Mustafa Kemal, İçki ve Kadınlar

Dönemin Ankara Üniversitesi Yahudi profesörlerinden Ernst Eduard Hirsch’in ticaret hukukçusu olduğu hâlde ceza hukukuna ilişkin uzman tavsiyesi sâyesinde yasalaşmış (Hirsch, 2005, s. 302-304) 5816 sayılı Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun sebebiyle târihî bir şahsiyet olan Mustafa Kemal’in, hakkıyla ve bilimsel ölçütlerle incelenebilmesi, maalesef mümkün değil henüz. Binâenaleyh, tarafımızdan hiçbir yoruma yer verilmeksizin, yalnızca ilgili eserlere müracaat edilmek sûretiyle konuyla alâkalı pasajlar iktibas edilip derlenmiştir ve nihâyetinde doğru bir yargıya varmak okuyucuların irfânına havâle edilmiştir.

*Alıntılardaki imlâ hatâları ilgili eserlerin dizgilerine âittir.

Falih Rıfkı Atay’ın Hâtıratına Göre (1999)

Mustafa Kemal’in şahsî gazetesi Hâkimiyet-i Milliyenin (daha sonraki adıyla Ulusun) başyazarı olan sâdık bir kemalist Falih Rıfkı Atay’dan nakillerle derleme makaleye giriş yapmak, sanıyoruz ki pek yerinde bir takdim olur:

❝Hikayeyi birçok kimseler bilir. Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini istemiyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:

-Vali bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız.

Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü dağılışı vardı. Ya Atatürk’e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir ve yatak odasına çıkar, yahut, yabancı ve yarı bildiklerle vedalaşıp birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında veya eğer bahar ve yaz günleri ise, köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı.

O gece bazı aşırıca sahneler geçti. Gülüşe oynaşa sabahladık. Atatürk benimle birkaç kişiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli dedikodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki:

-Şimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yanınızdayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. İzin verir misiniz? Yakup Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak…

Ferah ve uyanık bir bakışla beni süzdü:

-Dün geceyi yazacak mısınız?

-Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum var?

-Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam ki… Siz de başkalarının yazdıklarını tekrarlamış olursunuz.

Yaptığını saklamak riyakarlığından, kendi gibi, halkı da kurtarmaya çalıştı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayı’ndan bir motörle Kalamış Körfezi’ne kadar uzanmıştık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına sokulduk. Herkesin gözü Atatürk’te ve hepsi put. Ses yok, kımıldanış yok. Atatürk garsona:

-Bize bira getiriniz, dedi.

Getirdiler. Kadehini kaldırarak:

-Şerefinize vatandaşlar… deyince kimi yanı başında, kimi oturduğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini:

-Şerefine paşam… diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neşe içinde çalkalanıp durdu.❞ (s. 13-14)


❝Mustafa Kemal 13 Mart 1889’da [dizgi hatası, doğrusu 1899] Pangaltı’da harp okuluna girmiştir. Mustafa Kemal’in Atatürklüğü bu okulda başlıyacaktır. Onun için 19 uncu yüzyıl sonunda içinde doğup büyüdüğü ortamın şartları üzerine bir göz gezdirelim. Bir çocukluk arkadaşı der ki:

-Bir kolağasının kızı Müjgan’ı sevmişti. Ona verirler mi idi, şüphesinde iken, yolla ananı, nişanlan, demişlerdi. Onurunu hiçbir şeye değişmediği için, reddedilmekten, karşılık görmemekten çekinirdi. Utangaçtı. Büyük yaşlarına kadar içki bu utangaçlıktan sıyrılmasına yardım etmiştir.❞ (s. 25-26)


❝Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul’a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad’la (Cebesoy) beraber Büyükada’ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceliyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş alıp çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:

-Şimdi ne yapacağım? demiş.

İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:

-Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu… İnsanın şair de olası geliyor.

Bu ağır ve sert içki bir daha yakasını bırakmamıştı.❞ (s. 39-40)


❝Bir akşam yine evine dönüyordu. Bir sokaktan geçerken kulağına mızıka sesi geldi. Ses gelen tarafa doğru yürüdü. Bu, pencereleri ·kağıtla kapanmış bir kahve idi. Kapısını hafifçe araladı. Hicaz demiryolunda çalışan İtalyan işçileri, karılan
ve kızları ile mandolin çalıyorlar, türkü söylüyorlar, şarap içiyorlar ve oynuyorlardı. Hepsi işçi kılığında idiler. Derin bir iç çekişi ile baktı. Hayat, bu kâğıtla örtülü pencerelerin arkasında, lâmba isi ve tütün dumanı arasından güç seçilen bu insanların neşesinde idi. Hemen girip içlerine katılacaktı ama, bir esvabına bir kalabalığa baktı, yapamadı, ertesi günü bir işçi esvabı satın alarak ara sıra bu kahveye gelmeyi, onların eğlence ve şarkılarından canlanmayı âdet etti.❞ (s. 52-53)


❝Mustafa Kemal için içki, kadın, buluşma, eğlence, hepsi kafasından gönlünden bir türlü kopup ayrılmıyan büyük kaygının ve bir şey yapmak, bir şey yapabilecek otoriteyi avucu içine almak hırsının gölgesi altında idi.❞ (s. 65)


❝Mustafa Kemal İttihatçılara göre artık içtiği için sarhoşun biri, durmadan arkadaşları ile olup bitenleri tenkit ettiği için fırsatçının biri, zevkine düşkün olduğu için belki de ahlâksızın biri, askerlikte değeri varsa da ne verilse doyurulması imkânı olmıyan ‘haris’in biri idi.❞ (s. 76)


❝Mustafa Kemal’de dinmiyen bir yükselme hırsı vardı. Nereye kadar yükselecekti? Belki hükümdarlığa kadar! Mustafa Kemal’in askeri kabiliyetini Selanik’te kışın harita ve yazın da arazi üzerinde idare ettiği harp oyununda görmüştüm. Kolorduda çok değerli subaylar vardı. Komutan da Ferik Tahsin Paşa idi. Büyük genelkurmayın emrettiği bir harp oyununun idaresini hiçbiri üstüne alamadı. Mustafa Kemal, ben yapanın, dedi. Üstüne aldı ve büyük başarı ile yaptı. Başarısı ötekileri daha çok ürküttü. Oyunun ikisinde de bulundum. Yalnız askerlikteki yeterliğini değil, yüksek bünye dayanışını da gördüm. Akşamüstü karargaha geldiğimiz vakit birkaç kişi ile içki masası kurulur, gece yarısına kadar içilir, herkes yorgun ve bitik yatağına çekilip gider, Mustafa Kemal tek başına kalıp bir yandan içkisine devam eder, öbür yandan ertesi günü herkese vereceği görevleri hazırlayarak pek az uyur, en önce toplantı yerine gelir, hepimize görevlerimizi yazılı olarak verir ve hemen hareket başlardı.❞ (s. 78)


❝Mustafa Kemal 1910’da bir ara Fransa’da Picardi manevralarına gitti. Topçu Rıza Paşa ve Ali Fethi ile beraberdi. Her akşam harita üzerinde ertesi günkü hareketler üzerine tahminlerde bulunulurmuş. Mustafa Kemal sıkılgan mizaçlı idi. İyice açılıp konuşabilmesi için bu sıkılganlığı giderecek kadar sinirlenmeli, ya bir görev heyecanı doğmalı, yahut içki ile silkinmeli idi.❞ (s. 81)


❝Mustafa Kemal Sofya’da Fransızcasını ilerletti. Hoca tuttu ve çalıştı. Pek çekici, iyi giyinen, dans eden, içen eğlenen bir erkek güzeli de olduğu için toplantı yıldızları arasında idi. Çok çeşitli zevkleri olduğu için fikir arkadaşları, olay ve eğlence arkadaşları, birbirinden pek farklı idi. Ömrünün sonuna kadar da böyle kalmıştır. Bir değişmez hâli toplantı havasına o hâkim olmalı idi. Hırsı ve gururu şüphesiz, hele içtiği vakitler, kırıcı denecek kadar sert ve yalçındı. Ordu ve politikada kendinden üstün gördüğü yoktu. Doğrusu bu da doğru idi. Sofya’ya gidinceye kadar daima haklı çıkmıştı. Hiçbir huyu ve davranışı ittihatçı ölçüsüne göre değildi. O devirde yaşama, ve onun zevklerini yaratan şeyler, kadın, içki, açık eğlence, dans, flört, hepsi ayrı ayrı günahtır. Hiç olmazsa ‘gizli’ olmalıdır. Kimse görmemeli ve duymamalıdır. Mustafa Kemal’in huyu da gizliliği gurur ezici bulması idi. Ahlâkın softaca da halkça da anlaşılma ve zorlanma sıkı ve baskısına karşı idi.

İstanbul’da Madame Corinne denen bir dulla ilişkileri olmuştur.❞ (s. 102-103)


❝Bir gün eski yaveri mebus Salih Bozok’a:

-Tarih size lanet okuyacak, demişler.

-Neden? diye sormuş.

-Mustafa Kemal’e içki içiriyorsunuz. Kadın eğlenceleri tertip ediyorsunuz. Ömrünü kısaltıyorsunuz.

-Ya… Öyleyse tarih bizim hepimize birer heykel dikecek. O bize yalnız içkide ve eğlencede esir olmaz ya, demek İzmir’i de ona biz aldırdık, cevabını vermiş.❞ (c. IV, s. 64)


❝Atatürk sağlam bir kimse değildi. Eskiden beri böbrek hastalığı çekmiş olduğunu bilirdik. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zaman beş-altı saatte bir sıcak banyo ile ancak rahat edebilecek kadar rahatsızdı. 1924’te kalp krizi teşhisi konan bir göğüs ağrısı geçirmiş ve iki ay kadar perhiz etmişti. Daha sonra 1927’de bir enfarktüs krizi geçirmiştir. Hususi hekimliğini yapan Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam müsteşarına:

-Asım, Gazi çok hasta! demişti.

O zaman Almanya’dan iki profesör geldi. Uzun uzun kendisini muayene ettiler. Perhiz tavsiye ettiler. Gece hayatına ve içkiye son vermek lazımdı. İlk defa o yılın [1927] Temmuzunda İstanbul’a gelen Atatürk eski yaşayışına devam etti.❞ (c. V, s. 8)


❝İçki âleminde sabahlara kadar kalsa, hafızasının bulandığına pek az rastladığımız Atatürk, henüz ilk kadehi tamamladıktan biraz sonra, iki üç gece önce masada iki arkadaşı arasında geçen bir vakayı ele alarak, bana döndü:

-O akşam, sen de burada idin, haklı mıyım, değil miyim? diye sordu.

İçim ıstıraptan burkuldu. Kalabalık arasına gelmemiştim. Hem de bir vaka ile geçmiş olan yarım saat öncesi bile hafızasından silinip gitmişti. Nihayet 56 yaşında idi.❞ (c. V, s. 11)


❝Atatürk:

-Bu akşam vekiller toplantısında görüşürüz, diyor.

Bu konuşmalar sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da yanlarında idi. Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrıldıktan sonra doğru vekiller toplantısına gitti. İsmet İnönü’ye:

-Paşam bu akşam köşke çağrılıyoruz. Bira fabrikası işi görüşülecek… dedi.

Akşam üstü heyet Çankaya’da toplanmak üzere dağıldı. Bir söylentiye göre huylanan Başbakan daha önce Anadolu Klübüne giderek iki kadeh viski içiyor.

Vekiller heyeti Atatürk’ün sofrasında toplanmıştır. Atatürk’ün karşısında İsmet İnönü, sağında Kazım Özalp yer almıştır. Atatürk rahatsızlığını öne sürerek çay içiyor. Başbakan ve bakanlara içki verilmiştir.❞ (c. V, s. 27)


❝Sofra bir imtihan meclisi idi de! Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları, içki âleminin pek elverişli olduğu türlü yönlerden yoklardı. Hükmünü kolay verir, çok defa aldanmazdı.❞ (c. V, s. 47)

Falih Rıfkı Atay. (1999). Çankaya (Cilt I-IV-V). İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.


İkdam’ın Aktardığına Göre (1920)

❝Mustafa Kemalin yazı masası üzerinde iki telefon ve iskemlesi arkasında cesîm bir Türk bayrağı görülmekdedir. Masaların üzerinde (Tan), (Matin), (Jurnal), (Tayms), (İllüstrasyon) ve (La Vi Parizyen) gibi birçok gazeteler karma karışık bir hâlde serpilmişdir. Belki de büyün bu cerâid arasında Mustafa Kemal’in en ziyâde sevdiği cerîde-i üsbûîye (La Vi Parizyen – Paris Hayâtı)dır. Ma’iyetinde bulunanların hepsi sergerdenin pek çok zamanlar siyâsî endişelerini unutarak kendisine 1914 senesinde Harb-i Umûmînin ilânından evvel (Monmarter)de geçirdiği hayât zevk ü tarabı hatırlatan bu gazetenin resimlerinin kemâl-i merak ile seyretdiğini biliyoruz. Hattâ bana te’min edildiğine göre bu müdhiş çete reisi Parisin ma’rûf kokotlarından birkaçı ile mütemâdiyen muhâbere ve bu hususda bir kâtib-i husûsî istihdâm ediyormuş. Hücre-i mesâisinin yanında bir yatak odası da bulunmakdadır ki hücre-i mesâîsinde kaldığı zaman bu odada yatmakdadır. Bu yatak odası pek sâdece döşenmiş olub bir karyola ve birkaç iskemleden başka eşyâ yokdur. Yalnız duvarda sergerdenin hemân eliyle uzanub alabileceği yerde birkaç mumlu revolver ile bir dürbin ve bir de hırsız feneri bulunmakdadır.

Yukarıda da söylediğimiz gibi Mustafa Kemal, latîf tebessümleri kalbini teshîr etmiş olan birçok güzel kadınlarla dâimî bir muhâberede bulunmakdadır. Fakat sergerde bu kadar nazar-ı münâsebât ile iktifâ etmemekdedir. Avrupa barlarında ihrâz-ı şöhret etmiş olan (İvon Vesan) namındaki âlufteyi nezdine celb etmişdir. Bu serseri kadın Ankarada bir kraliçe vaz’ıyetinde bulunmakdadır. Sâhibleri dibcik zorbalarıyla koğulmuş olan gâyet müdebdeb bir hânede sâkin bulunan bu kadın, elyevm belki de Anadolu mukadderâtını elleri arasında tutmakdadır. Uzun boylu, müstesnâ bir hasene mâlik olan Madmazel (Vesan)ı, Ankara ahâlisi şehrin bozuk kaldırımları üzerinde zarif bir otomobil derûnunda görebilmekdedir. Parmakları ahâliye tehmil edilmiş olan karakuşu vergilerin hâsılâtıyla tedârik olunan kıymetdâr yüzüklerle müzeyyendir. Mustafa Kemal Anadoluda teftişe çıkdığı zaman (İvon) Ankarada yegâne hâkime sıfatını iktisâb eylemekde ve Reşidin arzusu hilâfına istediğini yapmakdadır. Zavallı Reşid bu kadını yeni bir (Neron) anası zannetdiğinden kendisinden fenâ hâlde ürkmekdedir. Mustafa Kemal kadınlara karşı karşı olan bu ibtilâsına bir de içkiyi ilâve etmekdedir. Her akşam konağına avdetinde yemek sofrası üzerinde ihzâr edilmiş olan rakı ve mezesine kavuşuyor ve sergerde Erkân-ı Harbiyenin odasında içiyor, lâyenkat’î içiyor.❞ (s. 3).

İkdâm, 15 Ağustos 1920, Numero 8432. “İkdam’da Journal d’Orent’ın Ankara muhabirinden aldığını belirttiği yazı: Kuvayı Milliye’nin serseribaşısı, Ankara’da Tüccar Hüseyin Bey’den zorla aldığı 12 odalı, İstanbul’daki köşklere benzeyen bir evde oturuyor. Mustafa Kemal, Trablusgarp harbinde bir gözünü kaybetmiş olduğundan her sabah cam gözü sakat gözüne yerleştirir, önce Peyamı Sabah’la Alemdar’ı okur, Avrupa barlarında ün salmış İvon Veusan adındaki kadını yanına getirtmiştir. Kadının parmakları, halka yükletilmiş olan vergilerle sağlanmış kıymetli yüzüklerle süslüdür. Bu kadın belki de Anadolu’nun kaderini elleri arasında tutmaktadır…” Zeki Sarıhan. (1995). Kurtuluş Savaşı Günlüğü içinde (c. 3, s. 178). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.


The Daily Herald’ın Aktardığına Göre (1920)

TÜRK LOKUMU

KEMAL’İN DEBDEBESİ VE ŞATAFATI

KÖŞK İÇİN BALERİN

(“The Times”te neşredildi)

Londra, 15 Ağustos.

İstanbul’daki “The Times” muhabirinin bildirdiğine göre Millîci lider Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan 280 mil uzakta, Ankara’da yaşıyor ve etrafı tensel keyifle çevrili. Hayatını, bir ormanın içinde enfes bir villada geçiriyor. Büyük bir kumandan tarzını hâlâ sergiliyor; günlük postaları ve raporları alıyor ve sıkı bir şekilde korunuyor.

Mustafa Kemal, gazeteler ve Fransız müstehcen mecmualarıyla dolu bir odada çalışmaktadır. Bir sonraki kapı ise dolu tabancaların duvarlarında asılı olduğu bir yatak odasına aid.

Kemal’in etrafındaki en enteresan kişi eski bir balerindir: Matmazel Yvonne Vincent. Yakındaki bir köşkte bir kraliçe gibi yaşıyor. Uzun ve güzel. Şatafatlı bir arabaya biniyor ve parmakları yüzüklerle dolu (s. 3).

The Daily Herald, 19 August 1920, p. 3.


Paul Dumont’un Fransız Resmî Arşivinden Aktardığına Göre (1991)

Türkiye’deki Fransız askerî ataşesi Albay Courson de Villeneuve’nin 8 Eylül ve 15 Aralık 1936 tarihli raporlarına göre; Mustafa Kemal ve arkadaşları, İstanbul Park Otel’de ve Ankara Le Pavillon gece kulübünde iffeti zorlayan geceler geçirmişlerdir (s. 9).

❝Türk-Fransız yakınlaşmasının en anlamlı gelişmelerinden biri, Ankara Anlaşması’nın imzalanmasından birkaç hafta sonra, iki tarafın temsilcilerinin Akşehir’de buluşmalarıdır.

Bu buluşma sonucunda Akşehir’de yapılan görüşmeler hakkında Fransız Dışişleri Bakanlığı’ndaki ve Vincennes Şatosu’ndaki belgelerin yanı sıra, Aix-en-Provence’taki Mougin evrakı arasında bulunan oldukça zengin bir dosyaya sahibiz. Mougin’in görüşmeler sırasında tuttuğu özel notları da içeren bu ilginç dosya, bize hem buluşmanın eğlenceli bazı yönleri hakkında bilgi veriyor (örneğin, ağır bir işgününün sonunda, bol içkili bir yemek de yedikten sonra, Franklin-Bouillon ile Mustafa Kemal, üzerlerindeki gerginliği atmak için birlikte ‘valse kalkıyorlar’), hem de müzakerelerde İsmet Paşa’nın oynadığı önemli rolü gözler önüne seriyor.❞ (s. 12)

Paul Dumont. (1991). Fransız Devlet Arşivlerinde İsmet İnönü. Ankara: İnönü Vakfı.


Ali Fuat Cebesoy’un Hâtıratına Göre (1967)

❝Mustafa Kemal Selânik’e hareket etmeden önce, bir kaç gece bizde misafir kalmış, Avrupa’dan dönmüş olan annem Zekiye hanımla da tanışmıştı. Gündüzleri Boğaz’da gezintiler yapıyor, akşamları eve dönüyorduk. Yemekten önce bir kaç şişe bira içtiğimiz de oluyordu. Arkadaşım birayı çok seviyordu. O zamana kadar ağzına rakı almamıştı.❞ (s. 32)

❝Derslerimize muntazam çalışmakla beraber, kendimizi güzelim İstanbul’un eğlenceli muhitlerinden de mahrum bırakmıyorduk. Tatil günlerinde ve bazan da kaçamak olarak bunlara karışıyorduk. Kâh Mustafa Kemal ile başbaşa, kâh Arif Adana, Müfit Kırşehir ve Tevfik Selânik’le beraber Beyoğlu’ndaki eğlence yerlerini dolaşır, hatta bir arada içer ve müzik dinlerdik. Bazan Adalara gittiğimiz de olurdu. Bir perşembe günü son vapuru kaçırdığımız için Büyükada’da çamlar altında sabahladığımızı çok iyi hatırlarım.

Yaz mevsiminde Beyoğlu’nda çoğunlukla Zeuve birahanesine gider, burada nefis Alman birası içerdik. Birahanenin sahibi emekli bir Alman assubayı idi. Kendisi kasada oturur, ailesi müşterilere hizmet eder, içki ve meze getirirlerdi. Burada Avrupa’da çıkan gazeteleri de bulmak mümkündü. Mahzen gibi bir yerdi ama, yaz günleri serin olurdu. Sonra çok temizdi. Müşterileri de seçilmiş kimselerdi. Sık sık yabancılar da buraya uğrarlardı. Ya sahibinin Alman tebaası olması veyahut sapa bir mevkide bulunması yüzünden Zeuve birahanesine hafiyeler gelmezlerdi.❞ (s. 47)


❝Ölümünden dört yıl kadar önce idi. Bir akşam saat 19 da saraydan telefonla Gazi’nin beni akşam yemeğine dâvet ettiğini haber verdiler. Gönderilen motöre binerek Kuzguncuk’tan Dolmabahçe’ye geldim. Beni karşıhyan nöbetçi yaver:

-Gazi Paşa Hazretleri bu akşam Tokatlıyan’da yemek yiyecekler, sizi de dâvet ettiler. Araba hazırdır, buyurun.

Dedi. Tokatlıyan’a geldiğim zaman salonun arka tarafında sofra kurulmuş bulunuyordu. Sofrada Profesör Âfet Hanım’la Gazi’nin manevî evlâtlarından Sabiha Gökçen Hanım da vardı. Gazi dedi ki:

-Eski günleri hatırlıyalım diye buraya geldik.

Solunda Sabiha Hanım vardı. Onu başka yere oturttu ve beni soluna aldı. Bir iki kadeh içki aldıktan ve şundan bundan bahsettikten sonra bana doğru eğildi:

-Fuat Paşa, hani hep söylerim, biz Erkânı harbiye sınıflarında iken birlikte bir Alman birahanesine giderdik. Burasının, Tokatlıyan’dan pek uzak olmadığını sanıyorum. Sen yerini daha iyi hatırlıyorsan, bu akşam en müsait fırsattır, artık ısrar etme, yine beraber gidelim. Belki Âfet Hanım’la Sabiha’yı da alırız.❞ (s. 48)


Con Paşa’nın Lokantası Harp Akademisi’nde iken, Zeuve’den sonra en çok uğradığımız yer bir İngiliz lokantası idi. Sultan Hamid, üniformalı subayların umumî yerlerde alenen içki içmelerini bir irade ile yasaklamıştı. Bu yasak önemle takip ediliyordu. Aksine hareket edenler rütbeleri ne olursa olsun cezalandırılıyordu. Halbuki, gerek Mustafa Kemal ve gerekse ben hafta başları izinli çıktığımız zamanlarda bir kadeh bira, rakı veya viski içmeyi ihmal etmiyorduk. Tünelin Galata kapısından çıkıldıktan sonra köprü istikametine giderken soldaki köşede üç katlı bir bina vardı. Bu bina hâlâ mevcut olup altında şimdi bir de mezeci dükkânı bulunmaktadır. Burası vaktiyle İdâre-i Mahsusa (Denizyolları) Müdürlüğü yapmış olan Con Paşa adında aslen Ermeni olan bir zata aitti. Birinci kat çoğunlukla İngiliz malları satan bol çeşitli bir bakkaliye dükkânı, ikinci kat ise tam bir İngiliz lokantası idi. Öğle yemekleri verir, içki olarak da yalnız viski soda içilirdi. Lokantaya çoğunlukla İstanbul’da bulunan İngiliz tebaası tüccar ve memurlar gelirdi. Tanınmış, bir yer olmadığı ve bakkal dükkânının içindeki merdivenlerden çıkıldığı için kimsenin dikkat nazarını çekmez, inzibatlar ise hiç uğramazdı.

İzinli olduğumuz günler buraya da gelir bir İngiliz sodasiyle halis Skoç viskisi içerdik. İzinli çıkarken Mustafa Kemal:

-Çok ayıp oldu, bu hafta Con Paşa’ya uğrıyalım.

Der, bunun mânasını anlamıyan Arif Adana derhal sorardı:

Kim bu Con Paşa, yoksa aranızda bir parola mı var?

Mustafa Kemal kahkahayı basar:

-Yok canım, Manastır’da tanıdığım bir arkadaşın babasıdır. Kendisini Fuat’le beraber ziyaret edeceğiz. Neden parola olsun?

Cevabını verirdi. Fakat, bir gün Tevfik Selânik, Con Paşa’nın kim olduğunu kendisine söylemiş, Arif Adana:

-Con Paşa’nın oğlunu ben de tanırım. Aman beraber gidelim. Diyerek peşimize takılmıştı. Bir kaç defa o da bizimle gelmişti. Aynı yere bir defa da Kâzım Zeyrek (Karabekir) i götürmüştüm.

Mustafa Kemal de, ben de viskiye burada başlamış, burada alışmıştık.

Sonradan Türkiye’yi ziyaret eden İngiltere Kralı Edward, İstanbul’a geldiği zaman Gazi Paşa, protokol dışı olarak kendisini ve refakatinde bulunan Madam Simpson’u Florya Köşkü’ne yemeğe dâvet etmişti. Ziyafet masasında ben ve Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine de vardı. Misafirlere viski ikram edildi. Gayet dostane ve samimî konuşmalar sırasında İngiltere Kralı:

-Zannedersem, Türkiye’de daha ziyade rakı içiliyor, benim için itiyadınızı bozmasaydınız. Ben de rakı içerdim.

Dedi. Mustafa Kemal, hafif bir tebessümle:

-Doğrudur, bizde daha çok rakı içilir. Fakat ben ve gerekse huzurunuzda bulunan yakın ve eski arkadaşım Ali Fuat Paşa, daha okul sıralarında iken muhtelif vesilelerle viski içmiş ve zamanla da buna alışmıştık.❞ (s. 50-51)


❝Hatırladıkça hâlâ gülerim. Çok garip bir tesadüf bizi istibdat devrinin en korkunç ve zalim bir saray hafiyesiyle aynı masada içki içmek zorunda bırakmıştı. Harp Akademisi’nin üçüncü sınıfında idik. 1904 yılı ağustos ayının çok sıcak bir cuma günü idi. Hafta başı izninden Mustafa Kemal ile birlikte okula dönüyorduk. Okula dönerken de eğlence yerlerinden bir ikisine uğramayı âdet edinmiştik. Bu eğlence yerleri yolumuz üzerinde bulunan Tepebaşı ve Taksim Bahçeleri idi. Her ikisinde de Avrupa’dan getirilmiş tanınmış orkestralar çalardı. Beyoğlu’nun zengin Hıristiyan aileleriyle saraya mensup bazı paşalar ve beyler her iki bahçenin devamlı müşterileri arasında idiler.

Kafa dengi iki arkadaş önce Taksim Bahçesi’ne uğradık. Böylece şöyle bir kaç tur atacak, ayakta biraz müzik dinleyecek, sonra çıkacaktık. İçeriye girdiğimiz zaman bir Macar orkestrası nefis birvals çalıyordu. Bahçe oldukça kalabalıktı. Bu güzel ve zevkli manzara karşısında Mustafa Kemal:

-Fuat, dedi. Biraz otursak da bir iki kadeh bir şey içmenin beraberce yolunu bulsak. Canım çok istiyor.

Aynı iştah ve arzu bende de vardı. Çünkü bugün Con Paşa’nın lokantasına uğramamıştık. Bu sıcak günde orada kapanıp kalmak istememiştik. Padişahın içki yasağı iradesi de malûm olduğuna göre, bunu nasıl yapacaktık? Aklıma şöyle bir plan geliverdi: Birer viski soda ısmarlar, limonata bardaklarına konan kamışlarla bunu yavaş yavaş yudumlayabilirdik. İnzibatlar, ne içtiğimizin farkına bile varmazlardı. Arkadaşım:

-Tamam, oldu.

Dedi. Sonra ilâve etti:

Yalnız içerken yüzümüzü buruşturmayalım, tatlı bir limonata içiyormuş gibi davranalım.

Boş masalardan birisine iliştik. Viskilerimizi ısmarladık. Ne olur, ne olmaz garsona bahşişi peşin verdik. Gelen viskileri limonata içer gibi kamışlarla yavaş yavaş yudumlamaya başladık. Önümüzden, bize selâm vererek geçen inzibatlardan hiç birisi işin farkına varamadı. Çünkü içki onlara göre mezeyle içilirdi. Sonra o renkte ve kamışla içilir bir içkiyi de belki ömürlerinde görmemişlerdi.

Keyfimize diyecek yoktu. Buluşumuzu mektepte arkadaşlara anlatacak, biraz caka satacaktık. Çünkü Arif Adana, Tevfik Selânik ve Halil Yenimahalle geçen hafta beraberce buraya gelmişler, canları çok içki istediği halde birer gazozla iktifa etmek zorunda kalmışlardı. Esasen üçünün de viski ile başları hoş değildi.

Biz kendi âlemimize dalmış, oradan buradan konuşuyorduk. Bir kazaya kurban gitmezsek, bu yıl sonunda birer kurmay subay olacağımıza inanıyorduk. Çok çalışıyorduk, muhakkak muvaffak olacaktık. Bilhassa Mustafa Kemal’in üçüncü sınıftaki notları çok iyi idi. Benim de fena sayılmazdı. Birinci ve ikinci sınıflarda aldığımz eksik notları fazlasiyle telâfi etmiştik.

Mustafa Kemal, viskisini zevkle yudumluyor:

-İnşallah kıt’a stajlarında da aynı yere düşeceğiz, beraber olacağız. Meselâ Selânik’te. Doğduğum şehir olarak söylemiyorum, Selânik hakikaten güzel yerdir.

Diyordu. Tam bu sırada Fehim Paşa, beraberinde Okul Nâzırı bizim Ali Rıza Paşa ve Albay Gani Bey olduğu halde çıkageldi. Bizde de şafak attı.

..

Fehim Paşa ve iki arkadaşı, bize çok yakın olan boş masalardan birine oturdular. Biraz sonra Ali Rıza Paşa beni çağırdı.

Erkânıharbiye mektebinin çok iyi ve çalışkan talebele- rindendir. Babası İsmail Fazıl Paşa hazretleri, benim asker ocağına intisabımda hayli yardımı olmuştur.

Diye arkadaşlarına tanıttı ve sonra Fehim Paşa’ya döndü:

-Müsaade ederseniz, bizimle otursunlar.

Fehim Paşa, muvafakat etti. Ben şaşırmış kalmıştım. Padişahın serhafiyesi, Okul Nazırı ile zorlu hafiye Albay Gani’nin bizimle beraber oturmak istemelerine bir mâna veremedim, Ali Rıza Paşa Mustafa Kemal’i de masaya çağırdı. Sonra şu emri verdi:

Siz ne içiyorsanız, bize de ondan ısmarlayın.

Garsona lâzım gelen talimatı verdim. Biraz sonra viski, soda ile kamışlar geldi. Biz de bardakları yeniledik. Bir iki kadeh aldıktan sonra neş’elendiler. Hayatlarında galiba ilk defa viski içiyorlardı. Yalnız bu içkinin adını soramıyorlardı. Çünkü padişah iradesiyle her türlü alkollü içki, biz subaylar için yasaklanmıştı. Rütbe farkı yoktu. Aradan bir saatten fazla zaman geçti. Yoklama zamanı geldiği için okula gitmek üzere izin istedik. Rıza Paşa:

Olmaz, dedi, merak etmeyin. Benimle beraber oludğunuza dair size bir kâğıt veririm.

Sonra Fehim Paşa’nın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Fehim gülerek, muvafık der gibi başını salladı. Okul Nazırı şu emri verdi:

-Haydi çocuklar, bizi şimdi Kristal’e götürün, hem yemek yeriz, hem de biraz varyete seyrederiz.

Biz, bu gazinoya hiç gitmemiştik. Çünkü burası zamanın en lüks ve en pahalı yerlerinden biri idi. Galatasaray civarında, Yapı Kredi Bankası’nın büyük binasının karşısında bulunan binanın ikinci katında idi.

Tepebaşı bahçesindeki bizim hesapları da onlar gördüler. Yola düzüldük. Kristal’e geldik. Hakikaten lüks ve zevkle döşenmiş bir salondu. Yemekler ısmarlandı. Emir bu sefer Fehim Paşa’dan geldi.

-Haydi dedi, içeriye git, şef garsona söyle, Tepebaşı Bahçesi’nde içtiğimiz şerbetten getirsinler, fakat biraz daha sert olsun.

Bizi buraya kadar ne için sürüklemiş olduklarını şimdi anlamıştık. İki paşa ile albay, bahçede içtiğimiz içkinin adını bilmedikleri ve sormağa da cesaret edemedikleri için bizi buraya getirmişlerdi.

Fehim Paşa’nın emrini yerine getirdim. Biraz sonra viski sodalar geldi. Saat on ikiye kadar yedik, içtik ve eğlendik. Bol bol varyete seyrettik, müzik dinledik.

Kristal Gazinosu’ndan Harp Akademisi’ne Gece saat on ikide izin istedik. Ali Rıza Paşa vaadinde durdu. Kartını çıkardı. Üstüne: ‘Mustafa Kemal Selanik ve sınıf arkadaşı Fuat Salacak Efendiler benim emrimle kalmışlardır. Kendilerine mümanaat edilmemesi tebliğ olunur’ diye yazdı.

-Bu kartı dahiliye müdürüne verirsiniz.

Dedi. İki kafa dengi arkadaş Kristal Gazinosu’ndan çıktık. Kolkola girerek ve birbimize destek olarak okulun yolunu tuttuk. İçeriye almak istemediler. Nöbetçi Subayı Süvari Yüzbaşısı Ethem Efendi’yi uyandırdılar. Çakal namiyle maruf Ethem, pürhiddet kapıya geldi. Derhal Ali Rıza Paşa’nın kartını verdim, nedense okumadı bile. Yüzümüze şöyle bir baktı:

-Maşallah pek keyifli görünüyorsunuz. Gece vakti nerelerden böyle?

Cevap hazırdı:

-Serhafiye Fehim Paşa hazretleri ve Okul Nazırımız Ali Rıza Paşa hazretleriyle beraberdik.

-Siz içkiyi biraz, biraz değil çok fazla kaçırmışsınız. Başka kimse yok mu idi?

Mustafa Kemal atıldı:

-Vardı yüzbaşım. Fehim Paşa hazretlerinin muavini Miralay Gani Beyefendi de bizimle beraberdi.

Çakal Ethem, inanmıyordu:

-Artık saçmalıyorsunuz.

Diye bağırdı. İkimiz birden:

-Elinizdeki kartı okuyun. Ali Rıza Paşa’nın emrine karşı mı geliyorsunuz?

Dedik, o zaman aklı başına geldi. Karta baktı ve vaziyetini birdenbire değiştirdi.

-Ya, pekâlâ. Fakat bu kart dahiliye müdürüne hitaben yazılmış. Düşün önüme, ona gideceğiz.

Üçümüz birden Dahiliye Müdürü Topçu Albay Kalafat İbrahim Bey’in huzuruna çıktık. Saat gece yarışım çoktan geçmişti. Yüzbaşı durumu anlatınca, İbrahim Bey kaşlarını çattı. Mustafa Kemal ile beni bir iyi paylıyacağını sandım. Fakat öyle olmadı, yüzbaşıya çıkıştı:

-Bunun sabahı yok mu idi? Neden gece vakti beni rahatsız ediyorsun?

Albayı selâmlıyarak dışarıya çıktık. Ethem:

-Bu iş burada bitti, haydi yatakhanenize gidin.

Dedi. Yatakhaneye gittiğimizde bazı arkadaşların uyumadıklarını ve bizi merak ettiklerini, başımıza bir felâket gelmiş olmasından korktuklarını anladık. Tevfik Selânik, Hayri Davutpaşa, Arif Adana, Halil Yenimahalle, Çerkez Fahri ve diğer bir kaç arkadaş etrafımızı aldılar. Fakat bizim uzun uzun tafsilât verecek halimiz yoktu. Mustafa Kemal ıslıkla bir vals çalarak:

-Fuat’le beraber, önce Tepebaşı bahçesine giderek viski içtik. Sonra Kristal gazinosuna da uğradık. Eğlendik.

Dedi. Fakat kimlerle beraber olduğumuzu söylemedi. Söyleseydi de kimse inanmazdı ya. Ertesi günü ne Çakal Ethem, ne de Albay İbrahim bu olaydan dolayı bize bir şey söylemediler. Resmî bir muamele de yapfadılar.❞ (s. 57-63)


❝Tünelin ağzındaki Con Paşa’nın bakkaliye dükkânından bir şişe Skoç viski ile dört beş şişe Ingiliz sodası ve biraz da çerez satın aldık. Vapurla karşıya geçtik. Yolda, Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra annesine yakında Selânik’e geleceğini yazdığını söyledi.

-Zavallı anneciğim, beni çok bekliyecek.

Derken, gözlerinin nemlendiğini gördüm. Eve geldiğimiz zaman akşam olmak üzere idi. Hava oldukça soğuktu. Allahtan emektar uşağımız, Boğaz’a ve İstanbul’a nazır olan alt kattaki büyük odanın çini sobasını daha önce yakmıştı. Babam evde yoktu. Bizim tarafta oturan Genel Kurmayda beraber çalıştıkları bir paşa arkadaşının evine misafirliğe gitmişti. Annem de kendisiyle beraberdi. Akşam yemeğini orada yiyeceklerdi.

Masayı Mustafa Kemal ile beraber hazırladık. Viskilerimizi yudumlamaya başladık. Artık limonata kamışlarına ihtiyaç yoktu.❞ (s. 80-81)


❝Mustafa Kemal, henüz siyasî faaliyete başlayamamıştı. Yürekli ve inanmış beş on arkadaşı Şam’da bir araya toplayamıyor, istediği ortamı bir türlü bulamıyordu. Beyrut’ta da müşterek bir iki teşebbüsümüz olmuş, fakat müspet bir sonuç alamamıştık.

Beyrut’a geldiği zamanlar, itiraf etmek lâzımdır ki, eğlence âlemlerinden pek uzak kalamıyorduk. Yirmi üç, yirmi dört yaşlarında, kam kaynayan genç subaylardık. Basal otelinin karşısında ve bugünkü Hotel Neus’ün yerinde bir Alman birahanesi vardı. Deniz kenarında ve direkler üzerinde kurulmuştu. Schrender adındaki bu gazino hem yemek, hem içki verirdi. Aileler de gelirdi. Akşamları burada oturur, bir iki kadeh bira içerdik. Çalgı olmadığı için nispeten sakin sayılırdı. Uzun uzun konuşmaya ve dertleşmeye müsaitti.

Bugünkü Avenue de France caddesinin limana gelmeden sol tarafında muazzam bir yazlık bahçe açılmıştı. Avrupa’dan getirtilmiş orkestralar çalardı. Schrender’den çıktıktan sonra buraya uğrar, hem müzik dinler, hem de Alman birahanesinde yarım kalan içkilerimizi burada tamamlardık.❞ (s. 88-89)


❝Mustafa Kemal’in, Selânik’e geldiğini ve 3. Ordu Maiyet Kurmay Heyeti’nde göreve başladığını Karaferiye’de haber aldım. Selânik’le Karaferiye arası trenle üç saatti. Fakat kumanda mevkiini bırakarak arkadaşımı görmeye gidemedim.

Bir perşembe günü akşamı, Karaferiye istasyonunda trenin gelmesini bekliyordum. Trenden çıkan subaylar arasında Mustafa Kemal’i görünce şaşırdım. Sarılıp öpüştük.

