TİPİTİP..
Tipitip, Kent Gıda Sanayii adlı şirketin 1974 yılından itibaren ürettiği “karikatürlü” bazuka sakız markası ve bu sakızın paketlerinden çıkan karikatürlerin uzun burunlu, büyük gözlüklü, papyonlu, yuvarlak şapkalı çizgi-kahramanı. Karikatür kahramanının yaratıcısı
karikatürist Bülent Arabacıoğlu’dur.......................
MerhabaTIPITIP, TURBO, CINCIN, CINGOZ, DULDUL, DANDY DAL.....ETC... ve daha pek çok şey topluyorum.Hala bunlar varsa, lütfen bana bir mesaj yazın. Onlar için iyi bir fiyat teklif ediyorum.
crispburned@gmail.com
BİR AYAKTA DURABİLSEM...
“Bir ayakta durabilsem, çıkıp oyun da oynarım ama ayakta duramıyorum. Yürüyemiyorum. Şu koltuğa gidip orada oturuyorum, sonra yatıyorum. Genelde de yatıyorum.
Ama bunlar normal.
Birileri ölecek, birileri yaşayacak. Ölmek zorundasın ki, başkaları doğsun.
Hayatın diyalektiği bu.
Ben yapacağımı yapmışım. Yaşadığım sürece de mücadele ederim. Yaşarsam, bir-iki oyun daha koyarım.
Ama tiyatromu güzel yaptım, onu görmeni istiyorum.
Hemen alt katta. Oraya bir okul da yaptık.
Ücretsiz bir okul. 250 öğrencimiz var.
Gençlerle bildiklerimi paylaşmak istiyordum. Öğrencilerimi filmde de oynattım.
Ama filmi dağıtmıyor kimse. Elimizde donumuz, torbamız dolaşıyoruz kapı kapı.
Tiyatrom benden sonra da devam etsin istiyorum. Bülent Demir’e devrediyorum, çok sağlam çocuktur Bülent.
Başından itibaren beni hiç yalnız bırakmayan kişidir.
“Jübile yapar mısın?” diye soruyorlar. Yapmam, prensip olarak bana aykırı. Zenginlerden bilet karşılığı para toplamak istemem ama tiyatromuza bağış yapmak isteyen olursa da başımızın üstünde yeri var.
İsteyen istediği katkıda bulunabilir. Mesela bir işadamı dostum, biraz maddi yardımda bulundu, buradan teşekkür ediyorum kendisine.
İsmini verirsem vurur beni, keşke verebilsem.
Onun ve Aslı’nın sayesinde ustaların paralarını filan ödeyebildim.
O iş adamı arkadaşım aradığında da, bir güzel ağladım. İnsanlar size iyilik yapınca ağlıyorsunuz."
"Zeki Alasya o kadar telaşla öldü ki, dört günde içinde öldü çocuk. Şu benim yaşadığım şeyleri yaşayamadı, gözlemleyemedi. Bunları ancak ölüm döşeğinden gözlemlersin.
Bu bile Allah’ın bir lütfu.
Etrafına bakabiliyorsun, sevgiyi görüyorsun" diyen Kırca sözlerini şöyle tamamlıyor:
“Seneler evvel bir arkadaşım çok ağır kanserdi. Hastaneye ziyaretine gittim. Hiç unutamam, pencereyi açtı ve gökyüzüne bağırdı, “Neden ben?” diye.
Sesimi çıkarmamıştım ama yadırgamıştım. “Neden ben?” demek, bana bencillik gibi geliyor, kibir gibi geliyor.
18 yaşında çocuk da şehit düşüyor, var mı bunun açıklaması? Yok. Neden o ölüyor da başkaları ölmüyor? Yok bunların açıklaması. Kemoterapiye, sosyal sigortalar hastanesinde, herkesle birlikte giriyorum, küçücük çocuklar görüyorum. Onlar acı çekerken benim şikayet etmem, “Ölmek istemiyorum. Gitmeyeceğim, kazık çakacağım!” diye tutturmam ayıp değil mi? Bu son olaylar çok sarstı beni, her an ağlayabilirim. Bu vatanın evladına şehit olarak gelen ölüm, bana kanser olarak gelmiş çok mu? Yanlış anlama, bu politik bir konuşma değil. Bunları ölüm döşeğinde söylüyorum sana...”
