzerine nasıl "titrediğini" göstermek için: "Yeme
İçınelere dikkat ediyorsun değil mi? Sular hep kaynıyor değil mi? Dondur­
ma, şerbet, gazoz filan da içmiyorsun ya, buzdolabındaki buz parçaları kay­
namış su ile yapılıyor değil mi? "
Nasıl? Nazım Hikmet'in, Mayıs 1958'de, Paris'e gittiğinde eşi Dok­
tor Galina Grigoryevna Kalesnikova'nın yazdığı ve Paris'te Güzin'in Na­
zım'ın canını çıkarırcasına harfi harfine uygulamakta ısrar ettiği "on bir
emrinden" daha somut değil mi?

ABi D i N D i N O 207
Güzin, 25 Mayıs tarihli mektubunda, şunları yazıyor: " B ense İlhan
Selçuk'tan mektup bekliyorum. Nazım (Kalkavan)la dün telefonda konuş­
tuk. Salı günü İstanbul'da olacak."
İlhan Selçuk'tan beklediği mektubun hangi konuyu ilgilendirdiğini
bilemiyorum. Ama Abidin'in Nazım Kalkavan'la "sinema işleri" için İstan­
bul'da görüşmek istediğini ve Kalkavan'ın İstanbul'a dönmesini beklediği­
ni biliyorum: Birazdan göreceğimiz gibi,
Güzin daha sonra George Ball'dan söz ediyor: "George"a şamfıstı­
ğı getir, hafta sonunda geliyor 0."
Aslında Güzin o sırada doktora tezininin savunmasının hazırlıkla­
rıyla ve İNALCO'daki derslerinin yoğunluğuyla boğuşuyor aynı zamanda.
Biraz panik havası yaşıyor.
Abidin, İstanbul'da Nazım Kalkavan, Şakir Eczacıbaşı başta ve di­
ğer dostlarıyla birçok işi katarmak istiyor: Örneğin sürekli bahsi geçen bir
"sinema işi" var.
Sonra eş, dost-akraba ziyaretleri . . .
Sonra geçmiş dönemlerin kalıcı arkadaşlarıyla görüşmek, dolaş­
mak, hoşça vakit geçirmek.
Sonra onca sevilen İ stanbul'la özlem gidermek. Kolay iş değil.
Bakın "tarihsiz" ama Mayıs ı 9 6 9 'da yazıldığı içeriğinden belli mek­
tubunda neler diyor, Abidin:
"Bu sabah 9 'da Selçuk Milar (ı94o'ların Ankara'sı merhaba! M ŞG)
geldi, tatlı tatlı konuştuk.
ro. 30 Sabahattin'le (Eyüboğlu) Şakir (Eczacıbaşı) beni gelip aldılar,
Beyazıt bitpazarına gittik, bir derya. . .
Orada Aktedron Fikret'e rast geldik, abuk sabuk küçük şeyler satın
aldık. Şaheser kilimler vardı, kocaman 200-300 lira arasında. Derken, bir
genç, salıaflardan çıktı, bana Nazım'ın İstiklal Harbi Destanı 'nı imzalattı,
resimlerden tanımış."
O günlerde neredeyse bütün gazetelerde Abidin ve sergisine ilişkin
epey fotoğraf ve makale ve haber yayınlanması, serginin hem kültürel hem
de toplumsal bir olay biçimine dönüşmesi üzerine söz konusu genç demek
ki Abidin'i gazetelerde yayınlanan fotoğraflarından tanıyor. Bu aynı za-

208 PAR i s : EKiM 1 952'DEN ARAL I K 1 99 3 ' E


manda bana Nazım Hikmet'in özgürlüğüne ilk kavuştuğu günlerde Kadı­
köy'den geçerken, oradaki dükkanıardan birinden bir gencin onu tanıma­
dan sokağa fırlamasını ve N azım'dan bir şiirin birkaç m ıs rasını okumasını
anımsattı. Ne hoş.
Abidin arkadaşlarıyla İstanbul'daki gezintisini aniatmayı sürdürüyor:
"Açık havada, yoğurdu kebap yemeğe, Sultanalımefe gittik, arka­
sından Sokullu Camii'ne, oradan Azra'ya (Erhat) geldim, iki saat uzandım.
Şimdi araba gelecek, Oktaylara (Rifat) gideceğiz."
Abidin Melih Cevdet Anday'la da görüşüyor:
"Melih'le çok tatlı vakit geçirdik arada bir iki kere Anadolu sahilin­
de balık yedik, günde hiç olmazsa bir kere balık yiyorum ve yavaş yavaş ba­
lıklaşıyorum. B alık yerken Lil'le Cecil'i ("Cecile" değil, Mektuplar, s. 175'te
yazıldığı gibi. Pes! Cecil Michaelis yani. Yani Lil'in eşi. M Ş G ) düşünüyo­
rum, çılgın bir tad ve bolluk!.)
(Nazım) Kalkavan ancak çarşamba gelecek. Sinema işleri için onu
bekliyorum. "
B u "sinema işleri" Abidin'in ı 9 6 9 'da İ stanbul'a ikinci gelişinde de
sürüyor:
Örneğin Güzin'e Adana'dan gönderdiği 19 Kasım 1 9 6 9 tarihli
mektubunda şu satırları okumak mümkün:
gider İ stanbul'da film işlerimi ilerletirim, biraz da para kazanı­
rım." (Mektuplar: s. 204.)
Abidin, Mayıs ı 9 6 9 'da aslında Adana'ya da gitmek niyetindedir.
Nitekim aynı mektubunda, Abidin daha sonra Adana'ya gidip gitmeyeceği­
nin yakında belli olacağını, Galerinin ı Haziranda kapanacağını yazıyor ve
şunları ekliyor:
" . . . Ankara'dan haber bekliyorum, seramik hikayesi üstüne, onu da an­
layınca ve işlerimi bitirince, Paris'te sahş mevsimini kaçırmadan dönerim."
Bu mektubunda Melih Cevdet Anday'la "Cudiye Hanım'ı ziyaret et­
tik. Çok iyiydi." diye yazıyor. Cudiye Hanım Güzin'in teyzesidir. Anday,
Abidin'in vefatı sonrasında Cumhuriyet 'deki yazısında o günleri anımsıyor:
" B en o zaman Moda'da oturuyordum. Bizde kalmıştı bir iki gece.
Sabahlara dek süren tartışmalarımızın konusunu bulamıyorum şimdi,

ABi D i N D i N O
Mehmet Ali Aybar Tü rkiye işçi Partisi (TiP) m i l letvekili olarak 22 Ekim ı g6s'te
T B M M 'de yemin töreninde Fotograf: Ara Güler

210 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L t K 1 99 3 ' E


unutmuşum. Öteye beriye gitmiştik birlikte. Gittiğimiz yerlerden birisi
nasılsa aklımda kalmış . Güzin'in teyzesinin eviydi. Teyze H anım Gü­
zin'i sorduğunda 'iyi' yanıtını vermişti Abidin, sonra da ' Her geçen gün
daha çok seviyorum onu' diye eklemişti. (Anday'ın önce Cumhuriyet'te
yayınlanan bu makalesini ı o-ı 6 Aralık 1 9 93 tarihli Cumhuriyet Hafta 'da
okudu m.)
Abidin, başka bir mektubunda (Mektuplar isimli kitapta [İstanbul]
pazartesi tarihsiz" olarak sunulan fakat içeriğinden 3 1 Mayıstan önce yazıldı­
ğı anlaşılan mektup: s. 177'de) akraba ziyaretlerine devam ettiğini yazıyor:
"Bu sabah Resmiye Teyze'ye gidebildim, cin gibi. Yalnız ve çok fa­
kir. Demin Zinnur (Güzin'in halası oğlu ve bilhassa çocukken yaptıkları
bütün yaramazlıklardaki "suç ortağı" ve nihayet " G . V. Z . , " yani Güzin, Va­
hit, Zinnur ama kısaltılmışı hızla okununca "geveze" biçiminde telafuz
edilen ve "üçlünün" ciddi bir özelliğini gözler önüne seren takımın ele­
manlarından . M Ş G ) telefon etti, biraz sonra galeride buluşacağız."
Sonra şunu ekliyor: "Muzaffer bugün yarın geliyor. Onunla ev işini
konuşacağız."
Burada Abidin'in İstanbul'da bir ev alma niyeti biraz daha belirgin­
leşiyor. Bunun için de Adana'ya gitmek veya ağabeyi Ahmet Dino ile Anka­
ra'da buluşup durumu değerlendirmek niyetinde. Ancak, Ankara'ya kadar
giden Abidin, Adana'da sıcakların azğınlaşması ve açıklamadığı başka ne­
denlerle oraya gitmekten bu seferlik vazgeçiyor. Ama ev satın almak işinin
peşini bırakmayacak hemen ve Adana'ya kadar gidecek: 1 9 6 9 Kasım ayın­
da. Yani Türkiye'ye o yılki ikinci gelişinde.
Ankara'ya gideceğini Güzin'e 6 Haziran 1 9 6 9 tarihli mektubunda
bildiriyor. Ne hikmetse bu mektubu Mektuplar'da " 6 Haziran 1 9 6 8 " tari­
hiyle takdim ediliyor. Büyük ihtimalle dizgi hatası olmalı (s. 178'de.):
"Ankara'dan Mehmet Ali (Aybar) telefon etti, onda kalmaını istiyor.
Pazar sabahı uçakla gideceğim."
Aynı mektubunda biraz sonra bu konuda şunları ekliyor: "Anka­
ra"dan gelen habere göre seramik hikayesi kapanmış, yine de gitmeden önce
vaziyeti sağlama bağlamaya çalışının ki son dakikada bir aksilik çıkmasın ... "
Abidin'i her zaman İstanbul'da veya başka bir yerde mutlaka sıra-

ABi D i N D I N O 211
dan bir şey daha bekliyordur ve Abidin'le birlikte herkes için sıradan olan
bu şey birdenbire başka bir boyut kazanabilir.
İşte bir örnek:
Aynı mektubunda ve biraz yukarıdaki cümleyi yazdıktan hemen
sonra şunları ekliyor, parantez içinde:
"(Şimdi zil çaldı, beş-alh yaşında bir oğlanla alh-yedi yaşında abiası
geldiler, karnelerini göstermeye, sınıflarını geçmişler. Azra'nın balkonu al­
hndaki gecekonduda oturuyorlar, ahbap olduk, kız bana çiçek getiriyor bazı
bazı. Adı 'Yeter'. Annesi fazla çocuk istemediğinden ötürü bu adı takmış.)"
Abidin çocuklan hep sevdi diyorum ya, işte ispah. İşte bir örnek da­
ha: Bir mektubunda da o günlerde 13-14 yaşlannda olan Samih Rifat için ba­
kın neler yazıyor: " Dün akşam Oktaylarda idik, tam bizim Caddesbostan'da­
ki (1949, 1950, 1 9 5 1 yaz aylarında kaldıklan mekan. MŞG) evle burun buru­
na... Sabiş (Sabiha Oktay) , Oktay, Mina ( Urgan), Şehnaz, Azra, Sabahattin ve
Oktay'ın oğlu vardı, görsen ne candan çocuk! " (Mektuplar: s. 177.)
Abidin, 6 Haziran 1 9 6 9 tarihli mektubunda Cumhuriyet gazetesi­
nin üstadı Nadir Nadi'nin Tarabya'daki yemek davetini anlatıyor:
evvelki akşam Tarabya'da yemek yedik. Nadir Bey'in misafıri
olarak, Sabahattin, İlhan Selçuklar ve Nadir Bey'in hanımı, buğulama lev­
rek vb . . . Bu sabah ta resim yapıyorum. "
Abidin'in İstanbul'da kadim dostlarından Pikret Adil'i d e ziyaret et­
tiğini biliyoruz: Bir fotoğraf sayesinde: Bu fotoğrafta, Abidin, Pikret Adil ve
iki bayanla birlikte: Kolkala duruyorlar, yemek masası başında-ayakta ve
Abidin'in gagasında yine hep o meret: Cigarası!
12 Haziran 1 9 6 9 , Güzin'in tarihi açısından çok mühim: Çünkü o
gün Asnieres'de, İ NALCO merkez binasında doktora tezini savundu. Kah­
ramanca. Ve Abidin sonucu öğrenmek için, TİP genel başkanı ve o günler­
de TBMM'de milletvekili, Mehmet Ali Aybar'ın evinden telefon etti. Olum­
lu sonuç Ankara'da da gerektiği biçimde kutlandı.
Abidin 13 Haziran 1 9 6 9 tarihli ve Ankara'dan gönderilen mektu­
bunda coşkusunu dile getiriyor:
Akşam sonuca hiç şaşmadım ama, yine de çok cümbüş ettik.
Siret (Aybar) ve Mehmet Ali de benim kadar sevinçli. Aferin!

212 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993'E


Yarın İstanbul'a dönmek istiyorum .
. . . İstanbul'da da hiç vakit kaybetmek niyetinde değilim. Ancak Cla­
ude (Duthuit olmalı. M Ş G ) , hesapça 15 'inde geliyor, film işlerini kesin bir
yola dökmek lazım."

ÇARK-BAŞAK
Attila Aşut Türkiye'nin en iyi ve çok mütevazı gazetecilerinden bi­
ridir. Bir zamanlar Aydınlık, bütün muhaliflerin sesi olarak ve günlük ola­
rak yayınlanırken gazetenin ikinci sayfasında "Ü çüncü göz" üst başlıklı kö­
şesinde güzel şeyler yayınladı.
İşte 18 Aralık 1 9 9 3 'te "Çok yaşasın ölüler" başlıklı köşe yazısında
Abidin'i anlatırken kimi anılarını da aktardı. Anılarından biri bizi burada
yakından ilgilendiriyor. Aynen aktanyorum
"Onu ilk kez 1 9 6 9 yılında Türkiye İ şçi Partisini ziyareti sırasında
tanıdım. .. TİP' e ve Mehmet Ali Aybar'a büyük saygısı vardı. U zaktan da ol­
sa Aybar'la ilişkilerini sürdürmeye özen göstermiştir.
Burada az bilinen bir olayı anlatmak istiyorum:
1 9 6 9 genel milletvekili seçimleri yaklaşırken, Mehmet Ali Aybar,
partinin ünlü 'Çark-Başak' amblemini değiştirmeye karar verdi. Bunun ge­
rekçesini o sıralar şöyle açıklamıştı: 'Bütün burjuva partileri, Amerika'da
olduğu gibi, hayvan figürlerini amblem olarak kullanıyor. Biz, bu geleneği
değiştireceğiz! Madem ki, 'her şey insan için' diyoruz simgemiz de insan
olsun . . .'
Partililerin gönlü, pek amblem değiştirmekten yana değildi. Çünkü
'Çark-Başak'ı çok seviyorlardı. Ama, Aybar bastırınca, Genel Yönetim Ku­
rulu, bu öneriyi 'kabullenmek' zorunda kaldı.
'Yeni amblem' siparişi Abidin Dino'ya verildi. Aybar'ın isteğini 'gö­
rev' sayan Dino, kısa sürede eskizleri hazırlayıp gönderdi. 'İ şçi'den çok, se­
miz bir 'köylü'yü çağrıştıran 'kasketli adam' amblemi böylece ortaya çıktı.
TİP, 1 9 6 9 seçimlerinde, bu amblemi, 'Oyunu hayvana değil, adama
ver!' belgisiyle kullandı ama pek umduğunu bulamadı. Parti, daha sonra
yeniden 'Çark-Başak' amblemine döndü. Abidin Dino'nun 'bir seçimlik
parti amblemi hikayesi'de böylece tarihe karıştı .

As i D i N D i N o 21 3
Abidin'in TİP'i ve Aybar'ı desteklediği bilinen bir gerçektir. Hatta
bunun sonucunda 1 9 6 8 Mayıs-Temmuz ayları boyunca süren siyasi bir po­
lemikte taraf olmak zorunda bile kaldı: Mihri Belli veya yazılarında o sıra­
da kullandığı ismiyle " Mimoğlu" ile Şevki Akşit, Abidin'in, 28 Mayıs
1 9 6 8'de Ant 'taki " Niçin TİP" başlıklı makalesi üzerine Abidin'e "yüklendi­
ler." ( Abidin'in makalesi Yazılar'da: s. 6o7-6 1 r . )
Şevki Akşit ve Mihri Belli, Türk Solu isimli dergilerinde Abidin'i ya­
nıtladılar, sonra Abidin yanıtladı ve bu mesele birkaç ay sürdü . . . (Abidin'in
"Mimoğlu ile Akşit'e birkaç söz" başlıklı makalesi 2 Temmuz 1 9 6 8 tarihli
Ant'ta yayınlandı. Yazılar'da: s. 6 15-617.)
Özetle Abidin TİP bünyesinde herkesin bir araya gelmesinin ve
seçimlerde başarı olasılığını artırmanın yararını vurguluyordu. Bu ara­
da sosyalist hareketteki "iç çekişmelere" dikkat çekiyor ve T İ P 'in başa­
rılı olmasını engellemeye aday " darbeci" veya benzeri " s oldan" sataş­
maları eleştiriyar ve şu soruyu soruyor: "Bu son zamanlarda, yanlış de­
ğerlendirmeleri bir ömür boyu sürenlerin, eski günleri andırır küfürle­
ri neden birdenbire arttı? Yoksa T İ P ' i dalaylı yollardan yedeğe mi almak
istiyorlar? "
Bunun üzerine Abidin'in o günlerde T İ P ' e "soldan" ve radikal çö­
züm taraftarı olarak bindiren Mihri Belli ve taraftarlarının "suçlandığı" so­
nucu çıkarıldı vesaire vesaire . . . Şevki Akşit, "eski defterleri" karıştırdı ve
hatta Abidin'in 1 9 5 1 tevkifatı başladıktan sonra yurtdışına çıkmasını bile
manidar bularak Abidin'i suçladı. Aynen şöyle: "Oysa Dino, tevkifat başla­
dıktan sonra, pasaportunu almış, Paris' e atmıştır kapağı."
Bugün işin ayrıntısını biliyoruz artık ve değerli bir komünist militan
olarak yaşayan ve aramızdan ayrılan Şevki Akşit'in bir ölçüde haksızlığını da.
Baba-oğul ilişkileri içinde 9 Temmuz 1 9 6 8 tarihli Ant'ta Yaşar Ke­
mal, "Abidin Dino'ya mektup" başlıklı makalesiyle "pederini" savundu . . .
Bunu d a bir yere not edelim.
O günlerde Mayıs 1 9 6 8 olaylarıyla sarsılan Paris ve Fransa'daki ge­
lişmeler ve solun sallanması ve hemen bir süre sonra bütün sosyalist dev­
letlerde "yarılmalara" yol açacak Prag olayları yanında Türkiyeli komünist­
ler arasındaki bu tartışma, bir miktar kayıkçı dövüşü düzeyinde kalıyordu

2 14 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


maalesef. Son derece yararlı savlar ve karşı savlar ileri sürülmesine karşın
beklenen ilgiyi bulamadı bu tartışma. Ve unutuldu (mu?).

İsTANBUL'DA Ev ARIYORuz: S ATI N Aır NACAK


Abidin, r 9 6 9'da Türkiye'ye ikinci kez döndü.
30 Ekim r 9 6 9 'da İstanbul'dan Güzin'e gönderdiği mektubunda
yazıyor:
" Dünya güzeli bir uçuştan sonra akşam pembeliğinde İstanbul ha­
vaalanında yere indik. Yaşar'la (Kemal) Baldwin (Siyah yazar) karşıladı, ar­
kasından da Sabahattin, Azra, Şehnaz, Tilda. Dosdoğru (kebap yemeğe) Ya­
şar'ın Basınköy'deki evine gittik. Sonra Sabahattin ve Azra'ya. Saat r o'da
yatakta idim! (Gel de inan Abidin'e: Bana kalırsa Güzin'in merak etmeme­
si için bunu yazdı. M Ş G ) . Azra'da güzel, yeni bir odam var, perdeli, gıcır.
Bu sabah telefonlar gırla. Herkes seni soruyor. İstanbul güneşi Pa­
ris'ten sıcak. Bu sabah telefon edenlerin başında Tiraje, korku ile senin ona
karşı duygularını sordu, şenlik olsun diye büsbütün telaşlandırdım!
İşte Abidin'in hınzırlığı üstünde: İnsan Tiraje'ye nasıl kıyar? Bura­
da aynı zamanda en yakın arkadaşlarının bile " Güzin'den pir parça kork­
tukları" veya en azından "bir miktar çekindikleri" sonucunu çıkarabilir mi­
yiz? Tiraje'ye sormalı bunu.
Abidin'in ülkeye yeniden dönmesinin nedeni Adana'daki tarlaların
satışı sonucu elde edilen veya edilmek üzere olan veya edilecek olan para­
lardan kendi hissesine düşecekle İstanbul'da bir ev satın almaktır. Nitekim
daha ilk mektubunda Güzin'e durumu bildiriyor:
" Bu akşam Ahmet'e telefon ediyorum. "
Ahmet Dino'dur söz konusu olan. Ve Adana'da tarlaların satışını
denetliyor. Zaten öteden beri Adana'da işlerin başındadır. Yapabildiğince
Adana'daki verese ve tarla işlerini idare ediyor.
Rasih Nuri İleri ile bu konuyu 17 Aralık 2oo6'da telefonda konuştum:
M ŞG : Adana'daki toprak işlerini nasıl hallettiniz?
RNİ: Zar zor. Adana'nın 1 94o'lardaki valisi Akif İyidoğan'ın top­
rakları köylülere haksız yere dağıttığı mahkeme kararıyla saptandı.
M Ş G : Dava ne zaman sonuçlandı?

ABi D i N D i N O 215
RNİ: r 9 6 6 'da bir iki dava kazandık Sonra bir iki tane daha.
M Ş G : Abidin r 9 6 9 'da Türkiye'ye geldi. O sırada Adana'ya da gidi-
yor. Bu vesileyle toprakların bir bölümünü sattı mı tapu karşılığında?
RNİ: Sattı elbette. Para aldı. Ben de aldım.
M Ş G : Güzin'e gönderdiği mektuplarında "tapu dağıttık" diyor...
RNİ: Doğru tapular dağıtıldı ve paraları alındı satılan tarlaların.
Satılan topraklardan ele geçen para o sırada Abidin Paşa'nın miras-
çıları arasında paylaşılıyor.
Büyük olasılıkla bu paylaşmadan Abidin'e düşen bir bölüm Rasih
Nuri ileri tarafından Nisan r 9 67'de Paris' e gönderiliyor veya gönderilecek:
Abidin'in Güzin'e yazdığı 26 Nisan 1 967 tarihli mektubunda bu konuda
bir işaret var: " Öteki, Rasih'in paraları, gelecekse, toptan bir şey satın al­
mak daha doğru gibi . . . Borç hikayeleri tatsız." (A. g. k., s. 122.)
Görüldüğü gibi böyle önemli tutarda bir paranın gelmesi olasılığı
bulunuyor ve Abidin o durumda "toptan bir şey satın almak"tan bahsedi­
yor: Bu, işte, burada konumuz olan bir ev satın almaktır.
Abidin'in arzusu şudur: Bu parayı ve yeni tarla satışlarından eline
geçecek parayı, daha önce sergisinde satılmış eserlerden elde ettiği ile bir­
leştirmek ve İstanbul'da bir ev satın almak: Çünkü Abidin artık İ stanbul'a
dönmek ve İstanbul'a kalıcı olarak yerleşmek istiyor.
Mektuplar'da (İstanbul) Salı (Tarihsiz)" notuyla takdim edilen bir
mektup var (s. 207-208), Abidin'in 2 Aralık 1 9 6 9 ile 9 Aralık 1 9 6 9 tarihli
iki mektubunun arasına konulmuş. Oysa içeriğinden Abidin'in bu mektu­
bunu Adana'ya gitmesinden, yani 7 Kasımdan, önce yazdığı çok açık bir bi­
çimde anlaşılıyor.
Mektuplar kitabını hazırlayanların, mektupları sıralamalarındaki tek
hataları maalesef bu değil. Ama bu en önemli hataları: Çünkü bu mektu­
bunda Abidin İstanbul'da görüp neredeyse, deyimi mazur görürseniz "aşık
olduğu" evden söz ediyor. Ve bütün mesele işte bunun üzerine ve o andan
itibaren bu evin satın alınması etrafında dönüyor. Bu evin satın alınması
için neler yapılması etrafında yoğunlaşıyor Abidin'in faaliyetleri.
Elbette Abidin Ekim r 9 6 9 'da yeniden İstanbul'a geldiğinde, İ stan­
bul'da bir ev satın almak istiyordu. Ama bu evi görünce artık mesele bu evi

21 6 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


satın almak biçimine dönüştü. Oysa kitabı hazırlayanlar bu mektubu, Abi­
din'i Ankara'ya, Adana'ya gönderdikten, onu önce Ankara'ya sonra tekrar
İstanbul'a geri getirdikten sonra sunuyorlar: İşin tadı kaçıyor. Yazık.
Oysa bu mektubun sonunda Abidin, "Az sonra Ankara'ya hareket
ediyorum" diyor ve bir notta şunu ekliyor: "Aktarma akşam saat 6 ' da Ada­
na'ya." (s. 208.)
Tek tesellim: Abidin'in bu tür hataları görmemiş olması.
Neyse biz Abidin'in mektubuna gelelim ve "resmen "vurulduğu"
eve onunla birlikte gidelim:
Adana'ya gitme işini biraz ertelernek zorunda kalınca, İstanbul'da
bu evi görecek:
Ahmet Dino, Abidin'e "sah da gelsen olur" deyince Abidin uçak bi­
letini iptal ettiriyor. Sonrasını mektubunda şöyle anlatıyor:
" Biletimi iptal ettirdikten sonra sabah, Şişhane'den G alata Kule­
si'ne saptım, meydanın en güzel, en güneşli binasına imrenerek baktım,
hele en üst katma, ufak balkonu ile (üçüncü kat) . Kapıcıya gidip, satılık bir
şeyler olup olmadığını sormak için binaya girdim, 'Yok' dedi . . .
Köşedeki turşucudan bir emlak komisyoncusu sordum ve buldum.
Adam beni dosdoğru o beğendiğim kata çıkardı, HA-Rİ-KA (Böyle yazan
Abidin Dino'dur. M Ş G) Fakat 70. ooo!
Yedi pencere manzaraya karşı, tertemiz odalar, üç iyi boy oda, bir
tane de küçük. Büyük mutfak (yemek yenir mükemmel) , banyo yeri biraz
acayip fakat düzeltilebilir, hela iyi, su deposu, merdiveni dik değil, zemin
ve ilk katta Akbank yerleşmekte, yani giriş temizlenecek, boyanacak Velha­
sıl, yer muşambaları müstesna her şey tamam.
Manzara, Kız Kulesi filan.
Simsar yüzde beş alıyor. On gün zarfında bankadaki para ile işi ka­
patmak mümkünmüş, örneğin, ı s . ooo ile. Tabii Adana vaziyetini önce an­
lamam lazım, üç aya bağlamak olanağı var arka kısmını velhasıl ı3 Quai Sa­
int-Michel'in biraz daha büyüğü (sanırım ı s o metrekareden fazla) (Abidin
burada kara mizah yapıyor, kendi kendisiyle de alay ediyor: Çünkü Paris'te
o sırada yaşadıkları ve on dört yıldır, "çok iyiydi şuydu buydu" demelerine
rağmen bir anlamda çile doldurdukları iki küçük odadan oluşturulmuş ça-

Aa i o i N D i N o 21 7
tı katı belki on beş, evet ı s , metrekare bile değil. M ŞG) ve şirin mi şirin,
evin altında taksi durağı, hiç tırmanmadan düz sokaktan Şişhane vs . . .
Bakalım, olursa çok beğeneceksin sanıyorum."
Abidin bayılmış eve. Güzin'i de ikna etmeye başlamış bile.
Abidin bundan sonraki zamanını, Adana'da ve Ankara'da, bu ıo­
ıs.ooo lirayı bulmanın peşinde geçiyor. Ve zaman zaman bu evi hayal edi­
yor, " düşeş" olarak nitelendiriyor.
Abidin bu evi almak için gerekli parayı tamamlamak, Mayıs-Hazi­
ran ı969 'da gerçekleştiremediği Adana'ya ziyaretini yapmak ve işleri biz­
zat yerinde halledebilmek umuduyla Kasım başında Adana'ya gidiyor.
Ve hemen tapu karşılığında tarlaların satışı işine başlanıyor. Abi­
din'in yanında, yanılmıyorsam, Ahmet Dino var, bir de avukat " İsmail
Bey." Abidin'in bir mektubundaki deyişiyle, "bir kol çengi, tam bu işin ada­
mı." Ve işler "ufak tefek" başlıyor.
Adana'dan Güzin'e gönderdiği 7 Kasım ı 9 6 9 tarihli mektubunda
yazıyor: " İlk iş muamelesine başlandı, ufak tefek. Maksat bir an evvel tapu
verildiğini göstermek. Bakalım."
8 Kasım tarihli mektubunda ise şunları belirtiyor: "Görünüşe göre işler
fena gelişmiyor. Bir grup alıcının, (küçük bir grup) tapusu salı günü verilecek,
böylece 'tapu verildiği' ortaya çıkmış olacak. İkinci bir grup da hazırlanıyor ga­
liba. Sanırım, gelecek hafta sonuna doğru vaziyet daha açık olarak anlaşılacak
Onun için, (evi kaçırmamak bakımından) Etibank işini hazırla­
malıyız."
Abidin, Güzin'den, Güzin'in annesi Perdiye Hanım'ın Etibank'taki
bir hesabından çekilmesi gereken bir miktar para için birtakım belgeleri
göndermesini istiyor. Ama bu belge işi bin bir bürokratik işlem vesaire yü­
zünden bir türlü çözümlenemiyor.
Abidin 8 Kasımda henüz ümidini yitirmemiştir ve şunları yazı­
yor: "Tabii, gelecek hafta sonuna doğru yeteri kadar para birikmişse, (ilk
muameleye başlamak için, yani r o - ı s . ooo lira) bankadaki paraya dokun­
mam. Muameleler grup grup, parsel parsel yapılıyor, parayı veriyorlar, iş­
lem başlatılıyor. Hayli ilginç durum ve konuşmalar, Huchette tiyatrosun­
dan iyi . "

218 PAR i s : EKiM l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


u
ı g] o ' te A b i d i n 1 3 ' Q a ı.
s a ı· n t �Michel'deki
ev-atolye s i n d e
M Ş t hmus Gi.ızel
. Kolek
. sıyonu
.

Abidin el yazısıyla
foto�rafın a r k a s ı n a t a ri h i n i
ve c o �� r a fy a s ı n ı y a z ı v e r m ı ş :
Ab'ı din'de � o·k �nder g<:ırülen
u h
b i r şeyd i r · e m tari
h
a t m a k • em de me k an
belirtmek.
M. Şehmus CUzel Koleksıyonu

ABi D i N D I N O 219
Abidin dedesi Abidin Paşa'dan kalan tarlaların satışında parası öde­
nen her tarlanın tapusunun teslim edildiğinin, tapuların dağıtıldığının
köylülerce duyulması f bilinmesi üzerine daha çok alıcının çıkacağını sanı­
yar. O nedenle iki de bir "tapu verildiği ortaya çıkmış olacak" veya "maksat
bir an evvel tapu verildiğini göstermek" diye yazıyor. Ancak tapusu da ve­
rilse tarla satışları beklediği gibi gelişmiyor.
Nitekim Adana'ya ilk vardığı anlardaki kadar umutlu değil ama evi
mutlaka almaktan da vazgeçmiyor: İşte n Kasım tarihli mektubundan bir
parça: " İşleri sorarsan ilerliyor, aheste beste, Adiiye Sarayı, tapu daireleri,
hepsi benim için ilginç, o sayede hiç canım sıkılmıyor.
Sanırım evi kaçırmayacağım."
ı s Kasım tarihli mektubunda ise şunu okuyoruz: "Bugün ya da en
geç pazartesi, bir miktar tapu dağıtılacak böylece işlerin yürüdüğü meyda­
na çıkmış olacak. Sanırım, önümüzdeki üç-dört haftada, işin önemli kısmı
biter. Allah vere de Kuledibi evini kaçırmasam, o bir düşeş . . .
Maalesef Etibank' tan parayı alamadığım için gecikmiş olmaktan
korkuyorum. Salı-çarşamba belki burada ı o - ı s . o o o sağlar, işi bir kontrata
bağlarım (arada satılmadıysa) .
Neyse, ne yapalım, böyle oldu. "
1 9 Kasımdaki mektubunda satış işlerinin iyi gitmediğini yazıyor.
Ve bu arada bazı alıcı gruplarının tapularını almadan önce paralarını öde­
miş olduğunu da yazıyor. Yani önceden ödenmiş ve harcanmış anlamında.
Ve şunu ekliyor: " Ş imdi önemli ödemeler yapılacak mı? N azlanmalar var,
fakat belki birkaç gün sonra vaziyet değişebilir.
Banka işi burdan olmadı, belki Ankara'da çaresi bulunur."
Neyse uzatmayalım Satışlar, maalesef Abidin'in evi almak için ilk
başta ödemesi gereken tutara ulaşmasına yetmiyor. Banka işini Ankara'da
da halledemiyor. Ve İstanbul'a dönüyor. Adana'dan haber bekliyor.
Mektuplar'da "tarihsiz 1 9 6 9 ? " biçiminde sunulan bir mektup var (s.
203'te) , büyük olasılıkla Abidin'in, Adana ve Ankara'dan umduklarını elde
ederneden döndüğü İstanbul'dan Aralık ı 9 6 9 'da gönderdiği bir mektup.
Abidin, artık epey umutsuzdur ve şunları yazıyor Güzin'e: "Bugün yarın
Adana'dan haber gelir, ben de dönüş tarihini yazarım biletimi alır almaz.

220 PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993'E


Para gelirse, çabucak bir şeyler alının (arsa ya da ev, miktara göre)
ama hiçbir şey bitmemiş olabilir de . . . Uruurumda değil pek."
Ve nihayet 9 Aralık 1969 tarihli mektubunda teslim bayrağını çeki­
yor Abidin, tamamen umudunu yitirmiş bir vaziyette:
" Şimdi yarın, öbür güne kadar haber bekliyorum, bir şey olmamış­
sa Adana'da, ( İstanbul'da veya Türkiye'de. M ŞG) fazla kalmakta fayda gör­
müyorum. Sanırım, o vakit on güne kadar gelirim! Bu sefer Adana'yı ve
Anadolu'yu gördüğüm için çok sevinçliyim."
Bu eksik bir sevinçtir. Çünkü Abidin arzuladığı evi alamadan, yeni­
den İstanbul'a yerieşebilmek için ilk adımını atamadan dönmek zorunda
kalıyor.
Abidin bu gelişinde epey zamanını Adana'da geçiriyor. Çocukluk
anılarının peşinde. Sonra iç sürgün yıllarından kalan ve her nereden bakı­
lırsa bakılsın " Güzin kokan" Adana caddelerini, sokaklarını, birinci ve ikin­
ci evlerini ziyaret ediyor: Sokaktan.
Örneğin şu satırlarda, 26 yıl sonraki haliyle birinci evi anlatıyor:
" Dün istasyondaki küçük evimize gittim. On katlı apartmanlar ara­
sında kalmış, kurumuş, yıkılmış, yanık kestane kabuğuna dönmüş . Etra­
fında hep o deli bitkiler, teneke bahçe duvarı. Biz gittikten sonra sanki kim­
se oturmamış."
Hoş değil mi? Merhaba hüzün!
Mektuplarında çok nefis Çukurova ve Adana tasvirleri var: Bir içim su.
Bu bölümü uzatmamak için buraya alamıyorum. Ama kitaptan okunmalarını
tavsiye ederim. Burada tadımlık şu birkaç satırı aktarmama ne olur izin veri­
niz: "Cumartesi-pazar günü Çukurova, düğün alayları ile bayram yerine dön­
dü. Rengarenk kocaman taksilerin antenlerine, mor, vişneçürüğü, tekke yeşi­
li, kocaman 'müslin' şenlik bezleri takılıp, son hızla ve klaksonları basa basa
dalaşılıp duruldu. Köy yollarında taksi yerine kamyon ya da traktörlere takılı
naylon arabaları düğün alaylarını taşıdı durdu. . . Giyim kuşam düzgün. Kana­
let dedikleri beton arklar gittikçe yayılıyor. Trahomlu kimse yok ortalarda.
Güzel değil mi?
Abidin bu, boş duracak değil ya: O arada fırsat bu fırsattır Tarsus'u,
Mersin'i dolaşıyor. Yumurtalık'ı da. Resim bile yapıyor:

Asi D i N D i N o 221
"Akşamüstleri köylerde güneş batışiarı dehşetli güzel, birkaç sulu­
boya döktürdüm."
Ülkesini ve ülkesinin çocuklarını b u kadar seven insan elbette ye­
niden özyurdunu bulmak arzusuyla çırpınır: Gelip yeniden o parfümleri
koklamak, levreklerin, kebapların tadına bakmak, alabildiğine çay iç­
mek. .. Ülkesinin küçük büyük kadın erkek her türlü insanını dinlemek
ve seyreylemek:
"Okaliptüs kokusu, baharat, kebap, at fışkısı, hepsi karışıp, insanın
burun direğine, Çukurova'yı haber veriyor. "
Yazan Abidin: 1 9 Kasım 1 9 6 9 'da, Adana'dan Paris'teki eşine: Gü­
zin Dino'ya.

İsTAN B U L' DA İ LLE B i R Ev


Ev satın almak işini 1 9 6 9 'da çözerneyen Abidi n, Paris'e dönüyor.
Ama işin peşini de bırakmıyor. Aklı biraz daha fazla İstanbul'da. Emlak ko­
misyoncusu " Şerafettin Bey" ile yazışıyor. Ve ev satın almak işi için, 19 Şu­
bat 1 97o'te yeniden İstanbul'a geliyor. Abidin'in pasaportundaki Orly'den
"çıkış" damgasından bu sonuca ulaşıyorum. Ama 1 97o'teki geliş tarihi Ni­
san ayının başı da olabilir.
Mektuplar'da bir mektup " ( İstanbul) cumartesi (Tarihsiz 1 9 6 9 ? ) "
biçiminde sunuluyor ( s . 1 92-194.) Görece uzun olan b u mektup içeriğin­
den anlaşılabileceği gibi 197o'te gönderilmiş olmalı. Ya 20 Şubatta, eğer 1 9
Şubatta İstanbul'a döndüyse. Nisan ayında vardıysa vardığının ertesi günü.
Abidin Güzin'e şunu yazıyor:
"Bu seferki gelişim daha hoş oldu, sanki İstanbul, Paris'in kapı
komşusu. Yalnız Yaşar (Kemal) vardı havaalanında, dosdoğru evine gittik,
r o . 3o'da yattım."
Bu dönüş, 1 9 6 9 'daki ilk gelişinden sonraki üçüncü varışıdır, İstan­
bul'a. Mektubun sonunda " Seni ve anneni çok öperim" dediğine göre de,
Güzin'in annesi Perdiye Hanım'ın yaşadığı bir tarihte, yani 1972'den önce,
gönderilmiş oluyor. Abidin'in 197o 'ten sonra Türkiye'ye ancak epey sonra
döndüğünü de bildiğimize göre, bu mektubun 1 97o'teki varış mektubu ol­
duğuna şüphe kalmıyor.

222 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abidin varışının ertesi günü hemen simsara gidiyor: Simsar hasta
olduğu için ortağı ile ve Yaşar Kemal'le, birkaç eve bakıyor. Hoşuna gitmi­
yor bu evler: "kimisi fazla yüksek, kimisi kusurlu. "
Sonra para işleriyle uğraşıyor:
bir iki kişiye uğradım, bulamadım ve erken saatte Basınköy'e dön­
düm. Kitap resimleri için ı. soo aldıktan sonra +8oo. Yine erken yattım."
Ertesi gün tekrar emlak bürosuna uğruyor:
" Şerafettin Bey, zavallı solgun molgun bizi bekliyordu ... Bürosunun
üstünde ikinci kattaki daireyi. 'Bir kere daha gezin' dedi bana. Yaşar'la çık­
tık. 2SO metrekare. Üç odasının ferahça bir manzarası var, ötekiler pek bir
şey görmüyor, fakat güneşli ve çok hoş hale getirilir içi. Merdiven mermer,
tavanlar yüksek, banyo yok, fakat odaların biri (arkada) banyo haline soku­
lur, üst kattaki öyle yapmış. Mutfak fena değil. Geniş bir hela var, bir el yı­
kama yeri ve ayna eklenebilir. Yaşar bayıldı, illa bana alın diye tepindi. Ha­
kikaten de bu sefer ben de daha çok hoşlandım Ankara'da iş biter. arada da­
ha iyi iyi bir şey çıkmazsa, bu ev muazzam büyük ve fena değil. Tesadüf tam
evin altında bir kaloriferci ustası var, çok ucuza tesisat yapıyor. Ha, unutu­
yordum sokak seviyesinde bir de bodrumunda bir yeri var, sokaktan kapı
açıp (pencereyi büyütmek suretiyle başkalannın yaptığı gibi ) bir dükkan ya­
pılabiliyor, ya da atölye.
Şerafettİn Bey, kirası en azından soo lira diyor. Neyse, velhasıl böy­
le bir imkan var.
Sonra Rasih'e uğradım o işi bitirdim, parayı bankaya yatırdım . . .
Öğleden sonra Mefkure'ye gittim, işlerimizi bitirdik. Daha d a satış­
lar olacak bugünlerde. 4- 900 tuttu geçen satışlar."
Evet çok açık bir biçimde Abidin'in ev satın almak için geldiğini
görüyoruz. Rasih Nuri İleri'den ı 9 6 9 'da satılan tarlalardan kendi payı­
na düşen parayı alıyor. Mefkure Hanım büyük olasılıkla G aleri I 'in sa­
hibi, onunla sergide ve sonrasında satılan eserlerinin parasını alıyor. Bu
arada kitap kapakları vesaire paralarını da topluyor. Böylece evi satın a­
labilecek kadar parayı topadayabildi mi? Bilemiyorum. Bir de Ankara'ya
gitmesi gerekiyor: Anlaşılan orada da bazı parasal sorunları çözmesi ge­
rekecek:

ABi D i N D i N o 22 3
" Ben yarın akşam trenle Ankara'ya gidiyorum. Rasih, Ziraat Banka­
sı müdürünü görmemi istedi, tam imza tarihlerini öğrenmem için. Baka­
lım ardan ne diyecekler ? "
Abidin, Ankara'da ilk birkaç gün Mehmet Ali Aybarlarda kalıyor.
Sonra Güzin'in annesinin evine yerleşiyor. Anne, Perdiye H anım, 1 9 6 8 so­
nundan beri Paris'te yaşıyor: Abidinlerin ev-atölyesinin bulunduğu çatı ka­
tındaki bir "chambre de bonne"da, daha önce yazdığım gibi.
Mektuplar'ı okuduktan sonra, Güzin'le 13 Nisan 2005'te yaptığım
söyleşide, kendisine sorular sorarken ve bu konuları konuşurken, bana
şunları anlattı:
"Abidin sonradan tek başına gitti ya buradan, annem evi bırakma­
mıştı, ev satılmamıştı eşyalar filan. Abidin o evde kaldı. Bir hafta mı on gün
mü? H atırlamıyorum. "
Mektuplar'da 1 97o'e ilişkin olanlar sadece Abidin'in gönderdiği
dört mektuptan ibaret: Birincisi 20 Şubat veya Nisan başında olabileceğini
belirttiğim "tarihsiz," diğerleri ise 18 ve 23 Nisan 1970 tarihli mektuplar.
Kitapta bu fasıl 1 6 Nisan tarihli olanla başlıyor (s. 21 0-21 1 vd. ) .
B u durumda birkaç saptama yapmamız mümkün:
Abidin eğer Şubat 1 97o'te vardıysa önceki mektupları nerede? Ni­
san başında vardıysa 16 Nisandan önce mektup yazmamış olması müm­
kün değil. Çünkü artık hepimiz biliyoruz: Güzin'le yaptığı sözleşmeye gö­
re her gün mutlaka bir mektup yazması gerekiyor. Güzin'in de mutlaka
her gün bir mektup yazma sorumluluğu olduğu açık.
Abidin, 23 Nisan tarihli mektubunda " Üst üste üç mektubun gelince
eve, içim rahat etti." diye yazıyor. O zaman Güzin'den gelen mektuplar nerede?
Kitapta yer verilen Abidin'in 16, 18 ve nihayet 23 Nisan 1970 tarihli
mektuplarında ev işinden, para ve banka meselelerinden kısa kısa söz ediliyor:
1 6 Nisan tarihli mektubunda: "Mübin Bey iki gündür yazıhanede
yok, yarın Ziraat Bankasına telefon edip işlerin durumunu anlamak için
bir buluşma isteyeceğim."
18 Nisan tarihli alanda: "Mübin Bey hala yok, bugün yine ararım, daha
olmazsa bizim işle ilgili banka müdüründen randevu isterim. Görüştüğüm İs­
tanbullu bir avukata göre ev satın alrnam zaten meseleyi halleder. Bakalım.

224 PA R i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


23 Nisan tarihlisinde: "Ben de mayıs başında dönmüş olmak istiyo­
rum ki resim işlerini kaçırmamayım.
Adana işinin bu sefer olmayacağını üç dört gün sonra anlarım. Alı­
cılardan yana formalite takıntıları var henüz.
Evet iş yine bir yerlerde takılıyar ve Abidin yine ev satın alamıyor.
Ve büyük olasılıkla Mayıs 1 97o'te Paris'e dönüyor.
Sonra Türkiye'de siyasi havanın ağırlaşması, ıs-ı6 Haziran r97o'te­
ki tarihi işçi direnişi sonrasında birkaç ilde ilan edilen sıkıyönetimin uza­
tılınası sonra dramatik olaylar ve nihayet 12 Mart 197ı'deki askeri darbe
üzerine, Abidin ve hele Güzin ülkeye dönmek, ev satın alma arzularını
tümden erteliyorlar.
Ne kadar yazık: Abidin'in yaşamında mutlaka büyük bir değişime
yol açacak bu "ev taşıma" işi hiç olmayacak artık. Dahası askeri darbeyi iz­
leyen aylarda ve sonrasında olup-bitenleri bugünden görünce " İyi ki dön­
mediler" dememiz de mümkün. Çünkü anırusatmakta yarar var: 12 Mart
1971 askeri darbesinden sonra Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Tilda,
Yaşar Kemal ve daha birçok aydın akıl almaz suçlamalarla tutuklandılar. il­
han Selçuk, Murat Belge ve daha pek çok aydın, gazeteci, yazar, bilim ka­
dın ve adamı akıl almaz işkencelere tabi tutuldular.
Abidin ev satın alamadı ama artık 1 3 , Quai Saint-Michel de dar gel­
meye başlamıştı: On dört yıldır oturulan bu ev-atölye artık değiştirilmeliy­
di. Türkiye'ye dönmek mümkün olmayınca en iyisi Paris'te mahalleyi de­
ğiştirmekti. Abidin ve Güzin de öyle yaptılar: r o , Rue de L'Eure'deki ev­
atölyeye bu şartlar altında taşındılar: Daha geniş, daha ferah bir mekan. Ye­
ni bir mahalle, yeni bir bakkal, yeni lokantalar vesaire ...