-Seni ziyarete geldim.

Dedi. Kaldığım eve gittik. Yemek yedik, bir kaç kadeh içki aldık ve sabaha kadar konuştuk, detleştik. Ben ayrıldıktan sonra 5. Ordu’da olan bitenleri anlattı.❞ (s. 112)


❝Atatürk’ün ölümünden sonra idi. İkimiz de kabinede üye bulunuyorduk. Fethi Okyar Adalet, ben de Bayındırlık Bakanı idim. İstanbul’da çıkan bir dergi Fethi ile yaptığı bir mülâkatı yayınlamıştı. Gazetecinin:

-Atatürk’le Selânik’te nasıl tanıştınız?

Sorusuna şu cevabı vermişti:

-Dostluğumuz gazinolarda başladı. O da ben de genç zabittik. O tarihlerde 3. Ordu zabitleri arasında içki içmeyen yok gibi idi. Gazinolarda toplanırdık. Bol bol konuşur, memleket meselelerini görüşürdük. Mustafa Kemal’in, yüksek meziyetlerini, fikrî seviyesini sezmek imkânlarım orada buldum.❞ (s. 118-119)

Ali Fuat Cebesoy. (1967). Sınıf Arkadaşım Atatürk. İstanbul: Baha Matbaası.


Mithat Şükrü Bleda’nın Hâtıratına Göre (1979)

❝Çanakkale savaşları sona erip Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal İstanbul’a döndüğü günlerde idi. Talât ile aramızda Mustafa Kemal’in lâfı geçti. İkimiz de kendisini Selânik’ten tanırdık. Meziyetlerini takdir eder ve severdik. Oysa Enver, Mustafa Kemal’in şahsında kendisi için bir rakip mi görürdü bilinmez, ona karşı daima soğuk ve çekimser davranırdı. O zamanlar biz Nuruosmaniye’de oturuyorduk. Mustafa Kemal partimizin azalarından olduğu halde cemiyettekilerle arası pek iyi değildi. Ben bu soğukluğu ortadan kaldırmak ümidi ile yemekli bir toplantı tertiplemeyi düşündüm. Bu fikrimi Talât’a da açtım, tasvip etti. Toplantı gününü tesbitte de onun fikrini aldım. Bu yemeğe Talât’tan başka Doktor Bahaddin Şakir, Doktor Rusuhi, Doktor Nâzım ve Merkezi Umumi azalarından birkaç arkadaş gelecek, davetliler arasında Mustafa Kemal de bulunacaktı. İçkiyi sevdiğinden o gece kendisinin en sevdiği meze ve çerezlerden oldukça zengin bir çilingir sofrası hazırlatmıştım. Talât, Nâzım, Bahaddin Şakir, Rüsuhi ve diğer davetliler gelmişlerdi. Vakit hayli ilerlemiş, fakat Mustafa Kemal Bey görünmemişti. Artık daha fazla beklemeyip sofraya oturacaktık ki Mustafa Kemal kapıdan içeri girdi. Ne varki yüzünün ifadesi pek resmi idi. Konuşmak istemezmiş gibi bir hali vardı. Bu tutumunu önceleri toplantıya gelenleri yadırgadığı şeklinde anlayıp neşelenmesi için aperatif almasını önerdim. Mustafa Kemal hafifçe yüzünü buruşturarak:

Midemden biraz rahatsızım, müsaade ederseniz içki içmemeyi tercih ederim. Üzülmüştüm buna ve bu üzüntümü ifade ederek:

-Fakat bütün bunları ben senin için hazırlattım, demekten kendimi alamadım. O kibarca teşekkür edip bütün ısrarlarıma karşın bir kadeh içki dahi içmedi. Bu kadar iştah açıcı mezeler karşısında içki içmemesi hayretimi çekmişti. İçkiyi sevdiğini hepimiz biliyorduk ve bu arada Talât bile ısrar edip: “Canım Mustafa Kemal Bey, için birkaç yudum, kırmayın Mithat’ı” demesine rağmen onu fikrinden caydırmaya muvaffak olamadı ve mide rahatsızlığını ona da tekrarladı.

Fakat mide rahatsızlığından bahseden Mustafa Kemal, yemeklere karşı aynı şekilde davranmadı. Oysa midesinden rahatsız bir kimse yemekleri de seçmesi ve az yemesi gerekirdi. Oysa dakikalar ilerledikçe tabağına konan her yemeği son lokmasına kadar yemekte huşur etmemişti.

Yemeği müteakip kahveler içildikten sonra herkesten önce kalkarak acele bir işi olduğunu söyleyip hepimizle ayrı ayrı vedalaşıp gitti.

O kapıdan çıktıktan sonra bütün arkadaşlar birbirimize baktık. Hayretimizi gizleyememiştik. Bir an kimse konuşmadı. Herkes içinden Mustafa Kemal’in davranışının tartışmasını yapıyor olacaktı. Sessizliği bozan Talât oldu:

-Mithat, sen ne dersin Mustafa Kemal’in bu akşamki durgunluğuna?

Bir an düşündüm, aklımdan geçenlerin önemli bir cevap teşkil etmeyeceğine inandığım için dudağımı büküp sustum. Talât, ‘Doğrusunu isterseniz bu davranışına pek anlam veremedim, ayıp etti’ dedi.

Talât bunları söylerken her zamanki şakacı hali yoktu, böylesine dostların birleştiği bir toplantıda Mustafa Kemal’in soğuk davranması onu üzmüştü.

Aradan yıllar geçmesine rağmen bu olayı unutamadım. Acaba istikbalin Atatürk’ü Nuruosmaniye’deki evde o akşam bilhassa hazırladığım mezeleri yememek ve içki içmemek konusunda peşin kararlı mıydı? Davetlilerin hemen hepsini tanımasına karşılık böyle ciddi ve çekimser davranışının sebebi belki de Talât’ın yanında Enver hakkında ağzından birşey kaçırmak korkusu ile içkiye el sürmemişti. Mustafa Kemal o akşam az konuşup orada bulunanları dinlemeyi tercih etmiş olsa gerekti. İçki içerse belki de düşüncelerini açıklayacak ve bazı kimseleri gücendirecekti. Bu sebeple konuşulanları dinlemeyi daha doğru bulmuş olacaktı.❞ (s. 102-104)


❝Memlekette o zamanlar kan gövdeyi götürüyor, İstiklâl Savaşı bütün haşmetiyle devam ediyordu. Birkaç gün İstanbul’da kaldım, fakat olacak gibi değildi. Anadolu’da savaş devam ederken benim burada elikolu bağlı oturmam imkânsızdı ve İnebolu, yoluyla Ankara’ya gittim. Yunan ordusu Ankara’yı tehdit eder durumda idi. Cephelerde korkunç savaşlar oluyor, hürriyet ve istiklâl için Türk gençleri ölüyordu. Ankara’ya vardığımda kendime ikamet edecek bir yer bulduktan sonra ilk iş olarak o zamanki mütevazi Büyük Millet Meclisi’ne gittim. Mustafa Kemal orada idi. Kendisine Malta’dan kurtuluşumun şükran borcunu ödemek üzere ziyarete geldiğimi bildirdim. Mustafa Kemal mütebessim bir eda ile:

-Bu bir şey değil, göreceksin daha neler yapacağım, dedi. Sonra beni otomobiline bindirip beraberce köşke götürdü ve akşam yemeğine alıkoydu.

Onun böylesine iyimser oluşu bana bir yandan cesaret verirken bir yandan da Ankara yakınlarına kadar sokulan Yunan ordularının nasıl bir tehlike olduğunu gözönünde tutup durumun nezaketini düşünüyordum.

Yemek esnasında bir münasebetine getirip sordum:

-Paşam, askeri vaziyeti nasıl görüyorsunuz?

Cevabı çok kati ve kısa oldu; dudaklarından dökülen cümle aynen şöyleydi:

-Yunan ordusunu pek yakında denize dökeceğim, bunu iyi bilin…

Yemekten önce birkaç kadeh içmişti ve sofrada devam ediyordu. Ne yalan söyleyeyim onu böyle konuşturanın biraz da içtiği rakı olduğu zehabına kapılmaktan kendimi alamamıştım. Zira Mustafa Kemal’in denize dökeceğim dediği düşman Ankara’nın burnunun dibine gelmişti. O, herkesi etkileyen konuşmasıyla beni de inandırmıştı, bütün tereddütlerime rağmen söylediğini yapacağına içimde bir inanç doğdu ve lâf olsun diye sordum:

-Pekiyi ama, İstanbul’dakiler ne olacak Paşam? Herifler her tarafı işgal ettiler.

Kır düşmeye başlayan uzunca bıyıklarını elinin tersiyle sıvazlayarak (o zaman tıraşsızdı) şu cevabı verdi:

-Onlar kendiliklerinden hem de bayrağımızı selamlayarak gidecekler…

Bu sözlerin bir gün gelip aynen tahakkuk edeceğini nasıl kabullenirdim, nasıl akla gelirdi böyle bir sonuç? O zamanki durum gözönünde tutulursa böyle bir lâfı başkası söylese akli muvazenesinin bozuk olmasından kuşkulanabilirdim. İstanbul karadan ve denizden düşman ve müttefik devletlerinin orduları tarafından işgal edilmiş durumda idi. Ötekiler çıksa İngilizler kıpırdamazlardı. Mustafa Kemal Paşa derme çatma kuvvetleriyle üç büyük orduya karşı hangi mucize ile galebe çalacaktı… Gazi sözlerine şöyle devam etti:

-Neler yapacağımı herkes gibi sen de duyacak, göreceksin ve herkes gibi sen de şaşacaksın…❞ (s. 151-152)


❝[Dolmabahçe Sarayı] Tekrar sofraya döndüğümüzde Atatürk yerine otururken arkadaşlarına dönüp şöyle konuştu:

-Mithat Şükrü’nün ne cevherli bir insan olduğunu hiçbiriniz benim kadar bilemezsiniz. İttihat ve Terakki ile aramın son derece açık olduğu günlerde Mithat Şükrü, o fırkanın liderlerinden ve kâtibi umumisi idi. Fakat o bunu hiçbir zaman ön planda tutmamış ve beni daima iyi bir dost olarak karşılayıp iltifat etmiştir. Evine yemeğe davet eder, ben merkezi umumiyeye kendisini ziyarete gittiğim zaman başka işlerini bırakıp benimle meşgul olur, ayrılırken de kapıya kadar zahmet eder, güler yüzle beni uğurlardı. Mithat Beyin bana yaptığı o muameleyi hiçbir zaman unutamam.

O böyle konuşurken başımı öne eğmiş, eski günleri düşünüyordum. Selânik, İttihat ve Terakki… Talât… Mustafa Kemal’i davet ettiğim yemekte olanlar… ve sonra… evet sonra, aradan yıllar geçmiş ve ben o gece sabaha kadar Atatürk ile sofrada kadeh tokuşturmuştum… Sabahın alaca karalığında eve döndüm. Herkes uyanmış beni bekliyordu. Onlara olup bitenleri anlattım ve yorgunluktan yatağıma girip âdeta sızdım.

Gözlerimi açtığım zaman Sivas Mebusu idim…❞ (s. 195)

Mithat Şükrü Bleda. (1979). İmparatorluğun Çöküşü. İstanbul: Remzi Kitabevi.


Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz’in “Ölümsüz Atatürk” adlı Psiko-Biyografisine Göre (2008)

❝Mustafa Kemal’in fiziksel gelişimi entelektüel gelişimi ile el ele yürüdü. Manastır’da genç, yakışıklı bir adam olmuştu. Ütülü üniforması içinde kusursuz bir görüntü çiziyor, kendisine yakışan hoş bir bıyık bırakıyordu. Orta Doğu’da bıyık ve sakal erkekliği ima ederdi. Bıyığı ve sakalı olmayanlar yalnızca köselerdi. Mustafa Kemal ve arkadaşları Selanik’te tatilde oldukları zamanlar sık sık şehrin Avrupa yakasına gidip gelirlerdi. Liman bölgesindeki Avrupa yakası, çoğunluğu Yunanlılar tarafından işletilen café ve barlarıyla ünlüydü. Buradaki atmosfer içinde insanlar hemen her konuda Mustafa Kemal’in kendi Türk-Müslüman semtinde yaşamış ve görmüş olduğundan çok daha serbest ve rahat davranıyorlardı. Peçesiz kadınlar şarkı söyleyip dans ediyor, erkeklerle aynı masaları paylaşıyorlardı.

Ortamdan keyif duyan Mustafa Kemal eğlenceye katılır ve alkol alırdı. Gece kulüplerinde etrafını saran kadınlar onu dayanılmayacak kadar etkileyici buluyorlardı. Gönül macerası teklifinde bulunanları geri çeviriyor, bunların hiçbiriyle duygusal bir yakınlaşma içine girmiyordu. Peşinde koşandan çok peşinde koşulan, vermekten çok alan kişi durumundaydı. Bu durum, onun sahip olduğu abartılı özkavramını destekleyip pekiştirmiş olmalı.❞ (s. 70)


❝1899 yılı Mart ayında Manastır’daki eğitimini tamamlayan Mustafa Kemal, eğitimini Harbiye Mektebi’nde sürdürmesi için İstanbul’a gönderildi. Tıbbiye Mektebi’nden yayılan devrimci etkiler Harbiye Mektebi’ne de sıçramıştı; fakat, Mustafa Kemal kendisini bu hareketlerden uzak tutmayı yeğlemiş görünüyor.

..

Mustafa Kemal, ortada ‘yanlış bir şey’ olduğunun farkında bulunmakla birlikte, ülkenin içinde bulunduğu siyasal tabloyu anlamaya çalışmak için o sıralar pek çaba harcamadı. En nihayet, yaşamaktan keyif duyduğu hareketli, eğlence dolu bir şehirde canlı, dinç, cinsel açıdan aktif genç bir adamdı. İkinci yıl 460 kişilik sınıfta on ikinci sıraya, 459 öğrencinin bulunduğu üçüncü yıl sekizinci sıraya yerleşen Mustafa Kemal, uzun vadede Harbiye Mektebi’nde başarılı bir grafik sergilemiş olmasına karşın, okuldaki ilk yılını, herkesin kendine göre bir tat bulabileceği Osmanlı başkentinde gençlik fantezilerinin belirlediği bir yaşam (Yalman 1922) içinde geçirmiş olduğunu söyler.

Mustafa Kemal’in gençlik fantezisi olarak tanımladığı şey, ayrıca, geceleri uyumakta zorluk çekme gibi depresif durumları da içermekteydi. Osmanlı başkentinde sahip olduğu abartılı özkavramını besleyip destekleyecek araçları ilk başlarda bulamamış olması muhtemel görünüyor. Depresif durumlarının nedeni bu olsa gerek. İstanbul, Mustafa Kemal için, tanışı olan hemen hiç kimsenin bulunmadığı yeni bir şehirdi. Abartılı özkavramı sevgi ve hayranlığa, muhteşem olma duygularını doyuracağı araçlara ihtiyaç duyuyordu. Bu araçlar halihazırda mevcut değillerdi ve bunların yokluğu onun özsaygısı üzerinde sarsıcı bir etkiye yol açtı.

Kendisini depresif duyguların saldırısından ve gerilemiş bir özsaygısından koruma arayışına girmiş olan Mustafa Kemal, kendini çılgınca hafifmeşrep kadınların kendisine gösterdiği yakınlık ve hayranlığa verdi. Bu tür bir ‘cinsel rahatlığa dayalı narsisist davranış’ (Kernberg 1975, s.288), Mustafa Kemal açısından, kendi abartılı özkavramının istikrarını yeniden sağlamaya yönelik bir çabayı ifade ediyordu. Bu cinsel rahatlığın işlevi, onun yeni insanlarla daha iyi ilişkiler içine girme umudunu korumasını kolaylaştırmaktı. Diğer bir işlevi ise, onun cinsel içtepilerinin nesnelerini duygusal bir yıkımdan korumaktı.

Bu çılgın cinsel hareketlilik, az kalsın Mustafa Kemal’in Harbiye Mektebi’nin ilk yılında sınıfta kalmasına neden oluyordu. Emekli bir generalin oğlu olan Ali Fuat (Cebesoy) ile kurduğu dostluk sayesinde yakasını böyle bir sıkıntıdan kurtardı. Ali Fuat, Mustafa Kemal’i babasıyla tanıştırdı; emekli general oğlunun yeni arkadaşından hoşlandı. Ali Fuat, Selanik’ten kendi şehri İstanbul’a gelmiş bu taşralı akranına yakınlık gösterdi; İstanbul’un gezip görmeye değer yerlerini dolaştırdı. Mustafa Kemal’i rakının keyfiyle tanıştıran kişinin Ali Fuat olduğu söylenir.❞ (s. 74-75)


❝Enver de Mustafa Kemal gibi kendisini çok beğenen kibirli biriydi. Genç kadınlara çok çekici gelen romantik bir kişilikti, fakat önemli bir hususta Mustafa Kemal’den ayrılıyordu. Enver dindar bir adamdı ve savaşa giderken göğüs cebinde Kur’an taşırdı. Ayrıca, ne içki ne sigara içerdi. Özel yaşamında olağanüstü ölçülüydü. Mustafa Kemal’in yaşadığı ve büyük haz aldığı hayat, Enver’in son derece ahlaksız addedeceği türden bir yaşam tarzıydı.❞ (s. 93)


❝Mustafa Kemal’in kendi düşüncelerini ortaya koyabileceği zeminler sınırlıydı. Sık sık Selanik’in gece kulüplerine ve cadde üzerindeki açık cafélere gitmeyi sürdüren Mustafa Kemal, içtiği zaman neler düşündüğünü açık açık söylüyordu. Arkadaşlarıyla buluşup onlarla içki içen Mustafa Kemal, arkadaşlarına sürekli olarak iktidarda olması halinde onları hangi görevlere atayacağını anlatıyordu. Arkadaşları, kendisine hangi mevkiyi ayırdığını sordular -yoksa gözü padişahın yerinde miydi? Onlara, padişahtan da büyük biri olacağını söyledi.❞ (s. 94)


Öte yandan, Mustafa Kemal’in diğer kadınlarla olan ilişkileri onun bu tür ilişkilerde sadakatten uzaklaşmış olduğuna işaret ediyordu. Üvey babasından ayrılmasından sonra annesiyle olağanüstü yakınlaşmış olmasına karşın, Mustafa Kemal’in sosyal yaşamı batılılaşmış Türk kadınları ve Avrupalı kadınlar üzerinde yoğunlaşmıştı. Bir yandan Beşiktaş’taki Müslüman yaşam tarzına uygun gündelik bir hayatın yaşandığı aile evinde olağan bir yaşama sahipti, diğer yandan, İstanbul’un batılılaşmış bir semti olan Pera’da oturan Madam Corinne adlı bir kadını sık sık evinde ziyarete gidiyordu. Bu semtteki insanlar Avrupalı bir yaşam sürüyor, batılı tarzları izliyorlardı. Mustafa Kemal, bu dingin çevrede farklı bir kişiliğe bürünüyordu.

Corinne, Cenova’da doğmuştu ve bir Osmanlı subayı olan Yüzbaşı Ömer Lütfi’nin dul eşiydi. Corinne’nin doktor olan babasının Osmanlı Donanması’nda bir tercüman olarak çalıştığı sanılıyor. Sonradan bir Türk ismi alan amcası ise Osmanlı ordusunda paşa olmuştu. Ömer Lütfi Bey Mustafa Kemal’in akademiden arkadaşıydı. Ömer Lütfi Bey Mustafa Kemal’i Harbiye’deki 211 numaralı evlerine götürerek ailesi ile tanıştırdı. Bu evde haftada bir kez klasik müzik ağırlıklı şiir ve edebiyat toplantıları düzenlenirdi. Corinne, Paris Konservatuarı’nı bitirmiş başarılı bir piyanistti. İtalyanca, Fransızca ve Türkçe biliyordu. Kısa sürede arkadaş olan Mustafa Kemal ile Corinne’in Mustafa Kemal’in askeri ataşe olarak Sofya’ya gitmesinden sonra birbirlerine yazdıkları
mektuplar yayınlanmıştır (Borak 1970, s.43-65). Mustafa Kemal, mektuplarını yer yer yazım hataları yaptığı Fransız dilinde yazıyordu; bazılarını ise Türkçe kaleme almıştı. Burada ilginç olan şey, kendi dilinde yazdığı zamanlar Arap alfabesi yerine Latin harflerini yeğlemiş olmasıdır. Bu, onun daha sonraları bütün Türklerin Latin alfabesi kullanmalarını istemesinin ilk işareti olarak görülebilir.

Mustafa Kemal, Corinne’e 1913’te Sofya’dan, 1915’ten Çanakkale’den, 1916 ve 1917 yıllarında bugünkü Türkiye-Suriye sınırına yakın bir merkezden yazdı. Mektuplaşmaları zamanla giderek seyrekleşmiş olmakla birlikte, ilk mektuplarında gözlenen heyecanlı hava, aralarındaki ilişkinin olağan bir arkadaşlığın ötesinde olduğuna işaret eder. Yine, Mustafa Kemal’in Corinne’e olan ilgisinin, onun batılı normları temsil eden bir kimseye duyduğu olağan ilginin ötesinde bir ilgi okluğu da açıktır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Sofya’ya atandığı zaman arkasında yalnızca annesini değil, aynı zamanda ilişkisinin giderek geliştiği Corinne’i de bırakmıştır.

Mustafa Kemal, Corinne’e yazdığı mektuplarda Bulgar toplumuna uyum sağladığını bildiriyordu. Buna karşılık, kendisini onun öğretmeni yerine koyan Corinne, Fransızca’sını ilerletmiş olması dolayısıyla onu övüyordu. Corinne, onu her gün düşündüğünü yazıyordu. Bundan hoşnut görünen Mustafa Kemal, ona Sofya’da güzel kadınların olmadığını yazıyor ve onu rahatlatmak için bunun altını çiziyordu. “Hayır, Corinne, Sofya’da güzel bir kadınla karşılaşmak olanaksız” diye yazmıştı bir mektubunda. Bir diğerinde, şehirde tanınmış Parisli bir konsomatrisle tanıştığını söyledikten sonra şunu ekliyordu: ‘Ama, bu Parisli bayanı güzel bulmadığımı söylemeliyim.’ Corinne, onun Sofya’da Novia Amerika adlı bir gece kulübünde iki Macar kadınla tanışmış olduğunu da biliyordu; Mustafa Kemal’in tasvirinden, onların içki satışlarını artırmak için müşterilerin masasına konuk olan türden şarkıcılar oldukları açıktı. Kadınlardan biri Almanca biliyor, diğeri ise Macarca dışında bir dil bilmiyordu. Atmosfer Mustafa Kemal’in hoşuna gitmemişti. Canı sıkılmış, kadınları kendi hallerine bırakarak arkadaşlarıyla birlikte kulüpten ayrılmıştı. Mustafa Kemal, mektubunu ‘Nasıl olduğunu, neler yaptığını sürekli yaz. Yürekten sevgilerle’ ifadesiyle bitiriyor, mektubu Mustafa Kemal olarak imzalıyordu. Mektubu bitirirken kullandığı ifadelerden birinde, Corinne’den annesine ve kızkardeşine selamlarını iletmesini istemişti.❞ (s. 108-110)


❝Sofya’da bulunduğu günlerde Mustafa Kemal’in ismi Bulgar savaş bakanının en küçük kızı ile birlikte anılır olmuştu, ancak Mustafa Kemal Corinne’e yolladığı mektuplarda bu ilişkiden hiç söz etmemiştir. Askeri ataşe olarak Mustafa Kemal’in General Kovaçev’le tanışması gayet olağandır; Mustafa Kemal zaman içinde generalin kendisi gibi Makedonyalı olan karısıyla da tanışacaktır. Ayrıca generalin kızlarıyla da tanıştırılmış, Türkçe’nin sık sık konuşulduğu bu evin düzenli ziyaretçilerinden biri olmuştur. Generalin kızlarının en büyüğü evliydi, fakat kısaca Miti olarak çağrılan en küçük kız Dimitriana evli değildi. Mustafa Kemal kızla çok yakından ilgileniyordu. Miti çok hareketli bir gündelik yaşama sahip olmasına rağmen, genç ve heyecan verici askeri ataşeye ayıracak zamanı memnuniyetle yaratıyordu. Anne ve babası ikisinin dışarıya birlikte çıkmasına izin veriyorlardı. Bu, Mustafa Kemal açısından batılı bir davranış tarzıydı çünkü İstanbul’da dahi genç Müslüman erkekler şehirde henüz evli olmayan iyi aile kızlarıyla yan yana görülmezlerdi. Mustafa Kemal’in benimsediği başkaca batılı normlar da vardı. Örneğin, Sofya’da Osmanlı kalpağı yerine Avrupa tarzı bir şapkayı yeğliyordu ve Miti ile birlikte olmadığı zamanlar dahi şapka giymeyi kalpak takmaya tercih ediyordu. Bu, Türkiye’de ileride gerçekleştireceği şapka reformunun habercisi olarak görülebilir.

Miti ve Mustafa Kemal sık sık buluşuyor, dansa ya da parklarda dolaşmaya gidiyorlardı. Mustafa Kemal Miti ile evlenmek istedi; Miti de aynı arzudaydı, fakat kızın anne ve babası böyle bir evliliği uygun bulmadılar. Bunu, davetli oldukları Osmanlı elçiliğindeki bir baloya katılmamak suretiyle dolaylı olarak bildirdiler. Zaten, Hıristiyan bir kızın Müslüman bir erkekle evlenmesi düşünülemeyecek bir olay olarak görülüyordu. Mustafa Kemal’in Bulgaristan’da büyükelçi olarak görev yapan arkadaşı Fethi de aynı şekilde reddedilmişti. Fethi, General Petrov’un kızına aşıktı, fakat General böyle bir evliliği uygun görmemiş ve bunu şu sözlerle dile getirmişti: ‘Kızımın bir Türk ile evlendiğini görmektense başımı kendi ellerimle kesmeyi yeğlerim.’❞ (s. 113-114)


❝Mustafa Kemal, gerek Corinne ve gerekse Hildegard’da kendi ideal kadın tipini yaratmıştır; öylesine ki, gerçekte birbirinden hayli farklı olan bu iki kadın onun zihninde fiilen birbirinin yerini alabilir durumdadırlar. Mustafa Kemal, bu iki kadını ülküleştirerek ve onların dikkatini kendi üstünde toplayarak, sahip olduğu görkemli benliğin içsel tutarlılığını muhafaza edebilmiştir. Yazdığı mektuplar çoğunlukla duygu doludur; fakat her ikisine de kendini aynı biçimde takdim etmektedir. Bu, onlara Gelibolu’dan yazdığı mektuplar için özellikle geçerlidir. Hildegard’a yolladığı iki kısa mektup 17 Ocak 1915 ve 13 Nisan 1915 tarihlerini taşırlar. Sofya’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra yazdığı bu mektuplarda, Mustafa Kemal Hildegard’a sürekli onu düşündüğünü söyler. 6 Haziran’da, Gelibolu’ya geçtikten sonra, ona daha uzun bir mektup yollar. Hildegard’ı ülküleştirmiş olduğu bu mektupta çok açıktır:

Bir buçuk ay yolda kalmış olan mektubunuzu dün aldım. Sizden ayrılışımdan beri beş ay geçti. O zamandan beri gerçekten tam manasıyla meşgulüm. Fakat sizin bana verdiğiniz Almanca derslerini asla unutmadım. Sizi temin ederim ki top gürültüleri ve mermi yağmuru altındaki mühim muharebe günlerinde dahi hayatımın en güzel hatıraları bu güzel ve dostane saatlerdi.’❞ (s. 130)


❝Giderek ölümle kol kola bir anlam kazanmaya başlayan savaş [Çanakkale Harbi], Mustafa Kemal’in ender olarak görülen bir yanını açığa çıkarıyordu. Corinne’e yazdığı 20 Temmuz tarihli aynı mektupta, kişiliğinin egemen olan ve genel olarak dinle hiçbir alışverişi olmayan yanı tarafından bastırılmış olduğu için genellikle yadsıdığı dinsel duygulara yönelik ince bir hürmet açığa çıkıyordu. Mustafa Kemal söz konusu mektupta şunları yazıyordu:

Çok şükür askerlerim pek cesur ve düşmandan daha kuvvetlidirler. Bundan başka hususi inançları çok defa ölüme sevkeden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor: Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün: Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allahın en güzel kadınları, huriler onları karşılayacak ve ebe diyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce saadet‘ (Borak 1970, s. 59).

Bu mektupta, yumuşak, flörtvari cinsel bir imanın yanı sıra, hem annesinin bu dünya ve sonrasına ilişkin görüşünün bir yansıması, hem de kadınlığa yönelik ülküleştirilmiş bir bakış açısı söz konusudur. Mustafa Kemal, batılılaşmış bir kişi olarak, genellikle, kendisinin de aynı inançları taşıdığını kendi kendisine itiraf edemiyordu. Dolayısıyla, bu tür inançlarını, İslamiyet’e bağlılığını açıktan açığa ifade eden kişilere yansıtarak üstü örtük bir biçimde ifade etmek zorundaydı. Daha önce doğan kardeşlerinin aksine ölmeyip hayatta kalan küçük bir çocuk, ardından, annesinin kendisi aracılığıyla küçük yaşta ölen çocuklarıyla duygusal bağını sürdürmüş olduğu ölümle yaşam arasında bir yetişkin olarak, Mustafa Kemal’in önünde izleyebileceği iki yol vardı: annesinin (dolayısıyla, daha geniş ölçekte ulusun) kahraman kurtarıcısı olabilirdi, bu durumda annesi bütün kaygı ve ilgisini ona hasrederdi; ya da bir şehit olabilirdi, bu durumda cennette sonsuza kadar ülküleştirilmiş annelerin arasında yaşardı.❞ (s. 132)


❝Geri ve o güne kadar gözardı edilmiş sıradan bir Anadolu şehri olan Ankara, hızla değişiyordu. Mustafa Kemal, Çankaya’daki evini gözalıcı Türk halılarıyla, oymalı mermer masalarla, Kütahya çinileriyle ve diğer zarif ev eşyalarıyla donatmıştı. Mustafa Kemal’i taparcasına seven, o ve arkadaşları rakı eşliğinde gece geç saatlere kadar tartışıp sohbet ettiklerinde hiç yakınmaksızın kendi köşesine çekilen Fikriye, onun ihtiyaçlarını karşılamak için elinden geleni yapıyordu.

O sıralar Mustafa Kemal her gece alkol almaya başlamıştı. İçki onu rahatlatıyor, sosyal ilişkilerini kolaylaştırıyordu. Rakıyı bir kase kavrulmuş leblebi eşliğinde yudum yudum içer, insanları neşeli bir ortamda saatlerce söyleşmeye yönelten geleneksel içki masası ritüeline uyardı. Arkadaşlarıyla birlikte içerken kasedeki leblebi tanelerini sağ elinin iki parmağı ve başparmağı arasına sıkıştırarak alırdı; kimi zaman taneyi havaya atıp ağzıyla yakalardı. Şerefe kadeh kaldırırken en sık söylediği şey, İngilizlerden duyup benimsediği, kulağında hoş, batılı bir tını bırakan ‘çin, çin’ sözcüğüydü. Yemek masasında arkadaşlarıyla yaptığı bu içki sohbetlerde rahatlar, hatta çocuksu bir havaya bürünür ve nostaljik bir ruh haliyle Makedonya’daki gençlik günlerinden söz ederdi. Ancak, ölçüyü aşmamayı bilirdi -onun sarhoş olduğuna işaret eden söylentilere rastlanılmaz. Mustafa Kemal, bu içkili masa başı sohbetlerini, bir eğlence aracı olmanın yanı sıra, ciddi müzakere ve görüş alışverişleri için uygun bir fırsat olarak görmeye başladı. Bu içkili sohbetler sonraki yıllarda ‘Cumhurbaşkanı’nın Masası’ olarak anılacaktı.❞ (s. 251-252)


❝Diplomasi, partiler, eğlence ve içkili sohbetler, Mustafa Kemal’in zihinsel kaygı ve uğraşısının yüzeyindeki olgulardı. Bu uçarı ve eğlence düşkünü dış görünümün ardında, kendisini Yunanlılara karşı girişilecek nihai saldırının hazırlıklarına vermiş bir komutan saklıydı.❞ (s. 255)


❝Lâtife her sabah gazeteleri (özellikle de Avrupa’da yayınlananları) masaya yayıp bir bir gözden geçirir, Mustafa Kemal’in kahvaltısını hazırlarken ona dünyada gelişen olayların bir özetini sunardı. Mustafa Kemal, Lâtife’yi “konuşan gazete” olarak çağırırdı. Lâtife batılı bir kadın gibiydi; Mustafa Kemal, batılı kadınlarla yapmaya alışık olduğu gibi, Lâtife’ye kendi çocukluğundan, annesinden, annesiyle ilişkilerinden söz ederdi. Bu sohbetler, ikisi yemek masasında yalnız olduklarında yaşanırdı. İlişkilerine yavaş yavaş cinsel bir boyut da ekleniyordu. Mustafa Kemal’in yaşamının bu dönemi üzerine araştırma yapanlar, genel olarak, onun Lâtife ile sevişmeyi arzuladığını ancak Lâtife’nin evlenmeden önce böyle bir ilişki kurmaya karşı çıktığını söylerler. Lâtife’nin Mustafa Kemal’in bu isteğini reddetmiş olduğu kuşkusuz belgelenemez, ancak Lâtife’nin toplumsal ve kültürel geçmişi düşünülürse, yazılanların doğru olduğu kuvvetle muhtemeldir.❞ (s. 273-274)


❝Onun kırk iki yaşında olduğu sıra yirmi dört yaşında genç bir kadınla evlenmiş olması, aralarında benzer bir yaş farkı olan anne ve babasının evliliğini çağrıştırıyordu. Mustafa Kemal’in evliliği, Lâtife’nin cinsel cazibesinin ve Gazi’nin onun kendisine olan büyük aşkından duyduğu hazzın ötesinde nedenlere dayanıyordu. Görünen o ki, Mustafa Kem.al Latife’yi kendi bireysel başarısının bir nişanı olarak algılamıştır. Lâtife’nin zihninde ülküleştirmiş olduğu kahramanıyla evlenmiş olmaktan büyük bir memnuniyet duyduğu açıktır, fakat Lâtife, Mustafa Kemal’i bir insanoğlu olarak nesnel bir gözle tanıma arzusunu hemen hiç duymamıştır.

Mustafa Kemal, gelin dışında üyelerini yalnızca birkaç gündür tanıyor olduğu bir ailenin damadı oldu. Ne var ki, bütün aile üyelerinin hemen kendi beklentilerini tatmin edeceklerini, onun birer uzantısı durumuna geleceklerini umuyordu. Evde egemenlik kurmaya başladı; hatta akşam yemeklerinde geleneksel olarak sunulan şarap yerine rakı verilmesini istedi. Lâtife’nin babası ev sahibi olarak üstlenmiş olduğu rolün hiçe sayılması karşısında temkinli, alttan alır bir tavır takındığında, Mustafa Kemal ona rahatına bakmasını söylemiş, ondan evde her şeyi kendisinin çekip çevirebileceğinden emin olmasını istemiştir.❞ (s. 297)


❝Mustafa Kemal’in akşam yemeği partilerinin hem canlı ve eğlenceli, hem de üretken bir niteliğe sahip olduğuna işaret eder. Kimi zaman misafirler arasında siyasetçiler ve bilim adamları da olurdu, fakat hemen her zaman, asıl grubu oluşturanlar, içki içtiklerinde Gazi’nin çocukluğa dönüş ihtiyacını doyurabilecek ahbaplardı.❞ (s. 324)


❝Ancak, kesin olan şey şu ki, Mustafa Kemal, ister bir çocuk ister bir ağaç olsun, yetişip boy atan hemen her şeyden hoşlanıyordu. Kendisinde analık duygusu olarak isimlendirilebilecek bir şey vardı.

Latife kocasının onarıcı ve yumuşak taraflarını görecek bir durumda değildi. Gazi ile eşi arasındaki ilişkide dikkate değer bir rekabet başlamıştı. Latife onun alışkanlıklarını, özellikle de içki alışkanlığını değiştirmeye kararlıydı. Mustafa Kemal, kimi zaman karısının arzusuna itaat etmekle birlikte, genellikle onun isteklerine uymuyordu. Tepkisini, erkek misafirlerin işgalindeki yemek masasını terk edip üst kattaki odaya çıkarak yere süpürgeyle vurup gürültü çıkarmaya kadar vardırmıştı. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından iki hafta kadar sonra, dışarıda Kılıç Ali, Salih ve bir başka adamla birlikte yürüyüş yaptığı sıra birden göğsünde şiddetli bir ağrı hissetmiş, aşırı terlemeye başlamıştı. Bu olaydan sonra çift arasındaki çekişme bir süre için son buldu. Bazı yetkililer bunun hafif bir kalp krizi olduğunu söylüyorlar; ancak, biz bunun bir kalp spazmı olduğu kanısındayız. Elimizdeki belgeler, Mustafa Kemal’in görkemli kişilik yapısına sahip insanlarda ‘tipik’ olarak görülen hastalık kuruntusuna kapıldığını gösteriyor.❞ (s. 326-327)


❝Gazi, Latife’den boşandıktan sonra hiçbir zaman yeniden evlenmedi, fakat bir dizi kızı evlat edinmiş olduğu için, ev hayatı karşı cinsten insanlardan uzak değildi. Zübeyde’nin hayatta olduğu sıralar evlat edindiği Abdürrahim, Mustafa Kemal’in ev yaşamına bu şekilde katılmış olan yegane erkek çocuktu; fakat, Mustafa Kemal, Zübeyde’ye Afife adında altı yaşında bir kız çocuğu da getirmiş, kız evleninceye kadar İstanbul’da ailesiyle birlikte yaşamıştı. Ardından, cumhurbaşkanlığının ilk yıllarında art arda küçük kızları evlat edindi. Zamanla başarılı bir askeri pilot olan Sabiha (Gökçen) da bunlar arasındaydı.❞ (s. 344)


❝Mustafa Kemal’in evlat edindiği kızlarından bir diğeri, Konya’ya yaptığı bir gezi sırasında karşılaşmış olduğu Rukiye idi. Sonraları bir jandarma subayı ile evlenen Rukiye’yi o eğitip okutmuştu. Gazi, Sabiha’yı evlat edindiği yıl, bir başka ‘kız çocuğu’ daha edinmişti. Bu, Latife’nin yerini alan Afet isminde on sekiz yaşında genç bir kadındı. Bir ilkokul öğretmeni olan Afet, yalnızca bir eş vekili olmakla kalmamış, sonraki yıllarda onun entelektüel bir uzantısı haline gelmiş, daha sonraları bir üniversitede tarih profesörlüğüne kadar yükselmişti. Afet, Mustafa Kemal’in akşam yemeği sofrasındaki geleneksel toplantı ve sohbetlere katılmakla yetinmemiş, fakat ayrıca bu toplantı ve söyleşilerde konuşulanları not almıştı -onun bu yazıları Gazi’nin faaliyetleri ve düşünüş tarzlarının ayrıntılı olarak öğrenilmesi açısından önemli bir bilgi kaynağıdır.