Ruhun şad olsun büyük usta............Levent Kırca
İnatçı bir ağaçtır. Dişlidir, kolay kolay pes etmez. Biz ona zakkum deriz. Ağu ağacıdır, zehirlidir. Yapraklarını keçiler bile yemez. Ege ve Akdeniz kıyılarında, Gökçeada’dan Antakya’ya kadar her yerde rastlarsınız ona. Kurumuş dere yataklarında, Toros Dağları’nın eteklerinde boy gösterir. İşte bakın, bir zakkum Antalya’da da çiçeğe durmuş.
Biz birine kızdığımızda bazen “Zıkkımın kökünü̈ ye!” deriz bu zehirli ağacın adını anarak. Oysa Antalya’ya gelip onu gören bir Japon için nasıl bir mutluluk kaynağıdır bu zakkum ağacı. Öyledir, çünkü̈ atom bombasıyla yerle bir olan ve en az 200 bin kişinin öldüğü Japonya’nın Hiroşima kentinde umut anlamına gelir zakkum. Bombanın yarattığı felaketin ardından Hiroşima’da 75 yıl boyunca bitkilerin yeniden yeşermeyeceğine, ağaçların büyümeyeceğine inanılıyordu. Ama zakkumlar çok geçmeden kömürleşmiş molozların ve küllerin arasından doğarak kırmızı çiçeklerini açmıştı. Bu mucizevi geri dönüş insanların da kente geri dönmelerini ve Hiroşima’yı yeniden inşa etmelerini sağlamıştı.
Çılgın bir sevinçle çiçek açmış bu zakkum ağacının zehrinden belki bir gün ilaç yapılır, adı yalnızca Hiroşima’da değil, dünyanın her yerinde umutla anılmaya başlanır...........
Beyin ve sinir cerrahisinde birçok ilklere imza atan ve 2014 yılında dünyanın en iyi beyin cerrahı ödülünü alan, aynı zamanda birkaç sene önce Türkiye'ye gelerek bizim meşhur sanatçılardan birinin de beyin ameliyatına giren Almanya'nın Hannover kentindeki İran asıllı ünlü Profesör Doktor Majid SAMİİ şöyle der:
Bizim mahallede bir ÇÖPÇÜ var. Her sabah arabama binip işe gitmek için evden çıktığımda beni görür görmez yanıma gelir, güler bir yüzle sıcak ve içten bir selam verir. Ben de arabadan iner, saygıyla elini sıkarım. Günaydın der, hâl hatırımı sorar, sonra tekrar işine dönüp caddeyi süpürmeye, insanların kirlettiği yolu temizlemeye devam eder.
Oturduğum apartmanda bir de alt komşum, aynı zamanda meslektaşım olan bir CERRAH DOKTOR var. Ara sıra asansörde karşılaşırız kendisiyle. Selam verdiğimde gözü yukarıda sadece başını sallar, dışarıya atılmak için bir an önce asansörün kapısının açılmasını bekler.
Şahsen eğer bir gün hayatta kalmam bu doktora bağlı olsa, kabrimin tozlarını o çöpçünün silip süpürmesi, yaşama dönmemi sağlayacak olan o doktorun tedavisinden daha lezzetli olur benim için...
İşte bu sebeple diyorum:
Bir ferdin yüksek eğitimli olmasıyla anlayışlı ve şuurlu insan olması arasında asla bir ilişki, bir alaka yoktur..!.......
Kadın hamile.
Bebek erkekmiş.
Aile mutlu çok mutlu.
Bebek doğdu, p.p.sini gösterdi amcalara.
Amcalarda bayram sevinci. Dünyanın en gerekli organını gördüler çünkü.
Bebek terledi, çırılçıplak soydular, evde misafirlikte, mahallede böyle gezdi. Bu hakka sahipti çünkü p.p.si vardı.
Bebek biraz büyüdü. Sünnet olacak.
Davullar, zurnalar, hediyeler… Çocuk düşündü;
“Sanırım bu çok önemli bir organ”
Çocuk aklının en karanlık köşesine yazdı.