ANKARALI DosTLAR
Bu faslı kapamadan önce, Abidin'in o bir iki haftalık Ankara günle­
rinde görüştüğü eski ve yeni tanıştığı dost, arkadaş ve akrabalarından bah­
setmeden geçmek onlara karşı ayıp olacak diye korkuyorum. O nedenle iz­
ninizle Abidin'in bahsettiği ölçüde bile olsa onları da anmaya çalışalım:
Mehmet Ali Aybar ve eşi Siret Hanım ve Siret Hanım'ın kızkarde­
şi en başta. Birkaç kez sözünü ettik:

As i D i N D i N o 225
Abidin yazıyor: " Mehmet Ali -nazar değmesin- ümit ettiğimden
çok daha iyi, öylesine kıyametler kopardı ki, onda kaldım üç gece. Hiç iste­
miyordu taşınmamı."
"Nejadlar yerleşmeme, evin (Ferdiye Hanım'ın Ankara'daki evi. MŞG)
temizlenmesine çok yardım ettiler, hizmetçilerini gönderdiler iki kere."
" Bu akşam (ı6 Nisan 1970) Mehmet Aliler ve H aletlerle (Çambel)
bir lokantaya gidilecek"
"Biraz sonra beni buradan alıp götürecekler. Yarın (r7 Nisan) ak­
şam Füsun (Akatlı. Güzin'in yeğeni. M ŞG) da yemekteyim.
Pazar günü öğleyin Fahir'de."
" Dün sabah (r7 Nisan), yerinden oynayan kuronlu dişim için Sabih
Bey'e gittim, çok sevimli şekilde karşıladı, meğer annenin evi arkasındaki
sinemaya gitmişler iki gün önce, bizlerden bahsetmişler bol bol. illa bir ak­
şam onlara gitmemi istiyor, tabii gideceğim. Para da almadı, pek güzel yer­
leştirdi dişimi."
" Bu akşam (r8 Nisan) Halitlerle (Halit Çelenk olmalı. M ŞG) yemek
yiyoruz."
" Dün akşam (22 Nisan) İlhan Berk'te idim, Nermin de (Menemen­
cioğlu-Streater) yeni gelmişti Londra'dan, çok iyi oldu görüştük Nermin
yaşlanmış, biraz da şişmanlamış. Senden bahsettik Orhan'ın ses bandını
hafta sonunda elde ederim, yani Cündoğlu (Celal Cündoğlu) döner dön­
mez seyahatten. Pek de iyi değilmiş (Orhan Veli'nin şiirlerini okuduğu ses
bandı için. M ŞG) ama daha iyisi de yok Türkiye'de."
Burada sözünü ettiği Orhan Veli'nin şiirlerini okuduğu ses bandı­
nı belli bir zamandır arayan, Abidin nasıl mı izini buluyor?
Biraz önce sözünü ettiğim bir mektup var ya, hani Mektuplar'da (s.
192) (İstanbul) cumartesi (Tarihsiz r 9 6 9 ? ) " diye verilen, işte onda anlat­
tığı gibi: Rasih Nuri İleri'den aldığı parasını bankaya yatırmaya gittiğinde
bakın ne oluyor:
"Tesadüf banka müdiresi Orhan Veli'nin kız kardeşi, ikram gır­
la. Tabii derhal Orhan'ın banda alınmış sesini istedim. O nda yok, sade­
ce normal pikapta duyulmayan kötü bir plak varmış . . . Ankara'da bulu­
rum . "

22 6 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Bu olgu, aynı zamanda o "tarihsiz r 9 6 9 ? " mektubun 197o'te Abi­
din'in istanbul'a vardığında Güzin'e gönderdiği ilk mektup olduğunu da
gösteriyor: Bir kez daha. 1970 nisan başında veya daha önce.
Abidin 23 Nisan 1970 tarihli mektubunda bir bilgi daha veriyor:
" Evvelsi sabah radyoda resim üstüne bir küçük oturum yaptık. Bu
arada Semih'i de gördüm, çok selam eder."
O günlerde Abidin Hitit Kitabevine uğruyor ve Güzin'e iyi bir ha­
ber bile iletiyor:
" Senin kitabını sonbaharda basmak istiyor, pek iyi olur."
Abidin Ankara' da, Esin Afşar'ın yazdığına göre, onun şarkı söyledi­
ği "yere gelmiş ve bir resmini yapmış:"
"Oracıkta çiziktiriverdiği bu resmi, eline geçirdiği bir keçe kalemle yap­
mıştı. Bana verdiği bu çok değerli armağanı çerçeveletip, piyanomun üstüne,
ödüllerimin yanına as"tım. (Sonrası için Esin Afşar'ın Anılar Yanıltır mı? baş­
lıklı kitabına bakılabilir: s. 294 vd. Esin Afşar, Abidin'in vefatı sonrasında 12
Aralık 1993 tarihli Milliyet'te yayınladığı "Sen, mutluluğun resmini yapabilir
misin Abidin?" başlıklı sevimli makalesinde bu öyküyü daha önce anlattı.)
Fransa'da yayınlanan OluşumfGenese dergisinin Abidin Dino özel
sayısında (Kasım-Aralık 1 9 9 3 , s. r4) Abidin'in deseni yayınlandı: Abidin ka­
labalık bir topluluk önünde şarkı söyleyen bir Esin Afşar çizmiş ve el yazı­
sıyla "Abidin'den Esin'e. 25. 4· 70. Ankara" diye yazıvermiş. Demek ki Abi­
din 25 Nisan r97o'te Esin Afşar'ı dinledi: Ankara'da.
Ve bu tarih doğruysa, Abidin, demek ki o tarihte hala Ankara'daydı.
Abidin'in belki r97o'te belki daha önceki gelişinde yani r 9 6 9 'da
Ankara'da tanıdığı bir sanatçı daha var:
Bu Abidin'in kaleminden " Esmer, inatçı, sinirli, etkileyici, sert ve
değerinden emin" diye tanımlanan Yılmaz' dır. Yılmaz Güney yani.
"Yılmaz'ın bir karizması vardı: imgenin karizmasıydı bu. imge
düşsel imge, düşlem ve giderek düşlenınesi olanaksız şeyler, Yılmaz'ın asıl
var oluş nedenini oluşturuyordu. Rastlantının da yardımıyla önce sinema
oyuncusu, sonra da tüm Türkiye'nin taptığı bir kişi oluverdi."
Bu satırların tümü de Abidin'den (Sözcükler in Eylül-Ekim 2006 ta­
'

rihli 3· sayısındaki " ' Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi': Yılmaz Güney" baş-

Asi D i N D i N o 227
lıklı makalesinden aktanyorum. Daha önce Le Cinema Turc isimli ortak yapıt­
ta yer alan bu makale Samih Rifat'ın mükemmel çevirisiyle sunuluyor.)
Abidin Yılmaz'ı Ankara'da tanıdı. İnsan Yılmaz G üney isimli kita­
bımdan bu tanışma ve sohbete ilişkin birkaç satırı sunmak isterim:
" ı 9 6 9 veya 1 97o'te Abidin . . . Yılmaz Güney ile ilk kez Ankara'da
bir dost evinde karşılaştı. O gece Yılmaz bir tasarısından söz etti. Abidin
Eylül 1 9 9 o 'da anımsıyor:
'Tek kollu bir adam. Sazlar, kuşlar arasında, bir göl kenarında ya­
şıyor. Derken 1 3 -14 yaşlarında bir kız çıkageliyor. Adamla kız arasında şi­
irsel bir dostluk ve aşk başlıyor. Adem ve H avva'yı çağrıştıran bir seviş­
me. Sonra müthiş belalı bir adam varıyor. Kızı ana-babasından satın al­
mış belalı ile tek koll u adam inanılmaz bir kavgaya tutuşuyor. .. 'Abidin
öyküyü bitirdikten sonra şunları ekledi: 'Yılmaz'ın inanılmaz hüneri bu­
radaki, imgelerle anlatıyordu bu senaryoyu, öylesine canlı, çarpıcı imge­
ler ki, belleğimde kalanlarla filmini yapacak olsam, film benim değil, Yıl­
maz Güney'in olur yüzde yüz. imgelerin yaratıcı sırrını keş feden öncü
Yılmaz." (s. 23 6-237.)

M ET İ N ALTIO K
Abidin'in 197o'te Ankara'da tanıştığı ve herhalde en beğendiği ye­
ni dostlarından biri Metin Altıok oldu. Füsun Akatlı'nın eşi Zeynep Altı­
ok'un babası Metin Altıok hem şairdir hem de ressam.
Ya bir dostun, belki örneğin Mehmet Ali Aybarların, akşam ye­
meğinde tanıştılar. Ya da, ya dası yok, 17 Nisan 1 97o'te kendi evinde ak­
şam yemeğinde. Biraz önce yazdı ya Abidin: "Yarın akşam Füsun'da ye­
mekteyim."
Dahası r8 Nisan 1 970 tarihli mektubunda yeniden yazıyor: " Dün
Füsun'da yemek yedim akşam, yani halim içgüveyinden hallice."
U marım daha iyisini d e görürsün Abidin diyesim geliyor.
" Füsun'da" dediği Füsun Akatlı, Metin Altıok ve Zeynep Altıok'un
evidir. Abidin fırsatı yakalamışken şipşirin minik bir kız çocuğu olan Zey­
nep'in hemen, oturmuş haliyle resmini çizer. (Bu "portre" A 'dan Z 'ye Abi­
din Dino da s. 27'de seyredilebilir) .
'

22 8 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abidin, ki hiçbir resmine tarih atmamasıyla tanınır, Ankara günle­
rinde sanki tarihe iz bırakmak ister gibi orada çizdiği en azından iki resme
tarih koymuş: Birincisi Esin Afşar için, ikincisi Zeynep Altıok için.
İşte bu şirin kız çocuğunun resminin altına kondurmuş tarihi: Ni­
san 1970" ve bir de "Zeynep" diye yazı vermiş.
A 'dan Z 'ye Abidin Dino'da "Altıok Metin" maddesinde şunla­
rı okuyoruz:
Abidin ve Metin Altıok arasındaki "Bu tanışıklık hızla, akrabalık
çerçevesini aşarak dostluğa dönüştü. Birçok ortak konu buldular, saatlerce
konuştular.
Metin Altıok, bir ressam olarak, Abidin ile akraba olduğunu düşün­
düğünden, bunu kanıtlamak için gece boyunca ona resimlerini gösterdi.
Sabaha karşı ise Abidin, Metin'in fırçasını alarak, sohbete katılmak isteyen,
Metin'in iki yaşındaki kızı Zeynep'in resmini yaptı.
Birkaç gün sonra birlikte TÜB İTAK grevine gittiler, birlikte dev pa­
nolara resim yaparak greveilere destek verdiler. (Bu dev panolardan birini
ve hemen önünde Abidin'i görmek için kitabın 28. sayfasına bakınanız ye­
terli olacaktır. M ŞG)
Altıok o sıralarda Mehmet Ali Aybar'ın çevresinde toplanan Bağım­
sız Türkiye Sosyalistleri Birliği grubunun etkili bir üyesiydi. Abidin ile sos­
yalizm, çıkarmakta oldukları Forum dergisinin biçim ve içeriği, sanatın sos­
yalizm ile bağı üzerine tartışıyorlardı.
Sonra Abidin Metin'den keçe motifleri üzerine bir araştırma yap­
masını istedi ve onu Konya'ya gönderdi. Bitmez tükenmez sohbet konula­
rına keçe de eklenmişti.
Abidin'in Türkiye'ye geliş gidişlerinde bu dostluk sürdü.
(ı977'deki) Doksan Çiçek Dokunsan Çiçek sergisi Altıok'u çok etkile­
di ve Abidin'in bir dergide yayınlanan çiçeklerinden birinin üstüne şu şiiri
yazarak Paris'e gönderdi:

"Abidin Dino'ya
İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak

ABi D i N D i N O 22 9
Ve bir çiçek açacak kendince.
Bu aşk var ya, bu aşk:
Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak."

Metin Altıok'un 1 9 8 5 tarihli bir çizgisini gördüm: Abidin'in, oku­


duktan sonra, bana hediye ettiği birçok dergiden biri olan Trabzon'un kül­
tür ve sanat dergisi Kıyı 'da ( Sayı: 9 9 , Haziran 1 9 94 , s . 12). Bir el, ortasın­
da bir göz, Alevilerin simgelerinden biri, parmaklar Abidin'e göz kırpıyor­
lar: Dostların birbiriyle işaretleşmesi bazen böyle olur bizde.
Altıok'un Gezgin, Yerleşik Yabancı, Kendinin Avcısı, Küçük Tragedyalar
gibi yapıtlarını, görürseniz sakın kaçırmayın: Hem yangında ilk kurtanlacak
kadar kıymetlidirler. Hem de kuşağının bu en verimli şairini anmak için bi­
rer büyük hediye: Birlikte yolculuk yapmak ve yaşamak için onunla.

B i R ZAMANlAR HARMAS'TA
Evet, dön dolaş yine kürkçü dükkanı meselesi: İstanbul'da ev ala­
mayınca yine geldik 1 3 , Quai Saint-Michel'e. Ve buradaki ev-atölyenin Os­
manlı sarayı olmadığını artık biliyoruz. Ne de "malikane"dir.
Ne iyi ki Lil ve Cecil Michaelis var. Bir de bu ikisiyle ama özellikle
Lil'le bir aşk üçgeni içinde devinen George Ball. Lil'in annesinin Nuriye
Hanım olduğunu biliyoruz. Peki babası kim? Lil'in babası bir aristokrattır:
Tamam öyle prens filan değil ama bu da fena sayılmaz: Babası Kont Roho­
zinski'dir. (A 'dan Z 'ye Abidin Dino: s. 178). Ne hoş.
George Ball adı geçenlerin ve Abidinlerin evlerine iki adımlık me­
safede Rue de la Harpe'te oturuyor (Kendisiyle söyleşi yaptığım 2ooo'li yıl­
ların başında da oturuyordu aynı adreste.) Güzin penceresinden sesiense
Ball duyabilir, yani o kadar yakın. Ball zaten neler anlatıyor bakın:
"Abidin'le kırk yıla yakın bir zaman boyunca arkadaşlık yaptım. Ne­
redeyse bir ömür. Bir ağabey ve kardeş ilişkisi içinde. Onu bu süre içinde
tanıma olanağını bulduğumu sanıyorum. O yıllarda neredeyse her gün bir­
birimizi gördük diyebilirim: Paris'te bilhassa, ama Harmas'ta da yaz din­
lencelerimiz boyunca veya başka tatil yörelerinde. Çünkü yıllar ve yıllar bo-

PAR i s E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


Abid i n , ı g6]'de, Harmas'ta, Cec il Michae l i s ' i n (gömlekli olan) atölyesinde,George Bali da her zamanki
gibi orada elbette: Üç ayrılmaz dost Biri ABD'Ii, biri i ngiliz, biri Türk. M . Ş<hmus Güz<l Kol<ksiyonu

yunca yaz tatillerimizin tümünü veya büyük bir bölümünü hep birlikte ge­
çirdik: Güzin, Abidin, Cecil, Lil ve ben. Abidin'i, o sizin de bildiğinizi tah­
min ettiğim, iyi yürekliliği, cömertliği ve herkeste bulunmayan zekasıyla
bir ağabey gibi kabul ediyordum. Bana etkisi ve katkısı büyüktür. Hem re­
sim sanatımda, hem de günlük yaşamımda. Çok iyi bir arkadaş ve çok iyi
bir ressam. Anne ve babam Paris' e geldiklerinde Abidin'le tanıştırdım, on­
lar da Abidin'i çok sevdiler. Biliyorsunuz zaten Abidin'de şeytan tüyü var.
En azından Güzin'i dinlersek böyle."
Evet, yaz geldiyse ve Güzin, "ama benim çok ihtiyacım var bol deni­
ze" dediyse çantalar, bavullar, boyalar ve her türlü resim malzemesi hazır­
lanır ve Güzin'in 1 9 5 6'da mı yoksa 1 9 57'de mi satın alınan ve kışlarını "ga­
rajda dinlenmekle geçiren" "takasına" ıkına sıkına sıkıştırılır ve cenuba
pardon pardon mil pardon güneye inilir: Paris'e ara verilir. Ve Akdeniz'le
öteden beri alışveriş halinde ve bu nedenle epey uykulu ve sersem Marsil­
ya kentine doğru gidilir.

Asi o i N D i N o
Lyon geçilir. Orada kocaman bir nehir var, Rhone veya Ren Nehri,
işte o nehir izlene izlene daha da inilir.
Avignon geçilir: S avaş yıllarında bombalanmış ve bir daha onarıl­
mamış, anı olarak kalması uygun görülmüş, köprünün üstünden değil,
yanından geçilir, " Mademoiselles d' Avignon"a el sallanır. Bir 6o kilo­
metre daha inilir. Ve M arsilya'ya otuz kilometre kadar kala bir kasahaya
girilir:
Adı Aix-en-Provence'tır. Oradan Le Tholonet'ye doğru sapılır:
Aix'ten çıktıktan bir süre sonra iki tarafı ağaçlarla süslü bir yol var, o da
geçilir. Ş imdi biraz tırmanmak lazım. Güzin'in ödü kopar: Otomobil bu
yokuşu çıkabilir mi? Otomobil o yokuşu çıkar. O gün en azından.
İşte size Harmas'ın tepe düzlüğü. Hemen karşınızda Sainte-Victo­
ire dağı yükselir: Koltukları kabarık Cezanne Amca yıllar ve uzun yıllar bo­
yu Aix'teki atölyesinin arka yan penceresinden dikizlemiştir, ya da etekleri­
ne kadar gelip bir dizi eskiz çizmiştir: Tablolarda yansıtılan / yaşatılan bir
dağ çıkıvermiştir o zaman: Ne tam o dağdır bu, ne de bir başkası.
Aziz Zafer boşuna takılınamıştır isim olarak. Cezanne bu, öyle
zamanını Aix'le " Dağı" arasında git-gellerle geçiremez, mesafe üç belki
dört kilometrecik olsa bile. O zaman işte Harmas'ı seçer: Çalışma meka­
nı olarak.
Biz de zaten orada değil miyiz? Oradayız ve Abidin'le Güzin ya da
Güzin'le Abidin işte tam biz bunları konuşurken vardılar nitekim:
Çantalar, bavullar ve malzemenin tamamını çıkardılar ve Lil ile Ce­
cil'in onlar için özel olarak hazırlattığı mekana yerleştiler. Rahat mı? Mem­
nun musunuz?
Güzin ayol bize anlatır mısınız Harmas günlerini? Elbette anlatır:
İşte otuz iki kısım Harmas bize, Aix size:
" H armas'ın tepe düzlüğü geniş bir alandır, sağlı sollu, ulu çam
ağaçlarının gölgesinde, birdenbire püfür püfür bir serinlik eser. Alanın
öbür ucunda, üç basamak çıkılır ve çakıl taşlarının örttüğü bir avluya geli­
nir. Avluyu, sıralı evler nal biçiminde çevirmiştir. Sağda, 17. yüzyıldan kal­
ma eski çiftlik evleri. Solda ise, ı8. yüzyıldan kalma birbirine bitişik iki
katlı çiftçibaşı evleri . . . Sağ ve soldaki binaları birleştiren dipteki atölyeler,

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Abidin'den " La M ontagne S a i nte Victoire," ı g6s'te ç i zd i ğidir

bu tepeceğin sahipleri ressam (ve heykeltraş. M ŞG) Cecil ve Lil'in çalışma


mekanları. Bekçi dairesi ile aşçı odaları, bu bölüme bitişik, az arkada.

Evlerle çevrili-çakıl zeminli orta avlunun büyük akasya ağaçlarının


gölgesinde, Harmas tepesinin ahatisi belli saatlerde toplaşır. Oradan da da­
ğılır. Kimi yatak odasına, kimi atölyesine, kimi yazı masasının başına. Tar­
tışmalar, küçük kavgacıklar, dedikodular, avludakilerle penceredekiler ara­
sında, küçük balkonuna çıkmış Lil başta sürer gider.

AB i D i N D I N O 233
Harmas'ta yüzme havuzu saatleri herkesi bir araya toplar. Bu havuz
yüzme havuzundan çok, bir süs havuzu gibidir.

H armas ahalisi öğle vakti toplanıyor havuz başına. Kimi yüzüyor,


kimi uzanmış güneşleniyor.

Kimler oturmamış ki sekiz adalı, misafirler evinde, Cezanne'ın ak­


rabalarından başka, ressam Max Ernst, Masson, Tal Coat, Bill Hayter, Ge­
orge Ball ... Kimler gidip gelmemiş ki, Abidinler burada oturunca . . .
Leopold-Levi (Levy olmalı. M Ş G ) , Tiraje, Aragon v e Elsa, Vercors, Mehmet
Ulusoy, Saint-John Perse, Marcenac. . .

Kimi zaman, akşamdan ferman huyurulmuştur ki, ertesi gün, Harmas


ahalisi denize gidecek. .. 35 kilometre ötede Carry-le-Rouet plajından (Akde­
niz'e merhaba demek için. Marsilya'nın kuzeybatısında, Marignane'ın hemen
dibindeki şirin plaj . MŞG) girilecek denize. Sabah dokuzda hareket edilecek,
öğle yemeğine, saat 1 3 - oo'te eve dönülmüş olunacak. Birkaç araba, konvay ha­
linde gidilir denize doğru. Acele bir vazife yerine getirilircesine, ama ne çok eğ­
lenerek geçer bu kısa deniz sefaları ... Üşenilmez tekrarlanır, 75 kilometre gidiş
gelişler. Kaçınlmayacak fırsatlarmış gibi ... " (A.g.k., s. 208-220.)
Ve bütün bunlar Lil'den, yani Nuriye H anım nam Osmanlı bir ka­
dının kızından ve Kont Rohozinski'nin aristokrat soyundan gelen "ferman­
lada" günü gününe birer görev gibi yerine getirilecektir.
Güzin ne diyor bakın:
"Bitki, çiçek, meyve, böcek, nasıl Cecil'in hegemonyasındaysa, tepe
ahalisinin günlük yaşam temposu, belli belirsiz nedenlerle Lil'in hegemon­
yasından ayrılamazdı. "
"Tepe ahalisi" veya onlardan birkaçı bazen birkaç kilometre ötedeki
Aix'e iniyor.

LAzıAR Aix- EN-PROVENCE'DA


Aix, Cezanne'ın "memleketidir. " Aix, Cezanne'm kentidir. Avignon
tarafından, kuzeyden kente girdiğinizde, sol kol üzerinde "Atelier Paul Ce­
zanne" sizi bekler: 9, Avenue Paul Cezanne'da.

PA R i s: E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Aix şirin bir Akdeniz kasabasıdır. Denizden otuz kilometre kadar
içtedir. İklimi olağanüstüdür. Belki o nedenle yaşlılar cennetidir. Biraz da
cehennem yine de: Hele yaz sıcaklarında. Ne iyi ki Akdeniz çat kapı!
197o'lerin başındaki 6o veya 70 binlik nüfusunun yarısı üniversi­
te öğrencilerinden oluşuyordu: Üç üniversite yurdu, üç üniversite lokanta­
sı, birçok fakültesi ve şehrin değişik mahallelerinde kirada oturdukları ev­
lerinde veya stüdyolarındaki öğrenciler olmadan bu kasaba birçok benzeri
gibi bir emekliler "cenneti" veya "cehennemi" olabilirdi, dedik ya, artık ne­
reden baktığımza kalıyor.
Elbette her yıl temmuz ve ağustos ayları boyunca düzenlenen " Le
Festival international d 'Art Lyrique et de Musique " sayesinde klasik müzik
mecnunları Avrupa'nın dört bir köşesinden hatta taaa Amerikalardan ko­
pup geliyorlar: Kent şenleniyor şenlik içinde.
Serbestçe kumar oynanabilen "casino"su, " şen dulların" cirit attığı
ve arada bir bir jigolo "kaldırdıkları" mütevazı ve zaman zaman fena halde
yalnızlık, naftalin ve ölüm kokan göz yaşartıcı bir mekandır. Hemen çıka­
lım ne olur!
Aix, eski bir İtalyan kentidir: Hayır Roma İmparatorluğu dönemine
kadar inmeyeceğim: Bırakalım Marius ve askerleri kaldıkları yerde uyusun­
lar. Çağdaş tarihimizden söz edeceğim: İşte buyrun, hemen kent merkezin­
de ve 1 veya bir iki kilometre çevresindeki köylerinde, 1 9 . yüzyılda açlıktan,
yoksulluktan ve zorba feodallerden, 192o'lerden itibaren faşizmden ve Mus­
solini belasından kaçan İtalyanların torunlarına rastlarsınız. ı s . yüzyıldan
beri "ucuz emek," "sessiz ve uysal işgücü" olarak gelen 1 getirilen emekçile­
rin torunları, küçük torunlarıdır bunlar. Meraklıysanız öykülerine, üşenme­
den anlatırlar size. Efendice dinlemeyi bilirseniz, önce pembe şarap açılır
sonra kırmızı. Zeytinler sonra çıkarılır. . . Aix'in en iyi yemek yenen lokanta­
larından başlıcalarımn İtalyan olması hiç şaşırtmaz. Nasıl şaşırtsın karde­
şim bu kentin nüfusunun bilmem ne kadarı İtalyan kökenlidir. Ve içlerin­
de pek ünlüleri de vardır: E mile Zola nam yazar gibi. Ortaokulda en yakın
arkadaşı kirndi dersini z � Elbette Paul Cezanne. Aix elbette unutmaz kendi
adamlarını: Nitekim Sain:e-\ :coire Dağı'ndaki en şık barajlardan birinin is­
mi "Barrage Zola"dır. Bo\ _ece ü:1iü yazar, kentle bütünleşmiş iki isimle bir-

Asi D i N D i N o 235
likte, Cezanne ve Sainte-Victoire ile, anılmış olur. Ama belki de babasını an­
mak içindir: Aix'i bayındır kılan baba da yabana ahlmamalı. O nedenle so­
yad alınmıştır sadece: Bu da ince bir sanattır: Anmasını bilmek: Değerleri­
ni, sanatçılarını, yazarlarını, şairlerini unutmamak.
Haziran 1 97o'te doktorarnı yapmak üzere Fransa'ya gittiğimde, ba­
şa bela Paris'te asla kalmak istemedim: ille küçük bir kasaba. Aix'in ismi­
ni, üniversite kenti olduğunu ve Akdeniz' e 30 kilometre ötede bulunduğu­
nu öğrenince hemen kararımı verdim: Doktorarnı orada yapmalıydım. İk­
tisat Fakültesinden Profesör François Selher ile bir iki mektuplaşmadan ve
bir yıl Tours kentinde Fransızcaını "mükemmeleştirdikten" (resmi terim
bu olduğu için tırnak içinde) ve Fransa Dili ve Medeniyeti Enstitüsünden
diplamarnı aldıktan sonra, Haziran 1 97ı'de Aix'e, Rotonde'una, sayısız çeş­
melerine, "lokumuna" (Aix'teki ismiyle "calisson, " bir tür badem ezmesi,
tam ağzımza layık cinsten, bir yiyen bir daha unutmaz tadını!) iyi bakılın ış,
dolgun, mevsimine, gününe ve saatine göre, kekik, lavanta, çam veya ma­
visini takmış takıştırmış "romarin" kokan ve güneşi odanızın ta derinlikle­
rine kadar taşıyan bir içim su kızlarına, Cours Mirabeau'ya ve bilhassa bir
yıldır özlemini duyduğum Akdeniz güneşine kavuştum.
Oh be dünya varmış!
Keyfimden bir hafta boyunca yalın ayak dolaştım: Bütün sokakla­
rını Aix'in: Rue Mazarine, Rue Cardinale, Rue Ferdinan d Roux, Rue F .
Mistral, Rue Des Cordeliers, Rue des Tanneurs, Rue d u 4 Septembre . . .
Bunun n e büyük bir zevk olduğunu çocukluğunda yalın ayak yürümüş­
ler iyi bilir. Ama bir gün, Cours Mirabeau'nun, yukarıdan geldiğinizi dü­
şünürsek, sol yakasındaki, bankaların ve şık mağazaların bulunduğu ta­
rafındaki bir bankta oturmuş, yersiz yurtsuz yaşlı bir Fransızla, kuzeyde­
ki kentlerden birinde kömür madenierindeki işini madenierin kapatıl­
ması üzerine yitirmiş ve alıp başını güneye gelmiş bir çilekeşle, " güneş­
te yoksulluk daha kolay çekilir" diyenlerden, tam kafadar ama aynı za­
manda biraz kafayı da yemiş bir emekçiyle veya eski emekçi "yeni bir
yoksul"la konuşurken bir esmer güzeli sadaka vermeye kalkınca, sadaka­
sını aldık, ama kendi kendime de bu kadar yeter artık ayakkabılarını giy­
sen iyi olacak dedim. Ve öyle de yaptım.

PA R i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


Ama o esrneri unutmadım. Üç gün sonra Cours Mirabeau'nun
öbür yakasında, cafelerin, doktor muayenehanelerinin ve bir süpermarke­
tin yan yana dizildiği tarafında öğrencilerin mekanı bir cafede yakaladım
Elisebath veya kısaca B abette'le böyle başladı her şey. Kaç yıl sürdü?
1 972, Aix kentinin ilk kez Türkiyelileri ve Lazları ondan çok sayıda
bir arada tanıdığı yıl olarak kent tarihine yazıldı mı? Bilmiyorum. Ama o yıl
kentte sakal ve bıyık oranı aniden yükseldi. Yine o yıl Haspi ve " U zun" Ali
vardılar Aix'e. Sanki doğdukları kasaba veya köylerden "ışınlanmış" gibi.
Evet ikisi de "uzay"dan"düştüler" Aix çeşmelerinin üstüne. İkisi de otoyol
yapımında çalışan iki emekçi: Aix'i güneyinden saran ve Nice'e doğru
uzaklaşan vefasız otoyolun, nam-ı diğer "autoroute du soleil"in köprülerin­
de, çimentosunda ve asfaltında Ali ve H aspi'nin ve onların peşinden tek tek
veya grup grup gelenlerin, Adıgüzellerin, " Şoför" Erdoğanların, " Dağlı"la­
rın, "Kürt" Mustafaların, isimlerini anımsayamadıklarım bağışlasınlar,
hepsinin alın teri ve göz n uru karışmıştır: Helal tarafından.
Onlarla birlikte daha birçok sapasağlam Karadeniz uşağı ile tanış­
tım: Haşimler, Kazımlar, İbolar ve diğerleriyle: Bir oturuşta bir tencere pi­
lavın, pirinç veya bulgur hiç farketmez, hakkından gelen ve bununla övü­
nen emekçiler ordusu.
O insafsız, o kitapsız otoyola kimi bir böbreğini bıraktı, kimi bir
omurga kemiğini, kimi baharındaki hayatını. Evet " U zun" Ali'yi orada yi­
tirdik. Onun bir "vakans " için Aix'ten İstanbul'a bir arkadaşımızla birlikte
otomobille bir hareket edişi vardır: Kitaplar yazamaz.
Ama hiç belli olmaz: Kimbilir vakit kalırsa belki bir gün yazılır...
Aix'e bir süre sonra, yeni kuşak sevimli ve kızlı erkekli bir öğrenci
takımı da gelecek: Galatasaray Lisesinden mezun çiçeği burnunda ve hala
kısa pantolonla dolaşan Ragıp aklımda örneğin. Hasan lar, Leyla ve N ezih,
I şık, Mehmet, " Phoque" Erol ve diğerleri de. " Filozof' Ali zaten öteden be­
ri Aix " muhtarı . . . " Ve daha niceleri ...
Ama 1 972'de henüz bu çocuklar yoktular. Kendimizi bu nedenle ol­
malı biraz yalnız hissediyorduk bütün ışıklarına, biralarına, kırmızı ve be­
yaz şaraplarına ve kızlarına rağmen Aix'in. Ve belki o yüzden Aix'in o ka­
dar ünlü çeşmeleri o yaz biraz garip akıyordu. . .

ABi D i N D I N O 2 37
Her yaz hep aynı yaz ol(a)maz:
1972 yazında Aix Müzik Şenliği içinde, programa konulan birçok
halkın falklor gösterisi arasında bir de ne görelim: " Karadeniz Topluluğu. "
Haspi bu, kaçırır m ı ? Lazın gözü. Süleyman Demirel'le bilmem neredeki
toplantısından sonra çekilmiş fotoğrafını kimlik kartıyla birikte cüzdanın­
da taşıyor: Uyanıklığından: Çünkü bir polis denetiminde bu fotoğrafın ne
mucizeler yarattığını deneyimleriyle biliyor. Uyanık evet. Yoksa ille ve sa­
dece Adalet Partili olduğundan değil. Evet işte bizim " Laz" Haspi, "Hocam
bu gösteri kaçırılmaz" deyince, biz de kaçırmadık
" U zun" Ali, tek başına bir danayı silkeler, isterse Picasso boğalarını
göndersin onları tek tek alır sallar taa Vallauris'e kadar gönderir, Vallauris
ne ki iki adımlık yer. Ali bu, öyle iki metre beş santim boru değil, o gece falk­
lor gösterimiz için en temiz gömlek, en temiz pantolonuyla iki dirhem bir
çekirdek. Haspi ise iki dirhem bir çekirdekten daha hallice, giyinmeye zaten
çok meraklı, artist gibi çocuk ya, takmış takıştırmış apaçık: İşte gömlek pı­
rıl, pantolon pırıl pırıl, ütüden yeni çıkmış her halinden belli. Ayaküstü bi­
rer veya ikişer bira "attık", iyi hatırlamıyorum. Macit olsaydı beşer beşer içi­
lirdi biralar, aman ne iyi ki Macit o gece ortalarda görünmedi, mutlaka Yas­
mina ile bir İtalyan lokantasındadır, aman ne kadar iyi, biralarımızı içtikten
sonra gösteriye gittik: Hem heyecanlıyız hem de mutlu: Karadeniz, kıtaları,
ülkeleri, dağları ovaları aşmış taaaa ayağımıza kadar gelmiş: Brava uşaklar!
Bilenler bilir: Aix'in, o hani Boulevard du Roy var ya, oradan üniver­
site lokantasına çıkan parkın, o kocaman girişi sandalyelerle donatılmış,
merdivenlere kadar. Tam merdivenlerin önünde, hemen orada, bir de dev
bir sahne kondurulmuş. Çok hoş. Biz üçümüz de girdik park kapısından,
sahneye epey yakınca ama öyle hemen ayak altı da olmayan bir biçimde yer­
lerimizi aldık. Haspi "Tamam buradan iyi görebileceğiz" dedi ve yerleştik.
Ders yılı sonunda Aix'te öğrenci sayısı son derece azdır ve kalanlar­
dan da bilhassa Fransızlar bu tür gösterilere, seyirlere yüz vermezler. Afri­
ka'nın kuzeyinden ve merkezinden gelen çocuklar ve bir de bizler bu tür
gösterilere meraklıyız. Ama yine de bu tür gösteriler daha çok Aix'in "yer­
lilerine," şık bayan ve baylara sunulur. izleyenler seçme bayanlar ve baylar­
dır ve çoğu klasik müzik hayranıdırlar. ..

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Zaman geçti, o parkın girişi iğne atsan yere düşmeyecek kadar dol­
du ve gösteri başladı:
Afrika'dan Güney Amerika'dan çok iyi takımlar çıktılar. Sıkı oyna­
dılar. Bayıldık. İyi alkışlandılar.
Ama kardeşim bizim bütün beklentimiz, kimse kusma bakmasın,
gözünü sevdiğimin Karadeniz uşaklarında, aslan Lazlarda.
Gecenin "yıldız takımı" olarak takdim edildiler bizimkiler. Ve evet
nihayet sıraları geldi ve sahneye çıktılar. Bizi bir heyecan sardı. Bir iç coş­
ku. Bir iç dalgalanma anlatılması mümkün değil. Haspi'yi bıraksam ağla­
yacak. Haspi oğlum hakim ol kendine. Haspi gözüm, iki gözüm. Kemen­
çe de öyle bir çalgı ki kardeşim, gel de dayan bakalım. . . O ne oyundur öyle
kardeşim. Olağanüstü bir şey. Bir titreşme, bir kaynaşma, bir kendinden
geçme, bir dayanışma: Brava!
Her danstan sonra müthiş bir alkış. Alkış rekorunu kırdı bizimki­
ler. Bu kesin. Bizimkilerin her dansından sonra alkış faslı sürerken inan­
mayacaksınız ama tam önümdeki sandalyeden küçük, küçücük bir kadın
kalkıyor, sahnenin önüne kadar gidiyor, sahneye gidiş bir parça öne doğ­
ru eğilimli olduğu için küçük kadın seyircilerin başları arasında bir an
kayboluyor, ama gidiyor ve tam s ahnenin önünde durup boynundaki fo­
toğraf makinasıyla, alkışlayanları, mest olmuş izleyicilerini, selamlayan
Karadeniz Falklor takımının fotoğrafını çekiyor. Sonra yine son derece
sakin adımlarla, böyle tıpıştıpış ve görevini hakkıyla yapmışların dingin­
liği içinde, dönüp, yerine oturuyor. Yani tam önümdeki sandalyesine.
Gazeteci herhalde deyip geçiyorum. Ama hop, aynı bayan ikinci danstan,
bizimkilerin ikinci gösterisinden sonra yine kalkıyor, yine gidiyor, yine
bir ara kayboluyar ve yine fotoğrafını çekiyor ve yerine dönüyor. Apaçık
bir ritüel bu. Bir, iki, üç, eee dikkatinizi çekmez mi? Çeker elbette. Kim
bu hanımefendi diye, tam önümde ya, şöyle hafifçe ve bayanın dikatini
çekmeden baktım. Kadını tanıyamadım. Ama o sırada gözüm yanındaki
erkeğe takıldı: Aaaaa Abidin Dino bu! Abidin'in o zamana kadar bir iki
yerde fotoğrafını görmüştüm, eserlerini biliyorum. Eeeee o zaman bu ka­
dın da Güzin Dino! Olamaz! İkisini de ilk kez görüyorum. Bu kadar te­
sadüf de romanlarda veya filmlerde olur. Ama ne malum, belki biz de o

ABiDiN DiNO 239


sırada bir romanda veya bir filmdeyiz. Yanlış mı? Yanlışım varsa düzel­
tir misiniz lütfen.
Bir iç dalgalanma daha.
Nasıl olmasın? r 9 67'de, Ankara'da, Siyasal B ilgiler Fakültesi (SBF)
öğrencisi bir küme içinde, İ stemihan, Mustafa ve Uluç'la, belki " Moruk"
(Yakup Maltaş) vardı bizimle, belki Mehmet Can da, Sıhhıye'deki bir sine­
mada Goal veya Türkçesiyle Altın Goller filmini izlemiş, filmin sonunda di­
rected by: Abidin Dino yazar yazmaz salonun nasıl alkıştan "yıkıldığını" gör­
müştük
"Mutluluğun resmini" henüz yap(a)madığını ama büyük insanlığın
mutluluğu için elinden geleni arkasına koymadığını biliyorum: Evet kar­
deşlerim bu bizim Abidin'dir.
Anılamnın izinde ve tam içinde yitmek üzereyken, gösteri bitti bi­
tecek. Ama o da ne Aix kentinin o şık ve kendini pek beğenmiş burjuva ka­
dın ve erkekleri, o alımlı, anlı ve şanlı seyircileri bizim takıma bis bile yap­
tırmasın mı? Biz tabii keyfimizden mest olduk. Bütün bunlar çok güzel,
çok hoş ta, yahu şu tam önümdeki sandalyede oturan kadın demek Güzin
Dino, yanındaki de Abidin demek?
Sorularımı kendi kendime sorarken, tam o sırada artık bizim Kara­
deniz takımı Aix'in o şık ve güzel kadınlarının ve züppe erkeklerinin kalp­
lerini fethetmiş bir biçimde salıneyi terketti. Gösteri bitti böylece. Herkes
ayaklandı. Önümüzdeki Abidin ve Güzin de. Yanlarında dostları olduğu
anlaşılan biri bay öbürü bayan iki kişi daha var.
Ben: Merhaba, siz Abidin Dino'sunuz değil mi? diye sordum
Abidin: Merhaba, evet benim.
Ayaküstü kendimizi tanıttık, ben arkadaşlarımı da tanıttım, bizim­
kiler gösteriden sonra bir de böyle muhterem bir insanla karşılaşınca fena
halde sarsıldılar. Yani nasıl olur o kadar yaşlı(?) -Haspi'den her şey bekle­
nir kardeşlerim- bir beyefendi Türkçe konuşurmuş ( ?) Yine H aspi! Oğlum
kes sesini beee! Abidin'le o an kaç dakika konuştuk o gece: İki, üç belki beş
dakika. Hemen anlaştık Kafalarımız hemen uyuştu. Sonra öğrendim iki­
miz de 42 numara ayakkabı giyiyoruz!
Abidin o zaman bana:

PAR i s: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


- O halde önümüzdeki günlerde bir akşam "Les Deux Garçons" ve­
ya " Le Grillon "da buluşalım, konuşalım dedi .
(Güzin kitabında bu cafelerden birinin ismini "Trois Garçons" ola­
rak anımsıyor, yanılıyor: Ama şunu \·azarken doğru söylüyor: "kentin en
şık kahvesi." s. 2ro. )
O anda, gençliğime vermek lazım, içimde b i r şeyler koptu: B izim
gibi devrimci öğrenciler için bu cafelere gitmek "haram " ( ! ) . O sırada dok­
tora bile yapıyor olsam, SBF' deki devrimci geleneğimiz sürüyor: Ülkede ar­
kadaşlarımıza neler yapıldığını günü gününe gazetelerden, radyolardan,
televizyon ekranlarından izliyoruz. Kızıldere ve Kızılırmak hala kıpkızıl
akıyor, Fatsa, Mersin, Antalya, Kütahya, Artvin, Ordu ve Diyarbakır hala ye­
timdir. Ve zamanımızı sadece yas tutmakla geçirmiyoruz. Aix Meks vız ge­
lir, önemli olan ülkedeki devrim(!). Tamam biraz önce dediğim gibi, genç­
liğime verelim, ama bu tür inançlar da fena sayılmamalı. Ruhumuz ve ak­
lımız, vicdanımız ve geleceğimiz için olmazsa olmazlar çünkü. Aix'te be­
nim ve benim gibi devrimci öğrenciler ve genç bilim adamları için Abi­
din'in adını andığı iki cafe Aix'li faşistlerin ve aristokratların ve çok paralı­
ların gittiği iki cafedir. Adımımı atmam!
Şunu da söylemem lazım: Bu iki cafe'ye Aix'teki iki faşist örgütün
iderinin gittiklerini biliyoruz, görüyoruz: Çünkü herifleri gösterilerinden,
değişik fakültelerdeki saldırganlıklarından tanıyoruz. Ve kimi akşam siyah
deri ceketleriyle bu iki cafenin terasiarına leş gibi yapışıp burjuva kadınla­
rını tavlamaya çalıştıklarını ve burjuva kadınlarından bazılarının, özellikle
saf ve bembeyaz bacaklarını acemice açmalarıyla ünlü bebekızların ve şen
dulların bu heriflerin deri ceketlerine ve deri botlarına yılıştıklarını, yapış­
tıklarını da. Bunlardan birkaçıyla değişik zamanlarda çok ciddi kavgaları­
mız da oldu. Anlatmam!
Bu iki cafeye, "komşularımdan," madem ki o sırada Aix merkezin­
de oturduğum evime iki adımlık mesafede, koskocaman ve aviulu bir evde
oturuyorlar, Alain ve o günlerdeki eşi N athalie Delon da sıkça "kurulurlar­
dı." Film çekmekten arta kalan zamanların da. Bu iki sevgili yi elele kolkola,
herkes gibi ve kumruları kıskandırırcasına koklaşırken ve sevişirken gör­
mek de az şey değil hani.