1927 yılı Haziran’ında, Mustafa Kemal bağımsızlık savaşının sona erişinden sonra ilk kez İstanbul’ a gitti. Burada, yüksek öğretmen okulundan gelen üç öğrenci tarafından ziyaret edildi. Bunlardan biri, Gazi’nin kızı olmasını önerdiği onsekiz yaşında, mavi gözlü, sarışın bir öğrenci olan Nebile idi. Nebile, kısa bir tereddüt sonrası Gazi’nin önerisini kabul etti ve Çankaya’ya gitti. Afet Avrupa’ya okumaya gittiği zaman bir diğer genç kız Sabriye’yi evlat edindi. Sabriye Hukuk Fakültesine gitti ve hakim oldu. Sonraları Mustafa Kemal’in denizde dolaştığı yatın kaptanının kızkardeşi olan Bülent, Gazi’nin çocuklarına eklendi. Gazi, yaşamının son yıllarında, ilgisinin merkezine yerleşecek olan Ülkü isminde küçük bir kız çocuğunu evlat edindi. Gazi’nin bu genç kadınlardan bazılarıyla cinsel yakınlık kurduğu iddialarının doğruluğu ya da yanlışlığı hiçbir zaman saptanamamıştır. Bilinen şu ki, Mustafa Kemal, bütün bu genç kadınları değişime uğratmaya -onları batılılaştırmaya- yoğun bir ilgi duyuyordu, fakat söz konusu ilgi ayrıca bütün Türk kadınlarına yönelikti.❞ (s. 346-347)


❝Gazi, çoğunlukla içme faslı ilerlemeden ortaya çıkmazdı. Genellikle, kavrulmuş leblebi, zeytin, humus ve beyaz peynir gibi mezeler eşliğinde rakı sunulurdu. Bu fasıl yemek servisinden bir saat önceye kadar sürerdi. Menü hakkında seçici olmayan Mustafa Kemal basit yemeklerle iktifa ederdi.

O, içki ve oturma konusunda herkesi geride bırakabilecek bir ‘gece insanıydı’. Anlaşıldığı kadarıyla içkisini iyi idare ederdi. Bazen gece yarısı işçi sorunlarını tartışmak üzere çağırılan Oskar Weigert, onu gecenin o saatlerinde dahi ciddi ve kavrayışlı bulurdu. Ancak, bir şahıs için hiçbir rahatsızlığa uğramadan her gece bir litreden fazla rakı içmek imkansızdı. Herhangi bir kimsenin masasına sarhoş olarak gelmesinden veya yemek sırasında gülünç duruma düşecek kadar içmesinden hoşlanmazdı, fakat hedef kendisi olmadıkça, şaka ve alaydan hoşlanırdı. Kendisi hakkında herhangi bir olumsuz mütalaaya karşı hoşgörüsünün son derece sınırlı olduğunun bilinmesine karşın, dedikodu ve şahsa yönelik eleştirilerin ima edilmesindense açıkça ifade edilmesini isterdi.❞ (s. 391)


❝Bir keresinde, İstanbul’daki bir baloda, orta yaşlarda bir adam genç bir kadını ona ayarlayabileceğini açıkça ima ederek onun gözüne girmeye çalışmıştı. Söz konusu adamın bir insan topluluğu önünde sergilediği bu seviyesiz davranış Atatürk’ü öfkelendirmişti. Genç kadının yüzündeki ağır makyaja sövüp sayan Mustafa Kemal, herkesin önünde kadından yanaklarındaki ve dudaklarındaki kozmetik maddeleri bir bir saymasını istedi. Zavallı genç kadın bayıldı, Mustafa Kemal bu genç kadını ve onu oraya getiren adamı salondan kovdu.❞ (s. 398)


❝Bir keresinde iki genç kadın birbirleriyle ayaküstü söyleşirken Mustafa Kemal araya girip Afet’e arkadaşını Çankaya’ya davet etmesini söylemiştir.

İlk bakışta böyle bir davet masumane görünür, ne var ki, Bayan Ayda onun söz konusu davetin kendisinde ve ailesinde büyük bir kaygıya yol açtığını hatırlar. Babası Mustafa Kemal’in akşam sofrasının düzenli konukları arasındaydı. Bay Ayda, Çankaya’daki toplantıların akşam sekizden gece yarısına kadar olan bölümünün ‘hayli akademik’ olduğunu düşünüyordu, fakat gece yarısından sonra alkolün ve çocuksu davranışların öne çıktığını, aile reisi konumundaki bir erkek olarak gerek gerçeklik gerekse fantezi düzeyindeki bu sohbetlerden hoşnutsuzluk duyduğunu söylemişti. Dolayısıyla, kızının böyle bir davet almış olması -ki daveti yapanın kimliği düşünüldüğünde bu davetten çok bir emir niteliği taşıyordu- babası açısından korkunç bir ikilemi ifade ediyordu.

Sonuç olarak, aile Adile’nin Çankaya’ya gitmesi gerektiğine karar verdi. Adile, önceden planlanmış olduğu üzere, bir gün öğleden sonra saat dört buçukta Çankaya’ya gitti. Onu Afet karşıladı, birlikte çalışma odasına geçtiler. Bayan Ayda, o dakikalarda gergin bir ruh hali içinde olduğunu hatırlar. Bir süre sonra Mustafa Kemal üzerinde gece giysisi olduğu halde odaya geldi. Sonra, Adile’ye yaşını ve ‘bir adamın genç bir kıza sorabileceği olağan, alışıldık sorular‘ sordu. Bayan Ayda, kaygılarının temelsizliğini ‘Endişelerim yersizmiş‘ sözüyle itiraf etmiştir.

Bayan Ayda’nın anlattıkları, insanların Mustafa Kemal’in özel yaşamına ilişkin öngörülerinde gerçekle aslı olmayan kanı ve öykülendirmelerin nasıl içiçe geçmiş olduğunu gösterir.❞ (s. 399)


❝Diğer bir Balkan devleti olan Romanya’nın Kralı II. Karol, Atatürk’ü, yaşamının son yılı olacak olan 1938 yılının Haziran’ında ve beklenmedik bir şekilde ziyaret etti. II. Karol Karadeniz’de bir yat seyahati yaparken Boğaz’a inmiş ve yatını Dolmabahçe Sarayı önünde demirlemişti. Bu sırada Atatürk kendi özel yatıyla denizdeydi. Kral II. Karol’un ziyaret arzusu iletildiğinde Atatürk hasta olmasına rağmen kralı kabul etmeye rıza gösterdi. Kral, Atatürk’ün yatına geldiğinde onu açık gri bir takım elbise, ipek bir gömlek ve yeşil bir kravat üzerinde olarak kusursuz bir biçimde giyinmiş buldu. Doktoru yanında idi. İki devlet başkanı yemekte Avrupa meselelerini tartıştılar. Bu buluşma hakkındaki bir hikaye, Atatürk’ün içinde bulunduğu trajik durumu ortaya koyar: Atatürk misafir Kral’a alkollü içki verilmesinde ısrar etmiş ve doktoruyla, tıbbi nedenlerle yasaklanmış olmasına rağmen, ev sahibi olarak kendisinin de bir şeyler içmesinin gerektiği konusunda tartışmıştı. Doktor bir taviz olarak hastasının bir parmaklık içki içmesine rıza gösterdi. Doktorun düşündüğü bir parmağın eni kadar içki içilmesiydi. Garson içkileri koyarken, Atatürk ölçü olarak parmağını dikine tuttu ve kendisinin yalnızca bir parmak içki içilmesini isteyen doktorun sözüne uymakta olduğunu söyledi.❞ (s. 418-419)


❝Nuri Bey’in 10 Ocak 1937 tarihindeki vefatı, Atatürk’ün iç yapısını destekleyen köşe taşlarından birisini yerinden oynattığı için çok önemli bir olaydı. Çünkü Nuri Bey, gerçekten Atatürk’ün uzantısıydı ve onun ölümüyle Atatürk’ün kendisinin bir parçası ölmüş gibi oldu. Sonuç olarak Atatürk depresif bir ruh haline girdi. Buna ilaveten Atatürk yaşlanıyordu ve yaşlılık fiziki çekiciliğin ve cinsel gücün azalması gibi görkemliliği de etkileyen sorunları beraberinde getiriyordu. Pek çok kimse bu sürece diğer tatminlere -ebeveynlik, içsel saygı ve sevgi gibi- yönelerek tahammül eder, ancak görkemli benlik duygusuna sahip bir kimse için ileri yaşların yaklaşmasını izleme korkutucu bir şeydir.

Dr. Volkan’la görüşme yapan, kavrayış yeteneği güçlü bir şahıs, Atatürk’ün son yıllarındaki aşırı içişini bir intihar niyeti işareti olarak telakki etmiştir. Kendisini taparcasına seven halkının gözünde ölümsüz olduğu için, bir bakıma ölümün kucağına yiğitçe atılmanın onu halkı ile bütünleştireceğini ummuş olabilir. Ancak, son yıllarındaki kayıpları, bir ölüme bütünüyle teslimiyet davranışına yol açmadı ve Atatürk her zaman kendini üstün hissetmek için yapmış olduğu gibi, çevresindekileri yönetmeye devam etti. Nuri Bey’in ölümü, yaşamın satranç tahtasındaki taşları değiştirdi ve eski ilişkilerin yerini almaları için yeni ilişkiler yarattı. Ülkü’ye gösterdiği ilgi arttı. Buna karşılık Ülkü, ona her isteği yerine getirilen bir çocuktan beklenen taparcasına sevgiyi veriyordu. Her zaman gerçekçi olan ismet İnönü, şimdi Atatürk tarafından bir tehdit gibiymişçesine algılanıyordu ve onca senelik yakın beraberlik sonrasında belli bir mesafeye uzaklaştırılmalıydı. Başvekil olarak İsmet İnönü’nün yerine bir başkasının geçirilmesi için bazıları siyasal açıdan gerçekçi diğer nedenler de vardı. ismet İnönü, ülkenin ekonomisini daha hızla sağlam bir zemine oturtamadığı için, gitgide artan bir biçimde eleştiriliyordu.❞ (s. 429-430)

Vamık D. Volkan & Norman Itzkowitz. (2008). Ölümsüz Atatürk (5. basım). İstanbul: Bağlam Yayınları.


Cemal Güven’in Araştırmasına Göre (2012)

❝Claude Farrere, daha sonra bu öğle yemeği hakkında şunları yazmıştır: ‘Askeri bir öğle yemeği. Üç kişinin dışında geri kalan herkes asker. Çok ilginç bir tezat: Tüm askerler sivil giyimli, en başta da Gazi’nin kendisi. Ve ast-üst düzeni yok, teğmenler sanki aynı düzeydeymiş/er gibi generallerle sohbet ediyor. işin diğer bir ilginç yanı ise herkesin yirmi beşle, otuz yaş arasında olması. Yemekler son derece basit: Yoğurt çorbası, İzmit Körfezinden tutulmuş balık ve klasik ızgara koyun eti. Su içiliyor ve isteyen masadaki bir kaseden kaşıkla yoğurt alabiliyor. Mustafa Kemal gülümseyerek özür diledi: ‘Maalesef şarabımız yok, Anadolu çok kurak‘❞ (s. 155)

Cemal Güven. (2012). Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri. Konya: Eğitim Kitabevi.


Halide Edip Adıvar’ın Hâtıratına Göre (1998)

❝Miralay Arifin fırkası lağv olunmuş, fakat kendisi Mustafa Kemal Paşa’nın eski arkadaşı olduğu için askeri kabineye alınmıştı. Miralay Arifi çok içki içiyormuş diye tenkit ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa da bu tenkitte kendisine de bir ima olduğunu sezmiş.❞ (s. 19)


❝Bu aralık, Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’in sabık Valisi Tahsin Bey’in evinde bir içki âleminde hepimizin aleyhinde bulunduğunu ve benim dağlarda yalnız gezmemin tehlikeli olacağını bana orada bulunan bir adam anlattı. Pek inanmak istemedim. Dolaşmakta devam ettim. İnanmadım, çünkü: Mustafa Kemal Paşa’nın vücudunun bu mücadeledeki lüzumunu en fazla hissedenlerden biriydim. Bu adamın sözlerini o günlerde bize sık sık gelen ve bize çok dostça davranan Mustafa Kemal Paşa’ya söylemekten çekindim.❞ (s. 69-70)


❝Mustafa Kemal Paşa, bir müddet ortadan kaybolduktan sonra, beyaz bir kostümle geldi. Mavi gözleri pırıl pırıl yanıyor ve önümüzde hazırlanmış olan içki sofrasına bakıyordu. Latife Hanım da, yanımda oturuyor, hayran hayran Mustafa Kemal Paşa’ya bakıyordu. O akşamı şenlendiren hadise, bu iki kişi arasındaki aşk başlangıcıydı. Paşa dedi ki:

‘İzmir zaferini tesit ediyoruz. Siz de bizimle içersiniz.’

‘Ben ömrümde ağzıma rakı koymadım. Şampanya ile ben de tesit edebilirim’.

Mustafa Kemal Paşa rakı kadehini dudaklarına götürürken, eliyle beni göstererek dedi ki:

‘Hanımefendinin huzurunda ilk defa olarak içiyorum.’

Ben de şampanyayı dudaklarıma götürerek onlara saadet temenni ettim. Latife Hanım da yalnız şampanya içti. O akşam, sade Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini dinleyerek geçirdik. En çok sevmiş olduğu Selanik hayatından ve muhtelif cephelerdeki vak’alardan bahsediyordu. İlk defa olarak da, kimse ile alay etmedi ve kimsenin aleyhinde bulunmadı. Hatta Milli Mücadeleye hizmeti geçmiş olan ve kendisinin sevmediği adamları bile övdü.❞ (s. 102-103)

Halide Edip Adıvar. (1998). Türk’ün Ateşle İmtihanı-III. İstanbul: İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık.


Emekli Tümgeneral Fahrettin Altay’ın Hâtıratına Göre (1970)

❝Konya istasyonunda BAĞDAT oteli isminde güzelce bir otel vardı, Atatürk ün maiyeti burada kalıyordu. Bunların yemekten sonra topluca oturdukları salona Atatürk ün ansızın girmesi hepsini şaşırtı ve O nun:

‘-Ne yapıyorsunuz’

sualine SALİH BOZOK latife yollu:

‘-Kabine kuruyoruz Paşam’

diye gülerek cevap verdi. Atatürk bu defa,

‘Oooo! pek güzel kimlerden kuruyorsunuz söyleyin de istifade edelim…’

şeklinde alaylı bir tarzda konuşmaya başladı. O sıralarda Hükümetin değişeceği söyleniyor ve gazetelerde çeşitli havadisler çıkıyordu. Birden kapı açıldı içeri LATİFE HANIM girmezmi?.. Herkes şaşırdı, Latife Hanım da Atatürk e

‘-Kemal buraya geldiğini haber aldım evde çay hazırlatmıştım seni almaya geldim…’

tarzında hitap edince dona kaldık. Atatürk benzi atmış bir halde,

‘-Peki hanımefendi buyrun gidelim’

dedi ve birlikte dışarı çıktılar, bizlere veda etti ve Latife Hanım la beraber uzaklaştı. Latife Hanımefendi nin Atatürk ün otelde kalarak maiyeti ile içkiye dalması ihtimalini düşünüp buna meydan vermemek için böyle yaptığına şüphe edilmezse de kültürü çok yüksek, ve çok nazik bir hanımefendinin, Atatürk gibi bir insanın böyle bir davranıştan nasıl üzüntü duyacağını düşünememiş olmasına hakikaten hayret olunur.❞ (s. 388-389)


❝Küçük kızların uykuları geldiğinden onları odalarına gönderdi, gece yarısı olmuştu, Atatürk arkadaşlarına beni övmeye başladı, sıkılıyordum. Afet Hanım ın neşesiz bir halde kenarda durduğunu görünce bize fransızca ‘Bu kız çok iyidir ve daha iyi olacaktır. O nu mükemmel yetiştireceğim benim bu hallerim O na zor geliyor ama alışacaktır. Ben dostlarıma karşı olduğum gibi görünmek isterim’ ve sonra türkçeye çevirerek, ‘Bu madam da güya çok içtiğimden şikâyetçi ne içtim ki. Bir iki kadeh rakı ile bir iki şampanya’. Arkadaşlardan birisi, ‘Bizim de emelimiz sizin sıhhatli ve neşeli olmanızdır’ diyince, ‘Bilirim beni seversiniz merak etmeyin fazlaya gitmem ölçümü bilirim’ cevabını veriyordu. Bir kenarda büzülmüş uyuklayan Salih Bozok a gözü ilişti, gülerek işaretle, bu eski arkadaşından alaylı alaylı söz etti. Madamın esnediğini görünce hizmetçi kızını çağırarak ‘Madam ı odasına götür istirahat ettir’ dedi. Yakışıklı bir delikanlı olan garson Saib güzel bir kadın elbisesi giymiş olarak ortaya çıktı, bazı numaralar yaptı. Eski orta oyunlarında erkeklerin yaptıkları zenne rolünü güya modernleştirmesi gibi birşeydi. Takdir edildi.

Hep ayakta dolaşan Atatürk kanepede oturan Afet Hanım m yanma oturdu, beni de yanına aldı ve şu özetle konuşmaya başladı.

‘-Kızım Afet beni çok sever, hem de okumak meraklısıdır. Bazı hallerime üzülüyor, haklıdır. Ben de O nu çok severim kabiliyetini gördüğüm için O na en yüksek tahsili yaptıracağım, lisan öğrettireceğim. Geleceğin yüksek bir hanımefendisi olacaktır. Küçükler de benim birer pırlantamdır. Ben kendimden ziyade misafirlerimin eğlenmesini istiyorum.’

Bu sözlere karşı O da

‘-Paşam hiç üzülmeyiniz size olan derin saygı ve sevgilerimden sonra en büyük zevkim okumaktır. Bana bu fırsatı veriyorsunuz çok müteşekkirim’ diyordu. Saat 3 ü geçerken bizlere izin, verdi.❞ (s. 398-399)


❝24 Ekim 1925 Cumartesi…

..

Akşam Çankaya ya döndüm. Bir saat kadar dinlendikten sonra Atatürk ün dairesine geçtim, misafirler gelmeye başladı, ayakta görüşülüp biraz içildikten sonra sofraya oturduk.

İsmet Paşa nın rahatsızlığı dolayısı ile gelemiyeceği haberi geldi ama az sonra çıkageldi. Rahatsız olan kendisi değil refikası imiş af diledi. Bayan İnünü nün ben bulunduğum sürece Atatürk ün sofrasına geldiğini görmedim. Misafirler hep fıraklı, hanımlar da tuvaletli. Atatürk İnönü yü karşısına, sağına bayan Aras ı soluna Madam Baver i aldı, İnönü nün sağında Arasın hemşiresi, solunda Madam Baver’in kızı olduğunu öğrendiğim bir hanım oturdu. Afet Hanım la ben ve Tevfik Rüştü, doktor Cemal, Reşat Nuri Tevfik Beyler yanyana oturduk.

Yemek Listesi: Pirinçli et suyu, pirzola, kuşkonmaz, börek, kremalı elma kompostosu, kavun.

Atatürk sofrada tarihi güzel şeylerden konuştu. Bilhassa eski Türle Ulusu nun büyük işlerinden ve medeniyete önderlik ettiğinden kendine mahsus bir tatlılıkla anlatıyor herkes te hayran hayran dinliyordu. İçki olarak yalnız şarap vardı.

..

Sofradan kalkınca mızıka ve dans havalan çaldırarak danslar ve alaturka oyunlarla davetlilerin neşesini artırıyordu. Bu gece şampanya yok. Saat 12 de herkese izin verdi, beni biraz daha alıkoyarak genel surette askeri işlerden biraz da Konya ahvalinden konuştu sonra izin verdi.❞ (s. 400)


❝26 Ekim 1925 Pazartesi…

..

Kütüphaneye girince Atatürk, İnönü, Recep Peker, Tevfik ve Hayati beyler oturmuşlar bir yazı ile meşgul oluyorlardı. Beni de aralarına oturttular. Cumhuriyet Bayramı nutkunu hazırlıyorlarmış, önlerinde birer kadeh rakı ile leblebi vardı. Bir kadeh te benim için getirtti, içmediğimi bildiği halde ikramı eksik bırakmaz, içmeye de zorlamaz. Arada onlarla bir yudum almak benim için vazife idi. Nutkun sonuna yaklaşmışlar, kendisi söylüyor Hayati yazıyordu. İnönü ile Peker de arada fikirlerini söylüyorlardı. Bunu bitirince Ankara da yeni açılan Hukuk mektebinde verilecek nutkun yazılmasını İsmet Paşa ya bıraktı. O da biraz düşündükten sonra Tevfik Bey e yazdırmaya başladı. Atatürk dikkatle dinliyor ve yazdırılan cümleleri takdir ediyordu. Bu da bitince müsveddeleri yanında alıkoydu, bir daha okuyacakmış.❞ (s. 405)


❝Kızları sofrada yoktu. Yemekten sonra gramfon çaldırdı yeni gördüğü genç bir artist gelerek alaturka oyunlar, yaptıktan sonra işi alafrangaya çevirdi. Atatürk beğendi ve taltif için O nunla dans etti. Sonra Recep Peker e verdi, O da benim gibi henüz lâikı ile öğrenememiş bir iki dolaştı, bıraktı. Bana işaret etti, kalktım dans ederken biraz açık tutuyormuşum gülerek ‘Kumandan öyle olmaz yapışacaksın’ diye azarladı. Tekrar alaturka oyunlara geçildi, Atatürk kanapeye oturarak kızın yaptığı güzel numaraları seyre daldı, Tevfik Rüştü Araş yanma sokularak İtalya Kralı nm bir mektubunu kendisine okudu. Yeni sefir gelirken getirmiş. Mektubun başı, Türkiye, Reisicumhuru Mustafa Kemal Hazretleri Selâm. Sefiri ne vakit kabul edeceklerini soran Araş a ‘Onbeş kasımdan sonra’ diye cevap verdi. Musolini bir nutkunda Şarki Roma imparatorluğu nun mirasının kendilerine ait olduğunu ve bir defasında da onbeş kasıma kadar büyük olayların görüleceğini söylemiş, bu sözler Atatürk ün içine o kadar işlemiş olacak ki, gece yarısından bir saat sonra, başı dumanlı ve yorgun sanıldığı ve eğlenceler içinde bulunduğu bir anda hiç düşünmeden bu cevabı verdi. Memleketin yüksek menfaatleri her an O nun başlıca düşüncesidir. Kralın hürmetkerane sözlerine kapılmıyor, Musoli nin o zehirli sözlerine mukabele ediyordu ve böyle yapmış olmaktan neşesi artıyor eğlenceleri uzatıyordu. Gecenin sonuna doğru Tevfik Rüştü Arasa Cumhuriyet Bayramı programının ana hatlarını söylüyor, fevkalade azametli ve debdebeli olmasını gece de Fresko da büyük bir balo verilmesini emrediyordu. İki gündür görünmeyen Madam Baver için de ‘Benim eski karım toz alırdı bu ise azamet satıyor yalnız emir vermek istiyor bir kolayını bularak bunu defediniz’ diyor Aras da ‘Mümkündür efendim’ cevabını veriyor. Hepimize hayırlı geceler temennisi ile izin verdi…❞ (s. 406-407)


❝Küçük kızların yemeklerini yedirdi yatmaya gönderdi, vakti ile verem olup giden Selma hanımın hikayesini anlattı. Gençlik aleminin tatlı hikâyeleri ile herkesi güldürüyor kendisi de neşeleniyordu. Rasim Ferit belediyede oy verirken kendisine fotoğrafını imzalattıran bir artisten bahsetti, otelde görüşürken ne olur beni cebine koy Gazi ye götür dediğini öyle bir tarzda anlattı ki Atatürk yarın akşam al gel misafirlerimiz eğlensinler demekten kendini alamadı. Eniştesi Mustafa Bey de o getiremez ben getiririm diyerek hizmet yarışına girişti gülüştüler. Bizlere izin verdiği vakit saat bir olmuştu.❞ (s. 409)


❝28 Ekim 1925 Çarşamba…

Bu sabah Atatürk erken kalkarak çifliğe gitmiş öğleyin geldi. Yemekten sonra yatmaya gitti ben de B.M.M. ne gittim, bazı mebus arkadaşlarla görüştüm. Ali Sait Paşa gelmiş, Cebeci ye O nun karargâhına ziyarete gittim silahlı kuvvetlerimize ait bazı görüşmeler arasında demiryolunun Karadeniz Ereğlisi ne uzatılmasını istediğini fakat kimseye anlatamadığını üzüle üzüle anlattı. Askeri Sıhhiye Başkanı Emin Paşa ve yardımcısı Hüseyin Bey le görüştüm, bacanağım Mebus Şükrü (Yaşin) ile buluşarak birlikte sinemaya gittik 16. cı Lui ve Fransız ihtilali ni gösteren bir film gördük, biz de inkılab devri yaşadığımız için hoşuma gitti. Akşam Çankaya ya döndüğümde Atatürk ü sofrada buldum. Karşısında İnönü oturuyordu. Kendi sağına da Konya Kız Öğretmen Mektebi müdiresi Saadet Hanım, solunda isminin Refet Süreyya olduğunu öğrendiğim bir bayan oturuyordu. İnönü nün sağında Afet hanım, solunda S. hanım bulunuyor. Diğer misafirler Şükrü Kaya, Ruşen Eşref, Ali Cenani, Rasim Ferit ve Tevfik Beyler. Gazi konuşuyor sanattan bahsediyor, herkes dinliyor. Bir ara kalktı müziğe vals çaldırdı Refet Süreyya Hanım ı dansa kaldırdı. Bu dün akşam bahsi geçen artistmiş. Danstan sonra biraz oturulup içildi, artist bayan bir paravananın arkasında soyundu çıplak denecek bir halde ortaya çıktı açık sarı ince ipekli bir mayo ve tül bir gömlekle serpanten danslar hindistan oyunalrı yaptı. Almanya da 9 sene bulunmuş bu marifetleri öğrenmiş. 30 yaşlarında dolgunca etli, bacaklarındaki mor mor lekeler morfinman olmak ihtimalini gösteriyor. Yemek neşeli geçiyor, içiliyor, konuşuluyor, alkışlar yapılıyor, arada bir hepbirden dansediliyor. Atatürk Afet Hanımla da dans etti. Bu zarif genç, pembe ipekli dekolte tuvaleti ve güzel endamı ile göze çarpıyordu. Atatürk bu gece pek neşeli, kimseye laf vermiyor hep kendisi anlatıyor bazan sazendelerle beraber şarkı söylüyor ve onları kendisi sürüklüyordu. Şarkı söylerken bile hanendelerin kendisine takaddüm etmesine meydan vermiyor. Rumeli havalarından pek hoşlanıyor ‘şahane gözler’ türküsü tekrar tekrar söyleniyor, bununla beraber bu eğlenceler arasında kendi kibarlığından, vekarından birşey kaybetmiyor, arada bir misafirlerimin neşesi benim de neşemdir diyor, Bir ara eskiden yazdığı bir hatıra defterini getirtti. 1918 de Karlsbat ta Fransızca yazmış? Bundan birkaç sayfayı Ruşen Eşref e okuttu, türkçeye çevirtti. Bir şatoda güzel bir dansözle nasıl görüştüğünü onunla çeşitli danslarını açık açık yazmış. Ruşen de uzun boyu gibi yüksek sesi ile bunları ballandıra ballandıra şairane bir eda ile okudu. İlk gördüğüm bu genç ve güçlü şairden pek hoşlandım.

İnönü az içiyor, kendisini güzel idare ediyor, Atatürk bir ara çıplak dansözle dansetmesini İnönü ye teklif etti, o kendisine, mahsus bir incelikle işi geçiştirdi. Misafirlerden birisi kadının o incecik parçaları da üzerinden atmasına emir vermesini rica etti. Atatürk ‘Olmaz öyle şey herşeyin bir hududu var’ dedi. Sofraya oturulduğu zaman maariften bahsedildi. Misafir hanımların faarifte işleri yürüyormuş, bilmem hangi müfettiş arzusuna nail olamadığı için işlerini baltalıyormuş, Atatürk Başbakan a dedi ki: Sen bu maarifi islah etmelisin hem de baştan başlayarak.❞ (s. 409-411)


❝29 Ekim 1925 Perşembe…

Bugün Cumhuriyet Bayramı. Öğleden evvel yeni gelen Sırbistan maslahatgüzâri Çankaya ya gelerek ismini deftere yazdı. Merasime katılmak için buna lüzum varmış, öğle yemeği biraz erken ve acele yenildi. Sırmalı elbiselerimle B.M.M. ne gittik. Yukarı salonda ilkin Meclis Başkanı sonra Başbakan ve Bakanlar la mebuslar Atatürk ü tebrik ettiler, Birinci ordu müfettişinin arkasından ben de tebrike girdim. Protokol sırası ile bu iş bitti. Saat 3 te elçilerin tebrikleri başladı. Başta kıdemlileri Fransız Elçisi Albert Saro, Afgan Elçisi Ahmet Han, Mısır Elçisi Hüdai Paşa, Polonya, Yunanistan elçileri, Sırbistan Maslahatgüzarı, Bolşevik Rus Sefiri Vekili İlov İloviç maiyetleri salona girdiler. Bunlardan sonra geçit resmine inildi. Pek çok halk toplanmıştı. Atatürk, Başbakan İnönü, Meclis Reisi Kâzım Özalp ile ortada, arkasında elçiler, sağ yanında elçilerin maiyetleri ile askerî erkân bulunuyordu. Mısır elçisinden başka tek bir fesli yok. Üç alay piyade bir jandarma taburu, bir bölük deniz askeri, bir bölük süvari, bir sahra, bir obüs ve bir dağ bataryası, bir otomobil nakliye (ulaştırma) kolu on uçaklı bir hava filosu gayet muntazam geçtiler, alkışlandılar. İlk görülen oniki kişilik bir yungers uçağı güzel uçuş gösterileri yaptı. İlk büyük medeni uçaklardan oluşu dikkati çekti. Geçit resminden sonra biraz istirahat edilerek Ankara Kulübüne geçildi. (Bu Kulüp Belvü Oteli nin arkasında küçük bir binada idi.) İnönü biriç oynamağa başladı, ben de seyrettim. Atatürk Hamdullah Suphi yi ziyarete gitti. Akşam Çankaya ya çıktım. Yemek sofrası hususi bir aile sofrası halinde. Ata nın kızları ile Salih, Kılıç Ali, Tevfik ve Mustafa Beylerden ibaretti. Yemek arasında az içildi, gece yarısına doğru gazinoya baloya gidilecekmiş, küçük kızların baloya götürülüp götürülmemesi münakaşa olundu, götürülmeye karar verildi giyindiler hep beraber çıktık. Atatürk Afet Hanım la, madam Baver öteki kızları ve maiyeti başka otomobillerle kafile halinde Fresko gazinosuna gittik. Çok kalabalık vardı, Türk hanımlar pek az idi, ecnebi bayanlar da çok değildi. Zeki Beyin orkestrası çalıyordu. Milletvekilleri, elçiler yüksek memur ve askerler Atatürk ü şiddetle alkışladılar. İlk dansı Atatürk Fransa Elçisi nin kızı ile açtı. (Madam yoktu). Kızın güzelliği herkesin dikkatini çekti, pist dans edenlerle bir anda doldu. Atatürk, kızlarından birisi ile dansetmemi söyledi, danstan sonra artist Refet Süreyya çıplak hali ile numaralar yapmaya başladı. Bu Ankara için bir yenilik idi. İnönü de Rus elçisinin ak saçlı madamı ile dans ederken gülümsedim, yanımdan geçerken ‘Ne yapalım politika ediyoruz’ dedi.

Atatürk Başbakan ı alarak birlikte subayların bulunduğu yere geldik, onlara şampanya ısmarladı, şereflerine kadeh kaldırınca bir alkış tufanı koptu, salonu çınlattı. Subaylar karşılıklı kadeh kaldırıyorlar bu suretle boşalan kadehler birbirini kovalıyordu. Genç subaylar Atatürk ü kucaklarcasına sardılar, O da onların kahramanlıklarım dan memlekete yaptıkları hizmetlerden ve ordusu ile daima iftihar etmekte olduğundan bahsederek subayları ve genaralleri taltif ediyordu. Onlardan ayrıldıktan sonra Fransız Sefiri nin kızı ile bir iki defa daha dans etti.

Çok neşeli, dolaşıyor, herkese iltifatta bulunuyor, arada da biraz oturup seyrediyordu. Fransız Sefiri kızını alıp görünmeden savuşmuş. Sabah yaklaştı herkes birer birer çekilmeye başladı. Saat 4 e doğru artık gidelim diyerek birlikte çıktık. Otomobilde beni yanına aldı, hareket edince başını göğsüme dayayarak daldı. Göğsümde perişan bir halde saçılan o sırma saçları en büyük heycanı kalbimde yaratıyor, öpüyor ve kokluyordum. Atatürk ü ilk defa olarak böyle biraz fazla kaçırmış görüyordum. Bu da subayların etkisi ile olmuştu. Tan yeri ağarmaya başlarken köşkün kapısında arabanın durması ile gözünü açtı ‘Geldik mi?’ diyerek indi ve hayırlı geceler temennisi ile içeri girdi. Odama geçtim tatlı bir uyku güzel geceyi tarihe karıştırdı.❞ (s. 411-413)


❝31 Ekim 1925 Cumartesi…

..

Sofranın başında Atatürk, sağında Saadet, solunda Afet, ve S. Hanımlar, bana da Saadet hanımın solunda yer ayırmış. Tevfik, Rasim Ferit beylerden başka kimse yok. Mutad veçhile içiliyor, fakat Atatürk neşesiz biraz da sert. Başkatip Tevfik Beye sordum, kızlarına hürmetsizlik eden, onları mektepte otomobil beklemeye mecbur bırakan bir hizmetçi kızı hiddetlenerek kovmuş ‘Kızcağız iyi hizmet ettğiinden üzüntülü. Birkaç gün gizleriz hiddeti geçer el öptürürüz affeder’ dedi.

Başvekil geldi sol yanına aldı. Bayram gecesi baloda Fransız sefiri olayını iyi bir sonuca bağladığını anlattı. Dans ederken kızına yapılan muamelenin fena maksatla olmayıp takdir maksadı ile olduğunu, iyi bir şekilde tefsir edildiğini izah etti. Az içilerek yemek yenildi saat 11 de dağıldık. Pazartesi Konya ya avdet için izin aldım.❞ (s. 414-415)


❝[1934 yılı] Atatürk le beraber İstanbul da gezerken Suadiye plajına gittik. Orası daha yeni yapılmış güzelce bir yerdi. Deniz kenarında boylu boslu genç ve güzel bir kadın mayo ile dikilmiş duruyordu, kendisine yaklaşıldığı sırada güzel bir atlayışla denize daldı yüzmeye başladı.

Kadınlarımız henüz erkeklerle bir arada denize girmeye yeni başlamışlardı. Bunun bir türk kızı olduğunu öğrenen Şah Atatürk e

‘-Maşallah ne güzel yüzüyor hanımlarınız yeniliği çok çabuk kabullenmiş görünüyor…’ gibi ifadelerde bulundu.

Dönüşümüzde Atatürk beni çağırıp

‘-Bu gece Beylerbeyi Sarayında Şeyhinşah a hususi bir ziyafet veriyoruz hariçten kimse bulunmayacaktır kendileri mihmandarlardan yalnız senden başka kimsenin bulunmasını istemiyorlar O da yalnız bir nedimini getirecektir, Ali Sait Paşaya haber gönderdim Şeyhinşahın bütün maiyeti ile mihmandarlara ve hariciye memurlarına Park Otelde bir yemek verecektir sen oraya gitme bizimle gel ve kimseye de birşey söyleme..’ Buyurdular.

Gece motorla Dolmabahçe Sarayından Beylerbeyi Sarayı na geçtik, Başbakan ile Meclis Reisi de vardı. Sarayın kapısında gayet güzel ve ağır giyinmiş onbeş kadar kadın bizi karşılıyordu ki bunlar o zaman İstanbul un saz şarkı ve dans artistleri idi başlarında da SUADİYE DE plajda gördüğümüz C. hanım bulunuyordu. Hepsi diz çökerek hükümdarları selâmladılar ve Şah a takdim olundular. Ö da gülerek iltifatlarda bulundu.

Saray içinde güzel bir mermer havuz vardır. Sular şıkırdıyor, gerilerde bir orkestra ve mükemmel bir büfe.. Saray kısaca gezildi, üst kat tamir ediliyor ve ŞehinŞah ın geceyi orada geçirmeleri ihtimaline karşı fevkalâde yatak odaları hazırlanmış bulunuyordu. Havuzun başına bir masa ve koltuklar o şekilde konulmuşlardı ki büfe ve orkestra burayı göremiyordu. aŞh a ikramlarda bulunuldu, kendisi bir kadeh şarap alarak önüne koydu bu sırada artistler güzel şarkılar okumaya ve gösteriler yapmaya koyuldular. Şah meclisin sıcaklığını bozmamak için arada bir yudum alıyordu. Numaralar gittikçe açılıyor ve serbestleşiyor, Şah bunları gülümseyerek seyrediyor fakat ciddiyetini hiçbir şekilde bozmuyor, iki genç kız havuza atladılar sularla oynamaya ve dans etmeye başladılar. Bu sırada ‘Ş’ adındaki çıplak genç artist Şah ın önüne yaklaştı elleri önünde başı eğik havuzun kenarında ve ayakta dikildi. Şehinşah kızın başını okşayarak, ‘-Çok maharetlisiniz, genç ve güzelsiniz, Allah bağışlasın haydi kızım içeri girin de giyinin üşürsünüz…’

Şehinşah ın o geceki durumu, ağırlığı, meclisin neşesini bozmaksızın hiçbir hafiflik göstermemesi dikkati çekiyordu. Gece yarısına doğru Dolmabahçe ye dönmek arzusunda bulundular hep birlikte kalktık gene motora binerek saraya gittik. Binbir gece masallarını bin ikinci gece yapamadık vesselâm…❞ (s. 464-466)

Fahrettin Altay. (1970). 10 Yıl Savaş ve Sonrası. İstanbul: İnsel Yayınları.


Murat Bardakçı’nın “Şahbaba”sına Göre (2006)

❝İzmir’in kurtarıldığı gün, 1922’nin 9 Eylül’ünde, galip Türk ordularının başkumandanı Mustafa Kemal Paşa şehre girmeden önce Nif’te Belkahve denilen tepeye çıkmış, buradaki Rum lokantalarından birine oturmuştu. Tepeden, hâlâ dumanları tüten şehri tek söz söylemeden seyretmiş, sonra ‘Kral Konstantin İzmir’e geldiği zaman burada rakı içti mi?‘ diye sormuştu yerlere kadar eğilen Rum garsona. Paşa’nın yanındakiler, garsondan ‘Gelmemistir Pasam!..‘ cevabını işiten muzaffer başkumandanın birkaç kelime mırıldandığını, ‘Eşek! Öyleyse niye işgal etti ki İzmir’i? dediğini duydular…❞ (s. 120) [Benzer bir rivayet için bakınız: Kinross, Atatürk, 1994, s. 380.]

Murat Bardakçı. (2006). Şahbaba. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.


Mustafa Kemal’in 12 Yıllık Sofra Uşağı Cemal Granda’nın Hâtıratına Göre (1973)

❝Boğazına düşkün olmayan Atatürk, çoğu kez yoğurt, ayran, bir dilim ekmek yerdi. Kurufasulye, pilav ve gülreçelini severdi . Akşam sofrasında rakıyı tuzlu leblebiyle içer, konuklar gittikten sonra mutfağa inip ahçı Recep Ustanın ocakta hazır tuttuğu kurufasulye ve pilavdan iştahla yerdi. Sofrada soğan, sarmısak, sucuk, pastırma gibi kokulu yiyecekler bulundurulmamasına dikkat ederdi. Beyaz peyniri bile, midede ekşime yapar diye istemezdi.

İlk gün Atatürk’ün bütün hareketlerini dikkatle izledim. Yemekten sonra, önce Harem Dairesi’nin üstüne çıkmış, sonra bütün Saray’ı dolaşmış, akşam üstü de Söğütlü yatıyla Boğaz’da gezinti yapmıştı.