Üç beş güzel kız var gittikleri yerde, annesi babası dedi ki:
“Hangisini alayım oğlum sana?”
Çocuk düşündü:
“Sanırım karşı tarafa sormaksızın seçme hakkım var”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk acıktı, sofrasını varsa kız kardeşleri ve annesi hazırladı. Yemek bitince topladılar.
Çocuk düşündü:
“Sanırım kızlar/kadınlar bana hizmet etmekle yükümlü. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Kalabalık bir yemek daveti, herkes masaya sığmayacak. Erkekler ve yaşlılar masaya oturdu. Çocuğu da masaya oturttular. Annesi ve varsa kız kardeşleri yerde oturuyordu.
Çocuk düşündü:
“Sanırım önemli olan erkeklerin konforu.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Servis yapılacak, önce erkeklere yemek verildi, erkekler yardım etmedi.
Çocuk düşündü:
“Sanırım öncelikli olan erkeklerin karnının doyması. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuğun kız arkadaşı oldu.
Bütün sülale duydu. Herkesin ağzı kulaklarında. Densiz bir amca:
“Neler yapacan bahim gızlaraaa”dedi.
Çocuğun annesi ve babası:
“Oğlumdan daha iyisini mi bulacak?” dediler.
Çocuk düşündü:
“Sanırım en iyisini hak eden benim ve bu yüzden kızlara rızasıyla ya da rızasız istediğimi yapabilirim. “
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk büyüdü, arkadaşlarıyla dışarı çıktı, gezdi, eğlendi. Eve geç geldi paşalar gibi karşılandı. Kız kardeşi eve geç geldiği için azar işitirken , dövülürken.
Genç düşündü:
“Sanırım eve istediğim saatte girip çıkabilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Kavga etti, ağzı burnu kan içinde.
Annesi, babası:
“Koçum benim helal olsun. ” dedi
Genç düşündü:
“Sanırım güçlüyüm ve sorunlarımı bu şekilde halledebilirim. “
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Çocuk büyüdü, Ev, İş, Güç sahibi oldu.
Ama bir türlü adam olamadı.
Bu kültür herkeste olmasa da ülkenin bir çoğunda böyle .
Bu yüzden birey yetiştirmek,
Çocuklara Para, mal, mülk bırakmak değil.
Çocuğa sevgiyi aşılamak olmaktır.
Ve bu sevgi sadece insan sevgisi İle sınırlandırılamaz...
En az yarım yüzyıl Mazhar Osman adı dillerden düşmemişti. Hatta Mazhar Osman'lı deyimler vardı:
-Hadi Mazhar Osman'a, mazhar Osman'a..
Bu söz "Hadi tımarhaneye!" demekti. Birisi için "Mazhar Osman'lık" demek, deli demekti. Deli olduğu sezdirilmek istenilene,
-Mazhar Osman'a görünsen iyi olur, denirdi.
Mazhar Osman adı günlük dile girmişti. Bir ad olmaktan çıkmış, bir deyim olmuştu. Günde, günde değilse bile en az haftada bir adını anmayan pek olmazdı. Öyle ünlü bir addı ki, gerçek ya da uydurma, bir de şöyle olay anlatılırdı:
Ruh ve akıl hastalıkları hekimi Dr. Mazhar Osman'ın Kızıltoprak tren istasyonuna çok yakın, tarihî boyalı, kâgir, iki katlı, bahçe içinde küçük bir evi vardı. Yine o ev duruyor. Dr. mazhar Osman bu evi satmak ister. Alıcılar çıkar. Diyelim o zamanın parasıyla evin fiyatı 25 bin lira ama Mazhar Osman 50 lira ister. Alıcının biri, "Bu ev etse etse 25 bin lira eder, çok istiyorsunuz," deyince Mazhar Osman, "Doğru," der, "ev 25 bin lira eder, ama Mazhar Osman'ın evi.. Bu evi alınca, mazhar Osman'ın evinde oturuyoruz diyeceksiniz, 25 bin lira da o etmez mi?.."
