You are on page 1of 15

ATATÜRK İLKELERİ

GİRİŞ: Sevgili meslektaşlarım ve sevgili öğrenciler! Hepiniz hoş geldiniz. Bu yıl,


cumhuriyetimizi kuran ulu önder M. Kemal Atatürk’ün ölümünün ...... yıl
dönümünü idrak ediyoruz. Atatürk’ü anlamak, onun ilkelerini anlamaktan
geçer. Bu amaçla burada bulunuyoruz. Bugün burada onun ilkelerini
açıklamaya çalışacağız.

Tarih en büyük laboratuvardır. Ona başvurmadan gerçekleri meydana


çıkarmak zordur. Bizde önce, kısaca da olsa, tarihe başvurmak istiyoruz.

19. yüzyılın önemli ve değerli bir yeri vardır. Her alanda, her yönde
büyük gelişmelere sahne olmuştur. Bilim ve teknik alanındaki gelişmeler,
medeniyet yönünde hızlı ilerlemeleri getirmiştir. Bunun sonucu, bir yandan
hayat kuralları değişmiş ve bu gelişme, hızla toplum kurallarını etkilemiş, öte
yandan da, devlet düzenlerini değişikliğe zorlamıştır. İşte Atatürk İnkılapları da
böyle bir zorunluluğun sonucudur.

Atatürk İlkeleri, genel anlamda bir milletin uygarlık alanında varlığını


kanıtlamasını ve içinde bulunduğu uygarlık çağına katkıda bulunmasını
sağlayacak bir yönetim sisteminin dayanaklarıdır. Bu ilkelere kısaca, uygar bir
yönetim sisteminin temel taşlarıdır diyebiliriz. Atatürk İlkelerinin amacı ise,
“Yurtta barış, dünyada barış”ı gerçekleştirmektir. Bu ilkelerin, çağımızın içinde
bulunduğu sorunların tümüne çözüm getirmesi, bu tanımlamamızın zorunlu
sonucu olarak karşımıza çıkar.

Önce Atatürk İlkelerinin diziliş sırasına bakarak düşüncemizi


açıklamaya çalışalım: Cumhuriyetçilik-Milliyetçilik-Halkçılık-Laiklik-Devletçilik-
İnkılapçılık.

Şimdi onun ilkelerine göz atalım.

Atatürk’ün en önemli eseri “Cumhuriyet” tir. Bilindiği gibi


Cumhuriyetçilik, bir bütün olan “Atatürk İlkeleri”nden biridir; inkılapların
oturduğu temeldir. Hiç şüphesiz, öteki ilkeler, bu temeli gerçekleştirmek ve
sağlamlaştırmak amacına yöneliktir. Atatürkçü Düşünce Sistemi, devletimize
ruh, şekil ve yön vermesi bakımından, Cumhuriyette kendini gösterir.

Cumhuriyetçilik, devletin siyasi rejimi olarak cumhuriyeti benimseme,


cumhuriyeti fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.
Cumhuriyetçilik, siyasi rejim olarak cumhuriyetten hareket eder, cumhuriyeti
savunur.
Cumhuriyet kelimesi Arapça “Cumhur” kelimesinden türemiştir. Halk,
ahali, büyük kalabalık anlamına gelir. Cumhuriyet kelimesinin İngilizce karşılığı
ise “The Republic” tir. Kelime Latince kökenlidir ve “Res Publica”, kamuya ait
şey, kamu anlamına gelir.

Cumhuriyette esas kural seçimdir. Cumhuriyet, en büyüğünden en


küçüğüne kadar devletin hizmetlerinin hepsinde veraset usulünü kesin olarak
reddeder. Kişiler seçimle belirlenir. Devletin en yüksek organından en aşağı
basamaklarına kadar halk iradesinin egemenliğine dayanır. Cumhuriyeti
yaşatacak ve ayakta tutacak tek kuvvet ise yurttaşın siyasi olgunluğa ve ahlaki
değerine dayanan kamu düşüncesidir. Bu yönü ile cumhuriyet bir kişi veya
zümre yararına değil, kamu yararına göre yönetilen devlet şeklidir.

Atatürk İnkılâbı’nda Cumhuriyetçilik ana ilke ve esas değerdir. Bu ilke


yeni Türkiye Devleti’nin temelidir. Bu yüzden 1924’lerden itibaren Türkiye
Cumhuriyeti anayasamızda, meclislerde değiştirilmesi teklif edilemeyecek,
kuruluş ana esasları ile korunmuş ve yerleşmiştir. Bu niteliği ile Cumhuriyet,
devlet düzen ve yönetiminde şahsilik ve keyfiliğin hakim olmasını önleyen en
sağlam teminatıdır. Ayrıca Türkiye’de siyasal iktidarların el değiştirilmesi ve
dağılması bakımından sosyal yapı üzerine en kuvvetli etki yapan Atatürk
ilkelerinden Cumhuriyetçilik, yeni Türk devletini yaratan Türk İnkılâbı’nın
siyasal görüşüdür.

Temelde ekonomik olmaktan çok siyasal ve ideolojik olarak başlayan


Türk İnkılâbı, siyasal mekanizmalar yönünden Cumhuriyetçiliği tüm atılımların
itici gücü yapmıştır. Bu nedenle Cumhuriyetçilik bütün Türkiye Cumhuriyeti
anayasalarının temel ilkesi ve ana değeri olmuştur. Cumhuriyetçilik devlet
düzeninde ve yönetiminde millet iradesinin egemen olmasıdır. Atatürk’ün de
ifade ettiği gibi hürriyet, eşitlik ve adaletin dayanağı milli egemenliktir.