Gezintiden sonra sofra faslı başlıyor ve çok geç saatlere dek sürüyordu. İçkili olan akşam yemeklerinde yakın arkadaşları, Kabine üyeleri de hazır bulunuyor, birçok memleket meseleleri burada hallediliyordu. Sofrasına belirli mesleklerdeki eski-dostları ve silah arkadaşlarından başka, bilim, sanat, ticaret, endüstri dünyasının tanınmış kişilerini topluca çağırdığı da olurdu. Bu hal, 1938 yılı haziranına dek, yani hastalığı kendisine değişik bir yaşayışı zorunlu kılıncaya kadar sürüp gitti.❞ (s. 18)


❝O gece yemek sabahın beşine kadar sürmüştü. Çoğu geceler böyle olur. meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağına giremezdi. Saat on birden sonra hava serinlediği için konuklar birer ikişer balkondan içeri girmeğe başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitrokopulo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitrokopulodan Atatürk her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi. Ara sıra da fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesini istediği olurdu. En sevdiği yemekler arasında kurufasulye ve pilav geldiğini tekrarlamak isterim.❞ (s. 21-22)


❝Her gece içtiği halde Atatürk’ün bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedim, duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından Atatürk’ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek isteyenler oldu ama, bu çabalar ne kadar boşunadır. O’nun yaşantısı bütün açıklığıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki… Halkın sofrasıydı.❞ (s. 34)


❝Saat 1’de Seyrüsafain İdaresi genel müdürü Sadullah Bey, İstanbul Radyosu Müdürlüğüne şöyle bir telsiz gönderdi: ‘Gazi Hazretleri Radyo heyetine teşekkür ediyorlar ve seçecekleri bir iki şarkı ve gazel okutulacak olursa, çok memnun olacaklarını söylüyorlar.’

O gece Radyoda Musiki Heyeti tarafından Atatürk onuruna en güzel şarkılar ve seçme parçalar okunmuştu.

O gece sabaha dek içildi. Hepsini hesaplamıştım: Üç şişe bira ve yarım şişe Dimitrokopulo (üç kadeh de fazlası vardı).

İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı. Atatürk içki olarak bira ve rakıdan başka şampanyayı da severdi. Öbür içkileri ender içerdi.

Yalnız bir gece Kâzım Özalp’ın evinde tam yirmi sekiz kadeh kokteyl içtiğini hatırlarım. Bunun adı Napoléon Kokteyli idi. Bir miktar cin, bir miktar vermut, bir miktar da Seribrandi likörü ile yapılıyordu. Bunların dışında alıştığı içkiyi değiştirmemiştir.

Her gece içen Atatürk, gündüzleri alkol kullanmaz, yalnız çok sıcak günlerde bir iki bardaktan fazla olmamak üzere bira içerdi. Bu yüzden kimse Atatürk’e gündüzleri içki içmek için israr etmez, en koyu alışkanlar bile akşamın olmasını iple çekerdi. Sabaha kadar içki faslı pek enderdi. Büyükdere gezisi o ender gecelerden birine rastlamış ve halkın gösterisi karşısında coşan Atatürk, içki faslını farkında olmayarak sabaha dek sürdürmüştü.❞ (s. 60-61)


❝Hikmet Bayur, erken saatlerde Atatürk’e gelir, o günkü ajans bültenlerini getirir ve kendisinden emir alırdı. Atatürk’ün yorgun hal ini gören Bayur dayanamaz:

-‘Paşam, yine renginiz yerinde değil, çok yorgun ve bitkinsiniz. Şu içkiyi bu kadar içmeseniz daha iyi olur,’ derdi.

Bu karışmaya Atatürk’ün canı sıkılır ama, hiç belli etmemeğe çalışarak:

-‘A Hikmet Bey, ben rakıyı şimdi değil, daha Harbiye talebesiyken içerdim. Bugüne kadar da hiç zararını görmedim,’ diye karşılık verirdi. Bayur bunun da altında kalmazdı:

-‘Muhterem Paşam, bugün belki zararını görmediğinizi sanırsınız. fakat yarın göreceksiniz. Siz bu memlekete lazımsınız. Kendinize acımıyorsanız bari bu millete acıyın. Bu millet sizin varlığınızla vardır. Ne olur şu içkiyi az için.’

Atatürk bu sözleri hep gülümseyerek karşılardı. ❞ (s. 64-65)


❝Bir gün yine Atatürk, halkın yaşadığı gibi yaşamamaktan acı acı yakınarak,

Şöyle Karaköy’deki koltuk meyhanelerinde oturup, halkın arasında içmek. sonra aklına esince bastonunu alıp Avrupa’ya g itmek ne iyi olurdu. Bıktım bu resmi hayattan, törenli şekilde yaşamaktan. O meyhaneler şimdi, duruyor mu acaba?’ diye hür olma isteğini ortaya koyuyor ve şöyle ekliyordu:

‘Tokatlıyan’da oturuyorsun. Bir sürü insan etrafımı çevirmiş. Ne rakıyı, ne suyu rahat içebilirsin. Eskiden ne iyi idi. Koltuk meyhanelerine gider. bir tabureye oturur, rahatça yer içerdi m de kimse farkında bile olmazdı. Nerde o günler? Şimdi bir yerde oturdum mu, herkes beni seyrediyor.’❞ (s. 84-85)


❝SICAK bir yaz günüydü… İstanbul’da bulunuyorduk. Beylerbeyi Sarayında yine sazlı sözlü bir sofra hazırlanmıştı. Saraya hizmete gelen yaşlı bir kadının sebep olduğu bir olayı asla unutamam… Adını bile öğrenemediğim bu yaşlı kadın sadece bir gece çalıştı, fakat hizmet ağır geldi. Dayanamadı ve ertesi günü çekip gitti. Öyle ya, gece sabaha kadar çalışmak kolay mı?

Kadın sofraya rakı ve çeşitli içki veriyor, arada bir de kendi bir kadeh atıyordu. Belki alışkanlığından, belki heyecanını yatıştırmak için… Ama arada bir içtiğini gözümle gördüm.❞ (s. 103)


❝BİR yaz akşamı Büyükada’ya· gitmiştik. 1936 yılıydı. iskelede Atatürk’ü büyük bir kalabalık karşıladı. İçten gelen sevgi gösterilerinde bulundu. Splandit Oteline gidilecekti.

..

Otelin alt kat terasında çok güzel bir sofra hazırlanmıştı. Fakat Atatürk, halkın coşkunluğunu görünce bu sofraya pek ilgi göstermedi. Bir servis masası üzerindeki rakıyla leblebiden alıp, elleri arkasında bir aşağı, bir yukarı dolaşmağa başladı.

Balkonun önü çepeçevre insanla doluydu. Her çeşit insan Ata’larını görmek için toplanmış, birbirlerinin başları üzerinden bakmağa çal ışıyorlardı. Atatürk, merdivenlere doğru yürüyünce kalabalık arasında yeni bir kaynaşma oldu. Yukarı sıçrayıp yeniden başladılar el öpmeğe. Göz yaşartıcı bir manzaraydı bu.

Kalabalığın arasında siyah dekolte bir elbise giymiş, uzun boylu, dolgun vücutlu çok güzel bir Rum kadını, oradaki herkes gibi Atatürk’ün de dikkatini çekti. Kadının kocası ya da yakını olduğunu sandığım bir erkek vardı. Atatürk kadını yanına çağırdı. İçki içip içmediğini sordu. ‘Hayır’ karşılığını alınca onu dansa kaldırdı. O sırada yukarı salonda orkestra çalıyordu.❞ (s. 107)


❝SARAYBURNU Parkında 9 ağustos 1928 gecesi düzenlenen şenlikler sırasında çok önemli bir olay daha oldu. Müzik devriminden sonra Atatürk, bir devri mi daha müjdeledi. Az önce sahnede Müniret-ül Mehdiye takımıyla şakıyan Arap şarkıcı Cemaliyye, bir süre Atatürk’ün masasında kalıp, O’nun müzik konusunda söylediği ilginç sözleri hayranlıkla dinledikten sonra teşekkür edip ayrılmıştı. Atatürk bundan sonra ayağa kalkarak kadehini halka doğru kaldırıp:

-‘Arkadaşlar, hanımlar, beyler. Şu gördüğünüz içki rakıdır. Bunu vaktiyle Padişahlar saraylarda, dört duvar ve kafes arkasında gizli gizli içerlerdi. Bizse, hepimiz şurada toplu olarak alenen içiyoruz. İşte aziz milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum,’ dedi.❞ (s. 125)


❝1934 yılının bir sonbahar akşamıydı. Çankaya’daki yemek salonunda her zamanki sofrayı hazırlıyordum. Bu yirmi kişilik bir sofraydı. Konuklar arasında çok genç biri dikkatimi çekti. Sordum. ‘Behçet Kemal Çağlar’ dediler.

..

O akşam sofra şair ve ediplerle doluydu. Yahya Kemal Beyatlı, Hamdullah Suhpi Tanrıöver, Behçet Kemal Çağlar’dan başka Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Fazıl Ahmet Aykaç gibi edebiyat dünyasının kalburüstü kişileri de gelmiş bulunuyorlardı. Öbür konuklar, her zaman bulunan Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya gibi devlet adamlarıydı.

Yemek başladı. Atatürk’ün keyifli gecelerinden biriydi.

..

İstanbul’un işgal edildiği gün. Hamdullah Supi, Kanlıca’daki evinden Şirket-i Hayriye’nin Boğaziçi vapurlarından birine biniyor. Köprüye varınca bir de ne görsün? İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar. Bütün işgal devletlerinin askerleri. Köprü üstünden Sultanahmet’e doğru ilerliyor. Kanlı Çınara arkasını dayıyarak Çınarın yardım etmesini bekliyor. Oradan Ayasofya’ya gidiyor. Fakat Bizans’ın bu yapıt, onun sesini duyar mı sanıyorsunuz? Daha ileriye doğru, Sinanın Süleymaniye Cami ine doğru yürüyor. Kubbesine sesleniyor: ‘Bizi halasa götürecek yol ve adamın nerede?’ Kubbeden gelen ses: ‘Korkma sizi Şarktan bir Türk yiğiti kurtaracak,’ diyor. Hamdullah Suphi de kalp rahatlığı içinde evine dönüyor.

Bu konuşma Atatürk’ü çok hoşnut etmişti. Meclis, o gece sabaha karşı saat beşe kadar sürdü. Dağılırken bile herkes, konuşmanın etkisi altında kalmış, gözyaşı döküyordu. Bana gelince hem ağlıyor; hem rakı sunuyordum.❞ (s. 136-139)


❝1930 yılındaydı. Beyoğlu’nda Tünel ile Galatasaray arasında Madam Vera adlı bir Beyaz Rusun işlettiği Eden adında bir lokanta vardı. Bir gün oraya gitmiştik. Sofrada yedi-sekiz kadar konuk vardı. Saat gecenin on biri. Garsonlar çevremizde fırdolayı dönüyorlar. Atatürk’ü hoşnut etmeğe çalışıyorlardı.

Neşe içinde yenilip içildi. Vakit hayli geçmişti. Bazı konuklar izin isteyip ayrıldılar. Biz yalnız kaldık. Atatürk, bir yere gittiğinde orada kim varsa, hesap O’nun tarafından ödenir, orası derhal bir alle çevresi halini alırdı. O gece de Eden Lokantasında durum aynı oldu. Atatürk’ün oturduğu masanın biraz ilersinde iki arkadaş oturmuşlar, rakı içiyorlardı. Kendi alemlerine dalmışlar, bizim varlığımızdan habersiz görünüyorlardı.❞ (s. 158-159)


❝BİR sonbahar gecesi. Çankaya Köşkünde akşam sofrasındalar. Hava biraz sıcak olduğundan Atatürk, sofrayı dışarı kurmamı emretti. Onlar sofradayken, ikinci bir sofrayı da yaverliğin arkasındaki bahçeye hazırladım.

-‘Sofra hazır Paşam,’ deyince önce Atatürk ayağa kalktı. Sonra birer birer tüm konuklar kalktılar. Kadınlı, erkekli neşeli bir topluluktu. Gramofonda zeybek havası çalıyordu. Meclisin en keyifli zamanıydı. Bu bulunmaz ahengi bozmamak için gramofonu kucakladığım gibi onların önüne düştüm. Konuklar kucağımda taşıdığım gramofonun ahengine kendilerini kaptırmışlar, oynayarak ilerliyorlardı.

Böylece bahçedeki sofraya vardık. Herkes yerlerini aldı. Yediler, içtiler, çalgı çalıp eğlendiler; güldüler oynadılar.

Atatürk’ün sofrada uzun süre içtikten sonra hora tepip dans ettiği, zeybek oynadığı görülürdü. En sevdiği müzik parçaları arasında Rumeli türkülerinden sonra, zeybek havaları gelirdi. O’nu neşelendirmek için arkadaşları ve davetliler de kendisinin pek sevdiği zeybek oyunlarını oynarlardı.

Güzel bir ay ışığı vardı. Sabaha karşı herkese bir mahzunluk çöktü. Sesler, çalgılar yavaş yavaş kesildi. Hava adamakıllı serinlemişti. Herkes başladı üşümeğe.

Konuklar ellerini öperek ayrıldılar. Afet Hanım:

-‘Paşam, soğuk başladı, gidelim,’ dedi.

Fakat Atatürk, bu insanı iliklerine dek ürperten serin havadan ayrılmak istemiyordu. Bunun üzerine kızkardeşi ile Sabiha Gökçen, Afet İnan, Rukiye, Nebile, Zehra Hanımlar hep beraber izin isteyerek ayrıldılar. Bütün gecelerini uykusuz geçiren Atatürk, sıhhatine pek düşkün değildi. Yerinden bile kıpırdamadı. Orada benden başka kimse kalmadı. Bir de yaverlerden Celâl Bey vardı. Atatürk üşüyecekti . Çok üzülüyordum. Fakat vazifem yüzünden orasını bırakamazdım.

Gramofonda güzel valsler çalıyor, ben O’na hâlâ rakı veriyordum. Bir an geldi:

-‘Rakı istemez… Yeter!’ dedi.

Artık yalnız gramofon dinliyor ve düşünüyordu. Biraz önce burasını neşeye boğan konuklar, yeyip içmişler, birer ikişer başlarını alıp çekil ip gitmişlerdi. Hepsinin evinde bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, eşi, anası, babası.

Atatürk ise sadece düşünceleriyle baş başaydı. Koca Köşkte yapayalnızdı. Bu hal bana çok dokundu. Yalnızlığı öylesine hüzün vericiydi ki… Bir gece kendisini odasına çıkaracak bir adamı bile olmadığından acı acı yakınmış, ne kadar bedbaht olduğunu anlatmak istemişti.

Sabah olmuştu. Belki üç dört saat öyle kalmıştı. Günün ilk ışıkları ağaçlardan süzülünceye dek orada kaldı. Atatürk hala çenesini yumruğuna dayamış, olduğu yerdeydi. Yavaş yavaş doğrulduğunu, ağır adımlarla Köşke doğru ilerlediğini gördüm. Ben de arkasından ağır ağır yatak odasına kadar yürüdüm. Sessizce odaya girdi.❞ (s. 175-176)


❝MODA koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası Atatürk’ün çok hoşuna gitmişti. Fenerbahçe’deki Belvü Gazinosunun açıklarında motorun demirlenmesini emretti. Motorda Atatürk’ün birkaç yakın arkadaşı vardı. Yabancı kimseyi almamıştı. Maksat şöyle bir başını dinlemekti. Atatürk bize:

-‘Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yiyip içelim. Mehtap da hazır,’ dedi.

Güvertede karanlıkta yenilip içilmeğe başlandı. Eşsiz bir geceydi. Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük.

Güya kimsenin haberi olmayacaktı. Oysa halkın baskınına uğramıştık. Atatürk sarıldığımızı görünce:

-‘Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın,’ dedi.

Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde Atatürk’ün heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin ortasında bir alkış sesi yükseldi. Işıkların yanışıyla bizi m orada olduğumuzu öğrenen başka sandallar da kafi leye katıldılar. Öyleki, yarım saat sonra Sakarya motorundan sandaldan sandala basmak suretiyle karaya geçilebilirdi.

Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi konuklarıymış gibi sormağa başladı:

-‘Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?’

Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeğe başladı:

-‘Paşam, seni isteriz.’

-‘Saz isteriz…’

Bunun üzerine Atatürk emir verdi. Hemen güzel bir saz geldi. Halka sunulmak üzere bolca içki, yemiş getirtildi. Sandallardaki davetsiz konuklara dağıtılmağa başlandı.

Halk Atatürk’ü yakından görebilmek için toplanmış. Birbirinin üstüne çıkıyordu. Görülecek manzaraydı bu. Atatürk bir ara eliyle beni çağırdı:

-‘Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak,’ dedi.

Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım. Yarım bardak kadar rakı kaldı. O sırada futbolcu Fazıl gelmişti. Kalanını da ona verdim. Çok sevindi:

-‘Gazi bize rakı verdi. Yaşasın be…’ diye bağırmaya başladı.

Kalabalığın çemberi gittikçe daralıyordu. Atatürk halka dönüp:

-‘Alaturka mı, alafranga mı istersiniz?’, diye sordu.

Deniz kızı Eftalya gelene kadar müzik çalacaktı. Herkes ayrı bir şey istedi. Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:

-‘Vatandaşlarım… Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Karşılıklı içiyoruz. Hepimiz eşitiz. Benim için rakı içer, şunu bunu yapar diyorlar. Ben bunların hepsini yaparım. Hepsi doğrudur. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım. Sizinkinden bir fazla değildir yaptıklarım.’❞ (s. 242-244)


❝Bir gece sofrada konuklar arasında Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsamettin Efendi de bulunuyordu. Hocanın bir şey almadığını gören Atatürk:

-‘Hoca Efendi, bir şey almıyor musunuz?’, dedi.

Hüsamettin Efendi, bunun üzerine bana bir limonata getirmemi söyledi. Bunun üzerine Atatürk:

-‘Allah, Allah. Burası içki sofrası. Hiç limonata olur mu? Rakı, bira içmez misiniz?’. diye sordu.

Hoca ezildi, büzüldü. Sonra kararında ısrar etti:

-‘Hayır efendim, limonata içeceğim,’ deyince Atatürk:

-‘Hay hay, siz bilirsiniz,’ dedi ve tekrar konuşulan konuya döndü.

Hüsamettin Hoca, getirdiğim limonatayı içtikten sonra gözleri masadaki mezelere takıldı. Anlaşılan limonataya gidecek bir şeyler arıyordu. Bu durum Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Öyle hassas, öyle zekiydi ki, bu gibi şeyler zaten gözünden hiç kaçmazdı. Hemen bana seslendi:

-‘Şu zata limonatasıyla yiyebileceği bir şeyler getir. Baksana aç kalıyor.’

Bunun üzerine Hocanın önüne bir tabak bisküvi, betonsale gibi şeyler getirdim. Bunlar Hocanın çok hoşuna gitti. Hepsini birden yedi. Anlaşılan karnı çok açtı. Bir tabak daha getirdim arkasından. O gece Atatürk’ün içkisini reddeden Hüsamettin Efendi’nin bir süre sonra yine bir başka sofrada bira yudumladığını görünce gözlerime inanamadım. Kendi kendime ‘Her halde Hoca Efendi içkinin haram olmadığını en sonunda anladı,’ dedim. Hüsamettin Efendi, Atatürk’ün o eşsiz sofrasının etkisinde kalmış, burada içkisiz oturulamıyacağını ve sohbet edilemiyeceğini kavramış ve sonunda hacılığı, hocalığı bir yana bırakıp, perhizi bozuvermişti. Ne mutlu ona…❞ (s. 255-256)


❝BİR akşam Çankaya’da Yeni Köşkte yazarlar, ediplerle dolup taşan bir sofra… Hararetli bir tartışmaya girişilmiş… Davetliler arasında Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay başta olarak birçok ünlü kişi bulunuyordu. Konumuz siyasetti.. Demokrasiyle Komünizmin karşılaştırması yapılıyordu.

Herkes konuşuyor, her zamanki gibi Atatürk dinliyordu. Herkesin düşüncesini öğrendikten sonra kendi sözünü söyleyeceğini biliyor ve toplantının sonunu merakla bekliyorduk.

Herkes aklının yettiği, dilinin döndüğü kadar Demokrasi ile Komünizmi tarif etmeğe çalışıyor, tarihten örnekler getirerek kendi tezlerini haklı göstermeğe gayret ediyordu.

Kimi Demokrasinin en iyi idare tarzı olduğunu, iyi yaşantının ölçüsü sayılacağını, kimi Komünizmin eşitlik sağlamakla beraber, özgürlükleri kısıtladığını ileri sürüyor, fakat hiç biri Atatürk’ü hoşnut bırakacak tarifi bir türlü bulamıyordu.

Herkes konuştuktan ve konuşanların hepsini büyük bir dikkatle dinledikten sonra, son sözün kendisine geldiğini gören Atatürk, sofradakilerin ağzını açık bırakan şu olağanüstü karşılaştırmayı yaptı:

-‘Demokrasi ile Komünizm arasındaki fark şudur: Mermer, temiz bir salon… içinde çırılçıplak uzanmış kehribar gibi sarışın, güzel bir kadın… Kadının üstüne bir tül örtülmüş. Üstündeki bu tül Demokrasidir. Tülü çekip kaldırdığınız zaman altından Komünizm çıkar. Aradaki fark bundan ibaret…’❞ (s. 291-292)


❝İRAN Şahının İstanbul’a gelişi sırasında Beylerbeyi Sarayında özel bir ziyafet verilmiş, güzel sesli hafızlar, Şah’a unutulmaz bir gece yaşatmışlardı. Öyle sanıyorum ki Şah, Türkiye’de kaldığı süre içinde en çok Beylerbeyi Sarayındaki eğlenceleri beğenmiştir.

Beylerbeyi Sarayındaki eğlencelere dışardan kimse alınmadı. Şah, kendi mihmandarı Fahrettin Altay’dan başkasını istememiş. Kendisi de sadece bir nedimini getirdi. Şahla beraber gelenler, mihmandarlar ve dışişleri memurları o gece Park Otelde, ayrı bir sofrada ağırlandılar. Şah, Beylerbeyi’ndeki eğlencelerin dışarıya sızmamasını ısrarla istedi.

Beylerbeyi Sarayında Başbakan İsmet İnönü ile Meclis Başkanı da vardı. Dolmabahçe’den motorla Beylerbeyi’ne gelen Şahı, kapıda şık giyimli on beş kadar genç ve güzel kadın karşıladı. Bunlar o zamanki İstanbul ‘un saz şarkı ve dans artistleriydiler Şaha takdim edilen kadınlar, önünde diz çökerek hükümdarı selamladılar. O da gülerek kendilerine iltifatta bulundu.

Şaha önce Saray gezdirildi. Gece orada kalması ihtimali düşünülerek bir yatak odası hazırlanmıştı. Sarayın ortasındaki mermer havuzun kenarına yerleştirilen koltuklara oturuldu. Arkada güzel bir büfe ve orkestra vardı. Şah, önüne getirilen içki tepsisinden bir kadeh şarap aldı. Derken artistler şarkılar okumağa ve çeşitli gösteriler yapmağa başladılar. Genç kadınlar havuza atlayarak yüzüyor, sularla oynaşıyor, müziğin ahengi ne uyarak dans ediyorlardı. Şah, Bin Bir Gece Masallarını andıran bu şahane dekorun önünde keyiflenmiş, bir yandan şarap yudumluyor, bir yandan da gülümseyerek: ‘Çok güzel, çok güzel,’ diyordu.

Bu sırada uzun boylu, çıplak, güzel bir artist, havuzun kenarına kadar gelip Şahın önünde durdu. Kadın saygılı bir şekilde önüne bakıyordu. Şah, kadının saçlarını okşayarak: ‘Allah bağışlasın. Çok güzel ve maharetlisiniz. Haydi içeri girin de giyinin. Sonra üşürsünüz,’ dedi.

Şah, önünde rakseden çıplak kadınlar karşısında hiç bir hafiflik göstermedi. ciddi ve ağırbaşlıydı . Bu hali, oradaki herkesin takdirini çekmişti.

Şah, eğlencelerden sonra Beylerbeyi’nde yatmak istemedi. Gece yarısına doğru motorlara binilerek Dolmabahçe’ye dönüldü.❞ (s. 359-360)

Cemal Granda. (1973). Atatürk’ün Uşağı İdim (T. Gürkan, Ed.). İstanbul: Hürriyet Yayınları.


Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi Haldun Derin’in Hâtıratına Göre (1995)

❝Gazi, yabancı devlet temsilcilerinin bulunduğu bir davette Fransa büyükelçisinin kızını öpmüş. Bunun öyküsünü de Soyak’tan dinlemiştik. Olan bitenin sonradan serinkanlılıkla sözkonusu edilişinde, Gazi, kendi kendisi ile bir hesaplaşma yaparmışçasına, azıcık çıkışır yollu ‘Üptük, yoktur çaremiz!’ derken, tatlı Rumeli şivesine bürünen yarı suçlayıcı bir hoşgörü havasını yansıtmakta imiş.❞ (s. 47)

❝Memduh’u peşi sıra da beni görünce, başyaver, alışkanlığı gereği kaşlarını çatarak, ‘Ne haber Memduh?’ diye seslendi. Memduh ağzında yarı çekingen ‘Hürmetler ederim binbaşım’la karışık bir şeyler gevelerken, gözüm kristal kapı camlarının arkasına kayıyor. Billur avizenin altındaki sofrada, Gazi’nin arkası bizden yana dönük. Biraz ilerisinde Başbakan İsmet Paşa, Dr. Neşet Ömer, Kılıç Ali… Sonra, o mevsim Belvü Bahçesi’nde şarkı söyleyip raks eden -gazete ilanlarına göre- ‘Mısır ve Suriye birincisi meşhur rakkase ve muganniye’ Meleke Cemal ve Tahıyya Muhammet. Bu iki rakkasenin beş-altı kişilik kendi saz takımı, başlarında fesleri, kucaklarında musiki aletleriyle sahneyi tamamlıyor. O sırada Meleke’nin okumasını bitirdiği şarkıdan duyulan hazzın anlatımı olarak, Gazi, bu ceylan gözlü Arap yosmasının yüzüne bir takdir öpücüğü kondurdu; Başbakan’a da aynı yoldan takdirini belirtmesi için öneride bulundu.❞ (s. 56)


❝Süreyya Anderiman [Özel Kalem Müdürü], iki Amerikalı ile temasları süresinde Atatürk’ün yanından ayrılmamıştı. Cumhurbaşkanınca gösterilen konukseverliğin ayrıntılarını sıcağı sıcağına Andariman’dan dinledim.

Sofrada sohbet giderek koyulaşıp, resmi tavır ucun ucun teklifsizliğe dönüşmüş. Atatürk, Gladys’in mesleğinin ötesinde dişiliği ile de ilgilenmiş. Elleriyle hatuna cömertçe iltifatlar yağdırmış. Taze, yakınlaşıp kaynaşılmayı yadırgamıyor, onur sayıyormuş. Gevşeyerek, göz süzüşleriyle sanki ‘İçeri çekilsek, baş başa kalsak keşke’ diyesiymiş. Hatta, bir ara bu kolaylığı Atatürk’e duyurması için Anderiman’a İngilizce imada bulunmuş. Heyecan, kadıncağızın bedeninde her ay doğal olarak düzenli yinelenen işlevin ivedileşip vaktinde önce patlak vermesine bile yol açmış.

Miss Gladys’in yayımlanan yazısının dile getirdiği izlenimler arasında, ‘İnsanı teslim alıcı gözlerinde, Gazi’nin fevkalade önderlik kuvveti vardır’ denilmiş olması, utangaç ve çok terbiyeli Anderiman’ın gülümsemelerle bezediği açıklamalarına daha bir anlam kazandırıyor gibi idi.❞ (s. 94)


❝Bir başka gün, Florya’da nöbeti kendisinden devraldığım Zühtü Uray arkadaşımdan, geçirdiği gecenin kalburüstü öyküsünü dinledim. Sofra sabahın 2’sine doğru dağılmış. Ama, daha önce bir ara Atatürk, Deniz Köşkü’nden çıkıp biz Kalem nöbetçilerinin kaldığı eve gelmiş. Evin düzenine ve temizliğine gözkulak olma hizmeti için ev sahibi ‘mutat’ zatın ücretle tutup görevlendirdiği -azınlık yurttaşlardan- esmerce bayanı, anatomik durumunu aydınlatıcı bir beden yoklamasından geçirme merakına kapılmış Atatürk. Gerçekten de bu muayeneyi yapmış ve Deniz Köşkü’ne memnun dönmüş. Belki, sofrada bir ara ciddi konuların dışına taşılarak dereden tepeden görüşüldüğünde, ‘mutat’lardan birinin muzipliği buna yol açmış olacak. Arkadaşına azizlik yapmak için, o zat, bizim takma evdeki esmerce bayana sözü getirmiş; hatunun evdeki hizmetinin niteliği ve sınırı üzerine anlaşılan bir tereddüt belirmiş olmalı ki, kesin bir yargıya varmak için, yerinde somut bir araştırma gerekli görülmüş. Zühtü’nün bu anlattıklarından kafamda uyanan çağrışım, beni İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun bir ara uzun süre oynadığı Aynaroz Kadısı adlı piyese dek götürdü. Musahipzade Celal’in bu tanınmış tarihsel komedisinde, büyük sanatçı Hazım Körmükçü’nün yaşattığı Kadı Efendi’nin, Bedia Muvahhit’in kişileştirdiği fıkırdak Rum dilberini yoklamadan geçirip ‘bikrinin sübutu’ [bekâretinin isbât edilmesi] ile uğraştığı sahne bir kez daha belleğimde depreşti.❞ (s. 97-98)


❝Ay sonlarında Atatürk’ün yiyecek, içecek, giyecek gibi kalemlerden oluşan kişisel masraflarını kalamazo defterine işlerken, bir gün, ‘içkiler’ bölümünü not ettiğim sırada, Hasan Rıza Bey (Soyak) ‘Bunların böyle niçin hesabını tutuyoruz, bilmem?’ sualini sormuş; arkasından eklemişti: ‘İleride onun şahsiyetini tahlil edecek olanların, dehasıyla içtikleri arasındaki münasebeti tespite medar olması için mi acaba?’❞ (s. 129)

Haldun Derin. (1995). Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951) (C. Koçak, Ed.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.


İbrahim Süreyya Yiğit’in Hâtıratına Göre (2006)

❝Latife Hanım ile Mustafa Kemal Paşa ailesinde de, her ailede olabileceği gibi çeşitli sorunlar yaşanıyordu. Bu sorunların en önemlisi, akşam sofralarıydı. Gazi yakın arkadaşlarını Köşk’e davet etmekte, hemen her akşam, kurulan sofranın etrafında toplanılmaktaydı. Öteden beri akşamcılığı gizli bir şey değildi, gençliğinden bu yana ‘Paşa gıdası’ dediği rakı içmeyi seviyordu Mustafa Kemal. Sofrasına davet ettiklerinin hiçbiri de içki düşmanı sayılmazdı. Aralarından bazıları, Paşa’yı bile gölgede bırakacak kadar içki sever kişilerdi, bunların başında da Dr. Fikret geliyordu. İbrahim Süreyya da, iki dubleyi aşmayan bir sofra müdavimiydi. Gazi bile İbrahim Süreyya’ya arada bir, ‘Sen İkinciyi bitirdin mi?’ diye takılıyordu.

Gazi’nin sofrası, sadece içki sofrası değil, çeşitli fikirlerin serbestçe ortaya atılıp tartışıldığı bir tür paneldi. Bir konuda fikrini almak istediği kim varsa, Gazi o gün o kişileri davet eder, çekirdek kadrosuyla birlikte, gelenlerle konuşurdu.❞ (s. 232)


❝1938’in Ocak ayında Yalova’da hastalandığında, Termal Oteli’nin işletmecisi ve başhekimi Dr. Nihat Reşat Belger kendisini muayene etti ve bunun basit bir hastalık olmadığını anladı. Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün hastalığına ‘siroz başlangıcı’ teşhisini koymuştu. Nihat Reşat Bey, Atatürk’ün her gece devamlı olarak aşırı derecede içki içtiğini, parmaklarından sigaranın hiç düşmediğini, ayrıca sayısız kahve içen bir tiryaki olduğunu gayet iyi biliyordu. Ertesi sabah Yalova’ya Prof. Neşet Ömer İrdelp davet edildi.❞ (s. 302)

Nuyan Yiğit. (2006). İbrahim Süreyya Yiğit’in Öyküsü (3. basım). İstanbul: Remzi Kitabevi.


Altan Deliorman’ın Derleme Kitabına Göre (1999)

❝Mustafa Kemal’in daha Manastır İdadisi’nde iken başından geçen bir macera var. Tatlı bir macera. Çocukluk duyguları ile karışık saf bir niyet. O kadar saf ki etrafında hiç kimsenin kendi durumundan hareketlerinden haberi yok sanıyor. ‘Kara sevda’ gözleri kör edermiş hani, Mustafa Kemal de öyle, herkesin kendi yaptıklarından habersiz olduğuna inanıyor.

Yaz tatili geldiği zaman, tatilini geçirmek üzere, Selanik’e, annesinin yanına gelmişti. On sekiz yaşın çılgın günleri. Askeri elbise içinde Mustafa Kemal gayet şık sokaklarda dolaştıkça birçok genç kızın kalbinde heyecanlar yaratmaktadır. Kafes arkalarından kendisini seyreden genç kızlar ilerisi için bir şeyler umut etmektedirler. Fakat Mustafa Kemal’in, hayır Mustafa Kemal’in değil de, on sekiz yaşın etrafı gördüğü yok. Mahallesinde oturan bir Rum kızının sevgisinden hiç kimseyi görecek halde değil. Hani o yaşlarda insan, gönlünün istediği ile evlenmezse hemen ölüvereceğini sanır ya, Mustafa Kemal de öyle. Bu genç Rum kızı ile muhakkak evlenmelidir. Ama nasıl? Buna ne ailesi, ne muhiti, ne mesleği müsaade eder. Tek çare: Kızı kaçırmak.

Bir taraftan mektebin açılma zamanı yaklaşmaktadır. Günler azaldıkça, tatilin sonu yaklaştıkça Mustafa’nın içinde bir heyecan… Bu heyecanla birlikte önüne geçilmez bir keder. Fakat kafasındaki sabit fikir, onu artık tamamen kararlı yapmıştır. Kızı Manastır’a kaçıracak. Rum kızı ile konuşur, kaçacakları günü kararlaştırırlar. Mustafa Kemal, bir haber yollayarak Manastır’da bir oda bile tutar..

Öte taraftan annesi, dayısı da olup biten işleri haber almışlardır. Gereken tedbirleri alırlar. Kızın ailesi ile konuşurlar, kararı anlatırlar, kıza göz kulak olmalarını sağlarlar.

Nihayet Manastır’a hareket günü gelir. Tren istasyonda beklemekte, Mustafa Kemal de genç kızın, sevgilisinin yolunu gözlemektedir. Trenin hareket saati yaklaştıkça Mustafa Kemal’in telaş ve heyecanı da artmaktadır. Fakat geç kız ortalıkta gözükmez. Hareket saati gelir, tren ağır ağır kalkar, keskin düdük sesleri Selanik istasyonunu çınlatır. Vagonlar birbirinin peşinden gittikçe hızlanan bir tempo ile konuşurken Mustafa Kemal’in gözleri dayısının gözlerine takılır. O gözlerde şeytani bir parıltı görür ve aynı anda her şeyi anlar. Hüseyin Ağa kızın kendisiyle gelmesine engel olmuştur. İçinden bir isyan dalgası gelir geçer. Fakat artık ne yapabilir ki? Tren gittikçe hızlanmaktadır.

Kompartmanda otururken kızgınlığından gözleri ateş saçmaktadır.

Fakat aradan yıllar gelip geçer. Mustafa Kemal bir sürü ölüm tehlikesinden kurtulduktan sonra, reisicumhur olur. Çankaya’da bir sofra başında bu olayı hatırladığı zaman şöyle söylemekten kendini alamaz:

-Dayım haklı idi!❞ (s. 49-50)


❝1315 Ramazanı (1899), sıcak yaz aylarına rastlamıştı. Bu sıcak günlerden biri, Selanik’in meşhur Floka Gazinosu’nun hususi odalarından birinde iki genç karşılıklı konuşuyorlardı. Bu gençlerden biri çok güzel bir kızdı. Heyecandan yanakları kızarmıştı ve gözlerinden akan yaşlar, yanaklarından süzülerek iki billur çizgi bırakıyordu. Delikanlı ise itina ile giyinmişti. Burulmuş sırma telli kaytan bıyıkları, ateşli, derine bakan mavi gözleri vardı. Ve adı, Mustafa Kemal’di. Henüz on dokuz yaşında yakışıklı bir genç.

Neden gelmişlerdi Floka Gazinosu’nun bu hususi odasına ve genç kız neden ağlıyordu? Bu soruyu cevaplandırmak için birkaç hafta önceye dönmek lazımdır.

………………….

Ramazan ayı okulların tatil oldğu zamana rastlamıştı. Bütün mektepliler Selanik’e toplanmışlardı. Mustafa Kemal’de, Selanik’teydi. En candan arkadaşları da Eczacı Mektebi talebesi Asaf (eski Ankara Şehremini ve Bilecik milletvekili) idi. (Ahmet Numan, Dr. Süleyman Numan Paşa’nın kardeşidir). Mustafa Kemal de o sıralarda Harbiye talebesidir.

Üç arkadaş geceleri çok kere Mithatpaşa Caddesi’nden Kasımiye Camii’ne kadar piyasa yeri olan yolda gezer dururlardı.

Kasımiye Camii’nde teravih namazı büyük bir âyin havası içnide kılınırdı. Gençlik… Kavak yellerinin estiği yıllar. Yaş 19. Üç arkadaşın da konuşup gönül eğlendirdiği birer kız vardır. Teravih namazından sonra bunlarla buluşur; konuşur ve dönüşte (Asaf İlbay’ın deyimiyle) ‘yolların karanlığından istifade ederlerdi.’

Bir müddet bu durum devam etti. Fakat gecelerin birinde Mustafa Kemal gelmedi. Ertesi gece, ondan sonraki gece de Mustafa Kemal ortalarda görünmedi. İki arkadaşı merak içindeydi. Acaba hasta mı? Bu endişeyle bir gece kalktılar, Mustafa Kemal’in evine gittiler. Zübeyde teyzeleri onları güler yüzle karşıladı, hatırlarını sordu. Kahve pişirdi. Fakat o da oğlunun nerede olduğunu bilmiyordu. Filvaki geceleri geliyordu, gündüzleri de geç vakit evden çıkıyordu, ama gece nereye gittiğni annesi bilecek durumda değildi.

İki arkadaşı Mustafa Kemal’in hasta olmadığını öğrenmenin verdiği huzurla evden ayrıldılar. Bu ziyareti takip eden günlerde de Mustafa Kemal görünmedi.

Ramazanın sonuna doğru bir gece iki arkadaş, Ahmet Numan ile Asaf, Bermutad Kasımiye Camii’ne doğru yürüyorlardı. Osman Hoca’nın mektebinin karşısındaki sokak başında bir kılıç şıkırtısı duydular. Biraz sonra Mustafa Kemal karşılarındaydı. Yüzü gülmüyordu. Hiçbir şey söylemeden arkadaşlarının koluna girdi ve ‘yürüyelim’ dedi.

Yürüdüler.

Vakit erkendi. Vardar Kapısı civarındaki ‘kafeşantan’lardan birine girmeyi kararlaştırdılar. Bir arabaya bindiler.

Bir iki dakika hiç konuşmadan, derin bir sessizlik içinde atların nal seslerini ve araba yaylarının gıcırtısını dinlediler.

Sessizliği en nihayet Ahmet Numan bozdu:

-Yahu ne oluyoruz, dedi. Bu sükûnet neden? Hiç beklemediğin bir anda karşına çıktığımız suç mu oldu? Anlat bakalım, bu karanlık sokakta ne işin var? Ne arıyorsun? Senin başından bir şeyler geçti galiba?

Mustafa Kemal yarı ciddi, gülümsemeye çalışarak sözünü kesti:

-Bir yerde oturalım da anlatırım.

Başka konulara geçtiler. Odeon Tiyatrosu’nun bitişiğindeki kafeşantanın önünde arabacının eline beş kuruş sıkıştırarak indiler.

