Osmanlı kültürü ve gündelik yaşam suraiya faroqhi

Page 1

ta r íh Y

/

vakfi

Zindankapı, Değirmen Sokak, No: 15 34134 Eminönü/İstanbul Tel: (0212) 522 02 02 - Faks: (0212) 513 54 00 Özgün Adı K unst und Alltag sleben im Osmanischen Reich

© C. H. Beck’sche Verlagsbuchhandlung (Oscar Beck), Münih 1995 © Tarih Vakti Yurt Yayınları Yayıma Hazırlayan Hasan Kuruyazıa, Ayşen Anadol Kapak Resmi “Mangala oynayan 2 genç kız” Osmanlı Sarayı’nın Çocukları, Hülya Tezcan s. 160 Kitap Tasarımı Haluk Tunçay Kitap Uygulama Aysel Kazıcı Kapak Uygulama Hanın Yılmaz (Mvra) Baskı G.M. Matbaacılık ve Ticaret A.Ş. (0212) 629 00 24 Birinci Basım: 1997 İkinci Basım: 1998 Üçüncü Basım: 2000 Dördüncü Basım: 2002 Beşinci Basım: 2005 Altıncı Basım: Temmuz 2008, Kasım 2008, Mayıs 2009, Kasım 2009, Şubat 2010 ISBN 978-975-333-066-4


OSMANLI KÜLTÜRÜ VE GÜNDELİK YAŞAM ORTAÇAĞDAN YİRM İNCİ YÜZYILA

SURAIYA FAROQHI

ÇEVİREN ELİF K IL IÇ

TARİH VAKFI YURT YAYINLARI


Prof. Dr. Suraiya Faroqhi halen Istanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde çalışmaktadır. 1995’ten hu yana yayınlanan kitapları: The Ottoman Empire and the World Around it, 1540s to 1774 (London: I. B. Tauris, 2004), 290pp. Geschichte des Osmanischen Reiches (Munich: C. H , Beck Verlag, scrices Beck-Wissen, 2000), 127pp. Approaching Ottoman History: an Introduction to the Sources (Cambridge University Press, 1999), 262pp. (Turkish translation of an expanded version by Zeynep Altok: Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir ?, Istanbul: Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1999$ Greek translation by Kostas Kambourides, Salonica: University Studio Press, 2006) Makalelerinin toplandığı kitap: Stories of Ottoman Men and Women, Establishing Status Establishing Control, 358pp. /Istanbul: Eren, 2002) Editörlüğünü yaptığı kitapları: The Cambridge History of Turkey, vol. 3, The Later Ottoman Empire ed. by Suraiya Faroqhi (Cambridge: Cambridge University Press, 2006) Crafts and Craftsmen of the Middle East, Fashioning the Individual in the Muslim Mediterranean, ed, by Suraiya Faroqhi and Randi Deguilhem (London: Tauris, 2005) Ottoman Costumes, From Textile to Identity, ed. by Suraiya Faroqhi and Christoph Neumann (Istanbul: Eren, 2004). The Illuminated Table, the Prosperous House, Food and Shelter in Otoman Material Culture, ed, by Suraiya Faroqhi and Christoph Neumann (Istanbul: Orient-Institut, 2003). Ottoman Historiography: Turkey and Southeastern Europa, ed. by Fikret Adanır and Suraiya Faroqhi (Leiden: E. J. Brill, 2002 ).


iç in d e k il e r

Önsöz 1. Giriş 2. Bir Dünya imparatorluğunun Doğuşu

vii 1 26

I. KÜLTÜR: OLUŞUMU VE YAYILIŞI53 3. Yeniçağın Başında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Yapısı 55 4. Dünya ve Zaman Kavramı 77 5. Sınırlar ve Sınırları Aşanlar 101 6. Kadın Kültürü 128 II. SANATLAR 153 7. Mimarlar, Vakıflar ve Yapılarda Güzellik 155 8. Kentte Yaşamak: Kent Bilinci ve Ev Kültürü 181 9. Dini Törenler, Şenlikler ve Bezeme Sanatı 201 10. Okuyan, Yazan ve Anlatan 221 11. Yeme-Içme ve Dost Sohbetleri 247 III. DEĞİŞEN KÜLTÜR 269 12. Krizler ve Yeni Başlangıçlar (1770-1839) 271 13. Alafranga, Toplum Eleştirisi ve Domatesler Osmanlı Üst Tabaka Kültüründe Değişim (1840-1914) 294 1 4 .Sonuç 323 Resimler Kaynakça Dizin

341 352 385


Z denka Veselà ve Rudolf Vesely’ye


ÖNSÖZ

Bu kitabı, Almanya’daki okurları düşünerek hazırladım. Bu nedenle çevrilmesi için teklif aldığım zaman hem sevindim, hem de telaşlandım. Sevindim, çünkü çok severek yazdığım bu kitabın Almanya dışında da okur kazanacak olması beni onurlandırdı. Üstelik Osmanlı tarihiyle ilgi­ li bir kitabın, konuya ilgi duyan ve kitabı değerlendirecek kadar ilgili so­ runlardan anlayan bir okur kitlesine ulaşması, hiç şüphesiz ki onun Türkçe yayımlanmasına da bağlıdır. Başka bir deyişle, Türkçe olarak çık­ masıyla kitap asıl “yer”ine dönmüş olur ve bu dönüş bana, uzun bir yol­ culuktan sonra evine dönmüş bir yolcunun sevincini tattırmıştır. Öte yandan bu kitabın kimi okurlara pek yabancı gelebileceği olası­ lığı beni düşündürdü, hatta ciddi kaygılara düşürdü. Zira bu kitapta sık­ ça Avrupa tarihine gönderme yapılıyor. Bu göndermelerin bir bölümü İstanbul’daki yayın yönetmenleri tarafından çıkarılmış olabilir. Fakat esas olarak bu göndermeler belirli bir yaklaşımın ürünü olarak kitabın planında yer aldığından, şu veya bu cümleyi çıkarmakla çözülecek bir so­ run oluşturmuyorlar. Bu durumda bu kitabın Türkiye’deki okurları, ara­ da sırada yine Avrupa tarihiyle ilgili cümleciklere, hatta paragraflara rast­ layacaklardır. Ayrıca durum u yeniden değerlendirdiğim zaman bu göndermelerin kimi zaman pek de o kadar sakıncalı olmadığına kanaat getirdim. Zira artık bugünkü tarih bilimi Osmanlı uygarlığını aynı kıtayı, hatta aynı dünyayı paylaştığı diğer uygarlıklardan ayrı, dışa tümüyle kapalı bir uy­ garlık olarak düşünmüyor. Divan şairleri, ulema, vakanüvisler ve yazılı uygarlığa aşina olmuş başkaları da Cahiliye çağının Arap şairlerini, orta­ çağ Arap dünyasında oluşturulan fıkıh ve hadis ilmini, İran’da yaratılan mesnevileri, M emlûk ve Tim ur dönemi tarihlerini dolaylı veya dolaysız olarak tanımış ve kendi yapıtlarını, bildikleri örneklere göre ayarlamış­ lardı. Resim sanatına gelince Tim ur dönemi minyatür sanatı Osmanlı sarayına çalışan nakkaşlara vazgeçilmez bir örnek olmuştur. Sonuç ola­ rak bu “eskileri tanıma” faslı, herhangi bir yapıt yaratmanın önkoşulu­ dur. İlgili yazar, şair veya vakanüvis ne kadar yaratıcı olursa olsun, seçi­


len dalda belirli sayıda örnek bilinmeden, henüz hiçbir yapıt meydana getirilememiştir. Dünyanın diğer kesimlerinde de sıkça rastladığımız gibi Osmanlılar da yapıt yaratmaları için gerekli ve önemli olan kimi esin kaynaklarını kendi dünyalarının dışında bulmuşlardır. H atta siyasi plandaki düşman­ lıklar böyle bir esin arayışını her zaman engellemiştir. Bir örnek verelim: Daha önceki paragrafta Tim ur’un çevresinde yaratılan sanatların Os­ manlı dünyasındaki etkisi üzerinde kısaca durulmuştu. Oysa hepimizin bildiği gibi Timur, Sivas halkının büyük bir bölümünü kılıçtan geçiren ve zamanının Osmanlı sultanı olan Yıldırım Bayezid’i Ankara yakınında ağır bir yenilgiye uğratan kişidir. Siyasi düzeyde Timur istilasından kal­ mış birçok olumsuz hatıraların 16. yüzyılda da var olduğu şüphesizdir. Oysa bu dönemin önemli yazar ve tarihçisi Mustafa Âli, Timur ve Timur soyundan gelen hükümdarların teşvik ettikleri saray uygarlığına duydu­ ğu hayranlığı hiçbir zaman gizlememiştir. 19. yüzyıla geçince benzeri durumlara rastlanabilir: Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki ilişkiler her zaman dostça olmadığı bilinir. Bununla birlikte, bu dönem ­ de yaşayan Osmanlı aydınlarının dış dünya uygarlıklarıyla temasları, önemli bir ölçüde Fransız dilinin aracılığıyla olmuştur. “Elsine-yi selase”yi bilmek ve İslam dünyasının neresinde olursa ol­ sun bu dillerde yazılmış yapıtları özümlemek Osmanlı saray uygarlığını benimsemek isteyen kişinin zamanını işgal etmiştir. Ancak Osmanlı dün­ yasında yapıt yaratan kişilerin önemlice bir bölümü, İstanbul gibi çok çe­ şitli yerlerden gelmiş insanları barındıran bir kentte yaşamış ve orada kla­ sik İslam kültürünün kapsamına girmeyen olgularla da karşılaşmışlardır. Bu sefer 18. yüzyıldan bir örnek verelim: İstanbul’da kesilen koyunlar, bugünkü Bulgaristan veya Makedonya’dan gelen celepler tarafından Edirnekapı’ya getirilmiştir. Kara surlarının dışındaki bahçelerde ise Ar­ navutluk veya Makedonya’dan gelen bahçıvanlar iş görmüş ve bakkalla­ rın hiç de küçümsenmeyecek bir bölümü, İstanbul’a Yunanistan’daki, bugünkü adı Lamia olan İzdin veya Zeytun kasabasından gelmişlerdir. 17. yüzyıla geri gidince deniz leventlerinin önemlice bir bölüm ünün çe­ şitli yerlerden devşirildikleri veya yeni Müslüman ya da Hıristiyan olduk­ ları anlaşılmaktadır; zaten liman kentlerinde her yasaktan sonra yine açı­ lan meyhaneler, bu tür kişilere hizmet vermektedir. Daha da geri gide­ cek olursak savaşların sonucu olarak 15. ve 16. yüzyıl Bursa’sında, nüfu­


sun sayıca önemli bir bölüm ünü, Sırbistan, Macaristan, Ukrayna ve tek tük de olsa H indistan’dan getirilmiş köle ve azatlılar oluşturmaktadır. Bu insanlar dokumacı, tüccar yardımcısı veya ev hizmetçisi gibi meslek­ lerde çalıştıklarından yerli nüfus ile iç içedirler. Sonuç olarak gününü Se­ lanik veya İzmir gibi büyük liman kentlerinde, Bursa veya Halep gibi ti­ caret merkezlerinde, fakat özellikle birçok halktan insan barındıran im ­ paratorluk başkentinde geçiren kişi, “elsine-yi selase”ye dayanan uygar­ lığın yanı sıra bu uygarlıktan oldukça farklı ve belki “ Doğu Akdeniz uy­ garlığı” olarak adlandırabileceğimiz uygarlığın içinde yoğrulmuştur. Böylece sarayın çevresinde iş yapan ve yüksek eğitim görmüş insan grubunun dışına çıktığımız zaman —ve günlük yaşam üzerinde yoğun­ laşan bir çalışmada, bunu yapmak zorundayız— uygarlık açısından ol­ dukça karmaşık olan çevrelere girmekteyiz. Üstelik bu girişimimiz, “kar­ şılaştırmalı tarih” diyebileceğimiz ve Osmanlı tarihçileri tarafından he­ nüz pek denenmemiş bilim ufuklarını açmaktadır. Örneğin İstanbul, yeryüzünde nüfus ve uygarlık açısından büyük bir çeşitlilik gösteren tek imparatorluk merkezi olmamıştır. Tam tersine eski çağlarda Akdeniz dünyasının başkentleri olan Roma ve İskenderiye, yeniçağda ise Hindis­ tan’daki Moğol hükümdarlarının merkezleri olan Delhi ve Agra, “ 19. yüzyılın başkenti” diye bilinen Paris, veya bugünkü New York ile aynı kategorilere girmektedir. Böylesi çeşitli katmanlardan oluşan bu kenti anlamamız için, Osmanlı tarihini bilmemiz yeterli değildir. Ali Ufkî gibi bir 17. yüzyıl musikişinas ve aydınının dünyası, bir yandan Osmanlı kay­ naklarından, diğer yandan ise zamanının Batı ve Orta Avrupa’sında ge­ çerli olan düşünce akımlarından beslenmiştir. Bu incelemede sözü edi­ lecek ve kimi zaman oldukça mütevazı bir hayat sürdüren daha başka pek çok insan, “sınırlardan geçme deneyimi”ni Ali Ufkî ile paylaşmışlar­ dır. Bu kitapta böyle insanların macerası ön plana çıkarıldığına göre, za­ man zaman Avrupa tarihine yapılan göndermeler, tümüyle zamansız ol­ mayabilir. Suraiya Faroqhi