ABi D i N D I N O
Ama bunlar sizi "aristokrat" veya "burjuva" sınıfıarına "yükselt­
mez," onların "düzeyine" çıkaramaz: O "makamlara" çıkabilmeniz için ita­
atkar olmanız ve fermanlarda emredilenlere harfi harfine riayet etmeniz la­
zım: Riayet reaya ile çekilir ve bize yakışmaz!
Abidin bu önerisini yapmadan çok önce, yanındaki iki kişi birer göl­
ge gibi, aniden kayboldular: Bu da midemi bulandırdı. Ne merhaba demiş­
lerdi zaten başta, ne de hoşçakalın dediler ayrılırken: E h! Onca pırıl ve terte­
miz giysilerine rağmen yanımdaki iki devin birer proleter olduğu çok açık,
eh benimde bıyıktarım fena halde "devrimci. " Elbette o iki kişi, pardon o iki
gölge, her kim olursa olsun, gösteri sonrasının karanlığında yitip gidecekler,
bir daha görünmeyecek biçimde kaybolacaklardı. Güzin de peşlerinden se­
yirtti, bir gözü Abidin'de. Anlaşıldı bu üç kişiyi "gözleri tutmadı. . . "
Güzin'e yıllar sonra sordum:
-Kimdi yanınızdaki o iki kişi?
-Herhalde Lil ve Cecil'di yanıtını verdi.
Anladınız mı? Lil ve Cecil!
Kendilerini Kaf Dağı'nın pardon Sainte-Victoire Dağ'ının yeni ege­
menleri olarak gören iki insan! Madem ki Harmas'ın o sıradaki sahipleri. Ol
nedenle kendilerini Paul Cezanne'ın "mirasçıları" sanan iki "yabancı! " Evet
çünkü biri sizlere ömür Osmanlı İmparatorluğu'nun diğeri hala geçerli İngi­
liz İmparatorluğu'nun uyruğundan, kuyruğundan değil, en başlarından.
Biri, bu Cecil'dir, Güney Afrika pırlanta ocaklarının ( Evet böyle mi
yazılıyor?) sahibi veya mirasçısı baba tarafından, kendi ülkesinde heykelt­
raş ve ressam. Diğeri, bu Lil Hanım pardon Lil Sultan"dır, kendisini Pa­
ris'teki Son Osmanlı Sultanı sanan ve belki de haklıdır çünkü her sabah
uşak, hizmetçi ve "misafir" belki tebaası, belki reayası diye yazmalı, en
azından yirmi kişiye fermanlar yağdıran ve hatta, lütfen not ediniz, sadece
"misafirlerinin" ve akşam yemeğine davetlilerinin "Aman canım bu çok
güzel olmuş" diye sırtını sıvaziadığı bir ressam. Sadece kendi kendilerine
yetebilecek kadar "ağır" ve havalı Lil H anım ve Cecil Bey yani, daha önce­
den de tanıdığımız bu iki mübarek insan kalkıp orada tanımadıkları üç
"Türk"e bir de merhaba mı diyeceklerdi yani? Bu Güzin için de geçerli:
Çünkü o da ne merhaba dedi ne "allahısmarladık. "

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


Ne sanıyorsunuz alemin aristokratlarını? Cehaletinize yanın! Hanı­
mefendinin ve beyefendinin mutlaka çok önemli işleri var ve Abidin'in üç
yurttaşıyla beş dakikadan fazla sohbetine bile tahammül edemezler. Hanıme­
fendinin, pardon pardon " Sultan Hanımefendinin," örneğin ertesi sabah en
azından yirmi kişiye salacağı fermanları hazırlaması lazım. Değil mi yani?
Lil ve Cecil gitti, Güzin de peşlerinden. Minik minnacık bir kadın.
Ne hoş. Abidin de gitti sonra.
Ve biz üçümüz, " U zun" Ali, Haspi ve ben, üç yetim, öyle dikilip kal­
dık olduğumuz yerde. O koskocaman parkta. Herkes çekti gitti. I şıklar sön­
dü sönecek. Biz kaldık. Ne iyi ki kemençe sesleri de bizlerle kaldı: Kulakla­
rımızda Karadeniz uğultusu. Kara kapkara sularında can verenlerimiz ak­
lımızda. Biledik ağlarımızı: Ha gayret uşaklar! Ha gayret!
Ya kardeşlerim, Abidin'le ilk kez böyle karşılaştım. Böyle tanıştım.
Ve ayaküstü sohbetimiz en fazla beş dakika sürdü. Abidin'in adlarını andı­
ğı ve randevu verdiği cafelere ne o sıralarda, ne daha sonra uğradım.
Hayır düzeltmem lazım: ı9 8o'lerin ortasında Aix ve cafelerinin
müşterileri değişti elbette. 1 97o'lerin başında Aix'e "düşen" gençlerden
Atilla, Samandağlı sevimli "Arap, " kimsesiz ve beş parasız geldiği bu kent­
te kendisine bir aile yarattı ve ekmek parasını taştan çıkarma mesleğinin en
iyi uygulayıcılarından biri olarak zaman içinde Les Deux Garçons'da garson­
luk yapmaya başladı. O zaman, artık ı98o'lerdeyiz, Aix'ten geçerken geç­
mişimizi anmak, son gelişmeleri yerinde görmek ve Aix'teki dostların ha­
berlerini almak için Aix'e ve Atilla'ya uğramamak olmazdı: Elbette cafesi­
ne de gitmek gerekti: " Hocam bu cafe artık o eski cafe değil" diyerek garan­
tiler verdikten sonra elbette: Hordaklar çünkü sizi öyle kolay kolay terket­
mezler / terketmiyorlar. ..
1 972 yazında Abidin'le b u karşılaşmamızdan kısa bir süre sonra
Türkiye'ye tatile gittim. Abidin faslı bir anı olarak kaldı. O geceden bu­
güne: İ şte burada anlattığım gibi. Abidin'le ı 9 8 o 'lerdeki dostluk günle­
rinde Aix'i ve o karşılaşma anını konuştuk elbette: Bir anı bir anlık olsa
bile anıdır.
Daha sonra Aralık 1 975'e kadar yaşadığım ve doktora çalışmaını bi­
tirip, tezimi savunup, iktisat Fakültesinde Sciences Sociales du Travail dalın-

Ae i o i N D i N o 243
da doktor unvanını edinip, başımı alıp "ülkeyi kurtarmak" umuduyla Tür­
kiye'ye döndüğüm zaman dilimine kadar Abidin'i bir daha Aix ve 1 veya
çevresinde görmedim.
Haziran-Temmuz-Ağustos ı 9 8 o'de Strasbourg ve Paris'te kaldığım
aylarda da Abidin'le hiçbir ilişkim olmadı.
Eylül ı982'de, Fransa Hükümeti'nin Fransa Dışişleri Bakanlığı Ar­
şivlerinde "Osmanlı İmparatorluğu'nda Grevler" üzerine bir araştırma
yapmak için verdiği altı aylık bursla yeniden Paris'e geldiğimden kısa bir
süre sonra Abidin'le yeniden karşılaştım. Bu ikinci karşılaşmanın nasıl ol­
duğu konusunda tek satır bir şey anımsamıyorum. Ama bu kez kurulan
dostluğumuz aralıksız sürdü: Bunları birazdan anlatacağım. Ancak bu ça­
lışmanın konusu benim Abidin'le dostluğum değil, veya sadece bu değil,
Abidin'in hayat hikayesine bir köşesinden veya birkaç köşesinden yaklaş­
mak ve 1 veya bu çok renkli ve çok karmaşık yaşam öyküsünü bir yerinden
veya öbüründen yakalamak girişimidir. Dolayısıyla, isterseniz, önce Abi­
din'in 197o'lerdeki yaşamına bir göz atalım:

I97S: A B İ D İ N YAZIYOR: Pi KRET M UALLA'YI


3 Haziran 1 974'te Orly'den bir uçak kalktı: Sintİnesinde Pikret Mu­
alla. İstanbul'a bu kez yolculuk: Dönüş yolculuğu. Ölümünden yedi yıl son­
ra. Yedi gün de Paris'te bekletildikten sonra.
Abidin yazıyor:
" Fikret Mualla'yı yolcu ettik. Orly havaalanındayız. Ne çok gürültü
ediyor bu uçaklar! . .. Pikret Mualla Türkiye'ye dönecek, tabutun içinde, bir
uçağın kargo bölümünde. Tepkili motor gürülrusünü duymayacak, gökyü­
zünü görmeyecek ama, sonunda Yeşilköy havalanma inecek. Bunu kimse
bilemezdi önceden, ne Falcı Ahmet bey, ne niyet çeken kartal, ne ben, ne
Mualla, bunun böyle biteceğini kimse kestiremezdi. " (Fikret Mualla: s. 69.)
Daha sonra Abidin o günü anlatıyor:
"Ölümden uzak köy yoktur derler, demek varmış . . . Var olmalıydı ki
bir sabah Orly havaalanında buluştuk Mualla ile . . . Havaalanının upuzun
depoları arasında, kapı kapı dolaşıp, Orly 'morg'unu, cenaze deposunu ara­
dık biteviye.

244 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


ikret M u a/l
a Par is gü
n le rin de
Dizi dizi debboyların arasında Pikret Mualla'yı arıyorduk bizler,
yani ressam H akkı Anlı, Avni Arbaş, Mübin Orhan, Mehmet Nazım, Ke­
mal Baştuji, ben, ayrıca Güzin, gazeteci Kosta Daponte, sefaretten (büyü­
kelçilikten) genç iki üç diplomat, Madam Angles , Mösyö L'Hermine
(Dizgi hatası olmalı. doğrusu: M. Lhermine. M Ş G ), yürüyorduk, arıyor­
duk kapı kapı...

Kapı yanlamasına açıldı, karanlıktan, bir taşıt arabası üstünde, Mu­


alla'nın kunt ve ağır tabutu çıktı karşımıza . . .

Peki n e yapmak lazımdı şimdi ? Nutuk atacak değildik, Hakkı baş­


ta, bir yol dolandık Mualla'nın etrafında, acaip bir oyun oynar gibi dolan­
dık, birkaç çiçek bir de resim 'palet'i iliştirdik arabaya.

Çan
çalmıyoruz
Çan
çalmıyoruz
Yok
sela
veren
giden
o
biten
bir
şarkı değildir.

Dizelerini anımsadım Nazım'ın nedense?


Her şey acaipti bu son karşılaşmada. İşe bakın, . . . İstanbul Sirkeci
garından Mualla'yı yolcu eden Avni Arbaş, şimdi de, 1974'te Paris'te, Orly
havaalanında Mualla'yı ikinci ve son kez yolcu edecekti gerisin geriye . . .
. . . Dön dolaş, Türkiye vardı içimizde, içinde ya d a dışında Türki­
ye'nin, Türkiye vardı. Bir ara Madam Angles bana döndü:

PAR i s : E K i M 1 95 2 " D E N ARALI K 1 99 3 ' E


- Bilmem ki, doğru mu ediyoruz Mualla'yı göndererek?
- Doğru, dedim, kendi öyle istiyordu . . .
Başka n e diyebilirdim? Gırtlağımda türnceler düğümlendi. . .
Diri ya d a ölü olarak -hepsi bir- kafamızda iri bir çivi gibi çakılı kal­
dığını ülkemizin, ne bilsin kadıncağız . . .

Eve döner dönmez şu küçük notu yazdım:


3 Haziran 1 974
36 yıl süren bir ayrılıktan sonra Pikret Mualla bugün İstanbul'a
dönmüş olacak.

Orly'de yolcuyu yolcu ettikten sonra, bizler, Alesia'da, Pikret Mual­


la'nın demirbaş mahallesine gidip, Çıkrık Çıkınazı'nın 7 numarasına biti­
şik, Zeyer kahvesinin taraçasında oturduk, arkadaşımızı konuştuk, uzun
uzun. Ressamın anısına kırmızı şarap içtik, üst üste ...
H er şey öylesine pırıl pırıl, yerli yerinde ki, sanırsın az sonra,
Mualla 'evden' inecek, alay edecek: 'Ölüm mölüm martaval' diyecek
muhakkak . . .
Artık Pikret Mualla Karacaahmet'te? Mezarı güpgüzelmiş.
Artık ressam, bir zamanlar çizdiği bu beyaz taşların, selviierin ara­
sına karıştı. Ne bekçiden, ne karakoldan, ne de ekmek derdinden şikayetçi.
Tahta ata binen Ü sküdar'a geçmiş.
Hem bana öyle geliyor ki O, Karacaahmet'te, durmadan kendi me­
zarının resmini çiziyor, her sabah Salacaklı işçiler işe giderken, tavşan ka­
nı ışığın tadını çıkarıyor, çize çize, alacakaranlıkta.
Bir ressam için ölüm, keyfınce resim çizmek değilse eğer, ne ki? "
Abidin yeter ocağına düştüm: Ağlamaktan beter olduk kardeşim:
Hangi birimiz için gerçek değil bu satırlar: Bir gün bir uçağın kargo bölü­
münde geri dönmek ülkemize:
"Kafamızda iri bir çivi gibi çakılı kalan" vefasız, yetim ve kimsesiz
ülkemize.
Abidin 1 9 7 5 yılının yarısından çoğunu arkadaşı Pikret Mualla'nın
hayatını sözcüklerle nakşetmek "işi" için ayırdı. B akın sergi listesine, 1 9 75

ABi D i N D i N o 247
Abidin Durango'd a (ABD) "The Future of the Past" ("Geçm işin G eleceği") kollokyumunda Yu n u s
Em re'yi a n l att ı . Te m m uz ı g8o. M . Şehmus Güzel Koleksiyonu

yılı, sergisiz ender yıllarından biridir. Belki de sergisiz tek yılıdır. Çünkü
bir arkadaşınızın hayat hikayesini yazmak, öyle herhangi bir kitap yazma­
ya benzemez, hiç benzemez, perişan edebilir sizi. Öyle kolay değildir bu
"işler." Bir deneyin göreceksiniz. Sizi her gün, evet her gün sarsalayıp du­
ran bir yazım eylemi, çabası. Anıların depreşmesi zerzeleden (yazımda
hata yoktur) beterdir. Yazılanlarda zaman zaman şiir tadı olsa bile, yazarı­
nı sarsar, soluğunu kesebilir. Allak bullak eder. Hele bir de, Abidin gibi,
daha 1975'te bile, " Sahte Muallaların türemiş bulunduğunu" farketmişse­
niz. Evet, Abidin aynen böyle yazıyor, daha 1 975'te. (Kitabın ilk baskısın­
da: s. 82'de.)
Fikret Mualla'nın bütün "krizlerinde" yanında bulunan, hastaneler­
den çıkaran en sadık dostu Abidin, bu kitabı yazarken her zamanki yazar-

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' e


lığı üstünde, en iyisini yazmaya çalıştı ve sanki biraz daha titizlendi. En iyi­
sinin en iyisini yazdı bana kalırsa. Bakın Güzin ne anlatıyor:
"Abidin öyle ilk yazdığım beğenenlerden değildi. Bir satırı bazen on
kez yazardı. Bir sayfayı beğenmez, yırtar atardı. Çok titizdi, evet."
Abidin'in zaman zaman yinelediği "Keşke yazarlığı seçseydim" di­
yen sesini duyuyorum.
Abidin en iyi sözcükleri ve tümeeleri seçti, kitabını nakış işler gibi
işledi. Ve bize en iyisinden bir Pikret Mualla portresi hediye etti: Bu defa
sözcüklerle.
Ama bu güzelim kitabın yayınlanması, okurlarıyla buluşması ancak
ı 98o'de gerçekleşebildi.
Birinci baskısında Ara Güler'in artık övülmeye ihtiyacı olmayan gü­
zelim fotoğraflarını da unutmamak lazım. Ek olarak sunulan Pikret Mual­
la'nın kaleminden çıkmış yazılarını da. Hepsi birer armağan: Pikret Mual­
la'dan ve en yakın iki dostundan.
Pikret Mualla'nın cenazesinin elverişli koşullarda ülkeye gönderil­
mesinde o günlerde Paris'te Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi olan, Avni
Arbaş'ın, Abidin'in ve daha pek çok sanatçının hem dostu, hem gerekince
koruyucusu Hasan Esat I şık'ın rolünü vurgulamadan bu bölümü kapama­
yalım Hıfzı Topuz'un kuzeni olduğunu daha önce yazdığım bu değerli
diplomat ve daha sonra CH P'de siyasetçi, milletvekili ve birkaç kez bakan,
büyükelçilik yıllarında, Paris'teki sanatçılara karşı "dışlayıcı" ve hatta "düş­
manca" tavrı değiştirmek için epey çaba harcadı. Başarılı olup olamadığı
ayrı konu elbette.
Bu bağlamda, Avni Arbaş'm bu konuda anlattıkları son derece il­
ginçtir:
"Ancak onun döneminde resimlerimiz elçiliğin duvarlanna asılabil­
di. Hasan Esat Işık, benim resimlerimi elçiliğe almak isteyince Ankara'dan
müsaade ister. Oradan 'Sakıncalıdır, almayın' cevabı gelince, 'Öyleyse kendi
hesabıma alıyorum,' diyerek elçiliğe resimleri almış. Bunu kendisinden duy­
muştum Elçilikteki bir davete beni de çağırdılar. Resmimi elçilik duvarında
gördüm. Yaptığı konuşmada resimleri kastederek şunu söyledi:
- Arkadaşlar, bizler geçiciyiz ama onlar kalıcıdır.

ABi D i N D i N O 249
Abi d i n ' i n çizgileriyle M ayıs 68. " S o rbonne Avl u s u ' n d a Victor H u go heykeli ve kızıl bayrak

PA R i s: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abi d i n çiziyor· M ayıs 68'de bir gösteri Democratie Nouvel/e, N i s a n -Mayıs ı g68."

ABiDiN D i N O
Abid i n ' i n ç i zgi leriyle Mayıs 68. Democra tie Nouvelle, Nisan-Mayıs ı g68"

Uzun zamandır görüşmemiştik. Bir gün telefon etti:


- Ne var ne yok, özledim , gel sohbet edelim.
Elçiliğe gitti m . O viski içerdi. Gece saat iki oldu. H ala içiyoruz.
- Yahu, sen sarhoş olmaz mısın?
- Yo, yeni başlıyoruz demesin mi?
İ şte böyle bir insan. Şakalaştık, ayrıldım.
Abidin'in Hasan Esat I şık ile kişisel il işkileri konusunda bilgim
yok. Araştırılması ilginç olabilir.
Abidin, 1 975'te, öncesinde ve sonrasında da yakın dost ve arkadaş­
ları için Fransızca ve Türkçe makaleler kaleme aldı: En başta Nazım Hik­
met, Yaşar Kemal ve ağabeyi Arif Dino olmak üzere.
Ama hiç kimseyi unutmadı : İlhan Berk, İ lhan Koman, Melih
Cevdet Anday, Oktay Rifat, Orhan Veli , Sait Faik, Paris'teki dos tlarından
Mübin Orhon, Alev Ebüzziya, George Ball ve daha pek çok yazar, şair, sa-

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


Abi d i n ' i n çizgileriyle Mayıs 68. Democratie Nouvelle, Nisa n-Mayıs ı g68"'

natçı ve aydınımız için yazdı. Kimi için makale, kimi için katalogianna
takdim yazısı.
Abidi n'in dostları için yazdığı makalelerinin tümünü Yazılar 'da oku­
mak mümkün. Böylece Abidin'in yazarlığının tadına da varmış olacağız. Abi­
din aynı zamanda onların Fransa' da, Almanya' da, İ ngiltere ve ABD'de ve baş­
ka diyariarda tanınmaları için de elinden gelen gayreti gösterdi.
Yunus Emre'yi tanıtmak ve anlatmak için taa Amerika Birleşik Dev­
letleri'ne ve Meksika'ya kadar bile gitti . . .

1978 ' o E ÇA N KAYA'DA ABi D i N


Fahri Korutürk r 9 o3 'te i stanbul'da doğduktan sonra r 9 ı 6 d a B ahri­ '

ye Mektebi'ne girdi. 1 9 2 3 ' tc, Cumhuriyetin ilan edildiği yıl, Deniz H arp
Okulunu bitirdi. 1 9 33 "te ise Deniz H arp Akademisini. Deniz Kuvvetleri bün­
yesinde değişik kademelerde görev yaptıktan sonra, Roma, Berlin ve Stock-

ABi D i N D I N O
13 M ayıs ı g68 gösterisinde öğrenciler U N E F (Fransa Öğrencileri U l u sa l B i r l i ği ) Ilaması arkasında
Democratie Nouvelle, N isan-Mayıs ı g68.

holm Büyükelçiliklerinde Deniz Ataşesi olarak hizmet verdi. ı96o'ta Deniz


Kuvvetleri Komutanlığı görevinden emekli olduktan sonra önce Moskova
daha sonra da Madrid Büyükelçiliğe atandı. ı 9 68'de Cumhuriyet Senato­
su'na girdi: Senatör olarak. 1 973'te, yine her zamanki gibi cumhurbaşkanlı­
ğı seçimi alışılmış siyasi bunalımlara yol açınca, Korutürk ismi etrafında bir­
leşen Süleyman Demirel'in Adalet Partisi ile Bülent Ecevit'in C H P'si onu
cumhurbaşkanlığına seçtiler. Bu görevinde 1980 yılına kadar kaldı.
Fahri Korutürk'ün eşi ve üç çocuk annesi Bayan Emel Korutürk
İ G SA'deki öğrencilik yıllarının etkilerinin ve eşinin değişik başkentlerde­
ki diplomatik görevleri sırasında edindiği deneyimlerin sonucunda, Çan­
kaya Köşkü'nü sanata ve sanatçılara açtı. Bu bağlamda, I 4 Ş ubat 1 978'de,

PA R i s : EKiM l 95 2 ' o E N ARAL I K l 99 3 ' E


1 3 Mayıs ı g68 gösterisinde işçiler CGT (Genel i ş Konfederasyonu) naması arkasında yürüyorlar.
Democra tie Nouvelle, N i s an-Mayıs ı g68.

bir salı gecesi Çankaya Köşkü salonlarına Türkiye' nin en seçkin sanatçıla­
rını da vet etti.
Evet Abidin Dino da vardı seçkin sanatçılar arasında.
Türkiye'ye bu kez r2 Şubat 1 978'de gitti. 19 Şubatta döndü Abidin.
Çankaya Köşkü salonlarında birçok dostunu buldu: Ruhi Su, Melih
Cevdet Anday ("O kalabalık içinde Abidin'le karşılaşmaz mıyız? " Evet kar­
şılaşırsınız) , Cihat Burak, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Çetin Altan . . .
O gün davet edilenlerin tümünün isimlerini yazmazsam ayıp ola­
cak. H epsi o günlerdeki en iyi sanatçılarımızdır: İşte Türkan Ş oray en baş­
ta , Fatma Girik ( Şişli Belediye Başkanı olunca Abidin'i daha yakından tanı­
yacaktır, birkaç yıl sonra ), Tarık Akan, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Atıf Yıl·

As i D i N D i N o 255
ROMAN DE N AZlM HIKMET

Tradult du turc par Munevver ANDAÇ

N a z ı m H i k m e t ' i n Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim r o m a n ı M ü n evver Andaç t a r afı n d a n F r a n s ı zc aya


çe v r i l d i Les Lettres Françaises'de Ağustos - E k ı m ı g 6 ı ' t e " L e s Romantiques" adıyla tefrika e d i l d i .
A b i d i n ' i n d e s e n l e r i v e e l y a z ı la r ı y l a süslü ol arak

PARIS: E K i M l 95 2 ' D E N A RA L I K l 99 3 ' E


maz ( Mersin'den Adana'ya, ve oradan Çukurova okuluna kaç adım var ki?),
Zeki Müren, Ahmet Adnan Saygun, Suna Kan, Orhan Peker, Aziz Nesin,
Haldun Taner, Edip Cansever (Şairlerin en iyilerinden), Cemal Süreyya (O
da iyi şair), Tahsin Saraç, Cahit Külebi, Bedia Muvahhit (Kadın sayısı ne ka­
dar az: Türkiye'nin ilk kadın tiyatro sanatçısı yine enderleri oynamak zo­
runda o gece), Vasfi Rıza Zobu, Cüneyt Gökçer, Müjdat Gezen, Gülriz Su­
ruri, Engin Cezzar, Kerim Afşar. Umarım kimseyi unutmadım. Eğer unut­
tuğum olduysa bağışlamalarını rica ediyorum.
Abidin, Emel Korutürk ile karşılaşınca, Güzin'in bana anlattığına
göre, ona şunu söylemiş:
- Hanımefendi Paris'ten buraya elinizi öpmeye geldim.
Kibar adamdır Abidin. Ve kalbin yolunu bulacak sözcük ve tümee­
lerin usta mimarı.
Davedilerin iyi bir "dengeleme" sonucu oluşturulduğu ortada. Ama
o günlerde kimi aslan medya elemanı, Abidin Dino, Ruhi Su ve Aziz Ne­
sin gibi adı komüniste çıkmış veya gerçekten komünist ve nitekim bu ne­
denle hapis bile yatmış olan sanatçılarımızın davet edilmeleri üzerine
epey mürekkep harcadılar.
Evet girişim anlamlıydı: Ama bu girişim, Türkiye Cumhuriyeti'nin
kendi yurttaşlarından sol tarafta olanlarla kalıcı bir uzlaşma yaptığı anlamı­
na gelir miydi?
Gelmediğini r 2 Eylül r98o askeri darbesi yeniden en dramatik biçi­
miyle gözlerimize soktu. Elbette kör olmayanların. Kör olanlara ise söyle­
yecek bir lafımız yoktur: Odamaya ve otlanmaya devam edinden gayrı.

AY D I NLAR DA D İ LEKÇE YERE B İLİR ( M İ ? )


Elbette. Ama Türkiye'de dilekçe veren aydınlar hakkında dava bile
açılır. O zaman yurtdışındakiler ellerinden gelini yapmak, dostlarını yalnız
bırakmamak için çabalarlar.
Prof. Dr. Korkut Boratav SBF 'den meslektaşımdır. Ve öyle bir insa­
nı tanımış olmaktan her zaman onur duydum. Duyarım. Yanılınıyorsam
onun aracılığı veya isteği üzerine babası Pertev Naili Boratav ile ilişkiye gir­
dim: Avrupa'da o sıralarda çünkü "Aydınlarla Dayanışma Girişimi" adı al-

AB i Di N D i N O 257
Abidin'in çizgileri Nazım'ın romanı Le s Lettres Françaises' de

tında bir faaliyet yürütülüyordu. Benim gibi, Kasım ı 9 82'den itibaren,


YÖK'ün gazabına uğramış veya YÖK gibi bir kurumun yönettiği kurumlar­
da çalışılmaz diyerek öğretim üyeliğinden istifa etmiş Ayşe Erzan gibi dü­
rüst insanların bir şeyler yapmaya çabaladığı zaman dilimi içindeyiz. Baş­
ka dostlar da vardı işin içinde sakın onları unuttum sanmayın. Örneğin Or­
han Silier aklımda. Gündüz Vassaf da. Ercan Eyüboğlu da. Daha epey in­
san vardı Paris takımı içinde. Türker Alkan bile taaa Paris'lere kadar gelip
mücadelede "benim de tuzum bulunsun" demişti . . .
Paris'te iş başa düşünce, birkaç arkadaşla görev bölümü yapmış ve
"eskilerin" kapısını çalmaya başlamışhk. Önce Pertev Naili Boratav'dan baş­
ladım. Ajandalarıma bakhm: Ona ilk telefon ediş tarihim ro Şubat 1983.
Sonra iş gittikçe büyüdü. Dal budak saldı. Herkes evet herkes bu
işin içindeydi. Bu işin içinde olmak arzusunu taşıyordu.

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Abidin'le dostluğum bu süreç içinde pekişti. Ve giderek kalıcılaştı.
Herhalde o günlerde kafalarımız aynı kalıba ve kalıplara uyuyordu.
Avrupa'da "Aydınlar Dilekçesi," "Aydınlarla Dayanışma Girişimi,"
Türkiye'deki davanın değişik aşamalarını yakından izleyerek birkaç yıl sür­
dü. O vesileyle İstanbul ve Ankara'dan birçok öğretim üyesi tanıdık ve dost
geldi. Onlarla birlikte Abidin'i ziyaret ettik, Abidin'le görüşmeler yaptık:
Hem öğrendik, hem de hoşca vakit geçirdik Her ziyaret eden meslektaşı
olumlu biçimde etkileyen ender insanlardan biri olarak anılıyor Abidin ...
Abidin'le görüşmelerim, b u süreç içinde ve kendiliğinden, haftada
bir veya on beş günde bir biçiminde belli bir düzene girdi. Ajandalarımız­
da izleri hala taptaze.
ro, Rue de L'Eure'deki ev-atölyelerine, gününe ve duruma göre, sa­
at 17 veya 17. 3o'a doğru varırdım Çay saatidir Abidinlerde. Çay içilir: Bir
iki pastayla veya ülkeden gelen bir şeyler varsa onlarla. Bu kuru baklava ola­
bilir, badem ezmesi, Hacıbekir'den lokum. Ve Tatlıcı Şehmus'dan bir şey­
ler. Tatlıcı Şehmus'un böylece Diyarbakır Dörtyol'dan sonra İstanbul ma­
hallelerinde kimi köşeleri kaptığını öğrendim. Hemşeri olarak sevinme­
dim dersem yalan olur. Dahası Tatlıcı Şehmus ağabeyim Tahsin Güzel'in
yakın dostuydu. isimdaşlık ta cabası.
Tamam çayımızı içtik, pastalarımızı yedik. Zaten o süre içinde baş­
layan bin bir konudan biri veya ikisi bizi iyicene sarmıştır: Sohbetimiz de­
rinleşir: Her şeyi konuşuruz: Sinema, futbol bilhassa. İkimiz de Galatasa­
ray'ı tutuyoruz. İşte ifşa ettim: Abidin G S'lıdır. Tamam mı? Güzin de elbet­
te. Çocukken mahallenin erkek çocuklarıyla futbol oynadığını asla unutma­
yan Güzin, bugün bile, arada bir bina girişinin önünde top oynayan çocuk­
lara ve doksan yedi yaşına çalım bile atar. Hele Gül Ar'ın hediyesi bir G S
atkısı var ki girişteki porte-manteau'da evin rengini hemen belli etmek için
asılı durur. Arada bir o atkının tezahürat yaptığına bile şahit oldum. Hele
Gül'ün evde olduğu saatlerde. Ama sakın diğer takımlarımız ve takımları­
mızın taraftarları alınmasınlar, Parislere, Nicelere, Marsilyalara, Lyonlara
kadar gelen hiçbir takımımızı, renkleri ne olursa olsun yalnız bırakmadık
Bırakmayız hiçbir zaman.
Evet futbol konuşulur. Fransa'daki maçları da konuşuruz.

ABi D i N D i N O 2 59
Abidin ve G uzin Pari s metrosu nda. Foto�raf M �·�mus Guı<l Kol• soyonu

z6o PA R i s : E K I M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Televizyondaki "olaylar' irdelenir: Son günlerin olaylarının medya
tarafından nasıl yansıtıldığı: Bu mesele Abidin'i çok ilgilendirir.
Abidin kendisi de anlatır ama asıl onu ilgilendiren diğerlerini ko­
nuşturmaktır.
Anlat bakalım ne var ne yok? " diye başlar her görüşmemiz.
Le Monde daki son makale, L 'Humanite'nin son durumu. Le Nouvel
'

Observateur'ün iflah olmaz komünizm karşıtlığı, hatta düşmanlığı, sol gös­


terip sürekli sağ vurması. François Mitterrand ve tarihle alay etmesi, örne­
ğin" "sosyalistim" deyip Fransız Komünist Partisini paramparçalaması. ..
Ve asla bitmez bin bir siyasi macera. Chirac, Edouard B alladur, Ala­
in Juppe, " Lolo" yani Laurent Fabius, Michel Rocard bilhassa ve aklınıza
gelebilecek bütün siyasetçi takımları: Evet takımları çünkü arada bir sınır­
lar ötesine geçer İngiltere Abidin'in, İtalya, İspanya, Bask Ülkesi benim do­
laşır dururduk
Eh bu kadar dalga geçerseniz aniden tarih çıkagelirdi: Çat kapı! İş­
te dev gibi adam: Arif Dino. İ şte sarı saçları güneşte pırıl pırıl mavi gözlü
dev: Nazım Hikmet. İ şte Çukurova'nın yanık türküsü, destanlar kralı, sarı
defterleri her dem cebinde dev romancımız: Yaşar Kemal. Sait Faik. Orhan
Veli. Melih Cevdet. Oktay Rifat. Hepsi evet hepsi kendi sıralarını izleyerek
ve güncel olaylarla ilintili bir biçimde Paris'e kadar gelirler, Abidin, Güzin
ve kulunuzla otururlar ve sohbetimize katılırlardı. Tarihi yüzlerdir bunlar:
Düş kurarlar, camdan bakar gibi bakarlar, ip atlarlar, gösteri yaparlar, şiir
bile okurlar...
Ne güzeldi(r) b u sohbetler.
Ne hepsini not edebildim. Ne de hepsini kasetlere alabildim.
Kimi zaman, eve dönüşlerimin koşturmacası içinde Paris metro­
sunda esirken veya bazen Abidinlerden çıkar çıkmaz bir yere oturup not et­
tiklerim pek çok.
Birkaç tane de kaset doldurdum Abidin'le. Sesi kayıtlı bende. Ama
benim için değil, T büyük harfle Tarih için. Anlattıkları çünkü her zaman
çok önemli.
Bugün abidinik notlarıma göz attığımda şunu fark ediyorum: Abi­
din'le sohbetlerimizden o zamanlar yazdığım kimi makaleye yansıyanlar var.

AB i D i N D i N O
Yine kayıtlar gösteriyor ki, onca görüşmeden sonra, ilk ciddi notla­
rımı 17 Temmuz ı9 88'de almışım: Jean Lurçat'dan ve Paris'teki ilk günle­
rinden bahsetmişti Abidin . . .
Y a sonrakil er? Kimi yayınlandı zamanında: Sergilerinin izini sürer­
ken. Kimi bu çalışmaya karıştılar: Benimle birlikte: Umarım ilginizi çeker,
hoşunuza giderler: Şimdiye kadar yazdıklarımın ne kadarının Abidin'e ait
olduğunu hesap edebilir miyiz? Var mı böyle bir ölçüt? Cetvel ? Metre? Te­
razi? Kapan? Abidin bunları okuyunca ne(ler) diyecek? Bir bilen var mı?

1 984: İ K İ M İ MARLA GELEN COŞKU VE YENİDEN G ENÇLİK


Abidin'in öteden beri en iyi dostları arasında mimarların önemli bir
yer tuttuklarını biliyoruz. Hemen aklıma gelen birini yazacak olursam, bu
elbette Selçuk Milar olacaktır. İstanbulludur ama mekan olarak çoktan be­
ri Ankara'yı seçmiştir. Biliyorsunuz.
ı 9 84 'te, veya belki biraz daha önce, iki mimar, Ali Artun ile Haldun
Dostoğlu, Ankara gibi bürokratik uykusu içinde kendinden geçmiş ve ken­
dini kendi yarattığı dev aynasında seyreyleyerek kendinden son derece
memnun bir başkentte, kimsenin cesaret edemediği, cesaret etmeyi bıra­
kın, aklından bile geçİrınediği bir ilke imza attılar: Bir galeri açmak.
Dönem çok önemli: Türkiye'de o günlerde sanatçılarımız yeterince ta·
nınmıyor, sergiler yapıl(a)mıyor veya yapılanlar kenarda köşede kalıyorlardı.
Müzelerde sergi yok. Galeri yok. Var olan ender birkaç galeride sergi yok. Veya
son derece sınırlı olanaklarla dostlar alışverişte görsün türünden sergiler "var."
İşte bu ortam içinde iki dost, iki mimar amaçlarını açıkladılar:
"Çağdaş sanatçılarımızın sergilerini düzenlemek, bu sanatçıları ta­
nıtıcı yayınlar yapmak ve nitelikli koleksiyonların oluşumuna katkıda bu­
lunmak."
Ankara'da Galeri Nev işte böyle açıldı: ı 984'te. ı 987'de İstanbul'da­
ki izleyecektir Ankara'dakini. İlk kez mutlaka böyle bir alanda Ankara bi­
rincidir, İstanbul ikinci. Fena mı? Sevgili Ankaralılar: İ şte size GALE Ri.
Bu iki sanatseverin ilk sergi için neden ve nasıl akıllarına Abidin Di­
no geldi? Bunu onlara sormak isterim: Fırsat çıkınca. Şimdilik bilmiyorum.
Sağlık olsun. Önemli olan ilk serginin Abidin'in eserleriyle açılmasıdır:

PA R i S : E K i M l 95 2 ' D E N ARALI K l 99 3 ' E


Açılışı 2 Mayıs çarşamba günüjakşamı saat ı8. oo-20. oo arasında
yapılan serginin başlığına lütfen bir göz atar mısınız?
" El, eller, parmaklar, acılar, acayipler, tedirginler, domatesler."
Nasıl ama? Ne isterseniz var: Derde devadan gayrı. Acı var açı yok.
Eller ve parmaklar var ayaklar nerede belli değil. Acayipler ve tedirginler var
sıkılı yumruklar görünmüyor. Ama iyi bakın onlar ve arananlar o eller ve o
parmaklar arasında olabilirler. Zaten bizim bildiğimiz abidinik eller ve par­
maklar öyle boşu boşuna veya boşboş durmazlar: Ya parmak atarlar. Ya
gösterilerde yumruklaşırlar. Ya da sergiye kadar gelenlerle el sıkışırlar.
Duyduk duymadık demeyin. Domatesleri saymadan yemeyin. Paris yakın­
larında köy evimde yetiştirdiklerim hariç. Bir tanesi inanmayacaksınız tek
başına 333 gram "geldi." Ve gidemedi(!)
Abidin elli yıldan fazla bir zaman dilimi içinde yarattıklarından bir
demet sunuyor: Kaçırılır mı? Hayır. Ve asla.
" S anat yazarı Önder Şenyapılı, 2 Mayıs akşamı Abidin'in Nev'deki
ilk sergisini izlemek üzere Horasan Sokak 14 nurnaraya ulaşınaya çalışan­
ların o sırada çevrede yapılan telefon hattı çalışmalarından (Pek ünlüdür
Ankara'nın " şantiyeleri, " "inşaat"ları ve hele açılan çukurların kapatılma­
ması alışkanlığı başa bela: Orhan Veli'yi kim öldürdü? M Ş G ) dolayı 'diz bo­
yu çamur'a saplandıklarını, buna rağmen ' Ankara'nın yarısının' açılışta ha­
zır bulunduğunu yazıyor. Ayrıca, sergide yer alanlar içinden seçilen altmış
yapıtın bir araya toplandığı ve serigrafıyle yüz adet basılan ' Eller' kitabın­
dan söz ediyor: ' Eller' yirmi beş bin liraya satılıyor.
Kaya Özsezgin ise yazısında yine serigraf baskıyla çoğaltılan ve Di­
no'nun mührünü taşıyan eserler üzerinde duruyor.
Kitap ve bu eserler, o sırada Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerindeki
kimi köşe yazarlarının dikkatini çekiyor. Gazeteciler, Nev yayınlarının 'ga­
lericiliğe yeni bir boyut getirdiğini,' 'kazanç kaygısı taşımayan önemli bir
adım olduğunu' ve bu yayınlardan zaman içinde 'bir sanat kitaplığı' oluşa­
cağını kaydediyorlar." (Galeri Nev'in 2oo7'de yayınladığı 2 0 0 Sergi isimli
çalışmadaki " İlk sergi" başlıklı imzasız ama büyük ihtimalle Ali Artun'un
kaleminden çıkmış makaleden.)
Abidin, Galeri Nev'in yayınladığı kitabı için, bakın ne diyor:

AB i D i N D i N O
"Bu kitap kitap değil, bir çönk, bir resim derlernesi sayısı sınırlı. Bir
de paftalar, baskılar olacak."
Sergi açılışında en büyük eksik Abidin Dino'ydu elbette. Abidin ne­
den gelemedi Ankara'ya?
Sergi açılışından bir gün önce, yani ı Mayıs ı984'te, günün tarihi ve
güncel önemini unutmadan: Abidin emekçilere selam gönderiyor: Cumhu­
riyet gazetesinde yayınlanan Abidin'in Selçuk Demirel ile yaptığı söyleşide.
Birkaç satırını birlikte okuyalım:
"El emeği insanı ve insanlığı yaratmıştır derler, herhalde doğru bir
düşünce, fakat ne hacet, bütün gün gözümün önünde resim çizen elimi
'model' olarak seçmem, çizgi çizen elimi çizmem doğal değil mi?

Dış la iç arasında gitgellerle gerçekleri aradığıını sanıyorum. Arama­


dım ya, gerçekler beni aradı. Sanatçı sandığı kadar etkin değil, yaptığı işte.
Dünya onu zorluyor.

Ben değil, yaşadığım günler hırçınlaşıyor. Hastalık, acı, baskılar, şu


bu . . . Çizgi çizmek iyi bir savunma yöntemi. . .

İnsanlar arasında dolaşan ressam, rasathanelerde e n uzak depremi


inişli çıkışlı bir grafikle çizen 'sismograf'lara benzer bir bakıma.

Toplumsal depremler de etkiler ressamı, herkesten önce ressamı,


kimi kez. Ne var ki, bu etki doğrudan doğruya ya da çok dalaylı yansıyahi­
lir çizgi ve boyalara. Çapraşık sorun imge ile olayın ilişkisi. Sanatçının ola­
yı hazmetmesi, bütün boyutları ile kavraması uzun da sürebilir. Kimi za­
man hemen olay baskın çıkar, olay hemen çizilir ister istemez.
Mayıs 68 çizgilerim gibi. Olaylar mahallemizde patlak vermişti, göz
yaşartıcı bombaların dumanı tavan aramıza kadar çıkıyordu, sokaklara fır­
layıp çizdim."
Mayıs 1968 günlerinde Abidin ve Güzin, Sorbonne ile Emniyet Ge­
nel Müdürlüğü binalarının tam ortasındaki çatı katında, "tavan arası," ev­
atölyelerinde oturuyorlardı, yani o günlerdeki "iki cephe" arasında:

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


O zaman bütün olayları birinci mevkiden seyretmek fırsatını yaka­
layan Abidin açısından olayların içine girmek artık kaçınılmazdı. Aslında
daha uzakta bile otursaydı mutlaka Quartier Latin'e kadar gelir ve olayları
izler ve izlerken aynı zamanda çizerdi, ama coğrafi yakınlık işini kolaylaş­
tırdı demek mümkün. O günlerinde çizerken Gökşin Sipahioğlu arkadaşı­
nın çektiği fotoğrafı mutlaka görmüşsünüzdür.
Galeri Nev'in yaratıcıları ve Abidin'in " desen dizileriyle bir hayli uğ­
raşan yönetmenler" olarak tanımladığı Ali Artun ve Haldun Dostoğlu, " İlk
Sergi" sonrasında, "ilk sergiyi tüm ayrıntılarıyla anlatan on dört sayfalık bir
rapor gönderdiler" Abidin'e. Bir iki satırını okuyalım mı?
" Galerimizin yeni olmasına ve pek 'ayakaltı' olmamasına rağ­
men, açılıştaki izdihamla başlayan ilgi, sergi müddetince, hatta sergi er­
tesinde de sürdü. Bunun yanında bizi sevindiren diğer bir durum, izle­
yicilerin farklı aydın kesimlerinden geniş bir kompozisyon oluşturması
ve serginin bazı gruplarca saatlerce izlenmesiydi. Mümkün olduğunca
sergiyi gezenlerin her biriyle ilgilenerek sorularını cevaplamaya, çalış­
malarınızın üzerinde bilgi vermeye gayret ettik. Önemlice bir sayıda iz­
leyicinin evlerine ilk kez bu sergiden bir resim ve reprodüksiyon alma­
ları bizi etkiledi . "
Abidin, büyük olasılıkla b u "rapor" sonrasında, 25 Temmuz 1 9 84
tarihli ve " S ayın Ali Artun ve Haldun Dostoğlu" diye başladığı mektubun­
da aynen şunları yazıyor:
" U zun ve ayrıntılı bilgilere çok teşekkür ederim. Düşünceleriniz be­
ni de Güzin'i de duygulandırdı, sağ olun. Kusursuz yapılmış bir işin yan­
sıması da, aynı titizlikle gerçekleştirilmiş. Örnek bir çalışma! Konuşulacak
çok şey var aslında, geleceğe dönük. (Bunu kişisel olarak değil, galeri bakı­
mından söylüyorum.)
Mümkün olsa da uzun uzun görüşsek. . .
( Unutuyordum , Galeri Nev'in özbaskıları ile Fransa'da bir sergiye
katılıyorum!) Özbaskılardan göndermenizi rica ederim fırsat olursa.
Her şeye teşekkür.
Sevgiler.
Abidin.

ABi D i N D i N o
imzasında yine hem orak var hem de çekiç ( ! ) : Ankara'ya yazsa bile
imzasını asla değiştirmez Abidin!
O günlerde ve sonrasında ve kalıcı olacak bir şekilde Abidin G aleri
Nev ve kurumlarıyla ilişkisini sürdürdü. Galeri Nev'in sergisi ve yayını ve
varlığı ve iki mimar dostun dinarnizınİ Abidin'e "bulaştı." Evet Abidin ye­
niden gençliğini buldu. Aslında hiç yaşlanmamıştı demek mümkün ama
yine de Nev bir coşku kaynağı oldu.
Canlılık, yeniden gençlik ve hız kazanmak az bulunur nesnelerdi o
günlerde.
İki dost ta her zaman söylediler zaten:
" Dino'nun galerimize kuruluşundan itibaren büyük emekleri ol­
muştur."
Bunu söyleyen Haldun Dostoğlu'dur.
Ali Artun ise Elele derneğinin Abidin'e Hommage kitabında yazı­
yor: "Galeri Nev . . . Abidin Dino sergisi ile açıldı. Arkasından da onun gale­
risi oldu, öyle de sürüyor. Ankara ve İstanbul'da (Adana, Eskişehir, Bad­
rum ... Bursa'da) arka arkaya sergilerini düzenledi. Kitaplarını, katalogları­
nı yayımladı. Sergileri, kitapları üzerine görüşmelerimiz zamanla sanat,
hayat, edebiyat, siyaset üzerine uzun sohbetlere dönüştü. Galerici-sanatçı
diyaloğu yerini dost muhabbetlerine bıraktı. Beraber yedik-içtik, beraber
güldük-eğlendik, beraber gezdik-tozduk. Birbirimizi özler olduk. Öyle ki,
Paris' e indiğim zaman gecikirsem sitem ederdi. Biz onun temsilcisi, o da
bir bakıma Paris'te bizim temsilcimiz oldu. ilişkiler kurdu, projeler öner­
di, ressamlar tanıttı, kapılar açtı. Paris'e onunla ısındım. "
Evet Abidin Galeri Nev'in Paris temsilciliğini gönüllü olarak üstlen­
di. Nev galerilerin sergi listesine lütfen bir göz atınız: Abidin'in Parisli bü­
tün dostları oradalar. Gençler, daha az gençler. Herkes. Birkaç kuşak Paris­
li ressam, seramik ustası, heykeltraş, bütün eş, dost ve meslektaş oradalar.
Ali Artun ve H aldun Dostoğlu çok akıllıca ve tam zamanında bir se­
çim yaptılar:
Tam zamanında çünkü artık Türkiye'de biriken sermaye sanata
da yatırım yapmak istiyordu. Öteden beri sanata yatırım yapanlar ise ar­
tık yüzlerini "bizim sanatçılarımıza" da çeviriyorlardı. Parisiere kadar ge-

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARAL I K l 99 3 ' E


lenler, ressamlarımızı atölyelerin­
de ve / veya ev-atölyelerinde ziyaret
edenler az değildi: Sakıp Sabancı
en bilineni. Onu diğerleri izledi.
Herkes böylece ve aynı zamanda
birbirini daha iyi tanımak fırsatını
bulabildi. Çok da iyi oldu.
Tam zamanında çünkü Pa­
ris'teki sanatçılarımız artık gözlerini
İstanbul ve Ankara'ya çevirmişlerdi.
Paris'teki "ressam enflasyonu" ve
"resimden geçilememesi" sonucu
artık bir anlamda "eve dönüş" te
başlamıştı birçoğu için. Eve dönüş:
Ev ödevlerini bitirmiş olarak.
Tam zamanında çünkü artık
Paris Paris olmaktan çıkmış biraz
Maris olmuştu: Şu anlamda, artık
Fransız Devrimi'nin 200. yıldönümü vesilesiyle
" yabancı" ressamların eserleri Abidin'den Robespierre portresi.
194o'ların sonundaki veya 1 9 5o'ler
ve 6 o'lardaki gibi alıcı bulamıyordu.
İşte bu açılardan Ali Artun ve Haldun Dostoğlu "tendance"ı tam za­
manında ve tam yerinde yakalama cesaretini ve akıllılığını gösterdiler. El­
bette Ankara'da böyle bir girişimin başarılı olacağını önceden hiç kimse ga­
ranti edemezdi. Şom ağızlıları, dedikoducu takımlarını, " Bu iş yürümez" ci­
leri ve korolarını ise hiç saymayalım.
Ali Artun, 200 Sergi başlıklı yayınlarında "Niye başka sergiler değil
de, bunlar? Neydi bu sergilerin kaynağı?" başlıklı ve Mayıs 2007 tarihini ta­
şıyan yazısında şöyle bir değerlendirme yapıyor:
"Öncelikle Paris'ti. I I. Dünya Savaşı ertesinde Paris' e göçmüş olan
sanatçılada tanışmak ve onların sanatının temsil ettiği dönüşümü kavra­
mak Nev'in sanat politikasının oluşmasındaki en temel etmen oldu . . . Bu
sanatçıların, Mübin Orhan hariç, hepsi hayattaydı: Selim Turan, Hakkı An-

AB i D i N D i N O
lı, Nejad Devrim, Abidin Dino . . . Aralarına Tiraje Dikmen ve Yüksel Ars­
lan'ı da ekleyebileceğimiz bu adlar, o zamana kadar Cumhuriyet dönemi
sanatını koşullanduan B atılılaşma, 'asrileşme' gibi kültür siyasetlerinden,
ulus inşa etmenin büyük davalarından koparak, sanatın kendi davasına,
kendi siyasetine kapılmışlar ve Paris'in son derece kozmopolit olan moder­
nİst sanat ortamına dalmışlardı. Pikret Mualla, Hale Asaf gibi birkaç öncü
dışında, bu cesareti ilk kez gösteren anlardı. .. Sanattan başka misyonları
yoktu. . . Barbarca bir savaşın ardından nasıl olup ta sanat yapılabileceği ta­
sasına gömülmüş bir ortamda kaybolmak yerine, kendi dillerini bularak
sivrilmeyi başarabiimiş ve böylelikle bir çağdaşlık çığırı açmışlardı."
Bu isimlere, Ali Artun, hemen sonra şunları da ekliyor: Alev Ebüz­
ziya, Ömer Uluç, Komet, Kemal B aştuji, İlhan Koman . . .
Evet işte anlattığımız sanatçılardır bunlar: Tümü veya tümüne yakı­
nı aynı zamanda Abidin'in kadim dostları.
Abidin kaçının sergisinin düzenlenmesinde rol oynadı? Kaçının ka­
taloğuna sunu yazdı? Biliyoruz bugün: Nev koleksiyonu ve katalogları ta­
nıklarımızdır.
Abidin aynı arzu ve çalışma ortamı içinde Paris'te beğendiği birkaç
sanatçıyı da Galeri Nev'e önerdi:
Örneğin, Güzin'in İ NALCO'daki öğretim üyeliği döneminde, yani
taaa 1 97o'lerin hemen başında, öğrencisi ve daha sonra ev-atölyenin ayrı­
lamaz "müşterilerinden" Marie-Josephe Barran'un kızı, resim sanatını
Abidin'in eserlerine hayranlığı sonucu seçtiğini ve Abidin'in kendisine ki­
mi konularda tavsiyelerde bulunduğunu anlatan Gaelle Pelachaud bunlar­
dan biridir. r 9 8 6 'da Galeri Nev eserlerini sergiledi.
Abidin, eşim Françoise Giannesini'nin tapisserie'lerini de çok be­
ğeniyor, sergilerine geliyordu. Evimize misafir olduğunda da Françoise'ın
eserleriyle yakından ilgileniyordu. Nitekim bir süre sonra "Bunları Nev'de
sergileyelim" dedi. Biz elbette taşınmalarının epey zahmetlli olacağı nede­
niyle bu işin zor olacağını veya hiç olmayacağını tahmin etmemize rağ­
men, Abidin'i kıramazdık.
Abidin Ali ve Haldun'a bir mektup yazdı, Françoise'm birkaç kata­
loğunu da ekleyerek gönderdi . . .