Bu çalgılı kahvede çalışan Romanyalı üç kızkardeş vardı. Üç arkadaş, bu kızları kendi aralarında paylaşmışlardı. En büyükleri olan Fani, Mustafa Kemal’den hoşlanıyordu. Toni, Asaf ile Janet de Ahmet Numan ile meşgul oluyorlardı.

Üç arkadaş sık sık bu kafeşantana gelir, birkaç saat kalır, vakit geçirirlerdi. Her zaman en neşelileri Mustafa Kemal olurdu. Halbuki bu gece durgun, düşünceli ve mahzun bir hali vardı. Kızlar da onun bu halinin farkına varmışlardı.

Bir ara kapıdan içeri omuzunda binbaşı rütbesi bulunan bir subay girdi. Arkasında iki Arnavut fedai vardı. Bu zat, Arnavut beylerinden Hilmi Bey adında, mabeyne mensup, yaverandan ve birden binbaşı rütbesini alan cahil bir adamdı. Ellerini arkasına bağlayarak şöyle bir dolaştı ve Mustafa Kemal’le arkadaşlarının masasının önünde durdu. Tahakküm etmeye alışkın bir tavırla bir şeyler söyledi. Türkçe bilmiyordu. Yarı Türkçe, Yarı Arnavutça:

-Lakırdı yok, gitmek var, hayde! diyordu.

Önce ne demek istediğini kavrayamadılar. Sonra anladılar. Meğer:

-Bu kızlarla konuşmayacaksınız ve buradan gideceksiniz, diyormuş.

Ahmet Numan:

-Niçin be beyim, dedi onu taklid ederek.

-Yok, var başka laf.

Gençlerin sırtında üniformaları vardı. Bir hâdise çıkmasını istemiyorlardı.

Komşu masalardan birinde oturan siyahi bir binbaşı işe karıştı. Bu Selanik Jandarma Alay Kumandanıydı. Sivil giyinmişti. Bir mesele çıkmasını o da istemiyordu. Gençlere gitmeleri için ricada bulundu. Bunun üzerine Mustafa Kemal:

-Bir şartla arzunuza uyarız, dedi. O da buradan çıkıp gitmelidir. Padişahın yaveri resmi kıyafetle kafeşantanda oturamaz.

Jandarma Alay Kumandanı, kanun zabiti vasıtasıyla Arnavut binbaşının da çıkarılacağını vaadetti.

Gençler kafeşantandan çıktılar.

Sinirleri bozulmuş, canları sıkılmıştı. Padişah hakkında, istibdat hakkında biraz konuştular. Fakat Ahmet Numan, sözü döndürdü dolaştırdı, yine aynı yere getirdi.

En son Mustafa Kemal anlattı. Tanınmış bir şahsiyet olan [Selanik Merkez Kumandanı] Ş[evki] Paşa’nın kızına ve oğluna geceleri ders veriyordu. Bu zat, namusu ve şerefi ile tanınmıştı. İyi bir aile babası ve Asaf (İlbay)ın da aile dostu idi.

Arkadaşları durumu anladılar. Kızı da tanıyorlardı.

-Hayırlısı olsun, dediler.

Evlerine yaklaşmışlardı Ahmet Numan ertesi gece nerede buluşacaklarını sordu. Mustafa Kemal:

-Galiba geceleri buluşamayacağız, dedi. Zaten gidilecek yer de pek yok. Çalgılı kahvelerde de tad kalmadı. Gündüzleri buluşuruz.

Karanlığın içinde evlerine dönerlerken iki arkadaşı da aynı şeyi düşünüyorlardı: İlk kalb ağrısıydı bu, Mustafa Kemal’in.

Yakıcı sıcaklar devam ediyordu. Hava o kadar boğucu idi ki, ancak gündüzleri ikindiden sonra sokağa çıkılabiliyordu.

Arkadaşları, Mustafa Kemal’i, bundan sonraki bir hafta içinde ancak iki kere görebildiler. O, artık iftar yemeklerini de, talebesinin evinde yiyor ve çok kere sahur vaktine kadar orada kalıyordu. Büsbütün başka bir adam olmuştu sanki. Kendi kendini yediği belliydi. Çok değişmişti. Arkadaşları durumunu anlıyor, şaka yollu ona öğütlerde bulunuyorlardı. Onların böyle konuşmasından Mustafa Kemal pek memnun kalmıyordu. Her seferinde arkadaşları daha kuvvetli inanıyorlardı: Mustafa Kemal seviyor.

………………………….

Ramazan bitmişti.

Bayram gelmeden önce Mustafa Kemal’le genç sevgilisi kararlaştırmışlardı. Bayramın üçüncü günü Telliçeşme karşısındaki ‘Yüksek Kahve’ denilen gazinoda buluşacaklar.

Bu bahçeli kahve ve Islâhhaneden inerken İdadi mektebinin civarında, Telliçeşme ve İdadi Çeşmesi denilen yerdeydi. Bu çeşmeden sonra uzanan geniş cadde Emlâk-ı şâhâne binalarının bulunduğu yoldu ve doğruca meşhur Beyaz Kuleye çıkardı.

Bir kız ki hiçbir erkekle buluşmamıştır. Randevuya alışık değildir. Verdiği söze sadık kalarak randevusuna gelir. Gelir, ama oturmaktan çekinir ve yüreği çırpınarak eve dönmek istediğini söyler. Fakat genç Mustafa Kemal, böyle bir başbaşa kalma fırsatını kaçırmak ister mi? Türlü dil dökerek kızı ikna eder. Kalkarlar, binek arabalarının beklediği meydana kadar yürürler, burada kapalı bir arabaya binerek Floka gazinosuna giderler. (Bu gazino II. Abdülhamid’in menfası Alâtini Köşkü civarındadır.)

Ve en nihayet iki genç, gazinonun zevkle döşenmiş küçük hususi odalarından birinde başbaşa kalırlar.

Tatil bayram ertesi bitiyordu. Ne de çabuk geçmişti koca yaz! Bu tatil devresine sığmak zorunda olan öğretmenlik de işte bitmişti. Ayrılık zamanı gelmişti. Mustafa Kemal Harbiye’ye, İstanbul’a dönecekti. Ya o genç ve güzel kız? O ne yapacaktı?

Başbaşa konuşarak bir karara varmak zorundaydılar. Floka gazinosunun bu küçük odasında geçen sahneyi, muhtemeldir ki Mustafa Kemal bütün hayatı boyunca unutamayacaktır.

Genç kız mutaassip bir ailenin kızıydı. Ailesinin şeref ve namusuna hiçbir şekilde leke sürülmesine elbette razı olmazdı. Bunun için de ilk çare olarak evlenmeyi düşünüyordu. Konuşmaya başlar başlamaz bunu ileri sürmüştü. Israr ediyordu. Hemen evlenmeliydiler.

Fakat genç Mustafa Kemal için bu, imkânsız bir işti. Ya aşkı? Aşk için her şey feda olunmaz mıydı? Olunmamalı mıydı? Evet, Mustafa Kemal’e göre her şey feda olunmazdı. Bunlardan biri de hürriyetti. Ne diyor şair: ‘Aşkım için hayatımı, hürriyetim için aşkımı feda ederim.’

Üstelik Mustafa Kemal’in tahsil hayatı vardı. Küçük yaşta üniforma merakı ile başlayan askeri hayat, O’nun ihtiraslarını ve ideallerini gerçekleştirebilmesi için tek yoldu. Bu yoldan, her ne bahasına olursa olsun dönmeyecekti.

Ağlıyordu genç kız. Temiz duygularla bağlandığı bu genç adamdan ayrılmanın verdiği hüzünle ağlıyordu. Mustafa Kemal’i anlayamıyordu. Onu zaten bütün hayatı boyunca kaç kişi anlayabilmişti ki…

İnsanlar bazen ne kadar bencil olur. Bütün karanlık ihtimallere karşı, yüreğinde isyan eder bir duygu, insanı, dileğini kabul ettirmek için mücadeleye sevk eder. Bir iç dramı başlar yavaş yavaş. Mustafa Kemal, boğazına tıkanmış bir yumrukla, gözleri cam gibi donuk, dudaklarından neredeyse dökülüverecek hıçkırığı zor zaptederek, genç kıza meramını anlatmaya çalışıyordu. Bir müddet sonraya bırakmalıydılar bu evlenme işini. İlerde tekrar bu konuya dönebilirlerdi. Hele bir kere zabit çıksın, ekmeğini eline alsın ve…

Fakat genç adamın sözleri yarıda kaldı. Genç ve güzel kız artık iradesine hakim olamıyordu. Ayağa kalktı, yaşlı gözlerine son defa Mustafa Kemal’e çevirdi, bir an gözlerinin içine baktı. Sonra dudaklarının arasından bir tek kelime döküldü. Zavallı ve hazin kelime:

-Allahaısmarladık.

*

Bu genç Kız Mustafa Kemal’in hayat macerasını ömrünün sonuna kadar takip etti. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçmişti. 1930 yılında, Ankara Şehremini Asaf Bey bu hanımdan bir mektup aldı. Aile dostluğuna güvenerek, bir zata yardım için Mustafa Kemal Paşa’ya delalet etmesini rica ediyordu. Asaf Bey o gece Çankaya Köşkü’ne gitti ve durumu Mustafa Kemal Paşa’ya anlattı. Mektubu da okudu.

Mustafa Kemal elli yaşındaydı. Gözleri daldı, bulutlandı. Aradan geçen otuz yıl, ateşi küllenmemişti. Sonra silkindi, mektupta adı geçen zata mümkün olan yardımın yapılmasını emretti. Ve döndü, sofrada oturanlara bu aşk macerasını anlattı.❞ (s. 51-58)

Altan Deliorman. (1999). Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar (2. basım). İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.


Armstrong’un “Bozkurt” Biyografisine Göre (1996)

Atatürk övülmekten hiç şüphesiz hoşlanmakla beraber, mesela, Türkiye’de yayınlanmasına izin verilmiyen Armstrong’un ‘Bozkurd’u kendi üzerine yazılmış eserler arasında en beğendiği idi. Bu kitabın haksız ve yanlış, hatta doğru da olsa yazılmasını hoş bulmıyacağımız tarafları olsa bile, Atatürk’ün şahsiyet ve karakter sırlarına hayli yaklaşan bir tarafı olmalı idi.

Falih Rıfkı Atay, “Çankaya-I“, s. 13

❝Askeri Rüşdiye’de sınavlarda gösterdiği büyük başarılar ve hatta diğer çocuklara öğretmenlik yapması sonucu hızlı bir ilerleme gösterdi. Diğer çocuklara bir şeyler öğretmek, böylece üstünlüğünü onlara kabul ettirmekten çok hoşlanıyordu. Ayrıca kendisinden daha başarılı olan herhangi bir çocuğa karşı giderek haince bir nefrete dönüşebilen büyük bir kıskançlık da gösteriyordu. Hiç kimsenin karşısında gölgede kalmaktan hoşlanmıyordu . Herhangi biri onunla rekabete girişse, hemen kabalaşıyordu. O en dikkat çekici kişi olmalıydı; aksi halde o ortamda hiç bulunmamayı tercih ediyordu.

Yüzbaşı Mustafa’nın dostluğu ve koruması ona hiçbir şey sağlamadı. Bu dostluk sağlıksızdı. Bedenen çok gelişmişti. Ondördünden önce çocukluk çağını arkasında bıraktı. El yordamıyle cinselliği öğrenmeye çalışıyor, kendi kendine bazı cinsel edimlerde bulunuyordu . Bir komşu kızıyla aralarında bir ilişki başladı. Diğer çocuklar oyunlar oynar ve kendi aralarında şamata ederken, o kendi başına okuldan çıkıp, üzerinde en iyi giysileriyle sokaklarda gösteriş yaparak kafesli pencerelerin gerisindeki kadın gölgelerine göz ediyor ya da limandaki ucuz kadınlarla düşüp kalkıyordu. On yedisinde Askeri Rüşdiye’yi başarıyle bitirdi ve Manastır’daki Askeri İdadi’ye gönderildi.❞ (s. 5)


Armstong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bu bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması menedilmişti. (yasaklanmıştı)

Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi.

Armstrong, Atatürk’ün herkesce malum olan içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârane mütalaalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felaketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi bir mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra:

‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş, adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’

Kılıç Ali, “Atatürk’ün Hususiyetleri“, s. 96-97

❝Yirmi yaşına gelmiş olan Mustafa Kemal sağlam yapılı, sağlam karakterli, sınırsız canlılığa sahip bir gençti.

Hiçbir yaşam deneyimi yoktu. Selanik yalnızca küçük bir liman kenti, Langaza bir köy, Manastır ise sıkıcı bir taşra kentiydi. Kendisini ayakta ve mazbut tutacak ilkelere ya da annesinin derin dinsel inançlarına sahip değildi.

Gelir gelmez dev bir metropol olan İstanbul’un kirli yaşamına daldı. Geceler boyunca kafe ve restoranlarda oyun oynayıp içki içti. Bir gölge, profilden görünen bir yüz, bir gülüş onu tutuşturmaya yetiyor, kim ve ne olursa olsun o kadını elde etmeye çalışıyordu. Bunlar kimi zaman bütün çapkınların taleplerine cevap vermek üzere muhab­bet tellalları ve homoseksüellerin dolaştığı Galata Köprüsü yakınlarındaki çöp kokulu sokaklarda sıralanan genelevlerde çalışan fahişeler bile olabiliyordu. Derken bir iki hafta Pangaltı’daki evinde bir levanten hanımıyle birlikte oluyordu. Ya da bu kadın, kentin Pera ya da İstanbul kesiminde yer alan maison de rendez-vous (randevu evi)ne polis korkusuyle arka yollardan ve çarşaflanmış olarak gelen bir Türk kızı oluyordu.

Kadınların hiçbirine aşık olmadı. Onlarla ilişkileri duygusal ya da romantik düzeyde değildi. Vicdan azabı duymaksızın çabucak birinden öbürüne geçiyordu. İştahını doyuruyor ve bırakıyordu. Bu konuda tam bir doğulu gibi düşünüyordu: Cinsel iştahını doyurmak dışında, yaşamında kadının yeri yoktu. Böylece kentin şehevi yaşamına iyiden iyiye kendini kaptırdı.

Ansızın bütün bu sefahatten tiksindi ve aynı enerjiyle okuldaki çalışmaları üzerinde yoğunlaştı.❞ (s. 8)


Yüzbaşı Armstrong’un Mustafa Kemal hakkında Gray Wolf, an Intimate Study of a Dictator adıyla çıkan, Türkiye’ye girmesi yasak edilen kitabını geceleri oturur; nöbetleşe birimiz okur, ötekiler dinlerdik.

Armstrong, mütareke yıllarında İstanbul’da bulunmuş bir İngiliz subayı idi. Yapıtı, ilginç bir roman anlatımı ile sürükleyici gelir insana. Yer yer sanırsınız ki, anlattıklarını o, Mustafa Kemal’in yanı başında birlikte yaşamıştır. Başyazar Necmettin Sadık (Sadak) -Cenevre’de Cemiyet-i Akvam’da Türkiye’nin daimi delegesi, daha sonra 1940’larda Dışişleri bakanı- gazetesi Akşam‘da, Armstrong’un, Türkçesi Bozkurt olan kitabındaki gerçeklere aykırı düşen noktaları ortaya koyup açıklayan bir yazı dizisi yayımlamıştı. Yakında öğrenecektim ki, bunu Sadak, Gazi’nin buyruğu üzerine, onun dilediği yönde ve içerikte kaleme almış, basılmasından önce kendisine onaylatmıştır.

Haldun Derin, “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken”, s. 21-22

❝Fikriye onun tüm ihtiyaçlarını gözetiyordu. Hasta olduğu zamanlarda ona bakıyordu. Türk ve doğulu olduğu için, onun hem metresi hem de kölesiydi. Kendinden tam bir vazgeçişle her şeyi veriyor, karşılığında hiçbir şey talep etmiyor, sadece onun dizinin dibinde oturmak ve ayağının altında çiğnenmek hakkını istiyordu.

Bir süre için Mustafa Kemal’i adeta zaptetti. Onu tahrik etmişti. Ama Mustafa Kemal çok kısa bir zaman içinde ondan da bıktı. Eski kadınlarına, içki meclisine ve iskambil kartlarına gittikçe daha sık koşar oldukça, Fikriye ızdırap veren bir kıskançlıkla kendi kendini yemeye başladı. Kendisine karşı soğuk davrandıkça, Mustafa Kemal’i daha da çok seviyordu.❞ (s. 124)


Bir gün Atatürk’e Armstrong’un kitabını getirdiler. Kitabı okuyunca kaşlarının çatıldığını gördüm . Okuduğu sayfa, O’nun özel hayatıyla ilgili bölümdü.

-‘Bu İngiliz benim evime giremez. Özel hayatıma nüfuz edemez. Bizim Latife Hanım Avrupa’da tahsil etmiştir. Ona bunları olsa olsa o yazdırmıştır. İngiliz, özel hayatımı bilir ama, bir yere kadar bilir,’ dedi.

Cemal Granda, “Atatürk’ün Uşağı İdim“, s. 114

❝Üçüncü gün, görevli emir subayı gelip Gazi’ye bir hanımın kendisini görmek istediğini bildirdi. Bu, genç bir hanımdı; hiçbir açıklama yapmıyor, onu görmek konusunda ısrar ediyordu. Emir subayının konuştuğu sırada hanım içeri girdi. Kendisini tanıttı; ismi Latife Hanımdı.

..

Kurmay çıktı ve Mustafa Kemal dönüp kıza baktı. Ricası, çok yalındı. Babası İzmir’in en tanınmış armatörüydü. Paris ve Biarritz’den anne ve babasını orada bırakarak henüz dönmüştü. İzmir’in güneyindeki Bornova tepelerinde, hizmetçileri de olan büyük bir evi vardı. Kendisine büro olarak seçtiği kent içindeki bu ev çok gürültülü ve konforsuzdu. O ve kurmayları, konukları olarak onun evine gelirlerse, kendilerine iyi bakıldığından emin olabilecekti.

Mustafa Kemal kabul etti ve onun evine taşındı. Bu ev onun için çok uygundu. Her taraf sessizdi. Kentin pis kokusundan, gürültü patırtısından uzaktı.. Bornova tepelerinin en üstünde, bağlar ve bahçelerle çevrili olarak İzmir’e, liman ve denizden oluşan olağanüstü panoramaya tepeden bakıyordu.

Kişisel konforu için her şey sağlanmıştı. Ev bakımlı, hizmetçiler ve yemekler iyiydi. Hepsinden iyisi de, kızın varlığıydı. Çok becerikliydi, emirleri kısa ve kesindi ama bütün otoritesine karşın, o gene de zarif ve kadınsı kalabiliyordu. Onu cezbetmişti. Mustafa Kemal bu kızı arzuluyordu. Bir iki gün içinde ona aşık oldu -siyah sacları, gülen siyah gözleriyle, ufak tefek ve narin, kah çok neşeli, kah mağrur, müzikal bir Türkçe konuşuyormuşçasına yumuşak sesiyle Latife’ye çılgınca, tutkuyla aşık olmuştu. Kızı olacak yaştaydı, buna karşın akıllı ve bilgiliydi de.

Son yıllarda, yaşamının gerektirdiği meşakkatlerle iyice yorulmuş olduğundan, kendini yaşlı hissetmeye başlamıştı. Son birkaç haftadır sinirlerini yatıştırmak için eskisinden çok daha fazla içki içmişti. Artık bırakmıştı. İçkiye gerek duymuyordu. Gençliği tekrar geri gelmişti. Kan, gene damarlarında delice akmaya başlamıştı. Canlı ve yaşama sevinciyle dopdoluydu.

Ve Latife de bu duygulara karşılık verdi. Ona duyduğu hayranlık apaçıktı. O bir kahramandı, ülkesinin kurtarıcısıydı.

Hiç vakit kaybetmedi. Kendi anladığı biçimde dolaysız, şiddetli ve vahşice seviştiler. Son derece yumuşak ve baştan çıkarıcı davranan Latife, onun okşamalarına karşılık veriyor ama kendisini tümüyle teslim etmiyor, daima Mustafa Kemal’i tatminsiz ve onun aşkından kuşkulu bir halde bırakıp kaçıyordu. Mustafa Kemal onun iradesini kırmaya çalıştı. Deneyimlerinin kendisine kazandırdığı tüm kurnazlıkları kullanarak Latife’nin yurtseverliği ve kahramanı hakkındaki fikirlerinden yararlanmaya çalışıyor, ancak, deneyimleri yanlış olduğu için bu çaba boşa gidiyordu.

Genç bir delikanlıyken bohem bir yaşam sürdüğü ve artık gençlik ateşini yitirdiği için, üzerindeki bu alışkanlığı alamıyordu. Kadınlar ya da erdem konusunda hiçbir inancı olmadığı gibi, ne [sansür] değerleri ne de ondaki bu [sansür] yoksunluğunda kendini metin kılabilecek zevke sahipti. İlişkilerinde, onlara bir büyü, çekicilik katabilecek ya da en azından günahlarını bağışlatabilecek aşk etkeni de olmamıştı. Bu ilişkiler gayrimeşru Levanten İstanbul’unun maison de rendez-vous [sansür]lerinde, ara sıra bir köylü kızıyla olan ilişkilerden ibaretti. Paris’te, Sofya’da ve Pera’da sık sık kadınlarla düşüp kalkmasının bedelini, hastalık kaparak ödemişti. Kendisini pek çok kereler sefahate kaptırmış, bu [sansür] kendisini [sansür] ve gittikçe daha da [sansür] Çankaya’daki evindeki şen sofra arkadaşları gibi kendisiyle içki içen süslü kadınlardan zevk alıyordu.

Kadınlarla ilgili hiçbir hayale kapılmıyordu. Onlar kullanılmak ve eğlendirmek için vardı. İş bitince bir kenara atılmalı ve şikayetleri de parayla susturulmalıydı. Aşk ve kadına ilişkin bilgileri, okumuş olduğu Batı romanlarından edindiği müphem bir kitabi bilgiden öteye gitmiyordu. Gerçek yaşamdaysa böylesi düşünceleri kesinlikle aklına bile getirmiyordu. Düpedüz bir şarklıydı, hatta dahası şarklı bir zorbaydı.

Şimdiyse, yepyeni bir şeyle karşı karşıyaydı: Terbiyeli, özgür, kendine hakim, Batı’da öğrenim görmüş, Batılı düşünceleri özümsemiş, entellektüel düzeyde ilişki kurabilecek yetenekte, geçici bir cinsel ilginin ötesinde onu çeken, bir eş ve yardımcı olacak kapasitede bir kız vardı karşısında. Ve bütün bunların yanı sıra yumuşacık ve mis kokulu, arzu uyandırıcı. güzel ve baştan çıkarıcıydı. Onu çıldırtmış, ayaklarını yerden kesmişti. Tutuşmuştu adeta. İlk kez aşık oluyordu.

Fikriye’nin İzmir’e gelmek üzere yola çıktığı haberini aldı. Bu haber onu öfkelendirmişti; evet, onun bir zamanlar kendisi için önemli olduğu doğruydu; ama niye hâlâ ona yapışıp kalmıştı? Ondan bıktığını anlaması gerekirdi; kendisi ondan nefret ettiğini çok iyi biliyordu; o, yolunun üstünde bir engeldi; ne Fikriye’nin ne de bir başkasının yolunun üzerine çıkmasına izin vermeyecekti; eğer huysuz ve sadakatsiz bir kadın olsaydı onu kovması çok daha kolay olurdu, ne ki, o her zaman sadık ve iyi huyluydu; ama gene de gitmesi gerekiyordu.

Ona çok iyi hizmet etmişti; yakınmayacağını biliyordu; onu bol parayla Paris ya da Münih’e gönderecekti; orada tedavi olması, iyi vakit geçirmesi ve iyileşmesini sağlayacaktı.

Onu kafasından uzaklaştırdı ve çarçabuk Bornova’daki eve. Latife’ye döndü. O, kendisine aitti. Daha fazla beklemeyecekti. Bütün bu kaçışları, bir kadının kurnazca oyunlarından ibaretti. Onu derhal, o gece elde edecekti.

..

Bahçeden gecenin bütün o yumuşak, tatlı sesleri işitiliyor, ılık bir rüzgar güllerin ve yaseminlerin baygın kokularını taşıyordu.

Latife’yi kendisine çekti ve öptü. Yüzünü öpüşleriyle örtüp onu neredeyse kucağında taşıyarak, yaverinin yatağını hazırlamış olduğu odaya getirdi.

Kız buna cevaben aniden ondan uzaklaştı. ‘Anlamıyorsunuz,’ dedi. ‘Sizi seviyorum, ama metresiniz olamam. Evlenin benimle, o zaman sizin olacağım.’
‘Evlilik nedir ki’ diye cevapladı Mustafa Kemal onu, ‘Sakallı bir hocanın söylediği birkaç boş söz! Bu çok şey değiştirir mi? Ayrıca Türkiye için yapacaklarımı bitirmeden evlenmemeye yemin etmiştim. Sana ihtiyacım var. Sana şimdi ihtiyacım var.’

‘Ben de yeminliyim’ dedi genç kız, ‘Evlenmeden kendimi kimseye vermeyeceğim. Benim şartım bu. Ben de yeminime sizin kadar sadığım.’

Aşağıdaki büyük yangının pencereleri ve tavanı kırmızıya boyadığı odada, karşı karşıya durmuş birbirlerine bakıyorlardı -erkeğin parmakları ona sarılmak üzere uzanmıştı, kız ise mağrur ve mütehakkim, öylece dikiliyordu. Böylesine reddedilmeyeli çok uzun zaman geçmişti. Gene de, kızda onu zorla almasını engelleyen bir şey vardı. Buyurgan, inatçı. kendini arzularının heyecanımı terketmeye alışkın biri olarak, red cevabıyle kız onu çıldırtmıştı. Büyük bir öfkeyle kendisini dışarı attı, çıkıp gitti. Sabahleyin odası boştu. Kentteki karargahına geri dönmüştü.❞ (s. 139-144)


Armstrong, Atatürk’ün içki alemlerini oldukça ağır sözcüklerle anlatıyor, fakat buna ilişkin bölümün sonunda: ‘Böyle olduğu halde yurdunu ve ulusunu ilgilendiren herhangi bir olay çıktı mı , hemen içkiyi ve eğlenceyi bir yana bırakıp, aslan gibi kükreyerek pençesini o olayın üzerine atmasını bilir,’ demekten de kendini alamıyordu. Atatürk, kitabın burasında söze karıştı. Biz, kızacak ‘Kapat şu kitabı, yeter. Haltetmiş bunları yazmakla!’ diye bağıracağını sanıp korkmuştuk. Oysa Hikmet Bayur’a şöyle dedi:

-‘Bu kitabın yurda sokulmasını yasaklamakla Hükümet hataya düşmüştür. Bu zat bizim yaşadığımız safahatı eksik bile yazmış. Bu eksikliği ben tamamlayayım da, kitaba eklensin, memleket de kitabı tam okusun.’

Cemal Granda, “Atatürk’ün Uşağı İdim”, s. 68

❝Ya Latife? Evlilikten sonraki ilk birkaç ay boyunca adeta cennette yaşamıştı. Ona çılgınca aşıktı. Onu refikası olarak sürekli yanında bulundurmaktan büyük zevk alıyordu. Onun kendisi için hazırladığı düzenli ev yaşamından çok mutluydu.

Fakat bütün bunlar çabucak geçti. Kadınlar, ona göre sadece zevk vermeye yarardı. Latife, bir çok kadından yalnızca biriydi. Mustafa Kemal’in ateşli aşkı sadece şehvetten ibaretti ve hızla soğudu.

Aşkı soğudukça, bir kez daha bekar yaşamı sürdüm1eye başladı. Yaşamında kadınlar yalnızca arızi olarak yer alıyordu. Cinsellik dışında onlara gereksinme duymuyordu. Evin düzenli yaşamı onu sinirlendiriyordu. Sürekli onunla birlikte olan kadın, onu rahatsız etmeye başlıyordu.

Bir keresinde ‘Özgür olmak, kendi yaşamımı yalnız başıma sürebilmek için,’ demişti, ‘daima yalnız yaşamayı istemişimdir.’

Şen şakrak arkadaşlarıyle sigara dumanıyla dolu odalarda gece boyunca içmelerini, boyalı kadınları arzu ediyordu.

İnsan doğasından kaçamaz. Geçmişi onu tıpkı çiçek hastalığının bıraktığı iz gibi damgalıyordu. Mustafa Kemal eski arkadaşlarına, kadınlarına ve eğlence ortamına geri döndü.

Kuramsal olarak gelişkin özgür düşünceye sahip, çağdaş bir kadın olmakla birlikte; Latife bir harem kadını kadar da kıskançtı. Sadakatsiz olduğu için ona bağırdı, içki içmesine karşı koydu, arkadaşlarını uzaklaştırdı.

Latife’nin ailesi de Ankara’ya gelmişti. Kendileri için özel haklar ve imtiyazlar talep ettiler, sonunda dayanılmaz bir yük haline geldiklerinde, Mustafa Kemal büyük bir öfkeyle onları İzmir’e geri gönderdi. Latife bu kararına karşı çıktı.

..

Mustafa Kemal sonunda karar verdi: Latife gitmeliydi, hem de derhal.

Özel ilişkileri konusunda daima sessiz ve ketum olduğundan, bu sorunu kimseyle tartışmadı. Boşanma belgesini kendisi hazırlayıp imzaladı; Meclis’e, gazetelere ve elçiliklere bu boşanmayı duyuran kısa bir mesaj gönderdi ve Latife’ye evden, Çankaya’dan derhal ayrılmasını emretti. Ardından da, alışkın olduğu yaşama, yani sigara dumanıyla dolu odalarda, lakapları ‘külhan beyleri’ olan içki arkadaşlarıyla ve boyalı kadınlarıyla uzun gecelerine geri döndü.

Artık bundan sonra iyiden iyiye sefahate daldı. Her zamankinden de fazla içki içmeye başladı. Kadınlarla [sansür], açıktan açığa bir dizi ilişkiye girdi. Genç [sansür] onu cezbediyordu.

[Sansür] eşleri ve kızları ile ilişkilerini ilerletti. Önemli kişiler bile kadın akrabalarını ondan uzaklaştırmak amacıyla Ankara’dan gönderdiler. Kudret, içindeki vahşi canavarı, -Orta Asya steplerinin kurt soyundan gelen- kaba ve yabanıl Tatar’ı uyandırmıştı.

Kim olduklarına aldırış etmeksizin insanlara hakaret ediyor, onların kendisine düşman olmasını umursamaz gibi görünüyordu. En sinirli anlarından birinde Arife hakaret etti ve Arif onu terkedip siyasi muhaliflerine katıldı.

Ünlü [sansür] Gazi’nin evine gelip, Onun kendi karısıyla fazlasıyla samimi olmasından yakındı; herkesin bu konuda konuştuğunu ve eğer Gazi karısını çeşitli davetlere katılması için yalnız başına bu kadar sık çıkarmazsa minnettar kalacağını belirtti: bu arkadaşlıkta muhtemelen hiçbir kötü yan yoktu. ancak, insanlar nahoş şeyler söylüyorlardı.

Mustafa Kemal cevap olarak ona dik dik baktı.

‘Biliyorum’ diye bağırdı. ‘Sen aleyhimde dolaplar çeviriyorsun. Evet! Doğru. Karına sahip oldum. Çevirdiğin dolaplar yüzünden seni cezalandırmak için onu aldım.’ Ve muhafızı çağırarak, [sansür] derhal evden kovmasını haykırdı. Bu şekilde ancak Timurlenk ya da bir başka yabanıl göçebe aşiretin reisi bağırabilirdi.❞ (s. 178-180)

Bununla beraber, Atatürk kendi adının Stalin’ler, Mussolini’lerin (ve sonradan Hitler’in) yanısıra geçmesine tahammül edemezdi. O’nu öfkelendiren başka bir övgü şekli de kendisini göklere çıkartırken Türk milletini aşağılatan yazılardı. Nitekim Armstrong adında bir İngiliz subayın yazdığı ‘Bozkurt’ kitabındaki bazı pasajlar O’nu âdeta çileden çıkarmış ve hepimizi bu esere karşı bir kampanya açmak için seferber etmişti. Oysa bu eser bizim hoşumuza gitmiyor değildi. Çünkü Atatürk’ten coşkun bir hayranlıkla bahsediyordu. Hele askerî dehâsını tarihin en ünlü serdarlarından üstün buluyordu ve diyordu ki: ‘Ne yazık! Mustafa Kemal kendi kudreti ve azameti oranında bir milletin başında gelseydi, Sezar’ın, İskender’in, Cengiz’in fütuhatlarını gölgede bırakacak zaferler kazanabilirdi.’

Hiç aklımdan gitmez Atatürk bu satırları okuduktan sonra, ‘Şuna bakın! Biz fütuhat devrini kapamak için harbettik. Bu şeref bize kâfidir.’ demişti.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Atatürk”, s. 146

Harold C. Armstrong. (1996). Bozkurt (G. Çağalı-Güven, çev.). İstanbul: Arba Yayınları.


Andrew Mango’nun “Atatürk” Biyografisine Göre (2000)

❝Öğrenciler sıkı bir denetim altındaydı. Ders kitapların dışında kitap ve gazete okunması yasaktı. Her gün beş vakit namaz kılınması ve Ramazanda oruç tutulması kesinlikle uygulanıyordu. Alkol yasaktı ama Beyoğlu’nun, Galata limanının barları, kafeleri, lokantaları çok yakındı ve yalnızca çok dindar ve iradeli olanlar bunların çekiciliğine karşı koyabiliyor ya da Hıristiyan mahallelerinin arka sokaklarında çokça bulunan genelevleri ziyaret etmiyorlardı. Müslüman beyefendilerin Beyoğlu ile Galata konusundaki fikirleri
çelişkiliydi. Bir yandan bu bölgelerin sunduğu eğlencelerin çekiciliğine kapılıyorlar, öte yandan buraları, uyanık olmayanlar için tuzak olarak görüyorlardı. Müslüman erkeklerin Beyoğlu’nun karanlık batakhaneleri nedeniyle yıkılan evlilikleri ve bozulan meslek yaşamları, pek çok Türk romancının sevdiği bir konuydu.