İlk okuduğum ruh ve akıl hastalıkları kitabı, Bakırköy Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Mazhar Osman'ın kitabıydı. O kitabın adını bile unuttum şimdi. Ama oynanmamış ve yayımlanmamış bir oyunumu yazarken o kitaptan çok yararlanmıştım..
Soyadı yasası çıkınca, mazhar Osman "mütehassıs" anlamına gelen "Uzman"dan nazire "Usman" soyadını almıştı. Uzmanlık, bizde hiç kimseye Mazhar Osman'a uyduğu denli uymaz; hem Osman adına uyuyor, hem de kişiliğine..
(AZİZ NESİN, "Benim Delilerim", NesinYayıncılık, 2018)...
Kendimi Sevmeye Başladığımda,Charlie Chaplin..............
Kendimi sevmeye başladığımda,
hangi koşullarda olursam olayım, doğru zamanda, doğru yerde bulunduğumu ve her şeyin tam da olması gerektiği zamanda gerçekleştiğini anladım.
İşte o zaman huzura erdim.
Bugün buna “ÖZ GÜVEN” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
duygusal acı ve kederin sadece kendi doğrularıma aykırı yaşadığımı hatırlatan birer uyarı olduğunu anladım.
Bugün bunun “ÖZGÜNLÜK” olduğunu biliyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
farklı bir hayatı arzulamayı bıraktım ve etrafımı saran her şeyin beni büyümeye çağırdığını gördüm.
Bugün buna “OLGUNLUK” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
yanlış bir zaman olduğunu ve hazır olmadığını bildiğim halde birini kendi istediklerimi yapması için zorlarsam, o kişi kendim bile olsam, onu nasıl incitebileceğimi anladım.
Bugün buna “SAYGI” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
sağlığıma iyi gelmeyen her şeyden; yemeklerden, insanlardan, durumlardan ve beni aşağı çeken ve benliğimden uzaklaştıran her şeyden kurtardım kendimi.
Bugün bunun “KENDİNİ SEVMEK” olduğunu biliyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
kendi zamanımdan çalmayı ve gelecek için büyük projeler tasarlamayı bıraktım.
Bugün bana sadece keyif ve mutluluk veren, yapmayı sevdiğim ve içimi neşe ile dolduran şeyleri, kendi tarzıma ve ritmime göre yapıyorum.
Bugün buna “SADELİK” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
her zaman haklı olmaya çalışmayı bıraktım ve o zamandan beri daha az yanılıyorum.
Bugün bunun “ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK” olduğunu keşfettim.
Kendimi sevmeye başladığımda, geçmişte yaşamaya devam etmeyi ve gelecek hakkında endişelenmeyi reddettim.
Şimdi sadece her şeyin gerçekleştiği “anın” içinde yaşıyorum.
Bugün her bir günü günbegün yaşıyorum ve buna “MEMNUNİYET” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda,
aklımın beni rahatsız ve hasta edebileceğini fark ettim. Fakat kalbimle daha çok bağ kurmaya başladığımda aklım değerli bir dostum oldu.
Bugün bu bağa “KALBİN BİLGELİĞİ” diyorum..............
#TarihteBugün: 25 Nisan 1915 -
Kazandığımız an, bu andı...
"Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimizi başka birlik ve komutanlar alacaktır." Yarbay Mustafa Kemal
Çanakkale Kara Muharebeleri’nin ve #ArıburnuZaferi
'nin 109. yıldönümünde başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm komutanlarımızı ve göstermiş olduğu büyük kahramanlıkla gözünü kırpmadan ölüme giden 27. Alay ve 57. Alay'ın tüm kahramanlarını rahmet, saygı ve şükranla anıyoruz.
24 Nisan 1915 tarihine kadar bizzat Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey tarafından sürekli eğitime tutulan 57. Piyade Alayı, 25 Nisan 1915 sabahı düşman çıkarmasını haber alır almaz Conkbayırı'na hareket etmiş ve kendisinden 6 kat daha büyük bir düşman gücüne karşı taarruza geçmiştir.
Bu sırada düşman kuvvetleri, kıyıda az sayıda bulunan Türk askerini ezerek kıyıya çıkmış ve bölgeye en hakim olan 261 rakımlı tepeye ulaşmıştı. Kıyı bölgesi kaybedilince, askerler geri çekilmeye başlamış, Conkbayırı’na doğru tırmanmışlardı. Geri çekilen askerleri gören Mustafa Kemal bu sırada kendi ağzından bu olayı şöyle anlatır:
- Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
- Efendim düşman…
- Nerede düşman?