Klasik devlet nazariyecileri, her devlet şeklini, kendisini uygun bir


davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını, bu ilkeye uyulmadığı taktirde
devletin bozulacağını ve çöküntüye gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu prensiplere
çağdaş siyasal bilim terminolojisine uygun olarak, bir siyasi rejimin dayandığı
temel siyasi değerler sistemi adı verilir. Bu konuda derin gözlemlerde bulunmuş
olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu’ye göre despotizmin prensibi korku,
monarşinin prensibi şeref, demokrasinin prensibi ise fazilettir.

Cumhuriyetçiliğin en başta gelen niteliği Atatürk’ün “Egemenlik,


kayıtsız şartsız milletindir.” sözünde ifadesini bulur. Çünkü; çağdaş Türk
Devleti’nin dayandığı temel prensiplerden biri olan ilkenin en iyi korunduğu ve
gözetildiği yönetim, Cumhuriyet yönetimidir. Atatürk, cumhuriyeti demokrasi
içinde işleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. Bakın Atatürk bu konuda
şöyle demiştir: “Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı
zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini
yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus
çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün
yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu
duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını
sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe
seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir,
ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını
seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini
iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi
olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı
ahrette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış
bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak
görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz.
Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye,
millî egemenlik ilkesine uygun değildir".

Anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendi kendini doğrudan doğruya


yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi olarak kabul
etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan
doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her
zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi
gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet,
yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut
kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur.
Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması
demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya
dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe
almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı
cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalınması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için
bir kıvanç kaynağıdır.

Türk Devleti’nin siyasi rejiminin “Cumhuriyet” olması 29 Ekim


1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile gerçekleşmiş, 20 Nisan 1924 tarihli anayasanın
birinci maddesinde bu durum belirtilmiştir.

MİLLİYETÇİLİK;

Atatürk ilkelerinden biri de Milliyetçiliktir. Ait olduğu milletin varlığını


sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı
ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre
milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?

Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup
olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet
sayılabilmesi için ırk birliğinin olması gerekmektedir. Bu eksik bir görüştür. Aynı
ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır,
İsviçreliler ve Amerikalılar gibi... Bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı
aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür.
İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna
karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili
konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet
sayılabilirler.

Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler.
Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en
büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı
birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da,
Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde
Müslümanlar hiç bir zaman tek bir millet sayılamamışlardır.

Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına
yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması
için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip
olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli bir görüştür. Milliyet bağı böylece maddi
olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle
tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "Zengin bir
hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya,
sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin
ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına,
birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır. İşte bu
ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu
şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin
ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları
düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette
tek olduğunu da unutmamak gerekir.

Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır.
Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk
toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar.
Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu
doğurmuştur.

Atatürk, milliyetçilik ilkesiyle, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatacak olan


Türk Milleti’nde bir milli benlik duygusu yaratarak bu duyguyu bilinçlendirmek
istemiştir. Bakın Atatürk milli benlik duygusunun tanımını nasıl yapıyor:
“Milletin sosyal düzen ve sükunu, hal ve istikbalde refahı, mutlululuğu,
selameti ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerleme ve gelişmesi için insanlardan
her konuda ilgi, gayret, nefsin feragati icap ettiği zaman, seve seve nefsinin
fedasını talep eden milli ahlaktır. Mükemmel bir millete, milli ahlakiyet
gerekleri, o millet efradı tarafından adeta muhakeme edilmeksizin vicdani
duygusal bir nedenle yapılır. En büyük milli duygu, milli heyecan işte budur.
Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet
büyüklerinin; evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet
çocuklarına, milletin her ferdine, bıkmaksızın ve sürekli olarak verecekleri milli
eğitimin gayesi işte bu yüksek milli duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır. Ahlakın
milli, sosyal olduğunu söylemek ve maşeri vicdanın bir ifadesidir demek, aynı
zamanda ahlakın kutsallık sıfatını da tanımaktır. Böylece millete ortak bir
davranış, birlik ve beraberliğini sağlamayı amaçlamıştır. Osmanlı İmparatorluk
toplumunun içersinden çıkarttığı Türk Milleti’nin “Ben Kimim?” sorusunu
yanıtlamıştır. Millete önce bir kimlik vermiştir. Hemen bunun ardından milletin
niteliğini açıklamıştır. Burada, Yeni Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı boyunca ve
tarihte Türklerin gösterdiği kahramanlıklarını kanıt olarak kullanmıştır.

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti


denir.”Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski bir yurt, ondan
daha temiz bir millet yoktur. Ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir” diyerek
milletine tarih kökeninden gelen bir isim takmıştır. Bu ismi milletine
benimsetmeye çalışmış, tarihte Türklerin yeteneklerini, özelliklerini ve
kurdukları uygarlıkları anlatmıştır.

Yaptığı ve yapacağı inkılabın tümünü Türk Milleti’ne mal etmiş, “Türk


Milleti’nin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasal ve sosyal
inkılapların gerçek sahibi kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu yetenek ve
gelişme gücü olmasaydı onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli
olamazdı.” demiştir.

Milliyetçilik, kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin hissettikleri, bir arada
aynı sınırlar içerisinde bağımsız bir hayat sürmek ve teşkil ettikleri toplumu
yüceltmek isteğidir.