Münih, Mart 1997


OSMANLI BAŞKENTİ İSTANBUL BİRİNCİ DERECE BÖLGE MERKEZİ (KAHİRE, HALEP) İKİNCİ DERECE BÖLGE MERKEZİ, ÖNEMLİ LİMANLAR DİĞER KENTLER Harita 1. Osmanlı İmparatorluğu’nda kentler.


b ir in c i b ö lü m

GİRİŞ Bu kitapta Osmanlı İm paratorluğu’ndaki bazı sanatların uygulanma­ sı ve insanlarca kabul edilmesini, özellikle de mimarlık ve onunla akra­ ba bir sanat dalı olan süslemeyi anlatacağız. Zaman zaman büyük usta­ ların büyük eserlerine göndermeler yapacak olsak da, bu çalışmanın ana eksenini onlar oluşturmayacak. Daha çok, okuma yazma bilen ya da en azından yazılı kültüre dolaylı olarak ulaşabilen Osmanlı kentlisinin, çev­ resinde yaratılan yapılara, kitaplara ve şenliklere ne ölçüde ve hangi ko­ şullar altında katıldığı sorusu üzerinde duracağız. Bu belirleme, sanat eserini yaptıranlar, sanatkârlar ve izleyiciler arasındaki ilişkileri ele alma­ mız gerektiği anlamına geliyor. Aynı şekilde, örneğin şenliklerde oldu­ ğu gibi, karşımıza bir arada çıkan çeşitli sanat dalları arasındaki ilişkileri de incelemek istiyoruz. Bu çerçeve içinde, mimarlık ve bezeme sanatı­ nın yanı sıra, Osmanlı dönem inde şenliklerin ayrılmaz parçası olan se­ yirlik gösteriler, günlük ve mektup gibi sıradan yazı etkinlikleri, bir de aşçılık sanatı başlıca inceleme alanlarımızı oluşturacak. Aşçılık sanatını en son sırada anmamız, öneminin diğerlerinden daha az olduğu anlamı­ na gelmiyor. Gerçi aşçılık, eskiden olduğu gibi bugün de gündelik bir uğraş, ama dar bir çerçevede de olsa, sanatsal yaratıcılığa olanak veriyor. Bunlardan başka, sanat üretimi açısından belirleyici önemi olan bil­ ginin yayılmasına yarayan insanlar arası iletişim ağlarını da ele alacağız. Örneğin Osmanlı mimarlığının bir eserini anlamak istiyorsak, mimarla­ rın nasıl eğitildiği konusunda da bir şeyler bilmek zorundayız. M imar­ lıktaki belirli biçimler ve şenliklerin simgesel içerikleri üzerine yazı ya­ zan ya da bir mimarlık eserinin güzel sayılabilmesi için hangi nitelikleri taşıması gerektiği sorusunu ele alan saray çevresi yazarlarına ilişkin bil­ gi sahibi olmamız da gerek. Şansımız varsa bunlar, padişahın yakın çev­ resindeki kişiler tarafından okunmuş, dile getirdikleri görüşler de bina planlamasında etkili olmuş yazılar olur. Ayrıca bu metinler, dolaylı bi­ çimde de olsa, şu ya da bu padişahın bir mimarlık eserinin inşa edilme­ si ya da resmi bir şenliğin düzenlenmesinde gütmüş olabileceği politik


amaç hakkında da bilgi verirler. Tabii kısa bir kitapta kültürel açıdan önemli İletişim ağlarının sadece küçük bir bölüm ünden söz etme ola­ nağı vardır. Haklarında görece fazla belge bulunduğu için bizim bura­ da üzerinde duracağımız bazı iletişim ağlan belki de sanat üretimi açı­ sından, kaynak eksikliği nedeniyle ele alınamayan daha başkaları kadar önemli olmayabilir. Yine de bu yolla, bilgilerin günlük aktarımı ile sa­ natsal üretim arasındaki bağlantıyı gün ışığına çıkarmak olanağı vardır. Bir U zak K alışın Tarihi Osmanlı dönemine ilişkin böyle toplu bir bakış denemesi şimdiye kadar pek yapılmadı. Tabii ki mimarlık, resim ve seyirlik gösterilere iliş­ kin birçok yazı var. Mimarlık tarihinde, öteden beri önem verilen ko­ nulardan biri olan binaların belgelenmesinin yanı sıra, plan ve cephe çi­ zimlerine tarihsel açıklamalar getirebilme çabaları da sürüyor.1 Resim tarihi alanında, insan ve hayvan tasvirlerinin yapılmasını engelleyen di­ ni yasaktan ötürü, elde kalan olanaklar üzerinde araştırmalar yapıldı; hat sanatı, soyut bezemeler, bitki ve çiçek tasvirleri incelendi. Ama tarihçi­ ler için bu yasağın, genellikle saray çevresi bağlamında, çoğu kez dar tu ­ tulması ya da delinmesi de bir o kadar önemli.2 Tiyatrobilimciler, hem Osmanlı topraklarında köklü bir geleneği olan tuluat tiyatrosuyla, hem de 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da hızla popülerlik kazanan Av­ rupa kaynaklı repertuvar tiyatrosuyla ilgilendiler. Ama bütün bu deği­ şik sanat dallarını toplumsal çerçeveleri içinde bir arada inceleme dene­ mesi neredeyse hiç yok. Bu eksiklik kısmen birçok Yakındoğu ve T ü r­ kiye uzmanının yöntem konusundaki tutuculuğuyla açıklanabilir. Siya­ set ve kültür tarihinin görece değeri üzerindeki tartışma Almanya’da daha 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştı. Ama kültür tarihçileri ken­ dilerini ancak sınırlı ölçüde kabul ettirebilmişlerdi ve o sıralar henüz ba­ ğımsız bir disiplin haline gelememiş olan Osmanlı tarihi bu tartışma kapsamına girmemişti.3

1

2 3

Az sayıdaki toplu bakış denemelerinden birisi olarak Turan (1990) belirtilebilir. Mimarlık tarihi konusunda temel eserler olarak Goodwin (1971) ve Kuran (1987) kullanılmıştır. Renda (1990). Bu tartışmanın, 1880’lerde genç bir kültür bilimcinin araştırmalarını nasıl etkilediğini Gombrich (1984) çok güzel ortaya koyuyor, s. 42 vd.


1930’lardan beri, modern Türk tarihçilerinin yaptıkları çalışmalar ar­ tıyor ve bu çalışmalar daha çok yayımlanıyor; bu yüzden biraz gecik­ meyle de olsa, artık daha kapsamlı malzemeye ulaşmak olanağı var. Bu bilgiler değişik kültür olayları arasında ne gibi bir bağlantı olduğu soru­ sunu daha kolay yanıtlanabilir hale getiriyor. Ama bu ön çalışmaların ya­ rarları yine de belirli sınırlar içinde kalıyor. Çünkü Türk tarih ekolü, kül­ tür ve toplum ilişkisiyle, son beş on yıl bir yana bırakılırsa, sadece ilk d ö ­ nemlerinde, yani 1930’ların sonuna kadar yoğun olarak ilgilendi. Oysa böyle bir ilgi odağı olmaksızın edebiyat, sanat ve gündelik kültür arasın­ daki bağlantıların ne olduğu sorusunu yanıtlama olanağı yok.4 Toplum ve kültür ilişkisi üzerinde daha sonraları, başta Sabri Ülgener ve Abdül­ baki Gölpınarlı olmak üzere, sadece belirli birkaç araştırmacı çalıştı. Gölpınarlı Mevlevilik ve Mevlevi edebiyatı konusunda birçok çalışma yaptı. 1960’lardan beri de Şerif Mardin 19. yüzyılla 20. yüzyılın başla­ rındaki din, politik ideoloji ve edebiyat gibi konular üzerine eğiliyor.5 Tarihçilerin çoğu politik, ekonomik ve toplumsal yapılara yöneldiler ya da çeşitli metinleri yayıma hazırladılar. Bu olgu kısmen şöyle açıkla­ nabilir: Kültür tarihi aynı zamanda dinle bir hesaplaşmayı da içerir, bu dönem in, çoğu dünyevi eğilimlere sahip tarihçileri ise dine epeyce ya­ bancıdır. Öte yandan din konusundaki bu yabancılığı yüksek sesle dile getirmemek, Türkiye’de dün olduğu gibi bugün de terbiyenin bir ge­ reği kabul ediliyor, bu yüzden konunun bütününe yönelik hesaplaşma­ yı da içeren doyurucu çalışmalara çok az rastlanıyor. Bunların da ötesinde, içerdiği zengin malzemenin bugün bile ancak bir bölümü günışığına çıkarılabilmiş olan Osmanlı arşivlerinde bir çalış­ mayı sonuçlandırmak, büyük bir çaba gerektiriyor ve sık sık dile getiril­ mese de, tarihi bir bilim niteliğine kavuşturacak temel verilerin sadece arşiv malzemesinden elde edilebileceği düşüncesi ağır basıyor.6 Türk toplumsal tarih araştırmalarına, kent ve bölge planlamacılığı ile kurulan işbirliği de önemli ölçüde damga vurdu. Bu alanda, politik ideoloji, sa­ natsal simgecilik, hatta kişisel duyguların dile getirilmesi gibi konuları ele alanların düşüncelerinden çok, ticarete, zanaata ve politik kuram la­ ra yönelik çözümlemeler geçerli oldu.

4 5 6

Cumhuriyet dönemi Türk tarih yazımı için krş. Berktay (1991). Gölpınarlı (1931), (1953) vd; Mardin (1962), (1983) vd. Ocak (1991), Kafadar (1989).


G ündelik K ültürün Keşfi Ama bugün durum değişmeye başladı: Günüm üz' Türkiye’sinde dinci hareketler yirmi yıl öncesinden çok daha belirgin; bu noktada da kültürel etmenlerin ne ölçüde etkili olduğu sorusu yeni bir biçimde gündem e geliyor. Bunun dışında özellikle elit kültür çevrelerinde, bir zamanlar abartılı bir değer biçilen devlete karşı kuşkular artmakta; dev­ letin dışındaki toplumsal dinamiğin işlenebilmesi, ancak kültürel et­ menlerin de işin içine sokulmasını benimsemekle olanaklı.7 Öte yan­ dan, Avrupalı tarihçiler arasındaki tartışmaların da etkili olduğunu söy­ lemeliyiz; çünkü son yirmi beş yıl içinde, kültür tarihinden ne anlaşıl­ ması gerektiği hakkındaki düşünceler esaslı biçimde değişti.8 Bugün ar­ tık bu kavramla sadece sanat, bilim ve edebiyat kastedilmiyor, gündelik kültür de işin içine katıldı. Gündelik kültür geniş bir kavram. Komşu zi­ yaretlerinde dikkat edilmesi gereken nezaket kurallarından yemeğin nasıl hazırlandığına, ya da çocukların nasıl yetiştirildiğine kadar pek çok öğeyi içeriyor. Gündelik kültürde, renklere yüklenen simgesel özellik­ lerden, erkeklerin kahvelerde ya da kadınların örgü örerken anlattıkları hikâyelere kadar pek çok şeyin yeri var. Tarihçilerin gündelik kültür kavramı adı altında ele alıp araştırdıkları alanların çoğu, halkbilimciler ve etnologlar tarafından da İncelenmekte.9 Gündelik kültüre yönelik ilgi kısmen, günüm üzde pek çok tarihçinin kafasında demokratik ön kabullerin önemli bir rol oynamasıyla bağlan­ tılandırılabilir; oysa, en azından Almanya’da 1960’ların öncesinde böy­ le bir ilgiyle çok az karşılaşabilirdiniz.10 Bu ön kabullerin yerleşmesiyle, sadece birkaç kişiyi ilgilendiren “yüksek kültür”ün yanında, söz konusu elit tabaka içinde yer almayan insanların kültürel görüşleri de tarihçile­ rin ufkuna girdi. İlkin, ekonomik yaşama katılan zanaatkarlar, köylüler, uşaklar ve hizmetçi kadınlarla insan olarak ilgilenildi. Ama 1970’lerle 7 8