Arkadaşlarının çoğu gibi Mustafa Kemal de başkentin sunduğu eğlencelere kayıtsız kalmıyordu. Daha önceleri Selanik’teki kafelere de gitmişti ve ne kendisi ne de arkadaşları İslam’ın koyduğu alkol yasağına aldırış ediyordu. Diğer Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi içkinin ve zamparalığın delikanlılığın bir parçası olduğuna, zamanı gelince aile tarafından seçilen ya da en azından onaylanan bakire bir kızla evlenileceğine inanılıyordu. Geleneksel Müslüman toplumunda erken yaşta evlenmek alışkanlığı vardı ama yeni öğretilerin sonucunda erkekler için eğitim ve belirli bir mesleğe başlamak önde geliyordu. Mustafa Kemal her ikisini bir arada yürütmeden önce, dinsel kaygılardan rahatsız olmadan gençliğinin tadını çıkardı.❞ (s. 47)


❝Daha sonraki yıllarda Cemal ‘Büyük Cemal Paşa’ adıyla tanınacaktı. Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmaları hakkında anlattığı öyküler, İttihat ve Terakki Cemiyetinin müstakbel üç liderinin dışardan görünmeyen kusurları olduğunu daha ilk günden anladığını açıklıyordu. Yine de Büyük Savaşın son yılına dek Cemal’e olası bir müttefiki ve koruyucusu olarak bakmayı sürdürecekti. Gerçi Cemal ile daha sonradan öne sürdüğü kadar açıkça konuşmamıştı ama devrimcilerin dış çemberinde kalmaktan hoşlanmadığını gizlemiyor ve özellikle içkili olduğu zamanlar hoşnutsuzluğunu dile getiriyordu.❞ (s. 75)


❝Mustafa Kemal’in önceden bilme yeteneği değilse bile, hırsı ve içki alışkanlığı arkadaşlarını iyice etkilemişti. Karakterinin bu iki yönünü hiç bir zaman gizlememişti. Her an konuşmaya hazırdı. İçinde bulunduğu ortama hakim olmasına izin verildiğinde harika bir içki masası dostu oluyordu . Yıllar sonra başka bir yakın arkadaşı Nuri (Conker) Selanik’teki bir içki masasında Mustafa Kemal’in kendisini başbakan yapmaya nasıl söz verdiğini anlatacaktı, ‘Ya sen ne olacaksın?’ diye sormuştu Nuri ve Mustafa Kemal, ‘Bir adamı başvekil yapabilecek adam,” yanıtını vermişti.69 Mustafa Kemal fikirleri, hırslan ve alışkanlıkları konusunda çok açıktı. İşine ve giyimine de çok düşkündü. Ama devrim planlamasının erken yıllan karakterinin başka bir yönünü de açığa çıkarmıştı. Zirvede olmadığı zamanlar, orada bulunanları eleştiriyordu. Lider olmaya yalnızca kendisi layıktı.❞ (s. 76)


❝Mustafa Kemal’in, karşıtlarının sefahat olarak nitelendirdiği içki ve gece yaşamı düşkünlüğü de hiç yararlı olmuyordu. Yakın çevresinde bir doktor bulundurması sağduyulu bir davranıştı.❞ (s. 211-212)


❝Kral V. Georgios’a, heyet başkanı Bekir Sami’nin ‘kentin East End semtindeki bir ahlaksızlık yuvasında görüldüğünü, temsil ettiği Mustafa Kemal’in ise artık kadınlarla ilişki kurmaktan bıktığı için, son zamanlarda olağandışı cinsel ilişkilere yöneldiği’ haberini aldığım söyledi. Bekir Sami’nin cinsel tercihleri konusunda hiç fikrimiz yok ama, Mustafa Kemal’in kadınlardan bıkmadığını gösteren pek çok kanıt var.❞ (s. 300)


❝Tepenin daha aşağısındaki evlere taşınan yakın arkadaşları ve yandaşları arasında Selanik’teki çocukluk arkadaşlarından yaveri Salih (Bozok) , Yarbay Fuat (Bulca) ; üst rütbeli komutanlar, Dahiliye Vekili Fethi (Okyar) ve İktisat Vekili Celal (Bayar) gibi siyasi destekçiler, gazeteci Ruşen Eşref ve diğerleri vardı. (O tarihte hala cephede bulunan İsmet Paşa, Çankaya’daki Pembe Köşk’e 1925’e kadar taşınmadı.) Çankaya’daki önde gelen milliyetçilerin çoğunun karısı da yanındaydı. Erkekler akşamları içki sofralarında güncel olayları tartışırken, hanımlar da ev işleriyle ilgileniyorlardı. Uşakların, emirerlerinin hizmet ettiği bu orta sınıf meskende fazla bir lüks yoktu.❞ (s. 315-316)


❝Ankara ile İstanbul’un arasındaki gerginliğin iyice arttığı bu kritik dönemde Mustafa Kemal hastalandı. 11 Kasımda [1923] dostları Salih (Bozok), Recep Zühtü ve Kılıç Ali ile yediği öğle yemeğinden sonra kendini rahatsız hissetti. Özel doktoru Refik (Saydam) çağırıldı ve kalp spazmı tanısı koyunca, İstanbul’dan aceleyle getirtilen kıdemli askeri doktor Neşet Ömer (İrdelp) Paşa da ayın tanıyı onayladı. Altı gün süren resmi sessizlikten sonra Neşet Ömer gazetecilere Mustafa Kemal’in rahatsızlığının kalp krizi olmayıp yorgunluktan kaynaklandığını ve cumhurbaşkanının altı günlük bir istirahattan sonra tümüyle iyileştiğini açıkladı. Doktorlar dinlenmesini ve ‘hafif bir perhiz’ uygulamasını önermişlerdi; bunun anlamı, en azından içkiyi azaltmak demekti. Latife söylenenleri uygulamaya çalışıp, ziyaretçilerin gelişini yasakladı. Mustafa Kemal öfkelendi. Zaten karısının ev yaşamını düzene sokmaya ve Çankaya’da resmi bir protokol yerleştirmeye çabalamasından sıkılmıştı. Latife’nin uygulamalarını reddetti ve görmek istediği ziyaretçileri kabul edeceğini bildirdi. Buna karşın kendisini daha iyi hissedince ve işleri izin verince biraz dinlenmek üzere karısının İzmir’deki evine gitmeye razı oldu. Mustafa Kemal rahatsızlık nedeniyle işlerinden biraz uzak kalınca, İstanbul gazeteleri, Enver Paşanın hala Orta Asya’da yaşadığı söylentilerini yayarak bu belirsizliği artırdı.❞ (s. 385)

❝Falih Rıfkı (Atay), kadınların özgürlüğünden söz eder ve bu konuda çaba gösterirken, Atatürk’ün doğal yapısına aykırı davrandığını, “denebilir ki harem eğiliminde idi,” sözleriyle dile getirecekti.❞ (s. 396)


❝Mustafa Kemal, halk için yaptığı yorucu çalışmaların yorgunluğunu dostlarının yanında atmaya çabalıyordu. Örnek çiftlikte çalışmak, içkisini biraz olsun azaltmasını sağlamıştı, ama karısından daha fazla ayrı kalmasına yol açıyor ve Latife’nin öfkesi giderek artıyordu. İki yıl önce bir İstanbul gazetesi onun milletvekili seçilmesini önerdiğinde, Mustafa Kemal kesinlikle karşı koymuştu, ama yakın bir gelecekte kadınların politikaya atılmalarını sağlayacak yasayı çıkaracaktı.❞ (s. 416)


❝Fransa büyükelçisi elbette pek mutlu değildi, ama İsmet Paşanın iki gün sonra bildirdiğine göre, cumhurbaşkanının kızına karşı davranışının ardında kötü bir niyet olmadığı, yalnızca kızının güzelliğinden etkilendiği açıklamasını kabul etmiş. Doğal olarak hiçbir kadının cumhurbaşkanının gözünden kaçmadığı ve kendilerine yer edinmek isteyenlerin eşlerini ona tanıştırma yarışına giriştikleri dedikoduları yayılmaya başladı. Ama Mustafa Kemal’in kadınlarla eğlenmesi yalnızca partilerle sınırlıydı ve her parti dönüşünde biraz daha yorgun ve bitkin oluyordu. Manevi kızlarına gelince, onlara hizmet etmesi için hadım edilmiş bir zenci uşak tutmuştu. Eski alışkanlıklardan kurtulmak kolay değildi.❞ (s. 426)


❝Ne var ki 1926 yılında idam edilenler çağdaşlaşma yanlılarıydı. Mahkemede Kel Ali’nin Cavit’e karşı kaba davranışını tanımlarken, Falih Rıfkı bunu eski bir gerici İttihatçının, eski bir ilerici İttihatçıya ‘medeniyette bizden ayrı olmayan kafasına’ duyduğu nefretin belirtisi, bir hakaret olduğunu söyleyecekti. Cavit yayınlanmayan anılarında dini inançları olmadığını itiraf ediyordu. O liberal bir agnostikti [bilinemezci]: Mustafa Kemal ise otoriter bir agnostikti. Cavit, halkın yardım almaksızın hızla ilerleyebilme yeteneğinden kuşku duyuyordu, ama Mustafa Kemal’in böyle bir kuşkusu yoktu. İkisinin arasındaki mücadele, amaçlardan çok araçlar üzerine kurulmuştu. Ama temelinde bu temizlik yeni bir devletin doğuşuna eşlik edecek iktidar mücadelesinin bir göstergesiydi. Türk halkı otoriteyle yönetilmeye alışıktı ve Mustafa Kemal de bunu sağlıyordu. Eğer mahkeme kararına üzüldüyse, bunu belli etmedi. İdamların infaz edildiği günün akşamı, her zamanki gibi arkadaşlarıyla birlikte içki masasındaydı. O gece, alkolün yatıştırıcı etkisi kötü gelmedi.❞ (s. 437)


❝Aslında Mustafa Kemal için rahatlamanın anlamı, sigara, içki ve fincanlar dolusu Türk kahvesi içmekti. 22/23 Mayıs ı927’de ikinci kez kalp krizi geçirdi. Doktorlar içki ve sigarayı azaltmasını önerdiler. Bu öneriyi ‘yüzünde acı bir ifadeyle’ kabul etti. Perhizi bir ay kadar sürdürdü, ama İstanbul’u ziyaret heyecanına kapılınca, tekrar eski alışkanlıklarına döndü.❞ (s. 442)


❝Mustafa Kemal çok uzun zamandır fazla içki içmekle suçlanıyordu. Şimdi ise konuyu kendisini suçlayanların aleyhine çevirdi. Sarayburnu Parkındaki toplantıdan ayrılmadan önce kadehini kalabalığa doğru kaldırıp, ‘Eskiden bunun bin mislini mezbelelerinde gizli gizli içerek enva-i mefsedeti irtikap eden mürai sahtekarlar vardı. Ben sahtekar değilim, milletimin şerefine içiyorum,” dedi [Eskiden sahtekarlar ve ikiyüzlüler gizli gizli bin defa daha fazla içerler ve her türlü kötülüğe bulaşırlardı.] Kadehindeki rakıyı bir yudumda bitirip, kalabalığın arasından geçti ve kendisini Büyükada Kulübündeki resmî bir ziyafete götürmek için bekleyen tekneye bindi. Gece giysileriyle onları karşılayan davetlileri görünce, Falih Rıfkı’ya dönüp ‘Çocuk, orada yaptığımızı burada yapamazdık,’ dedi.❞ (s. 449-450)


❝Samsun valisi General Kâzım (İnanç) bu kadar zeki değildi. Muhalefet adayının belediye başkanı seçilmesine izin verdikten sonra, Gazi’nin ziyareti sırasında muhaliflerin gösteri yapmasını önlemek amacıyla şehri askerle doldurmuş ve karşılama ziyafetine belediye başkanını davet etmeyi ihmal etmişti. Mustafa Kemal başkanın çağırılması gerektiğini bildirdi. Belediye başkanı geldi, ama kendisine sunulan rakıyı reddetti. ‘Ne o Reis Beyefendi; yoksa rakı günah diye içilmiyor mu ?’ diye sordu Gazi. ‘Hayır efendim, yemek yemiş bulundum da!…’ Bunun üzerine Mustafa Kemal partisi dağıtıldığına göre, başkanın istifa etmesi gerektiğini söyledi. Başkan, seçmenlerine hizmet etmek zorunda olduğunu belirterek bu öneriyi reddetti ve eğer hükümet kendisini istemiyorsa idari mahkemeye verip seçimi iptal ettirebileceğini söyledi. Sonra toplantıdan ayrıldı. Mustafa Kemal’in öfkesinin hedefi vali oldu. ‘Vali Paşa hazretleri; Belediye Reisi diye seçtiğiniz bu adamın yaptıklarını gördünüz mü? Her şeyden evvel terbiyesiz. Şehirlerine misafir geliyoruz; soframıza yemek yiyerek geliyor. İçki ikram ediyoruz, içmiyor; sonra da bir Reisicumhur sofrasında biz kalkmadan kalkıp defolup gidiyor.’ [İki gün sonra, Dahiliye Vekâleti namına seyahate katılan mülkiye müfettişi Necati Bey bazı nedenlerle valiye işten el çektirdi. Belediye seçimlerinin de yenilenmesi kararlaştırıldı.] Ama [başka bir gece sofrada] maiyetindekilerden biri, ‘Misafir olarak geldiğimiz bir şehrin valisine [Necati Bey] işten el çektirmiş!…’ derler şeklinde bir şaka yapınca, Mustafa Kemal ‘Onu bizim emrimizle yaptı,’ dedi. Bir süre sonra belediye başkanlığı seçimi iptal edildi.❞ (s. 457-458)


❝Meclise ve basına yasaklanan siyasi oyunlar, Mustafa Kemal’in içki sofralarında oynanmaya devam etti. Türkiye’yi Ankara’dan İsmet (İnönü) ve bakanları yönettiği için, bu masa hükümetin merkezi sayılmazdı. Ancak, Gazi Paşa yeni fikirlerin kaynağı, münakaşaların hakemi idi ve onun masasında parlak meslek hayatları doğuyor ya da yıkılıyordu.❞ (s. 463)


❝1936 Kasımının ortasında Atatürk hastalandı. Akciğer tıkanıklığı tanısı konarak dinlenmesi ve içki içme me si önerildi. Aynı zamanda bedeninde çıkan döküntüler siroz hastalığının belirtisiydi ama doktorlar bu tanıyı koyamayınca, Atatürk Çankaya köşkünde dolaşan karıncaların ya da başka böceklerin izi olacağını düşündü. Çankaya ilaçlanırken İstanbul’a gitmeye ve Yalova kaplıcalarında dinlenmeye karar verdi.

..

Doktorların dinlenme ve içkiden uzak durma tavsiyelerini, Atatürk hiç dinlemedi. Nöbet defterinde Garden Bar, ve Pera Palas Oteli gibi eğlence yerlerine gidişleri ve Yalova, Florya, Adalar ve Boğaza yapılan daha uzun süreli gezileri kaydedilmişti❞ (s. 489)


❝1937 yılına gelince, yüzü gerilmiş ve bedeni sağlıksız görünüyor. Yıllarca çok içki içmesine, düzensiz bir yaşam sürmesine karşın, güçlü bedeni iki kalp krizini, sıtmayı ve diğer hastalıkları atlatmasını sağlamıştı.❞ (s. 493)


❝Atatürk’ün sağlığı kötüye giderken, İnönü onun ruhsal durumundaki değişiklikten kaygılanmaya başladı. Daha önceleri akşam içki sofrasında aceleyle alınan bazı kararlar ertesi sabah tersine çevrilirdi. Şimdi ise içkinin etkisi geçtikten sonra bile, aynı kararda ısrar eder olmuştu. İnönü, onun bakanları kişisel olarak eleştirmesinden de hoşlanmıyordu.❞ (s. 495)


❝Sağlığı son hızla bozulmasına karşın Atatürk alışkanlıklarından uzaklaşmadı. 25 Kasım 1937’de Ankara Palas otelinde arkadaşlarıyla sabaha kadar içki içti. Aralık ayında da Karpiç lokantasında aynı olay iki kez yinelendi. 9 Aralıkta Hitler’in Alman Gençlik Teşkilatı temsilcisini kabul etti. Sirozun neden olduğu döküntüler onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. 1938 Ocağında çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in ölümü moralini çökertti. Ama yaşama asıldı ve ay sonunda Yalova kaplıcasında bir tedavi kürü geçirmeye karar verdi.❞ (s. 498-499)

..

Atatürk, 1 Şubatta yeni merinos yün fabrikasının açılışını yapmak üzere Bursa’ya gitti. Düzenlenen baloda yorucu zeybek havası oynadı ve sabahın dördüne kadar içki masasından kalkmadı.❞ (s. 499)


❝Başka bir ziyaretçi de Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasından sonra atandığı Londra büyükelçiliğinden gelen Fethi Okyar idi. Hastalığın Atatürk’ün bedenini etkilediğini, ama beyninin her zamanki gibi ve hatta içkiyi bıraktığından beri daha fazla çalıştığını fark etti. Atatürk yorgun olduğunu ve Boğazın Anadolu yakasında biraz kır havası almanın kendisine iyi geleceğini düşündüğünü söyledi. Genç bir kurmay subayı adayı olduğu günlerde Ali Fuat Cebesoy ile birlikte ziyaret ettiği, sultanların Alemdağ’daki av köşküne gitmeyi ak1ından geçiriyordu. Av köşkü incelendi ve harap bir durumda olduğu görüldü; onarımı çok uzun sürecekti.❞ (s. 501)


❝Atatürk 1914’te Sofya’dan yazarken, İzmir’den gemiyle Girit’e ve ardından Sicilya’da Catania’ya yaptığı geziden söz etmiştir. Girit’ten gemiye adadaki uluslararası güçte çalışan yabancı bir teğmen binmiş. Catania’da içki içerlerken teğmen, Mustafa Kemal’e en son askeri elkitaplarını aldığı için şanslı olduğunu çünkü kendisi, askerlik bilimindeki en son gelişmeleri izlemediği için üstleri tarafından azarlandığını anlatmış. Mustafa Kemal bu öyküyü örnek alınması için aktarmıştır (Atatürk’ün Bütün Eserleri, I, 166). Bu olayı ‘eski bir hatıra’ olarak tanımlıyor.❞ (s. 553, sonnot 27)


❝Rıza Nur, küfürlerle bezenmiş anılarında, ‘Muhterem Reisimizin bir huyu vardır: çok kadın sever; bir kadını çok sevmez, çabuk değiştirir. Çeşnicibaşıdır, demek,’ diye anlatıyor, (III, 71).❞ (s. 583, sonnot 10)

Andrew Mango. (2000). Atatürk (F. Doruker, çev.). İstanbul: Sabah Kitapları.


Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın Hâtıratına Göre (1973)

❝Bir sabah baş ağrısından şikâyet etti, aradığım fırsat belirmişti; bundan hemen faydalandım. İlkin dilimin döndüğü kadar içki aleyhinde bulundum; zararlarını saydım. ‘Bu baş ağrıları da ondandır,’dedim. Sonra da yakından bildiğim hoş görürlüğüne sığınarak, her akşam içmekten vaz geçmesini, eğer bunu yaparsa bir müddet sonra kendisinin de pek memnun kalacağını, çok itinalı bir dille, arzetmek cesaretinde bulundum.

Sükûnetle dinledi, ben susunca O, konuşmaya başladı:

‘Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk;’ dedi. ‘Fakat ne yapayım ki içmeye mecburum; kafam çok ama mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor; vakit vakit onu uyuşturup dinlenmek ihtiyacını duyuyorum. Harbiye ve Erkânıharbiye (Harb Akademisi) mekteplerinde iken sabahları beni ekseriya koğuş arkadaşlarım uyandırırdı… Çünkü akşam zihnim herhangi bir meseleye takılırdı; onu düşüne düşüne kafam şişer, uykum kaçardı. Bütün gece, yatağın içinde, dönüp dururdum; ancak sabaha karşı, yorgun, bitkin bir halde uyuyakalırdım ve hâliyle kalk borusunu duyamazdım…

Şimdi de öyle… İçmediğim zamanlar uyuyamıyorum; ıstırap içinde bunalıyorum. Aynı zamanda içki barsaklarımı da tanzim ediyor. Bu durumda, takdir edersin ki yapabileceğim şey ancak miktarını, mümkün mertebe, azaltmak olabilir; ona çalışalım…❞ (s. 19)

❝Atatürk’e suikast yapacak bedbahtlar arasında, Eskişehir mebusu Ayıcı Arif Beyin (Millî Mücadele esnasında karargâhında bir ayı beslediği için böyle anılır idi) bulunması umumun nefretle karışık hayretini mucip olmuştu; çünkü Millî Mücadele esnasında, kurmay albay olarak, muhtelif komutanlıklarda ve bir müddet Başkomutanın doğrudan doğruya maiyetinde bulunmuş olan bu zatı, Atatürk’ün nasıl her zaman himaye ettiğini ve kendisine ne kadar büyük iyiliklerde bulunduğunu herkes iyi biliyordu.

Yine herkes öğrenmişti ki, Büyük Millet Meclisi ikinci devresi için yapılan seçimde Eskişehir’den mebus çıkması, halkın şiddetli itirazları karşısında, ancak Atatürk’ün çok ısrarlı ricası üzerine mümkün olabilmişti.

Filhakika Arif Beyin, vilâyetlerden aday gösterileceğini haber alan Eskişehirliler, buna asla taraftar olmadıklarını bildirmek için, Belediye reisi Ali Ulvi Beyin (Bu zat sonradan mebusluk da etmiştir) reisliği altında Ankara’ya bir heyet göndermişlerdi. Atatürk tarafından, istasyondaki Hususî Kalem binasında, benim çalıştığım odada kabul edilmiş olan heyet azası; Arif Beyin o civarda komutan olarak bulunduğu zaman namuslu kadınlara sarkıntılık ve buna benzer uygunsuz hareketleriyle halkı dilgir [gücenmiş, kırgın, alınmış] ettiğinden, hadiseler zikrederek, uzun uzadıya bahsetmişler, hakkındaki kararın değiştirilmesini istemişlerdi.

Atatürk bu maruzatı dinledikten sonra:

‘Evet biliyorum; Arif Beyin birçok hafiflikleri ve kusurları olmuştur; fakat şimdi kusurlarını idrâk etmiş ve halini düzeltmiş durumdadır. Ben size artık o kötü hareketlerinin tekerrür etmiyeceğini temin edebilirim. Kendisi zekî, çalışkan, bilgili ve kıymetli bir arkadaştır. Memleketimize faydalı, iyi bir mebus olacağına kaniim. Namzetliğinin kabul buyurulmasını rica ederim,’ demiş, bu suretle heyeti ikna edebilmişti.❞ (s. 353)

Hasan Rıza Soyak. (1973). Atatürk’ten Hatıralar (cilt 1). İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası.


Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam”ına Göre (1994)

❝Mustafa Kemal’e gelince, daha idadi yaşlarında ve bilhassa Harbiye’den başlayarak, yaşayan, eğlenen, dünya zevklerine değer veren bir gençtir. İçen, eğlentilerden, içkili toplantılardan hoşlanan bir insandır. O hem çalışır, hem günlük hayatını yaşar. Bu içki ve eğlencelerinde kapalı, maskeli, sahtekar değildir. Mutaassıp hiç değildir: Onun ahlak telakkileri, içki, eğlence ölçüleri, riya ve bağnazlığa, kapalı görünüşe dayanmaz. Maskeli bir hayatı yoktur. Bu içki ve eğlence bahislerinde bazı aşırılıklara da kayabilir.❞ (s. 112)


❝Mustafa Kemal, daha Selânik’e ilk ayak bastığı günden, yeni vazife çevresinde tanınmış sivrilmiştir. Ona rütbesinden üstün işler verilmiştir. Rütbesinin üstünde insanlar onun bilgilerinden, çalışma kudretlerinden faydalanmışlardır. Ama resmi hayatının icapları, onun serbest zamanlarında ve hele akşam saatleriyle boş gecelerinde, yakın arkadaşlarını çevresine toplayıp Selânik’in kordon gazinolarında, Olimpos’ta, Kristal’de, Junyo’da, balozlarda yahut Tekli’nin meyhanesinde yemeğine, içmesine, eğlenmesine mani değildir. Hem bütün bu içki ve eğlencelerde o, kendi grubunun, kendi arkadaşlar çemberinin başı ve buyrukçusu gibidir. Bu içki, eğlence sofralarında ve alemlerinde dilediği gibi ve hatta bazen biraz aşırı hareket edebilir.

Enver Bey, Mustafa Kemal’in bu hallerini bilir ve hoş görmez. Ona göre bunlar sarhoşluk, hatta ahlâksızlıktır.❞ (s. 114)


❝-Seni Harbiye Nazırı yapacağım. Sen Başvekil olacaksın…

-Peki Kemal, bizi bu mevkilere getirmek için sen ne olacaksın?… Yoksa padişah mı?

-Hayır, ondan da büyük…

Geleceğin cumhurbaşkanı, 1907-1910 arasında Selânik’teki Beyaz Kule gazinolarında, yahut evlerdeki içki alemlerinde işte böyle konuşur. Onun o zaman sadece sarhoşluk, taşkınlık diye alınan bu çıkışları, tabii İttihat ve Terakki Umumi Merkezindeki yakın, uzak tanıdıklarının, veya diğer arkadaşlarının kulaklarına gider. Kimi güler, hoş görür. Kimi başını iki tarafa sallar. Kimi de sadece susar…❞ (s. 116)


❝Ateş hatlarında, cephe kumandanlıklarında, hem de macera şeklinde olmadan, hesaplı, kitaplı davranışlarıyle kahramanlıklar yaratacaktır. Ona inanmayanlara, onu içkiye düşkün, günlük yaşayışı karışık diye hor görenlere, askerlik sanatının, cesaretinin ve zaferin harikalarını gösterecektir.❞ (s. 223-224)


❝Öyle olunca da, cephelerdeki karargâh hayatı Şişli’deki evde de işler. Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği. Akşam yemeği daima bir içki sofrasıdır. Bu içki sofrası bazen evde, bazen şu otelin veya bu birahanenin bir salonunda kurulur. Yemek evin dışında olunca, masanın etrafında elbette ki birkaç arkadaş bulunacaktır. Konuşulacak şeyler ise bellidir. Harp sonu İstanbul’unun havadisleri. Yermeler, çekiştirmeler ve hemen herkesin hayatında olan basit eğlenceler. Ama bazen bu basit eğlenceler bile ufak tefek dedikodular doğurur. Zaten kendileri ile ciddi konuşmalar yapılabilecek kimseler bu içki safralarına katılmazlar. Çünkü İstanbul kem gözler altındadır.❞ (s. 388-389)

Şevket Süreyya Aydemir. (1992). Tek Adam (1. cilt) (11. basım). İstanbul: Remzi Kitabevi.


❝Şu sözler onu, Selânik’te yakından tanıyan, askerlik arkadaşı Kılıçoğlu Hakkı’nındır:

‘Mustafa Kemal’de, sönmeyen bir yükselme hırsı vardı. Onun askeri kudretini 1327 (191 1) yılı kışında, harita üzerinde idare ettiği bir harp oyununda gördüm. Kolorduda çok kıymetli görünüşte ve her rütbede subaylar vardı. Ama büyük genelkurmayın emrettiği bu harp oyununun idaresini hiç kimse üstüne alamadı. Mustafa Kemal:

-Ben yaparım, dedi.

Yaptı ve başardı. Bu olay, rakiplerini büsbütün korkutmuştur. Bu vesile ile onun, yalnız askeri kudretini değil emsalsiz bünye dayanıklığını da görmüştük. Akşamüstü karargaha dönünce, hep aynı arkadaşları ile masaya otururdu. Gece yarılarına kadar konuşur ve içerdi. Herkes yorgun ve bitkin yatağına giderken Mustafa Kemal, tek başına kalarak, bir yandan içkisine, bir yandan da, ertesi gün herkese vereceği vazifeleri hazırlamaya devam ederdi. Pek az uyur ve gene de herkesten evvel toplantı yerinde bulunurdu.❞ (c. 3, s. 474-475)


❝Atatürk normal zamanlarda, geceleri yaşardı. Sofrayı, sohbeti, içmeyi elbette ki severdi. Etrafındakilerin içmelerini de isterdi. içkiye çok genç yaşlarında alışmıştı. Bu yaşları daha öne almamak için Harp Okulu yıllarında diyelim. Çünkü en eski arkadaşı Ali Fuat Paşadan, Harp Okulu’ndaki o günlere ait bazı hatıralar dinlemişimdir. Suriye’deki sürgün yıllarında ise, içki hemen tek tesellisi gibiydi. Selânik akşamlarına gelince, Selânik rıhtımındaki Beyaz Kule gazinoları ile, parasının kıt olduğu ay sonlarında, sokak arasındaki Tokli’nin meyhanesinde yaşadığı akşam sohbetleri, ömrünün daima en hoş hatıraları olarak anlatılmıştır. Ama Selânik’te, rıhtım gazinolarına, sokak meyhanelerine gidilemeyen, gelecek maaşları Yahudi sarraflara kırdırmak suretiyle para tedarik edilemeyen, meyhanenin veresiyeyi kestiği günler de olmuştur. Mesela Manastır İdadîsinden beri arkadaşı olan ve Mustafa Kemal’e ilk vatan heyecanını telkin eden, ilk Namık Kemal şiirlerini gizliden gizliye veren eski İttihatçı ve ihtilalci Hatip Ömer Naci’nin oğluna, Ankara’da bir balo gecesi Atatürk, bir akşam Selânik’te babası ile olan bir hikayesini anlatmıştır. Hikâye basittir:

Mustafa Kemal’le Ömer Naci bir akşam kışla veya kurmay bürolarından çıkarak Beyaz Kule’ye doğru uzanırlar. Tabii ikisinin de içinden gelen şey, gene şöyle birer kadeh bir şey atabilmektir. Ama yolda anlaşılır ki, bu iş için birbirlerine güvenecek halde değildirler. Çünkü anlaşılır ki, ikisinin de cepleri boştur. Şıkır şıkır kılıçlarını şakırdatarak gazinolara doğru azametle yürüyen iki kafadarın bütün ortaya koyabildikleri, bir tek metelikten (on para) ibarettir! Ve anlaşılır ki, ikisinin de veresi ye hesapları artık doludur. Atatürk hikayesini şöyle tamamlar:

‘-Vaziyet bu şekli alınca, elimizdeki bu on para ile çaresiz on paralık kavrulmuş kestane aldık ve tenha sokaklarda yiye yiye akşam piyasasını tamamladık. Evlerimize döndük…’

Napolyon da buna benzer hatıralar nakletmiştir. Ama, onda bu nakillerin bir nevi büyüklük satışı gibi bir edası vardır. Halbuki Atatürk . bu hikâyeyi anlattığı zaman da, Selanik’teki Mustafa Kemal kadar tabiidir.

İçki alışkanlığını kimseden saklamadı. Çünkü ‘riyakâr (iki yüzlü) değildi. İzmir’e girdiği gün Kramer otelinde ve Selânik körfezine benzeyen İzmir körfezine karşı içki sofrasının başına oturunca, meydanı dolduran halka karşı pencerelerin perdelerini çekmek isteyen garsonların bu davranışlarını önlemiştir.❞ (c. 3, s. 504-506)


❝Hulasa Atatürk’ü biz, olduğu gibi, kendi kesitinde ve bütünü ile almalıyız…

Bu satırları yazarken, bir süre onun çevresinde onu yakından gören ve hakkında iki güzel derleme eseri yazan Prof. Dr. Herbert Melzig’in, özel bir sohbette söylediği sözleri, aşağı yukarı şöyle hatırlıyorum:

‘-Kendini sofra başında ve içtiği zaman daha iyi buluyor. Asıl şahsiyeti ve iç âlemi o zaman beliriyor. İçmeden önce sakin, iddiasız, hatta mahcup bir insan. Gerçi aralarında başka benzetme noktaları yoktur ama, bu noktada Edvard VIII de böyledir (eski İngiliz Kralı). Sofrada oturup içkisini almadan önce Edvard VIII, hatta hiç yaşamaz gibidir. Ama ondan sonra bir başka insan meydana çıkar. Böyle şahsiyetler ancak kendi alışkanlıkları içinde kendilerini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar.’

Melzig’in görüşleri doğru olsa gerektir. Gerçi Atatürk hayatı boyunca, muharebe ve önemli hizmet günlerinde içki içmeyecek kadar kendine hakim olmasını bilmişti. Ama bu irade zaferi onun, hele 1930’lardan sonra devamlı bir sofra hayatı yaşadığı ve bu sofrada da bir taraftan öteberi yenilir, içilirken, bir taraftan, kafa ve sinirlerin durmadan çalışıp iç organların korunmadığı gerçeğini değiştirmez. Hatta Falih Rıfkı Atay bir gece ona şöyle söyleyebilmiştir:

‘-Atatürk! Cumhurreisi olmadan önce halk ile temas ediyordunuz. Yıllar var ki sizi yalnız biz, sofranızdakiler dinliyoruz. Milletin sesinizi işittiği yok. Yalnız Meclis açılışlarında hükümetin verdiği yıllık raporu okuyorsunuz. Bütün temaslarınız bu…’

Atatürk halkla temaslarını gerçi tamamen kaybetmemişti. Ama Falih’in yukarıda verilen sözlerinde, durumu aksettiren gerçekler vardır.❞ (c. 3, s. 536-537)


❝Atatürk’ün sıhhi durumu hakkında ilk konsültasyon, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a göre, Ankara’da, 6 mart 1938’de yapıldı. Muayene sırasında, eski Başvekil İsmet İnönü de Atatürk’ün yanındaydı. Muayene tamamlandı. İstişareye çekilen doktorlar neticede ittifak ettiler. Hastalık karaciğerdeydi.

Tek nüsha olarak düzenlenen ve imzalanan raporu okumak için onun bulunduğu salona girildiği zaman İsmet Paşa gene Atatürk’ün yanındaydı. Atatürk rapor okunmadan önce:

‘-Yüksek sesle okuda Paşa da duysun,’ emrini verir. Raporu sükunetle dinler. Rapor bitince:

‘-Bu içki yasağı ne vakte kadar devam edecek?’ diye sorar.

‘-Gene böyle bir heyet toplanıp, içki kullanmakta mahzur olmadığına karar verinceye kadar…’

Rapor okunup doktor çıkınca ve Asım Arar’ın kaydettiğine göre arkasından, Atatürk’ün sözleri şunlar olmuş:

‘-Bunlar hiç bir şeyden anlamıyorlar. İcap ederse içmeyeceğim. Fakat bunlara hastalığımın rakı ile hiç bir alakası olmadığını da ispat edeceğim…’❞ (c. 3, s. 547-548)

Şevket Süreyya Aydemir. (1994). Tek Adam (3. cilt) (13. basım). İstanbul: Remzi Kitabevi.


Jacques Benoist-Méchin’in “Mustafa Kemal” Biyografisine Göre (1999)

❝Bir gün iki silahlı görevli, ansızın hücresine geldi ve onu İsmail Hakkı Paşanın huzuruna çıkardılar. İsmail Hakkı Paşa, hapishaneye 150 metre kadar mesafedeki Harbiye Nezâretinde bulunan bürosunda, Kemal’i, altın çerçeveli gözlüklerinin üzerinden uzun uzun süzdü. Paşa, sakallı, sinsi, merasime çok dikkat eden eski Osmanlı tipi bir memurdu. İki jandarma arasında esas duruşta, hareketsiz bir şekilde, Mustafa Kemal cezalandırılmayı bekliyordu. Sonunda İsmail Hakkı yumuşak bir sesle:

‘Çok kabiliyetlisiniz,’ diye konuştu. ‘Önünüzde, Padişah Hazretlerinin hizmetinde güzel bir istikbaliniz olabilir. Ama siz hem kendinizi ve hem taşıdığınız üniformayı lekelediniz. Başıbozuk insanlarla arkadaşlık ettiniz, kendinize uygun olmayan yerlerde oyuna, içkiye ve sefahate kapıldınız. Daha da kötüsü, yasak bir siyasi faaliyete dahil oldunuz; siz ve bazı hainler, Sultanın aleyhinde yıkıcı fikirleri yaydınız. Arkadaşlarınızı itaatsizliğe ve isyana teşvik ettiniz.

Muhakkak ciddiyeti sizin de gözünüzden kaçmayan bu şikâyetlere rağmen Padişah Hazretleri sizi affetmeye karar verdi. Herhalde ihanet etmekten ziyade akılsızlık ettiniz.

Şam’da bir süvari birliğine tayin edileceksiniz. Geleceğiniz, davranışlarınıza dair üstlerinizin vereceği raporlara bağlı. Mutlaka bu akılsızlıklardan vazgeçmeniz ve kendinizi tamamen askeri görevlerinize hasretmeniz gerektir. Dikkatli olun; size, kendinizi ıslah etmeniz için bir imkân veriyoruz. Bunu bir ikinci kere vermeyiz.’

Mustafa Kemal topuklarını vurdu, yarım dönüş yaptı ve hücresine döndü. Eşyasını toplaması için ona yarım saat verildi. Aynı gece, Beyrut’a giden bir vapura bindirildi. Hareketinden önce, ne dostlarını görmesine ne de annesini öpmesine izin verildi. İlk defa o gün politikanın oyun değil, ciddi bir iş olduğunu anladı.❞ (s. 18-19)


❝Ama kendisi bugüne kadar dünyada ne görmüştü? Hiç, hemen hemen hiç! Lazasan, pek çok diğerleri gibi küçük bir köydü; Manastır, bir küçük dağ kasabasıydı; Selânik, bir özelliği olmayan pis ve gürültülü bir liman.

Bu nedenle, İstanbul’un geçmişte pek çok insanın uğruna öldüğü büyüsü çarpıcı bir içki gibi başına vurdu, vücudu ürperdi. iki bin yıllık bu kentin zevk düşkünü havası onu sardı ve âdeta yuttu. Beklemediği pek çok eğlenceden başı dönerek derslerini ihmal etti ve günler boyunca Pera’nın (Beyoğlu) ve Galata’nın eğribüğrü dar yollarında ve Haliç köprüsünde, Avrupa ve Asya yakaları arasında gidip gelen küçük kayıklar yığınına bakmakla ve hattâ Beyrut’tan, Pire’den, İzmir ve Odesa’dan gelen yük gemilerini saymakla vakit öldürdü. Demek imparatorluğun başkenti bu idi. Sık sık değerlerinin övüldüğünü işitmiş, ama onu hiç bu kadar güzel zannetmemişti.

Mustafa o tarihlerde, hemen hemen insanüstü canlılığa sahip bir delikanlıydı. Kaçınılmaz olan oldu: Pek çabuk, gecelerini limandaki kızlarla iskambil oynamak ve içki içmekle geçirdiği kentin aşağı mahallelerine gitmeye başladı. Bu hayat yüzünden az daha tek sermayesi olan sağlığını kaybedecekti.❞ (s. 73-74)


❝Mustafa Kemal yeniden işsiz kalmıştı. Kimse onunla görüşmek istemiyordu. Birkaç günde sert tabiatı ve haşinliği bütün Nâzırları rahatsız etmiş ve Gelibolu’da yarattığı kahramanlıklarının olumlu izlerini silmişti. Kimse ne nasihatlarını dinlemek ne de hizmetini istiyordu. ‘Hepsi de kör mü?’ diyordu, kendi kendine. ‘Deliler gibi atıldıkları uçurumu görmüyorlar mı?’ Artık geç olduğunda onu çağırmayacaklar mıydı?

Kızgınlıktan köpürerek yeniden içkiye başladı. Yapacak bir şeyi olmadığı için gecelerini kahvelerde ve kumarhanelerde geçirdi. Orada, hükümeti devirmeyi tasarlayan bir suikastçı grubu ile tanıştı. Başlarında Yakup adında biri bulunuyordu. Bu, bir polis muhbirine tedbirsiz bir şekilde ‘Bir gün Kemal’in, Enver’in yerine geçeceğini ve o zaman çok ilginç şeyler görüleceğini’ söylemiş. Enver, Mustafa Kemal’in dosyasında belgelerin toplanmasını bekledi. Sonra Yakup’u ve arkadaşlarını tutuklattı. Hepsini astırdı. Bu, Çanakkale fatihine dolaylı bir uyarıydı. Elbette onu da astırmak isterdi, ama komploya iştirakine dair kesin kanıt yoktu.❞ (s. 122)


❝Kel Ali’nin Çankaya’ya gelişi, bu yersiz girişimlere de bir son veriyordu. Gazi, kaşlarını çatmaksızın bütün ölüm kararlarını imzaladı ve suçluların şafakta idam edilmelerini emretti

Mahkeme Başkanı, Çankaya’dan ayrılınca, Mustafa Kemal de Özel Kalem Müdürünü çağırdı ve bu gece bir büyük balo hazırlanmasını söyledi. Mahkeme Başkanı Kel Ali ve hükümet üyeleri, yüksek dereceli memurlar, büyükelçiler, elçiler, başkentin güzel kadınları, herkes orada bulunmalıydı. Bu bir davet değil, bir emirdi. Bütün Ankara bu geceyi fevkalâde neşe ile kutlamalıydı. Bir motosikletli ekip davetiyeleri yerlerine ulaştırmak ve doğrudan ilgili kişilere vermekle görevlendirildi.

Akşamın 11’ine doğru, davetliler Çankaya’ya akın etmeye başladılar.106 Erkekler üniforma içinde, kadınlar dekolte idi. Mustafa Kemal onları yakasında bir gardenya çiçeği olan kusursuz kesimli bir frakla, girişte karşıladı. Aydınlatılmış salonlarda iki orkestra çalıyordu. Yemek salonuna şâhâne bir büfe hazırlanmıştı. Hiçbir şey unutulmamıştı: ne çiçekler, ne şampanya, ne de rakı.❞ (s. 277-278)

Jacques Benoist-Méchin. (1999). Mustafa Kemal: Bir İmparatorluğun Ölümü (Z. Çelikkol, çev.) (3. basım). İstanbul: Bilgi Yayınevi.


Willy Sperco’nun Biyografisine Göre (2001)

❝Henri Beraud, 1928’de, ‘Rendezvous Européen’de, ‘ülkenin şimdi büyük bir ekseriyetle, yapılan devrimlerinin nimetini idrak ettiği kabul edilmektedir’, diye yazıyordu. Ama, sadece, ‘Muzaffer Komutan’ın şanı, bu eserin tamamlanmasını mümkün kılmıştır. Ondan başka herkes mahvolurdu.

‘Ben takdim edilmek için ilerlerken, Gazi yeni oturmuştu. Bir subayla konuşuyor ve ben onu sırtından görüyordum. İlk kelimelerde, Kemal, bir hamlede kalktı. Ben konuşurken, bir nevi askeri alışkanlıkla, bir başkası hakkında kanaat sahibi olmak için kendi gözünden başkasına inanmayan insan gibi beni dikkatle inceliyordu. Sonra bana elini uzattı ve kırmızı deri bir kanapeye oturttu. Bana rakı verildi. Kemal, beyaz içki dolu bardağını benimki ile tokuşturdu.’❞ (s. 194)


❝Gazi Mustafa Kemal’i pek çok kere balolarda, resmi kabullerde, akşam yemeklerinde ve Ankara ve İstanbul dansinglerinde görme imkanım oldu.

Sosyete eğlencelerine ve spor gösterilerine zevkle katılıyordu. Dans etmeyi ve içki içmeyi, dostlarıyla, bakanlarıyla, Türk yüksek sosyetesinin hanımlarıyla, diplomatlarla konuşmayı seviyordu.

Onun, arkasında daima küçük bir arkadaş grubu olduğu halde, sıraya dizilmiş dekolte hanımların, subayların, diplomatların arasından, kusursuz bir frak giymiş olarak, çok manalı gözleriyle geçtiğini gördüm.

Önce asla bitirmediği sayısız sigara ve kahve içmek için bir köşeye yerleşiyordu. Ölçülü, iyi bir şekilde dans ediyordu. Etrafında daima bir dairenin olduğu büfeye geçiyordu. Bir elinde şampanya kadehi, diğerinde sigara, kadınlarla, diplomatlarla konuşuyor, sonra tekrar dans ediyor veya briç oynamak için bir salona çekiliyordu.❞ (s. 199)

Willy Sperco. (2001). Mustafa Kemal Atatürk (Z. Çelikkol, çev.). İstanbul: Bilgi Yayınevi.


Kinross’un “Atatürk” Biyografisine Göre (1994)

Otuz yıl sonra Çankaya’daki belgeleri tarayarak ve Mustafa Kemal’i tanıyanlardan sağ kalanları dinleyerek kaleme alıp 1964’te yayımlayacağı Atatürk, The Rebirth of A Nation başlıklı kitabında Kinross..

Haldun Derin, “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken”, s. 38

❝Artık çocukluktan çıkmış olan Mustafa Kemal, Selânik’e döndükçe, bu değişik ve serbest yaşayışlı şehrin zevklerini tatmaya başlamıştı. Çoğu zaman üvey babasının yakınlarından olan genç bir arkadaşıyla [Fuat Bulca] rıhtımdaki dörtyol ağzını çeviren ve çoğu Rumlar tarafından işletilen Olimpos, Kristal, Yonyo gibi gazinolara giderlerdi. En çok Yonyo’dan hoşlanıyorlardı. Orada bira ile beraber o kadar bol meze verirlerdi ki, ayrıca para harcayıp, yemek ısmarlamaya ihtiyaç kalmazdı. Daha kuvvetli içkileri tattıkları öteki gazinolarda, ancak gezici satıcılardan en ucuz yiyecek olan kebap kestane almaya güçleri yetiyordu. Öyle ki bir gün Ömer Naci, ‘Hayat kuru bir kestaneden başka nedir ki?’ diye şairce bir lâf etmek zorunda kalmıştı. Ama, ne de olsa bu alafranga hayattı ve gençler bunu alaturka çalgılı birtakım kahvelerdeki hayata tercih ediyorlardı.