Milliyetçilik, yani millet duygusu bir millete mensup fertlerin, milli tarihlerine,
milletlerin mazideki hem parlak başarılarına, hemde felaket ve ızdıraplarına
karşı derin bir ruhi bağlılık ve hürmet hissidir. Milliyetçilik sadece ortak geçmişe
bağlılık değil, istikbale yönelik amaç, paye ve düşünceler açısından da
birliktelik ifade eder.
Niteliklerine bir bakalım :
• Mantıki düşünceye, sağduyuya ve adalete dayanır. Kültürlü fert ve
milletlerin milliyetçiliğidir. Başka milletlerin de hürriyetine, istiklaline
hürmet eder.
• Sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. Kafatası ve kan tahlili ile
uğraşmaz. Eşit değerler arar, hürriyetçidir.
• Üstün millet - aşağı millet nazariyesini reddeder. Kendi milletinin diğer
milletler üzerinde hukuk, hürriyet ve adalet esaslarına aykırı bir yolda
tahakküm hakkı olduğunu iddia etmediği gibi, diğer devletlerin de kendi
milleti üzerinde tahakküm teşebbüslerini de fikirle, kalemle, gereğinde
silahlı mücadeleyle reddeder. Modern milliyetçilik saygı esasına dayanır,
barışçıdır.
• İdealist bir nitelik taşır, iyimserdir.
• Modern milliyetçilik, sınıf, zümre ayrılığına ve sınıfların tahakkümüne
karşıdır.
• Modern milliyetçiliğin bir diğer özelliği de bilime dayalı olmasıdır.
• Demokrasiye yer verir ve demokratik bir nitelik taşır. Şuurlu milliyetçilik
ancak hür ve demokratik milletlerde ortaya çıka bilir.
• Irkçılık, kozmopolitizm, mukaddesatçılık, şövenizm, totaliter milliyetçilik
ve komünizm gibi akımlara karşıdır. Bu akımlarla milliyetçiliği
bağdaştırmak mümkün değildir.

Modern anlamıyla değerlendirilen milliyetçilik insanlığın gelişmesinde


her milletin kendine düşen payı gerçekleştirmesiyle medeni insanlığa katkıda
bulunmuştur. Milliyetçilik, hayatiyet ve gelişmesini her memleketin özelliğine,
her milletin kendine özgü karakterine göre geliştirecek bir nitelik taşımaktadır.

Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı :

Kaynağını Türk Milleti’ne olan sevgi, inanç ve güvenden almaktadır,


birleştirici ve toplayıcı nitelikte ve millet yararınadır.

Atatürk, hürriyet mücadelesi yapan topluluklara kurtuluş ümidi ve


aşkı verdiği gibi, kurtuluşun yolunun da milliyetçilik olduğunu göstermiştir.
Birleştirici, yapıcı, yaratıcı, insani ve medeni bir milliyetçilik anlayışı Atatürk’ün
fikri yapısının temel dayanağını teşkil etmiştir.

Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye


çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı
yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.

HALKÇILIK

Atatürk ilkelerinden bir diğeri de Halkçılıktır. Bir milleti oluşturan,


çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara Halk denir.
Atatürk İlkelerinden biri olarak “Halkçılık”, halk kavramına dayandırılmış bir
anlayışı dile getirir. Halk deyimi genel olarak, siyasal sınırlar içinde yaşayan ve
bu ülkeyi vatan bilen insanlar topluluğudur ki, Atatürk’e göre halk, milleti
anlatır. O’nun: ”Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir”
sözleri bunun kanıtıdır.

Halkçılık, halkın halk tarafından halk için idaresidir. Halkçılıkta asıl


önemli olan halkın kendi kendini demokratik esaslara uygun olarak
yönetmesidir. Halkçılıkta devletin siyasi rejimi, halk tarafından ve halkın
menfaatine kullanılır. Bu bakımdan halkçılık gerçek demokrasinin gerçekleşmesi
ve yerleşmesi amacına yöneliktir.
Halkçılığın temelinde halk vardır. Halk gerçeğinden hareket eder.
Toplum düzenini halkın yararına korumayı öngörür.

Halk kelimesi kullanılış amacına göre çeşitli anlamlar ifade eder. Bir
anlamda Türkiye halkı, Türkiye’de yaşayan insan topluluğudur. Yabancılar da
halk deyimine dahil olurlar. Diğer anlamda Türk halkı denildiğinde Türkiye’de
yaşayan, millet bağı ile devlete bağlı bulunan insan topluluğu anlaşılır. Bu
anlamda milletle halk arasında yakın bir ilişki vardır.

Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir.


Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir
siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır.

Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur. Cumhuriyet, halkın


kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece
cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık,
milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik,
Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte
bağlanmak demektir.

Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk
devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi
tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir.

Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin


diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına
da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık
tanınmaz. Halk, her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur. Bugün bazı
rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin
adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti
anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devleti uzaktan
yakından böyle bir anlam taşımaz.