“Devletin kutsanması” vc bunu aşmanın olanaklarıyla ilgili olarak bkz. Berktay (1992). Muchembled (1978), Vovelle (1982), Ginzburg (1982) “yeni tarz” kültür tarihi için güzel örneklerdir. 9 Bu ilişkilerle ilgili olarak hem Berlioz vc Le GofPun tarihe yönelik etnoloji konusundaki, hem de Vauchez’nin dini anlayışın tarihi konusundaki araştırma raporlarını karşılaştırın. İkisi de Duby vc Balard (ed.) (1991) içinde. 10 Almanya’da gündelik kültür üzerine yapılan araştırmalarda sıradan insanların sanayileşmeyi, nasyonal sosyalizmi ve savaşı nasıl alımladıkları ortaya konmaya çalışılmaktadır.


birlikte, öznellikle bu grupların üyelerinin çoğunlukla piyasaya uygun davranmadıkları, tersine kendilerine özgü toplumsal bir değerler siste­ mine sahip oldukları bilinci gelişti. Örneğin daha 19. yüzyılda, “serbest piyasa”nın yükseliş döneminde sistemli olarak bu piyasanın yasalarını bozan bir davranış biçimi, sadece ve sadece toplumsal ve kültürel açık­ lama modelleriyle ele alınabilirdi; bu durum tabii ki ekonomi ve toplum tarihçilerinin bilincine gündelik kültürün sokulmasını kolaylaştırdı.11 Bu değişikliğin Osmanlı toplumunun incelenmesine yönelik etkileri­ ne gelince: Yakın zamanlarda gündelik kültür konusundaki araştırma so­ nuçları, bu terim açıkça kullanılmasa bile, bir araya toplandı. Bu çerçeve­ de elimizde ev kültürüne ve İstanbul sokaklarında, bazen de Boğazi­ çi’nde ya da Haliç’te padişahın emriyle düzenlenen şenliklere ilişkin bir dizi çalışma, hatta son zamanlarda ortaya çıkan bir anlatı ve anı edebiya­ tı var.12 Artık eldeki kayıdardan, 16. yüzyılın sonlarında ya da 19. yüzyı­ lın başlarında hali vakti yerinde bir ailenin evinde hangi eşyaların bulun­ duğunu gayet iyi biliyoruz. Ama dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi burada da yoksul insanlara ilişkin bilgilerimiz çok eksik. 17. yüzyılda ya­ şamış olan Evliya Çelebi gibi Osmanlı yazarları da, birçok Avrupalı da, kazanılan savaşları, padişahların oğullarının ya da kızlarının doğumlarını ya da hacca gidenlerin salimen geri dönüşlerini kutlamak için düzenlenen eğlenceleri ayrıntılarıyla anlatmışlardı.13 U zun yıllar, Osmanlı toplum un­ da anıların ve en genelde yazarının ağzından anlatılmış hikâyelerin bulun­ madığı düşünülmüş, bu boşluğa gerekçe olarak da, 19. yüzyılın ortaların­ dan önce birey olma bilincinin bulunmadığı gösterilmişti. Oysa son yıl­ lardaki araştırmalardan elde edilen sonuçlar bu savın en azından iyice gö­ receli olduğunun kabul edilmesi gerektiğini ortaya koydu.14 Yüksek Kültür, Halk Kültürü, Popüler Kültür Bu kültürde yaratıcı ya da sıradan kullanıcı olarak yer alan kadın ve erkeklerin oluşturduğu çevre de çok önemli. İlk dönemlerde yüksek kültür ve halk kültürü kavramlarıyla çalışmak kabul görüyordu. Ama daha yakından bakılınca, bu kavram çifti üzerine kurulan bir çözümle­ 11 Burada E. P. Thompson’ın çalışmaları yön gösterici olmuştur. Özellikle bkz. Thompson (1971). 12 Örneğin İmamoğlu (1992), And (1982), Kafadar (1989). 13 Evliya Çelebi (1896/97-1938), c. 10, s. 406 vd; And (1982), Reyhanlı (1983), s. 48 vd. 14 Kafadar (1989).


meyle karmaşık gerçekliğin çok zor kavranabileceği anlaşılır.15 Yüksek kültürde olay ilk bakışta gayet basit görünür. Osmanlı üst tabakasının bir m ensubu olarak kabul edilebilmek için, bu kültür içinde yer almak zorunluydu; bunun anlamı kişinin M üslüman olması (var olan bazı is­ tisnalar kuralı bozm uyordu), yazılı ve sözlü Osmanlıcayı bilmesi ve bu tabakada geçerli olan davranış kurallarına uymasıydı.16 Bu grubun ya da daha doğrusu bu grubun en kültürlü mensuplarının kültürü de Osm an­ lı yüksek kültürü olarak adlandırılmalıydı. Oysa, sözcüğün gerçek anlamıyla çok sınırlı bir çevreyi kapsayan ve ilk bakışta oldukça homojen gibi gelen bu kültürün içinde de gözle görüle­ bilen alt kültürler vardı. İlmiye sınıfının saygın bir mensubu olarak önce müderrislik yapmak, daha sonra da kadılığa geçmek isteyen bir kişi, şeri­ atla ve fıkıhla uğraşmak, dolayısıyla bu konudaki Arapça metinleri oku­ mak zorundaydı. Bu yüzden de deneyimlerinin uft u , Fars ve Osmanlı edebiyatı ile ilgilenen devlet ricalinden daha farklıydı. Çünkü mensupla­ rı 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren nadiren medrese eğitimi gören Osmanlı merkezi bürokrasisinde (kalemiye), görece dünyevi bir kültür ağır basmaktaydı.17 Osmanlı bürokratlarının çoğu dini sıradan, doğal bir olgu olarak ele almış olmalılardır ki, gündelik yazışmalarda bu konuda pek ender görüş belirtmişlerdir. Ulemanın yanı sıra, hem üst sınıftan in­ sanları, hem de çalışan sınıflardan kişileri bir araya getiren bir dervişler çevresi de vardı ve bu kesimde de çeşitli kültürel gelenekler söz konusuy­ du. Bazı tarikatlarda, örneğin mensuplarının çoğu üst tabakadan gelen Mevlevilikte, ulemanın çoğunun hiç de hoş karşılamadığı devran ve se­ ma türünden uygulamalar tasavvuf yaşantısının en uç noktasını oluştur­ maktaydı.18 Yani temel kabullerdeki görüş birliğine karşın Osmanlı üst tabakasında, birbirlerine açıkça aykırı alt kültürleri içeren alt gruplar var­ dı. Bazı görüşler önce çok dar bir grup içinde ortaya konuyor, ancak bundan sonra daha geniş bir kesim tarafından benimsenebiliyordu. Ö r­ neğin, mülkiye ya da ilmiye sınıflarından birine katılmak üzere yetişme­ yen ve 19. yüzyılla 20. yüzyılın başlarında belirleyici bir konuma ulaşa­ cak olan kâtiplerin görece dünyevi kültürleri açısından durum böyleydi.19 15 16 17 18 19

Chartier (1984), s.17-18. Findlcy (1980), s. 8 vd. Fleischer (1986), s.35 vd. Gölpınarlı (1953), s.167. Findlcy (1980), s. 9-11.


Tabii ki çeşitli alt kültürlerden kendi bireysel sentezlerini oluşturm a­ ya çalışan insanlar da vardı ve bunlar çoğunlukla en yaratıcı olanlardı. Daha sonraları bir tarihçi olarak ün kazanan Ahm ed Cevdet din eğiti­ mini tamamlamak üzere 19. yüzyılın ortalarında İstanbul’a geldiğinde, medresede öğrendikleriyle yetinmek istememişti.20 Bu amaçla, kendisi­ ne Farsça ve edebiyat dersi veren Nakşibendilerin toplantılarına katıl­ makla kalmamış, ayrıca özel öğretm enlerden ders almıştı. 16. yüzyılda, çok iyi eğitim görmüş, tarihçi ve bürokrat Mustafa Ali medrese alt kül­ türünü, gerek kalemiye, gerekse tasavvuf kültürleriyle birleştirebildiği için özellikle gurur duyuyordu.21 Tabii böyle uçlarda dolaşan kişiler, zaman zaman, içinde bulundukları çeşitli çevrelerin çelişkili taleplerini hissediyorlardı. Mustafa Âli bu çerçevede ortaya çıkan sorunların sıkın­ tısını öm rü boyunca çekmişti. “Halk kültürü” kavramı ise çok daha sorunlu. Yeniçağ’ın başlarında Avrupalı tarihçiler arasındaki tartışmalarda bu kavramla uzun süre, h ü ­ manistçe yetişmiş üst tabakanın Latinceye dayanan yazılı kültüründe yer almayan insanların kültürü kastedildi.22 Oysa aydın ve saray kültü­ rünün dışında kalmış olan Avrupalı kentli ve köylüler hiç de hom ojen bir kide oluşturmuyordu. Bu çerçevede zanaatkarlar, taşra soyluları ve toplum un her kesiminden kadınlar vardı; bunlar sadece kendi ana dil­ lerinde okuyup yazabiliyor ve okumak için almanaklar, dua kitapları, küçük risaleler satın alıyorlardı. Ama görüşlerini ve düşünce kalıplarını sadece kısmen sözlü gelenekten edindikleri için, onların kültürünü “halk kültürü” olarak tanımlamak doğru değildi. Bu yüzden günüm üz­ de birçok kültür tarihçisi, ikili “yüksek kültiir-halk kültürü” şemasını kaba bulup reddediyor. Ama bu düalist anlayış oldukça inatçı; tam bü­ yük bir gürültü patırtıyla kapıdan dışarı atılmışken, hiç de hoş olmayan bir biçimde bacadan içeri girmeye kalkıyor.23

20 Chambers (1973), s. 454. 21 Flcischer (1986), s. 136 vd. 22 “Halk kültürü” ile ilgilenen tarihçiler değişik tanımlamalar yapıyorlar, Muchembled (1978) bu kavramı okuma yazma bilmeyenlerin, özellikle de köylülerin kültürü anlamında kullanıyor, s. 11-19. Buna karşılık Chartier (1982) aydın, soylu ve yönetici olmayan herkesin kültürünü popüler kültür olarak tanımlıyor s. 88 vd. 23 Chartier (1982) culture populaire teriminden “olabildiğince” kaçınmak istediğini yazıyor, s. 10.

7


Burada iki seçenek var: Birincisi kendi kültür çevrelerinin yüksek dil­ lerinden ilgili oldukları kültürlerle birlikte dışlanan, ama yazılı iletişim­ de yine de yer alan insanların ana dillerinin kültürünü belirten üçüncü bir kategori ortaya konabilir.24 Bu kültür için “popüler kültür” terimi benimsendi. Popüler kültür özellikle Balkanlar’ın Hıristiyan halkları arasında 20. yüzyılın başlarına kadar belirleyici oldu. Rum Patrikhane si’ne ait ruhban okulunda ya da yurtdışındaki yüksekokullarda öğrenim görmüş kişilerden oluşan küçük bir elit grup bir yana bırakılırsa, bu bölgede herhangi bir yüksek kültüre dahil olabilen insanların sayısı çok düşüktü. Osmanlı-Türk alanında ise popüler kültür neredeyse hiç araş­ tırılmamıştır. Tarihçiler ve filologlar daha çok sarayın ve ulemanın kül­ türü üzerinde durmuşlar, folklor araştırmacıları ise eserleri kısmen söz­ lü, kısmen de yazılı olarak günüm üze ulaşan halk şairleri gibi güç bir konuyla ilgilenmişlerdir.25 Osmanlıca-Türkçe olarak yazılmış, basılmış ve dağıtılmış popüler edebiyat eserleri konusunda şu anda çok az şey bi­ liyoruz. Bu alanda elimizde Bulgaristan ya da Yunanistan üzerine yapıl­ mış çalışmalarla karşılaştırılabilecek ölçekte bir şey yok. ikinci seçenek, bu anlamda bir kültür sınıflandırmasından tümüyle vazgeçmek. 18. yüzyıl Paris’indeki ev, saray ve sokak kültürü ile uğra­ şan Fransız tarihçiler, ellerindeki gazeteleri, risaleleri, mahkemede ve poliste alınmış ifadeleri ve daha başka malzemeyi ikili ya da üçlü bir şe­ ma içine yerleştirmeye çalışmıyorlar.26 Örneğin yanlış bir bilginin -bel­ ki de gerçeğe uyan bir haberin- gazeteciye kralın memurlarından birisi tarafından fısıldandığım söylemekle yetiniyorlar. 18. yüzyıl Fransa’sın­ da hiç de seyrek karşılaşılmayan böyle bir olguyu uygun biçimde sınıf­ landırmak, kralı ve memurlarını popüler edebiyatın üreticisi olarak gös­ termek bayağı zor olurdu. H er sınıflandırma denemesi, yalnızca insan­ lar değil edebi ürünler de birden fazla kültüre dahil olduğunda, daha da zorlaşacaktır. 17. yüzyılda bile Avrupa’daki en soylu beyler arasında Latinceyi çok az bildikleri için dini ayinleri izleyemeyenler vardı. Bu in­ sanlar saray halkının önde gelenlerinden olabilirlerdi ve kuşkusuz saray 24 Bulgaristan, Yunanistan ve eski Yugoslavya’daki popüler kültüre ilişkin ayrıntılı bir araştırma için bkz. Roth (ed.) (1983). 25 Birçok çalışmasında özellikle eserleri yazılı olarak günümüze kadar ulaşmış “halk şairleri” üzerinde duran Pertev Naili Boratav (Paris) bu alanın duayeni sayılır. 26 Krş. Farge (1992).