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim ve bağırarak:
- Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Erler yere yatınca düşman da yere yattı. Kazandığım an, bu andır. Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar 57. Alay’da Conkbayırı’na yetişti.”
Taarruzun ilk on gününde mevcudunun üçte ikisini kaybeden, göstermiş olduğu büyük kahramanlıkla gözünü kırpmadan ölüme giden ve dünya tarihine geçen 57. Piyade Alayı; milletimizin inancını, savaş gücünü, kuvvet ve kudretini bütün dünyaya bir kez daha ispat etmiştir.
Çanakkale Kara Savaşlarının başladığı bu günde (25.Nisan.1915)
Başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Bütün Şehitlerimizi rahmet, minnet ve Dua ile anıyoruz.....................
YİNE DE SEVER MİSİN?
"Seviyorum" dediğin insanı, sadece öğlen on ikide değil, gece ikide, sabah beşte de sever misin?
Hastalanmıştır, yatak döşek yatmaktadır. Mutfağa girip ona çorba yapar mısın, sabaha kadar yanında oturup ateşine bakar mısın?
Fabrikadan çıkıp gelmiştir. Üstünde başında makine ve yağ kokusu. Terlemiştir, yorulmuştur, uykusamıştır. Sarılıp ona, terini yanağınla siler misin?
Kötü bir haber almıştır, kırılmıştır kolu kanadı. Onun kolu kanadı olur musun?
Sadece sevgilisi değil, anası, babası, yareni, dostu, sırdaşı da olur musun?
Sadece ‘’seviyorum’’ demekle yar sevilmez.
Zulanda sakladığın son nefesini ona verir misin?
***
Yatıyordur onkoloji servisinde.
Saçları dökülmüş, bir zamanlar nehir gibi çağlayan teni teni, bir yaprak gibi kurumuştur. Zayıflamıştır, kırılıp dökülmüştür.
Uzandığı yataktan tavanın beyazına bakmaktadır. Yatağının ucunda solmuş çiçekler, ilaç kutuları, kolonya, kitap, su, bir parça kuru ekmek…
Daha üç ay önce, Üsküdar Sahili’nde, eli elinde, dudağı dudağında değil miydi?
Rüzgarda saçları dalgalandıkça,senin de için erimez miydi?
Bak, seni büyüleyen o kocaman gözler ne kadar da ufalmış. O vakitler güneş doğardı o bakışlarda, şimdi gece inmiş kirpiklere...
O böyle ölümün koynundayken, sen yine de, ilişip yatağın ucuna, elinden tutar mısın, saçsız başını okşar mısın?
Nefesinde ilaç kokusu...
Dudakları çatlamıştır susuzluktan....
Yine de öper misin, sarar sarmalar mısın?
"Seviyorum" dediğin insanı, sadece öğlen on ikide değil, gece ikide, sabah beşte de sever misin?
***
İşten çıkartılmıştır.
Ne parası vardır ne de yiyecek yemeği.
Morali bozuktur. Günlerce evinden çıkmamıştır. Perdeleri, telefonları kapalıdır. En umutsuz haliyle gömmüştür kendini eski bir koltuğa. Sehpanın üstünde izmarit dolu küllükler, boş bira şişeleri...
Çalar mısın kapısını, başına omuz, gözyaşına mendil olur musun ona?
Sözü bitmiştir, söz,
hayali bitmiştir, düş olur musun?
Sonra, kolundan tutup sokağa çıkarır mısın? Ona gökyüzünü, bulutları, kuşları gösterip, kulağına şarkılar fısıldar mısın?
"Seviyorum" dediğin insanı, sadece öğlen on ikide değil, gece ikide, sabah beşte de sevebilir misin?
***
Günler sonra işkencelerden gelmiştir.
Kan ravan içindedir.
Kapında durmuş, bir dal gibi titremektedir.
Patlamış dudaklarında mor inleyişler...
Saçlarında kirli bir toka, gözleri kan çanağı, solmuş teni.