“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri
en ağır ve müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkı ile layık görülen
ordunun kahramanlığı” diyen Atatürk, milli mücadelenin en karanlık
günlerinde, yanında bulunan sadık yakınlarından gazeteci Yunus Nadi Bey’in; “
Her kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde miyiz?” diye sorması üzerine,
Mustafa Kemal’in verdiği cevap şu olmuştur: “Ben her kerameti meclisten
bekleyenlerdenim. Bir devreye yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet
işleri de ancak milli kararlara istinat etmekle, milletin hissiyat-ı umumiyesine
tercüman olmakla hasıldır. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O, esaret
ve zillet kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine; “Ey Millet,
sen esaret ve zillet kabul eder misin diye sormak lazımdır. Ben, milletin
vereceği cevabı biliyorum... Bizim bildiğimiz hakikatler milletçe de tamamen
malum olunca, onun kararlar bahsinde bizim gibi düşüneceği muhakkaktır.
Ben, bilakis milletin bu hususta daha salim, daha kati kararlar vereceğine
kaniim.” Esasen Mustafa Kemal’in planının temel unsuru, Milli Mücadele
hareketini halka maletmek ve liderliğe seçimle gelmek olmuştur.

Mustafa Kemal TBMM.’ne 13 Eylül 1920’de bir anayasa tasarısının


gerekçesi olarak sunduğu hükümet programında, TBMM. Hükümetinin amacının
halka dayanan bir hükümet kurmak, halkı emperyalist ve kapitalist
düşmanlardan korumak, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi
esasına dayanan bir idare sistemini gerçekleştirmek olduğunu ifade etmiştir.

Halkçılık ilkesi hem devlete, hem de topluma ekonomik sorumluluklar


yüklemiştir. Devlet, vatandaşın sorunlarını çözmek ve hayat seviyesini
yükseltecek tedbirler almak zorundadır. Toplum ise, daha çok çalışmak ve
üretmek için çaba harcamalıdır.

Halkçılık ilkesinin Türk toplumuna sağladığı yararlar şunlardır:

• Halkçılıkla Milli Egemenlik tam olarak gerçekleşmiş ve demokrasinin


yerleşmesine katkıda bulunmuştur.
• Toplumda barış ortamının kurulması sağlanmıştır.
• Bu ilke ile Türk toplumu yönetime katılma, kanunlar önünde eşit olma ve
devletin imkanlarından eşit olarak faydalanma olanağına kavuşmuştur.
• Halkçılık kalkınmayı hızlandırmış, zayıf bir ekonomik mirastan bugünkü
Türkiye’yi oluşturmuştur.

LAİKLİK

Türkiye’de çokça tartışılan konuların başında gelen bir ilkeye geçiyoruz.


Laiklik... İnsanların ay etrafında ve dünyadan yüz binlerce kilometre uzakta,
tabiatı dizginlemeye ve tabiata hakim olmaya çalıştıkları bir anda, biz, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ve Müdaafa-i Hukuk hareketinin başlayışından
üç çeyrek asır geçtiği halde, hala Laikliği tartışıyoruz. Böyle bir zamanda pek
tabii eski bir kavram sayılan, bizim için artık tarihi bir kavram olan, laikliğinde
biraz daha aydınlanmasına hep beraber çalışmamızda fayda olduğu
inancındayım.

Üç soru üzerinden konumuza başlamak istiyorum. Meselemizi sadece


biçimsel ve siyasal planda değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik yapı içinde ele
almak, sanırım daha doğru olacaktır. Sorularım şunlar: “Atatürk, hangi nedenle
laikliği seçmiştir?” İkinci sorum şu: “Böyle bir politika hangi engellerle
savaşmıştır ve elde ettiği sonuçlar neler olmuştur?” Üçüncü sorumuz: “Bugün
biz, Atatürksüz bir dönemde bu tip engellerle savaşabiliyor muyuz?”

“Atatürk, hangi nedenle laikliği seçmiştir?” Burada asıl amaç; Bir


toplumu belirli bir uygarlık seviyesine, belirli bir medeniyet ölçüsüne
götürmektir. Bu Atatürk için batı uygarlığı veya o zamanki deyimle “Garp
Medeniyeti” olmuştur. Uygarlık ve batı uygarlığı zamanımızın tek ve hakim
medeniyeti. Atatürk, bu uygarlığa mutlaka kavuşmamız gerektiğine inanmakta
idi, kişi ve toplum olarak..... İnsanca yaşamak, toplum olarak bağımsız
yaşamak, milli bir hayat sürmek ve onun söylediği gibi “Milli bir hareket içinde,
milli bir fert olmak”... İşte Atatürk’ün en büyük amacı buydu ve Türk
İnkılabının temelinde yatan prensipti.