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Ve Haldun Dostoğlu'dan 22 Mayıs ı 9 8 9 ' da sevimli bir yanıt geldi.
Bunu aynen buraya almak istiyorum: Galeri Nev sorumlularının içtenliği­
ni ve ne kadar ciddi çalıştıklarını sergileyebilmek umuduyla:

Sayın Dino,
Giannesini'nin 'Tapisserie'lerine uzun uzadıya Ali ile birlikte bak­
tık. Çok etkileyici doğrusu. Ancak kendi (bu sözcük elle eklenmiş)
kendimize cevaplayamadığımız birkaç soru nedeniyle sergileme ka­
rarı alamadık.
ı. Bunlar nasıl taşınırlar?
2. Nasıl asılırlar?
3- Sergilemek için ne tür, hangi yükseklikte rnekanlara ihtiyaç du­
yarlar?
4· Fiyatları ne mertebelerdedir?
Belki Françoise bize bunları kendisi yazabilir.
Alakanıza teşekkür eder, size ve Güzin Hanıma hürmetlerimi su­
narım.
Saygılarımla
Haldun Dostoğlu (ve daha önce imzası var. M Ş G )

Abidin bu mektubu bize iletti hemen.


Yanılmıyorsam, Françoise, bu soruları soran bir galerinin, kendisi­
nin epey hacimli olan, dolasıyla taşınması çok zahmetli ve kimi zaman
epey olanaksız, yünden, değişik "tissu"lerden yapılan tapisserie'leri ve ar­
doise'dan heykellerinin Nev'in sergi yaklaşırnma uymadığı sonucunu çı­
kardı ve bu işle uğraşmadı. Ancak Galeri Nev sorumlularının yanıtını son
derece sempatik bir dostluk simgesi olarak unutmadık Gördüğünüz gibi
mektubu da sakladık ve burada yayınlıyorum. Ali Artun ve Haldun Dostoğ­
lu'na teşekkürü unutmadan.
Galeri Nev, Abidin'in birçok sergisi yanında ve çoğu kez onlarla bir­
likte Abidin'in kitaplarını ve kataloglarını yayınlamayı da sürdürdü elbette:
Böylece " Kitaplardaki Abidin Dino" faslı başlıyordu ve ancak böy­
lece Abidin'in kitaplarına, yazılarına ve piyeslerine kavuşmak olanağı bu­
labildik.

ABi D i N D i N O
198o'lerin ortasında henüz Abidin'in bühin yazıları bilinmiyordu,
henüz bühin kitapları ve piyesleri tanınmıyordu. İşte bu bakımdan Galeri
N ev' in yayınladıkları birincil önemdedirler.
Örneğin Bu Dünya adlı yapıtı, Abidin Dino'nun Mayıs 1 9 8 6 'da Ga­
leri Nev'de açılan sergisinden 79 eserin röprodüksiyonlarını içeriyor: Ferit
Edgü, " Resmin Anları" başlığı altında bir tanıtım yazısı sunuyor. Evet bu
yapıt bir Galeri Nev yayınıdır.
Ferit Edgü'nün sahibi olduğu ve yönettiği Ada Yayınları da Abidin
kitaplarının tanıtılmasında ihmal edilmez bir rol oynadı. Ferit Edgü'nün
Abidin'in en yakın dostlarından biri olarak bu alanda yaptıklarını asla göz
ardı etmemek lazım.
Örneğin bu yayınevinin sunduğu Acıyı Çizmek isimli yapıt: Abi­
din'in 1967 yılı boyunca, böbrek ameliyatı yüzünden ve sonra tedavisi için,
Fransa'nın güneyinde yattığı hastanede yaptığı resimler ile hastane günle­
rinin öyküsünü dile getirdiği " Sunu Gibi" başlıklı ve tadına doyulmaz bir
girişten oluşuyor.
Başka bir bağlamda, Abidin ve Arif Dinoları ve onlar çevresinde
1 9 3 0 , 40 ve s o 'li yılların sanatçılarını, sanat ortamını tanımak, Arif Di­
no'nun yazıp çizdiklerinin tadına varmak isteyenler için, Abidin ve Rasih
Nuri İleri'nin sunuş ve değişik tanıtım yazıları ile Arif Dino'nun Türkçe ve
Fransızca yayınlanmış şiirlerini, onun hakkında yazılmış yazıları ve şiirle­
ri ve onu çizenierin desenlerini içeren Çok Yaşasın Ölüler adlı kitap ise
1 9 8 5 'te Adam Yayınları tarafından okurlara sunuldu. Adam Yayınları daha
sonra da Abidin'in eserlerinin tanıtılmasında belli bir rol oynadı.
Mayıs 1 984'te Yeni Boyut Plastik Sanatlar Dergisi, Abidin Dino özel
sayısı olarak yayınlandı. Kapakta Abidin'den bir eserin röprodüksiyonuyla.
Mayıs 1 9 84'te yine Le Monde Diplomatique' in birinci sayfasında sol
üstte ve sayfanın beşte birini kaplayan bir Abidin çizgisi sunuldu: " Un parco­
urs de trente ans " başlığı altında aylık gazetenin "Maniere de voir" dizisinden
birinin kapağını oluşturan deseninde, Abidin müthiş bir kalabalığa yer veri­
yor: Kalabalık var, atom bombası korkusu da. Çiçekler de. 1 954'ten bu yana
otuz yıl geçmiş demek. Neyin otuzuncu yıldönümü acaba? Otuz yılda alınan
yolun olmasın? Ama hangi yol? 20 Temmuz 1 9 54'te Cenevre'de imzalanan

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


antlaşma ile Fransa ve Vietnam Savaşının banşa ve Vietnam'ın zaferine git­
tiğini gösteren yolun mu? ı Kasım 1954'te Cezayir'de başlahlan kurtuluş mü­
cadelesinin yolunun mu? Yoksa her ikisinin ve bizim yolumuzun mu?

A B İ D İ N İ LE ÇALŞMAK VE YARATMAK
Abidin ile ortak zamanımızı sadece sohbetle geçirmedik O sohbetle­
rin her biri, Abidin'in anlathkları sayesinde, sanat, edebiyat, tarih, toplumbi­
lim alanlarında birer kültür şahaseri olabilirlerdi, kaydetmiş olsaydım.
Abidin'le zaman zaman ortak bir konu bulup birlikte çalıştığımız,
birlikte ürettiğimiz, birlikte yarattığımız oldu.
Evet birlikte çalıştık, birlikte ürettik. Bir tür imece yöntemiyle yani.
Abidin'in bayıldığı yöntemdir bu: Balıkesir ve çevre köy ve kasabalarında
gördüklerinden beri, Mecitözü Alevilerini tanımasından bu yana.
Bir örneğini burada aktarmak istiyorum:
Autrement dergisi Mart ı 9 88'de İ stanbul özel sayısı olarak yayınlan­
dı. Abidin'in Ostrorog Yalısı üzerine yazdığı ve " Les Ostrorogs, côte d 'Asie "
başlıklı makalesi hemen ilgimi çekti.
Doğal: Çünkü Kont Leon Ostrorog Türkiye'de İ şçi Hareketi Tarihi
üzerine çalışan, araştırma yapan benim gibi birçok bilim adamının ve bi­
lim kadınının bildiği bir isimdir. Ama onu doğru dürüst tanıdığını kimse
iddia edemezdi. En azından Abidin'in makalesi yayınlanana kadar.
Daha önce, 1982 ve 1983 yıllarında Fransa Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı Arşivlerinde yaptığım araştırmalarda Kont'a ilişkin epey belge
bulmuştum ve bunları yayınlamayı ertelernek zorunda kalmıştım, araya gi­
ren bin bir türlü iş sonucu.
Abidin'le Ostrorog'u uzun boylu konuştuktan sonra şuna karar ver­
dik: Ostrorog Yalısı üzerine ciddi ve hacimli bir söyleşi yapmak. Bu vesiley­
le 1 9 3o'ların İstanbul'unu, bütün "kat"ları ve bütün "simaları" ile anlat­
mak. Tamam mı? Tamam.
Bir süre sonra sorularımı hazırladım. Bir gün ses kayıt aygıtı ve ka­
setlerle filan Abidiniere gittim.
Ve Güzin'in de zaman zaman katıldığı son derece şık ve şirin bir
söyleşi yaptık.

AB i D i N D i N O
Ancak belki bilmiyorsunuz henüz: Abidin'le söyleşiyi yaptıktan
sonra yayınlamak olmaz. Çünkü kararlaştırdığımız gibi, U sta'nın kasetten
çözülen metni görmesi ve gözden geçirmesi şart.
Kaseti daha önce konuyu açtığım ve böyle bir söyleşiyi yayınlamayı
seve seve üstlenen Mete Tunçay'a ilettim. Kasetin bir kopyasını bile çıkar­
madan: Bu, çok akıllıca bir davranış değildi. Şimdi o kaset nerede bilmiyo­
rum ve bu nedenle hayıflanıyorum.
Mete Tunçay o yıllarda Tarih ve Toplum'u yönetiyor. Kaseti çözdür­
dü ve çözülmüş metni bana ulaştırdı.
Metin çok uzundu ve gözden geçirilmesi gerekiyordu. Zaten Abidin
de ben de gözden geçirmeyi arzuluyorduk. Ben bir göz attım sonra Abi­
din'le görüştüğümde metni kendisine teslim ettim. Bu metin daktilo edil­
miş bir metindi.
Ben bu arada Paris'teki bütün üniversite kitaplıklarının altını üstü­
ne getirdim ve Kont Leon Ostrorog'la ve ailesiyle ilgili ne kadar kitap varsa
bulup okudum.
O sırada şansım yaver gitti ve bir rastlantı olarak Paris'te bulunan
Kontun oğlu Jean Ostrorog'un son eşi İşka Ostrorog'un izini, Sabetay Va­
rol'un yardımı sonucu, buldum ve onunla görüştüm.
İş artık bir söyleşi boyutunu çoktan aştı.
Dahası da var: O günlerde bir televizyon programında izlediğimiz
bir de Şeng Çeng isimli Çinli bir profesör daha girdi maceramıza: Abi­
din'in Ostrorog Yalısında tanıdığı bir yüz çünkü. Ve Şeng Çeng, İ stan­
bul'da geçirdiği zaman içinde Yaşar Kemal'in ilk eşi Tilda'nın teyzesine sı­
rıl sıklam aşık bile olmuş.
Evet gördüğünüz gibi Ostrorog Yalısının binası, odaları, salonları,
taraçaları, bahçesi, kayıklığı gittikçe genişliyor.
Birkaç gün, belki bir hafta sonra, Abidin'den bir telefon: "Söyleşi
işi tamam, gel görüşelim. "
Gittim. V e n e buldum dersiniz?
Bir pırlanta. Evet abartmalı bile bulsanız bulduğum bir pırlantaydı.
Abidin, Mete'nin gönderdiği çözülü daktilo metnini almış, bir kuyumcu gi­
bi işlemiş işlemiş ve karşımıza çok güzel bir eser çıkarmıştı. Metin olağa-

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 " E


nüstü bir biçime bürünmüştü: Abidin, hikayemize yeni kahramanlar ekle­
miş, yeni olaylarla anlattıklarını zenginleştirmişti . . .
Bu kadar da değil: Abidin bu, üşenmemiş, Ostrorog Yalısının
1 9 3 o'lardaki "müşterileri"nden bir bölümünün grup grup veya tek tek
portrelerini döktürmüştü.
Bu arkadaşlık değilse arkadaşlık nedir? Söyler misiniz lütfen?
Tam beş desen çizdi Abidin: Beş:
Birincisinde: Arif Din o, Şeng Çeng hemen solda, ikisi de oturmuş,
ama sevimli Çinlinin iki kolu da havada ve ayakları yerden kesilmek üzere,
Arif'e mutlaka derin bir şey anlatıyor, ikisinin de isimleri yazılı: Abidin'in
kaleminden. Hemen orada, ilk iki kahramanımıza yakın ve sanki onları
dinleyen ve ayakta ve altına " Ben" diye yazdığı Abidin, bumunu epey uzat­
mış: Çizerin abartması ve kendi kendini ti'ye almasından başka bir şey de­
ğil. Kendi kendisiyle eğleniyor: H akkıdır. Saç uzun, yüzünde belli belirsiz
bir tebessüm çizili. Hemen sonra bize bakan bir Asaf H alet Çelebi, bıyık­
lar sarkık: Orta Asya'dan sanki yeni gelmiş ve atını kapının önüne bırakır
bırakmaz koşmuş ve bıraksanız sol koltuğunun altındaki şiir kitabından
bir iki şiir patıatacak
"Asaf Halet Çelebi fevkalade iyi divan şiiri biliyordu. Haykay şiirle­
rini ise ezbere."
Sonra Sadet (yazılı ama doğrusu Sedat: Abidin anlattı bizzat) Zeki,
sağ eliyle bir yeri gösteriyor: Belki izlenecek yolu?
Açık geniş pencereden görünen bir vapur denizi yara yara...
Bu beş erkeğin çevresinde hurileri aratmayacak kadar güzel, rü­
yamsı ve tahmin edemeyeceğimiz kadar şiirsel İstanbul güzelleri: Ostrorog
Yalısının komşu yalılarından Kıbrıslıların, Çürüksuluların en genç ve en
güzel kızları bunlar.
Desendekilerin çevresinde birer sanat eseri biçiminde sergilenmiş va­
zolar, kimi Çin'den kimi daha uzaklardan, kimi Kapalıçarşı' dan, Bursa'dan.
Tül perdeler ve bin bir süsleme de unutulmamış elbette: Hem Abi­
din'in çizgilerinde, hem de elbette gerçek yalıda.
Ama bizim desenimiz gerçekle gerçeğin akılda kalanının karışı­
mından harmanlanmış, ortak hafızanın izlerinden damıtılmış apaçık.

ABi D i N D i N o 273
İkinci desende Kont Leon Ostrorog'un oğlu ve Abidin'i D Gru­
bunun ilk sergisinden beri bağrına basmış olan Jean Ostrorog, biraz kaba­
nk, kollar bel üstünde kenetlenmiş, iki gözden birinde tekgözlük Monoc­
le'lu man-onele mu desem acaba? Dedim bile.
Hemen yanında yine Asaf Halet Çelebi: Bu kez sol kolunun altına
belki bir çanta sıkıştırmış: Anlaşıldı yalının ayırılamazlarından: Kitaplıkta­
ki işini bitirir bitirmez "damlamış" yine ...
Sonra Necip Fazıl (Kısakürek) : Abidin notunu düşmüş hemen:
"tutmamıştı! "
Arkada bir güzel geçiyor: Şapkalı: Bu şapkalı bayan Lüsyen ( Lucien­
ne) Hanım olabilir. .. Dikkat dikkat: Lüsyen Hanım varsa " Lö Bey" de, yani
canım işte bizim ünlü Abdülhak Hamit'imiz de pek uzakta sayılmaz. Ken­
dinize ve ellerinize dikkat: Lö bey el sıkmaz çünkü. Aman tedbir!
Abidin'in " Pera Palas resimleri" arasında " Lö Bey ve Lüsyen" isim­
leri yazılı olan bir tanesi var: Sanki Ostrorog Yalısı desenlerinin bir uzantı­
sı gibi. (Çizim tarihi olarak 1 9 9 1 yazılı. Selçuk Demirel'in şık kitabının ıo3.
sayfasında seyredilebilir.)
Bizim Ostrorog Yalısındaki ikinci desenimize dönecek olursak: Biz
deniz kenarındayız: Boğaziçi ayol burası. Kayıkçılar uzakta, martılar da . . .
Üçüncüsünde nitekim işte Lüsyen Hanım ve Abdülhak Hamit'i
yan yana yakalıyoruz. Lö Bey oturmuş, Lüsyen Hanım ayakta ve bir parça
da "aylakta," ve her zamanki gibi ağzı açık: Tebessüm mü ediyor, bir şeyler
mi anlatıyor, belli değil.
Önlerinde Jean Ostrorog elinde bir ''jlute" ve her zamanki gibi ciddi.
Onun önünde ise Yahya Kemal koşturuyor: Kapıdan girmekte olan
bir bayanın ayaklarına kapanmak üzere mutlaka... Ama ayağı bir halıya ta­
kılıp Boğaziçi'ne şöyle balıklama düşse? Ve Mina Urgan duysa "Oh olsun !"
der kına yakardı. Refik Erduran ise "Ona da bu layıktır! " der kıs kıs güler­
di. Zaten anılarını ne başlıkla yayınladı U sta? Söyler misiniz lütfen?
Dördüncüsünde: Desenlerin, Yahya Kemal'in denize düş(ürül)mesi­
nin değil: Jean Ostrorog bir hanımın, her halde biraz önce kapıdan giren ham­
mm, elini bir zerafetle öpüyor ki anlatılamaz. Böylesi Osmanlı saraylarında bu­

lunmaz. Ol nedenle Abidin "modernitı�" notunu yazıvermiş altına desenin.

PA R i S : E K i M 1 95 2 " D E N ARA L I K 1 993"E


Beşincisinde: Bir kayıkta iki kayıkçı: Bıyıklar kaytan ve kıyak, ka­
yık değil.
Ve bir güzel kardeşlerim, inanılır gibi değil bu mutlaka Belkıs Çü­
rüksulu olmalı, rıhtıma ayak basmak üzere, Jean Ostrorog onun elini tut­
muş ve yine el öpmelerde ve güneş görmüş kar gibi erirnek üzere. Mest ol­
muş tekgözlüklü amca(m) .
Arkasından eller havada, ayaklar önde tombul başka amcalar, belki
aralarında Yahya Kemal de vardır, koşuyorlar: Aman kayıp denize düşme­
sinler!
Abidin bu desenin altına kısa bir not iliştirmiş: "gayet güzel bir ba­
cakla rıhtıma ayak basıp . . . "
Evet beş desen. İşte anlattık ya.
Ayrıca Abidin kalkıp bir de Ostrorog Yalısının o günlerde veya bel­
ki bir süre sonra çekilmiş bir fotoğrafını da vermesin mi?
Bütün bunlar Tarih ve Toplum'da yayınlandı. Yalnız o kadar çok
malzeme ve o kadar çok yazı bir sayıya sığamazdı. Olsun. Mete Tunçay bu
yazıları üç sayıya yaydı ve " Ostrorogname" üst başlığıyla yayınladı: Tem­
muz, Ağustos, Eylül 1 9 9 ı 'de. (Bu üç makalenin değişik ve kısaltılmış bir
biçimini Abidin Dino ile Söyleşiler. Yazılar: Hayat ve Sanat başlıklı kitabım­
da bulabilirsiniz: s. 2 1-54.)
Evet Abidin'le bu konu üzerine çalışmamız dile kolay tam üç yıl
sürdü. Elbette her ikimiz de bu arada, hem yine zaman zaman birlikte hem
ayrı ayrı bin bir türlü başka işler de yaptık.
Ostrorog Yalısı üzerine ortak çalışmamız bu konuda en iyi çalışma­
lardan biri olarak kabul edildi ve çok beğenildi. Ama, aynı zamanda bu ça­
lışma, maalesef burası Türkiye'dir ve intihalden, çalıp çırpmadan paçanızı
kurtaramazsınız, epeyce yağmalandı. Kaç kişi, bunların arasında gazeteci­
ler, bilim kadın ve adamları da var, evet kaç kişi kullandı bu çalışmayı kün­
yesini açıklamadan? Pes!

ARKADAŞLARıM İÇİN
Güzin'in ve Abidin'in kimi zaman dilimlerinin tümünü dostlarına ve
arkadaşlarına adadıklarının ilginç bir örneğini 1 9 88 yılında da bulabiliriz:

AB i D i N D i N O 275
Örneğin o yılın ilk aylarında Güzin Dino, Michele Aquien ve Pier­
re Chuvin isimli çevirmen iki arkadaşı ve meslektaşıyla Melih Cevdet An­
day'ın "Göçebe Denizin Üstünde" şiirini, Sur La Mer Namade başlığı altın­
da çevirdi ve Polyphonies dergisinin La Mer (Deniz) özel sayısında yayınla­
dı. Derginin 7· sayısında, İlkbahar-Yaz 1988 tarihli alanında.
Anday'ın 1979 ve 1 9 8 0 yıllarını Paris'te geçirdiğini anımsamamız
lazım: Abidin ve Güzin'le ve diğer sanatçılarımızia yaşadıkları başlı başına
bir romandır. Bir gün mutlaka yazılması gereken. . . Dolayısıyla Fransızca
bir dergide şiirinin yayınlanması Paris'in onu unutmadığına da bir delildir.
Bu özel sayıda Anday'ın yanında John Keats, Salvatore Quasimodo,
Stefan George yanında şu dört Yunanistanlı şair: V. Theodorou, N. Kavvadi­
as, A. Sikelianos, N. Vrettakos vardı. Ayrıca dört de İspanyalı şair: Emilio Pra­
dos, Jose İnfante, A. S. Robayna, Jaimie Siles. Nihayet üç Latin şairi. Böylece
bir anlamda Akdeniz tarihi ve güzellikleriyle dört dönülmüş oluyordu.
Aynı sayıda 1 9 8 8 Nobel E debiyat ödülünü alan şair Joseph
Brodsky'nin Poemes (Şiirler) kitabına W. H. Auden'in yazdığı ön söz yer alı­
yor. Ş airi ve şiirlerini anlamak için bulunmaz fırsat.
Altı aylık dergi genel kural olarak Fransızca ve yayınlanmamış şiir­
Iere yer verirken, kuralına bir istisna yaparak, ilk sayısında Güzin Di­
no'nun çevirdiği Yunus Emre şiirlerini aldı.
Güzin Dino, Michele Aquien ve Pierre Chuvin'in çevirileriyle Yu­
nus Emre, Hacı Bayram Veli, Pir Sultan Abdal ve başka halk ozanlarımızın
şiirleri Fata Morgana Yayınevi tarafından La Montagne d'En Face, Poemes
des Derviches Anatoliens adı altında 1 9 8 6'da yayınlandı.
Burada bir kez daha Güzin'in çevirileriyle şairlerimizi tanıtmak için
harcadığı çabaları ve ürünlerini görebiliyoruz.
Nazım Hikmet unutulmadı elbette: Paris kenti kendisine kadar ge­
lenleri ve gelip geçerken iz bırakanları unutmaz. Hele bu kentte Abidin Di­
no isimli bir arkadaşınız, bir yoldaşınız varsa.
Paris'ten geçenler ve geçerken iz bırakanlar az değil: Hemingway
en bilineni. Kitaplarındaki izler bunun için; Paris'in unutulmadığını vur­
gulamak ve Paris'e borcunu ödemek için; çünkü bu kent, mutlaka başka
kentler gibi, yazarın yazarlığında şu veya bu biçimde etkilidir. Sanatçı,

PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


yazar ve şair borcunu anarak / yazarak, yani bir anlamda ölümsüzleştire­
rek öder.
İşte bu kentten, Mayıs 1 9 58'de, Nisan ı 9 6 ı 'de ve ı 9 6 2 'yi ı 9 6 3 'e
bağlayan günlerde, üç defa belli bir süre kaldıktan sonra geçen ve birkaç se­
fer de uçak değiştirmek sonucu havaalanında birkaç dostuyla görüşebildik­
ten sonra yıldırım hızıyla durup geçen ve hangi durumda olursa olsun ge­
çerken iz bırakanlardan birisidir Nazım Hikmet. Ve onu burada anmamız
lazımdır:
Mayıs 1958'de Paris'le merhabalaşan Nazım Hikmet, bu kent için
çok şiir yazdı. Bunlardan biri 7 Mayıs 1 9 5 8 tarihlidir. Adı: " Zümrüt Yüzük"
Aynen şöyle:
"Mayıs gecesi karşıma çıktı Paris/ açıldı kadife kutu/ girdim züm­
rüt yüzüğe, 1 bir eberokuşağı 1 ve baştan aşağı yıldız yıldız. 1 Bir de demir
dövülüyor, gülüm, / bir de demir dövülüyor kıvılcımlarla, / bir de genişlik,
gülüm, / genişlik genişlik üstüne pırıl pırıl/ bir de karanlık kargacık bur­
gacık, / bir de çınarlar bir de atkestaneleri, gülüm, / yanıyar gümüş şam­
danlarda atkestaneleri, / yanıyar yeşil yeşil / misk gibi de kokarak, / bir de
taşlar, yaşlı duvaroların avuçiçleri gibi taşlar, / bir de ırmak, gülüm, / ke­
derli, / yumuşak, / dalgın bir ırmak/ ve sırma saçlarıyla örtülü / çıplak es­
mer memeleri/ yatıyor ırmağın dibinde şehrim. / Mayıs gecesi karşıma
çıktı Paris / açıldı kadife kutu / girdim zümrüt yüzüğe. "
Bunları Paris Kitabı yazmaz, ama Paris v e Parisliler d e asla unut­
maz sevenini. Onun içindir ki, 30 Mayıs'tan 4 Haziran ı 988'e, Nazım Hik­
met ve şiirleri France-Culture Radyo'sunda Jean-Claude Duval'in " Poesie
Sur Parole" (Söz Üstünde Şiir) programında oya gibi işlendi.
Nazım Hikmet'in ölümünün (3 Haziran 1963) 25. yılına rastlayan
altı programlık geçitte, Abidin Dino, can arkadaşının / yoldaşının yaşamı­
na ve şiirine ait kısa bir sunu yaptı. N azım'ı Abidin kadar kim iyi tanıyabi­
lir? Radyo programlarında şiirlerini tanınmış tiyatro oyuncuları Martine
Pascale ve Jean Negroni okudular. Ş air ve şiir eleştirmeni Andre Yelter
programı yönetti.
O günlerde Nazım'ın ölüm yıldönümü vesilesiyle başka gösteriler
ve dinletiler de düzenlendi.

AB i D i N D i N O
Nazım, zindandan kurtarılması için imza kampanyasına katılan ay­
dınlara ve Fransız Komünist Partisi militaniarına teşekkür etmek, " B enim
Türkiyem sizsiniz" dediği Abidin ve Güzin'i görmek ve daha birçok şey
için, ilk kez Mayıs 1 9 58'de geldiği Paris'te Abidin ve Güzin'le hoş zaman
geçirdi. Ve dünya kadar başka işler de yaptı: Hepsini yazmak burada ma­
alesef mümkün değil.
Nazım'ın kızdığı da oldu, hele Cezayir konusunda. Komünistle­
rin Cezayir'deki ulusal kurtuluş mücadelesi için yeterince çalışmamala­
rına kızdı.
Bu arada o günlerde Cezayir'deki olayların ittirmesi sonucu yeni­
den iktidara gelen General Charles de Gaulle'ün iktidara sahip olmasını bir
tür "askeri darbe" olarak nitelendiren FKP ve sendikalarının ve taraftarları­
nın düzenlediği ve onbinlerce insanın katıldığı, Paris sokak, cadde ve mey­
danlarında coşkuyla yürüdüğü görkemli gösterilere katıldı Nazım Hikmet.
Kalbi izin verseydi mutlaka daha çok yürüyecekti, ama yorgundu ve bir sü­
re sonra yürüyüşçülerden ayrılmak zorunda kaldı o gün.
Ama ne olacak nasıl olsa bir dahaki sefere daha uzun boylu yürü­
mek mümkün olabilecekti kardeşim. Ve Nazım daha sonra yine geldi Pa­
ris'e . . . Bıraksaydılar hayatının kalan dönemini ve kimbilir belki fazlasını da
bu kentte yaşayacaktı.
Nazım bu kente borcunu unutmadı: Paris, Ma Rose 'u ( Paris, Gülüm
Benim) ı 9 6 ı'de bu kentte yayınladı.
Paris'te Nazım Hikmet'i anmak için ı964'ten itibaren anma günle­
ri-geceleri düzenlendi. Birçok toplantı yapıldı: Ve bunların tümünde veya
tümüne yakınında Abidin belirleyici bir rol oynadı. Paris böyledir: Kendisi­
ne gelenleri asla unutmaz. Unutturmaz.
Çünkü Paris'i Paris yapan biraz da yabancılarıdır, yabancı yazar ve
şairleridir, yabancı sanatçılarıdır, göçmenleridir, gelip göçenleridir, göçüp
gidenleridir, siyasi mültecileridir. Abidinler, N azımlar ve diğerleridir, dün­
küler ve bugünkülerdir.
ı9 88'de Sait Faik de anıldı Paris nam kentte.
Fransa ve Paris'te edebiyat ve sanat dünyaları Nazım Hikmet, Yaşar
Kemal, Abidin Dino, Yılmaz Güney, Ömer Kavur, Tülay German, Sevim

PARis: E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Burak yanında başka şair ve yazarlarımızın ve sevimli sanatçılarımızın da
var olduğunu farkedebildiler.
Bunlardan biri o günlerde elbette Sait Faik oldu.
France Culture Radyosundan Alain Veinstein çok iyi tanınan ve
dinleyicisi son derece çok olan Du ]our Au Lendemain (Günden Ertesi G ü­
ne) isimli programını 7, 8 ve 9 Haziran ı 988'de Türkiye'ye, edebiyatına,
sanatına ve genel kültürüne ayırdı.
Abidin Dino bu programda Nedim Gürsel'le birlikte Sait Faik'i an­
lattı. Un Point Sur La Carte (Haritada Bir Nokta) isimli yapıtının gözden
geçirilmiş ikinci baskısının yayınlanması ve ölüm yıldönümünün birkaç
gün önce anılması (Ölüm tarihi ı r Mayıs 1 9 54'tür) sonucu Sait Faik gün­
demdeydi.
Sabri Esat Siyavuşgil, bu kitabı vefatından 6 yıl önce, ı 9 6 2'de, Hol­
landa'da yayınlamıştı. Sait Faik'in kırk bir hikayesi bir arada.
Paris'te Souffles Yayınevi tarafından yapılan ikinci baskısında, Abi­
din tarafından yazılan önsözün başlığı sadece " S ait. " Nedim'in yazdığı son­
söz ise " Une solitude au gout de melon vert " başlığını taşıyor: Uzunca başlık
tek başına bir program. Buyrun karanızı siz verin: " Ham kavun tadında bir
yalnızlık."
Radyo programında Abidin, Sait Faik'in dostluğunu anlattı. Nasıl
ve ne zaman tanıştıklarını da. Ve 1938 ve sonrasında faşizme karşı müca­
dele için yayınladıkları ve her biri iki üç bin basan f satan mütevazı dergi­
lerde birlikte çalıştıklarını da.
Abidin, Sait Faik'in şiirler de yazdığım söyledi ve onlardan birkaçını
Fransızcaya çevirip okudu. Ve anlattı. Sait Faik'in Burgaz Adası'nda anne­
siyle birlikte oturduğunu, köpeğini çok sevdiğini anımsatan Abidin, hemen
hemen her gün İstanbul'a indiğini, Beyoğlu'na ya da Babıali'ye uğradığını,
yolu üzerindeki Yüksekkaldırım'da Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi ve
Arap'tan oluşan "Akdenizli kalabalığın" onu çok ilgilenderdiğini, nitekim
kimi kahramanlarını orada gördüklerinden, orada seyrettiklerinden seçtiği­
ni ve bilhassa vapur bekleme salonlarında yazmayı sevdiğini anlattı.
Abidin, yazarın İstanbul'a her inişinde "kalabalığı aradığını, " kala­
balığı görmeye geldiğini ekledi. Ve Sait Faik "balığa benziyordu, büyük

ABi D i N D i N o 279
kentin sularında dolaşan bir balık"tı ve "hissettiğini yazıyordu" diyerek bi­
tirdi konuşmasını.
Abidin arkadaşı için kaleme aldığı " S ait" başlıklı önsözünü aynı
başlıkla Milliyet Sanat Dergisi 5 Nisan 1988 tarihli sayısında yayınladı. Bu
makale Yazılar'da yer alıyor (A. g. k., s. 245-258.)

S EI N E Ü STÜ N D E SULUBOYA
Abidin bana zaman zaman, " Şehmus başkaları için çok çalışıyor­
sun biraz da kendin için çalış" diyerek kardeşçe takılırdı. Biz de 1 9 88'de
Güzin'le birlikte dostları için yaptıklarını okuduktan sonra aynı takılınayı
göndericisine iade edebiliriz.
Ama gerek yok: Bu, Abidin'in geleneksel, alışılmış, bilinen tutumu­
dur. Ama yine de kendine de bir parçacık bile olsa zaman ayırır.
1988 kışını anımsıyorum: Her zamanki gibi bir akşam buluşmamız­
dan sonra üçümüz birlikte çıkmıştık Güzin soğuklardan çok korkar: Bil­
mem kaç kat giyindikten sonra, mantasuna sarınmış ve heresi başında, Abi·
din ve ben de ondan geri kalmıyoruz hani: İkimiz de paltoluyuz ve başları­
mızda kasketlerimiz ev-atölyeden çıktık. Abidin'in elinde tomadadığı bir
şey: Akşam yemeğine davetli olduğu dostlarına ya sergi afişlerinden birini,
belki hazırlanmakta olan serginin afişidir, hediye götürüyor ya da bir desen.
Metro istasyonuna girdik. Metro duvarlarını baştan başa bir reklam afişiyle
donatmışlar: Yeşil kasketi yana kaymış çok hoş bir genç kız, sol elini kaldır­
mış, tebessümle sanki birine bir mesaj gönderiyor: Mesajı da zaten yazılı
afişin üstünde " . . . reste ou tu es, j'arrive." " . . . olduğun yerde kal, varıyorum."
Afiş ve afişin sloganı ve çok sevimli genç kız hoşumuza gitti. O akşa­
müzeri Mehmet Ali Aybar'dan ve siyasi lider olarak yaptıklarından söz etmiş­
tik. Abidin'e bu afişin fotoğrafını çekelim ve Aybar'a gönderelim dedim. Ta­
mam. Metro istasyonunda neredeyse metro raylarının üstüne kadar inip he­
men çekiverdim Üç fotoğraf Abidin yanılınıyorsam birini Aybar'a gönderdi.
Şimdi o fotoğraflar birer sevimli anı: Güzin bile tebessüm ediyor fotoğrafta:
Yani ne kadar ender bir vaka olduğunu bilmem anlatabiliyor muyum?
Biz aslında o gün başka şeyler de konuştuk. Bilhassa Abidin'in önü­
müzdeki günlerde yapacağı sergisini: Seine Nehri üzerinde, yani su üstün-

280 PAR i s : E K i M l 952'DEN ARA L I K l 99 3 ' E


de, Jacques L. Jourdan'ın Jopie isimli teknesinde, bir tür küçücük şehir ge­
misin de yapacağı sergisinin açılış tarihi yaklaşıyordu.
Evet nitekim çok kısa bir süre sonra saati geldi:
Abidin'in el yazısıyla davetiyelere eklediği nota göre: " Reception 17
h." Evet saat r7'den itibaren "kabul" başlıyor: Ve Abidin, " Petis Formats"
(" Küçük Boyutlar." Belki " Küçümenler" daha hoş olacak) başlıklı sergisiyle
6 Aralık ı988'te, o saatten itibaren Parisiilere bir kez daha merhaba dedi.
Seine Nehri'nin sol yakasında, Bir-Hakeim Metro İ stasyonu'na iki adım ve
Bir-Hakeim Köprüsü'nün hemen sağ eteğinin altında, " Port Suffre rı "de de­
mirlemiş bu küçük şehir gemisindeki serginin açılışına (Fransızların deyi­
şiyle vemissage 'ına, yani cilalama) o günlerde Paris'te yaşayan, Paris'te bu­
lunan birçok dost, tanıdık, arkadaş ve meslektaş katıldı:
Örneğin Charles Dobzynski ve eşi Eliane, Taner ve Serim Timur, Ke­
riman ve Mehmet Ulusoy, Babür Kuzucuoğlu, Altan Gökalp, Zeynep Avcı, Ut­
ku Varlık, Selçuk Demirel, Işıl Kasapoğlu, ünlü yayıncı ve yazar François Mas­
pera, Mehmet Nazım, Münevver Andaç, Fransa'da Direniş Hareketinin en ta­
nınan isimlerinden ve takma ismini mücadeleye katıldığı ve Direnişin simge­
lerinden biri olan ulu dağdan alan ünlü romancı Vercors (Gerçek ismiyle Jean
Bruller: Hani Le Silerıce de la Mer'i yazan ve düşmanla uyuşmanın mümkün ol­
madığını, gizlilik koşullarında daha 1942'de kurdukları gizli yayınevinde, Edi­
tions du Minuit / Geceyarısı Yayınları, yayınladığı bu kitabıyla açıklayan yazar),
Gaelle Pelachaud, biraz ötesinde annesi Marie-Jo, Ayşegül Beton, Rüşdü Sara­
coğlu ve eşi, Ali Dede Altuntaş, Jak Şalom, Elias Petropoulos ve eşi Maria, ta­
bii ki Pierre Biro, Mehmet Basutçu ve daha pek çok insan. Yani Abidin'in res­
mini sevenlerden bir demet insan, kadın ve erkek katıldı.
O gece çekilmiş fotoğraflar önümde: Hepsi Abidin'li birer an-ı.
O fotoğraflardan birinde, Abidin elinde yine "cigarası"yla görünü­
yor: Aslında ve güya bırakınıştı içmeyi, ama işte böyle arkadaş, dost toplu­
luğu olunca ve içlerinden biri veya birkaçı sigara içince, Abidin de dayana­
maz ve "Ver bakalım bir cigara" der, verilen sigarayı alır ve yakardı. Ve bir
tane içerdi. Sadece bir tane: Keyf olsun diye.
O günlerde Boulogne tarafJanndaki evimden Paris'in ı8. arrondis­
sement'ında yeni kiraladığımız apartınana taşınınakla meşgulüm. Ama

AB i Di N D i N O z8ı
Abidin'in sergisinin açılışını kaçırmak ta olmaz. Asla. O zaman iki taşıma
faslı arasında bir mola verdik ve eski adresirole yeni adresim arasında ne­
redeyse eşit mesafedeki sergi mekanına, su üstünde suluhayalara kavuş­
tuk, evet nihayet akşamüzeri eşimle birlikte "takaya" vardık:
Açılışlar son yıllarda içkisiz yapılırken, herhalde "ev sahibinin" cö­
mertliğinden, bu kez içki var ve herkes elinde birer bardak bir şeyle resim­
lerin önünde dolanıyor. Hava serin ve resimlerin, minik minnacık sulubo­
ya ve guaş tabloların bulunduğu mekan teknenin gövdesinde, hepimiz ora­
dayız ve içkinin de yardımıyla ısınmaya çalışıyoruz. Resimler dehşet. Ama
tadına varmak için bu kez uzaklaşmak değil yakıniaşmak şart: Çekinıneyin
canım, yaklaşın: İşte Abidin'in "yeni dünyası."
O gün veya daha sonra Abidin'in sergilediği eserlerden birini edi­
nen Charles Dobzynski, o tablodan asla ayrılamıyor: Evine her gittiğimde
anlatır hikayesini ve baktıkça neler gördüğünü. Kulağımızı kabartalım
mı? " Kitaplığımın ortasında duvarın oyuğuna yerleşmiş, Abidin'in, Seine
kıyısında demir atmış bir takadaki sergisinden vaktiyle alınmış küçük
boy bir tablosu yıllardan bu yana çalışmarndaki her jestimle birlikte yürü­
meyi ve belki izlemeyi hiç ihmal etmedi. Bu hareketsiz bir anı değildir,
bu, Seine'in rüyamsı düşüncesinin ince akışını izlemeyi sürdüren boyan­
mış bir düşüncedir, bir düşünce-manzaradır ( "une pensee peinte, une pen­
see-paysage"). Orada kitaplardan damıtılmış sözcüklerin kollar oluşturdu­
ğunu görmemiz mümkün. Başka yerde olduğu gibi burada da Abidin'in
sanatını, yapıtını yönlendiren harakettir. içerden, iç dünyadan dışarıya,
dış dünyaya doğru giden hareket. Gölgeden ışıga doğru giden hareket.
Düşünceden boya ve boyutla biçimlenerek oluşana, yaratılana giden hare­
kettir bu. Boyut ta renk gibi doğumun anlarıdırlar. Ve tual bu doğumun,
bu oluşumun, bu meydana gelişin gizli aynasıdır. Kendi yüzünden, yüze­
yinden, bilhassa gösterebileceğinden daha uzağını gören ve gösteren bir
aynadır bu. U zayla neredeyse fiziksel ve organik ilişkiler içindeki bir ayna­
dır bu. Lafın özünü isterseniz, gözümüzün önünde maddenin bir kendin­
den geçmesi, maddenin bir bağlanıp bir çözülmesi biçiminde olan-biten­
leri basit bir soyutlama işine indirgeyemeyiz. Patlamakta olan bir yıldız­
dan koparılarak alınmış belki bir bulut. Belki henüz keşfedilememiş bir

PAR i S : E K i M 1 952'DEN ARALIK 1 99 3 ' E


okyanus üstünde yüzen-gezen bir ada oluşturmak için birbirine çarparak
birleşmeye çabalayan mercanlar ya da lav parçacıkları. Abidin'in sanatı
budur işte: Kendi içinde sonunu ille bilmeden kendinde taşıyan bir bitiri­
lememişliğin, bir gerçekleştirilememişliğin, bir ayırt edilememezliğin
meyvası. Ama ısrar ederseniz ve ille bakışınız yoğunlaşabilirse, bu kabuk­
tan, bu karmarışıklıktan, bu bitirilememiş olandan bir bakarsınız bir Tür­
kiye görüntüsü fışkırıverir: O kaotik kayalıklarının, bin bir kıvrımların ve
dolambaçların ülkesi, tarihin dallanıp budaklandığı, Toroslar ve Ege ara­
sındaki, akıntıları ve fokur fokur kaynaşmalarıyla çevrili, kesintisiz bir ya­
zım sanatından başka bir şey olmayan Bogaziçi'nin ülkesinin görüntüsü,
evet. Abidin'in sanatı bir kehanet sanatıdır ( " un art divinatoire") , şu an­
lamda, bir parça toprak ile bir bulut arasında olup-bitecekleri önceden du­
yumsamamıza veya sezmemize olanak verir çünkü. Göz bedenden daha
geniş ve büyüktür ve bunun sonucu bütün bedenlerden geçer ve içine yer­
leşir. Desen çizmekten duyurnsadığı mutluluğu gözler önüne seren de­
senlerindeki çizgi, öyle mükemmel bir hattır ki, evrenin ektiği bütün işa­
retleri ele geçirmek için her türlü biçime girebilecek elleri, sözcükleri,
dağları birdenbire ortaya çıkarmak, birdenbire görünebilir kılmak gücüne
sahip oluyor, sahip olabiliyor."
İşte şairler böyledir: Anlattıklarını dallandırıp ballandırırlar. Kıvı­
rımlarla, dolambaçlarla nefı.s bir biçimde sunarlar. Dobzynski Abidin res­
mine hayranlığını böyle sergiler, takanın, teknenin, şehir gemisinin, gör­
düğünüz gibi nasıl isimlendireciğimi bile şaşırdım, Dobzynski'nin kusuru
(!), dümen suyunda hepimiz aynı yolun yolcuyuz.
Aaa bu Murat Belge değil mi? Evet O. Hemen hal hatır sormalı ve
sohbet etmeli, iki satır: Kibar insan, ince dost Murat Belge İstanbul haber­
lerini verdi sevecenlikle. Yanında arkadaşı, ne arkadaşı canım ayrılmaz par­
çası " S adık Özben"le.
Onların ve Zeynep Oral'ın sayesinde Boğaziçi'nin havasını so­
luduk. Çok da iyi oldu. Zaten biraz önce Dobzynski Boğaziçi'nden söz et­
miyor muydu? İ şte canımın içi Boğaziçi.
O gece en iyi "cilayı" "Sadık Özben" çekti. Bu işe Murat Belge bile
sesini çıkaramadı. isterse çıkarsın: Kim dinler?