kültüründe de bir paylan vardı. Ama ayin sırasında tespih çekerek dua eden ve Latince okuyamayan bu kişileri popüler kültür düzlemine yer­ leştirmek de olanaklıdır.27 Bu kitapta yüksek kültür, popüler kültür ve halk kültürü gibi terim ­ lerden olabildiğince kaçınmaya kararlıyım. Bu, ilkesel olmaktan çok pragmatik bir karar. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı-Türk çev­ resindeki kitap üretimine ilişkin henüz çok az ön çalışma var. Bunun nedeni sadece 19. yüzyıl sonlarından önce kitap basımının yaygın olma­ ması değil; çünkü sonuç olarak el yazmaları da geniş bir okuyucu kitle­ si için büyük ölçekte üretilebilir.28 Ama kent popüler kültürü diye ad­ landırılabilecek şeyler üzerine çok az şey bilindiğinden, Türkçe yazan ve M üslüman olan kentlilerin tüm ü için ortak sayılabilecek hom ojen bir popüler kültürden yola çıkılıp çıkılamayacağını saptamak olanağı yok. Bölgesel ve belki de toplumsal farkların bu kadar büyük olmasından ötürü, böyle birçok kültürden yola çıkmak gerektiği de düşünülebilir. Araştırmalarımız daha da geliştiğinde, bu görece soyut düzlemde çalı­ şabileceğiz. Şu sırada daha çok Müslüman kentlilerin kültürü üzerinde durmak, gayrimüslimlere de firsat çıktıkça göz atmak amaca daha uy­ gun görünüyor. Bu insanlar sarayın düzenlediği şenliklere katıldıkların­ da ya da köylülerden ve göçebelerden dinledikleriyle menakıbnameler kaleme aldıklarında, dar çevrelerinin kültürünün dışına çıkmaktaydılar; biz de onları bu yolda izlemeye gayret edeceğiz.29 K ültürlerin Ç eşitliliği Osmanlı İm paratorluğu’nda kültür alanında, yeniçağın başındaki Av­ rupa ülkelerinden çok daha fazla çeşitliliğin bulunduğunu göz önünde tutmak gerekir. Yahudilerin ortaçağın sonlarında sürgün edilmelerinden ve çeşitli reformasyon ve karşı-reformasyon hareketlerinden sonra Avru­ pa ülkelerinin çoğunda sadece küçük dini azınlıklar kalmıştı.30 Osmanlı

27 Sallmann (1986) ilk bakışta “halk dini”ne, hatta büyüye mal edilebilecek uygulamaların 16. yüzyılın sonlarına doğru Napoli’de dc üst zümre arasında ne kadar yaygın olduğunu gayet açık ortaya koyuyor. 28 Balkanlar’da uzun yıllar bu tür üretim yaygındı. Krş. Kechagioglou (1993), s. 64 vd. 29 Ağızdan ağıza yayılan metinlerin yazıya geçirilmesi sorunu için krş. A. ve J. Assmann, yay. Hardmeier (1993). 30 Delumeau (1973) ve (1977). 9


İmparatorluğu egemenliğindeki Balkanlar’da şu ya da bu yoğunlukta Ortodoks Rumlar, Katolikler ve bugünkü adı Transilvanya olan Erdel bölgesinde belirli sayıda Protestanlar yaşamaktaydı. Bunların yanında özellikle İstanbul ve Selanik’te Yahudiler de vardı. Anadolu’da, sayıları 19. yüzyıla oranla 16. yüzyılda daha az da olsa, Rumlar ve Ermeniler ya­ şıyordu. Bu grupların her biri ibadetlerinde, gündelik yaşamda konuşu­ landan farklı bir dil kullanıyordu. Örneğin Sefarad Yahudileri gündelik yaşamlarında, yabancı dil bilen Evliya Çelebi’nin “Yahudice” diye değer­ lendirdiği bir İspanyol lehçesi konuşuyorlardı.31 Orta Anadolu’daki O r­ todoks Rumların içinde gündelik yaşamda Türkçe konuşan ve çocukla­ rına Türkçe adlar koyanların sayısı hiç de az değildi; Rumca sadece din adamları tarafindan ayinlerde kullanılıyordu. Öte yandan Anadolu M üs­ lümanları arasında da değişik inanca sahip büyük bir grup, Aleviler, var­ dı. Bunlar, Müslüman olmayanların tersine, takibata uğramışlardı; ama bu takibat onlar arasında yine de büyük bir çözülmeye yol açmamıştı. Aleviler günüm üz Türkiye’sinde de önemli bir dini azınlık olarak varlı­ ğım sürdürüyor. Osmanlı İm paratorluğu’nda, inançlı Kızılbaşlar (bu ad başlarına sardıkları sarıktan gelmektedir) camiye gitmiyorlar, devlet ku­ rumlarından olabildiğince uzak duruyorlardı. Çoğu Tanrı-insanın za­ man zaman yeryüzünde göründüğüne inanıyordu; Hz. M uham m ed’in damadı Hz. Ali ve ilk Safevi hükümdarı Şah İsmail (1487-1524) onlara göre Tanrı-insanın örnekleriydi. Kızılbaş kültüründeki pek çok şey sade­ ce sözlü olarak aktarılmıştır, bu yüzden sadece parçalar halinde bilin­ mektedir. Ama yazılı aktarılan edebi eserler de vardır ve bunlar, Alevile­ rin çağdaş Türk kültürüne en önemli katkısıdır.32 O halde saray ve ulemanın kültürünün yanında, reayanın birçok grubu arasında da yazılı kültürler varlığını sürdürüyordu ve biz bugün bu kültürlere on ya da yirmi yıl öncesine göre daha büyük bir değer ve­ riyoruz. Ortodoks Rumlarla Latinler arasındaki ortaçağ çatışmalarının hızım yitirdiği 17. yüzyıldan başlamak üzere, sayıları hiç de az olmayan Rum, Padova’da ya da başka İtalyan yüksekokullarında öğrenim gör­ dü.33 Bu akademik merkezlerdeki eğitim etkinliği İstanbul’daki zengin Rum tüccar aileleri olan Fenerliler tarafından destekleniyordu. Gerekli 31 Lewis (1982), s. 82. 32 Gölpınarlı (1963). 33 McNeiIl (1974).

10


parayı kısmen, Eflak ve Boğdan’da Osmanlı voyvodası olarak görev ya­ pan Fenerliler sağlıyordu.34 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Mısır’daki as­ keri birliklerin komutanları da çeşitli binalar inşa ettirmişlerdi. Bunlar, 15. yüzyıldan beri padişahlar tarafından desteklenen ve bütün eyaletle­ re yayılmış olan “imparatorluk üslubu”nun öğeleriyle Mısır’ın ortaçağ (Memlûk) mimarlık sanatının motiflerini birleştiriyordu.35 Elinizdeki kitapta insanı zahmetten kurtaran bu “yüksek kültür-halk kültürü” İki­ lisinin izlerine zaman zaman rastlamak olasıysa da, Osmanlı çevresinde bu kısaltmayı kullanabilmenin, yeniçağ başlarındaki Fransa’ya oranla çok daha zor olduğu açıktır. Osm anlı İm paratorluğu’nun Çekirdeğini O luşturan Ülkelerdeki M üslüm an K entliler Osmanlı kültürünün bütün bu yönlerini ortaya koyabilmek için tek bir kitap değil, ciltler tutan bir dizi gerekir, bu da tek kişinin altından kalkabileceği bir iş değildir. O halde bir seçim yapmak gerekiyor. Bu ki­ tapta, bütün ön açıklamalara karşın zaman zaman yüksek kültürlerden söz ediliyorsa, bununla ulemanın ve fıkıh eğitimi görmeyen devlet hiz­ metlilerinin daha çok İstanbul’da yayılmış olan kültürleri kastedilmek­ tedir. Aslında saray kültürü de tümüyle konunun dışında bırakılamaz; çünkü bu kültür, dar anlamda dinin de ötesinde, kendilerin etkilendiği önemli kaynaklardan biridir. Ama bizim açımızdan saray kültürü, saray dışındaki insanların bu kültürle hesaplaşması ölçüsünde önem taşımak­ tadır. Bu yüksek kültüre sadece sınırlı bir biçimde giren kadın ve erkekler­ den, daha çok Müslüman olanlarla, Anadolu’da, İstanbul’da ve Rume­ li’nin doğusundaki kentlerde yaşayanlarla ilgileneceğiz. Sonuncuların anadilleri başlangıçta farklı idiyse de, yazı yazarken çoğu kez Türkçeyi kullanmışlardı. Aralarından saray kültürünü bilen ve belirli bir dini eği­ timi olanlar, yazılarını öbürlerine göre daha çok Arapça ve Farsça söz­ cükle süslemişlerdi. Ortodoks ve Katolik Hıristiyanların Bosnalı M üslü­ man komşularını Türk diye adlandırmış olmaları ve hâlâ da böyle adlan34 Yayına kimin hazırladığı belirtilmemiş olan Symposüım (1974) adlı eserde Fenerlilerin kültürel etkinliklerine ilişkin genel bir fikir veriliyor. 35 Raymond (1984), s. 91 vd.

11


dırmaları, bu Müslümanlar arasında Türkçenin yaygın olmasıyla ilişkili bulunsa gerektir.36 Bu bağlamda İstanbul’da oturanların özel bir önemi vardı. Çünkü burada Osmanlıca-Türkçe okuyup yazanların sayısı, impa­ ratorluğun başka herhangi bir yerine göre çok daha fazlaydı. Ayrıca ca­ milerdeki, tekke ve zaviyelerdeki çok sayıda kütüphane de kentlilerin ya­ zılı kültüre ulaşmalarını kolaylaştırıyordu. Ayrıca kütüphaneler yazmala­ rın görece korunabildiği yerlerdi, dolayısıyla “sıradan” kentlilere ait yaz­ malar, İstanbul’da, başka yerlerde olduğundan daha çoktu. Kütüphane­ ler çoğunlukla taş binalardı; evlerde saklanan yazmaların çoğu yok olup giderken, kütüphaneler yangına karşı daha bir güvenlikliydiler. Anadolu’daki kentlilerin sesi çok daha az duyulur; bu durum O s­ manlı İm paratorluğu’nun bütün bölgeleri arasında Anadolu’nun hâlâ en az araştırılmış bölge olduğu gerçeğini yansıtıyor. Anadolu kentleri­ nin birçoğunun sadece orta büyüklükte olmalarından ötürü, okuryazar kentlilerin toplanabileceği eğitim kurum lan da epeyce küçük çaplıydı. En fazla eğitim kurum una rastlanan kentler, sayısız külliyenin bulundu­ ğu eski başkent Bursa, bir de Mevlevi dergâhına ait (varlığını günüm üz­ de de koruyan) zengin bir kütüphanenin yer aldığı Konya’ydı.37 Coğrafi açıdan belirtmek gerekirse, ilgileneceğimiz alan tarihçilerin öteden beri Osmanlı İm paratorluğu’nun çekirdeği diye adlandırdıkları, yani Güneydoğu Avrupa’dan Batı ve O rta Anadolu’ya kadar uzanan bölge olacak.38 Güneydoğu Avrupa derken bugünkü Yunanistan, Bul­ garistan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan ve Bosna-Hersek’i kastedi­ yoruz. Günüm üzde büyük bir bölüm ü Hırvatistan’a ait Dalmaçya kıyı­ ları da Osmanlıların bu çekirdek bölgesi içindeydi. Çekirdeğe girmeyen yerler ise bugünkü Romanya’da bulunan Eflak ve Boğdan’dır. Gerçi bu iki bölgenin voyvodalarını saray atardı, ama orada M üslümanlaştırılmış bir yerli üst tabaka yoktu, Müslüman Türk de azdı. Osmanlı egemenli­ ği görece kısa (1540-1683) sürdüğü ve sık sık savaş çıkan bir sınır böl­ gesi olduğu için Macaristan’ı da incelememizin dışında tuttuk. Benzer nedenlerle Doğu Anadolu’yu da kapsam dışında bıraktık. Bu bölgede 36 Eski Yugoslavya bölgesinde 16. yüzyılda metinlerini Osmanlıca olarak yazan yazarlar için krş. Popovic (1992). 37 Bu yazma koleksiyonunun katalogu konusunda krş. Gölpınarlı (1967). 38 Hangi bölgelerin Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olabileceği konusunda bkz. Kreiser (1979).