Niçin batı öyleyse? Biraz önce belirttiğimiz gibi tek ve hakim


medeniyet olduğu için. Üç büyük sanayi inkılabını başardığı için. Ne buhar, ne
elektrik ve nede nükleer enerji buluşları doğuda olmamıştı. Bunların hepsi
batıda olmuştur. Batı çok büyük ilerlemelerle tabiata karşı veya tabiattan
yararlanma suretiyle medeni bir hayat seviyesine erişmiştir. Bundan
faydalanmak için, böyle bir seviyeye çıkabilmek içindir ki, Atatürk, ölmüş
sanılan ve hasta adam diye asırlarca tekrarlanan ve bu nitelikte bir millet
sanılan Türklerin, böyle bir düzeye çıkmalarını istiyordu. Yalnız bu medeniyet
hangi medeniyettir? Batı medeniyeti dediğimiz zaman ünlü şair Mehmet Akif’in:
“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarı”ndan bahsetmiyoruz.
“ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarı” biz emperyalizm olarak alıyoruz.
Gerçek batı medeniyeti bu değil. Üstelik batı uygarlığının kendisine özgü
saydığı ve kendi yapısı saydığı, sosyo-ekonomik plan bizim için bir ideal
olamaz. Bizim istediğimiz batılı bir metodla, batılılar gibi bir şeyler yapabilmek
ve yaşayabilmek imkanlarına kavuşmaktır. Biz, müessese ithalatçılığı
istemiyoruz. Başka gelişmelerin, başka hayatların sonucu olan bir takım
müesseseleri, bizim hayatımıza uygun olsun olmasın, taklit yoluyla ithal etmek
durumunda değiliz. Batı medeniyetini Atatürk hiçbir surette böyle anlamamıştır.
Yalnız kendi gelişmemizi tayin için metod araştırması, batılıların metodları ile
onlar gibi bir hayat seviyesine çıkmak... Bize uygun müesseseleri yaratmak ve
korumak. Evet, batı Atatürk’e göre ortak medeniyettir. Bütün insanlığın malıdır.
Bu şu demektir ki, gelişmiş olsun, az gelişmiş olsun bütün toplumlar bundan
yararlanacaktır. Herkesin kıtası, rengi, dili, cinsi ne olursa olsun, bu medeniyete
katkısı olabileceği gibi, bu medeniyetten yararlanmaya da hakkı vardır. İşte bu,
Atatürk’ün batı medeniyetinden çıkarmış olduğu bir sonuçtur. Çünkü
emperyalizmi doğrudan doğruya reddeder. Bir takım insanların iyi, Bir takım
insanların da kötü yaşaması prensibi bizim batı medeniyetinden çıkardığımız
anlayışa tamamen aykırıdır. O halde batı istese de istemese de, batılılaşmak
batıya rağmen mümkündür. Nitekim, Atatürkçü oluş içinde büyük eylemiyle
bunu ispat etmiştir, Türk Milleti... Batılı olabilmek için batıya karşı savaşmıştır.
Şimdi batıdaki laiklik nasıl gerçekleşmiştir ve niçin batıda bir laiklik olmuştur?
Orta çağdan başlar bunun temelleri. Orta Çağ Roma İmparatorluğu’nun
mirasçıları tarafından paylaşılmak istenen bir siyasi akıma hedef olmuştu Roma
imparatorluğu... Roma İmparatorluğu nereye gitmişse orası benimdir,
diyebiliyordu. Bu iddia karşısında milli devletler doğmuştur. Mesela bir Fransız
kralı durumu şöyle dile getirmiştir: “Ben kudretimi yalnızca Tanrıdan ve
kılıcımdan alırım.” Bu ne demektir? Bu demektir ki, imparatorluğa hiçbir şey
borçlu değilim. Aynı zamanda bu demektir ki, Roma kilisesine ve papalığa da
bir şey borçlu değilim. Çünkü Fransa Kralı, kendi ülkesinin imparatorudur. Milli
devlet, bu şekilde bir taraftan imparatora, bir taraftan da Roma kilisesine karşı
bir diyalog kurarak ortaya çıkıyor. Fakat Orta çağın bitiminde artık batı, eski
düzeni, sosyo-ekonomik düzenini kaybediyor. Ve o zaman feodaliteden
uzaklaşıp merkantilizm yoluyla liberal kapitalizme, daha sonra bugünkü
döneme kadar geliyor. Böylesi bir gelişme çizgisi bizde oldu mu? Bildiğimiz gibi
Osmanlı Devleti, bütün diğer İslam devletleri gibi teokratik bir devletti. Batı
dünyası, Rönesans ve Reform hareketlerinden itibaren din ve dünya işlerini
birbirinden ayırmaya başlamış, düşünce ve bilim hayatını din kurallarının
baskısından kurtarmış, devlet yönetimine akılcı ilkeleri hakim kılmıştır. Bu
değişmelerin etkisiyle batı toplumları yeni çağda büyük bir hızla gelişip
güçlenirken, bir zamanların görkemli devleti Osmanlı İmparatorluğu,
gelişmelere ayak uyduramadığı için gitgide her alanda geri kalmış, nihayet 19.
yüzyılda varlığını koruyabilmek için, büyük batı devletlerinin kendi aralarındaki
denge hesaplarından ve menfaat çatışmalarından medet umar hale gelmiştir.
Batıda bilimsel buluşlar, keşif ve icatlar birbirini kovalarken, Osmanlı
İmparatorluğunda en basit bir yeniliğin kabulü bile onun şeriata uygun olup
olmadığı konusunda uzun tartışmaları gerektirmiş, sonuçta bazen yüzyıllar
süren gecikmeler ortaya çıkmıştır. Örneğin 1578’de kurulan bir rasathane,
Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemseddin Efendi’nin padişah III. Murat’a :
”Gökleri rasat etmenin meşhum ve her nerede buna teşebbüs edilirse orada
devletin mahvu harap olduğu” şeklinde verdiği bir ariza üzerine bu ilim
müessesesi yıkılmıştır. Avrupa’da 1450 yıllarında icad edilen matbaa,
Türkiye’ye ancak 1727’de girebilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin geri kalmasında temel sebebin, taassub ve