ABi D i N D i N O
Abidin Dino'yla söyleşmek, hasret gidermek, iki satır laflamak ve
geminin arada bir sallanmasıyla hepimiz çakırkeyif olduk. O gecenin tek
anısı bu değil ama bu da hoş bir anıdır.
Sergi, 7 Ocak ı 9 8 9'da Abidin Dino'nun Fransızcaya armağan ettiği
'Jermer" (kapamak) ile "vernissage" sözcüklerinden oluşturduğu "fennissa­
ge" ile kapandı. Abidin gönderdiği davetiyeye el yazısıyla iliştirmişti: " Fer­
missage samedi 7 janvier." Altını çizen de Abidin'dir.
Sergi öncesinde, sırasında ve hemen sonrasında Abidinlerle görüş­
melerimin çizelgesi şöyle: O günlerin ajandalarından aktarıyorum:
Kasım 1988. Saat ı8: Dinolara.
Pazar 6 Kasım 1 9 8 8 : Hayrunnissa H anım telefon etti. Daha sonra
Abidin'e telefon ettim mi?
25 Kasım ı988'den itibaren ev taşıma işleriyle uğraşıyorum Bu iş ara­
lık ayı sonuna kadar sürüyor. Bu süre içinde 6 Aralıkta, biraz önce anlattığım
gibi, Boulogne'dan Boulevard Ney' e ev taşıma faslı sırasında, akşamüstü sergi
açılışına kısaca uğradık. Abidin'le, Murat Belge ve diğer tanıdıklada sohbet.
9 Aralık 1988 tarihli mektubunda, Faik Bulut, ıooo 'e Doğru dergisi
için Abidin'le bir söyleşi yapmamı rica ediyor. Abidin'e İsteğimizi iletiyo­
rum, "Olur" diyor.
12 Aralıkta Abidin'e telefon ediyorum. "Güzin hasta" diyor ve gö­
rüşmemizi "gelecek yıla" erteliyoruz.
Nihayet, Abidin'le, sergisi sürerken 2 Ocak ı9 89'da bir araya geldik
ve söyleştik. Son ameliyatından sonra daha da gençleşmiş Güzin Dino'nun
yaptığı çaylarımızı içerek.
Bu söyleşimiz, ıs Ocak 1 9 8 9 tarihli ıooo'e Doğru dergisinde yayın­
landı. (s. 48-49. Daha sonra Gurbette Bile Bir Gökyüzü Vannış başlıklı kita·
bırnda da yer aldı: s. 45-48.)
Burada kimi parçalarını aktarmak istiyorum, umarım ilginizi çeke-
cektir:

A s i n i N Bizi vE D üNYAYı, D üNYAYı vE UzAYI RESMEDİYOR


M Ş G : Abidin Boğaziçi'nden kalk Paris'e kadar gel ve bir şehir ge­
misinde sergi aç, neden?

PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


AD: Suluboyalarıını su üstünde sergilemek bana doğal göründü.
Sergi kamarasının hafif sallanışı bile fena değil, resimlerim kıpırdıyor, ışık
değiştiriyor. Eski günlere dönüyorum, yıllarca Boğaz'da, Yeniköy'le Galata
Köprüsü arasında gidip gelişlerimi hatırlıyorum; hele kışın, son vapurların
pencerelerinde çerçeveleşen, varla yok arası kıyıyı seyretmek ne güzel... Ge­
ce li gündüzlü akan bir suyu seyretmek Heraklit'i andırır insana. Ş airin de­
diği gibi "Ne akıştır bu. __ "
M Ş G : Seine Nehri Boğaz'ı anımsatıyor mu?
AD: Hem de nasıl. Seine de hızlı akan bir su. Hem Seine Nehri'nin
kendine göre bir şiiri var. Hani şair Apollinaire, ünlü dizesini boşuna yaz­
mamış "Mirabeau Köprüsü altında akan Seine Nehri / bir de aşklarımız._."
Eiffel Kulesi'nin yamacında, rıhtıma yanaşmış bu resim galerisinde ev sa­
hibi Sayın Jourdan, saati gelince ya bir çay, ya da bir içki sunmaktan da ge­
ri kalmıyor üstelik. ..
M ŞG : Resimler b u kez de her zamanki gibi etkileyici. Ama eskiler­
den farklı olarak küçük boy, neden?
AD: Evet, bu resimler gördüğün gibi küçük boy. Küçük resimlerin
tadını ağabeyim Arif'ten öğrenmiştim . . .
M Ş G : Bu yeni çalışmalarında her şey var; deniz, ırmak, ova, dağ,
adalar, yaylalar, fırtına, bora, Boğaz . . . Resim, bakanına göre değişebilir. Fe­
rit Edgü'nün yazdığı gibi, " S izin, bir resimde, çiçek diye baktığınız ola ki
bir insandır." Ayrıca, " Küçük resim, gözü büyük açar," demiyor mu?
AD: Dünyada yaşanan keşmekeşin resmime yansıması kaçınıl­
maz olacak sanırım_ Geçen gün Almanya'dan sergiye gelen değerli bir
konuk, resimierime dikkatle baktıktan sonra sordu: "mesajınız nedir ?"
Cevabım şu oldu: " Postacı değilim ki mesajım olsun ... " Belki yadırgatıcı
bir cevap ama "mesajım" olsaydı yazıp elden vermeyi yeğlerdim. Böylece
üç-beş türnceyle iş biterdi_ Ressam için resim yapmanın nedeni, üç-beş
ya da bin türnceyle söylenemeyecek olanı yaratmaya çalışmak. Bu bir üs­
tünlük sorunu değil, sadece bir "başkalık." Tersi de doğru, örneğin şairin
işi, bir resimle anlatılamayacak olanı yaratmak. Hem unutmamalı ki sa­
nat eseri sanatçı ile seyirci ya da okur arasında kurulan bir oyun. Seyirci
veya okur oyuna katılmazsa ortada bir şey kalmaz. Küçük resimlerim, se-

ABi D i N D i N o
yircinin katkısını gerektiren imgeler. İçlerinde birçok şey görmek ya da
hiçbir şey görmemek mümkün. Kahve telvesinden belki biraz daha açık
seçik ve daha renkli . . .
M Ş G : Kahve falı gibi gelecek günleri muştuluyor m u yeni resimler?
AD: Sanırım evet, ama dedim ya seyredene bağlı. Fala bakmak bir
sanat, resme bakmak da sanıldığından daha zor bir uğraş. Resimlerimin
falına bakılırsa keşmekeşten sonra hayırlı günler gelecek. Belki aldanıyo­
rum; en nihayet ressam, kendi resimleri karşısında herhangi bir seyirciden
farksız, çok daha bilgili değil demek istiyorum.

"CESARETLi ÇocuK B i z i M B E HÇET"


Abidin'in 195o'lerin sonundan beri pek beğendiği, ele avuca sığ­
maz, kimselerin pek tanımadığı ve bu nedenle neler ve neler yitirdiklerini
bilemedikleri, nerde yattığı, nerde kalktığı belli olmaz, bir tür bulunmaz
cinsten bir yıldırım, rüzgar, yel, fırtına bir adam peyda oldu bir gün mü bir
gece mi bilinmez, Paris'in orta yerinde: Pat! diye çıkageldi abidinik bir bi­
çimde abidinik dünyaların en iyisine. Pat! Çat!
Abidin bu, elbette unutmaz genç arkadaşım, resmin çilekeşini. Dik­
katinizi rica ediyorum ve tekrar yazıyorum: Çile-keşi-ni. Hiç kimse evet hiç
kimse resim için onun kadar çile çekmemiştir. Abidin'in deyimiyle "resim
fedaisi"dir. Sanki Pikret Mualla. Zaten başlığımıza kadar tırmanan sözü
söyleyen de Mualla.
Abidin, Behçet Safa'nın " r o yıl aradan sonra - Türkiye'de- ilk kez
Ankara'da Galeri Nev'de açtığı sergi dolayısıyla," r8 Aralık r988 tarihli
Cumhuriyet 'te "Cesaretli Çocuk Behçet Safa" başlıklı bir makale yayınladı.
(Bu makalesi Yazılar' da yer alıyor: s. 418-42r.)
Haldun Dostoğlu, onun inzivaya çekildiği ve gece gündüz sadece
resim yapıp resim için yaşadığı Elbe Adası'ndaki atölyesinin kapısını
r 9 87'de çaldıktan sonra sergiler sergileri izledi. Türkiye en iyi ressamla­
rından biriyle tanışma fırsatını buldu. Adresini eminim mutlaka Abidin
vermiştir.
Behçet Safa'nın Paris hikayesinin başlangıcını Abidin, Aralık
r988' de anlatıyor:

2 86 PARis E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


" Paris' e ilk ayak bastığında, (50 yılları sonu olacak) trenden iner in­
mez dosdoğru bize gelmişti. Neden mi? Nedeni yok, hiç tanışmıyorduk, re­
simlerini yekten seveceğirni gayet iyi biliyordu hınzır. .. "
Abidin'den birkaç satır daha alıyorum:
" 6 8 Yılında P aris'te göz yaşartıcı gaz kokan, ağaçları devrik, kal­
dırımları sökük sokaklarda az mı dolaşıp durduk, az mı yaramazlık et­
tik S afa ile birlikte ( Paris o ara, S afa'nın şimdiki resimlerine çok benzi­
yordu) . . . "
Behçet Safa'nın Abidinlerin ev-atölyeye girişi, ama her seferinde,
bir alem. Bana Güzin anlattı. Bakın Abidin onun o anını nasıl aktarıyor:
çat kapı kapınızı çalar, selam sabah demeden telaşla ve birden
evinize dalar, koltuğunun altında bir tomar resim . . . Aradan aylar, hatta yıl­
lar geçmişse bile lafı bıraktığı yerden alır sürdürür. Safa için dostlar arasın­
da kopukluk yoktur hiçbir zaman . . .
Bir ömür boyu çeşitli 'müşkülata' uğrar durur, ama uruurunda de­
ğil, kafasında tek sorun resimdir, resim yapmaktır, kovaladığı biçimleri,
renkleri yakalamaktır, yaratmaktır, üst tarafı önemsiz ayrıntı. Hani denize
açılan fırtınaya katlanır gayrı... "
" Safa fırtına gibi gelip geçmişti, 'gidişi o gidiş . . . ' Safa geldin. Safa
gittin Safa! "
Abidin bu çocuğu çok "tuttu." Sevdiği birçok genç ve yetenekli sa­
natçımıza yaptığı gibi Safa'ya da "arka çıktı. "
1 2 - 3 0 Haziran 1979'da Tarbes Belediyesi'nin sorumluluğunda,
ama bizzat Abidin'in düzenlediği "Hommage a Nazım Hikmet" günlerinde,
" İmages de Nazım Hikmet" isimli bir oyun yanında " Exposition de peintures
et gravures"e de yer verildi: Ve bu sergide Behçet Safa da birçok sanatçı gi­
bi Abidin'le birlikte resimlerini sergiledi . . .
Bu sergiye katılanların birkaçının ismini daha vermeliyim: Avni Ar­
baş (Afişte onun Nazım portresi yer alıyor) , Lil Michaelis, Cecil Michaelis,
George Ball (Kadim dostlar yeniden bir aradalar) , Prassinos, Baştuji, Cihat
Burak, İlhan Koman, Bedri Rahmi, Hakkı Anlı, Grauer (Bu mutlaka Abi­
din'in o ilk Paris zamanlarındaki ucuz otellerden birindeki komşusu ve son­
raki yıllardaki dostu, arkadaşı, sırdaşı Yvonne Grauer olmalı) , Tiraje, Meh-

AB i D i N D i N o
met ileri, Utku Varlık, Kornet (Komet'siz pardon Kamber'siz düğün aman
yine pardon sergi olmaz!), Mehmet Nazım, Mübin Orhan elbette ve daha
birçok ressam. Selçuk Demirel nerelerde peki? Onun "harikatürleri" layık
oldukları üzre ayrı bir "exposition de caricatures"de sunuluyorlar. Ve bu ser­
ginin işaret panosunu da elbette Abidin çiziyor: Bir el ve üç parmakla ... İşte
Abidin Dino "treninde" ressamlar koru partımanındaki isimlerden bazıları . . .
Abidin ve Behçet Safa dostluğu elbette devam etti. Bu macera v e da­
ha bin bir macera . . .
Sonra Akdeniz'in ortasında, hem Korsika'ya yakın hem d e çok uzak
ve küçük bir Karsikah vesilesiyle pek ünlü Elbe Adası'na yerleşti Safa ... Bu­
lana aşk-olsun. Aşk olsun çocuk!
" Dünyanın en tatlı adamı olan Safa"yı Güzin'le konuşmaz mıyım? El-
bette konuşurum Hem de birkaç kez. Ama öncekileri bir kenara bırakalım.
İşte size n Ağustos 2 o o7'deki sohbetimiz. Buyrun sohbetimize:
M Ş G : Behçet Safa'yı tanıdınız mı?
G D: Tesadüfe bakın geçen gün bana telefon etti. Öyle iki ayda üç ay­
da bir telefon eder. H avadan sudan konuşuruz. Türkiye'de olup-bitenler­
den de. Hala Ada'sında.
M Ş G : Behçet Safa'yı nasıl tanıdınız?
G D : Bir gün çat kapı geldi: r3, Quai Saint-Michel'e, Abidin'in adre­
sini bulmuş. Geldi kendini tanıttı.
Abidin'le çok iyi çok dost oldular, hemen.
Çok kibardı. Çok iyi bir çocuktu. Ama çok kötü koşullarda yaşıyor­
du. Nitekim dayanarnadı verem oldu.
Hôtel Dieu'de üç aydan fazla yattı. Doktorlar çok sevdiler Safa'yı.
Ona bir özen gösterdiler bir özen gösterdiler, anlatılamaz. Doktorlar ona
özel olarak baktılar desem yeridir. Hastanede bile çizip duruyor. Doktorlar
desenlerini, çizdiklerini satın alıyorlar, filan. Sonra Grenoble taraflarında­
ki bir sanatoryuma gönderdiler. iyileştirdiler onu. Grenoble'daki sanator­
yumda ressamlar için atölye bile vardı. Orada çalışabildi, düzenli olarak.
Hatta bir süre sonra orada kendi atölyesi bile oldu. Sevimli bir insan oldu­
ğu için herkes de ona iyi davranıyordu.
M Ş G : Paris'te nerede yaşıyordu.

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


GD: Bilemiyorum. Belki Montparnasse'da. Sevimli bir tarafı vardı
Behçet'in. Biraz deli, biraz nazik, biraz şu biraz bu ve çok ilginç bir insan.
Bizim ressamımız kısacası.
M Ş G : Abidin ona Paris'te bir sergi düzenletmiş?
G D : Hatırlamıyorum. Ama Abidin'in Galeri Nev'in onun sergisini
açması için ısrar ettiğini biliyorum.
İşte Güzin'in Behçet Safa'dan anımsadıkları.
Evet, Safa'nın, Galeri Nev'deki sergisi 23 Aralık r988'de başladı. ro
Ocak r 989'a kadar sürdü.
"Ankara ve İstanbul'daki sergilerinde, tuallerin yanı sıra, bir mani­
festo eşliğinde izleyiciye sunulan 'Açlıktan Ölen Ressamları Anma Derne­
ği Hatıra Pulları' başlıklı litografı dizisi de yer alıyor."
Safa, daha sonraki yıllarda, Galeri Nev ile, Stockholm Sanat Fuarı­
na ve İstanbul Bienaline katılıyor.
Galeri Nev'de sergilenen litografılerinden " S aygıdeğer Silah imal
Eden Herr," Bienal'de "uçurtma" oluyor. Baş-göz üstüne.
Lokman Şahin'in bana anlattığına göre, Behçet Safa'nın başka bir
özelliği daha var: Hiç beklenmedik bir başkentte veya kentte, hiç beklenme­
dik bir yerde, bu örneğin inin cinin top oynadığı koskocaman bir cadde bi­
le olabilir, aniden karşınıza çıkması: Yine pat! Çat! Ve biraz önce Abidin'in
de vurguladığı gibi, aylar veya belki yıllar önce başladığınız ve bir türlü bi­
tiremediğiniz sohbete, kaldığı yerden devam etmesi.
Behçet Safa'dır adı. Bulunmaz bir sanatçı. Kıymetini yeterince bile­
bildik mi? Biliyor muyuz? Vakit geçmeden. Geç olmadan.

I989: BüYÜK D EVRi M ' E ARMAGAN


Fransa'nın "ihraç" ettiği şeyler arasında en etkili ve en önemli ola­
nı kuşkusuz r789 Büyük Fransız Devrimidir: "E şitlik, Özgürlük ve Kardeş­
lik" sloganı eşliğinde dünyayı dolaşan "Burjuva Devrimi. " Bu ihraç eylemi­
ne Küçük Korsikalı'nın, Napolyon Bonapart'ın, silahlı ve çok kanlı katkıla­
rını göz ardı etmiyoruz.
Fransa Cumhuriyeti, devlet kurumları, özel kuruluşlar ve aklını­
za gelebilecek bin bir dernek, siyasi parti, sendika r 9 8 9 'daki 2 0 0 . yıldö-

ABi D i N D i N O
nümü kutlama hazırlıklarına çok erkenden başladılar: B irkaç yıl önce­
sinden.
Bu amaçla " Devrimin 200. Yılı Misyonu/Görevi" adıyla özel bir ku­
rum bile kuruldu. Tek amacı 200. yıldönümünün en iyi biçimde kutlan­
ması. Evet yıllarca önceden bu işle uğraşmaya başladı.
Bu kurum r 9 89 'da birçok kollokyum, sergi, gösteri, konferans vb.
eylemleri düzenlemek için kollarını sıvadı.
ilk iki başkanının (Michel Baroin ve Edgar Faure) vefatı üzerine bu
göreve o sırada iktidarda olan Sosyalist Partisine yakın tarihçi ve Fransa
Radyosu eski genel müdürü, Jean-Noel Jeanneney getirildi. Ve yeni Baş­
kan, " r4 Temmuz r 9 8 9 'un çok görkemli bir biçimde kutlanacağı" müjde­
sini verdi.
Bu denli önemli bir olayın yayınevi sahiplerini, yayıncıları, yazarla­
rı ve hele tarihçileri bir kez daha harekete geçirmesi doğaldı.
İşte Georges Soria:
Tanınmış bir tarihçi ve yazar. İspanya İç Savaşı'nı Regards (Bakışlar)
gazetesi özel muhabiri olarak izlemiş, görüp yaşadıklarını beş ciltte, Guerre et
Revolution en Espagne (I936-r939)'da (İspanya' da Savaş ve Devrim) anlatmış.
Beş ciltlik, Grande Histoire de la Commune'de (Komünün Büyük Ta­
rihi) Paris ve taşra illerindeki komün olaylarını dile getirmiş.
Çok kapsamlı yazmaya merakıyla ünlü bir tarihçi ve çok yazar.
Fransız Komünist Partisi eski üyesi olan yazar, Les J O O jours de la Revoluti­
on Russe'u (Rus Devriminin 3 0 0 günü) Ekim Devrimine hasrettikten son­
ra üç ciltte, Grande Histoire de la Revolution Française'i (Fransız Devrimi
Büyük Tarihi) tamamladı. Bizi burada ilgilendiren bu son yapıtıdır.
Bu son yapıtın özelliği ise son cildinde ek biçiminde dünyaca ünlü
3 ı ressamın Büyük Fransız Devrimine ilişkin resimlerinin bulunması.
Ve Abidin Dino'nun da bu ressamlar arasında yer almasıdır. Abi­
din'in yanında bu listede Pablo Picasso, A. Tapies, Jean Lurçat, Maria-He­
lena Viera Da Silva, Valeria Adami, E. Pignon, Matta, Chagall, F. Leger, Ce­
sar, J. Johns, A. Tichler, Cremonini, Motherwell, Nicolas de Stael, Saura,
Arman, Chu Teh-Chun gibi Türk, Katalan, Fransız, İspanyol, Amerikalı,
Çinli, Rus , İtalyan ressamlar bulunuyor.

PAR i s : E K i M 1 95 2 " D E N ARAL I K 1 993"E


Bunların pek çoğu Abidin'in yaşamının değişik anlarında dostu, ar­
kadaşı ve meslektaşıdır.
Abidin'in eserde yer alan çizgisi Danton'dur. Ama kitapta hangisi­
ni yayınlayacağıma karar vermeden önce Marat ve Robespierre gibi Büyük
Fransız Devrimi'nin ünlülerinin portre eskizlerini de yaptı.
İlk gününden beri yayınianmasına sevindiği, yayınını desteklediği, za­
man zaman makale bile yazdığı ve birlikte yaphğımız gibi söyleşisini de yayın­
layan ve benim Paris'ten düzenli makale göndermem sonucu çok iyi bildiği
'
ıooo e Doğru'ya, Abidin, Robespierre eskizini yayınlamak üzere armağan etti.

Ve bu eskiz benim bu konudaki bir haberirole birlikte derginin 17


Temmuz r988 tarihli sayısında, yani 200. yıl kutlamalarının doruk nokta­
sı olacak 14 Temmuz r 9 8 9 'dan tam bir yıl önce yayınlandı. Biz de böylece
"kutlamalara bir yıl öncesinden katılmış " olduk.
Kitaptaki Abidin Dino'nun Danton'una gelince, o, diğer otuz yapıt­
la Fransa Dışişleri Bakanlığı aracılığı ve katkısıyla, ilki r 9 8 9 başında New­
York'ta olmak üzere, 1989 yılı boyunca dünyada birçok kentte sergilendi.
Böylece çorbada Abidin'in de bir parça tuzu oldu.
r 9 8 9 ' in ilk gününden son gününe kadar ı789'un incelenmeyen,
tartışılmayan, altı üstüne, üstü altına getirilmeyen hiçbir yönü kalmadı
desem yeridir. Fransa'ya ve Paris'e gelen turist sayısının da arttığını ek­
lemeli mi?
ı789'un " B aldırı Çıplakları" iki yüz yıl sonra "onları anmak için" ( ?)
yapılanları, olanları duysalar çok gülecekler mutlaka. Ama Fransa burjuva­
zisinin en büyük özelliği her şeyi en iyi biçimde ve en uygun ambalajıyla
"sunmak"tır. Her keseye uygun satılık anı malzemesi veya malzemeleri ve
her nabza göre şerbet. Buyrun lütfen, rica ederim.

ELLER VE PARMAKLAR
Abidin'in Paris'te Galerie Vieille du Temple'da açtığı ilk sergi 2r
Kasım r989'da başladı. 2r Ocak 199o'a kadar sürdü.
Serginin adı " Mains." Yani " Eller." Okşayan eller. Mutlu eller. İyi ve
güzel eller. Alçak eller. Hain eller. Hani o eller? " Eller yukarı! " Çantada el.
Ölü el. Gözyaşlarını silen eller. Olağanüstü eller. Alkışiayan el-ler. " Bizim

AB i D i N D i N o
eller. " Ah! Bizim eller! Güzin'in elleri . . . Ganime'nin elleri . . . Yakalayan el.
Çalıp çırpan el. Eloğluel. Kaşıyan el. Kaşınan el. Kamaşan el?
Eller dedin mi parmaklar gelmez mi akla? Birleşen parmaklar. Ay­
rışan parmaklar. Parmak tatlısı. Tatlıda parmak. Erotik parmaklar. Or­
gazm. Rüya. Şehvetli parmaklar. Parmak çocuk. Tangoda sarmaş dolaş par­
maklar. I ngres'in "hamam"ını ti'ye alan parmaklar. Ballı parmak. Yalayan
parmak. Yalanan parmak. Yürüyen parmak. Yakalanan parmak. Kelepçeli
parmaklar. İşkencede parmak. Yumruk olan parmaklar. " Bir elin parmak­
ları gibi" olabilmek. Dayanışmak. ..
Abidin'in selamını getiriyorum: Ellerimle.
Tablolar, tablolar. Rüyamsı tablolar. Abidin'in dediği gibi "uyanık
rüyamsı" tablolar.
Abidin'in ilk elleri ve parmakları, önce desenler, sonra tablolar biçi­
minde D G rubu sergilerinde "işte geldik, kalmaya" diyerek buyurdular. ..
Ş om ağızlıların aklına hemen "parmak atmak" geldi. " Moskova'nın parma­
ğını" arayanlar ve daha garibi görenler bile, oldu. Nazım'ın ilk şiir kitapla­
rından birini Abidin resimlememiş miydi?
Ama ne önemi var şom ağızlıların? Dedikoducu takımlarının.
O sergiyi dört kişi çok beğendi: Nazım Hikmet, Pikret Adil, Peyami
Safa, Necip Fazıl.
r 9 89'a geldiğimizde, zaman akmış ve ellerle parmaklar yaratıcısıy­
la birlikte, zamanın akışının hızına hız katarak, Boğaziçi kıyılarını terket­
miş, Seine kıyılarına çoktan demir atmışlardı: Evet demir atmak için ellere
ve parmaklara ihtiyacımız var.
Bu serginin davetiyesinde, " Digitalies" başlıklı bir tür takdim yazısı
sunan Michel Conil Lacoste, öteden beri tanıdığı dostu Abidin'in parmak­
ları için şunları yazıyor:
" DACTU LÔN EPALLAX I S : Parmakların birbirine dolaşması, karış­
ması. Yunanlılar, oyunsal referanslada dolu bir simgeyi çağrıştırmak için,
akşamaların hem en dilsizi ve hem de belki en cüretkarı olan bu berrak
uyum formülünü kullandılar. .. Öz, ressam Abidin'in paradoksal olarak
dünyayı algılamamızdaki görüş üstüne önceliği kendisine vermekten geri
durmadığı, dokunma kültünün tatemi gibi yükselen, şiddetlendirilmiş do-

PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


M a rt ı ggo, Abidin bizim evde çalışma adamda. ,_.� S e h l"'l i.J S GUzel

ABi D i N D I N O 293
kunma duyusunun hipergrafisinde saklı. Eserlerinde hep yakasına yapış­
mış ve hep geri dönen ve hep var olan bir tema. Elleri insan gibi çizen bu
sanatçı, dokunma takıntısının özsel esinini her türlü grafik halluğundan
kurtarmak için değilse neden bu farklılaşmış parmakla yetinsin?"
Bu serginin önemlerinden biri sergilenen eserler elbette. Öte yandan
Abidin'in Paris'te kendi galerisini bulduğunu da muştuluyordu bu sergi.
Evet ilk kişisel sergisini bu kentte 1 9 5 5 yılında açan Abidin'in hiçbir
döneminde kendisine eşlik eden, düzenli olarak her yıl sergisini açan bir
kendi galerisi olmadı. Belki bir zamanlar değişik ve kimi zaten çok kısa
ömürlü galerilerde açılan sergilerle yetinmek gelir geçer akçeydi. Ama özel­
likle r98o'lerden itibaren ve hatta çok daha önceki dönemlerden bu yana,
birçok ünlü ressam başta, bütün sanatçılar için kendi galerisine sahip ol­
mak, mal sahibi olmak anlamında değil, düzenli serginizi açan galeri anla­
mında, bu "işin olmazsa olmazıydı."
Abidin bu işi ancak kırk beş yıl sonra kotarabildi. Bu da az şey sa­
yılmamalı.
Bu işin böyle sonuçlanmasında, o aşamada elbette, galerinin sahibi
Marie-Helene de la Forest Divonne'un son derece önemli bir rolü oldu. Şu­
nu da eklemek lazım: Abidin'in evet kendi galerisi yoktu ama vefalı ve bü­
tün sergilerini düzenli izleyen belli bir "taraftar grubu" vardı. Yani ille Abi­
din'in de kendi galerisi olsun diye değil, Abidin gibi bir sanatçıya artık ken­
di galerisi gerekiyordu da onun için.
Dahası dikkatinizi çekmiştir sergi bu kez iki ay sürüyor. Bu da çok
önemli ve belirleyici.
Nihayet Fata Morgana yayınevinin Abidin'in Mains kitabını sergiy­
le eşzamanlı olarak yayınlaması da önemli.
Bütün bunlar, bir galeriniz olunca, serginizin belli bir program içi­
ne yerleştirilebileceğini ve bunun yine galeri tarafından düzenlenen med­
yatik ve yayınsal açılardan desteklenebileceğine somut örneklerdir. Ve
böylece belli süreler içinde düzenli kişisel ve galerinin diğer sanatçılarıyla
birlikte ortak veya karma sergi açmanızı da garantilemiş oluyorsunuz.
Abidin nihayet Türkiye'de "kendi galerisi" diyebileceğimiz Galeri
Nev yanında Paris'te de bir galeriye " sahip oluyordu." Hakkıyla.

2 94 PAR i S : E K i M 1 95 2 " D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


Bu sergi vesilesiyle yayınlanan kitabının Türkçesi Eller adıyla
1 9 9 1 'de Ada Yayınları tarafından yayınlandı.
Abidin kitabını kadim dostu ve bir süre önce yitirdiği Nesuhi Erte­
gün'ün anısına adamıştır. Bunun da vurgulanması şart: Abidin'in dostları­
nı asla unutmadığını göstermesi bakımından.
Değerli arkadaşım ve yılların gazetecisi Melih Aşık'la birlikte Abi­
din'i anmak için, vefatının her yıldönümünde yaptığımız gibi, 7 Aralık
2003'te de Milliyet'te, Melih'in "Açık Pencere" köşesinde, bu kitaptan bir­
kaç satır yayınladık:
Onları buraya almak isterim:
" Bir Yakınma: Parmaklar salt avucun içine doğru bükülebiliyorlar.
Tek yönlü: Edinme eylemi yüzünden. Yüzyıllar boyu edinme hırsı, hep al­
mak, hep almak."
"Oldum olası alt-üstlerden hoşlanmam, özellikle parmaklar söz ko­
nusu olunca. Başparmak örneğin. Onu başparmak seçen kim? Ya da ken­
dini beğenmiş şahadet parmağına bakın, ne kadar bağnaz, ne kadar dağ­
macı, aforozcu, bağnaz. "
"İz bırakmak. Bundan başka n e ki resim yapma dürtüsü? H e r şey
elle başladı, ellerle bitecek."
" Fakat resim çizebilmek ne büyük bir mutluluk. "

" E uER" i N : BAŞIM GözüM Ü sTÜN E

Sergisi sürerken, 2 Aralık 1989'da, Abidin'le "eller" ve "parmaklar,"


insanlar ve gelecek üzerine, uzay ve Osmanlı hamamları etrafında uzun bir
söyleşi yaptık. Söyleşiyi o sırada çiçeği burnunda bir doktora öğrencisi olan
Melih Başaran ile birlikte kotardım.
Abidiniere 14. 45'te gittik. Ve 1 9 . 3o'a kadar kaldım. O kadar uzun
boylu oturunca Güzin de epey anısını aktardı: Örneğin 1946'da Ankara'da
Abidin'in böbrek sorunlarını, hastaneye gidip-gelmelerini ...
Abidin, o gün, kadın-erkek eşitliği ve sosyalistlerin, komünistlerin
ve genel olarak solcuların bu konudaki davranış ve tavırlarını konuşurken
çok hoş bir şey söyledi, önce onu aynen aktarmak istiyorum:

ABi D i N D i N o
"Tek insanı mutlu ed(e)meyenler, nasıl bütün bir toplumu, nasıl
bütün bir evreni mutlu kılabilir?"
Aşk ve sevgi üzerine söylenen güzel bir deyiş. Bir yere not etmeli
hemen.
Abidin'le o gün yaptığımız söyleşi yapıldıktan tam iki yıl sonra Ar­
gos dergisinin Aralık 1 9 9 1 tarihli 40. sayısında yayınlandı (s. ıo7-120). Bu
da elbette derginin o günkü yayın yönetmeni Selim İleri'nin, yazı işleri
müdürü Berran Ersan'ın ve dergiye katkıda bulunan Enis Batur'un yakın
ilgisi sayesinde gerçekleşti. Hepsine teşekkür etmek isterim. Derginin
"isimsiz kahramanlarına" da.
Bu söyleşiye daha sonra Abidin Dino ile Söyleşi/er. Yazılar: Hayat ve
Sanat başlıklı kitabımda yer verdim (s. 9 5 - ı ı o . ) .
Burada b u uzun söyleşiden Abidin'in ve benim anlattıklarımızdan
sadece birkaç parçayı sunmak istiyorum:
M Ş G : Abidin, " Eller" isimli ilginç sergini büyük bir coşku içinde do­
laştım. Daha önce söylediğin gibi bu konudaki ilk resimlerini, 193o'lu yıllar­
da yaptın. " Parmaklar"ı 1933'te D Grubunun ikinci sergisinde sergiledin.
Başka bir söyleşinde okudum: Parmaklada ilgilenmeni biraz "deli oğlanlı­
ğınla" açıklıyorsun. Çünkü 1 9 3o'lı yıllarda size "deli oğlan" diyenler var.
AD: Aslında hepimiz, özellikle sanatçılar, az buçuk deliyiz oldum
olası ve hayatımızın sonuna kadar da öyle kalıyoruz bereket versin. O sıra­
larda geçirdiğim hallere "delilik" demek biraz abartılı. Ama gençliğin ver­
diği bir dünyayı algılama, kavrama krizi olarak -üstelik sanatçı olmam da
buna bir etken- kısa bir süreçte birçok şeyleri anlamaya çalışma krizi say­
mak mümkün. Resmin de verdiği birtakım özellikler var. Yani dış dünya
ile resmi algılama çabası içinde birtakım duygular ve düşünceler sertçe et­
kiliyor insanı. Öyle olunca, İ stanbul'da, Boğaziçi'nde oturduğum sıralarda
bazı gecelerin, fırtınalı gecelerin verdiği ek öfkeyle adeta kendime hakim
olamayarak bazı şeyler çizdiğim olurdu gerçekten. O devirlerden kalma tek
tük bazı çizgilerim var, biraz ürkütücü şeyler. .. Bu parmak resimlerinin ço­
ğu boya olarak değil, çizgi olarak çıktı ortaya.
Yanılınıyorsam Paul Valery'nin çizgi sanatı üzerine güzel sözleri
vardır. Der ki "çizgi insanın duygusunu ve iç dünyasını boyadan daha ara-

PA R i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


lıksız bir şekilde anlatabiliyor." Çizginin daha içtenlikli bir niteliği var. Bo­
ya ne de olsa bir tekniği araya sokuyor: Teknik ilk hızı kesiyor. Yani o söy­
lediğim süreçteki çizgilerim boya değildiler başlangıçta. Gerçi D Grubu­
nun ikinci sergisinde parmak boyaları da katılmıştı oraya. Bu parmak ve el
resimlerinin çoğu 193o'lu yılların başında, yani sergiden iki üç yıl önce, or­
taya çıkmış bulunuyordu bile. Bir nevi kopuş, bir özgürleşme kopuşu ola­
rak, parmaklar ellerden ayrı olarak, kendi aralarında birtakım ilişkiler kur­
dular ve böylece yeni bir tür anlatı kendiliğinden ortaya çıktı. Bu bir düşün­
ce sonucu değildi, duygunun, sezişin, deneyin verdiği -deneyin daha çok­
bir ürün . Anaksagor'un bir sözü vardır: " Düşünce insanın elinden gelir. "
Düşüncenin elden gelmesi konusunda Anaksagor'un bu sözü hari­
ka. Dokunmanın önemini vurguluyor.

M Ş G : Minik heykellerin konusunda bir şey söylemek istiyorum: Bu


minik heykellere dokunmak istiyor insan, bu heykellerin bir tür mücevher
havası var. Ayrıca vitrinde sunuluşları da öyle bir havayı hazırlıyor. Evet, in­
san onları eline alıp dokunmak istiyor. Aynı biçimde dokunmak istediği­
miz başka şeyler de var. Şu da dikkat çekiyor elbette: " Parmaklar"ı insan
vücudu gibi çizmiş olman. Özellikle Ingres'in "hamam"ını biraz alay ede­
rek anunsatman niye? O üçlü yuvarlak resimlerinde şişman, tombul ve be­
sili Osmanlı kadınları var gibi . . . Ingres'e niye "takılıyorsun?"
AD: Ingres'e niçin biraz sataştığımı söylemeden önce, heykel konu­
sunda bir şey daha eklemek istiyorum. Gümüş olarak dökülen heykellere be­
nim asıl katkım, heykellere biçim veren katkım, kil ile çalışmak oldu. Kil de ok­
şana okşana çalışılan bir madde. Yani kile biçim verme işleminde zaten bir ak­
şama olayı var. Böylece seyircinin de akşama yoluyla yaratılmış nesneyi, doku­
na dokuna, okşayarak bulması, anlaması, sevmesi kadar doğal bir şey olamaz.
I ngres hikayesine gelince: Tabii bütün 1 9 . yüzyıl Batı insanlarının
kafasında -bu "fantazm" ve düşler çok erken başladı- Doğu dünyası tama­
mıyla gerçekdışı bir şekilde algılanmıştı. Aslına bakarsan, belki Anado­
lu'da, neolitik çağda çok iri kalçalı, çok iri göğüslü kadınlar yücelik taşıyor­
du. Bereket Tanrıçaları olarak. .. Çatal Höyük'teki güzelim heykeller belki
neolitik insanın özlemlerini. belki de gerçeğini yansıtıyordu.

ABi D i N D I N O 2 97
Osmanlı saray kadıniarına gelince, bildiğimiz kadarıyla, ancak bir
iki padişahta bu şişman kadın tutkusu vardı. Yoksa, ne Fatih ne de Kanu­
ni devrinde şişman kadın bir idealdi.
Doğulu şişman kadın imgesinin daha çok B atının bir düşü olduğu­
nu sanıyorum. Batılı sanatçıların gizli özlemleri ... I ngres de bunlardan bi­
ri; yani düşlediği, düşündüğü saray hamamları elbette ki böyle değildi. Za­
ten hamamın gerçek bir fonksiyonu var ve hamam bir tembel yatağı değil,
gayet güzel bir arınma aracı. Dolayısıyla biraz Ingres'e sataşarak kendime
göre, çıplaklığa bir yorum getirmeye çalıştım. Gerçi dün sergime gelen
Fransız filozof arkadaşım Guy Besse gayet doğru olarak, " Bu çıplak kadın
kompozisyonlarından çok, sizin hatları, bazı camilerinizin içindeki yuvar­
lak eski yazı kompozisyonlarını anımsatıyor, " dedi.
Bence doğru bir düşünce. Çünkü bütün bu "parmak" resimlerinde,
oldum olası sevdiğim hat sanatının payı var. Sık sık hatla ilgili çalışmala­
rım oldu, eski hat ustaları beni hayli etkiledi demek yerinde olur.
M Ş G : Biçim olarak hat sanatını amınsattıkları doğru. Özellikle yu­
varlak tablolarda bu izienim edinilebilir. Ama içerik olarak, özellikle Ing­
res'i tiye alan üçlemedeki parmaklarda, dolgun vücudu kadın imgesi can­
lanıyor oldukça. . .
A D : Belki Ingres'e karşı biraz haksızlık ediyoruz. Ingres'in d e bu
kadar saf olduğunu sanmıyorum. Galiba sadece kişsel olarak semiz kadın­
lardan hoşlanıyordu. Ve galiba bu semiz kadınları Osmanlı hamamlarına
yamadı. Şişman kadın konusunda birini daha anımsatabiliriz. Ama çok za­
rif şişman kadınlar konusunda. O da Renoir:
Hayatının sonuna doğru yaptığı "Çıplaklar" örneğin. Özellikle genç
köylü kızları model olarak seçerdi ve ne kadar semiz olurlarsa o kadar sevi­
niyor, etkileniyordu.
M Ş G : Osmanlı saray kadınlarında vücutlarını kapatmak, oysa Fran­
sa'da ve Batı ülkelerinde özellikle aristokrat kadınlarda açmak, göstermek
eğilimi var.
AD: Hollanda'da da bir hayli şişman kadın merakı vardı. Hollanda­
lı ressamların bir kısmı, örneğin Rubens, çok şişman kadınları resmetmek­
ten çok hoşlanıyordu. Fakat yine de kural değil bu. Örneğin Osmanlı dedik

PAR i s : E K i M 1 952' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


ama bir de köylü kadın var. Osmanlı devrinde köylü kadının, Yörük ya da
Türkmen kadının şişman olduğunu sanmıyorum. Karacaoğlan'ın sevgilisi
dal kadar inceydi muhakkak. .. İnce belli filan. Belki kentteki kapalı yaşam
nedeniyle, yeterince hareket edememek yüzünden bir şişmanlık sorunu
ortaya çıkmış olabilir. Ama bu ikincil bir sorun galiba.

Kadın güzelliği kavramı değişik, devre devre değişiyor galiba. Doğ­


rusunu söylemek gerekirse bunu ciddi olarak araştırmak lazım.
M Ş G : Tablodaki biçimler gündelik kadına daha yakın gibi ...
Abidin, zaten söyledin, özellikle eller değil sadece, parmaklar da söz
konusu. Bazı tablolarda dayanışma simgesi var. Birbirleriyle dayanışma
içinde olan parmaklar. Başkalarında dans eden parmaklar var. Sarmaş do­
laş parmaklar var. Devinim içinde olan parmaklar var. Bir başkasında ta­
mamiyle birleşmiş iki parmak: Orada yin-yang olgusunu gördük.
AD: Sonsuzluk simgesi yin-yang çok sevdiğim bir biçim. Çünkü si­
yahın içinde bir nokta beyaz ve beyazın içinde bir nokta siyah vardır. Ben­
ce diyalektiğin ilk ve en güzel özetini verir Budist felsefesinin bu simgesi.
Bu simge yer yer, ülke ülke, asır asır değişti. Ama yine de bu sonsuzluk
sembolü sürekli olarak kendini göstermiştir. Ben belki ufacık bir katkıda
bulundum, o iki parmağın birbirine dolanmasını sağlayarak. Belki de, be­
nim parmak resimlerim bir anlamda Doğu sanatının kavramsal bazı nite­
liklerini sürdürüyor yeni bir içerikle.

M Ş G : Biliyorsun artık zamanımızda kimi insanlar uzayda, uzay


araçlarında uzun süre kalmak zorundalar. Ve uzay araçlarında her şey el­
lerle yapılmakta. Uzayla ilgilenenlerin söylediğine göre, uzayda ayakların
bize hiçbir yararı olmayacak ve uzayda yaşanınaya başlanırsa, ayaklar gittik­
çe küçülecekler, fonksiyonunu yitirecekler ve ellerimiz gittikçe uzun, bü­
yük ve kocaman olacaklar.
AD: Kimi uzun elli resimlere benzeyecekler, desene, ama ayaklara
yazık!
M Ş G : Bu son resimlerinde Doğu sanatını görenler, onları Japon re­
sim sanatına yaklaştıranlar da var. Biraz önce yin-yang ilkesinden söz ettik.

ABi D i N D i N O 29 9
Ayrıca erotik parmaklar da var. Rüyamsı bir dünya söz konusu. Hatta bir
ara, " Uyanık rüyamsı tablolar yapıyorum," demiştin.
AD: Doğru. Bu resimleri düşte görmedim ama uyanık olarak belki
d üşledim. Ayrı bir durum. Doğu sanatına gelince, Japon erotizmi ilginç bir
erotizmdir. Ama bence oldukça kaba. Erotizmin değişik türleri var. Örneğin
Fransızların erotik saydıkları, Boucher ya da Fragonard gibi. Benim anlayışı­
ma göre bu da kolay bir erotizm cinsi. Doğuda ilginç olan en önemli erotik an­
latı türü "tantrik" resimlerde biçimlenmiştir. Tantrik felsefenin ürünleri olan
erotik resimler . . . Orada erotizmi çok aşan ama erotizmin içinde oluşan birta­
kım simgeler, -simge sözcüğü de zayıf kalıyor, imgeler diyelim- çiçeklenir.. .
Bizim erotik Türk minyatürlerine gelince (Topkapı Sarayı'nda biraz
gizli tutulurlar) çoğu oldukça yavan ve ilkel. O kadar ilginç değiller. Yani,
Osmanlı erotizmini belki bambaşka alanlarda aramak gerekiyor. Ya hat sa­
natında, çok gizli bir biçimde, hele özellikle Bektaşi resimlerinde. . . Bektaşi
resimleri Hurufılikle ilgilidir; ismi üstünde harflerden geçer bunlar. Harf­
lerin kıvrımları, istifleri, erotik çağrışımlarla yüklü. Benim koleksiyonum­
da bunlardan birkaçını görmek olası.
M Ş G : Tablolarının bazılarında, kendinden geçme, bir tür renk ve
biçim orgazmından söz edilebilir . . .
A D : Belki çağrışım olarak. Öyle biçimler var ki, onları insanoğlu
varlığının ana öğeleri olarak anlamak lazım. Nitekim Anadolu'da eski çağ­
lardan kalma phallus heykelleri, bir bereket simgesi olarak tertemiz duygu­
lada kutlanırlar hala.
M Ş G : Japonya'da günümüze dek yaşayan phallus tapıcıları veya
phallus'u yücelten, bu vesileyle bayramlar düzenleyen topluluklar var.
AD: Anadolu'nun toprakları bu inanca yabancı değil. Doğurganlık
büyüsü . . .
M Ş G : Tablolarında tabii b u kadar belirgin bir biçimde phallus yok.
Sadece suggestion (önerme) biçiminde bir şeyler var. Böyle bir izlenimi,
doğal olarak isteyen görebilir.
AD: Erkek ya da dişi olarak bu duyguyu herhangi bir çiçeği seyre­
derken de bulmak mümkün. Zaten çiçekleri uzun süre çizmiş olmamın
nedeni, belki çiçeklerdeki bu kendine özgü erotizm cinsinin varlığıdır.