çok az kent merkezi buluyordu ve bunun da ötesinde 19. ve 20. yüz­ yıllardaki savaşlar buralardaki kütüphane ve arşivlerde saklanan malze­ meye önemli ölçüde zarar vermişti. Daha kapsamlı bir eserde, Diyarba­ kır, Gaziantep, Bitlis ve Van daha fazla ele alınabilirdi, ama bizim bu çalışmamızda bir seçim yapmamız gerekliydi. Kuşkusuz en önemli ka­ yıp, Arap vilayetlerinin, yani bugünkü Suriye, Mısır, Irak, Libya, Tunus ve Cezayir’in inceleme kapsamının dışında tutulm uş olmasıdır. Yine de bu bölgelerin çoğuyla, özellikle de Suriye, Mısır ve Tunus ile ilgili, çe­ şitli Avrupa dillerinde yazılmış zengin incelemelerin varlığı bizi bir öl­ çüde avutmaktadır.39 Bu kitabın konusu olan kentliler, tüm sanayi öncesi toplumlarda ol­ duğu gibi, toplam nüfusun sadece küçük bir bölüm ünü oluşturuyordu. Osmanlı İm paratorluğu nüfusunun büyük çoğunluğu köylülerdi. Bazı bölgelerde, özellikle Orta Anadolu’da göçebeler ve yan göçebelerin de önemli bir rolü vardı. Ama kentlerin dışında epeyce az sayıda cami ve dini bina bulunmaktaydı; sanayi öncesi başka köylü toplumlarda oldu­ ğu gibi Osmanlılarda da okuryazar sayısı çok azdı. Bunların da ötesin­ de, var olan birkaç kaynak çoğu zaman kamuoyuna ulaşmamış ya da başka biçimde değerlendirilmişti. Yazık ki bu yüzden, nüfusun büyük çoğunluğunun kültürüne sadece olanakların elverdiği ölçüde eğilmekle yetinmek zorundayız. O sm anlı D ünyasında Z ihniyet Tarihi Son otuz yılda Avrupa kültür tarihindeki yenilenmede zihniyet tari­ hi dediğimiz çalışmanın kuşkusuz önemli bir rolü vardır.40 Bu konuda yapılan incelemeler, ender yazı yazan kişilerin bıraktığı izlerin peşinde­ dir. Tarihçiler alışılmış kaynaklarda karşılığını bulamadıkları sorulara bu kişilerin vasiyetnamelerinde kullandıkları değişik biçimlerden, ölülerin anısına hazırlatılan kitabelerden, askerlerin ailelerine yazdıkları basit mektuplardan, mezarlıklardaki ve parklardaki anıtlardan yanıt bulup çı­ karmaya çalışırlar: Hangi toplumsal gruplar örgütlü dinden kopmuş ya da tam tersi ona yönelmiş, yeni yerleşen politik sistemlerin değeri ne, ya da dostluk ve sevgi ne biçimde dile getirilmiş? İzlenen yöntem şöy­ 39 Raymond (1984) vc (1985), Osmanlı dönemindeki Arap kent kültürü konusuna bir giriş sunuyor. 40 Vovelle (1982), s. 25 vd.

13


ledir: Olabildiğince süreklilik taşıyan belgeler bir araya getirilir ve ardın­ dan bu malzeme tablo ve grafikler halinde düzenlenip insanların davra­ nışlarındaki göze çarpan değişikliklerden sonuçlar çıkarılmaya çalışılır. Tabii bu yöntem de de kaynak eksikliği yüzünden aşılamayan sınırlarla sık sık karşılaşılır. Ama inanılmayacak kadar çok örnekte görülebileceği gibi, bir kez sorular sorulduktan sonra, bunlarla ilgili kaynaklar da bu­ lunabilmektedir. Osmanlı dünyasında bu yöntem, özellikle 17. yüzyılın sonlarında başlayan dönem açısından ilginçtir; çünkü bu dönem den kalmış mezar­ taşları ya da oradan buradan okunarak edinilmiş bilgilerin zaman zaman kaydedildiği mecmualar gibi insanların özel yaşamına ilişkin çok sayıda kaynağa sahibiz. Çeşitli vakfiyeler de bu bağlamda ele alınabilir. Büyük kentlerin kadı sicillerinde düzenli olarak tutulm uş kaza kayıtları da zih­ niyet tarihi açısından başvurulabilecek kaynaklardır. Ama bu malzeme­ leri değerlendirmek oldukça zordur, çünkü sadece belirli bazı konular­ da (örneğin İstanbul’daki bazı mezar taşlan konusunda) ön çalışmalar yapılmıştır. Çoğu kez yerel tarihe yönelik masraflı araştırmalar yapmak gerekir ki, araştırmacılar bunları sık sık herhangi bir kurum un desteği olmadan yürütm ek zorunda kalırlar.41 Ama bu tür araştırmaların yardı­ mıyla, elit tabakaya dahil olmayan Osmanlı kentlileri açısından dinin ne anlam taşıdığına dair bir fikir edinebilme olanağı vardır. Elinizdeki ki­ tapta bu tür araştırmalara bir çerçeve oluşturmaya çalıştık. K ültür Çatışmaları ve T oplum sal Gerilim ler Osmanlı toplum unda birbirleriyle açık ya da gizli mücadele sürdü­ ren toplumsal gruplar var olduğundan ve bu grupların çoğunun kendi­ ne özgü kültürleri de bulunduğundan, toplumsal çatışmaların kültür alanına da taşınması hiç de az karşılaşılan bir durum değildir. 16. yüz­ yılda Anadolu göçebelerinin, merkezi iktidarın sapkın gözüyle baktığı bir din bilgininin teslim edilmesi isteğine uymamaları ve ona kitaplarıy­ la birlikte saklanabileceği bir yer sağlamaları her şeyden önce politik bir tavırdı.42 Ama bu göçebe grubunun önderleri aynı zamanda, konukse­ verliğin gerekleri, aynı boyun insanları arasındaki bağ (suçlanan bu din bilgini aynı boydan da olabilirdi), hatta belki de gerçek inançla sapkın­ 41 Bacque-Grammont vd (1991) vc Laqueur (1993) bu çalışmanın şu sıradaki cn yeni sonuçlarını ortaya koyuyorlar.


lık arasındaki sınır gibi konularda Osmanlı merkezi yönetimiyle kendi aralarındaki farkı dile getirmiş oluyorlardı. Ama bunlar politikayı aşan kültürel karşıtlıklardı. Ya da zanaatkarlar sevmedikleri rakiplerini kendi­ lerinden uzak tutm ak için onları “ham dest” diye, yani yeterince yetiş­ memiş kişiler olarak adlandırdıklarında (bunu da içerse bile), olası m üş­ terilerinin sadece ekonomik çıkarlarına hitap etmiyorlardı.43 20. yüzyı­ lın başlarında ortadan silinene kadar Osmanlı lonca kültürü, zanaatkar­ ların kent toplumuyla bütünleşmesini sağlamaya yönelik bir tören ve davranış kuralları sistemi olan fütüvvetin damgasını taşıyordu. Lonca kurallarına uymayan zanaatkar sadece ekonomik değil, toplumsal olarak da dışlanıyordu. Kitabın ilerki sayfalarında toplumsal temel üzerindeki kültür çatışmalarıyla sık sık karşılaşacağız. Bu olguyu Osmanlı bağlamında özellikle vurgulamak gerekiyor. Çünkü uzun yıllar egemen olan yaklaşım, 19. yüzyılın ortalarından ö n ­ ceki toplumsal çatışmaların üst tabakanın çeşitli grupları arasındaki kav­ galarla sınırlı olduğu biçimindeydi. Buna belki zaman zaman tek tek milletlerin insanları arasındaki hesaplaşmaları katmak gerekebiliyordu. Bu egemen yaklaşıma göre Osmanlı politik sınıfının dışında toplum bir­ birinin üzerinde yer alan yatay tabakalardan değil, yan yana dikine d u ­ ran “rükn” , yani direklerden oluşuyordu. Bu kabullere dayanılarak to p ­ lumsal çatışmaların en alt düzeyde olduğu bir toplum tablosu çiziliyor­ du. Aynı tartışma uzun yıllar Avrupa toplum tarihi çevresinde, özellik­ le de sanayi öncesi Fransa’yla ilgili olarak sürdürülm üştü. Bu tartışma çerçevesinde günüm üzde birçok Fransız toplum tarihçisi, 17. yüzyılda sürekli artan kraliyet vergileri karşısındaki ayaklanmaların, taşra soylula­ rıyla köylülerin işbirliği sonucu ortaya çıktığını öne sürüyorlar. Onlara göre bu ayaklanmalar 19. ve 20. yüzyıllardaki sınıf çatışmalarıyla hiçbir biçimde karşılaştırılamaz.44 Oysa yerel düzlemde, yoksullarla zenginler arasındaki kanlı çatışmalar hiç de az rastlanır olaylar değildi. Osmanlı toplumu için de benzer bir temel yapıdan yola çıkmak isti­ yorum. Gündelik politik yaşamda göçebelerle yerleşikler ya da askerler­ le köylüler arasındaki çatışmalar, zenginlerle yoksullar arasındaki kavga­ lara göre daha fazla göze batıyordu. Yine de bu çatışmaların birçoğuna 42 Ahmet Refik (1932). 43 İnalcık (1969). 44 Tartışmanın bir özeti için krş. Le Roy Laduric (1977), c. 1, s. 819 vd.

15


bakıldığında, hali vakti yerinde tüccarlarla yoksul zanaatkarlar, askeri sı­ nıftan vergi ödemeyen ayrıcalıklı kapıkullarıyla güvencesi olmayan le­ ventler arasındaki çelişkiler önemli bir rol oynuyordu. Tekil olaylarda, bir çatışmada hangi çelişkilerin belirleyici olduğunu saptamak her za­ man kolay değildir. Tekil olaylarda iyi belgelenmiş çatışmaların ayrıntı­ larıyla incelenmesi muhakkak bazı sürprizler getirecektir. Ama bir kül­ tür tarihi, kültür çatışmaları olmadan düşünülemez. Güç ve zenginlik farkları bir kez kurumlar aracılığıyla belirginleştikten sonra (ki bu ku­ rumlar içinde devlet en önemli rolü oynar), kültür tarihiyle ayrılmaz bağları olan toplum tarihi, toplumsal çatışmalar olmadan düşünülemez. Kültür çatışmalarıyla toplumsal gerilimlerin arasında sıkı bir bağ bu­ lunduğu görüşünde diretiliyorsa da, hangisinin daha önemli olduğuna dair henüz bir şey söylenmiş değildir. Çoğu kez bunlardan birinin ya da öbürünün lehinde kanıt bulmak zor olsa bile, ben yine de toplumsal gerilimlerin belirleyici olduğu kanısındayım. Ele alınan bir kültür çatış­ ması toplumsal arka planı doğrultusunda araştırıldığında, elde bulunan belgelerden yola çıkmak gerekecektir. Çünkü örneğin filanca edebi p o ­ lemiğin ya da karşılıklı iki tarikat şeyhinin arasındaki falanca tartışmanın arkasında belirli bir toplumsal çatışmanın yattığı gibi kanıtlanamayacak türden savların kimseye bir yararı olmaz. En kötüsü de, böyle bir d u ­ rumda (benim mantıklı bulduğum ) model saygınlığını yitirir: Gerçek­ ten de din ya da edebiyat alanında gündelik yaşamdan uzakmış gibi gö­ rünen sorunlara ilişkin görüşler, önce kendi alanlarının özdinamiği için­ de anlaşılmalıdır. Ama bu görüşü dile getirenin toplumsal konumu da önemlidir. Osmanlı üst tabakasından, örneğin tarihçi Mustafa Âli gibi bir insan, devlet görevlisi olacaklar için din ve hukuk eğitiminin önemi üzerinde duruyorsa, bu görüş kesinlikle onun kendi mesleki çıkarlarıy­ la da bağlantılı olarak görülmelidir.45 Bununla birlikte, entelektüel gö­ rüşlerin toplumsal bir bakışla yorumlanması, ancak elde yeteri kadar kaynak varsa ve önemli malzemelerin hepsi incelenmişse doyurucu so­ nuçlara götürebilir. Aracılar Şu ana kadar kültürü toplumsal kavgaların, dışlanmaların, hatta ba­ zen de üste çıkmanın aracı olarak gördük. Ü st tabaka, egemen olanlar45 Fleischer (1986), s. 204.