dogmalara körü körüne bağlılık olduğu gerçeği, özellikle 19. yüzyıl içinde bazı
ileri gelen Osmanlı yöneticilerinin dikkatini çekmemiş değildir. II. Mahmut
döneminde girişilen ve Tanzimat Dönemin’de yoğunlaşarak devam eden
reformlar, askerlik ve devlet yönetimi alanlarında, eğitimde bazı yenilikler
getirmiş, hukukun bazı alanlarında batı kökenli laik kanunlar alınmıştır. Ancak,
bir yandan bu laik kurumlar benimsenirken, öte yandan da dinsel kökenli eski
kurumlar muhafaza edilmiş, dolayısıyla sosyal hayatın hemen her alanında
toplumun bütünlüğünü zayıflatan bir ikilik ortaya çıkmıştır. Büyük düşünür Ziya
Gökalp’in dediği gibi, “ Tanzimatçıların büyük bir hatası da, bize şark
medeniyeti ile garp medeniyetinin terkibinden bir irfan halitası (Karışımı)
yapmak istemeleriydi.”Sistemleri büsbütün ayrı prensiplere dayanan iki zıt
medeniyetin bağdaşamayacağını düşünememişlerdi. Oysaki biliriz ki her
medeniyet kendinin bütünüdür. Ayrı kültürlerin zoraki nikahından hilkat
garibeleri doğar.

Türkiye’nin de dramı buydu. Bu hastalığı tedavi etmek yeni Türk


Devleti’ne kalmıştı. Bu aşamaların birincisi teokratik devletin dayanağı olan
saltanatın 1922’de ortadan kaldırılmasından ve onun yerine ulusal egemenlik
temeline dayanan Cumhuriyetimizin 29 Ekim 1923’te ilan edilmesinden sonra,
3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması olmuştur. Halifeliğin kaldırılması ile, bir
taraftan Cumhuriyetin temelleri sağlamlaştırılmış, diğer taraftan laik ve çağdaş
toplumun gerçekleştirilmesi yolunda cesur bir atılım yapılmıştır.

Devletin varlığını tehlikeye düşüren ve modernleşme hareketini


köstekleyen gerici zihniyetin yuvaları olan tekke ve zaviyelerin kapatılması ve
tarikatların yasaklanması laiklik yönünden bir diğer önemli aşama olmuştur.
Atatürk’ün dediği gibi: “Hiç birimiz tekkelerin irşadına muhtaç değiliz. Biz
medeniyet, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz, başka bir şey tanımıyoruz.
Tekkelerin gayesi, halkı meczup yapmaktır. Halbuki halk meczup olmamaya
karar vermiştir. Medeniyet yolunda Türkiye şeyhler, dervişler memleketi
olamaz.” Nitekim 30 Kasım 1925 tarihli kanun ile bütün tekke ve zaviyeler
kapatılmış ve bütün tarikatlar yasaklanmıştır.

Atatürkçü düşünce sisteminde laiklik, sadece din ve devlet işlerinin


ayrılmasından ibaret bir devlet yönetimi prensibi değil, aynı zamanda bir hayat
tarzı, dünya ve toplum sorunlarına akılcı ve bilimci bir bakış açısıdır. Bundan
dolayıdır ki laiklik, Türkiye’nin çağdaşlaşması temel hedefinden ayrılmaz ve
onun zorunlu bir parçasını oluşturur. Gene bu temel öneminden dolayıdır ki
laiklik, anayasalarımızda özel olarak korunmuş, laikliği dolaylı yollardan
çökertmeye çalışabilecek siyasi akımların etkinlik kazanmasına set çekilmiştir.

Laiklik demek dinsizlik demek değildir. Din bir vicdan işidir. Dini,
toplumun devamını sağlayan bir unsur olarak gören Atatürk, bu konuda şöyle
söylemiştir: “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan
yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın
din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler
iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz.
Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim
ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”

Yunus’a kulak verelim:

“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.


Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan,
Şer’in evliyasıyle hakikatte asidir.”

Yalnız Yunus değil, Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi Türk İslam
büyükleri de vicdan özgürlüğüne saygı göstermişlerdir.

“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan


dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme ve
mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.” Mustafa
Kemal Atatürk...
Laiklik, devlet yönetimine dini kural ve görüşlerin karıştırılmaması
yanında, toplumda din ve vicdan hürriyetinin temini, din ve mezheplerin ne
olursa olsun yurttaşlara eşit işlem yapılması, eğitimin laik, akılcı ve çağdaş
esaslara göre düzenlenmesi esaslarına dayanır. Laiklik bu nitelikleri ile
toplumda fikir ve inanç ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesini önleyen,
vatandaşları hoş görülü davranmaya sevkeden, bu sebeple ülkede birlik ve
beraberliği temin eden temel unsurlardan biridir.

Burada belirtilmesi gereken bir başka nokta bu hassas sorunun


çözümünde özellikle aydınlara düşen temel bir takım ödevlerin olduğudur.
Aydınlar, bilimsel tartışmaların ötesinde, din ve devleti, din ve bilimi, maksatlı
olarak karşı karşıya getirmek isteyenlere alet olmamalıdır. Ayrıca din kisvesi
altında gözüken, aslında Türk devletini çökertmeye yönelen hareketlere, iç ve
dış kaynaklı propagandalara aydınlarımız kapılmamalıdırlar. Bu sorunu,
zorlamalarla ve biçimsel kanuncu yolların ötesinde, kafaları ve gönülleri
aydınlatarak, onları bilgi ile doldurarak, çağdaş eğitimi kitlelere yayarak,
dengeli bir sosyal ekonomi politikası izleyerek çözmek gerekir. Böylece çağdaş
Türkiye Cumhuriyetinde laiklik ve din hürriyeti birbirini tamamlayacak, bu yol
devleti ve toplumu esenliğe kavuşturacaktır.