JOO PA R i s : EKiM 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


B i R YILIMIZ DAHA BöYLE BAŞLADI
Abidin'in sergisi 2I Ocak I 9 9 o' da kapandı. Hayata dört elle sarıl­
dık: Kaldığımız yerden:
Yeni resimler, yeni sergiler, yeni makaleler, yeni kitaplar için.
I4 Şubat I 9 9 o'da, Abidin'le Le Grand Palais'de karşılaştık. O "ışın­
lanmıştı," ben metroyla gelmiştim Neden? Çünkü "Muhteşem Süleyman"
bir "Paris seferi" başlatmıştı. Ve biz de "talihli davetliler" arasındaydık
Fransızların " Soliman Le Magnijlq ue bizimse sadece Kanuni Sultan Süley­
, "

man ismini taktığımız kelle vurdurtmuş, çok can almış, sorgusuz sual­
siz çok kan dökmüş ve döktürmüş, zulüm ve baskının o dönemlerdeki ma­
dalyası en çok temsilcisini "karşılamak" için.
Aslına bakarsanız serginin resmi açılışı I3 Şubat I 9 9 o 'da yapıldı:
Fransa Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı François Mittenand ile Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından.
ilk günkü ziyaretçiler yüksek "zevat." Öyle olunca, serginin açı­
lış saatinden çok önceden mahallede geniş "güvenlik tedbirleri" alındı:
"Büyük Saray"ın çevresi binlerce üniformalı ve üniformasız ama giyinişle­
rinden ve ütülü pantolalarından ve tertemiz deri ceketlerinden "aynasız"
oldukları belli, polisle sıkı denetim ve koruma altına alındı. Kimi metro is­
tasyonları ulaşıma kapatıldı.
Mahallenin kibar ve yaşlı kadınları ile kendini pek beğenmiş beyle­
ri bu işe fena alındılar: " Nasolurefeim (yazımda hata yoktur) ulaşım özgür­
lüğümüz nasıl kısıtlanırmış ? ! " Kızgınlar."
Özal'ın Paris'e gelmesini protesto etmek isteyen çok sayıda siyasi
parti, dernek var: İşte E RNK, Sosyalist, Avrupa-Dev-Genç, THKP-C-Acilciler,
Tİ KB Sempatizanları, TKP /ML Hareketi, TKP fB, Ekim, TDKP Paris Taraftar­
ları, Kawa, TKP fML-DKP adına bildiri dağıtan kadın erkek genç daha az genç
onlarca, yüzlerce kimi anlarda gösterici. Bu mahallenin aristokrat ve büyük
burjuva insanlarının hiç alışık olmadığı esmer ve daha beteri kimi bıyıklı
(" Oh! MonDieu!") kimi sakallı ( "Au secours ils reviennent! Qui? Les Musul­
mans!!!'1 insanlar: Ve hem de hiç ama hiç anlamadıkları dillerde bağırıyorlar.
Polis elbette "seyirci kalamazdı:" Müdahale etti ve çok sert çatışma­
lar çıktı. Paris'te polis elbette göstericilerin böylesine bir karşı koymasına

ABi D i N D i N O 30 1
alışkın değil: Fransa ve hele Paris'te polis müdahale edince gösterici kar­
şı koymaz. Polis gözaltına alır, kimlik denetimi yapar ya hemen ya da biraz
sonra serbest bırakır. .. Ama bizimkiler öyle değil: Bir çatışma, bir atışma,
kaş göz yarılmaları. Sadece göstericiler tarafından değil. Polisten de epey
zaiyat var. Hiç alışılmamış bir eylem. Sonuç birçok yaralının yanı sıra on­
larca gösterici gözaltına alındı...
François Mitterrand, dönemin Başbakanı ve Fransızcayı TGV (Çok
Hızlı Tren) tarzında konuştuğu için beş kelimesinden üçünü "yutan" Mic­
hel Rocard, Dışişleri B akanı ve Mitterrand'ın kadim dostu ve hükümetleri­
nin tek değişmez bakanı ve en yakışıklı "ağlam" Roland Dumas, Kültür Ba­
kanı ("Formidable! Man cher, Jormidable") Jack Lang ve Mitterrand "takımı­
nın" bütün elemanları Özal ve yanındakilere "çok özel bir ilgi" gösterdiler.
Elysee Sarayı sözcüsünün gazetecilere açıkladığına göre. Thomson radarlar,
A-340 Airbusler (Sakın İngilizcenin etkisiyle "ayrbas" diye telaffuz etmeyi­
niz. Lütfen "erbüs" deyiniz: Yoksa " Fransız dostlarımız" alınırlar.) vb. satışı
konuşulmuş Özal ile. Özal çok "anlayışlı" bir siyasi lider izlenimi bırakmış.
O günlerde iki Almanya'nın birleşmesi üzerine etekleri tutuşan ve
bizzat kendisinin zaman içinde bir Alman sömürgesi olmasından korkma­
ya başlayan Fransa için yeni "pazarlar" gerekiyordu. Ve o da yüzünü Roman­
ya ve Türkiye gibi "öteden beri dost" iki devlete çeviriyordu. Bizimkiler za­
ten bu işe dünden hazır. Kanuni'nin torunları pilavdan kaçanın kaşığı kırıl­
sm kuralını çok iyi biliyorlar. Dahası dedemiz, ne dedesi kardeşim atamız
Muhteşem namını Fransızlardan boşuna mı almıştı: 1528'de Osmanlı İm­
paratorluğu gücünün zirvesindeyken, Charles Quint ile cebelleşen ve hatta
esir bile düşen I. François'yı, yani François Mitterrand'ın atasını kurtarma­
mış mıydı? Ve de hem de Fransa Kralına ilk kapitülasyonları bir tür yaş yıl­
dönümü hediyesi olarak altın bir tepsi üstünde sunmamış mıydı? Maksat ti­
caret canlansın ne olacak yani birkaç "kolaylık"tan, birkaç "taviz"den? Biz
cömertiz. Onlar "çökertirler. " Bu işler böyle! Neredeyse beş yüz yıl sonra ay­
nı piyes sahneleniyor. Fransızların böylece bunca dev bir sergi için kesenin
ağzını neden açtıklarını da anlıyor(muy)uz (?). Bu henüz belli değil (di) .
14 Şubat 199o'da yağmur altında bir saat kuyrukta bekledikten sonra
Büyük Saray'a girebilen bir avuç talihli davetliler arasındayız: Abidin ve ben.

302 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 993'E


Osmanlı el sanatıanna hayran olmamak mümkün değil: Çeliği ve
tahtayı oya gibi işleyen, kağıda planlar ve panoramalar döktüren zanaatkarlar,
usta, kalfa ve çıraklar ve işçiler ve emekçiler kadın, erkek-çoluk çocuk hepini­
zin ellerine sağlık. Brava! O an Başmimar Sinan'ı ve çömezlerini anmamak
olası mı? Değil elbette. Abidin'in Sinan aşkı da bizimle olunca bilhassa. Fer­
manlar, Vakfıye belgeleri, miğferler, serpuşlar, mintanlar, İznik'in gök ve de­
niz karışmış mavisi içinde yitip gittiğimiz çini ve seramikleri, hlsımlı kaftan­
lar, kumaşı bin ömür, dikişi bin bir hüner isteyen. Ve daha neler neler . . .
Ama yine d e sanki bir eksiklik var. Sergilenen seçme ve dehşet ta­
rihi eserler müzeciler tarafından seçilmiş olacak. Ve kimi görkemli yapıt
yok sergide. Abidin'in gözünden kaçar mı? Kaçmaz: O ki İ stanbul, Ankara,
Adana, Kayseri ve diğerlerini saymıyorum, Türkiye'sinin her müzesini sı­
rasıyla ve tek tek heykellerini okşaya seve dolaşmışhr O bilir. Ve şunu der
bize: "Sanatçıların seçimi farklı olurdu. "
B u kesin.
Ama her şeye rağmen, bu serginin olanakları ölçüsünde katarılma­
sını sağlayan Stefanos Yerasimos'a da orada hemen bir teşekkür etmek ge­
rekiyordu. Ve öyle yaptık. Sonra çıktık Abidin'le ... ( Stefanos Yerasimos ile
serginin hazırlanması ve seçilenler üzerine söyleşiyi okumak isterseniz:
Gurbette Bile Bir Gökyüzü Varmış'a bakabilirsiniz: s. 65-66.)
Paris bu, Muhteşem Süleyman'ı buraya kadar getirecek ve başka
kültürel faaliyet yapmayacak: Herkes, bütün medya Türkiye'den ve Os­
manlı sanatından söz ederken. Olmaz.
İşte o nedenle Kanuni Sergisi'ne koşut olarak aynı günlerde Paris­
tanbul (Çok hoş: Hem Paris ve İstanbul biçiminde okumak mümkün. Hem
de Par İstanbul gibi: İstanbul'dan) başlıklı ve 33 sanatçımızın sergisi açıldı:
" Cite İnternationale des Arts da: 23 Şubatta başlayan sergi 6 Marta kadar sür­
"

dü. Çok şık bir de katalog yayınladılar: Kerem Topuz'un yönetiminde hazır­
lanan katalogda her sanatçının fotoğrafı ve eserlerinden birinin röprodüksi­
yonu bulunuyor. Abidin'den " Variations" isimli ve r 9 6 5 tarihli bir tuval.
Evet, bu sergide, Abidin 'in içinde bulunduğu topluluktaki birçok
isim de tanıdık. Elbette hepsini tanıyoruz da, burada demek istediğim şu:
Birçoğu Abidin'in hikayesinde öteden beri ismi geçenler. İşte Hakkı Anlı,

ABi DiN D i N o
Avni Arbaş, Ayşegül Beton (O da bilim kadını olarak başladı resime sonra
sadece resim yaptı: Tiraje Dikmen, Mübin Orhan "okulundan" diyeceğim
az daha: Bilim yerine sanatı seçmiş olması nedeniyle. Ayşegül, Filiz Tok­
can'ın kızkardeşidir. Filiz ise hem ressamdır. Hem de SB F'den sınıf arka­
daşımız ve bizim dönem S B F'lilerin çok sevdiği bir dostumuzun Osman
Tokcan'ın, iyi tanıyanların diliyle " Güzel" Osman'ın, eşidir.) , Selçuk Demi­
rel, Nejad Devrim, Mehmet ileri ( Rasih Nuri İleri'nin yani Abidin'in yeğe­
ninin oğludur: Ama neden bilinmez Abidin ve Mehmet ya da Mehmet ile
Abidin ikisi birlikte hiç ama hiç sergi açmadılar: Olsun, 1979'da Tarbes'da
olduğu gibi, burada da hiç olmazsa bir aradalar ya, bu da yeter) , Ömer Ka­
leşi, Komet, Pikret Mualla, Mehmet Nazım, Ody, Mübin Orhan, Selim Tu­
ran, Ömer Uluç, Utku Varlık, Hilda Yosmayan ve Fahrünissa Zeyd.
İşte 194o'ların ikinci yarısının hemen başından 1 9 9 o ' a kadar Paris
nam başkente kadar gelip Seine Nehri ile tanışan, Eyfel Kulesi ile dalga ge­
çen, Notre Dame'a nanik yapan, Quartier Latin senin Montparnasse benim
Paris efsanesinin sürgitmesine katkıda bulunan kimi gün aç, kimi gün
"}'ai bien mange, j 'ai bien bu, j 'ai la peau du ventre bien tendue " "türküleri
söyleyen "resim fedaileri" ordusu.
Bu sergide bir de ne bileyim böyle acımtırak bir tad var: Sanki bu
sergi aynı zamanda o eski günlerden başlayan ve bu güya "yeni günlere"
kadar gelen birçok kuşak sanatçımızın bizzat başlattığı zaman çizelgesini
kapattığını ve yeni gelenlerin kendi zaman cetvelini açtığının da işaretiydi.
Sanki eskiler, "Gelecek günler gelecek çocuklarındır artık. Bize müsaade,"
diyorlar(dı). Gençler de "Artık bizim d e saatimiz ve sıramız gelmeli! di­
yorlardı. Belki de bana öyle geliyor( du) .
Bu sergi sürerken, cumartesi 3 Mart 1 9 9 o'da, Abidin ve Güzin'i
eve yemeğe davet ettik. Çok hoş geldiler. Abidin " Küçük BoyutjBoy" re­
simlerinden biriyle, her zamanki cömertliği üstünde. Çok güzel zaman
geçirdik Sonra bir ara Güzin'le Françoise ortadan kayboldular. Veya bi­
ze öyle geldi. Biz de o zaman benim çalışma büroma geçtik: Abidin'e son
yazdığım şeyleri gösterdim. Son okuduklarımı da. O günlerde neler ha­
zırladıklarımı da. Bu arada Abidin'in benim çalışma masasında üç-beş
fotoğrafını çektim:

PAR i S : E K i M l 952'DEN ARA L I K l 99 3 ' E


Birinde Abidin bir gazete kesintisini okuyor: Bende o tür gazete ke­
sintileri pek çoktur: Geçmiş zamanların dergi veya gazetelerinden veya yakın
günlerinkilerden. Bendeki hastalığın ismi ··arşivcilik"tir: Arşivcilik hastalığı.
Biliyorum böyle bir sözcük yok ama belki tutulur diye burada öneriyorum. ..
Abidin bir başkasında sol eli biraz kalkık ve öne doğru uzatılmış,
konuşmak üzere.
Bir başkasında konuşuyor, sağ elinde dolmakalemi.
Ve hepsinde şık gömleği ve siyah kravatıyla, hırkası ve ceketiyle.
Şimdi onlar da anılar zincirinin birer halkası. ..
Mart 1 9 9 o 'da çekilmiş bir anı-fotoğrafım daha var: Tarihini fotoğra­
fın arkasına yazan Abidin'dir. Evet tamam Paris'teyiz: " Cafe Le Citoyen"de.
Bu isimde bir cafe yüzde yüz Bastille taraflarında olabilir. Nitekim cafe'nin
baştan aşağıya duvarını süsleyen fresk baldırı-çıplakların 1789 Temmuz
günlerinden bir salıneyi canladırıyor. Neredeyse canlı evet: Çizilenlerin her
biri çünkü aynı zamanda insan boyutunda birer canlı kahraman.
Kimler mi var fotoğrafta?
Solumda Abidin ve Güzin. Onların karşısında sırasıyla Füsun Akat­
lı ve kızı Zeynep Altıok.
Hatırladmız mı? H ani 197o'teki bir Ankara beyaz gecesinde Abidin
ve babası Metin Altıok ile sabahiayan ve Abidin'in çizerek ölümsüzleştirdi­
ği iki yaşındaki oturan güzel bebeği.
Al bebek gül bebek derken zaman devriimiş çocuklarımız dikil­
miş ve bugün, yani 1 9 9 o 'da, genç ve güzel bir bayan olarak karşımıza
çıkmış: Şimdi gel de sevinme! O da öyle: Annesi ve çok yakın akrabala­
rıyla çok mutlu.

M isAFi RLERİ
Abidinleri çok sevimli ve çok yakın akrabaları yanında başkaları da
ziyarete geliyordu.
Hemen aklıma gelen birkaçını sayacak olsam: Zeynep A vcı, Şehnaz
Akıncı, Tiraje Dikmen, Necmi Sönmez, Gaye Petek, Fahri ve Neriman Pe­
tek çifti, J ak Ş alom, Uğur Hüküm, Defne Gürsoy, Selçuk Demirel, ı 989'da
vefatma kadar Nesuhi Ertegün ve eşi Selma Ertegün, Paris'e uğradığında

ABi D i N D i N O
İlhan Selçuk ve eşi, Hıfzı Topuz ve eşi ve oğlu Kerem Topuz, Melih Cevdet
Anday ve eşi ve diğer dostları, Avni ve Henriette Arbaş, Boratavlar, Ömer
Uluç ve Sevim Burak ve değişik arkadaşları, Kornet ve eşi Zeynep, Behçet
Safa, Keriman Ulusoy, Mehmet Ulusoy, I şıl Kasapoğlu, Coşkun Aral, Enis
Batur, Samih Rifat, İlhan Berk.
Burada Fransız arkadaşlarını, tanıdıklarını ve dostlarını saymıyo­
rum: Çünkü liste çok uzayabilir. Ama geçmiş zamanlardan bir Elsa Triolet,
bir Aragon her an karşımıza çıkabilirler: Asansörde, koridorda veya hiç bel­
li olmaz bakarsınız belki tam ev-atölyenin girişinde. Aman dikkat! Aragon
size yine bir kabusunu anlatabilir. Aman tedbiri elden bırakmayınız!
Evet bu kesin: Abidiniere çok insan geliyordu: Ziyarete. Hal ve ha­
tır sormaya. Bir fikir almaya. Bir danışmaya. Ve bu insanlar genel olarak
"Abidin Dino Treninin" eğer ayrı "kompartımanlarında" yolcu iseler asla
karşılaşamazlar, asla kesişemezlerdi. Aniatıyoruz ya kardeşim.
Bu "trafıki" düzene sokmak ta "chef de gare" olarak Güzin'in göre­
viydi. Ve Güzin bu işi hakkıyla yapıyor(du) . Bu işin öyle kolay bir iş oldu­
ğunu sanmayın lütfen.
Abidin'le tanışan, onunla bir süre sohbet eden bir kişi mutlaka et­
kileniyordu: Değişik boyutlarda ve niteliklerde elbette.
Size bir Fransız arkadaşımızın hikayesini anlatmak istiyorum: Adı
ve soyadı: Françoise Rastoix. Lise yıllarında öğretmeninden Türkiye üzeri­
ne bir ödev alıyor. Françoise, FKP militam (Hala da öyle. Çok ender rast­
lanan bir vefa örneği olduğu için yazılması gerek.) Bu ödevi hazırlamak
için kime danışabilirim? diye sorunca, FKP'li yoldaşlarından biri, partide
"Türk" veya "Türkiye" denilince hemen akla gelen ikinci isim olan (birin­
cisi elbette Nazım Hikmet) Abidin'i anımsıyor ve adresini buluyorlar.
Françoise o sırada ı o , Rue de L'Eure'deki ev-atölyeye yeni taşınmış
ve henüz tam anlamıyla yerleşmemiş Abidin'in kapısını çalıyor. Öyle bir
dostça karşılanıyar ve öyle kardeşçe tavsiyelerle donatılıyor ki, Françoise o
andan bugüne bir "Türkiye mecnunu"dur.
Ve hala öyledir. Kaç kez ziyaret etti Türkiye'yi? Sayısını önce kendi­
si sonra hepimiz unuttuk. Abidin'le karşılaşmasından bir süre sonra Pa­
ris'te tanıştığı Rüstem Gücüyener ile o zamana kadar hiç kimsenin aklının

J06 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


ucundan geçmeyen bir işe giriştiler: Paris'te bir Türk kitabevi açmak. Ve
Özgül Kitabevi ı 982'de böyle kuruldu. Bir kere adres değiştirdikten sonra
hala sürüyor. Paris'i bilen Özgül Kitabevini de bilir. Bunun tersi de geçer­
lidir. Bu arada yayın işlerine bile başladılar. Zaman zaman ülkedeki deği­
şik kent, kasaba ve köylerdeki mütevazı kitaplıklara kutular dolusu kitap
yardımlarını da yazayım. Ama yaptıklarının tümünün dökümünü yapmak
kolay iş değil. Romanı yazılacak kahramanlar karşısında olduğumuz ise
çoktan belli.
Abidin'dir işte bu tür serüveniere yol açan.
Abidinlere gelip-giden herkesi tanıyamadım. Zaten öyle bir niyetim
de hiç olmadı. Bunun nedenleri çok basit:
Bir kez Abidin'in kimi arkadaşları benim için son derece züppe tip­
lerdi. "Tahammül fersah" adamlar ve kadınlar. H ani bir defa rastlayınca
ömür boyu yeter cinsinden. Bu, aynı zamanda Abidin'in her sevdiğini, her
beğendiğini benim de sevrnem ve beğenmem gerekmediğini gösteriyor.
Benim beğendiğim kimi insana Abidin'in yüz vermemesi gibi . . . Yazılı ol­
mayan ve söylenmeyen ama bilinen ve kabul edilmiş kural şuydu: Metelik
verilmeyenlerden bahsetmemek. O zaman her şey kolaylaşıyordu.
Abidin'in dost, arkadaş ve tanıdıklarının bir bölümünü zaten asla
tanımak ta istemedim. Bunların arasında Abidin'in çok önem verdiği ve
Abidin'e çok yardımcı olan tipler de bulunuyor(du) .
Öte yandan ben Abidin'le dostluğa başladığımda birçok"eski dos­
tuyla" neredeyse kavga ederek "ayrıldığını" pek iyi biliyordum. Ayrıca bun­
lar devlet sırrı değildiler. Paris'teki kulağı delik olmayanlar bile duymuştu.
Evet Abidin'in birçok "genç ve küçük aslanlara" kırmızı kart gösterdiği bi­
liniyordu. Birkaçını resmen ev-atölyesinden kovaladığı da: Elbette Güzin'in
tazyik, teşviki ve yardımlarıyla. Bu işler Güzin'siz olmaz asla.
Bu "eski dostların" birkaçının en azından Abidin'in Paris'in edebi­
yat, medya ve sanat dünyasındaki ilişkilerini "ezberlediklerini" sanarak
"kendi şebekelerini" kurmaya kalkmaları, oysa Abidin'in ve Güzin'in bu
alanlarda hayat boyu "tek merkez" olarak kalmak arzusunun çatışması ve
daha bir dizi toplumsal ve ruhsal tatsızlıklar sonrasında meydana geldiğini
de biliyordum. Benim hem bu tür taraklarda bezim yoktu. Hem toplumsal

ABi D i N D I N O
- ...

.J
t.

' - -- -
,.. _.._. _, ,

Abi d i n ve Yaşar Kemal, Fah ri ve Neriman Petek'in evinde ı g6o'ların hemen başında. Petek otomatik
fotograf makinasını "kurmuş" sonra koşarak gelmiş, iki arkadaşının arkasında pazunu vermiş: i ki eli
onların omuzlarında: Dostça sarmış: H erkes mutlu. Daha ne olsun) F Peıek koleksiyonu

çevrem farklıydı. Hem de ilgi alanım farklıydı. Hem de Abidin'le sadece


Abidin için dostluk yapıyordum. O "ilişkiyi" kullanıp bilmemfilan yayıne­
vinin bilmemkimiyle tanışmak veya bilmemhangi galerinin bilmennesiyle
veya bilmemkaçıncı sahibiyle ilişki kurmak filan gibi bir niyetim yoktu.
Böyle bir şeye ihtiyacım da yoktu. Bu açıdan rahat olduğum için diğer açı­
lardan da çok rahattım.
Ve dahası dedikodunun çok bol olduğunu bildi ğim, madem ki
sürüsü kulağımıza kadar geliyordu, Türk cemaatinin bütün elemanları­
nı tanımak ta istemiyordum. Dedikodu nefret ettiğim konuların başın­
da geliyor.
Dahası ille Paris'teyiz diye, ülkede asla karşılaşmayacağın, karşılaş­
mak istemeyeceğin bir tiple burada neden karşılaşak mışım? Haydi bir
rastlantı sonrası karşıtaştık diyelim neden dost olacak mışım? (Neler ve ne-

PA R i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Mü nevver A n d aç G ü z i n Dino i l e . ı g 6 g ' d a : M ü nevver Polanya ' d a n Paris'e vara l ı b irkaç ay ol uyor.
Fotograf· F a hr i Pete�.F Pelek kolek::.iyo n u

ler gördüğümüzü biliyor musunuz? Bir gün, emekli olur olmaz umarım,
anılarımı yazınca göreceksiniz sizler de.)
O zaman seçmece ilişkiler demeti içinde Abidin de ben de birbiri­
mizi anlıyorduk Bu kadarı da bize yetiyordu.
Ama yine de kimi kez ev -atölyesine vardığımda birilerinin orada
kendilerine ayrılan zamandan biraz daha fazla kalmış olması, yani "tren­
den inme saatini şaşırmış" olması, veya son anda telefon edip mutlaka bir
işi için o saatte gelmesi gereken birinin çıkması ve buna benzeyen "zorla­
yıcı koşullar" sonucu epey insan tanıdım. On yıl boyunca bir insanın evine
bu kadar sık giderseniz olacağı da budur.
Böylece karşılaştığım ve tanıştığım insanların kimiyle ayaküstü
sohbet ettim. Kimiyle biraz daha uzun boylu. Kimini çok sevdim, dost ol­
dum, kimi sadece bir anı olarak kaldı. Bazıları silindi hemen. Zamanın sil­
gisi yamandır, beterdir. Bilirsiniz.

ABi D i N DINO
Aklımda ve notlarımda kaldığı kadar bu on yıllık zaman dilimi için­
de Abidinlerde yollarımızın kesiştiği ve tanımış olmaktan mutluluk duydu­
ğum birçok isimden birkaçı şunlardır:
Fahri Petek: Başlı başına bir roman kahramanı. Hikayemizde bir­
kaç kez ismi geçti. Ama onun bana anlattığı her şeyi henüz tümüyle yaz­
mış değilim.
Münevver Andaç: Birçok kez karşılaştım. Anlattıklarını dinledim. Çok
az konuşan bir varlık olduğunu herhalde biliyorsunuz. Vakur, kibirli, son de­
rece ciddi. Abidin ve Güzin'le çevirmekte olduğu bir kitaptaki bir sözcüğü sa·
atlerce nasıl tartıştıklarını anımsıyorum. Çevirideki titizliğiyle dünya şampiyo­
nu olurdu, kesin. Yazılı ve basılı kitapların "ömrünün kısalmasından" ne ka­
dar tedirgin olduğunu hatırlıyorum. Futbola tutkusunu. Güzelliğini. Ve çevre­
sindekileri hiç umursamadan, çevresindekiler kim olursa olsun tek metelik
vermeden sigaralarını peşpeşe ve fosur fosur içmesini de . . . Ölüm geldiğinde
yine çok güzeldi Münevver. Onun için ölüm elbette ölüm olamazdı:

Rüyalarımda Afrika'ya gidiyorum.


Cezayir'deydim bu sefer.
Sıcaktı.
Alnırnı bir kurşun deldi.
Bütün kanım aktı,
ama ölmedim.

Bu şiiri Nazım Hikmet kaleme alıyor: Münevver'in kendisine gön­


derdiği bir mektupta yazdıklarından.
(Onu anmak için bir makale yayınladım: "Münevver" başlıklı bu
makaleyi Gurbette Bile Bir Gökyüzü Va rm ış'da bulmak olası: s. 127- 1 2 9 . )
Alev Ebüzziya ile Abidinlerde tanıştım: Abidin bir seferinde, Sevgi
Divitçioğlu, Alev ve ben de evdeyken ne dese beğenirsiniz:
"Bu evin bir kızı bir de oğlu var: Kızı Alev, oğlu Şehmus."
Eh b u da bana yeter.
Sevgi Divitçioğlu'na da burada rastladım. Yukarıda yazdığım gibi,
Alev'le birlikte geldikleri bir günde. Sencer Divitçioğlu ile Abidin'in birbirle-

JIO PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N A RA L I K 1 99 3 ' E


--
--

Abidin Dino,Yaşar Kemal Yu n a n l ı dostları E l i a s (Cömert sakalıyla muhteşem adam) eşi M aria
Petrapoules ve ressam Fassianos ile.Piace Monge'da. 1 4 Mayıs ı g8o. Fotograr Co şkun Aral'ın olmalı
E l i ;ı s Petropaulos koleksiyonu

rini hem sevdiklerini hem beğendiklerini yazmak lazım. Örneğin Sencer Di­
vitçioğlu Nasıl Bir Tarih (Kök Türkler, Karahaıılar) kitabına (Bağlam Yayınla­
rı, İstanbul, 1992) kapak olarak kendi koleksiyonundan Abidin'in "Turadaki
Kök Türk" isimli eserini koydu ve kitabını "Sevgili Güzin ve Abidin. En so­
nunda 'çıktı' Umarım seversiniz" notuyla ve " Sencer" imzasıyla gönderdi.
Artun Ünsal'a da Abidinlerde rastladım. Sencer ve Artun'u başka
ve ayrı ayrı mekanlardan tanıyorum elbette: Sencer'i Paris' e geldiği günler­
de " Le Grand Cluııy"de ve " La Paletten de görmek mümkündü. Artun ile
SB F'de aynı yıllarda öğretim üyeliği yaptık. Ama Abidinlerde rastladığım­
da Artun, Abidin'le yaptığı ve o sırada Paris muhabiri olarak çalıştığı Hür­
riyet 'te yayınlanmak üzere olan veya yayınlanacak olan söyleşi için gelmiş­
ti. Bu arada bu söyleşi için çektiği birkaç fotoğrafı da getirmişti. Ve gazete­
cilik döneminin en iyi, en coşkulu anlarının zirvesindeydi. Kendi kendine

ABi D i N D I N O
yetiyordu. Laf aramızda belki bu fotoğraflar pek bilinmiyar ama Artun'un
gerçekten başarılı gazeteciliğini bir de o güzelim fotoğraflada süslediğini
söylemeden geçmemeli. Renkli ve Abidin'le Güzin'i günlük en doğal hal­
leriyle gösteren fotoğraflardan birini Güzin hediye etti. Saklıyorum. Üstün­
de Artun'un imzası ve notuyla. Anıdır.
Abidinlerde Kerem Saltuk'a, Kerem Topuz'a ve Dr. M. Sinan Ge­
nim'e de rastladım. Ama birbirlerimizi uzun boylu tanıyacak kadar zama­
nımız olmadı maalesef.
Abidinlerde Türkiye'den örneğin Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Mus­
tafa Ekmekçi veya Müşerref Hekimoğlu gibi dostlarından selam getirenler
hiç eksik olmadılar. Abidin bu tür gelişleri çok severdi.
Çünkü bir defa dostlarından haberler ve selamlar getiriliyordu.
İkincisi memleketten yani işin özünden yeni haberler de ulaşmış
oluyordu.
Dahası, Abidin, böylece ülkesinin bu sevimli insanlarını bu kadar
yakından tanımak fırsatını elde ediyordu. Abidin'in toplumbilimci yönleri­
ni şimdiye kadar birkaç kez saptamak olanağı bulduk sanıyorum. Hele ge­
lenlerin yanında çocukları da olursa o zaman zevkten bayılıyordu Abidin.
Bu bağlamda Paris'e her gelişinde Abidiniere mutlaka uğramayı
alışkanlık haline getiren Esin Afşar, eşi ve çocuğunu da anmalıyım. Onlarla
Abidinlerde karşılaşamadım ama herkesin bu gelip-gitmelerden çok mem­
nun olduklarını biliyorum. Esin Afşar'ın anılarını okumak yeter örneğin.
Paris'e her geldiğinde Abidin'e uğrayan veya kimi zaman sadece
Abidin'i, yani " Peder Beyi" görmek için Paris'e gelen Yaşar Kemal'i de en
başta saymak lazım.
Yaşar Kemal, Alpay Kabacalı ile yaptığı bir söyleşide aynen şunu
söylüyor: " Fransa'da kaldığım süreyi toplasam, bir yılı geçer... ( "Çağımızın
Büyük Romancısı " Yaşar Kemal isimli kitabta: s. 84.)
Ve mutlaka bu zamanın tümünü veya tümüne yakınını Abidin'le
ve Güzin'le geçirmiştir. Adana'dan Ankara'ya oradan İstanbul'a kardeşleri­
ni, dostlarını, "öğretmenlerini" ve " Peder"ini izleyen delikanlı Paris'e mi
gelmeyecek? Gelir ve her yere de Abidin'le gider: Elias Petropoulos, eşi Ma­
ria ve arkadaşlarıyla "Dada gösterisi" bile yapar: Place Monge'da veya Elias-

3 12 PAR i s : EKiM 1 95 2 ' D E N A RAL I K 1 99 3 ' E


Abidin ,Yaşar Kemal, Fassianos i l e Elias ve M a rıa Petropoulos'un evinde "dada" gösterisinde sanırs ı n ız:
Kardeş ka rdeş o t u rd u l a r, sohbet ettiler. Görüntü sizi aldatm a s ı n . i n a n m ayan b u g ü n hayatta o l a n l ara
sorabil ir. F a t a g raf: Ç a $ k u n Aral a l m a l ı Elias P e t r a p o u l e s koleksiyonu

ların evinde. Ve Coşkun Aral da üşenmez: Bütün o anları ölümsüzleştirir.


Zülfü Livaneli, Abidin'den hem çok şey öğrenmiştir. Hem de Abi­
din'i asla unutmaz. Paris seferlerinde, Paris konserlerinde ilk durağı Cha.­
telet-Les-Halles ise, Theatre de la Ville'deki konser hazırlıkları için, ikinci­
si Abidin-ev-atölyesidir mutlaka, sohbet etmek için.
Abidinlerin kadim dostları arasında olan, ki bu son ev-atölyeyi Abi­
din onunla dolaşırken ve inşaat halindeyken bulup beğenmiştir, Altan Gö­
kalp, elbette ve en doğal biçimde bu ev-atölyenin düzenli "müşterileri" ara­
sına girmiştir. Ancak Altan'la ilişkiler "inişli-çıkışlıdır." Hele Güzin'le iliş­
kileri. Romanlık
Abidiniere düzenli olarak gelen Parisli dostları arasında Tülay Ger­
man ve Erdem Buri'yi de anmak gerekiyor. Tülay German ve Erdem Buri
ile Abidin'in "Aşık"larla ilişkiler dönemi de başlar: Aşık Nesimi Çimen,

Asi D i N D i N o
Sakıp Sabancı Abid i n'le, Abidin'in ev-atölyesinde Sabancı 'nın a rkasında pencereye doğru birkaç dost
daha var Güz in' le. M. Ş e h m u s G ü z e l Koleksiyonu

Aşık İhsani ve diğerleri ile. Abidin'in bu ilişkileri pek az kişinin ilgisini


çekti. Birkaç tanıklığa ve birkaç belgeye sahibim. Ancak bunlar uzun boy­
lu şeyler yazmaya yetecek kadar değil. Dolayısıyla Abidin'in bu az bilinen
yönünü daha ayrıntılı bir şekilde araştırmaya ihtiyacımız var. Burada Tü­
lay German'ın kitabını anmak lazım: Evet Tülay German, hayatının kimi
kesitlerini ve Paris yıllarındaki ilişkilerinin bir bölümünü Düşmemiş Bir
Uçağın Kara Kutusu isimli şirin ve bir içim su kitabında anlatıyor. Abi­
din'den de söz ederek. (Çınar Yayınları, İstanbul, 2 0 0 1 . Çok az bilinen ve
yayınlandığı zaman gereken ilgiyi yeterince göremeyen bu kitabın keşfe­
dilmesi lazım. r 9 6 o 'ların İ stanbul hayatına, dönemin birçok aydınının
çok az bilinen ilişkilerine birçok bakımdan ışık tutuyor. Bu kitapta anlatı­
lanları başka kaynaklarda bulmak mümkün değil. Çünkü Tülay Hanım da

PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


kalemi samirniyet ve dostlukla tutuyor. Kitabı okuyunca çok beğendim ve
"Tülay German: Bizimle altmışlardan beri" başlıklı bir makale yayınla­
dım: Fıratta Yaşam, 8 Temmuz 2002. Gaziantep'te yayınlanan bu müte­
vazı gazeteyi kaç kişi okudu? Bilinmez, ama bir iz bırakmak bakımından
iyi oldu. Görevimiz de bu zaten: Belki bir meraklısının gözüne çarpar, il­
gisini çeker. Kimbilir?)
Ülkeden Paris'e gelip gidenlerden bu adrese uğrayanlar arasında
Şakir Eczacıbaşı ve Sakıp Sabancı'nın da bulunduğunu Güzin'in anlattık­
larından biliyorum.
Sakıp Sabancı, Abidin'le tanışıp en doğal biçimde, abartısız ve en
sade tarzda, Adanalılık yani hemşerilik adına aralarında gerçekten dostluk
kurulduktan sonra Paris'i her ziyaretinde veya pek çoğunda Abidiniere uğ­
radı . Her zaman birkaç dost, tanıdık ve arkadaşıyla. Ve her zaman son de­
rece mütevazı bir hemşeri olarak. Konforu en az olan sandalyeyi seçerek,
bir kenarda otururak ve konuşmaları dinleyerek, uysal bir çocuk gibi ve sa­
natçılar arasında bulunmaktan son derece mutlu.
Yeri gelmişken anlatmalıyım, ama aramızda kalması şartıyla:
Aman şom ağızlılar ve dedikoducu takımları duymasınlar!
Abidinlerin ev-atölyesinde Türkiye'deki en sıradan orta halli bir
burjuvanın evinde bile bulunabilecek konfor yoktur. Bu, bugün de geçerli.
Öteden beri de.
Ne doğru dürüst iki koltuk ne doğru dürüst bir divan.
Altı üstü hepsi şu kadardır ev-atölyedeki mobilyanın:
Abidin'in oturduğu bir tür taht gibi bir koltuk: Tahtadan yapılmış:
El işi.
Bir de masanın yanında bir koltuk daha: Bu koltuk sanki dedemin
dedesinden kalmış cinsinden: Oturduğunuz zaman sırtınızı da dayamak
isterseniz yarı yarıya uzanmanız gereken.
Sonra iki sandalye: Türkiye'den getirilmiş ve muhtemelen "batan bir
kahveden" en son kurtarılanlardan. İskemle yani. Göz aşinalığımız var ya.
Başka? Ne başkası ? Bu kadarı yetmiyor mu?
Dört kişi o masa etrafında yemek yemeye kalkınca hacaklar mutla­
ka masanın ayaklarına çarpar, canınız acır. Doğru dürüst oturamazsınız.

ABi D i N DiNO
'

J �
.
-
ll

; (

Abidin ev-atölyesinın taraçasında Foıognf Guzon Dono

Mutfak ufacık bir köşedir: İçinde bir lavabo, bir buzdolabı, bir "cu­
isiııiere" ve küçüklerden küçük seç bir masacık Tamam hepsi bu kadar. Bu
köşeciğe iki kişi sığ(a)maz.
Bu evde kardeşim hiçbir zaman bulaşık makinası olmadı.
Onun için kimi karacahilin, kimi şom ağızlının Abidin'in " Paris
Hayatını" anlatırken "malikaneden" fi lan söz etmesi Paris'teki güvercinle­
ri çok güldürüyor: Çünkü onlar o binanın 9· ve r o . katında oturan Abidin
ve Güzin'in hali pür metalini her gün ve günde baş vakit görüyorlar. Ve bi­
liyorlar ki " Paşa torunu" bir çiledir çekiyor Paris nam kentte. Ve o " parizi­
yen ambiyans" vitrinieri süslüyor. Sadece vitrinleri.
John Berger'in bu evden yaptığı " F OTO KO P i " hem gerçekle örtü­
şüyor: Mekanın "darlığından" söz ettiğinde.
Hem de örtüşmüyor: Örneğin şu sahrlarda olduğu gibi: " . . . şık kıyafet­
ler (ikisi de kendi tarzlarında kusursuz birer moda yarabcısı gibi giyinirlerdi) . . . "

PAR iS : E K i M 1 9SZ'OEN ARALIK 1 99 3'E


Yani bu kadar da olmaz! Pes kardeşim:
Gömlekler ABD'den yüzde yüz Nesuhi Ertegün hediyesidir, ceket­
ler belli olmayan bir yerden, peki tamam gelin haksızlık yapmayalım diye­
lim ki Paris'teki mütevazı bir mağazadan veya Roma'dan, niçin olmasın,
pabuçlar İstanbul'dan: Yani özetle biz bu başbelası başkentte örtünrneye
çalışıyoruz Mister Berger eaşmuş bizi az daha manken yapacak. Ayol ken­
dine gel bre Engiliz!
Veya aynı Berger ev-atölyenin iki katlı olduğunu bilmeyerek ya da
bilmemezlikten gelerek şunu yazdığında: " . . . Paris şehrinin ressamlar için
yaptırdığı sanatçı stüdyolarını içeren büyük apartmanlardan birinin doku­
zuncu katında oturuyordu. "
Bir defa "stüdyo" denemez bu ev-atölye için.
İkincisi sadece 9· kat değil: 9· ve ı o . kat.
Belki hiçbir zaman üst kata çık(a)madı.
Bakın bu olabilir: Çünkü yukarısı Abidin'in çalışma ve yaratma ala-
nı dır.
Ve alt kattan merdivenle yukarıya varınca bir tür sahanlık, ama ge­
nişçe bir salıanlık çıkar karşınıza: Abidin işte tam da buraya bazen şövale­
sini kurar ve yaratırdı, bazen biraz ötedeki ve duvar dibindeki küçük masa­
sına oturur yazar veya çizerdi.
Bu genişçe yaratma alanından ve raflarıyla bir tür kitaplıktan sonra
küçük bir odaya varırsınız: O odanın duvarları da silme kitaplarla doludur
ve o odada bir yer yatağı vardır: Hemen işte canım, girer girmez sol kol üs­
tünde: Bu yatak Abidin'in yer yatağıdır. Zorlu yaratma gün ve gecelerinde
serildiği.
Bunu Mister Berger bilemeyebilir. Doğaldır bu. Bizi şaşırtmaz. Her
yazar çünkü geniş kır evlerinde serilemez yerlere: Beş oda senin sekizi yi­
ne senin. Mutfak hizmetçinin. Sekreter Clementine'e de şu küçük odacığı
bırakabiliriz belki.
Abidinlerde ise o küçük odadan sonra çıkılırdı o geniş taraçaya: Abi­
din'in en sevdiği çiçeklerle donatılmış halini bir görmeliydiniz Mister. Bir
de oradan Montparnasse Gökdelenini. Bir de gökyüzünü. Bir de güvercin­
lerini Paris'in. Ah! " Dostlar" ah!

ABi D i N DiNO
John Berger'in "fotokopi"si iyi çıkmamış.
Gelin isterseniz bir de Mine G. Saulnier'nin "çizdiği tabloyu" sey­
redelim:
" Paris'i kuşbakışı kucaklayan bir daire. Güzin ile Abidin'in evi. Tür­
kiye'den gelen lokumların, badem ezmelerinin ikram edildiği, duvarların
Abidin resimleri, yerlerin Türk kilimleri kaplı olduğu ve Türkiye'den gelen
dostların Türk sahillerinden taşıdığı çakıl taşlarının, değerli birer biblo gi­
bi sergilendiği yurt köşesi."
Nasıl?
(Mine Hanım'ın Abidin'le yaptığı uzun söyleşiye birazdan değine­
ceğim Üç bölümlük söyleşinin girişinde yazıyor bu satırları: Tarihi doğ­
ruysa bendeki Milliyet gazetesi kesitinin, bu söyleşinin birinci bölümü 17
aralık 1 9 93 'te yayınlanmış olmalı.)
İ şte bu ev-atölyede Abidin'den sonra Güzin'i yalnız bırakmamak
için onu düzenli ziyaret eden birçok kişi daha tanıdım:
Athena Daponte, Canan Gerede, H enriette Arbaş, Pierre Biro,
Fanchette Vafıadis, Marie-Jo, Pierre Chuvin, Michele Aquien, İbrahim Öğ­
retmen, Gül Ar, Madame Hackett ve isimlerini şu anda maalesef hatırlaya­
madığım daha başkaları . . . Bu artık ayrı ve farklı bir hikayenin konusudur.
Bu isimler Abidin geleneğinin, yani çok sayıda ama değişik ve baş­
ka dünyalardan farklı insanların gelip-gitmesi geleneğinin, Abidin'den
sonra da sürdüğünü gösteriyor.
Evet Abidin böyle bir insandı: Gelenleri kabul etmek. Dinlemek. Yi­
ne dinlemek. konuşturmak. Yine konuşturmak.

KARDEŞLERİ M
Evet, Abidin ülkeden gelenlerin anlattıklarını dinlemeye, onlara
sorular sorup gelişmeleri birinci ağızdan öğrenmeye çok meraklıydı. Ba­
yılırdı bu işlere. Gelenler de Abidin'le tanışmaktan gurur duyuyorlardı.
O denli sevilen ve o kadar ünlü biriyle, insan gibi bir insanla, büyük bir
sanatçıyla tanışmak gurur vermez mi? Yaşadığı mekanı görmek, nasıl ça­
lıştığını hayal etmek veya şanslıysanız ağzından dinlemek az şey mi sa­
nıyorsunuz?

PAR i s : EKiM 1 95 2 " D E N ARA L I K 1 99 3 ' E


Bunu bildiğim için Paris'te beni görmeye gelen bütün yakınlarımı
Abidin'i ziyarete götürdüm.
Önce en küçük kardeşim Mahmud Faysal Güzel geldi. Ve Faysal
için Abidin'i ziyaret birçok açıdan şarttı :
Oldum olası Abidin'i tanımak istiyordu Faysal: Resimlerini gör­
müş, ismini duymuştu. Çok iyi dostum olduğunu da biliyordu.
Öte yandan, Paris'e yaz tatilinin bir bölümünü geçirmek için gel­
meye karar verdikten sonra, Ankara'da bir lisede İngilizce öğretmeni olma­
sına rağmen bile bir türlü vize vermiyordu Fransa Konsolosluğu. Zaman
zaman böyle "sıkıştırırlar" vize işlerini, bildiğiniz gibi.
Ben ki Abidin'den kendim için tek kibrit çöpü bile istememişim yıl­
lardır, Faysal'ı getirmek için Fransa'da yapabileceğim bütün girişimleri ya­
pıp, çözüm bulamayınca, Abidin'den rica etmem zorunluluk haline geldi.
Çünkü o sırada, 199o'ın H aziran ayındayız, Fransa Cumhuriyeti'nin An­
kara'daki Büyükelçisi Eric Rouleau'dan başkası değildir. Ve O, Abidin'in
1 9 5 o 'lerden beri yakın dostudur. Mutlaka bir çaresini bulur diyorum. Bü­
yükelçi olunca insan.
Yeri gelmişken Abidin'in bana anlattığı bir anısını aktarayım:
Eric Rouleau, 1 9 5 o 'lerin sonunda ve r 9 6 o'ların başında Ortadoğu
üzerine araştırmaları ve ciddi makaleleleriyle Le M onde 'un en gözde gaze­
tecilerinden biridir. Türkiye'de Nisan r 9 6 o 'ta bot sesleri duyulmaya başla­
yınca, Abidin'e her zaman yaptığı gibi soruyor:
- Ne oluyor İstanbul'da, Ankara'da?
Abidin gayet sakin:
- Ne olacak askeri darbe geliyor. Ben senin yerinde olsam hemen
atlarım bir uçağa ve Türkiye'ye giderim.
Eric Rouleau Usta'nın sözünü dinliyor ve atlıyar ilk uçağa ve solu­
ğu İstanbul'da alıyor. Ve ilk kez bir askeri darbeyi birinci mevkiden izle­
mek olanağı buluyor. Böylece U sta'nın öngörüsüne hayran oluyor elbette.
Bu anı unutulur mu? Unutulmaz.
İşte dostlukları bunca eskiye ve somuta dayalı olunca Abidin'e Fay­
sal'ın vize işini açınca "Sen merak etme, bu işi olmuş bil, Rouleau'ya he­
men telefon ederim" dedi.