la egemenlik altında tutulanlar arasındaki ayrımı akıllarına yerleştirmek amacıyla, halkın önüne bazı kültürel göstergeler koyuyordu. Örneğin yüzyıllardır sık sık tekrarlanan, ama her zaman da uyulmayan kıyafet ta­ limatnameleri bu amaca hizmet ediyordu. Mustafa Ali gibi aydın bir Osmanlı’nın görüşüne göre, üst tabaka ile sıradan vergi mükellefleri arasındaki duvarlar, bütün egemenlik sisteminin iyi işlemesinin temel ön koşuluydu.46 Dinden sapmış diye bakılan Kızılbaşlar üzerindeki bas­ kılar ve 17. yüzyılın sonlarından başlamak üzere göçebelerin zaman za­ man zorunlu iskâna tabi tutulmaları bir kenara bırakılırsa, 17. yüzyılın ortalarından önce üst tabaka kültürünün halk arasında yaygınlaştırılma­ sına yönelik dişe dokunur bir çabanın olmaması bu durum a denk düşü­ yordu. Göçebelerin zorunlu iskânının toplumsal, politik ve ekonomik boyutlarının yanı sıra kültürel boyutları da vardı; bir zamanların göçe­ beleri yerleşik kültüre alışmalıydılar. Ama kültürlerin birbirine uyumu, egemenlerin girişimi olmaksızın da gerçekleşebiliyordu. Bunun bir ka­ nıtı, dervişlerin, kent kent dolaşan mollaların ve imamların, yazma alış­ kanlığını Anadolu’nun ve Rumeli’nin en ıssız köşelerine kadar taşımış olduklarına ilişkin bilgilerimizdir. Yörelerinde erdiğine inanılan insanla­ rın yaşam öykülerinin, çoğu kez ölümlerinden uzun yıllar sonra yazılı hale getirilmiş olmasını da bu kişilere borçluyuz.47 M odern tarih araştırmalarının en büyük başarılarından birisi, kültü­ rel aracılar olarak dervişlerin etkinliklerini aydınlatabilmiş olmasıdır. Bu aracılık, Türk boylarının A nadolu’ya geldikleri 11. yüzyıla kadar uzanır. Ama dervişler daha sonraki dönemlerde de aracılık etmişlerdir. Örneğin Hacı Bektaş Veli Dergâhı Orta Anadolu’nun içlerinde, en yakınındaki kent olan Kırşehir’den bile oldukça uzakta, kırsal bir alandaydı. Sapalı­ ğına rağmen, Hacı Bektaş’a saygı besleyen Osmanlı üst tabakasından birçok kişi burayı ziyaret ediyordu.48 19. yüzyıla gelindiğinde burada, dergâh mensuplarının ya da ziyarete gelenlerin bağışladığı yazmalardan zengin bir kütüphane oluşmuştu. Kimi başka tarikat mensupları ise b ü ­ yük bir dergâhı ziyaret ettiklerinde, kendilerine gereken metinlerin kopyasını da çıkarıyorlardı. Kütüphanelerden bu yolla yararlanma 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdü. 46 Tierze (1982), Fleischer (1986), s. 6-8. 47 Faroqhi (1979) bu duruma ilişkin bazı bilgiler içeriyor. 48 Fleischer (1986) s. 167.

17


Uzun zamandan beri araştırma konusu olan, ama henüz kesin yanı­ tı verilmemiş bir soru, Osmanlı toplum unun kültür alanında 18. yüz­ yıldan beri Avrupa’dan almaya başladığı yeniliklere kimlerin aracılık et­ tiğidir. Konuyla ilgili en eski yayınlarda karşılaşılan modele göre, O s­ manlı üst tabakası Avrupa’dan gelen yenilikleri ancak sürekli askeri ye­ nilgilerin baskısıyla kabullenmiştir. Yine bu görüşe göre bütün bunlara, sadece zorunlu teknik yeniliklerle sınırlı kalması ve Osmanlı kültürünün özüne dokunulmaması koşuluyla olumlu bakılmıştır. Bu modelde ger­ çek payının bulunduğu kesindir, çünkü bu davranış biçimiyle bugün bi­ le tutucu çevrelerde karşılaşılmaktadır. Bu modeli benimseyen tarihçi­ ler, mesleki eğitimleri gereği Fransızca öğrenen genç insanların farklı metinleri, en başta da edebiyat metinlerini okumaktan alıkonamayacak­ larını da kabul etmektedirler. Ayrıca kabul edilen bir başka olgu da, çe­ şitli durumlarda neyin teknik eğitim kapsamına girdiğini saptamanın epeyce güç olduğudur. Örneğin fizik ve matematik bir bilim olarak ba­ listiğin temellerini oluştururken, birçok matematikçi felsefeyle ilgilen­ meyi, çalışma alanlarının getirdiği bir gereklilik olarak açıklıyorlardı. Bu açıklamada da doğruluk payının olduğu kesin; ama birçok soru yine de yanıtsız kalıyor. Örneğin kendi ders kitaplarıyla yetinmek istemeyen genç insanların niçin özellikle belirli bazı kitaplara yöneldikleri merak konusudur.49 Osmanlı askeri okullarındaki öğretm enlerin etkinliklerini bu bakış açısı altında daha yakından aydınlatmak gerekir. 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı yönetimi tarafından öğrenim için Avrupa’ya gön­ derilmeye başlayan gençlerin eğitimi ve daha sonra yaptıkları işler de hem Fransız, hem de Osmanlı kaynaklarına dayanılarak daha ayrıntılı ele alınmalıdır. Kültürel değişikliklere aracılık eden kişiler olarak bu in­ sanlar özellikle önemli bir rol oynamış olmalıdırlar.50 Bundan başka günüm üzdeki anlayış çerçevesinde, askeri alanın m ut­ lak önceliği olduğu görüşü karşısında da bazı kuşkular duymak gerekir. Daha önceleri hiçbir istisna getirünıeksizin kabul edilmiş olan, Osm an­ lı İm paratorluğu’nun “sürekli yürüyüş halindeki bir ordu” olduğu ve bu yüzden de kültürel değişimin tüm ünün askeri zorunluluklarla açık­ lanması gerektiği düşüncesine, bugün daha kuşkuyla bakılmaktadır. Ye­ niçağın başlarında Avrupa devletlerinin temel etkinliği dc savaş değil 49 Mardin (1962) bu sorunu tartışıyor. 50 Adnan Şişman’ın bu konuya ilişkin doktora tezi yazık ki yayımlanmamıştır.


iniydi? Dev gibi bir orduya sahip Prusya dışında, m utlakıyetçi Fransa 1789’da art arda gelen savaşların yükünü taşıyamadığı için çökm üştü.51 Yani Osmanlı İm paratorluğu, çağdaşlarından daha az ya da çok savaşçı bir tablo çizmiyordu. Bu yüzden de Osmanlı üst tabakasının sadece as­ keri-politik motiflerle hareket ettiği varsayımını haklı gösterecek özel bir neden söz konusu değildir. Değişen bu bakış açısı içinde, Osmanlı Müslümanlarının kendi d ö ­ nemlerindeki Avrupa ile kurdukları doğrudan ya da dolaylı ilişki çok merkezi bir rol oynuyor. Bugün biliyoruz ki, 16. ve 17. yüzyıllardaki Müslüman Osmanlı tüccarları, bir zamanlar varsayıldığı gibi, “kâfirler­ le” ilişki kurmakta dini koşullanmalar nedeniyle çekingen davranmış değillerdi.52 H atta bu tüccarlar Venedik’e o kadar sık gidip geliyorlar­ dı ki, daha 17. yüzyılın başlarında Venedikli yöneticiler onlar için Fon­ dacco dei Turchi adlı bir konaklama yeri kurmayı gerekli görmüşlerdi, (ilke içinde de, kendi isteğiyle ya da tutsak olarak buraya gelmiş ve son­ ra yerleşmiş pek çok kişinin varlığı dolayısıyla ilişki olanakları vardı. Özellikle Anadolu’da yaşayan Hıristiyanların sayısı hiç de az değildi ve bu insanların yazıp daha sonra bastırdıkları kitaplar herhangi bir M üs­ lüman tarafından pek okunmuş olmasa bile, yine de sözlü anlatım biçi­ mindeki bir aracılığı hesaba katmak gerekir.53 Son zamanlarda yapılmış okumaya değer bir araştırma, şu ya da bu biçimde Osmanlı İm parator­ luğu topraklarına girmiş İspanyol, Fransız, İtalyan balıkçıların, askerle­ rin ve zanaatkârların bazı insani ilişkiler kurduklarını ve her iki kültür çevresinin yazarlarının da bundan haberlerinin olmadığını ortaya koy­ m uştur.54 Öte yandan Osmanlı tüccarları, balıkçıları ve askerleri de komşu Akdeniz ülkelerindeki yaşam tarzıyla tanışmışlardı. Sonuç ola­ rak, Avrupa kaynaklarında sık sık anlatılan insani ilişkilerin, ancak iki ta­ raf da buna hazır olduğu zaman kurulabildiği ortaya çıkıyor. Özellikle alt tabaka Müslüman Osmanlıların Avrupa konusunda o dönem de, ki­ taplarda anlatılandan çok daha fazla bilgi sahibi oldukları varsayımına ben de katılıyorum.

51 Goubert’de (1966) XIV. Louis’nin bitmek bilmeyen savaşları nedeniyle Fransa’nın gücünün tükenmesine ilişkin etkileyici sözler yer alıyor, s. 252 vd. 52 Kafadar (1986). 53 Tietze (1991). 54 Bennassar ve Bennassar (1989).

19


Bir Uyarı: G eleneksel K ültür Özellikle 1950’ler ve 1960’larda konuyla ilgili yayınlarda sık sık rastlanan bir kavrama bu kitapta bilinçli olarak yer verilmedi. Bu kav­ ram, birçok araştırmacıya göre bütün sanayi öncesi toplumların alt ta­ bakalarının sahip olduğu, geleneksel kültür kavramıdır. Bu kavram üs­ tünde duran toplumbilimciler, modern kültürün 19. yüzyılın sonların­ da ve esas olarak da 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşan yönlerini gele­ neksel olmayan toplum tanımının belirleyici ölçütü kabul etm ektedir­ ler. Buna örnek olarak gazete okuma verilebilir. Ama radyo dinleme ya da seçimlere katılma da aynı kapsamdadır. Bu tür etkinliklerle henüz ta­ nışmamış bütün toplum lar geleneksel toplumlar olarak sınıflandırıl­ maktadır ve bu anlamda köylerde oturanlar politik üst tabakadan olan­ lara göre çok daha uzun süre geleneksel konum da kalmaktadır. Gele­ neksel kültür kavramında, toplum için karakteristik olanın, anonimlik değil, birbirlerini kişisel olarak ya da en azından anlatılanlardan tanıyan kişilerin ortak etkinliği olduğu varsayımı da yer almaktadır.55 Amaçlarımız açısından geleneksel kültür kavramını kullanmamamı­ zın başlıca nedeni, bu kavrama göre modern nitelendirmesine giren in­ sani ilişkilerin çok azı ile alışverişimizin olmasıdır. Fakat kavramlar, de­ ğerlerini durum ve kavrayış arasına bir sınır koyarak edinirler. Ama ge­ leneksel kültür kavramına daha önemli bir başka itirazımız var. Gelenek­ sel kültürden söz edildiğinde, iç çelişkilerinden görece arınmış bir sistem düşünülür, ya da en azından, gerçekte var olan çelişkiler toplum un üye­ leri tarafından çoğunlukla algılanmaz. Oysa bu kitap tam da Osmanlı kültürünün eşzamanlı olmayan öğelerini ve çelişkilerini ele almaktadır ve bu anlamda bu kültüre geleneksel nitelendirmesi yapılamaz. D ön em lere Ayırma Ü zerin e Dönemlere ayırma işi ilk bakışta, karmaşık bir malzemeyi düzenli hale getirmek için yapılan basit bir işlem gibi görünür. O zaman da d ö ­ nemlerin sınırları üzerinde tartışmak, bir oyun ya da bir öğrenci tuhaf­ lığı gibi gelir. Ama daha yakından bakıldığında, dönemlerin sınırlarının hiçbir zaman rastlantıyla seçilmediği, tersine, bunu yapan tarihçilerin toplumsal dönüşümleri nasıl gördüklerini yansıttığı ortaya çıkar. Ö rne­ ğin eğer bir çarpışma ya da bir hanedanın yükselişi kültür tarihinde de 55 Lerner (1958).