DEVLETÇİLİK

Atatürk’ün devlet anlayışını ortaya koyan Devletçilik ilkesine geçelim: XX.


yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkanlarına kavuşmak için
üretimi artırma gereği duydular. Atatürk, askeri alanda olduğu gibi ekonomi
alanında da strateji sanatının güzel bir örneğini vermiştir. Atatürk’ün devletçilik
anlayışına göre devlet; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın temel
faktörüdür. Devlet bu alanlardaki geniş faaliyetleri yürütmekle görevli, güçlü,
geniş yetkilere sahiptir.

Türk Bağımsızlık Savaşı sonrasında ülkenin bayındırlığa ve halkın da


refaha kavuşturulması önem kazanınca, bunun hangi yöntemle
gerçekleştirilmesi, başlıca konu olmuştur. O dönemde, yıllar süren savaşların
etkisiyle ekonomik yönden tükenmiş bir halk, düşman elinde yakılmış, yıkılmış
şehirler ve köyler, önemli bir sorun olarak yeni devleti düşündürüyordu. Türk
Ulusu’nun tarih boyunca karşılaştığı felaketlerde ekonominin büyük etkisinin
bulunduğunu değerlendiren Atatürk, bu konuda da ciddi tedbirlerin alınması
gerektiğine inanmaktaydı. Ekonomi alanında alınacak tedbirlerde ülkenin içinde
bulunduğu koşullar başlıca etkendi. Yıllarca etkisini sürdürmüş
kapitülasyonlardan Lozan’da kurtulmuş olmakla beraber, ülke fakir, halk
etkinlikten yoksun ve devlet hazinesi de kaynaklara muhtaçtı. Bu dönemde
esasen halkta büyük yatırımlar için gerekli güç yoktu. İnkılabı amacına
ulaştırmak için, önce ülke bayındırlığa kavuşturulmalı ve halk yoksulluğu
yenmeliydi. Ülke gerçekleri, büyük ekonomik yatırımlarda devletin sorumluluğu
yüklenmesini gerektirmekteydi. Bu düşünce, inkılabın “Devletçilik” ilkesini
ortaya çıkardı.
“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi
zaferlerle taçlandırılmazlarsa ortaya konulan zaferler ömürlü olamaz, az
zamanda söner.” Diyen Atatürk devletçilik politikasını şöyle açıklamıştır: “Bizim
izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün üretim ve dağıtım
araçlarını bireylerden alarak milleti büsbütün başka esaslar dahilinde
düzenleme amacını güden ve özel, bireysel, ekonomik girişim ve faaliyetlere
meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kolektivizm gibi bir sistem
değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir.

Bizim izlediğimiz devletçilik, kişisel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla


beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi
bayındırlığa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği
işlerde devleti fiilen ilgilendirmektedir.”

1923’lerde uygulamaya konulamayan devletçilik politikası, bazı yeni


şartların (Özellikle dünyada baş gösteren 1929 bunalımının) hızlandırıcı
etkisiyle 1930’larda ele alınabilmiş ve benimsenmiştir. Çünkü bu dönemde özel
kesimin ülke sanayini gerçekleştirebilmesi imkânsızdı. Atatürk bu durumu
tespit etmiş ve Türkiye’de ancak devletçilik uygulamasıyla sanayinin
geliştirileceğine inanmıştı. Bunun üzerine 1931 yılında siyasi parti programına
alınan devletçilik ilkesi, şu şekilde tanımlanıyordu. “Devletin ekonomi ile ilgisi,
fiili surette yapıcılık olduğu kadar, özel teşebbüslere yön vermek ve yapılmakta
olan işleri düzenlemek ve kontrol etmektir.”

Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı,


teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün
akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken,
devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.

Atatürk’e göre uygulanması öngörülen Devletçilik prensibi; Bütün


üretim ve dağıtım araçlarını kişilerden alarak, milleti büsbütün başka esaslara
göre düzenlemek amacı güden sosyalizm prensibine dayalı Kolektivizm yahut
Komünizm gibi özel ve kişisel ekonomik teşebbüs ve faaliyete meydan
bırakmayan bir sistem değildir. Kişisel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla
beraber mümkün olduğu kadar, az zaman içinde milleti refaha, memleketi
bayındırlığa eriştirmek için milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği
işlerle, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen ilgili kılmaktır. Ekonomi işlerinde
devletin ilgisi, doğrudan yapıcılık olduğu kadar özel teşebbüsü teşvik ve
yapılanları düzenleme ve kontrol da etmektedir.

Devletçilik, toptan ve kollektivist bir devletçi anlayışı ile ilgili değildir.


Plânlı ekonomide, ülkenin kendi kaynaklarını işletmeye geçirmede ve
ekonomiyi kurmada başlıca etkenin millet olacağı görüşü benimsenmiştir.

1 Kasım 1937’de yaptığı bir konuşmada Atatürk, sanayileşme ve


plânlı ekonomiyle ilgili görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır. “Sanayileşmek en
büyük milli meselelerimiz arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için
ülkemizde var olan büyük-küçük her çeşit sanayii kuracak ve işleteceğiz.”

Köklü ekonomik değişmeleri gerçekleştirme konusunda ise daha


aşamalı bir yöntem kullanılmıştır. Çok hızlı kalkınma için insan unsurunun feda
edilmesine Atatürk hiçbir zaman razı olmamıştır. Diğer bir deyimle kalkınmanın
temeli üzerinde de durulmuş, barışçı bir ekonomik model izlenmiştir.