AB i D i N DiNo
Kardeşim M a h mut Faysal Güzel'le birl ikte Abid i n ' i ziyaret etti ğim izde G ü z i n çekti fotoğrafı m ı zı: ı 6
Tem m u z ı ggo'da. M . Ş e h m u s G ü z e l Kolek,yonu

Bir veya iki gün sonra Abidin aradı ve şunu söyledi:


- Şehmus, kardeşin büyükelçiliğe gitsin vizesi hazır.
Evet. Paysal, 27 Haziran 1 9 9 o 'da Paris'e vardığında hemen anlattı
nasıl krallar gibi karşılandığını büyükelçilikte. Annem de elbette teşekkür
babından bir kutu Hacı Bekir lokumunu almış ve Paysal'a ısrarla ve basa
basa sözcüklerinin üstüne "Varır varmaz ilk iş Abidin Bey'i ziyaret edecek­
sin ve tokumları götüreceksin" emrini vermiş.
Annesinin sözünden çıkmayan efendi çocuklar olarak, Paysal ve
ben, annemizin söylediğini aynen yaptık: 5 Temmuzda Abidiniere gittik:
Paysal, Prançoise ve ben.
Abidinlerde lokumların tadına baktık Güzin'in mis gibi çaylarını
içtik. ..
Sonra Paysal'ın arzusu üzerine Abidin'i ikinci kez ziyaret ettik: r6
Temmuzda. Akşamüzeri uğradık. Biraz sohbet ettik. Ve Paysal'ın arzusu üze-

PAR i s : E K i M 1 9 5 2 ' D E N ARA L I K 1 993 'E


rine sıra fotoğraf çekmeye geldi. Ben görevimi yaphm: Paysal'ın Abidin ve Gü­
zin'le ve Paysal'ın Güzin ve Abidin'le fotoğraflarını çektim. Paysal "havalar­
da:" Bir "yıldız"la, belki iki "yıldız"la fotoğraf çektirdiğinin farkında çünkü.
Tam fotoğraf aygıtını yerleştirmek üzereyken, Güzin şeytanın haca­
ğını kırdı. Ne yaptı biliyor musunuz? Bana bakarak,
- Ben de sizin fotoğrafınızı çekeyim bari dedi.
Güzin bir inisyatif alıyor. Bu an elbette tarihe geçmeli. İ şte onun için
yazıyorum ya. Ve Güzin, Abidin, Paysal ve benim fotoğrafımızı çekti. Tek ka­
re. Kardeşlerim inanın bana, o ana kadar Abidin'le tek fotoğraf çektirrnek bi­
le aklımdan geçmemişti, ondan sonra da geçmedi ya, Abidin'le birlikte gö­
ründüğümüz tek fotoğraf bu oldu: Yüzüm Abidin'e ve Faysal'a dönük. Ama
dikkatinizi rica ederim: Çeken herhangi biri değil: Güzin Dino'dur. İşin il­
ginç tarafı bu kadar da değil: Anamdan bıyıklı dağınama rağmen zaman za­
man bıyıksız aniarım da olmadı değil: İşte o fotoğraf böyle bir bıyıksız anım­
da çekildi. Evet bıyıksızım. Ve kendimi tanımakta zorluk çekiyorum. inanın
lütfen bana: Ben bile baktığımda o fotoğraftaki o genç adamı tanıyamıyorum.
Kim bu adam? Bıyıksız bir ben. Sonuç: Güzin belki beni bıyıksızken daha
çok seviyor olmalı. O halde kesmeli mi bıyıklarımı? Kesmemeli mi?
Paysal'dan sonra ortanca kardeşim Kahraman Gündüz Güzel Pa­
ris'e geldi. Onunla, Nisan 1 9 9 ı 'de Paris'e varışından kısa bir süre sonra,
Abidin'i 4 Mayısta ziyaret ettik.
Diyarbakır Üniversitesi Dişçilik Fakültesinde öğretim üyesi olan
kardeşimin, o gün anlattıklarının tümü Abidin'i sarıyar ve ilgilendiriyordu.
Sorular ve tekrar tekrar sorular soruyordu.
- Haa demek o öyle, bu böyle diyerek.
Veya:
- Hımm Diyarbakır demek o kadar büyüdü, o kadar kalabalıklaştı.
- Vay canına!
Abidin, Kürt meselesinde taraftı. Kürt halkının bütün kültürel hak­
larının tanınmasından yanaydı.
O gün veya daha sonra şunu söyledi örneğin:
- Türkiye'yi yönetenler, Kürdistan meselesini bir türlü çözernedik­
leri için bütün Türkiye'yi Kürdistanlaştırdılar.

ABi D i N DiNO J21


O gün ve daha sonraki günlerde Abidin, Gündüz ve ben saatlerce
sohbet ettik.
Paris'te Dişçilik Fakültesinde birkaç ay araştırma ve incelemelerini
sürdüren kardeşirole Abidin'i birkaç kez ziyaret etmek fırsatını bulduk ve
uzun boylu görüştük Epey fotoğraf da çektik o günlerde.
Ailemde Abidin resimlerine bayılanların başında kızkardeşim Se­
rap Güzel-Kuzu ve bir de Ahmet Rahmi Güzel var. Serap maalesefbir tür­
lü buralara kadar gelemedi henüz. Rahmi ise maalesef Abidin aramızdan
ayrıldıktan sonra Paris'e gelebildi. Çok kısa bir süre kalabildi. Elbette Abi­
din'in yaşadığı mekanı görmek ve Güzin'le tanışmak için ilk fırsatta Gü­
zin'e gittik.
Güzin, inanmayacaksınız belki ama gerçeği aynen yazıyorum burada,
kardeşimi bir sevdi bir sevdi ki anlatılamaz. O zamana kadar her istediğim­
de, "Hayır bugün ödünç veremem, yarın veya belki öbür gün bilmemkim ge­
lecek, o bu kitabı mutlaka görmek ister" veya bir sonraki görüşmemizde " Bil­
miyorum nerede? Birazdan bakarız" deyip unutturduğu ve daha bin bir ba­
hane ve mazeretle aylardır ödünç vermek işini süründürdüğü bir kitabı, Pa­
ris Okulu ve Türk Ressamlan, Paris: 1945-1960 isimli kitabı, ille Rahmi'ye he­
diye etmek istedi. Rahmi olmaz molmaz dedi ama Güzin'in, benim bile hiç
alışık olmadığım ve o zamana kadar hiç görmediğim bir şekilde, ısrarı üzeri­
ne almak zorunda kaldı. Benim ağzım bir karış açık tabii müsaadenizle. Son­
ra ona yine ve sadece ona Abidin sergilerinin afişlerinden de birkaç tanesini
hediye etti. Ben avucumu yalıyorum yine: Ve yine müsaadenizle.
Kardeşim yakışıklı çocuk, tamam ama benim gözlerimin önünde bu
tarzdaki bir ilan-ı aşk ta beni sarsmadı demesem yalan söylemiş olurum.
Güzin'in bana karşı vefasızlığına mı yanmalı? Yoksa aylardır bir türlü foto­
kopisini yapmak için bile ödünç vermediği kitabı (Ben o arada Güzin'den
umudu kesmiş, başka birinden ödünç aldığım kitabın tümünün fotokopisi­
ni yapmıştım bile: Bu kadar naza hangi "mecnun" dayanabilirdi?)onca ısrar­
la, evet onca ısrarla ve neredeyse zorla kardeşime hediye etmesine mi?
Neyse, Abidin'in öğrenciyisiz ve Nazım'dan beri kıskançlığın bi­
ze yakışmayacağını biliyoruz. Yarin yanağından gayrı her şeyi paylaşma­
ya da hazırız. Hele kardeş (ler) imizle. Ama bu olay bir kez daha Rah-

3 22 PAR i S : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


mi'nin benden çok daha yakışıklı olduğunu gözler önüne serdi. Bakın
buna çok canım sıkıldı.
Rahmi kibar insandır: Kitabın benim işi me yarayacağını bildiği için
kitabı bana hediye etti. Ama Abidin resimleri ve afişleri onda kaldılar: İyi
de oldu. "Abidin"ler şimdi Diyarbakır, Ergani, Ankara ve Antalya'da güze­
lim duvarları daha da güzelleştiriyorlar. Yaşasın U sta! Yaşasın sanat! Rah­
mi'nin şirin ve mütevazı bir Abidin koleksiyonu var: Resmi seven ressamı­
nı tanımak, yarattığı ve yaşadığı mekanı görmek ister. Birkaç eserine sahip
olmak ve onları zaman zaman seyretmek ise başlı başına büyük bir zevk.
Ve yolculuktur.

BocAziçi CAN I M I N İçi


I990 ve I 9 9I'de Abidin Fransa ve Türkiye başta pek çok kişisel ser­
gi açtı, pek çok toplu sergiye katıldı. Ve I 9 9 I yazı geldiğinde Güzin'le bir­
likte bir karar aldılar: A RTIK İ STANB U L'A DÖNMEK.
Ve Ağustos ayında öyle de yaptılar. Abidin daha önce I 9 5 2 'de terk
etmek zorunda kaldığı ülkesine defalarca dönmüştü. Ama Güzin I 9 54'ten
beri ilk kez dönüyordu. Hesabı kolay: Tam 37 yıl geçmiş aradan. Bir ömür.
Güzin anlatıyor:
" İstanbul'a o kadar uzun bir aradan sonra dönünce ilk andan itiba­
ren sırtımda bir kaşıntı başladı. Anlatamam Hiç bilmediğim cinsten bir
kaşıntı. Ve bu, üç gün sürdü. Nasıl bir kaşıntı. Dayanılamaz. Evet tam üç
gün sürdü ve üçüncü günün sonunda bir daha gelmemecesine yitti gitti. "
O kadar aradan sonra ülkenize dönün, çocukluk ve ilk gençlik yılla­
rının izlerini arayın. Sokak, cadde ve meydanlarında bıraktığınız sesleri ye­
niden ve yeniden duyun:
Taksim Meydanı ne çok değişmiş, bu gökdelenler neyin nesidir? İ ş­
te Beyazıt, işte Üniversite. Aaa Beyoğlu: Şurası Pera Palas değil mi? Şurası
Çiçek Pasajı. Minalara uğrasak mı? Azra ne alemde acaba? Erol Gü­
ney kimbilir kimledir: Belki Boğaziçi'ne gitmişlerdir. Haydi biz de oraya gi­
delim. Bir kenara oturur ayaklarımızı...
Yeniköy n e alemde? Ostrorog Yalısına karşıdan el sallar mıyız Gü­
zin? Rahmi Koç satın almış, onarmış, güzelleştirmiş duydunuz mu? Kim-

ABi DiN DiNo


bilir ne kadar güzel olmuştur? O güzelim fotoğraflarından daha güzel mut­
laka. Bu kesin. Yalılar yalılar yan yatmamış artık yalılar: Penceresinden de­
nize atlayabileceğiniz.
"Yüzerek Boğaz'ı Avrupa'dan Asya'ya geçmek. Sonra da Asya'dan
Avrupa'ya."
Bühin köprüler(iniz)e nanik.
Evet 1 9 5 2'de Ocak ayının soğuk bir ayrılık akşamında şuradaki ban­
ka oturmamış mıydık?
İ stanbul sadece bir Yeşilköy değildir tek başına.
Varır varmaz Şehnaz Akıncı'nın evine o yaz günü, hemen çıktılar:
O noktayı, "ayrılık çeşmesinin" hemen önündeki bankı bulmak üzere.
İstanbul silindiri geçmiş buralardan: Ve bank yok. Bizim bankımız
nerede? Ey! Yüce İ stanbul! Ey tarihierin beşiği bankımız nerede?
Şehnaz, orada Abidin ve Güzin'in arkadan bir fotoğrafını çekiverir.
Tamam bu Abidin ve Güzin'dir: Yüzleri biraz bize dönük ama daha çok ta­
rihe ve Boğaz'a.
Bank gitmiştir ve gidebilir, ama o iki aşık işte karşımızdalar. Tarih
kendi hesabını görsün İ stanbul'la. Biz hayatımızdan memnunuz. A 'dan
Z'ye Abidin Dino 'da 5 9 · sayfada o fotoğraf bize bakıyor, biz de Abidin ve
Güzin'e bakıyoruz.
1 952'de ne demişti Abidin, ayrılık saatlerine çeyrek kala:
- Biz buraya mutlaka döneceğiz. Birlikte. Belki biraz yaşlanmış ola­
rak ama yine geleceğiz Boğaziçi'ne.
Ve geldiler:
Abidin ayrılamaz artık Boğaziçi'nden. Günlerini Boğaziçi kıyıların­
da geçirmeyi yeğler. Yeniköy'de Şehnaz Akıncı'nın evinde. Bebek'te Bebek
Otel'de kalır. Derin bir soluk alır, sonra iki, sonra peşpeşe soluklar alır.
Sonra çıkar.
Bakın ayakkabılarını Emirgan'da boyatır. Boyacıyla ahpab bile olur.
Birbirlerine çay bile ısmarlarlar.
Abidin çayı çok sever: Rumelihisarı'nda çay içer, yanında bir simit­
le. Bu 1 9 3 o 'lara derin bir yolculuktur. Arif Dino ile Pikret Mualla ile Pikret
Adil'le. Abidin "Voyvo" seslerini duyar. Nazım Hikmet'i görür: Arkasında-

PAR i s : E K i M 1 952'DEN ARA L I K 1 99 3 ' E


ki "takımıyla." Birlikte İpekçilerin Film Stüdyosu'na kadar yürürler. Aaa bu
geçen Jean Ostrorog olmasın? Galata Mevlevihanesi'ne gidiyor kuşkum
yok hiç. Zaten Jean arada bir " Ben biraz da Mevleyim" demiyor mu? Gala­
ta Mevlevihanesinde Neyzen Tevfik'e bile rastlamak mümkün: " Hiç! "
Yüksekkaldırım'dan Tünel'e doğru gitmeye n e dersiniz? "Voyvo"
sesleri kesilmedi henüz. Bir voyvo da bizden. Karşıdan biri cevap veriyor.
Kim ola? Yaşar Kemal mi yoksa? Evet ta kendisi: Bu " Deli Oğlan" da her
yerde: İstanbul artık ondan sorulmuyor mu? Haydi o zaman onunla Be­
bek'e gidelim. Tavukgöğsünün en iyisi orada yeniyarmuş artık.
Sonra Tarabya kıyılarında yürürüz: Güzin'in ilk gençlik yıllarıyla
randevumuz var. İşte şuradaki çay bahçesinde. Yanında belki Celal. Belki
Zinnur ile Vahit. Ama hiç belli olmaz: Belki bütün güzelliklerini takmış ta­
kıştırmış Mina, Azra, Sabiha, Şükufe, Bihterin ile. Şu yat, kıyıdaki, bizim
için mi? Bu gençlik bizimki mi? Boğaziçi hasretini çeken bilir. Boğaziçi
hasreti giderilemez. Kalır.
Karşıdan geçen Melih mi?
Evet Melih. Melih Cevdet Anday ile " Cennet' e gitmeye ne dersiniz?
"Cennet Bahçesi"ne canım anlayın artık ne olur. Dünyamız değişti
bu kesin. Burası ne Paris'in yalnızlıklar ve sıcaklar altında ezilen küçük
meydancıklarına benzer, ne de küçük mahalle parklarına. Boğaziçi karde­
şim " Dünyanın en geniş caddesidir." Biline!
Ferman buyruldu yürüyelim. İ şte " Cennet Bahçesi." Kapıda bizi
karşılamaya çıkanlara bakar mısınız lütfen? İ şte Sait, Sait Faik canım kar­
deşim, Orhan Veli, aaa Oktay bile gelmiş. Yanında " Sabiş." Ve küçücük Sa­
mih Rifat. Görmeyeli çok büyümüş. Bir fıdan gibi boy atmış. Ne güzel.
Melih Cevdet Anday bu, serde gazetecilik var ya, Abidin'i konuştu-
ruyor:
"Yaşlandık ama ruhumuz genç" diyor Abidin. Der. Sonrasını Melih
anlatıyor:
" Onun isteği üzerine Kuledibi'nde buluştuk. Fakat televizyoncular
yakamıza yapıştıkları için çaresiz, programımızı özgürce uygulayamadık
Yakalarımıza birer ses alma cihazı takıldı. Ne konuşsak kayda geçiyor. Bir
ara Abidin,

An i D i N DiNo
- Yaşlandık mı Melih, diyecek oldu. Yakasındaki cihazı gösterdim,
Abidin hemen toparlandı,
- Ama ruhumuz genç, dedi.
Kameralar eşliğinde, Galata Kulesi, Cennet Bahçesi, Çiçek Pasa­
jı'nda dolaştık, sohbet ettik. Çiçek Pasajı'nda beyaz şarap içip, yemek yedik.
İ şte o gün İstanbul gezimiz böyle sona erdi dostumla. Kalktık. "
Biri yazar, şair, düşünür, biri ressam, yazar ve şair ve heykeltraş ve
sinema ustası iki dost İ stanbul mekanında dolaştılar. Anılarıyla ve kamare­
lara rağmen delikanlıca.
O İ stanbul gezintisi sırasında ve süresince Coşkun Aral oradaydı.
En güzel fotoğraflarını Abidin ve Melih'in O çekti: Cennet B ahçesi'nin
kapısında. Cennet'te. İki arkadaşın bir çay bardağını paylaştığı anda.
Hem neden bir çay bardağı iki kişi için? Lütfen açıklar mısınız? Çay iç­
meyi rededen kim?
Çiçek Pasaj ı'nda beyaz şarap şişesi tamam. Markası bile okunuyor.
En iyisinden bir şişe şarap seçilmiş. Yemekler de anlaşılan pek lezzetli. O
kadar ki Melih'in sağ elinde kalemi, yemeğe başlamak üzere ( ! ) : Bizde ya­
zarlar kalemleriyle yemeklerini yerler: Hele Çiçek Pasajı'nın şirin minik
lokantalarında. Abidin'in sağ elinde şarap bardağı. Hemen önde iki bardak
daha. Kimlerin? Biri mutlaka Coşkun Aral'ın. Öbürü kimin? Kamerayı tu­
tan elierin sahibinin olmasın? Pasaj sakin. Dipte birasını içmek için otur­
muş bir genç ikiliyi izliyor. " ( . . . )ne Restaurant''ı okunan lokantanın için­
den ise bir genç seyrediyor, ayakta.
O gün çekildiği belli iki fotoğrafı daha var Abidin'in.
Birinde, bu kez tek başına: İki eli iki cebinde. Başında yazlık şapka­
sı, mavi gömlek ve şık kostümü içinde. Düşünceli.
İkincisinde sağ eliyle bir balkanun belki bir taraçanın tırabzanını
tutmuş, şapkayı çıkarmış, saç dağınık, dipte, derinlemesine bir görüntü:
Boğaziçi'ne hakim. Şehnaz'ın evinde çekilmiş olmalı.
Çok iyi oldu bu. Biz de zaten oraya gitmek istiyorduk Evet Abidin Me­
lih'le Cennet senin Cehennem de benim diyerek İstanbul kazan sen kepçe
dolaşırken, Güzin boş duracak değil ya. Canım o da kendi arkadaşlarıyla teş­
rik-i mesai yapıyor: Şehnaz'ın evinde, belki İstanbul Abidin Dino Müzesi de-

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALIK 1 99 3 ' E


rnek lazım bu eve, çünkü evde o kadar "Abidin" var ki, bütün duvarlar "Abi­
din"lerle donatılmış:
İşte fotoğrafımızda kimleri görüyoruz: Bir divanda Emel Batu ve Gü­
zin sarmaş dolaş, ikisi de tebbessüm ediyor. Emel Hanım gözlüklü, saç ar­
kadan şık bir eşarpla bağlanmış. Güzin sol eliyle alnını tutmuş, arkalarında
çok hoş gülen bir Şehnaz. Hoş. Peki fotoğraf ı kim çekti? O gün başka kim­
ler geldi? Paris anıları gelmiştir: Buna kuşkum yok. Ama daha daha kimler?
Abidin, İstanbul'a gelecek ve Mehmet Ali Aybar ile eşi Siret Ha­
nım'ı aramayacak Olacak şey mi bu? Ve işte böylesine sevimli bir ortamda
bir gece ne olduysa hangi sinek bizim iki " Kurdu" ısırdıysa, Güzin'in ve Si­
ret Hanım'ın gözleri önünde bir " citations " kavgası başlattılar, sanırsınız
1 9 3 o 'lardan kalma bir "münazara."
Güzin'le konuşuyoruz:
M Ş G : Aybar'la Abidin'in kavgası hangi konularda ve nasıl oluyordu?
G D: Bir konuda birbirlerini ikna için her biri bir taraftan başlıyor-
du: Aybar, " İşte filan tarihte Marks şunu dedi" diyerek kendi tezini savu­
nuyor. Sonra Abidin alıyor ve "Yok o mesele senin dediğin gibi değil, ni­
tekim bak falan tarihte Lenin bilmemkime yazdığı mektubunda o konuda
şunu söylüyor."
Abidin Lenin'i Aybar'ın elinden kurtarmak istiyor.
M Ş G : Aybar o günlerde "leninist parti modelini' yerden yere vur-
mak arzusuyla bindiriyor Lenin'e. Bu konuda bir kitap bile yazdı.
GD: Ha? Bilmiyorum onu.
M Ş G : Aybar'la başka neler yapıyordunuz?
G D : Aybar davet ederdi bizi. G elmemiz için ısrar ederdi. Aybar
rak ı içmeyi severdi. Abidin'in içmesi için de ısrar ederdi. Ve arada bir
Abidin'e biraz da takılırdı: " Ben kaçıncı kadehteyim bak, oysa sen hala
birinci kadehtesin." Bense Abidin'in s ağlık sorunları nedeniyle tedirgi­
nim. Abidin'i kontrol altında tutuyorum. Korkuyorum sağlığı bozula­
cak diye.
M Ş G : Aybar'ı nasıl buluyordunuz o günlerde?
G D : Mehmet Ali Aybar çok yalnız bırakılmıştı. Tamam sertti filan
ama o kadar yalnız bırakılması da ayıptı.

ABi Di N DiNO
ORHAN PAM U K
Güzin Orhan Pamuk'un annesi tarafından akrabası olduğunu he­
nüz bilmediği günlerden birinde yaşadığı bir olayı anlattı, sonra da Orhan
Pamuk'la tesadüfen İstanbul'da karşılaşmalarını:
" Gülgün Basmacı-Üstündağ ve eşi OECD nezdinde Türkiye temsil­
cisi, bir akşam evinde yemeğe davet etti bizi. Masada on kişi kadarız.
Zülfü de (Zülfü Livaneli. M ŞG) var. Bir ara konuşurken, Orhan Pa­
muk'a sözü getirdi ve 'Nihayet bizimde büyük bir romancımız var. İlk bü­
yük Türk romancısı' filan deyince. Benim tepem attı. Ama yine de fazla
abartmadan kibarca 'O kadar da değil canım" falan dedim. O sırada tartış­
ma başladı. Ve Abidin de beni destekliyor.
Tartışma sürerken, Zülfü, dayanarnadı ve Abidin'e sordu:
- Hangi kitabını okudunuz?
Abidin'in yanıtma ne dersiniz? Aynen şu:
- Hiçbirini.
Zülfü üsteliyor bir kez daha:
- Peki o zaman nasıl eleştirebilirsiniz, niçin eleştiriyorsunuz?
Abidin kendini haklı çıkarabilmek için şunu söyledi:
- Güzin eleştirmen, bu işleri biliyor, ayrıca eşim de, onu destekle­
rnem doğal.
Neyse tartışma nasıl sonuçlandı pek hatırlamıyorum. Ama yemek
bitişinde, salona geçtik. O sırada Gülgün bana ne dese beğenirsiniz:
- Biliyor musun, Orhan Şükufe'nin oğlu.
O zaman bir çam devirdiğimi anladım ve geri adım atıp işi tatlıya
bağlamak için bir şeyler geveledim ama iş işten geçmişti ve Gülgün de za­
ten fırsatı kaçırınadı ve taşı gediğine koydu:
- Yok yok dediğini dedin artık geri alma!
Yakında İ stanbul'a döneceğini de biliyorum Gülgün'ün. O zaman
beni bir ateş bastı ve ona şöyle dedim:
-Bana söz ver, Orhan'a hiçbir şey söylemeyeceksin tamam mı!
Gülgün peki meki dedi ama bir türlü içime sinmedi. Neyse . . .
İşte İstanbul'da olduğumuz bir sırada Enis Batur ile Samih Rifat'ın
belgeseli için sokaktayız. Abidin'le Çiçek Pasajı karşısında bir yerdeyiz sa-

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARA L I K l 99 3 ' E


nırım, tam o sırada da Orhan karşıdan geliyor. Rastlantı bu kadar olur ya­
ni. Belgeselin çekiminde O da bizimle bir parça kaldı. Sonra Orhan, ' Sizi
yemeğe davet ediyorum' dedi. Zaten akşam olmuş. Bizi ' Hacı Abdullah'a
götürdü. Yemekte sohbet sırasında Orhan:
- 'Gülgün teyzem söz etti sizden' deyince ben de şafak attı:
- Umarım her şeyi anlatmadı? diye soruverdim.
Orhan bu kaçırır mı fırsatı gülerek ne yanıt verse beğenirsiniz?
- Anlattı anlattı her şeyi anlattı.
Ve durumu anladık. Orhan'la işte böyle bir maceramız oldu ve işte
böyle tanıştık. Sevimli çocuk elbette. "
Enis Batur v e Samih Rifat'ın gerçekleştirdiği ve b u iş için yanılını­
yorsam Aralık 1 9 9 2'de Paris'e kadar geldikleri ve Abidinlerde çekim yap­
tıkları ve "Gerçeğin Peşinde Otuz Yolcu" genel başlığı altında izleyicilere
sunulan " Simurg" belgeselleri dizisinin ilki olarak TRT'de 14 Ocak
1 9 94'te gösterilen " Düşlerin Rengi" başlıklı birinci belgeselde Abidin'in
Güzin ve Orhan ile İstanbul gezintisi de yer alıyor. O zaman belki diyo­
rum, Orhan Pamuk'un Abidinlerle karşılaşması rastlantı değil de " senar­
yo" gereğiydi. Belki.

G n i N DosnAR
Abidin ve Güzin 1 9 9 1 yazından itibaren 1 9 9 2 ve 1 9 9 3 'te de döndü­
ler İstanbul'a. Boğaziçi'ne ve dostlarına. Bu üç yaz süresince birçok dost ve
akrabayla yeniden görüştüler.
Örneğin Turhan Selçuk'la, kardeşi İlhan Selçuk'la ve Cumhuriyet ai­
lesinin diğer çocuklarıyla. Abidin'in arkasına elle yazdığı "Turhan Sel­
çuk'la" fotoğrafı bende: İki ustadan Abidin diğerinin kendisine armağan
ettiği albümü karıştınrken çekilmiş. İkisi de ayakta. Bir şövalenin önünde.
Turhan Selçukların evi mi?
Bu arada Büyükada'da Tiraje Dikmen'de kaldıkları günlerde Tira­
je'nin komşusu ve iyi dostları Oral ve İpek Çalışlar ile de tanıştılar. İkisini
de çok sevdiler. Birçok ortak anıları var. Hele Güzin'in. Oral ve İpek'le
S B F'den arkadaşlığım vesilesiyle, bu, beni daha özel ve yakından ilgilendir­
di ve sevindirdi elbette. Ortak dostlarınızın karşılaşması ve birbirlerini be-

AB i D i N D i N o
ğenmeleri ne hoş bir duygudur. Oral'ın Paris'e geldiğinde zaman zaman
Güzin tarafından davet edildiğini de eklemek lazım.
Bir fotoğrafım daha var: Rasih Nuri ileri, Abidin ve Ziya Şav bir ara­
da. Güzin arkasına elle " 1 9 9 3 . İstanbul. Richmond Hôtel" diye yazmış.
Ancak fotoğrafhiç bir otel salonuna veya odasına benzemiyor: Örneğin
altı koltuk görünüyor, üç ayrı sitilden. Perde var, hasbayağı kaliteli ve hiç otel
perdelerine benzemiyor. Arkadaki duvar baştan sona ve tepeden tırnağa kitap­
lada kaplı. Kitaplar öyle sıradan ve her yerde bulunabilecek türde kitaplar da
değil: Cildi, "eski," kaliteli ve hayran olunacak kitaplar. Raflarda kitapların
önünde ve kitapların lütfen müsaade ettiği ölçüde fotoğraflar var: Çerçevelerin­
de. Öyle bir iki tane de değil. Sayıyorum: En az on tane. Bunlar seçilebilenler:
Hani daha yakından baksam tanıyabileceğim yüzler bunlar. Görülebilenler sa­
dece fotoğraflar da değil: Birçok da tablo var: Yine rafların önünde veya kitap­
ların üstüne asılı. Eee o zaman burası otel motel olamaz. Peki neresi?
Adını andığım üç kişiye bakalım şimdi isterseniz: Rasih tebessüm
ediyor. İ nce ve şık bir kazak mı (?) ne giymiş. Ziya Şav'ın sırtında bir polo.
Abidin ceketli: Hani neredeyse artık alıştığımız " İstanbul giysileri" içinde.
Ve çok dikkatli bir biçimde bir kağıda bakıyor: Yüzde yüz Rasih'in verdiği
bir belgeyi inceliyor. Rasih'in sağ elinde başka bir belge. Sol elinde kitap­
lar, defterler(?). Ziya Şav her zamanki gibi şaka yapmaya ve kahkahalar at­
maya hazır. Ve karşısındaki biriyle konuşuyor gibi. Evet burası olsa olsa
Rasih'in evi olabilir. Richmond Hôtel değil.
Nitekim rastlantı diye ben buna derim: Rasih Nuri ileri, bana yaz­
dığı ro Ekim 2oo6 tarihli mektubunda sanki o anı anlatıyor:
"Abidin'le Güzin bana geldiler. Abidin, ' Bunu göster, şunu göster,
bu kaldı mı, şu duruyor mu? diye arşivimi, koleksiyonumu görmek, Gü­
zin'e göstermek istedi. Pasaportundan evlenme cüzdanına kadar her şey
bendeydi. O günlerde Güzin ağır hastaydı. Adeta depresifbir haldeydi. Bil­
mem şimdi hatırlar mı? Güzin de bunların hepsine baktı ve birdenbire ' İyi
ki Rasih'e vermişiz, Abidin'de kalsaydı çoğu yok olurdu' deyiverdi. Güzin
de her şeyi adeta tapareasma saklardı, böyle ortak bir yönümüz vardı. Yine
de bu değerlendirmesi büyük çapta doğruydu. Bu, Abidin'le son görüşme­
miz oldu. Vefatından birkaç ay önce gelmişlerdi bana."

33° PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K 1 99 3 ' E


Peki yukarıda anlattığım fotoğrafın arkasına Güzin neden el yazı­
sıyla " 1 9 9 3 . İstanbul. Richmond Hôtel" yazmış? Bir dahaki sefere Güzin'e
sormalı. Bakalım ne diyecek?
Rasih'in tebessümünün anlamını ise ancak böylece çözebiliyoruz:
Canı kadar sevdiği sevgili dayısını nihayet evinde misafir edebiliyor. Bu­
nun da önüne kimse geçemez. Ve anılar silinemez. Frenk malı mürekkep­
lerle. Veya Boğaz'ın en kötü huylu akıntılarının başa bela ettiği "dünya yü­
zündeki çatlaklarla:" Evet Abidin "bu dünya" dizisinde çok "dünya çatlağı"
çizdi. Ama bu, bütün bildiklerimizi bu "kara delik"lerde aramamız gerek­
tiği sonucunu çıkarmamızı gerektirmez. Ne münasebet! Herkes köyüne.
Köyü olan elbette.
Sonuç: Sübjektif tarih yazmak artık na-mümkün.
O günlerden bir dost daha iki satırla anımsıyor Abidin'i. Bu, Zey­
nep Avcı'dır:
" ... 1993 yaz sonu. Akdeniz kıyılarında antik Olympos kentinin yeni
köyü: Çıralı. Engin denizin kıyıcığında bir motel. Matelin şirin odasında
Abidin ile Güzin. Çevrede yüce, coşkun yeşillikler. Yeşilliklerde dolanan
bir sürü kuş türü arasında albino tavus kuşları. Kuyrukları açıldı mı nice
dantel örtüye 'pes' dedirtiyor. Lekesiz beyaz tavuslar, çığlıklar atarak Abi­
din'le flört ediyorlar. Abidin en babayiğit tavus kuşunu karşısına alıp res­
mediyor. Sonra Abidin elini uzatıyor, tavuş kuşu o ele başını uzatıyor. Ke­
di gibi başını okşatıyor. Olacak şey mi? Derken öğle uykusu için Abidin ile
Güzin odalarına çekiliyor. Şaşkınlık dolu bir çığlık. Tavus kuşları Abidin'in
yatağına çıkmış lar, niyetleri kediler gibi ayak ucuna kıvrılıp uyumak .. Gü­
zin hafifçe itiraz ediyor. Tavus kuşları dinlemiyor. Abidin'in suratında sı­
cacık bir gülümseme. Bir tavus kuşları kalmıştı ellerine vurulmayan, işte o
da oldu.
Abidin son randevusundan bir süre önce, Çıralı geceleriyle bir "an"
daha geçirir:
"Çıralı'nın geceleri, çıldırasıya kokular, yıldız kaynaşması, apaçık
gözlerle görülen. . . (Ölüm mü? Ne Buluş! s. 57.)
Abidin güneyden döner gelir İ stanbul'a. Sonra yeniden Paris'e gi­
der. Sonra tekrar döner gelir İstanbul'a. Vurgunudur bu kentin.

ABi D i N D I N O 3 31
Dinolar, Metin Deniz'in galerisi M D ' de açılacak sergi için İ stan­
bul 'da iken M etin Deniz tarafından M as M atbaası ' na getirilirler.
Abidin'in Türkçede ilk kataloğu basılacaktır. M atbaanın yöneticilerinden
Lokman Şahin'in hafızasına yerleşen bir görüntü vardır: Matbaanın mer­
divenlerini çıkan ve sonra inen, elele tutuşmuş şirin ve sevimli bir çift.
O gün çekilen fotoğraflar bile vardır. Ve bir gün fora edeceklerdir: İstan­
bul'da Taksim Meydanı'nda:
Bu kent bizim kentimizdir diyecekler: Avaz avaza bir coşku. Çığlık
çığlığa bir gençlik ellerinde ellerimizle.
"İstanbul tüm su, yani deniz. Denize karşı kurulmuş az mı kent var
dünyada? Fakat deniz karşılarında hepsinin, şehir bir yanda, deniz öte yan­
da, sadece bir manzara, göstermelik.
Oysa, İ stanbul denizle iç içe, deniz İstanbul'un hacakları arasında,
kollarına, başına sarılmış, beline dolanmış, ağzından girip burnundan çık­
mış, içli dışlı . . . Öyle olunca, insanları, yani İstanbullular da ister istemez
bir başka: Biraz gemici, biraz dalgıç, biraz balık, biraz martı, hatta karaba­
tak, biraz da akıntı, bir o yana, bir bu yana, dolanıp dururlar iniş yokuşlar
üstünde, telaşlı. Bir de zülyen boyalı gemiler birdenbire yatak odanıza gi­
rerler, selam sabah demeden." (Ölüm mü? Ne Buluş! s. 40-4 1.)
Ne olursa olsun bu bizim İstanbul'dur. Evet İstanbul bizimdir. Ve
İstanbul dost yatağıdır. İstanbul dostların toplamının en somutlaşmış hali­
dir. İ stanbul canımın içidir. İstanbul dillere destan bir Boğaziçi'dir.
Hangi yaz bilinmez, insanoğlunun zaman cetveli 1 9 9 2 yazma işaret
ediyor, bilmem inanalım mı, çekilmiştir bir resim: Abidin dostlannın arasın­
dadır. Dostları Abidin'in taaaa derinliklerinde. Abidin'dir bu: Bu manzara,
bu dost akıntısı içinde duygulanır, boğazında bir şeyler düğümlenir.
Abidin der ki " Gırtlağımda türnceler düğümlendi. "
O zaman işte fotoğraf konuşur. Fotoğraftaki dostları:
İşte en önde Amelie Edgü, bir koltuğa oturmuş ve kızı Esma anne­
sinin dizlerinde ve annesine sarılmış: İkisi de mutlu ve gözlerinde sevinç
dalgaları. Ferit Edgü biraz ötede, ayakta ve anlaşılan o an yalnız. Sadece o an.
Hemen yanı başında Cevat Çapan: ı 9 6 9 'un delikanlısı. Yanındaki
bayan eşi mi?

3 32 PA R i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Mina Urgan, hemen Abidin'in önünde. Ve Abidin'in sesini duyu­
yorum: "Gözlerini topla Mina! "
Abidin burada Güzin nerede? Güzin'i gören var mı? Fotoğrafı çe­
ken Güzin olmasın? Yok canım o kadar da değil. Peki nerede ayol?
Tam ortadaki Sencer mi? Sakal bembeyaz. Saç ta. Önünde ahır­
muş biriyle konuşuyor.
Ohırmuş olanın yüzü ona dönük. Bize arkası dönük: Ama bu yüz­
de yüz Selçuk Demirel. Eğer bu Selçuk değilse o zaman Haldun Dostoğ­
lu'dur. Arkadan birbirlerine ne kadar çok benziyorlar. Ş aşarsınız.
Peki Sencer burdaysa Sevgi hanım da burda olmalı.
Onat Kutlar, sevgilisiyle sarmaş dolaş.
Şehnaz Akıncı Şakir Eczacıbaşı'nın yanında.
Şakir Eczacıbaşı işinin eh li: Baksamza fotoğraf makinası boynun da.
Ötede bir yerde Abidin'in hemen bitişiğindeki Ziya Şav mı?
Ziya Şav burdaysa Rasih neden yok?
Harnit Bahı orada mı? Emel Bahı yanında olmalı o zaman.
Evet kardeşlerim o gün orada o toplulukta otuz kişi sayabildim.
Bir de fotoğrafı çeken: Mutlaka Coşkun Aral'dır diyorum.
Herkesi tanıyabildik mi? Hayır maalesef. Kabahat sadece benim
değil. Önümdeki fotoğrafın(!) Ayıp ediyorum! Çünkü bu fotoğrafa laf yok
kardeşim. Bu fotoğraf çünkü tek karede Abidin'i almış bütün tarihiyle yo­
ğuruyor.
Hüzün var havada. Tebessümler yüzlerde "asılı." Yarım yamalak.
Abidin sözü alıyor o zaman:
"Beykoz'a geçmiş gibi bir şey, nefes almak. Rumelihisarı'nda kıyı­
nın bir kıvrımı, Baltalimanı'nda dalgaların telaşı, bulutların bunca alçaktan
geçmesi tepemizden, bir de üst üste, alt alta, beni kavalayan sarı taksiler."
"Olympos'ta denize girerken, içimde bir mini-deniz varmış demek!
Belki?"
"Ölümü sakın adam yerine komaym, yoksa kendini bir şey sanabilir.
Tek sorun, çıkış kapısını fazla itişsiz kakışsız tutturmak."
Boğaziçi'nde olduktan sonra akan gözyaşlarının su baskınına yol
açması olasılığı azalıyor.

ABi D i N D i N O 333
Elveda İ stanbul! Elveda Boğaziçi'm. En mutlu olduğum bir anda se­
ninle vedalaşmaya geldim. Beni aniayacağını ümit ediyorum. Elveda Yeni­
köy. Tarabya. Elveda gençliğim. Bogaziçi'nin balıkları elveda. Taşlarını tek
tek tanıdığım "dünyanın en büyük caddesi" elveda. Narmanlı Yurdu yine
görüşmek üzere. Sansaryan Han/ siclik kokularını al/ ve başına çal. "Tabut­
lukların" senin olsun. Kenef! Copunu koluna bacaklarına, falakanı tabania­
rına ayaklarının. Zulmün batsın! Duvarlarındaki kan izleri bizim çünkü.
Yeniköy'deki iskelenin yoğurtçusunun yoğurdu, seni hiç unutmayacağım,
damağımda tadınla. Yaşar Kemal'in buğulu levreklerini, Azra'nın yeni
evindeki yeni adamı: Perdeleri gıcır. Gül'ün kedilerini. G alatasaray tutku­
sunu. Adana'nın İ stasyonunu. Taş Köprüsü'nü. Taşları yoldan veya yolları
taştan sokaklarını unutursam bana da Abidin demesinler! Yosun tut­
muş yalı merdivenleri ve yalı taraçalarında güzelim G 'lerle. Ostrorog Yalı­
sı ve "müşterilerini. " Sokakta Harp Var: Kemal Ahmet'i. Neyzen'i. F. Cela­
lettin'i. Boğaziçi'nde koca yalıda, ana, baba, teyze, dayı, enişte, küçüklü bü­
yüklü akraba-taalukat, o bir içim su genç kızlar, Nermin, Pervin, Nesrin,
Julide, Cemile, Celile. . . Bana ayrılan zamanı çizerken sizlerle olmak. Unut­
mayacağım. Kız Kulesi sil gözyaşlarını. Ü sküdar hoşça kal. Hoşçakal Hay­
darpaşa Gar'ı. Yeni sürgünlere Anadolu kapısı elveda. Selimiye Kışlası sen
de sil gözyaşlarını: Zulmün sonu gelecek merak etme, sen de o günleri(mi­
zi) göreceksin. Beklemeyi bilebilirsen. Bekletirlerse: Kazmaların saldırısı­
na uğramadan! Analar artık çocuklarının başında bit aramayacaklar seni
terkettikleri zamanların bitiminde. Elveda Caddebostan: Nazım merhaba.
Yoldaşım tek. Zamanların peşinde zamansız. Orhan Kemal merhaba. Bak
ne güzel "Avare Yıllar"ımızda beraber burda beraber. Leyla Abla merhaba.
Merhaba Celal. Melih. Ben de bir "Garip"im: Kel'den bu yana. Orhan. Ok­
tay. Sait merhaba. Ahmet Dino merhaba. Arif nasılsın babam. Geliyorum
üç vakte kadar. Açın kapılarınızı. Pencerelerinizi. İstanbul'la vedalaşmam
bitsin: Göreceksiniz yine kuracağız o güzelim ailemizi: Kendi gülme nö­
betlerinde kaygısız Cenevre günlerinin çocukluğunda dadı sinemalarım
merhaba. Babam, " silme sağır babam" benim merhaba. Saffet anam kapı­
na kapandım: Ayaklarının güzelliği terketmedi beni seksen yıl. Seksen yıl
ana dile kolay. Beyazbembeyaz gecelerimde öksüz ve yetim kaldım sensiz

334 PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N A RA L I K l 99 3 ' E


kalmadım ana. Geldim işte yeniden bir erken inen şafak vaktinde kapına
dayandım yeniden ana, sar beni ana sarrrrrr. . .

" İ sTA NBuı'uN TAm DAMAG I M DA KAıor. O TAT D A BANA YETER"


Bunu söyleyen Abidin Dino'dur. Mine G. Saulnier ile yaptığı bir şi­
rin söyleşide. Mine kim? Mine Kırıkkanat Mine Gökçe. Yapma yahu? Evet
hepsi aynı gazeteciyi gösterirler bu dünyada. Muhtemelen öbüründe de.
Bu kadar sık ve çok "marka" değiştiren başka kadın yoktur diyeceksiniz.
Hayır var diyeceğim. İşte Nermin Sılay-Abadan- Unat. O kadar ki hiç kim­
se Nermin Hanım'ın kızlık soyadını bilmez bile. Mine'nkini bilen kaç ki­
şi var? Tamam mı kardeşim Mine işte bu kadın. Yahu diyorum ya işte o bil­
diğiniz kadın. Gömlek değiştirir gibi gazete değiştiren. MecburiyeHen mut­
laka. Bir itirazımız yoktur bu alanda. Köşe yazılarıyla birçok insanı deli
eden kadın. Kanatları kırık belki ama morali dehşet. İşte o anlı gazeteci
Abidin'le son zamanlarındaki en iyi söyleşilerden birini, bana kalırsa en
iyisini yaptı. Şimdi, biliyorum, bir sürü şom ağızlı şunu diyecektir:
Söyleşi güzel çünkü Abidin'in söyledikleri çok güzel. Doğru. Ama
Abidin'i konuşturmayı düşünen kim? Abidin'i söyleşiye ikna eden kim?
Abidin'le söyleşi için zamanını veren kim? Abidin'le yaptığı söyleşiyi kağıda
döken, düzelten, yayınlanır hale getiren kim? Ve hepsinden önemlisi o ka­
dar güzel soruları soran kim? Sen misin şom ağızlım benim. Kes dedikodu­
nu ve sen de çalış! Daha yapılacak dünya kadar şey varken yapılanların üs­
tüne tükürme. Tükürdüğünü yala şom ağızlım benim. Başımın belası.
Mine G. Saulnier, tamam tekrar kaldığımız yere döndük, Abi­
din'le yaptığı şık söyleşiyi o sırada çalıştığı Milliyet'te belki 17 Aralık belki
18, 19 ve 20 Aralık 1993'te yayınladı. (Tarihler konusunda emin değilim
çünkü bu metinleri Melih Aşık faksla gönderdi ve gelenlerin tarihler yoktu
üstünde. Sonra bir yerde birinci bölümünün aslını buldum: Tarihi 17 Ara­
lık 1 9 9 3 . Bu kesin.)
Bu söyleşinin tamamını aktarmak mümkün değil. Ancak okuruanı­
zı tavsiye ederim.
"Abidin Dino'nun İstanbul Vasiyeti" başlığı taşıyan bu söyleşiden bir­
kaç satırı almamak ayıp olacak: Hem Abidin'e hem de Mine'ye. İşte buyrun:

ABi D i N D i N O 335
M G S : Abidin, otuz yıl sonra İstanbul'a dönüşten ne kaldı geriye?
(Hemen belirtmeliyim: Abidin İstanbul'u 1 9 5 2'de terketmek zorunda kal­
dıktan sonra birkaç sefer döndü. Ve 1 9 9 1 ' den önceki son gidişinin tarihi
1 978 olmalı. Dolayısıyla Abidin için otuz yıllık ayrılık söz konusu değildir.
Güzin için ise 1 954'ten 1 9 9 ı ' e 37 yıllık bir ayrılık girmiştir araya. Ancak Mi­
ne Hanım aynı zamanda sorusuyla şu n u sormak istediği için bu tarihi ay­
rıntıların önemi ikincilleşiyor: Onun sormak istediği 1952' den o günlere
nelerin değiştiği.)
AD: İstanbul'un tadı damağımda kaldı. O tat da bana yeter.
M G S : H angi duygularla gittiniz İstanbul'a ve hangi duygularla dön­
dünüz?
AD: H asretle gittim ve hasretle döndüm. Belki benim için İstan­
bul, yapılardan ve coğrafyadan fazla, insanların kendisi. Bana kimseleri
göremeyeceksin, bulamayacaksın demişlerdi. Oysa sevdiğim İ stanbul'u,
olduğu gibi buldum. İnsanlar orada. İnsanlar dediğim zaman, yalnız ta­
nıdıklarımdan söz etmiyorum. Tabii eski dostları tekrar bulmak müthiş
bir sevinç. Fakat bir de tanımadığım dostlar var. Sokakta rastladığım,
kahvelerde rastladığım, bir takside rastladığım dostlar. Herhangi bir lo­
kantada rastladığım insanlar da var. Bunlar, bıraktığım İstanbul'daki in­
sanların tıpkısı. Fazla bir değişiklik yok. Belki şöyle bir şey söylenebilir:
Anadolu insanı, çok daha kalabalık artık İstanbul'da. Ama ben Anadolu
insanını zaten seviyordum Anadolu' da. Onları İstanbul'da görmek de ay­
nı sevginin bir devamı.
M G S : Bıraktığım gibi buldum insanları dediniz. Nasıl bırakmıştı­
nız insanları? İyiler miydi, hoşlar mıydı hepsi? Çünkü siz az çile çekmedi­
niz Türkiye'de. Size acı çektirenler de insanlar değil miydi?
AD: Anımsadığım insanların hepsi iyi. İyi olmayanları zaten unu­
tuyorum çabucak . . . İstanbul'a gelince, otuz yıl sonra geriye dönüşümden
bana imgeler kaldı. Ressam olduğum için her şeyden önce imgeler kaldı.
Bazıları sevinçli, bazıları daha az sevinçli, hatta acı diyebilirm. "
Abidin, daha sonra İstanbul'da sandalcı küreklerinin değişmiş, sandal
sayısının müthiş azalmış, kayıkhanelerin tıkanmış olmasından söz ediyor. Ve
şunu söylüyor: "Bence bu, bir deniz uygarlığı olduğumuzu unuttuk demek."

PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K 1 99 3 ' E


Abidın Boğazi ç ı ' n d e Istanbul l u dostlarıyla. Zama n ı : Yok. I s r a r eders e n i z tek sözcükle yanıtı mümkün:
Sonsuzluk.