Ne bir söz, ne bir hareket.
Sadece bir boşluğa bakmaktadır.
Sızlıyordur ayak tabanları, kolları tutmaz olmuştur.
Sarılır mısın, hemen içeri alır mısın?
Ağlıyordur.
Ağrıyordur.
Banyoya götürür müsün?
"Bu da geçer." der misin?
Hem ağrıyan yerlerini öpüp, hem de yıkar mısın?
Sonra yatağına yatırıp, ona sevdiği şiirleri okur musun?
Ihlamur yapar mısın?
Uykuya dalar, kabuslar görür, kendini tutamaz, altını ıslatır. Yatağını yorganını değiştirir misin?
"Seviyorum" dediğin insanı, sadece öğlen on ikide değil, gece ikide, sabah beşte de sevebilir misin?..
devamı yorumda.............
Arılar; insanlar ve ekosistem için son derece önemlidir. İnsan ırkının varlığını sürdürmesi arılara bağlı.
Arılar Neden Önemli?
1- Öncelikle bal biter. İnsanoğlu balı neredeyse 10 bin yıldır kullanıyor.
Elma, mango, şeftali, ayçiçek yağı, nar, çilek, soğan, avokado, kiraz, kahve, ceviz, pamuk, fındık, limon, havuç, salatalık, kavun, hindistancevizi, acı biber, kakao, üzüm, domates, gibi bitkilerin polenlerini arılar taşıyor, eğer arılar ölürse, onlar da ölür.
2- Bitkilerden faydalanan tek canlı türü insan değildir. Örneğin inekler arıların uğradığı bitki ve çiçekleri özellikle yoncaları tüketiyor. Yoncalar ve çiçekler yoksa, süt veren inekler de yok, bu da tereyağı, süt, peynir gibi besinlerin üretilemeyeceği anlamına gelir. Hiç umutlanmayın, bu durum koyun, keçi ve diğer hayvanlar için de geçerli!
3- Sağlığımız için farklı besin ve vitaminler tüketmemiz gerekli. 2011’de yapılan bir araştırma, dünya genelinde arılar tarafından tozlaştırılan bitkilerin doymuş ve doymamış yağların büyük bir kısmını, kalsiyum, florür, demir, A, C ve E vitamini gibi mineralleri sağladığını ortaya koymuş.
Bu vitaminler olmasa bağışıklık sistemimiz çöker: Demir eksikliği, bitkinlik, zayıflık, zor kapanan yaralar, kanser, kalp hastalıkları nedeniyle yaşam kalitemiz bozulur, ömrümüz kısalır.
4- İlaçlar ve ilaç şirketleri de bundan etkilenir.
Örneğin morfinin etkin maddesi, afyon çiçeğinden elde edildiği için, arıların yokluğu, bu çiçeğin ve morfinin sonu demek.
5- Pamuk arılar olmadan üretilemez.
Giyecek üretmek için hammadde seçenekleri azalır ve maliyetler artar. Pamuğu yemiyoruz belki ama giyim sanayinin yapı taşı olduğunu biliyoruz.
Pamuksuz bir dünya düşünebiliyor musunuz?
Sentetik materyal olan polyester işimize yarayabilir fakat doğal olan pamuğun yerini tutamaz. Ayrıca polyester üretebilmek için yeterli kaynak da bulunmuyor.
6- Arı yoksa kanola da yok!
Kanola (biyodizel üretiminde kullanılan bir bitki) olmazsa, biyo-yakıt üretilemez ve dünya fosil yakıtlara mecbur kalır.
7- Kozmetik sektörünü de unutmamak lazım.
Bal, cilt ve dudak bakımı doğal ürünler pazarlayan birçok firma tarafından kullanılıyor.
Ayrıca yok olan meyve ve sebze türlerini işleyen sanayilerin sonu gelir.
8- Arıların yok olması dünya ekonomisini kalbinden vurur. Kaos çıkar..........
Purchasing Manager | Administrative Affairs Manager | Education | Hospital | Healthcare | Retail | Logistics | Technology & Software
1yBu sakızı hatırlayanların yaşı ortaya çıkıyor yaklaşık da olsa 🤣