20


bir dönem in sın ırı olarak kabul ediliyorsa, bu yaklaşım aynı zamanda (en azından tartışılan bu ö?el durum da), politik olayların birincil, kül­ türel değişimlerin ise ikincil nitelikte görüldüğünü ortaya koyar. Os­ manlı tarihi, özellikle de Osmanlı kültür tarihi, geçmişten bugüne ka­ dar süregelen önyargılardan kurtulmanın zor olduğu bir alandır. Bu yüzden de, dönemlerin sınırları gibi sıkıcı bir sorunu biraz ayrıntılı ola­ rak ele almamız gerekiyor. Daha önce kültür tarihi çerçevesinde ortaya çıkmış tanımlamaları bütün bir dönem i kapsayacak kadar genişletmek Avrupa kültür tarihin­ de hep yapılagelmiştir. Bunun sonucunda bir barok şiirden, bir klasik nesirden ve benzerlerinden söz ederiz. Osmanlı kültür tarihi henüz başlangıcında olduğu için, bugüne kadar bu çerçevede bir dönemleştir­ meye gidilmemiştir. Ama edebiyat ve mimarlık tarihçileri kendi çalışma alanlarında daha çok yol almışlardır. Bu alanların her ikisinde de bir er­ ken dönemin varlığı kabul ediliyor. Klasik sentez adı verilen erken dö­ nemde, 15. yüzyılın sonlarıyla 16. yüzyılda iyice ağırlığını artıracak olan saray kültürü henüz ortaya çıkmamıştır. Erken dönem , mimarlık tarih­ çilerine göre daha 14. yüzyılın ikinci yarısında sona ermişken, edebiyat tarihçileri 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdüğünü kabul ediyorlar.56 Bu zaman içinde Türkiye Türkçesi edebiyat dili olarak ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede Arapçadan, özellikle de Farsçadan sayısız sözcük ve “terkip” alınmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında Mustafa Âli, kendisinin gerçek kültür olarak gördüğü saray ve medrese kültürünü Osmanlı İm parator­ luğu’nda yerli yerine oturtanların Arap ve İranlı bilginlerle edebiyatçı­ lar olduğunu ileri sürebilmiştir. Ama ona göre bu kazanım henüz hiç de sağlamca yerleşmiş değildir ve padişahın sürekli dikkati ve desteği ol­ madan bu narin çiçeğin yaşama şansı yoktur.57 15. yüzyılın ortaları sadece edebiyat tarihinde değil, mimarlık ala­ nında da bir dönüm noktasıdır. Fatih Sultan M ehmed (hd 1451-81) İs­ tanbul’u fethettikten sonra Edirne’de ve özellikle yeni başkent İstan­ bul’da görkemli bir imar etkinliği başlatmıştı. Bu etkinlikle birlikte Topkapı Sarayı’na “egzotik” (özellikle İran kökenli) motifler girdi.58

56 Bombacı, çev. Melikoff (1968) Osmanlı edebiyatının “klasik” dönemini politik bir olayla, 1453’te Konstantinopolis’in fethiyle başlatıyor, s. 267 vd. 57 Fleischer (1986), s. 253 vd. 58 Necipoğlu (1991), s. 212 vd.

21


Değişim cami mimarisine biraz daha sonra, yaklaşık 1500’lerde ulaştı. Çünkü 14. yüzyılın sonları ve 15. yüzyılın başlarında Bursa’daki selatin camilerinde rastlanan ve arka arkaya iki kubbe ile yanlardaki kanatlar­ dan oluşan (ve ters “T ” adıyla anılan) plan bu tarihlerde bütünüyle terk edilmişti.59 Onun yerini ortadaki tek bir kubbenin yarım kubbelerle desteklendiği, kare ya da dikdörtgen biçimindeki merkezi planlı yapı al­ mıştı. Bu biçim, bazı değişiklikler olsa da, bundan sonra Osmanlı İm ­ paratorluğu’ndaki mimarlık etkinliklerinin hepsinde korundu. Bu biçi­ min ortaya çıkışı, mimarlık tarihinde bir dönüm noktasını, Mimar Si­ n an’ın eserleriyle zenginleşen klasik üslubun başlangıcını işaret ediyor­ du. 1538-1589 arasında mimarbaşı olarak görev yapan Mimar Sinan’ın damgasını vurduğu bu üslup, 18. yüzyılın başlarına kadar anıtsal O s­ manlı yapılarında değişmeden sürdürüldü.60 Başka bir dönüm noktası olarak 1570’ler görülebilir. O tarihlerde II. Selim’in Edirne’de yaptırdığı Selimiye Camii’nin tamamlanmasıyla (1574-75) en azından bugünkü bakış açımıza göre, klasik üslup doruk noktasına ulaşmıştı.61 Ama dönem in aydın kişilerinin pek çoğu, paranın değer yitirmesini, askeri yapıdaki örgütlenm e sorunlarını ve uzun savaş­ ların artık büyük fetihlerle sonuçlanmamasını, politik bir çöküşün ilk işaretleri olarak görüyorlardı.62 Günüm üzde bazı tarihçiler bu tür ifa­ deleri sınırlandırmak, onlara kuşkuyla bakmak eğilimindedirler: Şehza­ de Korkud, çöküş zamanları söylemini daha Osmanlı padişahlarının bü­ yük fetihleri sürdürdükleri 16. yüzyılın başlarında bile kullanmıştı.63 Ama aynı yüzyılın ikinci yarısında, 1570’lerde ve 1580’lerde, aydınla­ rın, büyük saygıyla anılan ve ölüm ünün üzerinden henüz uzun bir za­ man geçmemiş olan Kanuni Sultan Süleyman’ınkinden (hd 1520-66) farklı bir çağda yaşadıklarına inanıyor olmaları hayli ilginçtir. 16. yüzyılın sonlarını, 17. yüzyılı ve 18. yüzyılın başlarını ayrıntıla­ rıyla ele alabilmek için 16. yüzyılın ikinci yarısına kadarki gelişmeleri özetlemekle yetineceğiz. Bunun pratik bir nedeni var. 1560-70’lere ait belgelerin sayısında ani bir artış gözlenmektedir ve bunun devlet bü­ 59 60 61 62 63

Goodwin (1971), s. 178, 185. age, s. 333-355. Kuran (1987), s. 169. Cemal Kafadar bu “çöküş bilinci” konusunda bir araştırma hazırlıyor. Fleischer (1990).


rokrasisindeki büyümeyle ilgili olduğu kesindir. Daha yakın zaman di­ limlerinden de biliyoruz ki, bürokratların sayısı arttıkça yazılı belgelerin sayısı da artmaktadır. Öte yandan kitabımızda “resmi” alanın dışında mahrem ve özel yaşamın kültürüne de değinmemiz gerektiğinden, yaz­ ma etkinliği o derece yaygınlaşmış olmalıdır ki, bunlara ilişkin kaynak­ lar var olabilsin. Bunun dışında bu kitabın yazarının çalışma alanı yeni­ çağın başlarıdır ve çoğunlukla zor bir uğraş olan kaynak tarama işi için önbilgilerin elde edilmesi zorunludur. Kitapta ayrıntılarıyla ve konu başlıklarına göre bölümlenmiş olarak ele alman dönem , aşağı yukarı 18. yüzyılın ortalarında sona erer. Ko­ nuyu 1789’a kadar ayrıntılarıyla sürdürmek pratik zorunluluklar yüzün­ den olanaksızdır. (Askeri reformlar yapmayı tasarlayan, aydın görüşlü III. Selim’in tahta çıktığı 1789 yılı, yeni bir dönem in başlangıcı olarak da kabul görmektedir.) 18. yüzyılın özel zorlukları vardır; çünkü bir yandan, bu yüzyıldan kalma Osmanlı’ya ilişkin çok sayıda belge vardır, öte yandan da üzerinde çok az araştırma yapılmış bir dönem dir. Ayrıca bu dönem in zengin arşiv malzemesinin de ancak çok az bir bölüm ü ka­ taloglanmış ve araştırmaya açık hale getirilmiştir. Kitapta, 1730 sonrası dönem bu yüzden oldukça kısa oldu. Yeni yürütülm ekte olan araştır­ maların bu alanda daha ne kadar çok keşfedecek şeyin olduğunu gös­ termesi, bu eksikliği daha da üzücü hale getiriyor. Ama yine de bu h e­ def, şimdilik sadece geleceğe yönelik güzel bir düş. Buna karşılık seçilen zaman kesiti, 1718’den 1730’a kadar süren ve kültür tarihi açısından çok ilginç bir dönem olan “Lale Devri”ni yakın­ ılan aydınlatmaya olanak veriyor. Bu dönemde Avrupa’dan gelen barok ve rokoko üsluplarının etkileri görülür; ama bu etkilenme mimarlıktan çok süslemede göze çarpar.64 Bu üsluplara sanat tarihçileri yıllarca kötü gözle bakmıştır. Milliyetçi eğilimli Cumhuriyet dönemi araştırmacıları, hu üsluba ve ona bağlı olarak saray çevresinde yaygınlaşan görkemli ya­ şayış biçimine İstanbul halkının şiddetle karşı çıkmış olmasını kendileri­ ne dayanak yapmışlardır. Bu yüzden de bu üslubu daha çok, ulusal ge­ lenekleri unutm uş saray çevresinin ülkeye soktuğu yabancı bir ithal ürü­ nü olarak görmüşlerdir.65 Avrupalı tarihçiler ise, romantik milliyetçi dü­ şüncelerden fazlaca etkilenmiş oldukları için, bu “kozm opolit” üslubun

64 Arel (1975) bu konuyu yeniden değerlendiriyor. 6 5 Oldukça olumsuz bir değerlendirme için bkz. Kuran (1987), s. 246.

23


keyfine yeterince varamamışlardır. Ancak son yıllarda, araştırmacıların hiç değilse bir bölüm ünün milliyetçi tarih yazımının düşünce şemalarını sorgulamaya başlamalarından sonra, bu tür binalardaki özgür biçimleniş ve zerafet ilgi uyandırmıştır. Bu ilginin nedeni 18. yüzyıla genelde artık (sadece Osmanlı tarihçileri arasında değil, son dönem Hindistan tarihçi­ leri arasında da görüldüğü gibi) olumlu bakılmaya başlanmasıdır.66 Es­ kiden 18. yüzyıl, Osmanlı kültürünün çökmeye başlayıp Avrupa etkisi­ nin yaygınlaştığı bir zaman kesiti olarak değersiz görülürken, bugün ar­ tık bu dönemin zerafeti ve canlılığına değer verilmektedir. Bu “uzun 18. yüzyıl”ın (1718- yak. 1840) sona erdiği anı saptamak o kadar kolay bir iş değildir. Ama göründüğü kadarıyla, yaklaşık 1840’tan sonra yabancı öğeler ele daha değişik alınmaya başlamıştır. Artık söz konusu olan, onlarsız da işleyebilen bir sisteme, şu ya da bu egzotik kültür öğelerinin eklenmesi değil, üst tabaka kültürünün tüm ü­ nün yeniden yapılanmasıdır. Bu süreç rom an, yağlıboya resim, tiyatro ve daha sonraları sinema gibi yeni sanat biçimlerinin ortaya çıkması ve halka ulaşmasıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca gündelik kültür de bundan et­ kilenmiştir. Pastaneler 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’un sadece belir­ li semtlerinde görülürken, daha sonraki yıllarda giderek yaygınlaşmış­ lardır. Cumhuriyet dönem inde pastanelerin önemi, kahvelere sadece erkeklerin gitmesine karşılık, buralara kadınların ya da karışık grupların da gidiyor olmasında yatmaktadır. Son iki bölüm den biri 1770 ile Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 arasındaki dönemi, İkincisi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun ger­ çek 19. yüzyılı olarak adlandırılabilecek yılları ele almaktadır. Bununla kastedilen, bir araştırmada “Osmanlı İm paratorluğu’nun En Uzun Yüzyılı” adı altında ele alınmış olan 1839 ile 1908 arasındaki zaman di­ limidir.67 Burada dönemin başlangıcı olarak 1770 tarihi seçilmiştir, çünkü 1760 ile 1770 arasında bolluktan bunalıma doğru bir konjonk­ tü r değişikliği olmuş ve bunun sonucunda ortaya çıkan para sıkıntısı ya­ pı etkinliklerini de etkilemiştir. 1839 ise sanat alanında da bir yol ayrı­ mı noktası oluşturur: Bugün Divanyolu’nda hâlâ ayakta duran II. M ah­ m ud’un türbesi ağır kütlesiyle, Osmanlı rokokosunun artık gerilerde kaldığım haber vermektedir.68 66 Özellikle bkz. Bayly (1989). 67 Ortaylı (1983). 68 Akın (1993).