Alafranga hayatı daha yakından tanımak isteyen iki genci Fransız öğretmenleri, gayrimüslimlerin devam ettiği bir dans dersanesine götürdü. Delikanlılar burada vals ve polka yapmasını öğrendiler. Ama danslara kızlar katılmadığı için, erkek erkeğe dans ediyorlardı. Bununla beraber şehrin öbür ucundaki kafeşantanlarda kızlar da bulunuyordu. Bunları Fuad’ın ağabeyi tanıtmıştı. Bu gazinolarda orkestra çalıyor, kızlar şarkı söyleyip oynuyorlardı: Napoli şarkıları okuyan tombul İtalyan kadınları, ellerinde defler ve ayak bileklerinde zillerle şıkır şıkır göbek atan Ermeni kızları. Sonradan kızlar müşterilerin masasına gelip içki içiyorlardı. Aralarında hiç Müslüman yoktu. Sadece Hristiyan ve Yahudi kızları; peçesiz, elde edilmesi kolay kızlar. Sarışın Mustafa Kemal o kadar beğeniliyordu ki, çok zaman, kadınların ondan para bile almadıkları oluyordu. Böylece kadınlarla olan ilişkilerinin ana çizgisi belirmeye başlamıştı; daima ‘isteyen’den çok ‘istenen’ durumunda olacak, ama peşinde koşanlara, o da, istekle karşılık verecekti. Duygu bakımından da ‘seven’den çok ‘sevilen’ bir insandı. Hele şu sıralarda, tatillerde özel dersler verdiği iyi bir aile kızının ateşli ilgisi, onun gururunu iyice okşamaktaydı.❞ (s. 29-30)


❝Çocukluğundan beri annesinin kör inançlarına ve tapınma âdetlerine meydan okuyan tepkisi, onun bilinçaltında, evren sırlarının çözülemeyeceği düşüncesine yol açmıştı. Şimdi bu düşüncelerini, kendi agnosticismeini [bilinemezciliğini] Farmasonlara katılmakla göstermiş olan Fethi de paylaşmaktaydı. Ama bunu kendilerinden başka pek kimse bilmeyecekti. Mustafa Kemal hâlâ ihtiyatlı davranıyor, İslâm âdetlerini uyguluyor ve ancak çok yakınlarına açılabiliyordu.

Çünkü karşısındakiler, yalnızca aşırı gericiler ve cahil halk yığınları değildi. Aydın ve seçkin kişiler olan kendi arkadaşlarının çoğu da hâlâ, din bakımından gelenekçi kimselerdi ve İhtilâli de, Müslümanlık çevresi içinde gerçekleşmişlerdi. Bazı gericiler, her ne kadar subaylar aleyhinde, ‘İmansız’ yaygaraları koparıyorlarsa da, aslında bunlar dine bağlı insanlardı ve onların gözünde de ‘İmansız’ olan Mustafa Kemal’den başkası değildi. Çünkü, içki içiyor, densizlik ediyor, kadınlarla düşüp kalkıyor ve ahlâk kurallarını hiçe sayıyordu. Kendileri orta sınıftan uslu akıllı bir Müslüman olarak geçiniyor, bundan hoşnut görünüyorlardı. Oysa Mustafa Kemal, bu göreneklere karşı gelmeye kalkıyordu. Politik görüşlerinden ve askerlikteki hırsından çok, bu tutumundan dolayı ona karşı cephe almışlardı.❞ (s. 66-67)


1960’ta Atatürk kitabını yazmaya başlayan Lord Kinross’a yardımcı olmuştum. Kinross bir yandan Mustafa Kemal üstüne yazılan her kitabı, her belgeyi okurdu. (Daha doğrusu, bir tek kelime Türkçe bilmediğinden, Türkçe yazılanları, sözlü olarak ben İngilizceye çevirirdim, o da not tutardı.) Bir yandan da, Mustafa Kemal’i tanıyanlarla görüşmeler yapardı.

Mîna Urgan, “Bir Dinozorun Anıları”, s. 200

❝Bir süre sonra Mustafa Kemal, arkadaşı Şakir’le birlikte, elçiliğe yakın bir ev bulup taşındı. Evin döşenmesi tamam olunca, iki arkadaş, Bulgar adalet bakanı bir ziyafet verdiler. Yemekte havyar, Türkiye’den özel olarak getirtilmiş en iyi cins rakı, en sonunda da şampanya vardı. Yemeğin güzelliği ve gecenin çok başarılı geçtiği, İkinci Balkan Savaşı’nda Mustafa Kemal’e karşı savaşmış olan Savaş Bakanı General Kovaçev’in kulağına gitti. General daha önce, Makedonyalı olan karısıyla birlikte, Türk ataşemiliterini evinde ağırlamıştı. Kendisi de ailesiyle birlikte, Mustafa Kemal’in evine davet edilmek istediğini bildirdi. İkinci bir ziyaret düzenlendi ve Mustafa Kemal’le Kovaçev ailesi arasında, derin bir dostluğun temeli böylece atılmış oldu.

Mustafa Kemal, şimdi sık sık Kovaçevlere gidiyor, generalle oturarak iki eski silah arkadaşı gibi savaş anılarından konuşuyor, savaş sanatı üzerinde uzun tartışmalara girişiyordu. Başlarda generalin sevimli, terbiyeli kızı Dimitrina’ya pek dikkat etmemişti. Sonradan bu ince vücutlu, koyu renk saçları bukleli genç kızla, yavaş yavaş ilgilenmeye başladı. Şimdi onunla çekinerek, saygıyla konuşuyor; rastlaştıkları toplantılarda dansa kaldırıyordu.

..

Ama Sofya’da sevişmekten, gülüp oynamaktan başka yapacak işler de vardı. Mustafa Kemal görevlerine ciddi olarak sarılmıştı. Fethi Bey’le kendisinin düşüncesi de, bu görevin askeri olduğu kadar siyasi olduğu yolundaydı. Memleketi yakından tanımak ve özellikle nüfuzlu Türk azınlığıyla daha yakın ilişki kurmak çabasına girişti. Şakir’le birlikte Türklerin oturduğu bölgeleri dolaştı. Soydaşlarının bu yabancı ülkede çok iyi bir hayat sürdüklerini görerek hayret etti. Bulgaristan Türkleri rahatça ticaret yapıyor, bunda da başarı gösteriyorlardı. Oysa, Türkiye’de alışveriş, sadece yabancıların elindeydi. Türkler, Plevne’de ve daha başka yerlerde endüstri kurmuşlardı. İçlerinden birçoğu büyük para kazanmıştı. Kadınları da anayurttaki kadınlara göre daha serbesttiler, çoğunlukla peçesiz dolaşıyorlardı. Her yerde, daha Türkiye’de benzeri görülmeyen güzel okullar açılmıştı. Mustafa Kemal, kendi ülkesinde de kendi milletinin nasıl bir yaşam düzeyine erişebileceği ve erişmesi gerektiği üzerinde belirli bir düşünce edinmeye başladı.❞ (s. 85-86)


❝Bir Fransız gazeteci, Türkiye’nin bir sarhoş, bir sağır ve üç yüz sağır-dilsiz tarafından yönetildiğini yazmıştı. Mustafa Kemal, “Yanlış,” diye cevap verdi, “Türkiye’yi yalnız bir tek sarhoş idare eder.”❞ (s. 309)


❝Moskova’da artık bu kadar önemli bir elçi bulundurmaya ihtiyaç kalmadığı için Ali Fuat Paşa’yı geri çağırdı ve onu Grup’un başına geçirdi. Kendisi de Grup’un tarafsız koruyucusu durumunda kaldı. Aralarındaki anlaşmazlıklar, hiçbir zaman kişisel nedenlerden doğmuş değildi. Ali Fuat şimdi Mustafa Kemal’le birlikte Çankaya’da kalıyor ve iki eski dost, akşamları rakılarını içerlerken, kendisinin yokluğu sırasında yurtta ortaya çıkmış olan sorunlar ve özellikle Meclis’te gelişen ayrılıklar üzerinde konuşuyorlardı. Ali Fuat’a göre bu ayrılık, eninde sonunda, cumhuriyetçilerle saltanatçılar arasında bir çatışmaya varacaktı.❞ (s. 358)


❝Gün ağarıncaya kadar konuşup içtiler. Sadece Rauf Bey, zaten pek hoşlanmadığı için, az içmişti. Ne yazık ki, içkinin etkisi arttıkça, Refet Paşa da fazla ileri gitti. Zaten Mustafa Kemal’e karşı ötedenberi patavatsız davranır, ona çıkışmadan, iğneli lâflar söylemeden, takılmadan edemezdi. Şimdi de geçmişteki kusurlarını sayıp dõkmeye; Ankara’daki özel yaşayışına saldırmaya başlamış, halkın onu sevmesini engelleyen birtakım gerçekleri ortaya atarak gururunu incitmişti. Refet Paşa’ya bakılırsa, Ankara, Mustafa Kemal’in Azerbaycan Elçiliğindeki ‘sefahat’ hikâyeleriyle çalkalanıyor; bir diplomatın eşiyle olan macerası, cephede, [Ayıcı] Arif’in de yardımıyla genç bir hastabakıcıyı elde edişi üzerinde, çeşitli dedikodular ediliyordu. Mustafa Kemal, içtikçe sertleşmeye, gözleri soğuk bir öfke ile parlamaya başlamıştı.❞ (s. 360)


❝Sıcak bir yaz gecesi, Göztepe’deki köşkte, özellikle İstanbul’dan gelen gazeteciler şerefine bir toplantı düzenlendi. Latife Hanım, ‘siyahlar giymiş ufak tefek bir kadın’, misafirleri, başında siyah bir başörtü ile karşıladı. Bu mevsimde morsalkımlar, yaseminler ve alabildiğine serpilmiş güllerle bezenmiş verandanın üst basamaklarında, göze hoş gelen bir vakar içinde duruyordu. Yanında Mustafa Kemal vardı. Sırtındaki belden kuşaklı Kafkas gömleği içinde ince ve şıktı. Saçları güzelce arkaya doğru taranmış; sarışın kaşları yukarı kıvrılmış; gözleri keyifli bir ışıldayışla Latife Hanım’ın gözlerinde doğan sevgi ateşine karşılık veriyordu. Halide Edip’e tanıştırırken, ‘İzmir Zaferi’ni kutluyoruz,’ dedi. ‘Siz de benimle içersiniz.’

Ömründe ağzına rakı koymamış olan Halide Edip, şampanya istedi ve kadehini Mustafa Kemal’in mutluluğuna kaldırdı. O ise, rakısına devam etti ve ilk kez Halide Edip’in karşısında rakı içtiğini hatırlattı. Böylece, dolambaçlı bir yolla, hiç olmazsa onun bağnazlıkla ilgisi olmadığını belirtmek istemişti.❞ (s 387)


❝Latife Hanım, daha sonra Mustafa Kemal’in sekreteri oldu. Başta bile bile gölgede kalmış ve Mustafa Kemal’in istediklerini yapmakla yetinmişken, şimdi ön plana geçmişti. Onun sağlığıyla, rahatıyla yakından ilgileniyordu. Fakat bunun yanında, daha başka bir yardımı da oluyordu. Fransızca ve İngilizceyi çok iyi bildiği için, diplomatik yazışmalarında verimli bir çevirmendi. Aldığı geniş Batı kültüründen kaynaklanan düşünceleri, öğütleri ve akıcı konuşmasıyla Mustafa Kemal’in zihnini kamçılıyordu. İşte, çevresindeki erkeklerin çoğundan daha iyi konuşabileceği bir kadındı. Gazi bu çeşit bir bağı daha önce Berthe Georges-Gaulis ve Corinne Lütfü gibi Avrupalı kadınlarla tatmış, fakat Fikriye ile bunu yaşamamıştı. Latife, kendi soyundandı ve ötekilerin sade yüzeyde kalan davranışlarından daha çok kanını kaynatıyordu. Uyanık bir erkek kafasıyla çekici bir kadın vücudunu kendisinde birleştirmişti. Mustafa Kemal onu arzulamaya başlamıştı artık. Kendilerini çabucak bırakan ‘el altındaki’ kadınlara alışık olduğu için, Latife Hanım’a da açık bir istekte bulunmaktan çekinmedi.

Ancak Latife, Mustafa Kemal’e inatla karşı koydu. Onunla evlenmeyi kabul ederdi, metresi olmayı asla. Aydın kafalı, modern bir kadın olarak bu prensibi öne sürmekteydi. Oysa, bu da Mustafa Kemal’e hiç uygun düşmüyordu. Asker adamdı o; yapacak işleri vardı; bunları bitirmeden ne evlenebilir, ne de böyle bir şey isteyebilirdi. Doğulu erkek, böylece Batılı bir kadınla dengini bulmuştu. Mustafa Kemal, ilk olarak, istediği bir kadını elde edememişti. Şimdi aralarında bir kördüğüm vardı. Mustafa Kemal, ay sonunda İzmir’den Ankara’ya dönerken, düğüm hâlâ çözülmemişti.❞ (s. 388)


❝Gazi, yorgunluk bahanesiyle, daha çok içmeye başlamıştı. Latife Hanım da bunun önüne geçmek için birtakım hilelere başvurdu. Konya’da kaldıkları son gece, bir ajans muhabiri gelerek, Gazi’nin son nutku üzerindeki haberleri, bir kez de kendisiyle gözden geçirmek istemişti. Mustafa Kemal bunu beğendi, nutkun da mükemmel olmasıyla övündü, sonra Latife Hanım’a dönerek, ‘Söyleyin de şu çocuğa bir kadeh rakı getirsinler,’ dedi. Muhabir, Gazi’nin de bir kadeh içmek istediğini anlamıştı. Ancak Latife Hanım, bütün şişelerin bavullarla beraber trene gönderilmiş olduğunu söyledi. Mustafa Kemal birden kızarak bağırmaya başladı: ‘Misafirimiz gelmiş, ona bir kadeh rakı da mı vermeyeceksiniz?’ Latife Hanım baş eğmek zorunda kalarak içkilerin getirilmesini emretti.❞ (s. 433)


❝Durum, o sırada bir deprem geçirmiş olan Erzincan’a ve oradan da Erzurum’a yaptıkları bir gezi sırasında daha da kötüleşti. Gazi, burada şerefine verilen bir öğle yemeğine subay ve memurların eşleriyle birlikte gelmelerini istemişti. Bu tutucu şehirde, kadınlarla erkekler ilk olarak, bir sofrada birarada oturuyorlardı. Bu yüzden yemeğin, sembolik ve resmi bir havası vardı. Davetlilerin çoğunun huzursuz olduğu görünüyordu. Gazi, soğukluğu gidermek için, mevki komutanının, ev sahibesi durumunda olan güzel eşine kur yapmaya başladı. Karşısında oturan kadına iltifat ediyor, övgülü bakışlarla bakıyordu. Latife Hanım önce bundan hoşlanmadığını belli etti, sonra kendine hâkim olamayarak bağırdı: ‘Kemal, ayaklarına dikkat et. Bana kadar uzanıyor.’❞ (s. 492)


❝Çankaya gecelerinin kendine göre bir göreneği vardı ki, bu, kim gelirse gelsin değişmezdi. Her şeyde titiz olan Gazi, sofranın iyi kurulmuş olmasını ister ve çok kez oturmadan örtüyü, tabakları kendi eliyle düzeltirdi. Misafirler istedikleri yere otururlardı. Yalnız en önemli kişilerin belli yerleri vardı. Arkadan, içki gelirdi. Genellikle, rakı içilir; yanında, sindirime yardımcı olsun diye sakız leblebisi, ayrıca meze olarak barbunya pilakisi, zeytin, beyaz peynir bulunurdu. Ziyafet resmi değilse, bu içki faslı bazen bir saatten uzun sürer, asıl yemek sonra gelirdi. Ama, Gazi daha acıkmamışsa yemeği çoğu kez geri gönderirdi. Böylece, yemekler, gece yarısına doğru bir daha ısıtılıp gelince, tadı tuzu da pek kalmazdı. Gazi, yiyeceğe düşkün değildi, önüne ne konursa yer; en çok da, askerlikte alıştığı kuru fasulye ile pilavdan hoşlanırdı. Oysa bu, midesine dokunuyordu. Gündüzün çok az yer; ancak yumurtayı her zaman isterdi. Dünyada kendisine tek gerekli şeyin “bir dilim ekmek, bir de dostlarıyla yiyip içebilmek” olduğunu söylerdi.❞ (s. 541)

Lord Kinross. (1994). Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu (N. Sander, çev.). İstanbul: Altın Kitaplar.


Damar Arıkoğlu’nun Hâtıratına Göre (1961)

❝Musolini küstah bir adamdı. Atatürkün şahsında dahi dil uzatırdı. Atatürk de ona “Palyaço” derdi. “Türkleri bir düzine sarhoş idare ediyor” sözüne karşı: “Deliler, sarhoşlardan korkar” cevabını verirdi.❞ (s. 346)

Damar Arıkoğlu. (1961). Hâtıralarım. İstanbul: Tan Gazetesi ve Matbaası.


İpek Çalışlar’ın “Latife Hanım”ına Göre (2006)

❝Sarıkamış’ta Ordu Kumandanı Ali Sait Paşa’nın evinde Gazi’nin onuruna verilen resmî akşam yemeğindeydiler. Sofrada Erzurum valisi, Sarıkamış’taki ordu kumandanları, askerî ve mülkî davetliler vardı. Latife ile ordu kumandanının eşi Naciye de sofradaydı. Önce içildi, sonra da yemeğe geçildi. Mustafa Kemal Naciye Hanım’a iltifat ediyordu. Mustafa Kemal ile Latife bir gün önceden beri konuşmuyorlardı. Biraz da bu yüzden Mustafa Kemal sürekli Naciye Hanım’la konuşuyor, onun güzelliğini ve konuşmasını öven sözler söylüyordu. Bir garson makarna tabağını Mustafa Kemal’e uzattı. Latife birden yüksek sesle:

‘Kemal ayaklarına dikkat et. Bana kadar uzanıyor’ dedi.

Ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı. Mustafa Kemal izin isteyerek Latife’yle sofradan ayrıldı.❞ (s. 76-77)

İpek Çalışlar. (2006). Latife Hanım. İstanbul: Doğan Kitap.


Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke’nin “Teyzem Latife”sine Göre (2011)

❝Yenildikten sonra Talat Paşa Hükümeti istifa ettiğinde, Enver Paşa, Talat Paşaya yeni kurulacak hükümettin Harbiye Nazırlığı için Mustafa Kemal Paşa’mn adının Padişaha önerilmesini istiyor. Aralarındaki bu konuşmaya Hüseyin Cahit (Yalçın) bizzat tanık olmuş. Fakat Makbule Hanım’ın, ‘Ağabeyim İstanbul’da Enver Paşa yüzünden, onun entrikaları ve ona olan kızgınlığı yüzünden içkiye alıştı,’ dediğini de unutmamak gerekir.❞ (s. 88)


❝Mümkün olabildiği kadar iyi bir ortam yaratmaya çalışıyor ve Mustafa Kemal bundan çok memnun oluyor. Orada çok önemli iki olay oluyor: Birincisi, aslında herkes bilmez, Mustafa Kemal ilk kalp spazmını orada geçiriyor. Genellikle tarih kitaplarında ve büyük araştırmacıların kitaplarında pek yer almaz. Hemen şehirde bulunan Muammer Bey’in doktoru getirtiliyor. Bir gayrimüslim. İlk o zaman kahve, sigara ve içkinin kesilmesi, azaltılması gerektiğini söylüyorlar. Bunun üzerine Latife Hanım içkileri dolaba kaldırıyor, kilitliyor.❞ (s. 122)


❝Öyle ki, şöyle bir hikâyeden bahsederler: Pat, İsmet Paşa giriyor içeriye, akşam vakti. Mustafa Kemal biraz sıkılmış, belli. Evde içki de yok tabii. Dolayısıyla bir de bakıyor İsmet Paşa giriyor içeriye. ‘Ben de seni çağırtacaktım,’ diyor Mustafa Kemal. ‘Paşam bana haber geldi. Paşa çağırıyor, diye. Ben onun için geldim,’ diyor İsmet Paşa. ‘Nasıl olur. Ben çağırtmadım seni,’ diyor. Latife teyzem içeri girip diyor ki, ‘Ben çağırttım. İsteyeceğinizi düşündüm’. Karşı tarafın düşüncelerini çok iyi tahlil edebiliyor.❞ (s. 139-140)


❝Ölüm döşeğinde de Latife teyzemden istediği özel bir şey vardır; ‘Canın pahasına Mustafa’mın içkisine engel olacaksın’. Vasiyeti budur.❞ (s. 172)


❝Makbule Hanım bu sebepten dolayı Latife teyzemi çok severdi. Öz kızı olarak, İstanbul’da olması sebebiyle, kendisinin yapamadığını Latife teyzemin yapması karşısında büyük bir minnet ve şükran duyduğunu her zaman belirtmiştir. O yüzden boşanmadan sonra Ayaspaşa’daki konağa çok sık gelirdi.

Annesine iyi baktığı için mi?

Evet. Ayrıca kardeşini içkiden uzak tutmak istediği için de. Zira evlilik kurumunun zorluklarını yakinen bilen biri. Mustafa Mecdi Boysan’la evliydi biliyorsunuz. Gerçekten çok büyük muhabbetleri olmuştur.❞ (s. 181)


❝Dediğim gibi son anlarında, “Lütfiye [Zübeyde Hanım, Latife Hanım’a Lütfiye diye hitap edermiş], Mustafa’mın içkisine canın pahasına engel olacaksın,” demiş. Paşa’nın içkisi onun en çok üzüldüğü konulardan biriymiş. Zübeyde Hanım’ın ve sonra Makbule Hanım’ın da anlattığı gibi, Enver Paşa yüzünden, İstanbul’da kendisi Harbiye Nazırı olmayı beklerken, bu çelişkili durum sırasında Halep’e gönderileceği zaman çok içki içmeye başlıyor. Biliyorsunuz, Mustafa Kemal, Halep cephesine gönderiliyor. Tabii bu, aslında Vahdettin’in yaptığı bir şey; uzak kalsın, başına bir şey gelmesin, yıpranmasın diye gönderiyor. Ayrıca ondan Doğu Cephesi’nde ikinci bir Anafartalar zaferi bekliyor. Özellikle petrol bölgelerini tutmasını istiyor, ‘Ne pahasına olursa olsun tutacaksın, Paşa!’ diyor. Fakat orada kabakulak oluyor Mustafa Kemal. Kabakulak olduğu zaman da tabii çok büyük bir problem, yapacak bir şey de yok. Biliyorsunuz, belirgin bir yaşı geçmiş erkeklerde kabakulak çok tehlikeli bir hastalıktır. Çünkü öldürebilir, eğer öldürmezse de bir araz bırakır ki, bu da genellikle kısırlıktır. Böbreklerinde tekrar eden rahatsızlığıyla birleşince sonuç bu olmuştur.

Mustafa Kemal’in Haşan Rıza Soyak’a ve Hüsrev Gerede’ye birçok anekdotta, ‘Benim çocuğum olmaz,’ demesinin sebebi de odur. Halep’teyken o kadar hastadır ki, o kadar ölüm döşeğindedir ki, Zübeyde Hanım o hasta haliyle, o yorgun haliyle Abdürrahim Tuncak’ı da alıp Halep’e kadar gitmiştir. Bazı yazarlar, Abdürrahim Tuncak’ı Halep’ten dönüşünde Doğu’dan evlat edindiğini söylerler. Abdürrahim’in kendisinin anlattığına göre de aslında İstanbul’da 1911 yılında üç yaşındayken evlat edinilmiş. Oysa Zübeyde Hanım, Selanik’ten 1912 sonunda geldiğine göre bu evlat edinme İstanbul’da ancak 1912’de olabilir. Demek Mustafa Kemal Paşa, Abdürrahim’i, Zübeyde Hanım’ın İstanbul’a gelişinden önce evlat edinmiş oluyor bu durumda. Yani, annesini daha önceden tanıyor olması gerekir Abdürrahim’in. Her ne kadar Abdürrahim, babasının memur olarak gittiği Diyarbakır’da doğduğunu söylese de evlat edinme İstanbul’da gerçekleşmiş. Paşa 1907 de Selanik’te ordu merkezinde. Abdürrahim’in ailesinin onu Zübeyde Hanım’a emanet etmesi de ilginçtir. Yıl olarak Paşanın bir Selanik macerasının meyvası olma ihtimali çok yüksektir.

Tabii burada şu soru da sorulmalıdır; Zübeyde Hanım kendisi için bile çok zor olan Halep yolculuğuna neden Abdürrahim’i de götürmüş? O çocuğu (10 yaşında) neden İstanbul’da birilerinin yanına bırakmadı? Sonra Abdürrahim Tuncak’ı okuması için 2,5 sene Muammer Bey’in yanına bırakmıştır, boşanmaya kadar. Muammer Beylerin yanında kalmıştır eğitimi için. Abdürrahim, Paşanın çok önem verdiği bir çocuktur. Bizim bildiğimiz, Abdürrahim Tuncak, Paşa’nın oğludur. Zaten aralarındaki benzerlik yadsınamaz. Paşa bundan açıkça bahsetmemiş olsa da aile içinde, İstanbulda doğum sırasında ölen bir hanımdan olduğu konuşulur. Bir diğer ihtimal de Fikriye Hanımdan olma olasılığıdır. Kimin çocuğu olursa olsun, Paşa’nın evlat edineceği kadar yakını olan bir hanımdan olmuş olmasa evlat edinilmezdi elbette. Annesinin doğum esnasında ölmesi ile ilgili söylentiler de Paşa’nın doğan çocuğun sorumluluğunu üzerine almasını gerektirecek bir durum olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Bu da Mustafa Kemal’in böyle bir durumda ne kadar onurlu davrandığının bir göstergesidir. Makbule Hanım’a göre Abdürrahim, İstanbul Akaretlerdeki evde Paşa’nın odasında yatarmış. Tabii bunu sonraki dönemlerde bir ideoloji çerçevesinde ‘Bütün Türkiye Mustafa Kemal’in evladıydı, Atatürk’ün evladıydı,’ diyerek çeşitli nedenlerle saptırmışlardır ama özünde söylenen söz bellidir.❞ (s. 184-186)


❝Hanımlarınızla beraber bu sofraya geleceksiniz denildiği zaman bunu kabul etmemişlerdir. Mesela Nuri Conker eşsiz geldiğinde, Latife teyzem, ‘Gidin, gelmeyin,’ dediği zaman, ‘Siz beni buradan, kapıdan kovabilirsiniz ama ben pencereden, bacadan girerim,’ demiş. Karısını getirmenin ne zorluğu var. Bu zorluk şu; çünkü erkekler o kadar beraber olmaya alışmışlar ki, asker anılarından, eski mahalle anılarından konuşmaya alışmışlar. Birkaç kadehten sonra çok geniş (!) konuşmaya alışmışlar ve eşlerinin orada olmasını istemiyorlar. Eşleriyle beraber gelenler vardır, mesela Meclis başkanı Kazım Özalp Paşa, Ağaoğlu Ahmet Bey, Yakup Kadri Bey, bazıları bu sofraya hanımları ile beraber gelmiştir. Kılıç Ali’nin fırtınalı bir hayat yaşayıp dört defa, Salih Bey ve Nuri Conker’in ikişer defa evlendikleri de unutulmamalıdır.

Hanımlarla beraber yan yana bu sofralarda oturulması modern bir Türkiye’nin oluşması için çok önemli. Tepede başlar, aynen Abdülhamid’in dediği gibi, ‘Önce Yıldız’da görecekler, sonra kendileri uygulayacaklar’. Eğer Atatürk’ün yakın çevresi bile bunu kabul etmiyorsa siz bunu nasıl aşağıya indireceksiniz, medeni bir sosyal hayat uygulayacaksınız. Tabii ki bu bir problem teşkil etmiştir. Bunları söylemek gerekir ve bu sofralarda da bir noktadan sonra içki problem olmuştur.❞ (s. 238)


❝’Memlekete, devlete acımıyorlarsa kocamın sağlığına -arkadaşım diyorlar- acısınlar. Benim kocamın içki içmediği zaman yataktan bir kalkışı vardır; düşmana saldırmaya hazır kınından sıyrılmış bir kılıç gibidir. Bir de içki içtiği zaman kalkışı vardır. Gene nazlanmaz, kalkar yataktan ama ayağında prangalar var gibi kalkar,’ diyor.

..

Hep yanındalar, hiç yalnız bırakmıyorlar. Biz hiç yalnız kalamıyoruz, o saatten sonra o kadar içkiyle bize paylaşacak hiçbir şey kalmıyor.❞ (s. 244)


❝Bakın bu o kadar acı ki, neredeyse yargısız infaza giriyor. Bir gece Çankaya’ya konuklar gelmiş. Aslında çok içmeyen Şükrü Saraçoğlu geç gelip şampanya istiyor. Latife Hanım hatır için istemiştir diyor ve şampanya vermiyor. Paşa da, ‘A canım, beyefendinin şampanyasını versenize…’ diye çok sert çıkışıyor. Latife teyzem Şükrü Bey’e dönüp, kulağına, ‘Hep mi şampanya içerdiniz,’ diyor. Paşa bunu duyuyor. Saraçoğlu’nun bir saraçın oğlu olması sebebiyle karısının ayıp ettiğini düşünerek, ‘Hanımefendi, siz bu centilmenlerle bir mecliste oturmaya layık değilsiniz,’ demez mi? Latife Hanım alınıyor ve masayı terk ediyor. Bütün bu kavganın sebebi de Köşk’te gerçekten şampanyanın kalmamış olması. Hem normalde şampanya ya yemeğin başında ya da sonunda ikram edilir. Tabii ‘dîner au champagne’ denen, tüm yemek boyunca şampanya servis edilen mönüler de vardır. Ama o gün Köşk’te şampanya kalmadığı için mönü şampanyasız hazırlanmış. Sonuçta karı-koca içki yüzünden yok yere tartışmış oluyor ve Paşa gereksiz yere karısının kalbini kırıyor. Ne yazık ki bu dengeler kurulamadığı ve kimse bu dengelerin kurulmasına yardım etmeye yanaşmadığı için, adım adım kaçınılmaz sona doğru yaklaşılıyor.❞ (s. 250)


❝Olayın şöyle cereyan ettiği söylenir: Gittikleri yere çok geç varmışlar. Paşa zaten rahatsız ve yorgunmuş ve kesinlikle içki içmemesi gerekiyormuş. Bu sebeple Latife Hanım bir saat oturduktan sonra dinlenme sözü almış kendisinden. Ancak Paşa oturdukça oturmuş ve bir içki kadehi üçe dörde çıkmaya başlamış. Latife teyzem önce kalkması için uyarmış, ardından, ‘Kemal yeter artık, çok içtin,’ demiş. Kalkmayınca, Paşa’yı masada bırakıp yukarı çıkmış. Yatak odasında sinirle yürüyünce ayak sesleri duyulmuş. Hikâyenin tamamı budur.❞ (s. 251)


❝Ben size şunu sormak istiyorum. Saat gece 24.00den sonra ne konuşulabilir? Saat 20:00de yemeğe oturulduğunu varsayarsak; konuşuluyor, yemek yeniliyor, yemekte ağırlıklı olarak hoş sohbet konuşuluyor. Gece saat 22:00den 24:oo’e kadar da devlet meselelerinin konuşulduğunu düşünün. Çankaya sofralarının ilim, irfan sofraları olduğu söyleniyor. Gece 24.00den sonra konuşulacak ne bulunabilir, ne konuşulabilir, içki eşliğinde? Yorgun beyinler daha konuşacak ne bulabilir bu saatten sonra. Hangi dimağ gece 24:00den sonra açık ve verimli kalabilir. Bir sonraki gün, bu sofralara katılanların kimisi bakanlığa, kimisi meclise gidecek. Bu kişilerin gece 24:00den sonra ne konuşabileceklerinin düşünülmesi gerekir. Hatta bazılarının -Tevfik Rüştü Aras’ın mesela- uyuduğuna yönelik anekdotlar vardır: Öyle ki Süreyya Paşa hatıratında, ‘Paşa, uyumaları için bazılarına izin verirdi, bazılarına izin vermezdi,’ diye anlatır.❞ (s. 252)


❝Ama herkes Paşaya yaltaklanıyor. Herkes Paşa’yı pohpohluyor ve ondan sonra arkasından işleri hallediyorlar. Bunu da yapabilmelerinin en önemli sebebi içki.❞ (s. 253)


❝Bu sofralara birçok değişik insan gelirmiş. Anneannemin anlattığına göre; Mareşal Fevzi Çakmak, İsmet Paşa ile birlikte en çok saygıyı gören davetlilermiş. İsmet Paşa her zaman gelirmiş ama eşi Mevhibe Hanımefendi kutlamaların haricinde içkili gecelere katılmazmış. Gençler arasında Vasıf Çınar, Ruşen Eşref, Yakup Kadri, Ferit Tek en çok sevdikleriymiş. Yaveri Muzaffer Kılıç ve Şükrü Saraçoğlu’nu da özellikle severmiş. Necip Ali Küçüka’yı da çok beğenirmiş. Yazarlardan Çankaya sofrasına katılmasa da Ahmet Emin Yalman’ı, Yunus Nadi’yi beğenirmiş. Trabzon milletvekili, Paşa’nın yakın arkadaşı Hamdi Ülkümen ve eşi, Sitare ve Ahmet Ağaoğlu ile çocukları bu sofraların müdavimiymiş. Ancak çok önemli bir bilgiyi açıklamak kabilinden, Fevzi Paşa geldiği zaman sofrada içki içilmezmiş ve o geldiği zaman sofraya huzuru mutat zevat davet edilmezmiş. Hamdi Ülkümen’in anlattığına göre, bir zaman sonra huzuru mutat zevat olduğu zaman Latife Hanım da sofraya inmemeye başlamış. Ancak bir anlaşma yapmışlar ve haftada iki gece karı-koca yalnız baş başa kalıp yemek yiyecekler ve Paşa içki içmeyecekmiş. Bu hikâyeler elbette kutsal zevatın içki ile ilgili durumunu açıkça gözler önüne seren örneklerdir. Tabii Nuri Conker, Paşa’nın çocukluk arkadaşı olarak tüm problemlere rağmen genellikle orada olurmuş. Paşa onunla şakalaşmayı çok severmiş.❞ (s. 279)


❝Yine anneannemin anlattığına göre, çok ilginç, insanı hipnotize eden metalik tınılı hafif ince bir sesi varmış. Osmanlıcayı ve Türkçeyi sanki şarkı söyler gibi çok güzel konuşurmuş. Özellikle Rumeli ağzıyla konuşunca dinleyenler çok keyif alırmış. Şarkılara çok güzel eşlik eder, neredeyse nota kaçırmazmış. Anneannem, ‘Paşa içki içerdi, içerdi amma etrafındakilerden sıkıldığı için içerdi,’ diye anlatırdı. Zira etrafındakilerin beş, altı cümle sonra bile ne söyleyeceğini tahmin ettiği için sıkılır ve içkiyle oyalarmış kendini. Yine anneannemin anlattığına göre; aşırı içmediği zaman onunla beraber aynı mecliste olmak büyük bir zevk ve mutluluk kaynağıydı: “Çok bilgili olduğu için okul gibiydi, bu sebeple Latife ile fikir tartışması yapmaktan çok zevk alırdı. Bazen biz de dinlediğimizde bu tartışmaları başka dünyalara giderdik. Bize hep, ‘Fikirlerin çatışmasından barika-i hakikat (hakikat şimşeği çakar) doğar,’ derdi. Onun için de herkese sorar, herkesi dinler sonra kararını verirdi,” diye anlatırdı.❞ (s. 282)


❝O huzuru mutat zevattaki bazı kişiler olmamış olsa evlilik uzardı. ‘Efendim Mustafa Kemal, Latife Hanım yüzünden daha çok içti. Çünkü onun o hırçınlığından ve kıskançlığından dolayı Mustafa Kemal kendini daha çok içkiye verdi. Latife Hanımdan ayrılınca düzeni bozuldu, daha çok içti,’ diye kendini savunurlar. Hâlbuki onlar bu ilişkiye çomak sokmasalardı, o zaman Latife Hanım ile Mustafa Kemal’in ilişkisi devam ederdi ve daha sağlıklı olurdu. Bir kere Latife Hanım, Paşa’nın içkisini kesecekti. Kestiği zaman da en büyük problem ortadan kalkacaktı. Fahrettin Altay kitabında, Paşa’nın kendi durumunu anlatırken, ‘Afet bazı hallerime çok üzülür, ama bir şey söylemez,’ dediğini aktarır. Paşa’nın içkisinin sebebi Latife Hanım olsaydı, o zaman manevi kızı Afet İnan’ın teskin edici varlığıyla içki sorununun ortadan kalkması gerekirdi. Fakat kalkmadı, aksine artarak devam etti.❞ (s. 403)


❝Böyle bir problem var. Bu problemi Latife teyzem engellemeye çalıştıkça, ötekiler ona kinleniyor, hırslanıyorlar çünkü arkasından at koşturamayacaklardı. Böyle çok olay olmuştur. Yoksa 1932 yılında İsmet Paşa der miydi, ‘Devlet meseleleri içki sofrasında, rakı sofrasında konuşulmaz,’ diye. Bu kavganın sebebi İngilizlerin vereceği dizbağı nişanı sebebiyledir. Mustafa Kemal, “İngiliz halkı beni sever, başvekil Lloyd George’u bile düşürdüler benim için,” deyince, İsmet Paşa haklı olarak, ‘Sizi sevdikleri için değil, savaşla ilgili politikalarını beğenmedikleri için onu düşürdüler,’ demek zorunda kalmış. Çankaya sofralarında yazılan kâğıtlarla bakanlıklarda iş takibi yapan bazı kişilerden yakınmıştır.❞ (s. 404-405)


❝Burada ilginç bir hikâyeyi de nakletmeden geçemeyeceğim. Aile içinde, boşanmadan sonra Çankaya’da bir dansözün kaldığına dair bazı anlatılar vardı. Fahrettin Altay boşanmadan sonraki Ankara gecelerini anlatırken kendisi, Afet Hanım, diğer manevi kızların mürebbiyesi Madam Bawer ve Paşa hep beraber Fresco Lokantası’na (bazılarına göre gazinosu) gittiklerini aktarır. İlginçtir bu Fresco Lokantası’nın bir ortağı da yaver Salih Bey’dir. Cumhurbaşkanının yaverinin ve makamının ağırlığının nasıl ayaklar altına alındığına dair etkili bir örnek bu. Hatta İsmail Hakkı Tekçe’nin aktardığına göre, Paşa sonradan bu durumu öğrenince çok kızmış ve hisselerini satmasını emrederek, zorla sattırmıştır. Fahrettin Altay, gecenin ilerleyen saatlerinde Refet Süreyya adlı bir dansçı hanımın soyunarak dans ettiğini ve bunun Ankara için bir yenilik olduğunu söyler. Yine Fahrettin Altay kitabında bu hanımın Çankaya’da kaldığını, sofralara katıldığını ve bu sofralarda dans sanatını (!) icra eylediğini ekler. Fahrettin Altay Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın çok yakın arkadaşı olduğu da unutulmamalıdır. Yani Paşa’ya kötülük olsun diye bu hikâyeleri uyduracak biri değil. Olan biteni anlatmıştır. Zaten 1991 yılına ait Aktüel dergisinde ve 27 Eylül 2007 tarihli Takvim gazetesinde bu dansçı hanımın kendi ağzından hayatı anlatılmaktadır. Bu anılarda Paşa ile 1926’dan 1927’ye kadar sevgili olduğunu ve Çankaya’da kaldığını söylemiş. Kendisinin talebe olduğunu, tanıştıktan sonra gece araba göndererek kendisini aldırdığını anlatmış. Afet Hanım’ın kendisini çok kıskandığını belirten bu hanım, İzmir Suikastı teşebbüsü ile ilgili olarak da davayı anlatmış ve ‘Paşa’yı terk ederek Avrupa’ya geri kaçtığını,’ söylemiş. Latife Hanım için ise, ‘Zavallı kadına çok çektirmişler. Beni de çok kıskandılar, üzdüler,’ demiş. Bu elbette kendi tecrübelerinden Paşa’nın etrafındaki avene için vardığı karardır. Paşa’nın arkadaşlarının (Latife Hanım döneminin aksine…) sofrada devamlı kavga ettiklerini ve içki, sigara içtiklerini de belirtmiş.