Atatürk’ün devletçilik anlayışı, ülke ve millet imkânlarının


kullanımına, işletilmesine, kalkınmaya, gelişmeye, çağdaşlaşmaya kısacası
devletin ekonomik fonksiyonuna yön veren bir ilkedir. Devletçilik, devletin
ekonomide, sanayide, işletmecilikte, millet ve toplum yararına görev
üstlenmesi, milli ekonominin ana kaynaklarını, bağımsızlığın gerektirdiği ana
kaynakları yaratacak müesseseleri kuracak, bunları işletecek, yarattığı
değerleri yine millet yararına olan işlerde değerlendirerek kullanmasıdır.

Devletçilik ilkesi özel teşebbüsü reddetmez. Tüm üretim araçlarının


devlet elinde toplanmasını öngörmez. Mülkiyet hakkına saygılıdır. Atatürk,
memlekette üretimin çoğalması için, özel teşebbüsün devletçe zorunlu
olduğunu önemle kaydettikten sonra “Devlet ve özel teşebbüsün birbirine karşı
değil, birbirinin tamamlayıcısı” olduğunu belirtir. Atatürkçü ekonomik görüşün
bir yönü de refahın sağlanması açısından toplumun kesimleri arasında imtiyazlı
kişi, zümre ya da sınıfların oluşmasının önlenmesi ve kalkınmanın nimetlerinin
bütün kesimlere eşit olarak dağıtılmasıdır. Bakın Atatürk bu konuda ne diyor:
“Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkar, doktor, velhasıl
herhangi bir içtimai (sosyal) müessesede faal bir vatandaşın, hak, menfaat ve
hürriyet bakımından eşittir...”

Atatürk’ün devletçilik anlayışı şöyle özetlenebilir: Özel sektörün,


sermaye ve bilgi birikimi yönünden yetersiz olduğu, ekonomik alanlara,
devletin girerek özel sektöre öncülük etmesi, daha sonra bu alanlardan
çekilerek yerini yeterli duruma gelen özel sektöre devretmesidir.

Cumhuriyetin 79 yıllık uygulamasında O’nun yönetimindeki 15 yıllık


Atatürk Dönemi, ekonominin en istikrarlı gelişme dönemidir.

İNKILAPÇILIK

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini temel aldığı ilkelerinden biri de


İnkılapçılıktır. İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde
değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır.

İnkılâpçılık, Türk İnkılâbı’nın korunması, aklın ve bilimin yol


göstericiliğinde çağın gerçeklerine göre sürekli olarak geliştirilmesi ve
yenilenme ilkesidir. Geçmişten ziyade geleceğe dönük bir ideoloji olan
Atatürkçülüğün dinamik idealini oluşturur.
Yakınçağın en önemli inkılâplarından biri olan Türk İnkılâbı aynı anda
siyasi toplumun temelini, ümmet esasından millet esasına çevirmiş, meşru
siyasi iktidarın temeli olan kişisel egemenliğe son vererek, millet egemenliğini
ilan etmiş, dine bağlı (teokratik) devlet yapısı yerine lâik devlet yapısını
geçirmiş ve modernleşme ile geleneksellik arasında bocalayan bir toplumu bir
ikilikten kurtararak Türkiye’nin yönünü geri dönülmez bir şekilde çağdaş Batı
uygarlığına döndürmüştü.

Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma şeklinde de anlaşılan çağdaşlaşma,


yine Atatürk ilkeleri doğrultusunda sürekli inkılap hareketleri ve atılımlarla
sağlanabilir. Atatürk, inkılabın asıl amacını şu sözleriyle belirtmişti: “Yaptığımız
ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını
bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal toplum haline
ulaştırmaktır.".

Atatürk’ün inkılapçılık anlayışında, halka dayanmak ve halkla uyum


içinde hareket etmek vardır. Halka dayanmayan, halka dönük olmayan inkılap
hareketlerinin uzun ömürlü olması beklenemez. Çünkü O’nun asıl amacı
bütünüyle çağdaş ve uygar bir sosyal toplumun yaratılmasıydı. Atatürk bu
konuda şöyle demişti: “ Gerçek inkılapçılar onlardır ki, ilerleyiş ve yenilik
inkılabına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime
girmeyi bilirler.” Bu sözlerin anlatmak istediği gerçek, inkılabın halkla uyum
içinde bulunması, halka benimsetilmesi ve halka mal edilmesidir. Demek ki,
inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir.
Atatürk inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman
duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla
mümkün olur.

Atatürkçülükte inkılâpların korunması ve yaşatılması büyük önem


taşır. Bunun için inkılâpların temel ilkelerinden ödün vermemek ve inkılâbı
yıkmak isteyen gerici zihniyetlere karşı uyanık bulunmak gerekir. İnkılâbın bu
gibi çevrelerden gelebilecek tepkilere karşı kararlılıkla korunması, inkılâpçıların,
özellikle Atatürk’ün Cumhuriyet’i emanet ettiği Türk gençliğinin görevidir.

Böylece çağdaş Türkiye Cumhuriyeti, Ata’nın belirlediği “Muasır


medeniyetler” seviyesine ulaşarak devleti ve toplumu esenliğe kavuşturacaktır.
Bu ülküleri gerçekleştirme yolunda bütün gücümüzle çalışmak, Atatürk’ün
anısına dikilebilecek olan anıtların en güzelidir.

You might also like