" B i ç i M D E N ÖTE" BiR DE HAYAT


Abidin Türkiye turunu bitirdi mi? Antalya, Alanya, Çıralı, Bodrum,
Musa Dağı'nın boy boy fotoğrafları. Tavus kuşlarını baştan çıkarmalar. Ve
Büyükada'da resim çizmeler: Tiraje'nin evinde. Balkonunda:
" r993 yılında Büyükada'da yaz günü resim yapıyorum.
Allah akıllar versin, sırası mı bu hengame ortasında, diyeceksiniz.
Sırası değil, biliyorum ama, resim yapmanın sırası ne zaman?
İmgelerle didişmekten başka elden ne gelir?
Değil mi ki biz, ben, hepimiz, ikinci ortaçağa ayak bastık, kanlı bü­
yük değişim yıllarına dalmış bulunuyoruz.

Güneş hatadursun Adalar'da, çarnlar arasında gezintiye çıkan kör­


ler, yavaş adımlarla ağaçtan ağaca gidip geliyorlar, ileriye uzanan elleriyle
boşluğu yokluyorlardı.

Asi D i N D i N o 337
Karanlığın ve ışığın cinsi önemli.

Çapraşık sorun, işin içinden çıkmak olası elbet, her şeyi silbaştan
düşünmek şartıyla.
Bu akşam Heybeli'nin ardına doğru mora çalan küller yağıyor, çap­
razlama. Martılar çığlık çığ lığa. Artık fırçaları yıkamam lazım. Yoruldum.
Bütün gün hep aynı soru: Lütfen söyler misiniz, benden içen1 resmin ka­
pısı nerede?"

HAYAlTA KARD E Ş İ M HAYAlTA


" Yoruldum" dese de, "Artık fırçaları yıkamam lazım" dese de yap­
tıkları bir ömre bedel resimleriyle Abidin sergisi yıllar boyu sürer. Sürecek.
Sürüyor:
1 9 92'de ve 1 993'te birçok sergi düzenledi Abidin. Kimi kişisel kimi
toplu: Fransa'da. Türkiye'de. İtalya'da.
Karma veya toplu sergilerinden birini anmalıyım: G aleri MD 'de
Aralık 1 9 9 2 ' deki. Neden mi? Çünkü iki kadim dostuyla birlikte de ondan:
İ şte Abidin Dino, Avni Arbaş, Cihat Burak: Üçü bir yerde.
1 9 92 sonunda o zamana kadar yıllardır yaptığım gibi Abidin'in ser­
gileri üzerine bir makale döktürrnek istedim. Onbeş günlük alışılmış gö­
rüşmelerimizden birini 30 Aralık r 9 92'de yaptık:
Yine sohbet. Tartışma. Çay saatinde çay. Biraz gecikince birer bar­
dak viski.
Abidin'le konuştuklarımız kafamda metroda notlar almaya koyul­
dum. Birkaç gün sonra şu satırlar çıktı ortaya: Artık yazan ben miyim Abi­
din mi? Bilemiyorum:
Abidin Dino, 1 9 9 2 'nin sonundaki iki sergisi ve bir kitabı ile ne den­
li verimli olduğunu bir kez daha ispatladı.
Önce ıs Ekim-7 Kasım 1 9 9 2 tarihleri arasında Fransa'nın üçüncü
büyük kenti Lyon'da karma bir sergiyle sanatseverlerin önüne çıktı. Gale­
rie Hermes'teki serginin diğer ressamları, 1 9 2 0 Selanik doğumlu Pierra­
kos ve 1 9 2 6 Cueno doğumlu İtalyan Damiano. Fransa'da daha önce de or­
tak sergi açmış üç meslektaş ve arkadaş Akdeniz'in ortak kültürünü, rüz-

PAR i s : E K i M l 95 2 ' D E N ARALIK l 99 3 ' E


garını, kokusunu, deniz ve dalgalarını, havasını ve suyunu alıp getirdiler,
Fransa'nın orta yerine.
Abidin, r 9 9 r'de önce Fransa'da, sonra Türkiye'de izlenen " Eller"
sergisindeki kimi yapıtıyla katıldı şölene.
Abidin'in 1 9 9 2 sonundaki ikinci sergisi 26 Kasım-30 Aralık arasın­
da Galerie Vieille du Temple'daydı. Sergi Abidin'in son eserlerinden olu­
şuyordu: Desenler, tablolar ve birkaç heykelden.
"Binlerce, onbinlerce yüzden oluşan tablolar."
Serginin adı: "Yüzler. " Yeryüzüne yayılmış kalabalıkların yüzleri.
Spotlar altındaki yüzler. Ve karanlıktakilerinkiler. Ellere bakan yüzler. Ya
da yüz-eller. Güneşte yüzler. Yürüyüşte kolkala girmiş yüzler. Sıkılı yum­
rukların, gülümseyen işçilerin, kadın ve erkek, çocuk ve genç emekçilerin
umut dolu yüzleri. Pencereden bakan yüzler. Dağ ve göllerden selam gön­
deren yüzler. Parmaklar. Çokluk simgesi yüzler. Ve bir büyük siyahın de­
ğişik tonlarındaki kalabalık arasında kırmızı f kızıl yüz. Bir tek. Evet tek
başına bir "yüz: "
Abidin'e soruyorum: Bu kimin yüzü? " Başkaldırının." diyor.
Aynı tabloda veya desende kızıl yüzün simetrisi bomboş yani bem­
beyaz. "Niye Abidin?"
"Gökyüzündeki siyah boşluklar gibi ... "
"Peki, ben kalksam, bu dünyadan Nazım geçti yeri doldurulamadı,
desem olmaz mı?"
"Niçin olmasın," diyor Abidin, gülüyor.
Yaşam, başkaldırı, aralıksız mücadele var Abidin'de. Ama virgül
yok. Nokta yok.
Birbiriyle konuşan, dertleşen, tartışan, kavgaya tutuşan ve barışan
yüzler. Genç, gencecik, gelincik yüzler: Henüz yazılmamış bir tarihin şa­
fak vakitlerinde umut dolu yüzler. Sanki yüzleri gökyüzüne dönük. Tarihi
yüzler sonra. Düş kuran yüzler.
"Abidin Londra'da Dünya Kupası/Maçlarını Filme Alırken/Selçuk­
lular Düşlüyor" da Melih Cevdet Anday, aynen şöyle şiirleştiriyor olayı:
"Asimetrik İsa Bey camisifDüşlenir gün gibi yurt uzadıkçafSimetrik bir ta­
rihtir düşfSelçuk futbolu ve Britanya çinisifAsimetrik bir dünyadafSimet-

AB i D i N D I N O 339
Abidin'in nüfus cüzdanı ve pasaportunun ilk iki sayfa s ı (sağda).

rik Abidine ve Abdüş." (Kollan Bağlı Odysseus, Adam Yayınları, İstanbul,


r 9 8 5 , s. 64.)
Nereye gidiyor bu dalga dalga kalabalıklar? Bu yürüyüş kolları?
Niye her grup ayrı yöne, niçin birlikte yürünemiyor?
Nereye bu uzun yürüyüş Abidin?
Bu kaynaşma, bu koşturma?
Hareket halindeki bu dünya bizim dünyamız. Yan yana yüzler. Ya­
nan yüzler. Soru işareti yüzler. Soru soran yüzler. Soru dolu yüzler. Bir çiz­
gide bir yüz çizmiş Abidin. Dalga dalga yüzler, kalabalıklar.
Adanalı " Deli Avrat"ın yüzü. Ganime'nin yüzü. Güzin'in Ankara
tren garına varışta Arif ve Abidin'i arayan gençlik yüzü.
Tren gadarının kalabalığının, metro istasyonlarının, metro vagon­
larının, Mayıs ı 9 6 8'in kalabalıkları.

34 0 PAR i s : E K i M 1 95 2 ' D E N ARALI K l 99 3 ' E


\
- ....
ı •··• ca.••• •"""•
4• � .....
..,....._, ••,_ w",.' .o..ı.,.ı.,�
.,.,.,_,'J*ıl-r
\

:;.::= � � rASArDIT
PAUU'<JtıT
r.us.roaT
TGRıqvt-cuMH lvtTI ııOCo.a.T1

::11��
COUVERNt'4Em�• la Rt.P\J&LIOut: URQUe
CMl,.VF.RNMTNf O� TURKiı� ı
,_ . .. .. ı
4!!.:.
-
:: :; .:-::" -
-1'"",8· ./!f 7 3!t3 5 .... .... i
_ .. }- _12L__.'ll_...
#. -·-
_ ----
-

... �-
.... .. _._

.. c,"'/ -'117;{7;,--
... )
·- � ,._ •·

......._..... .. .. .... -····

...:1 } --- --- :5,"


....
.. ..
a..a. ..lılı,. .
.�..... ....... ......

JM;..,-: 1_-r-
........ � _.
..atıo-ı•a.•rt ,.._,,., (;:--
... ,.,... ,... 1'

..--------------��--------------- -J

J
H Ü V I Y E T V i' E � K Xc·ı
S ı C. N A L E �1 E N T
P E R S U N A L I' A R T I C ü i . A H S.

Jl,f,r�, ;:.;•h-(,
ı li't•.ı., ... ol
·

i.
Ir�..,/.� ı
: ·;·;.;; �··�:i-lı J./1/J
��
ı
ı
ı ·���"'

L__
ı ı

r� -11.. �cl! c
lltkt. ��
. ı-3:r l �ı-t 1
:· :. ı-"' "
·· i·
ÇOCUKLAT:I · ENI' ANT -CHıLD�[N

ABi D i N D i N O 34 1
Arifin uzun saçlı, Nazım'ın rüzgarda uçuşan yüzü.
Sır dolu yüzler. Yüzlerin dünyası. Dünya yüzleri. "Bütünleşme"
militanı Çinli filozof Şeng Çeng'in yüzü.
" Dünyanın en iyimser kötümseriyim" diye kendini tanımlayan Abi­
din'in yıl sonu hediyesi, ünlü yazarımız Yaşar Kemal'le, 1 9 9 2 yazında, İs­
tanbul'da gerçekleştirdiği konuşmajsöyleşijdiyalogu içeren yapıt. Yani Vi­
sages Pile ou Face (Yüzler Yazı Tura) . Kitap, Abidin'in "Yüzler"inden seçil­
miş desenlerle donatılmış. Yayınevi yine Fata Morgana.
Kitapta Abidin ve Yaşar Kemal 1 94o'ların Adana günlerini ve o
günlerden bu günlere tanıdıkları yüzleri, kokuları, renkleri anlatıyorlar.
"Yeşilin üç bin türü, " Çukurova'nın bin bir sarısı, bitmez tükenmez mavi­
ler. Daha neler neler. Gogol'ün, Nazım'ın ve Arif Dino'nun çizdikleri.
Abidin'in resimleri 1 9 93'te Galeri Nev'de İ stanbul ve Ankara'da
sergilendiler: 1 9 93 "yüzler" yılı oldu.

PARiS: E K i M 1 95 2 ' D E N ARAL I K l 99 3 ' E


SoNuç

ABiDiN SERGiSi SÜRÜYOR


Kuşlar ölme sıralarının geldiğini duyumsadıklarında saklanırlar.
Abidin de öyleydi.
Ama yine de Güzin telefon edip daha önce haber vermişti: r 8
Ekim 1 9 9 3 'te ben evde yokken telefon etmiş, çocuklara not bırakmıştı:
Aynen şöyle:
"Abidin va etre hospitalise bientôt. Rappeler vendredi:" Abidin yakında
hastaneye kaldırılacak. Cuma günü telefon etmeli.
Ancak ne olursa olsun, bu hastaneye yatma işinin de daha önceki­
ler gibi birkaç günlük bir " ara" olduğunu düşünüyordum. Abidin'in iyileş­
mesini ve iyileştikten sonra yine eski ve sevimli günlerimizi bulacağımızı
da. Yani deneyimsizliğime verin lütfen, hastalığının onulmaz bir boyut ka­
zandığını tahmin etmiyordum. Ve dolasıyla bizi bir gün böyle yalnız bıra­
kıp gideceğini aklımın ucundan bile geçirmiyordum.
Bana belki inanmayacaksınız ama Güzin de aynı kanıdaydı. O ka­
dar ki Abidin'in yakında hastaneden taburcu edileceğini umarak ve üst ka­
ta çıkıp inerken yorulmasın diye yeni bir somya ve döşek alıp, alt katta, he­
men girişte soldaki duvarın dibine, yeni bir yatak kurmuştu Abidin için.
Sonra acı haber tez ulaştı.
Güzin, sanki, "Abidin Flore'a bir bardak bir şey içmeye gitti, " der
gibi anlattı: " Dün gece, saat ikide kaybettik Abidin'i."
Son yılın bütün tatsızlıklarını bir anda unuttum. Ağladım. Evet bu­
nu söylemenin bir ayıbı yok: Erkekler de ağlar.
Aramızdan ayrılınca konuşulanların konuşulmadığını duyumsadım:
Niye konuşmadık diye hayıflandım. O kadar aniattıklarından sonra
anlatılınayanları düşündüm. Niçin bunları da konuş(a)madık?
Çünkü Abidin öyle bir "Ölmezotu" izlenimi bırakıyordu ki, bir gün
mutlaka bunları da konuşuruz diyorduk. Kendisi de her seferinde bir da­
haki sefere demiyor muydu?
Evet Abidin bir dahaki sefere ... Cazı konuşacağız.

ABi D i N D i N O 343
Futbolu ve geçmiş yılların koşturmalarını. ..
Paris'te her zaman iyi yaşadı denemez Abidin için.
Güzin bakın neler söylüyor: " Paris'e sevinerek gitmedik Ağlayarak
gittik desem yeridir. Türkiye'de kalsaydık daha yararlı olacaktık Hem ben,
hem Abidin. Ama kalsaydık, ölecektik.
Paris'e vardık ama Paris'te ayakta durmak zordu. Çok zordu: Önce
parasızlık Sonra peşpeşe gelen hastalıklar. Kırk yılın yarısından çoğunu
zor koşullarda geçirdik Çok zor koşullarda. Tanıdıkları, dostları ve arkadaş­
ları sayesinde o alımlı, o güzel evlerde kalabildik Onların yardımıyla tatile
gidebildik. Paris'te yaşamak ve işimiz zordu.
Öte yandan hastalıklar peşimizi bırakmadı hiçbir zaman. Abidin'in
hastalıklarını sayınakla bitirernem Peki nasıl kurtardık kendimizi? Şöyle:
Hayatımızı 'dramatise' ederek değil, 'dedramatise' ederek yaşayabildik. Yok­
sa yaşayamazdık."
Abidin, seksen yıl yaşadı. Fena değil. Ama daha çok yaşamasını ne
kadar çok isterdim. Abidin Paris'teydi ama daha çok da dünyalıydı. Ve bu
nedenle olmalı çok dolaştı. Ama görmek istediği daha ne kadar çok kent,
kasaba ve köy vardı.
Çok hoş, çok sevimli insanlar tanıdı. Ama daha tanımak, görmek
koklamak istediği ne kadar çok insan vardı: Kadın, erkek ve çocuk.
Abidin Dino arkadaşımdı. Düzenli olarak her on beş günde, bazen
daha sık görüştüğüm bir yoldaşımdı. Evet Abidin komünistti ve komünist
olarak kalmasını bildi. TKP'li oldu. Ama saatinin geldiğini farkedince yolu­
nu ayırdı.
Abidin'i, TKP'yi ve en üst yöneticilerini çok iyi tanıyan Vartan İh­
malyan'a kulak kabartalım
" Rahmetli Nazım her zaman derdi: 'En büyük düşmanım Marat'tır,
en iyi dostum da Abidin'dir.'"
Ama ideallerinden asla ayrılmadı. Büyük İnsanlığın kurtuluşu için
mücadelesini sürdürdü.
Türkiye'de çok tanınıyor. Ama dünyada ünlü müydü?
Güzin'e sözü bırakıyorum:
"Abidin uluslararası bir şöhret değil. Evet Fransa'da tanınıyor, sevi-

344 AB i D i N S E R G i s i S ü RüYOR
liyor ama o kadar. Türkiye' de daha büyük şöhreti var. Bakın uluslararası
şöhret deyince benim aklıma Nesuhi ve Ahmet Ertegün gibi insanlar geli­
yor. Veya Gökşin Sipahioğlu.
Ve bu nedenle, ben eşi olarak Abidin'e uluslararası şöhret diyemem."
Abidin çok yönlü bir sanatçıdır.
Albert Bitran bakın, Temmuz 2003 'te Abidin'e "gönderdiği mektu­
bunda" neler yazıyor:
" S evgili Abidin,
Artık neredesin bilmiyorsun. Ben de bilmiyorum neredesin sen
şimdi. Rasgele yazıyorum sana. İyi de kime yazacağım?
Film yönetmeni Abidin'e mi?
Çeşitli sanat eğilim ve gruplarına hayat katan Abidin'e mi?
Ressam Abidin'e mi?
Yoksa yazar Abidin'e mi?
Nikah şahidime mi yoksa?
Sürgündeki siyasetçiye mi?
Yoksa dünya sanatçılarının dostuna mı?
Paris'teki Türk kültür elçisi Abidin'e mi?
Liste uzar gider. ..
Ama zeki, cömert, basiretli adamı unutmamalıyım asla...
Tamam ben d e zarfın üstüne
Sayın Abidin Dino
BÜYÜK İN SAN
diye yazacağım. "
İnatçıydı Abidin. Güzelim inatçıydı. Çocuksuydu. Ve hep günü­
müzde bir genç:
Son bir yılda, 1 9 9 2 yılında, ilgilendiği konuları sıralıyorum: Abdül­
hamid'in sarrafı Zarifi " Paşa," Abdülhamid'in "hafıye başısı" Fehim " Pa­
şa" ve İngiliz metresi (bunların fotoları bile var mıymış?), Asiante, (Anto­
nio, asıl adı Antonio Rapisarda. Doğumu: 1 9 0 0 . İtalyan romancısı ve piyes
yazarı. Mercure de France'ta Hale Asaf üzerine bir yazısı olmalı), Mercure de
France'in 1721 sayıları, Gazette de France'in 1721 sayıları, Dük Saint-Si­
mon'un anılan, İstanbul'daki Fransa Büyükelçisi üzerine tarihi anılar...

ABi D i N D i N o 345
Daha bir dizi tarihi-siyasi konular...
Nerden mi biliyorum bunları? Abidin'in belli bir zaman sonra
muhtemelen "N asıl olsa bunları bitirmeye vaktim olmayacak, en iyisi bun­
ları Şehmus'a vermeli o nasıl olsa şu veya bu biçimde bu konuları, bu işle­
ri sonuçlandırır" diyerek dosyaları bana verdiği için. Ama bana bunları ver­
diğinde birlikte çalışırız kaydıyla almıştım Nereden bilebilirdim ki "Ölme­
zotumuz" benimle de vedalaşıyor.
Çok çalışkandı. Hızlı ve verimli bir biçimde çalışmaya bayılırdı. O
nedenle çalışkan gençleri ellerinden tutup yardımcı olmayı zevkle üstlenir­
di. 1 9 5 o 'lerin Parislerinde kendi ellerinden tutan Lurçat ve diğerlerini
anımsıyordu mutlaka . . .
Bizi bırakıp giden, önce komünist bir militandır. Bundan hiç kuş­
kum yok.
Nazım Hikmet'in yoldaşıdır. Abidin, hiçbir zaman TKP'nin Ma­
rat'ını, Bilen'ini sevmedi. Gerçek bir komünist olarak yaşadı.
" Küçük burjuva, yüzeysel Marksist bilgileriyle ahkam kesenlerden"
hiç ama hiç hoşlanmadı. Sosyal sınıflarını değiştirmek isteyenlerden de.
" Haris, marjinal, maceracı yönetici" tiplerine gelince, onlardan kö­
şe bucak kaçtı.
O, önce Arif Dino'nun kardeşiydi. Hani "kravatsız gezmesi bile
1 9 3 o 'lar Türkiye'sinde kuşku verici" olan Arifin. Büyük Japon şairi Kika­
ku'nun hai-kaileri türü iki-üç satırlık şiirler yazan, ressam, bitirim, döne­
minin hippisi (deyim Abidin'indir) Arifin. Arifin kaleminden Nazım,
Asaf Halet Çelebi ve Abidin Dino izlenmeli. Arif çünkü çok güzel çizer­
di: Küçük ve kalıcı cinsinden. 1 9 3 o'lu ve 4o'lı yıllar, " Küllük" yıllarıdır.
Küllük düşmeden önceki yıllar yani, Dino kardeşler yanında, İ stanbul'un
delikanlı, aydın, yazar, sanatçılarının toplandığı mekanlardan en tanına­
nı; Hüsamettin Bozoklar, Lütfi Erişçiler, Fikret Adiller, H asan İzzettin
Dinamolar, A. Kadirler, Rıfat Ilgazlar. .. ' Küllük'te radyo dinlenir, söyleşi­
lir. Abidin Dino, özenip ve herkesi toplayıp, sanat üzerine bir konferans
bile verir. ..
194o'larda, Yeni Edebiyat dergisinde, Abidin'le Reşat Fuat arasında
realizm tartışması yapılır...

ABi D i N SERGisi S ü R ü Y O R
Sonra gelir sürgün yılları. Sıkıyönetim, aydınların baş belasıdır;
Arif, Develi'ye; Abidin, Mecitözü'ne sürgüne gönderilir.
Sonra, Adana'da bir araya gelirler. Ama sürgün sürgündür, kendi
ülkesinde.
1 943'te, Güzin Dikel, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin
genç öğretim üyesi, Adana'daki "aileyi" tamamlar. Abidin'le evlenir Güzin.
Arif, Adana'da şiir yazmayı sürdürür:
"Cebeli Nur'u görmeyen/Kimya gibi bir otu ilej Şahmeranı diril­
tenfLokman Hekimi bilmezjCeyhan suların yaman/Ceyhan suların acı."
Tarihi yüzler düş kuran yüzlerdir.
Abidin, İmralı'da kedilerin yampiri yürüdüklerini görünce, E sat
Adil açıklama getirir, "Çok balık yemekten," der.
"Nazım, bırakıldıktan dört gün sonra" altyazılı fotoda, Nazım'ın ku­
cağındaki kedi, Güzin ve Abidin'in Tekir'inden başkası değildir. Tekir ke­
di hikayeınİzin asıl kahramanlarından biridir.
Fahri Petek'e kalırsa "Abidin kapalı kutuydu. Öyle herkese her şeyi
anlatmazdı. Her açıdan Fransızların deyişiyle 'artiste complet ' ydi. Nazım'la
kıyasladığım zaman Nazım daha saf, inanmış bir adam. Abidin daha entel­
lektüel adam bence. Abidin'in de inanmış bir adam olduğundan eminim.
Hakkında bir yığın uyduruk şeyler çıkardılar ama ben onlara zerre kadar
inanmadım, değer verınedim Abidin benim için her zaman çok kıymetli
bir insandı."
Abidin'i çok eskilerden beri tanıyan Pertev Naili Boratav için, Abi­
din, "hem ressam, hem yazardı. Şiirleri vardır ve çok güzeldir. Aslında her
alanda yazabilirdi."
Boratav'a hak vermemek elde değil. İşte Abidin'in Sinan kitabından
bir alıntı: Kimden mi: Şeyh Bedreddin'den. Ama bunu ya Abidin yazmışsa?

İznik Gölü'nde akşam oldu.


Dağbaşlarının kalın sesli sİpahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle akıttılar.

ABi D i N D i N O 347
NASIL?
Abidin şairi " şair büyücüdür" diye tanımlar. Ama buradaki "büyü­
cüyü" büyülüdür biçiminde okumamızı hiç kimse engelleyemez.
Abidin bir yazardır. Kitapları, roman mı desem, aniatı mı desem,
aslında birçok romanı içeren birer " alamet"tir. Le Pera Palace'ı bir okuya­
lım hele. Eller kitabından mı başlasam? Acıyı Çizmek ne güne duruyor?
Hastane resimleri ve onların öyküsünü anlattığı " Sunu Gibi" başlıklı bir
içim su nasıl okunmaz?
Abidin'in piyes yazdığım biliyor muydunuz? Örneğin Verese ve Kel.
Senaryoları. Yılmaz Güney yaşasaydı, bu iki ünlü sanatçımız belki bir gün
birlikte ne çok şey yaratacaklardı.
Abidin bir sinema ustasıdır: ı 9 6 6 'da Goal! (Türkçesi daha güzel di­
yesim geliyor: İ şte: Altın Galler) isimli uzun filmi, Dünya Kupası'na ve fut­
bola, sanatçının bakışıdır. Futbol ve şiddet. Abidin için statlar "yüzyılımı­
zın arenalarıdır." Holiganların gelişini öngörmüştür Abidin. Londra'daki
Dünya Kupası'nı birden çok (ı6 mıydı? 20 mi?) kamera ile filmleştirmek
onun fıkridir. Ağır çekimle, tekme yiyen oyuncunun ıstırabını, tekme ata­
nın "hainliğini" Abidin gösterdi. Ağır çekimin futbola mal edilmesinin ön­
cüsüdür. ı 967'de Ankara'da Gölbaşı Sineması'nda Goal!'ı seyreden futbol­
severler anımsıyorlar. Abidin için futbol bir tür baledir.
Abidin ressamdır; kahve falından, vapur penceresinden bize ve
dünyaya bakar ve çizer: " Bu dünya"yı. " Uzay"ı. "Çiçekleri . . . "
Ş akir Eczacıbaşı yazıyor:
" Bir Rönesans adamıydı Abidin Dino . . . Yaratıcılığını, düş gücünü,
özgünlüğünü sanatın her alanında gösterdi: Resim, heykel, seramik, sine­
ma, deneme, eleştiri, öykü, anı . . . Ama benim, belki de onu yakından tanı­
yan herkesin aradığı, özlediği (ve özleyeceği. Bunu ben ekliyorum. M Ş G)
yanı, onun dostluğu, sevecenliği, sohbet dünyası... Bizden ayrıldığın­
dan beri "yüzü," "elleri" aklımdan hiç çıkmıyor. Abidin için neler söylene­
bilir, neler... Burada, Bemard Shaw'un, William Morris öldüğünde söyle­
diklerini Abidin için yinelemekle yetinmek istiyorum. 'Onun gibilerini an­
cak kendi ölümüyle yitirir insan, o öldüğünde değil . . . "'

Asi D i N S E R G i s i S ü RüYOR
Abidin bir düşünürdür desem biraz kalıplaşmış bir sözcük kullan­
mış olacağıını biliyorum: Ama ne demeli o zaman? Düşünmeyi seven, za­
manının bir bölümünü düşünerek geçiren bir sanatçı mı demeli? Abi­
din'in düşünce ile felsefe ile gizli bir ilişkisi vardı: Kısa Hayat öyküm isim­
li anılarında çocukluk zamanı için ve çocukların ana-baba ve kardeşleriyle
ilişkileri üzerine yazdıklarıyla, Ölüm mü? Ne Buluş!'un tamamı ve hele ölü­
me ilişkin satırları felsefe değilse felsefe nedir?
Abidin düşünce konusunda ne diyor biliyor musunuz?
"Düşünce insanın elinden gelir. Nasıl olabilir yani düşüncenin elden
gelmesi? Şöyle olabilir; örneğin çocuğun ilk duyguları, anasıyla olan ilişkisi;
annesi uzaklaşırken küçülür fakat çocuk bilir ki, annesini tekrar yokladığında,
annesi küçülmüş değildir. Yani dünyayı algılama konusunda ellerin verdiği,
daha belirgin belki. Bazı düşünce ve duygular var, sadece ellerden geçer."
Abidin, dünyayı yalnız gözleriyle değil, elleriyle de görür. Ve bize
gösterir.
Su üstünde suluboya yapar.
N azım Hikmeti dinler:
"On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı'ndan geçiyor çıkıyor/Kızıl Mey­
dan'a Konkord'a iniyar Abidin'efrastlıyorum da meydanlardan konuşuyo­
ruz;. .. Abidin uçsuz bucaksızın renklerini döktürüyarjben renkleri yemiş
gibi yerim . . . "
Abidin resimleriyle hepimizi eğitti:
Abidin'e "Çok duygulandım Bana müsaade. Gidip Seine kıyısında
biraz dolaşayım," diyorum. Bırakmıyor. ..
Yılmaz Güney, küçük büyük herkese "abi" demeyi severdi. Zaman
zaman dalgasını da geçerek; Allahsız Adanalı! Ti'ye aldıklarını saymakla bi­
tiremeyiz. . . Abidin kendisine "sayın" denmesine hayıflanırdı. Yoldaş-arka­
daşlığımızın ilk günlerinde, " sayın" dediğimde; " Bana sayın demesen daha
çok sevineceğim. Ama peki, sayın olalım kırk yılda bir," demiş; ben üstele­
yince, çıkışmıştı: " Hı. .. Yine sayın yaptın beni. Abidin diye hitap et! "
" Dünyanın en optimist pesimistiyim ," diye kendini tanımlayan
Abidin, heykeltıraştıjyontucuydu aynı zamanda: Minik/minicik heykelleri­
ni İstanbul ve Paris'te sergiledi.

ABi D i N DiNO 349


Abidin bilgileri, sanah, yaşanılanları "taşıyan," bir dönemden öbürüne
"götüren" ve nihayet kuşaklar arasında "köprü" kuran bir bilgedir: Hepsini sa­
yamayacağım ama bir fikir vermesi için birkaçını anmak lazım: Nazım, Pikret
Mualla, Babel, Meyerhold, Yutkeviç, Tzara, Gertrude Stein, Picasso, Jean Coc­
teau ve daha birçok sanatçıdan aldıklarını yılları, çağlan sanat akımlarını leble­
bi yer gibi yiyerek atlamış yeni kuşaklara, diyelim Yaşar Kemallere, Selçuk De­
mirellere kadar aktarmışhr. Mutlaka burada isimleri geçenlerin başka başka ve
kendilerine özgü değişik kaynakları var( dı) . Ama burada isimleri geçenlerin ve
geçmeyenierin her birine ayn ayn veya birlikte Abidin'den de mutlaka bir şey­
ler kalmışhr. Mutlaka bir şey-ler. Evet. Abidin hepimizin öğretmenidir. Öğret­
menlerimizden biri. Ama mutlaka en beğenileni. En dost. En can arkadaş.
Kendi payıma bana yazım konusunda öğrettiklerini asla unuta­
mam Sanki hiç ders verir gibi değil. N asıl olduğunu bilmeden. On yıllık
arkadaşlık iz bırakmaz mı?
Abidin "dünyası" içinde yolculuk yapanlardan Mehmet Basutçu, bir
yerde aynen şunu yazıyor:
"Abidin ders vermeyi sevmeyen bir insandı. Ancak, kendisine dik­
katle kulak verenler için alınacak çok ders vardı. "
Evet aynen bu.
Abidin'in "gençlere" tavsiyeleri yok muydu? Vardı elbette. İ şte ak­
lımda kalanlardan bir demet: Belki bir gün veya başka bir gün hepimizin
işine yarayabilir:
Sabırlı olmak.
inatçı olmak. Doğru bildiğin yolda yürümek, eğilmeden, bükülmeden.
Çalışmak. Çalışmak. Yine çalışmak. Yılmadan. Aç kalarak gerekir-
se. Behçet Safa bana kalırsa iyi bir abidinik "resim fedasi"dir. Ama ille res­
sam olmak şart değil Abidin'in söylediğini tatbik etmek için. Başka alanlar­
da da benzerini yapmak mümkün.
Nazik olmak. Bilhassa kadınlarla. Hele yaşlı kadınlarla. Güzin anla­
tıyor: " Kardeşim, adamda hem şeytan tüyü var hem de ne lakırdılar bulur­
du. Ş aşardınız. İnanamazdınız. Bakarsınız bir yemekte, bir toplantıda, bir
sergi açılışında, bir köşede yaşlı bir bayanla oturmuş, tadına doyum olmaz
bir sohbet bağlamış. Çekici, rahat ettirici bir tarafı vardı Abidin'in.

35 0 Asi D i N S E R e i s i S ü R ü Y O R
Kızması çok enderdir. İki-üç kişi vardır hani 'defterinden sildiği' de­
nebilecek. Kin tutmazdı asla. Bu açıdan çok rahattı.
Maddi sıkıntıyı umursamazdı. Ve hep böyle durumlarda 'Nasıl olsa
bir çaresini buluruz' demesini bilirdi ve sizi de rahatlatırdı.
Fransa'ya ve Fransızlara karşı minnettardı. Çünkü Fransa'da çok iyi
karşılandık Fransa'da yabancılık hissetmedik ilk yıllarımız ve zaman za­
man daha sonra da epey zorluk çeksek bile. Son yıllarda yabancılara karşı
dışlamayı ve hatta ırkçılığı duyumsuyorduk, ama bu son yıllarda ortaya çık­
tı. Bizim ilk geldiğimiz zamanlarda böyle şeyler yoktu.
Ve şunu da eklemek isterim: Fransa'da başından sonuna kadar ek­
mek paramızı çıkarmak için çalıştık. H ep çalıştık."
İ şte böyle: Bizim bildiğimiz Abidin, Güzin'in sevgilisiydi. İyi, çok
iyi bir eşti:
Acıyı Çizmek'ten bir alıntı yapıyorum:
"Ne iğne, ne hap, ilaçların ilacı sensin.
Sanırım en önemlisi, içime damla damla sinen sevgili gözlerin.
İyileşeceksem beni onlar iyileştirecek."
"Sevgilim" diye başlayan, 3 Şubat 1 9 67 tarihli mektubundan.
Abidin'in Güzin'e aşkı bu satırlardadır.
Bir alıntı daha o zaman:
" Karar;
Çare yok, gidilecek. Celal Abidin Dino, 1 9 1 3 İstanbul doğumlu vb.
Montpellier'de Saint-Charles Hastanesi'nde Profesör Truc (Evet Turc de­
ğil, Truc!) (Truc'un anlamı için lütfen sözlüğe bir göz atınız. M ŞG) ekibi­
ne havale edilecek. Böbrek alındıktan sonra M. Dino, Cannes-Vallauris sa­
natoryumuna yatırılacak. Nokta."
Bu, 1 9 67'de yaşanandır. Ve ertesi gün;
"Pazar
"Yol hazırlıkları.
" 1 3 , Quai St. Michel'in beşinci katında (Abidinlerin 1 9 5 6 'dan sonra
oturdukları çatı katı. M ŞG) tavan arasındayız. Pencerede Paris damları.
Çöken akşamın turuncu sıkıntısı.
- Kuzum ne ağlıyorsun Güzin? Daha ölmedim.

ABi D i N D i N O 35 1
- Ölsen ağlar mıyım hiç? Gülrnekten kırılıyoruz. "
Yıllar çok uzun yıllar sonra ülkeye dönmek: Yeniköy'de çocukluk ve ilk
gençlik yıllarının ayak izlerini aramak. Babıali'ye gitmek. Kemal Ahmet'le pey­
nir ekmek yemek. Bir esrarkeş tekkesinde Neyzen Tevfik'le söze oturmak. İs­
tanbul'un bütün "kat"larına girip çıkmak. Bütün mekanlarında yaşamak. ..
"Nerde olursam olayım İstanbul'dan kopmadım Ama gerçek bir İs­
tanbullu muyum? Ya da yalnız İstanbullu muyum, bilemiyorum. Geçen
gün, yurda döndüğümde İstanbul'a vardığıını öğrenmişler, Adana'dan
telefon ettiler. Adana'da bir parka yakında heykelinizi dikeceğiz, açılışına
sizi de bekliyoruz, dediler. Adanalılar beni hemşerileri olarak görüyor.
Paris'te Parisli olarak görüyorlar. Uzağında geçen bunca yıl sonra, dil ve
damak açısından ... beni İstanbullu olarak görüyorsan(ız) , demek aynı
zamanda İstanbulluyum. "
Antikacılık bile Abidin'in "ilgi alanı içindedir."
Melih Cevdet Anday anlatıyor: " Yıllar önce beni Kapalıçarşı'ya, Es­
ki Bedesten'e götürürdü, bütün gün antikacı dükkanıarının birinden
ötekine sürünür dururduk Hoşuna giden bir parça buldu mu, eline alır,
evirir çevirir, sonra fiyatını sorar, aldığı yanıt üzerine de, 'Az istiyorsun'
deyiverirdi, 'bu parça daha fazla eder.' Sonra da almazdı.
" Dünyayı konuşmak bir şehvetti, çizmek yazmak da bir şehvetti. "
Abidin Dino, meslektaşı, arkadaşı ve deli dolu tatlı başbelası Fikret
Mualla için kaleme aldığı derya deniz kitabında aynen böyle diyor.
"İz bırakmak. Bundan başka ne ki resim yapma dürtüsü? Her şey
ellerle başladı, ellerle bitecek."
Abidin " Bir İ stanbul düşünün ressamı" olarak geçti tarih kitap-
larına.

Abidin, eşi menendi olmayan


bir yaratıcı yarattın
hem çağına bağımlı
hem efsaneleri arşınlıyor
hem en olmadık suların kuyucusu
hem de cevherin hattatı.

A B i D i N S E R G i s i Sü RüYOR
Andre Yelter böyle der.
Abidin "otoportre" demez. Özportre der. Ve ekler:
"Bakmakla görmek, apayrı şeyler, insanoğlu dünyaya bakar durur,
ama onu kırk yılda bir 'görür,' o da göreceği tutarsa. Görmek, gerçekten
görmek, anlamaktır. Anlamaksa seyrek ulaşılan ışıklı bir nokta."
"Tüm sanat abartma değil mi?" inanmıyor musunuz? O zaman
alın işte açıklamasını:
"Siyah Kalem'in, Greco'nun, Michel Ange'ın, Goya'nın, Picas­
so'nun biçimleri tüm abartma değil de ne? Rabelais'den Evliya Çelebi'ye,
Hugo'dan Nazım Hikmet'e edebiyat abartma ustaları ile dolu. Yaşar Ke­
mal'in romanları, o çılgın doğa neyin nesi? Gerçek uğruna abartma, abart­
mada gerçek var... Fırtına, zelzele, savaş, kara sevda abartma . . . Destanlar
abartma, ağıtlar abartma, resim abartma! Abartmanın kendine özgü dilleri
ve araçları var.
Ne demiş Van Gogh, kardeşi Theo'ya: " İnsanoğlunun korkunç hırs­
Iarını kırmızı ve yeşille ifade etmeye çalıştım. Kırmızı, mor, sarı, mavi, ye­
şil, beyaz, kahverengi abartmaları seyredin şaşkınlıkla ve anlayın biçim ve
renklerimi, neler söylemek istediğimi . . .
"

Abidin Dino, 2 0 . yüzyılın başından sonuna kadar ressam, aynı za­


manda yazar, şair, sinema emekçisi, dekoratör, yönetmen, senaryo yazarı,
öykücü, piyes yazarı, seramik ustası, heykeltraş, çevirmen (Nazım Hik­
met'ten çevirilerini anımsatamak yeter) , minyatür ustası (bin bir deseni,
"küçümenleri, " "küçük boy," "küçük boyut" resimleri, su üstünde sulubo­
yaları), gökyüzünün yeryüzündeki temsilcisi, kalabalıkların izleyicisi, İ s­
tanbul vurgunu, Boğaziçi mecnunu ve gazeteci kardeşim:
Daha çocuk yaştaki Abidin'in ilk " scoop"u nedir diye sorarsanız
hemen yanıtlayabilirim: Pera Palas'a inmiş ve sular kesik olduğu için ban­
yosunu alamamış ve daha beteri telefon da işlemediği için don gömlek kori­
dara çıkmış bir sorumlu arayan Edouard Herriot'nun derdine çare bulduk­
tan sonra onunla iyi bir söyleşi yapması. Daha ne olsun? Söyleşisinin yanın­
da bir desen patlattı mı? Nizarn bu işe bayılır ve "Brava Çocuk" der. Ve son­
ra ekler: " Beş papel! "Abidin artık kasaya kadar gider ve günlüğünü alır.

ABi D i N D i N O 353
O zaman hemen Sultanahmet taraflarına çıkmalı Pikret Mualla ile
Arifi bulmalı. Hemen!
Abidin el attığı her konuda yenileştirmecidir: İ şte buyrun karikatür­
cüdür pardon pardon harikatürcüdür ve hemen karikatür yerine bir sözcük
üretir ve önerir: "Çizeleştirici. " Ah! Abidin ah!
Sanatçı, kendi dünyasında ve kendi insanlarının arasında yalnızdır,
binlereesiyle çevrili olsa bile. Hem başkalarının göremediklerini görür ve
mutlaka bizden daha çok önemser. Hem de kendisini çevreleyen kalabalık­
lara karşı daha duygusaldır. Sanatçı bizden daha hassastır. Büyük ihtimal­
le sanatçıyı sanatçı yapan da budur. B aşka şey değil.
Abidin bize çok şey bıraktı. Bir de bırakamadıkları var: Kendisine
ayrılan zaman cetveli içinde yazamadıkları, çizemedikleri. Fata Morgana
Yayınevi'nin sahibi ve editörü Abidin'in kadim dostu Bruno Roy bakın ne
güzel anlatıyor bu meseleyi:
" B enim en büyük üzüntüm, onu dinlediğim akşamlar, beni
büyü.leyen masalsı sözlerinin onda birini yazmamış olmasıdır: Otuzlu yıl­
larda İ stanbul'da esrarkeş tekkelerinde geçen geceler, Bursa'da kış sabah­
ları, Anadolu yaylası, Sinan üzerine düşünceler ve Osmanlı mimarisi,
Babel, Nazım Hikmet, Aragon, Ayzenştayn, ama bir de tanınmamış kim­
seler, onun tarafından canlandırılınca efsaneleşiyordu. Ne kitap olurdu! "
Kim Abidin'den daha çok sevdirmiştir resmi, heykeli, sinemayı,
sanatı?
Abidin Dino, çağının adamı olarak çağının içindeydi, ama maalesef
çağdışı zihinler, çağdışı kafalar, taşkafalar, mankafalar, onu ülkesinin
dışına çıkmak zorunda bıraktılar. Hata nerede?
" Demokrat" olmak kolay değil: Mankafalar, taşkafalar cumhuriyet­
lerinde. Demokrat olmak bir yaşama, bir düşünme, bir davranma biçimi­
dir. Tarzıdır: Uygar olmak. Medeni olmak anlamında. Ahlak ve yine ahlak
sahibi olmak: Yaşamın ve yaratmanın kurallarına uymak açısından.
Dinlemesini bilmek. Enderun mekteplerinde dirsek çürütmeye ge­
rek kalmadan. Doğruyu arar demokrat olan. Doğru olanı bulmaya çalışır.
Abidinik mekteplerde bu okutulur. Ve sadece iyi öğrenciler geçebilirler bu
okullardan.

354 Asi D i N S E R e i s i S ü RÜYOR


Evet ülkesini, ülkesinin kadın, erkek ve çocuklarını çok seven Abi­
din Dino, Paris'te elli bir yıl yaşadıktan sonra ve Türkiye Cumhuriyeti va­
tandaşı olarak ve kalarak aramızdan ayrıldı. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Abidin gitti. Ama r o , Rue de L' Eure adresindeki binaya girdiği­
nizde solda hemen bir ayna vardır: İyi bakın o aynaya Abidin ordadır. Bir
görüntü değil bu. Abidin gider ayak oraya bakmış ve suretini çıkarmıştır
çünkü:
" Ben susunca imgeler seslenir. Ben susunca suretim gülümser.
Ben susunca sizler konuşursun uz. Hakikat sizlersiniz, başkaları değil çün­
kü." Düşlerin renkleri çünkü bizim de renklerimizdir. Bilinenle bilinmeye­
nin sınırında dolaşmak. Dolaş-bak!
Evet Abidin Dino sergisi sürüyor. Sürecek:
Abidin'le randevurn var: Metrodan Hotel de ville İ stasyonunda ini­
yorum. Elimdeki davetiyede Abidine yazıyor; Abidin böyledir işte:
Fransızca okunuşunda sondaki N'nin hakkı yenmesin diye bir E ek-
lemeyi adet edindi, öteden beri.
Sergi G alerie Vieille Du Temple'da. "Yüzler" sergileniyor.
Ağustos 1993 'te Abidin'in yazdığıdır:
" İki yıldan beri suratlar dizisi sürmekte. Kalabalık çizgiler, ne idü­
ğü belirsiz biçimler, renkler, kederli ya da sevinçli, samurtkan ya da güleç,
karamsar ya da alabildiğine iyimser yüzler. Varla yok arası bir gezinti. İtişe
kakışa resirolerime giriyorlar, zorla."
1993 yazında, Büyükada'da "yaz günü resim" yaptı. Ve " Biçimden
Öte" adıyla Galeri Nev'de meraklılarına sundu:
Yine yüzler var:
İstanbul kalabalığında. Bir Mayıs İşçi Bayramı'nda halay çeken, Ma­
yıs r 9 6 8 'de protestocu kararlı topluluklar. Anlamlı ve bilinçli yüzler:
"Özgürlüğe kavuşmuş, başına buyruk"
Hat olmuş/ halvet olmuş/ kendinden geçmiş / kapılara dayanmış /
kızıllara bürünmüş / güzelim yüzler.
Koşun kıyamet çocukları / Abidin'i ve yapıtlarını sahiplenmenin za­
manıdır.
Abidin'le her zamanki / zaman zaman içinde / gibi çıkıyoruz.

ABi D i N D i N o 355
Galeri'den: Doğru Cafe Atmosphere'e. Jacques Brel şarkılarıyla kar­
şılıyor: "Beni terketme / Bitmez tükenmez volkan." Bu türkü Güzin için­
dir. Abidin namına.
Karşımdaki aynada, Abidin, seni izliyorum: İnce elierin Güzin'in
omuzlarında / Güzin'de sevgiyle yüklü gözlerin.
Duvarlar / Dualar afışlerle kaplı: Birinde "Doors of Ireland," diğerin­
de " Charlie 'Bird' Parker."
" İ şte caz yakaladı yine bizi!" diyorsun. " Eller yukarı!"
Kapı girişinin sağında, uyuklayan SDF (evsiz-barksız/ yersiz-yurt­
suz) bizden biri: I sınıyor. Ve belli ki dün geceden kalmış.
Yanı başımızdaki masada, akşam yemeğini bitirdikten sonra keyif­
le kahvesini içen Cüce: Hem sanki Toulouse-Lautrec / Hem sanki Pelli­
ni'nin bir filminden / çekiminden koşturmuş, Abidin'e " il maestro"nun se­
lamını getirmiş. Abidin gider ayak Usta'ya saygıda kusur etmedi.
Birer kadeh bir şeyler içtikten sonra çıkıyoruz: İki olasılık var: Ya
Restaurant-Bar Les Philosophes'a gidilecek. Ya da Rue des Rosiers'deki
(Türkçesi: Gül fıdanları sokağı: Bakın bu da çok hoş) eşi bulunmaz Yahudi
lokantalarından en İstanbulumsu olanında 'falafels" yenecek
Ve bir an / veya başka bir an / Abidin hepimize soracak
" Lütfen söyler misiniz, benden içerü resmin kapısı nerede? "

As i D i N S E R G i s i S ü RüYOR

You might also like