Bu dönemde Afet Hanım’ın Lozan’a gönderilmesi, Madam Bawer’in kovulması gibi olaylar, Paşa’nın Çankaya’da bu striptizciyle aşk yaşadığına dair iddiasını destekler niteliktedir. Ancak Paşa’nın etrafındakilerin, Latife Hanım’dan sonra Paşa’nın özel hayatına ve Cumhurbaşkanlığı makamının ağırlığına ne şekilde katkıda (!) bulunduklarının da çok acı bir kanıtıdır. Bu negatif etkilere bir örnek de yine Fahrettin Altay Paşa’nın, ‘Yakışıklı bir delikanlı olan garson Saib kadın elbiseleri giyerek ortaya çıkarak çeşitli numaralar yaptığını, eski orta oyunlarında erkeklerin yaptığı zenne rolünün güya modernleştirilmiş hali gibiydi,’ diyerek anlattığı Çankaya eğlenceleridir. ‘Köşkte zenne’ doğrusu ne kadar yakışık alır, herhâlde çok tartışma götürür bir konudur.❞ (s. 405-406)


❝Bakın şöyle izah edeyim: Latife Hanım 1923’te yabancı gazetecilere diyor ki, ‘Ben kocamın biyografisini hazırlıyorum’. Herkes merak ediyor, nerede bu Atatürk’ün biyografisi, diye. Kâğıtlarının arasından çıktı mı, çıkmadı mı diye? Günümüzde bile bu merak ediliyor. Fakat Niyazi Ahmet Banoğlu’na, ‘Araştırdım ve sonra karar verdim; o kadar büyük ki onun biyografisi yazılamaz,’ demiş. Kâğıtlarının arasında da böyle bir şey çıkmadı neticede. Fakat 1932’de Armstrong, Türk efsanelerinde adı geçen kurda atfen ‘Gri Kurt’ kitabını çıkartıyor. Bugün ‘Bozkurt’ diye Türkçeye tercüme edilen kitap. Bu huzuru mutat zevatın içindeki bazı kişiler, bu kitaptaki bazı bölümlerin Latife teyzem tarafından yazıldığını ileri sürüyor. O da biyografi yazacaktı ya, diyorlar ki buradaki ifadeler Latife Hanım’a ait. Mustafa Kemal, bu kitapla ilgili olarak, ‘Böyle bir kitap varmış, getirin,’ diyor. Kitap getiriliyor ve tercümesi hemen sofrada yapılıyor. Paşa içkisi ile ilgili, ‘Az bile söylemiş. Bu kitabi ithal edin, millet görsün sefamızı. Eksiği varsa biz tamamlayalım. Padişahlar gizli gizli yapardı, biz açık açık yapıyoruz,’ diyor. Paşa’nın bu kitaptan haberdar olmasının sebebi, zaten Latife teyzemin bu kitabın çevirisini yapıp özel olarak Paşa’ya göndermiş olmasıdır. Kitabı götüren de Süreyya Paşanın kardeşi Şükrü Paşa’nın damadı, yani Rıza Nur’un kayınbiraderi, Turing’in ilk kurucusu olan Reşit Saffet Atabinen’dir. Turing o zaman çok önemli bir grup. Bugünkü Turizm ve Tanıtım Fonu gibi çalışan bir kurum. Tabii Reşit Saffet Bey, Osmanlı zamanında önde gelen diplomatlardan ve Ankara hükümetlerinde birkaç kez de bakanlık yapıyor. Fakat Mustafa Kemal Paşa ile çok eskilerden, 1910’lardan beri tanışıyorlar ve çok iyi dostlar. Aynı zamanda Lozan heyetine de dâhil olmuş biri. Hatta Atatürk’ün doğum gününün sembolik olarak 19 Mayıs’ta kutlanmasının kabul edilmesini öneren kişidir.

Latife teyzem 1930 yılında Londra’dan, Armstrong’un yayıncısından bir mektup alıyor. Dolayısıyla o tarihte böyle bir kitap yazılacağını biliyor. Latife Hanım Londra’ya gidiyor, yayıncıyla görüşüyor ama herhangi bir bilgi vermiyor. Londra’da hem Halide Hanım hem Rauf Bey ile buluşuyor ve Armstrong’un kitabının çevirisini yapıyor. Oysa diğerleri Paşa’ya diyor ki, ‘Tercümeyi yapmış, size göndermiş, size hakaret ediyor. Üstelik de bu kitabı kendisi yazmıştır. Tercüme değildir, Armstrong’a bütün bilgileri o vermiştir,’ diyorlar. Paşa’da bunun üzerine çok üzülüyor.

Daha sonra Akşam Gazetesi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın Armstong’a Cevabı, olarak tefrika halinde bir cevabi tekzip metni yayınlanıyor. Necmettin Sadak’ın ifadesiyle Paşa’nın kendisine birebir dikte ettiği bir cevaptır bu. Aslında genelde dörtte üçünün Paşa tarafından dikte ettirildiği üzerinde bir görüş birliği vardır.
Burada Armstrong’un doğru yazmadığı, Latife Hanım ile Mustafa Kemal arasında hiç aşk olmadığı, sadece Paşa’nın İzmir yangını sonrası şefkat hissiyle evlenme teklif ettiği ve Latife Hanım’ın o çok övündüğü eğitimiyle ilgili hiçbir diploma gösteremediği ileri sürülüyor. Oysa “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nda Halide Edib’in anlattığı gibi, hiç kimse sadece şefkat beslediği için bir başkasıyla evlenmez. Uşşakizadeler de bu mülklerin yanması ile tamamen mahvolmuş, yıkıma uğramış değil. Hâlâ ülkenin en zengini ve üç kızına milyon liralık çeyiz verebilecek güce sahip bir aile. Beyaz Köşk karargâh olunca askerlere korumalara, maiyete, gelen temsilci ve gazetecilere ziyaretçilere, kazan kazan yemek çıkartabilmişler. Yani şefkat hissi ancak sevgi ve saygının aşkla birleşmesi sonucu oluşabilecek yoğun bir beğenme ve sahip olma duygusunun yan sonucu olan doğal bir his olabilir ancak. Ayrıca Samet Ağaoğlu’nun anılarında da belirttiği gibi, Latife Hanım üniversite diplomasının olmadığını saklayan biri değil.

Bütün bunlar Latife teyzemin canını çok acıtıyor, ama asıl vahim olan kendisini savunamayacak Fikriye Hanım için söylenenlerdir. Bu cevabi yazıda Fikriye Hanım’ın Milli Mücadele sırasında Ankara’ya kendisinin gelmediği, Paşa’nın onu aldırttığı, zaten hastalıklı olduğu söyleniyor. Ankara’dan gönderilme sebebinin ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın anasına hakaret etmek’ olduğu, buna rağmen Paşa’nın ona bol para verdiği ve Avrupalara gönderdiği anlatılıyor. Fikriye Hanım’dan yardıma muhtaç, önemsiz ve uzak bir akraba olarak bahsediliyor. Eğer bu doğruysa, Fikriye Hanım, ‘Atatürk Fikriye ile evlenseydi daha iyi olurdu’ tezindeki karaktere hiç uymuyor. Ama eğer Fikriye Hanım ile ilgili bu söylenenler yanlışsa o zaman Atatürk’ün dikte ettiği iddia edilen bu metin ne kadar doğru. Zira Latife teyzem kendisiyle ilgili ifadelere o kadar kızıyor ki, bu metni tekzip etmek için Akşam Gazetesi’ne mektup gönderiyor ancak yayınlanmıyor. Yayınlanmayınca, Başvekil İsmet Paşa’ya mektup gönderiyor.❞ (s. 431-434)

Fatih Bayhan & Mehmet Sadık Öke. (2011). Teyzem Latife: Atatürk’le Geçen Bir Ömrün Saklı Kalmış Hikâyesi (3. baskı). İstanbul: Pegasus Yayınları.


Neyyire Özkan’ın Rafet Süreya İris Worley ile Röportajına Göre (2002)

❝Ankara’ya gittim. Gazi dışarı çıkmış, Meclis-i Mebusan’a gidiyor. Ben de otelden, talebelerle geldim. Maarif vekiliyle görüşeceğim. Birden Gazi’yi gördüğüm gibi yanma; Gazi de şaşırdı. Resim var yanımda. Bizim beraber resmimiz var.

..

İşte bakınız, bu ben, bana fotoğrafını imzalıyor.

..

Gazi, nerdedir bu, demiş. Demişler ki, bu talebedir. Ankara’da, otelde bekliyor. Gece, otomobilini yolladı. Şoförle beni davet etti. Öylelikle işte. Artık beni koyvermedi, bitti.

..

Çok sevdi ama kıskananlar, karışanlar çok oldu. Masada, yemekte oturuyoruz. Dolu geliyorlar hep. Askerler de var. Birlikte masada oturuyoruz. Kimisi diyor ki, amaan evlenme sen bununla.

Ben Avrupa’da yetiştiğim için öyle evlenme düşüncelerim yoktu. Çünkü Avrupa’da derler ki, aaa Türkler çok karı alır. Ben de derdim ki, Alman kadınları da çok koca alır! (esprisine kendi de gülüyor). Ben 22-23 yaşında bir şeydim. Latife Hanım’dan da uzaktı. Bizimki 926’dan, 927’ye kadar sürdü.

Ben düşünmezdim ama etrafındakiler düşünüyor, söylüyorlar. Sakın evlenme, falan. Çünkü Latife Hanım’la da bozulmuştu ya. O zavallı kadın çok çekti, ben yoktum o zamanlar.

Beni çok sevdi, çok kıskandılar, düşman oldular. Bir tanesi Afet’ti. Talebeler çoktu o zaman. İsviçre’ye gidip lisan öğreneceklerdi. Bizi gönder, diye. Afet beni tabii dehşetli kıskanıyor. Mesele orda başladı. Ordaymış, ancak bir ay evvel onunla da yatıp, kalkmış. Beni gördüğünde bıraktı. Gayet tabii ki o kız dehşetli kıskandı. Genç bir kadın. Ağlamış, sızlamış. Duyduğum vakit acıdım. Çünkü benden evveldi. Gayet tabiidir ki, kıskanıyor değil mi ya? Kabahat kimde? Gazi’de. Çünkü ikimizi…

Bir tanesi çok çirkindi, ama akıllı kızdı. Tayyareci, tayyare ile uğraşan.

..

Atatürk, maalesef çok içerdi. Sabaha kadar, sabah dördüne kadar içki içerdi, gelen arkadaşları durmadan masada kavga ederlerdi. Yalnız bir sefer yanımda bu, seni öldürür dediler. Benmişim öldürecek olan! Dediklerinde, kalktı, benim el çantam vardı; çantamın içine bakıyor, sakın beni öldürme, bende revolver var, dediğinde benim için bitmişti. Başladım ağlamaya dehşet ağlamaya. Ondan son da ne yapacağımı bilemedim.

Gönder beni Avrupa’ya, ben gitmek istiyorum, burada durmak istemiyorum, diye kalktım. Birden, gece saat dörtte yatmışız, sabahleyin telefon geliyor; Süreya Hanım, mahkemeye. Ne mahkemesi, ne diye? Niçin? Kalktım, giyindim. Arabasını hazırladılar. Şoförü geldi önümüzden, beni zaptiye vekaletine götürdüler. İki kişi demiş ki o yabancıdır, Almanya’dan geldi, belki Gazi’yi öldürür. Öyle şey söylenir mi? Ankara’da oldu bunların hepsi. Böyle olunca, istemem ben dedim, kalmam burada. Ondan sonra beni yandaki yatak odasına götürdü. Ağlıyorum. Sonra birisini yanına aldı. Beni illaki göndersin dedim. İsmet Paşa beni çok barıştırmak istedi. Çok yardım etti. Ama bir defa ben Avrupa’da yetiştiğim için öyle alaturka şeylere alışamıyorum. Sen beni öldürürsün, dediği an bana çok ağır geldi.

..

Güzel vakitler var ama o da akşamları ancak.

Çok dans ederdi. İki orkestra vardı, biri Türk. Durmadan, yemek odasında durmadan onlara çaldırırdı. Evde. Baloya giderdik. Benimle dans ederdi. Tangooo, vaaals…

..

O, onu bilmezdi. O ancak yatakta, (kahkaha atıyor) O yataktan başka bir şey bilmezdi ki… Zaten aklıma bir dert de gelmezdi ki ona anlatayım. Yalnız, bana bağırdı mı çok kızardım.

..

Bir vakitte, müdire haber verdi. Çabuk Süreya gelsin diye Bekir Çavuş’u yollamış. Araba gelmiş. Dedim ki, burada yokum. Gençlik işte, oradan (İzmir’den) Fransız vapuruna bindim. Paris’e gittim. Çünkü, çok çapkındı.

Ben Avrupa’da yetiştiğim için böyle şeylere alışkın değilim. Olmuyordu. İşte böyle Paris’e gittim. Sefarethaneye haber yollamış, Süreya dönsün diye. Ben ‘Dönmem, üniversiteye gideceğim’ dedim.❞ (Özkan, 2002; akt., Sabah, 2013)

Sabah. (2013, 10 Ekim). Atatürk’ün meçhul sevgilisi, 24 Haziran 2021 tarihinde https://www.sabah.com.tr adresinden edinilmiştir.


Rıfat N. Bali’nin Derleme Çalışmasına Göre (2010)

❝1933 yılında Dâru’l-fünûn’un geçici olarak kapatılıp daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldüğü sırada Türkiye’ye gelen Alman-Yahudi bilimadamlarından biri de fizikçi Arthur Robert von Rippel (1898-2003) ve ailesiydi. Von Rippel anılarında şu ilginç satırları yazar: İki gece sonra, biz, ecnebî profesörler için Gazi’nin Dolmabahçe Sarayı’nda vermiş olduğu büyük bir şenliği kasten kaçırdık. Bunu garip bir sebepten ötürü yaptık. Gazi’nin pek hoşlandığı herhangi bir hanımla halvete çekilme ve onu kânûnî kocasına iâde etmeden evvel birkaç gün kadar alıkoyma huyu vardı. Bu riske atmayı istemedimdi.❞ (s. 50).

Rifat N. Bali. (2010). New Documents on Ataturk. Istanbul: The Isis Press


Rıfat N. Bali’nin Çalışmasına Göre (2014)

❝Atatürk bir gün sormuş doktora “sen içki içer misin?”, “Hayır içmem”, “Kadınlara filan gider misin?”, “Yok gitmem”. “O zaman niye yaşıyorsun?” [diye] Atatürk sormuştu ona.❞ (s. 72).

Rıfat N. Bali. (2014). Saray’ın ve Cumhuriyet’in Dişçibaşısı Sami Günzberg (2. Baskı). İstanbul: Libra Kitap.


Mîna Urgan’ın Hâtıratına Göre (2013)

❝Derken orkestra bir vals çaldı. ‘Gel, seninle dans edelim’ dedi. Benim vals filan bildiğim yok. Bana öğretmek için, biraz çaba gösterdi; ama gene de beceremiyordum. ‘Sen bu işi yapamayacaksın’ diyeceğine, ‘ben senin için fazla ihtiyar bir kavalyeyim. Yaşına uygun genç bir kavalye bulalım sana’ dedi. Çevresini gözden geçirdi; on dört on beş yaşlarında bir oğlan buldu. Hızla boy attığı için pantolon paçalarıyla ceket kolları kısa kalmış, sivilceler içinde, en nankör yaştaydı zavallı oğlan. Ona dans etmesini bilmediğimi söyleyip, Mustafa Kemal’in peşinden büfeye gittim. ‘Oğlanı pek beğenmedin galiba’ dedi ve bana bir kadeh şampanya verdi. İlk alkollü içkimi Mustafa Kemal’in elinden içtim böylece. Şampanya hoşuma gitmişti. Büfenin arkasındaki garsondan tam ikinci kadehi istiyordum ki, annemle üvey babam tepeme dikildi. Vaktin geç olduğunu, uyumam gerektiğini söyleyerek, beni oradan aldılar. Ankara Palas’ın kapıcılarından birine teslim edip, bir otomobile bindirdiler. Ama ben götürülmeden önce, Mustafa Kemal o güzel elini kaldırmış, ‘seni Çankaya’da beklerim, unutma’ demişti.❞ (s. 191-192)

Ülkü Adatepe: “Gazi Orman Çiftliğinde, Bira Fabrikasında, bana bira içirirken kucağında.”

❝Örneğin Mustafa Kemal, bir yolunu bulup, gece yarısı Dolmabahçe Sarayı’ndan kaçmış. Onu herbir yerde aramışlar, İstanbul’un altını üstüne getirmişler. Sabaha doğru, Sarıyer’de bir balıkçı meyhanesinde bulmuşlar. Rum balıkçılarla rakı içiyor, sirtaki oynuyor, onlarla birlikte çok sevdiği thalassa türküsünü söylüyormuş.❞ (s. 195)


❝Sofradayken, konuklardan biri, Hasan Efendi adında Ankara yerlisi varlıklı bir tüccarı gammazlamış. Bu adamın, ‘Gazi Paşanın padişahtan ne farkı var ki? Onu aramızda görüyor muyuz hiç?’ dediğini söylemiş. Mustafa Kemal, ilkin oralarda değilmiş gibi davranmış. Bir saat sonra, ‘o Hasan Efendi ne demişti?’ diye sormuş. Jurnalcı da adamın dediğini tekrarlamış. Mustafa Kemal gene bunun üstünde durmamış, başka şeylerden konuşmuş. Bir saat sonra, ‘demek Hasan Efendi öyle dedi. Hadi, ona gidiyoruz’ diyerek ayağa kalkmış. Çankaya’daki yemek odasının kapısına yakın bir paravan varmış. Şefika, tatsız bir durum olabileceği korkusuyla kaçmak istemiş; usulcacık o paravana doğru yönelmiş. Mustafa Kemal bunun farkına varmış. ‘Yok, hanımefendi, siz de gelmelisiniz’ demiş. Üç arabaya doluşmuşlar. Bizimki (annem hep “bizimki” derdi Mustafa Kemal’e) suskun ve asık suratlıymış yol boyunca. Adamın kapısına gelip, çıngırağın ipini çeker çekmez yüz ifadesi dakikasında değişivermiş. Şefika’nın deyişiyle ‘tepeden tırnağa safi charme [cazibe, albeni, efsun, zarafet, fr.]’ kesilmiş, bambaşka bir adama dönüşmüş. Kapıyı açınca gözleriyle gördüğüne inanamayan gecelik entarili ev sahibine, tatlı tatlı gülümseyerek şöyle demiş: ‘Benim padişah gibi olduğumu, aranızda görünmediğimi söylemişsin Hasan Efendi. Yanıldığını göstermek için, çok münasebetsiz bir saatte, sabahın üçünde, arkadaşlarımı da alıp sana geldim işte’. Sonra da, karşı konulmaz karizmasından yararlanarak, ev halkının ağzından girmiş burnundan çıkmış. Hasan Efendinin yaşlı kayınvaldesinin elini öpüp alnına koymuş; çocuklarını uyandırıp omuzlarında taşımış. Sabahın dördüne doğru, yeni bir rakı sofrası kurulmuş; güneş doğuncaya kadar orada kalmışlar. Bu ziyaretten sonra da Hasan Efendi yüzde yüz Mustafa Kemal’den yana olmuş.❞ (s. 195-196)


❝Anneme bakılacak olursa, Mustafa Kemal, kişisel yaşamında yalnız ve mutsuz bir insandı. Yakın çevresinin içtenliğine de tam bir güven duyamıyordu. Annem, son yıllarında küçük Ülkü’ye bağlanmasını çok anlamlı bulurdu bu açıdan. Çünkü beş yaşında bir çocuğun ona dalkavukluk etmesi söz konusu olamazdı. Onun sevgisine güvenebilirdi hiç olmazsa. Mustafa Kemal çok küçükken yatılı askeri okula verilmiş, anne sevgisinden yoksun kalmıştı. Âfet Hanım dışında, hiçbir kadınla uzun süren mutlu bir ilişki kuramamıştı. Evliliğinin bir fiyaskoyla
sonuçlanması, kendi kabahatinden çok Latife Hanımın kabahatiydi anneme göre. Avrupa uygarlığına dönük, yabancı diller bilen bir kızla evlenmek istemişti. Gerçi Latife Hanım yabancı diller biliyormuş ama, davranışları hiç de uygar değilmiş anneme bakılacak olursa. Aklın alamayacağı kadar kıskanç ve hırçınmış. Değil Mustafa Kemal gibi birinin, en sıradan bir erkeğin bile tahammül edemeyeceği kıskançlık sahneleri yapar, herkesin önünde hırçınlığını gözler önüne serermiş. Örneğin odaya dalıp, ‘Kemal, gene mi içiyorsun?’ ya da ‘Kemal, gene mi poker oynuyorsun?’ diye bağırırmış.❞ (s. 199-200)

Mîna Urgan. (2013). Bir Dinozorun Anıları (e-kitap). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.


İsmet İnönü’nün Hâtıratına Göre (1987)

❝Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu âdet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeğe başladı. Sıhhatında ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.❞ (c. 2, s. 321)

Sabahattin Selek. (1987). İsmet İnönü Hatıralar (cilt 2). İstanbul: Bilgi Yayınevi.


Safiye Ayla’nın Hâtıratına Göre (1998)

❝Ertesi akşam Çankaya Köşkü’ne çağrıldık. Edebiyat ve şiir yüklü çok renkli bir gece geçirdik. O gece Çankaya’da kaldım.

On yedi yaşımdaydım. Gördüklerime yaşadıklarıma inanamıyordum. Tüm dünyada efsaneleşmiş bir çağ ünlüsüyle iki gece birlikte olmuştum. Beni ürküten, korkutan, kıskandıran bu anılarımı kalbime gömüp İstanbul’a döndüm.

Ankara’da bir düş cümbüşünden geçip İstanbul’a geldikten sonra Çankaya gecelerini unutamıyordum. Sanki o kadar mutluluğu ben yaşamamıştım da hatırladıklarım hayaldi. O’nunla olduğum gece, İstanbul’a gelince beni arayacağını söylemiş, ben, aklım kabul etmediği için inanamamıştım. O büyük insanda bir iz bırakıp bırakamamış olmanın endişesini yaşıyordum.

Oysa, hepsinde olduğu gibi bu sözünde de duracak, saat sabahın üçü ya da dördü de olsa bir şey fark etmeyecekti.

“Safiye’yi getirin” dediği zaman İstanbul polisi pervane olur beni arar, ben de nefes nefese soluğu huzurda alırdım. Bu gidişlerde bize Selahattin Pınar da katılırdı.

Benim kaçma huyum yüzünden bu çağrılışlarda İstanbul polisi çok zor durumda kalırdı. Onun için Emniyet Müdürü bana sık sık, “Safiye Hanım, sizi bulmak için çok uğraşıyoruz. Reisicumhur Hazretleri burada olduğu zaman nerede bulunduğunuzu bize bildirin n’olur” diye yalvarırdı.

Bir yaz sabahı müdür kapımı çaldı. Atatürk İstanbul’a hareket etmiş, “Safiye köşke gelsin” demiş. Polis Müdürü “Sizi köşkten gelip alacaklar. Aman nereye gidecekseniz haber verin, ya da mümkünse evden çıkmayın” diye sıkı sıkı tembihledi, çıktı gitti.

Mutluluk gene kapımı çalmıştı. Demek ki sesimle, varlığımla O’nda bir şeyler bırakabilmiştim. O gün akşamı sabırsızlıkla bekledim. İstanbul alacakaranlığa bürünürken bir yaver beni evden aldı, Florya Köşkü’ne götürdü. Atatürk sofradaydı. Nubar’la Selahattin Pınar benden önce gelmişlerdi. Atatürk beni görünce konuşmasını kesti. Bu davranışı O’nun nadir iltifatlarından biriydi. Bir şey anlatırken içeriye kim girerse girsin, çoğu zaman sözünü kesmezdi. Beni yanına oturttu, biraz sonra da şarkı söylememi istedi.❞ (s. 25-28).

Nalân Seçkin. (1998). Musalladan Şöhrete Safiye Ayla. İstanbul: Bilgi Yayınevi.


Enver Behnan Şapolyo’nun Aktardığına Göre (1958)

❝Çelebi siyah bir kupa arabasiyle gelmişti. Atatürk ve Cemalettin Çelebi bu araba ile Hacı Bektaş’a geldiler. Çelebinin konağına geldikten sonra selâmlığa girdiler. Biraz istirahatten sonra Çelebinin oğlu Hamdullah Efendinin dairesine gittiler. Bu dairenin muhteşem salonunda bir sofra kurulmuş, burada bir âyinicem başlamıştı. Sofrada adaklar-bâkireler sâkilik ediyorlardı. Bunlar Çelebiye kendilerini adak etmiş, gayet güzel bâkire kızlardı. Âyinicem başladığı zaman Cemalettin Efendi başındaki yeşil sarığı çıkararak bir rahleye koymuştur. Atatürk:

-Çelebi Efendi içmez misiniz?

-İçmiyorum. Fakat sizin şerefinize zehir de olsa içerim!

Diyerek bir kadeh içti. Bu gece salonda yenilip içildikten sonra, Mustafa Kemali harem dairesinde misafir ettiler.❞ (s. 355)

Enver Behnan Şapolyo. (1958). Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi (3. Baskı). İstanbul: Rafet Zaimler Yayınevi.


Hüsrev Gerede’nin Hâtıratına Göre (2003)

❝Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın anlattığına göre Atatürk, bir akşam Çankaya’daki eski köşkünde adamakıllı içtikten sonra sabaha karşı yanındakilere “Haydi gezmeye çıkalım.” demiş. Otomobillerle yola koyulmuşlar. Mudurnu Savunması kahramanı Çolak İbrahim’in o bölgedeki köşküne yaklaştıklarında Gazi, Âfet Hanımı geri gönderip yanında yalnız emir subayı Rüsuhi Beyle Vali Nevzat Tandoğan’ı alıkoymuş. Biraz sonra onlara “Hadi şu Çolağa bir baskın yapalım.” demiş.

Atatürk’ün emri üzerine Nevzat Tandoğan ses seda çıkmayan, herkesin uyuduğu anlaşılan köşke pencereden girerek yavaşça kapıları açmış. Gazi önde, öbürleri arkada içeri girmişler. Gürültüyü duyanların birer birer kapıları açılmış. Her birinin yanında da birer kadın varmış. Çolak İbrahim yarı çıplak bir durumda fırlayıp karşısında Atatürk’ü görünce kendisini toparlayıp saygılı bir biçimde ve soğukkanlılığını koruyarak “Ne emir buyururdunuz Paşam?” diye sormuş. Çolak İbrahim’in yanında aynı durumda çok genç ve güzel bir kız varmış. Atatürk kıza öğütler vermiş, daha sonra onu birisiyle evlendirerek kötü yola düşmekten kurtarmış.❞ (s. 243-244).

❝MANEVİ ÇOCUKLARI

Afet, Nebile, Rukiye, Sabiha, Zehra adlarındaki bu beş genç kızın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne alınmalarından çok önce, eski Dışişleri memurlarından Yenişehirli Deli Fahrettin Hayri’nin teyzesinin kızı Fikriye adında genç bir kadın vardı. Eski köşkte gördüğüm bu kadının Gazi’nin hizmetinde bulunduğunu o zaman söylemişlerdi. Akrabası Deli Fahri de Fikriye’nin bu hizmeti yapmasından şikayet eder dururdu.

Deli Fahrettin’in, Dr. Refik Saydam’dan duyduğum bir de şantaj öyküsü vardır. Saydam’ın anlattığına göre Deli Fahri çapkınlığı ile tanınırmış. Bursa’da genç bir öğrenci kızı baştan çıkarmış ve hamile bırakmış.

Genç kız, Deli Fahri’nin baskısıyla Gazi’ye bir mektup yazmış, “Paşam, Bursa’da sizinle görüştükten sonra hamile kaldım.” demiş. Gazi mektubu Dr. Refik’e göstererek “Sen, benim çocuğumun olmayacağını bilirsin. Şu işin aslını bir araştırın.” Olay araştırılır, genç kıza mektubu yazdıranın Deli Fahrettin olduğu ortaya çıkar. Sonunda kızı Fahrettin’le evlendirerek iş kapatılır.❞ (s. 269-270).

❝Manevi kızlarının en güzeli olan Nebile bir şeyh kızıydı ve annesi tarafından getirilmişti.

Bu kızın okumaktan çok dans ve şarkıya ilgisi vardı. Gazi de bunu pek severdi. Sofrada şarkı söyletir, Kur’an okutur, dans ettirir seyrederdi.

Âfet’in Nebile’yi çok kıskandığı bir gerçektir. Bunun etkisiyle Nebile’yi evlendirmek zorunda kalmıştır. O’na Maçka’da ufak bir apartman, çok sayıda mücevher ve eşya vermiştir.❞ (s. 273).

❝Heyet-i Temsiliye’nin çalışmalarını yürüttüğü Ankara Ziraat Okulunda kalan Gazi, Özel Kalem Müdürü Yüzbaşı Hayati ve Yaver Salih gibi zevk ve eğlence hastası kişilerin tahrikleriyle kendini içkiye vurmuştu.❞ (s. 277).

❝Bu sarhoşluk, zevk ve eğlence tutkusu hiç kuşkusuz adam kayırmanın, özensizliğin başlıca nedeni olmuştur.

Örneğin gecenin geç saatlerinde aklına bir eğlence yerine gitmek eserse derhal emir verir, otomobiller hazırlanır, oraya adeta baskın yapılırdı.❞ (s. 278).

Önal, Sami. (2003). (Haz.). Hüsrev Gerede’nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (4. baskı). İstanbul: Literatür Yayınları.


Nihat Erim’in Günlüğüne Göre

❝1938 kışında Atatürk Bursa’da. (..) akşam baloya gidiyorlar. Atatürk sabaha kadar içiyor. Hastalanıyor.❞ (c. 1, s. 101)

❝İstiklal mahkemesi azaları korkmuşlar, kendi akıbetlerinden. Atatürk bir gece hepsini bir baloda sarhoş etmiş. Sabaha karşı “Yarın istiklal mahkemesini kaldıracağız” demiş.❞ (c. 1, s. 163)

❝Atatürk’ün Afet Hanım’ı İzmir Lisesi’nde nasıl görüp beğendiğini ve beraber alıp götürdüğünü de Nuri Özsan anlattı.❞ (c. 1, s. 191)

❝Hamdullah Suphi Türk Ocakları’nı Atatürk’ün emriyle feshettiği vakit. Bükreş elçiliğini kabul etti. 1945’ten sonra demokratik sisteme girilince, hem İnönü’yü kollamaya devam etti, hem de Celal Bayar, Köprülü, Adnan, A. Emin Yalman ile flört etti. CHP’de barınamayacağını ve CHP’nin 1950 seçimlerini kazanamayacağını tahmin edince partiden çekildi… Türk Ocakları’nı yeniden kurdu. Kendisine o yoldan emniyet sağlamaya çalıştı… Celal Bayar’la da anlaştı, DP listesinden bağımsız olarak aday gösterildi. 1950’de milletvekili seçildi… Şimdi Halkevleri’ni müsadere ettirip, Türk Ocağı’ndan geçen binaları geri almak için Atatürk’ün aleyhinde bulunuyor. “Sofrasında emir verdi. Türk Ocakları’nı kapattırdı” diyor.❞ (c. 1, s. 499-500)

Nihat Erim. (2021). Günlükler (A. Demirel, haz) (2. baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.


İngiliz “Time” Gazetesine Göre

❝Atatürk’ün “kızları evlat edinme” sistemine çoğu kimse istihza ile bakıyordu. Çok eşliliği tamamen kaldırmasına rağmen bu şekilde haremsiz kalmadığı iddia ediliyordu.❞ (s. 139)

Nuri Çolakoğlu. (2008). (Haz.). Dünya Basınında Atatürk: Kasım 1938 (3. baskı). İstanbul: Doğan Kitap.


Charles King’in Aktardığına Göre

❝Mustafa Kemal’in bile Ankara’daki ikametgahında eski bir saray haremağasını istihdam ettiği söyleniyordu.❞ (s. 141)

Charles King. (2016). Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un Doğuşu (A. Anadol, çev.) (2. baskı). İstanbul: Kitap Yayınevi.


Sovyet Arşivine Göre

❝Mustafa Kemal, daha önceden bir defasında içkiliyken Ahmet Agayev’in de aralarında bulunduğu etrafındakilere şöyle demiş: “Düşmanlarımın benim hakkımda ne konuştuklarını çok iyi biliyorum. Benim diktatör olmak, bütün kadınların ırzına geçmek, dini yok etmek istediğimi, benim namussuz olduğumu vb. söylüyorlar.❞ (s. 150).

Mehmet Perinçek. (2011). Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar (2. basım). İstanbul: Kaynak Yayınları.


Bilbilik’in Çalışmasına Göre

❝Kadınların arkasından koşmaya devam ettiği söylense de kendisiyle baş başa kalmak isteyenlerle olan görüşmeleri, çoğu kez onları yıkayıp daha sonra uyuya kaldığı seremonilerden başka bir şey değildi. Kadınlar kendi başlarına yollarını bulurdu, bazen de hizmetlilerin yardımıyla saraydan ayrılırlardı. Bu banyo ritüeli ve ülkeyi/kadınları kötülükten temizleme tutkusu arasında bir bağ kurulabilir.

İlişkileri açısından olaylara etkisi olan bir komplikasyon daha vardı. Atatürk’ün, Afet’in, Cenevre’ye gitmesinden sonra birkaç romantik ilişkisi olduğu bilinmektedir. Sevgililerinden biri, İsmet’in erkek kardeşinin metresi idi.❞ (s. 228).

Erol Bilbilik. (2009). Amerikaperestler (3. baskı). Ankara: Destek Yayınları. İlgili ifadeler, Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz tarafından İngilizce (The Immortal Atatürk) kaleme alınmış psikobiyografik eserin Türkçeye “Ölümsüz Atatürk” adıyla çevrilirken sansürlenen ifadelerdir. Bilbilik, sansürlenmiş cümleleri İngilizce asılları ve tercümeleriyle birlikte kitabında neşretmiştir.


Murat Bardakçı’nın Çalışmasına Göre

❝27 Nisan ve 11 Haziran 1933’te on sandık müskirat alınmış, 568 liralık fatura bir boyunca ödenmediği için Dimitrakopulo Biraderler 13 Temmuz’da o sırada Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Hasan Rıza Bey’e “Evvelâ mahsus selâmlarımı iblâğ eder, hatır ve şerefinizi sual ederim efendim. Beyefendi, bugünlerde elimiz darda olduğundan mümkünse alacağımız olan TL 568’sının tesviyesini rica eder, bilvesile ihtirâmât-ı fâikamı takdim eylerim efendim” yazan bir mektup göndermiş ve nazik bir üslûpla alacağını istemişti.❞ (s. 163-164).

❝Genç Cumhuriyet’in resmî içkisi Fransız şampanyası idi ve resmî içkinin resmî makamlara dağıtımını da Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapıyordu…❞ (s. 166).

❝Bir başka belgede 29 Ocak ile 4 Haziran 1933 arasında 7787 lira 61 kuruş tutarında şampanya ve viski alındığı, Cumhuriyet Halk Fırkası’na gönderilen 133 sandık şampanya ile dört sandık viski ve İsmet Paşa’ya yollanan 12 sandık şampanya ile beş sandık viskiye 5547 lira 24 kuruş verilmişti. Bir diğer belgede de, 1934 Temmuz’u ile Kasım’ı arasında şampanya, viski ve rakıya Özel Kalem’in 3 bin 141 lira 54 kuruş, aynı senenin Eylül’ünde de Cumhuriyet Halk Fırkası için alınan 83 sandık şampanya ile dört sandık viskiye de 3 bin 394 lira 44 kuruş ödendiği kayıtlı idi.❞ (s. 167).

Murat Bardakçı. (2022). Atatürk’ün Mutfağı. İstanbul: Turkuvaz Kitap. Birer mukayese unsuru olarak şu sosyo-ekonomik meseleleri zikretmekte fayda vardır: (1) Ankara’nın Zir nahiyesi İlyavut köyünden Halil Ağa; 200 dönümlük araziye, 2 adet çifte ve pulluğa, 38 adet büyükbaş ve 35 adet küçükbaş hayvana sahip iken, 1931 senesinde 296 liralık mahsul üretmiş ve diğer taraftan da toplamda 571 lira borçlanmış; yıllık 271 lira bütçe açığı vermiştir. Halil Ağa içinde bulunduğu durumu şöyle özetlemiştir: Bu yıl mahsul çok bereketli oldu. Ne çare ki ekin para etmiyor. Borçlu olmasak gam yemem!.. (Ali Süreyya, “Efendimiz’le mülâkat”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 1931, s. 3). Binaenaleyh Cumhurbaşkanlığı Özel Sekreterliğinin on sandık Dimitrakopulo rakısına iki kalemde 568 lira borçlanması daha anlaşılır bir hâle gelmektedir.

(2) Kars Vilâyetinin Ardahan, Göle ve Poshof kazâlarında açlığa bağlı kitlesel ölüm tehlikesi Dâhiliye Vekâletine bildirilmiş ve 16 Nisan 1933’de 1.500 liralık bir yardım yapılmıştır [Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi (DCA), Başbakanlık, Muamelat Genel Müdürlüğü, 30-10-81-531-1]. Birinci Umumî Müfettişliğinden Dâhiliye Vekâletine gönderilen 11 Mayıs 1933 târihli tezkereye göre Van’ın Tuzluca kazâsında otla “teğaddi” ederek (beslenerek) hayatta kalan köylülere Hilâl-i Ahmer tarafından 1.000 lira tahsisat yapılması tâlimâtı verilmiştir [DCA, 30-10-184-269-2, s. 8]. Diğer bir deyişle açlıktan ölmemek için ot yemek mecburiyetinde kalan vatandaşlar ülkede sosyo-ekonomik bir problemken; CHP genel başkanı ve cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile CHP seçkinlerinin sınıfsal tüketim göstergesi olarak alkol bağımlılıkları, kamu kaynaklarını müskirat harcamasında tasarruf ettirmiştir görünüyor.


The Times Gazetesine Göre

Mustafa Kemal, İngiltere Kralı ❝Sekizinci Henry gibi, boşanma kararını da kendisi imzaladı. Daha sonra savaş yetimleri arasından birçok saygıdeğer kız çocuğunu evlatlık edindi ve bunların ihtiyatlı tutumları, skandal söylentilerine gem vurdu.❞

Bilâl N. Şimşir. (2011). Atatürk’ün Hastalığı (2. basım) içinde (s. 222). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.


Kaynakça

Borak, Sadi. (1970). Atatürk’ün Özel Mektupları (2. basım). İstanbul: Varlık Yayınevi.

Genelkurmay Başkanlığı. (2015). Fotoğraflarla Atatürk (2. baskı). Ankara: Genelkurmay Basımevi.

Hirsh, Ernst Eduard. (2005). Anılarım (F. Suphi, çev.) (10. basım). İstanbul: TÜBİTAK.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1991). Atatürk (5. baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Kernberg, Otto Friedmann. (1975). Borderline Conditions and Pathological Narcissism. New York: Jason Aronson.

Özkan, Neyyire. (2002). Atatürk’ün Bilinmeyen Kadınları. Aktüel, (545).

Yalman, Ahmet Emin. (1922). Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal Paşa İle Bir Mülakat. Vakit, 10 Ocak.

Yorum bırakın