Kitabımız 1908 yılında, Jöntürk devrimiyle sona ermektedir. Bu olay, II. Abdülham id’in istibdatının sonu anlamına gelir. Gerçi II. Ab­ dülhamid ertesi yıl iktidarı yeniden eline geçirmek için bir girişimde bu­ lunmuştur, ama başarı kazanamadığı gibi tahtını da kaybetmiştir. 1912’de Balkan Savaşı’nın patlak vermesine daha dört yıl vardır. Bunu izleyen ve Balkan Savaşı’ndan I. Dünya Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’ndan 1923’te Cum huriyet’in kurulmasına ve Lozan Antlaşması’na kadar uzanan savaş dönem i, ciddi karışıklıkların ve yıkımların yaşandığı bir za­ man kesitidir ve bu süre içinde, para gerektiren kültür etkinliklerinin hiçbirinde bir yaşam belirtisi görülmez. Bu dönem in hemen sadece edebiyat ve gündelik kültür açısından verimli olduğu söylenebilir ve bu yüzden kitabın kapsamı dışında bırakılmıştır. Bilim alanında henüz tartışılmış özel konuların seçilip yeniden yo­ rumlanmasına dayanan bu kitapta, yazarın temel düşünceleri ister iste­ mez, monografık bir çalışmada olduğundan çok daha fazla ön plana çı­ kacaktır. Bu yüzden burada temel bir kabulü açıkça ortaya koymak ge­ rekir: H er kültürde olduğu gibi Osmanlı kültürü de, içinde yaşayanla­ ra, uzak durmaları oldukça zor davranış biçimleri sunmuştur. Ama b u ­ nu söylemek, bu insanların sadece önceden belirlenmiş kalıplara göre davranmaya zorlandıkları ve başka hiçbir seçenekleri olmadığı anlamına da gelmez. Ben daha çok, tümüyle sıradan insanların bile zaman zaman kültürlerinin onlara sunduğu öğelerden yeni bazı çözümler yarattıkları­ nı varsayarak yola çıkıyorum. Bu seçenekleri, kimlerin hangi koşullar al­ ımda değerlendirdikleri, kitabımızın konusunu oluşturacaktır.69

69 Müziğin bu çalışmanın dışında bırakılmak zorunda kalınması üzücü oldu. Osmanlı müziğinin dikkati çekici bir yanı da, 17. yüzyıldan, hatta tek tük de 16. yüzyıldan kalma nota örnekleriyle daha başka bilgilere sahip olmamız ve bunlara dayanarak söz konusu parçaların nasıl icra edildiği konusunda sonuçlar çıkarabilmemiz. Bunu özellikle, Albertus Bobovius imzasını da kullanan, Polonya kökenli Ali Ufkî Efendi’ye ve daha başka gözlemcilere borçluyuz. Ali Ufkî Efendi sarayda dinlenen müziği kaydetmişti. Bunun yanında daha başka müzik türleri de vardı. Örneğin günümüze kadar ulaşmış olan Mevlevi müziği bunlardan biridir. Müzik eğitimimin ve bilgimin bu konuda işe yarayabilecek bir şeyler söyleyebilmeme yeterli olmadığını kabul etmek zorundaydım. Beni bilgilendiren Andreas Tietze’ye ve özellikle çok şey öğrendiğim Cem Behar’a teşekkür ederim. Yetersiz bilgimle bir özet yapmaya kalkışsaydım Behar’ın ilginç çalışmalarına bir şey eklemiş olmayacaktım.

25


İKİNCİ BÖLÜM BİR DÜNYA İMPARATORLUĞUNUN DOĞUŞU Orta Asya’dan göç ettikleri kabul edilen Türkler 11. yüzyılın sonla­ rında Anadolu’ya ve daha az olmak üzere de Balkanlar’a yerleşmeye başladılar. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i yenilgiye uğratıp tutsak aldığı 1071’deki Malazgirt Savaşı bu süreçte bir dönüm noktası oluşturur.1 1176’daki Çardak Sava­ şı’ndan sonra Batı Anadolu da Türklerin yerleşim bölgeleri arasına gir­ di. 13. yüzyılın sonunda Bizanslılar A nadolu’nun neredeyse tüm ünü yi­ tirmişlerdi; ellerinde sadece Philadelphia (Alaşehir), Trabzon ve aslında başka bir devlete ait olan birkaç küçük toprak parçası kalmıştı.2 1258’e kadar Haçlıların ve Venediklilerin Konstantinopolis’ten sürdüğü Pala­ eologos’ların başkenti olan Nikaia (İznik) bile 1331’de Osmanlıların eline geçmişti. A nadolu G öçebeleri: D in ve İsyan Anadolu’ya gelen Türklerin çoğu koyun besleyen ve eşyalarını deve­ lerle taşıyan göçebeler olmalıydı; aralarında hali vakti daha iyi olanlar ata biniyordu. Ama gelenlerin çoğu hızla yerleşik düzene geçtiler. İç Anadolu’daki en kıraç topraklarda bile bugünkü gibi, sulama gerek­ meksizin tarım yapılabiliyor olması bunu kolaylaştırmıştı.3 Osmanlı ver­ gi kayıtlarına toprak kullanımına ilişkin ilk bilgilerin girdiği 15. yüzyı­ lın ikinci yarısında, Anadolu nüfusu büyük ölçüde yerleşik köylülerden oluşuyordu. Yerleşik nüfus 16. yüzyılda daha da fazlalaştı; tabii her za­ man var olan ve 20. yüzyılda da süren yazları hayvan otlatmak için kö­ yün yakınlarındaki bir yaylaya çıkma geleneği, yerleşik düzene geçmiş olma niteliğini bozmuyordu.

1 2 3

Vryonis (1971), s. 69 vd. age, s. 285-286. de Planhol (1968), s. 220 vd.


Anadolu’ya göç edenlerin hem en hepsi Müslümandı. Ama bazıları­ nın Müslümanlaşması herhalde biraz yüzeysel kalmış olmalıydı. Bazı gruplar Bizans bölgesine yerleşmişler ve Hıristiyan olmuşlardı; bu top­ luluklardan en önemli olanı bugün hâlâ Romanya’da yaşıyan Gagavuz­ lardı. Bazı araştırmacılar, 1923’teki Ahali Mübadelesi’yle Yunanistan’a gitmelerinden önce Türkçe konuşan ve Rumcayı sadece dini ayinlerde kullanan Karamanlıların da, ortaçağda Hıristiyanlaşmış Türk topluluk­ larından birinin soyundan geldiğini düşünm ektedirler.4 Ama Hıristiyan T ürkler, göç edenler arasında yine de küçük bir azınlıktılar. Öte yandan Müslüman göçebelerin çoğu, öğrenim görmüş kendile­ rinki gibi din bilgisine dayanan sağlam bir inançtan henüz yoksundular. Göçebelerin İslami inançlarına yön verenler abdal denen dervişlerle ba­ ba adı verilen bazı tarikat şeyhleriydi. Bunlar doğa kültünün, bazen de bazı Şamanizm öğelerinin günlük ibadete girmesinde etkili oluyorlar­ dı.5 Bu çerçevede kendi dinamiğine sahip yeni bir dini sentez yaratmış­ lardı. Sünni İslamın sapkınlık saydığı bu din anlayışı, daha sonraki yüz­ yıllar boyunca Osmanlı, özellikle de Anadolu kültür tarihinde önemli bir rol oynayacaktı. Babaların çoğunun yazılı kültürle ilişkisi çok az ol­ duğu için, adları kaynaklarda geçmez. Ama bunun, 13. yüzyılın sonla­ rında Anadolu’da, Suriye’de, Batı İran’da etkili olmuş ve alışılmamış kı­ lığı ve sapkın görüşleriyle ulemayı kızdırmış Barak Baba gibi istisnaları da vardır. Barak Baba sonunda 1 3 0 7 /0 8 yılında İran’da, Gilan kentin­ de öldürtülm üştür.6 Barak Baba’dan yaklaşık bir kuşak önce, yani 13. yüzyılda, m üritle­ ri tarihe Babailer adıyla geçen isyancı bazı babalar ortaya çıkmıştı. 1240 öncesinde, Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde Selçuklu sultanlarına

4

5

Gagavuzlar için bkz. “ Dobrudja” maddesi (Halil İnalcık). Bkz. Vryonis (1971), s. 455 vd. Bu yazar tümüyle karşı bir görüşü, burada söz konusu olanın daha sonraları Türkleşmiş yerli nüfus olduğunu savunuyor. How ard Reed £ /^ ’deki “Karaman” maddesinde bunlann Anadolu’nun yerlisi, Rum olmayan bir halktan gelmiş olabileceklerini ileri sürüyor. Köprülü (1929), Ocak (1989). Anadolu kutsal efsanelerinde İslam öncesi motiflerin

6

varlığını sürdürmesi konusunda ayrıca krş. Ocak (1983). El-2, “Barak Baba” maddesi (Bernard Lewis).

27


karşı büyük bir ayaklanma başladı.7 Selçukluların 1079 sonrasında O r­ ta Anadolu’da kurduğu devletin büyük kentlerinde incelikli bir saray ve kent kültürü filizlenmişti. Kentlerden uzak bölgelerde ise göçebe kon­ federasyonlarının beyleri kısmen başlarına buyruk bir yaşam sürdür­ mekteydiler. Friedrich Barbarossa, Üçüncü Haçlı Seferi sırasında Ku­ düs’e giderken Selçuklu topraklarından geçmiş ve 1190’da Silifke ya­ kınlarında Göksu’da boğularak ölmüştü. Babai Ayaklanması Güneydoğu Anadolu’da özellikle şiddetliydi, ama Amasya’da da şiddetli olmadığı söylenemezdi (daha sonra, Os­ manlı döneminde de bu kentte sık sık ayaklanma çıkacaktı). Babailer 1240’ta Kırşehir yakınlarındaki Malya’da yapılan çarpışmada yenilip yok edildiler. Bu çarpışmada Selçukluların emrinde “Frenk” , yani G ü­ ney ya da Batı Avrupalı paralı askerler de savaşmışlardı. Bu olay, Ana­ dolu Selçuklu Devleti’nin sonunun başlangıcı oldu; üç yıl sonra da M o­ ğollara yenik düştüler. Aşağı yukarı aynı yıllarda Moğollar Orta Avru­ pa’da Silezya’ya kadar yayıldılar. Ayaklanmaların kanlı biçimde bastırıl­ dığı bu dönem in karmaşası içinde canlarını kurtarabilen babalardan iki­ si büyük olasılıkla Hacı Bektaş ve Şeyh Edebali idi. Böylelikle, başlattık­ ları ayaklanmalar ilk başta hiç de dini bir nitelik taşımayan babaların hiç olmazsa bazıları, gitgide daha fazla Müslümanlaşan Anadolu toplumu içinde kendilerine bir yer edinmişlerdi. Çünkü babaların kafa kazıtma, hayvan postlarından basit giysiler giyme ve gürültülü müzik yapma gi­ bi âdetleri, tarikat benzeri ilişkilerle Tanrı’ya giden yolu arayan ve ço­ ğunlukla resmi dinle pek fazla ilgilenmeyen dervişler arasında en çok kabul gören yaşam tarzlarındandı. Hacı Bektaş herhalde Malya Çarpışm asından sağ kurtulduktan son­ ra Sulucakarahöyük köyüne (bugünkü Hacıbektaş) çekildi ve orada, ilerde Osmanlı politikasında çok etkin bir yer alacak Bektaşi tarikatının merkezi haline gelen bir dergâh kurdu. Ama Bektaşi tarikatı örgütsel 7

Bu ayaklanmada başrolü Baba İshak’ın mı, yoksa Baba Ilyas’ın mı oynadığı tartışmalıdır. H er şey kronist Simon de St. Q uentin’de geçen “Paperraissole”ün (Baba Resulullah) Baba İlyas mı yoksa Baba İshak mı olduğunun kabul edilmesine bağlıdır. 13. yüzyılda Anadolu’yu dolaşmış olan Simon de St. Q uentin’in bilgileri ülkede uzun süreden beri yaşayan Avrupalı paralı askerlerden kaynaklanmaktadır: Ocak (1989), s. 2-3. Bkz. Cahen (1969) ve Ocak (1989). Uzm anlar daha çok Ocak’ın görüşüne katılmaktadırlar.


biçimine ancak 15. ve 16. yüzyıllarda kavuştu.8 Şeyh Edebali ise o za­ manlar sadece İznik ve Bilecik çevresindeki küçük bir beyliğe hükm e­ den Osmanlılara bağlandı. Osman Bey’in (ö. 1326) din danışmanı ol­ du ve kızını da onunla evlendirdi. 15. yüzyıla ait bir vakayinamede Os­ man’ın bir gün rüyasında göbeğinden çıkıp büyüyen bir ağacın gölge­ sinin bütün dünyayı kapladığını gördüğü, Şeyh Edebali’nin de bu rü­ yayı, Osm an’ın gelecekte dünyaya egemen olacağının işareti olarak yo­ rumladığı anlatılmaktadır.9 Göçebeler ve yarı göçebeler Malya’daki yenilgiye rağmen, sapkın sa­ yılan İslami anlayışlarını bırakmadılar. Göründüğü kadarıyla Babai gele­ neğinden bir şeyh, 14. yüzyılda Orta Anadolu’da Selçukluların devamı olarak ortaya çıkan ve daha sonraları Macarlarla ittifak yapacak olan Ka­ raman Beyliği’nin kuruluşunda anahtar rolünü oynadı.10 Ama Osmanlı Devleti’ne karşı daha büyük bir göçebe ayaklanması ancak 1500’lerde, Osmanlı egemenliğinin merkezlerinden uzaklardaki göçebelerle yarı gö­ çebelerin siyasal memnuniyetsizliklerinin iyice yoğunlaştığı bir sırada or­ taya çıktı. Buna, Safevi soyundan bir derviş olan Şeyh İsmail’in şah ola­ rak İran tahtına çıkması (1501) ve sırtını kabilelerin gücüne dayaması yol açmıştı. Şah İsmail, Batı İran’daki Erdebil kentinde Safeviye tarika­ tını kuran Şeyh Safiyeddin İshak Erdebili’nin (1252-1334) soyunun de­ vamı olan Safevilerden geliyordu. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd 15. yüzyılda Anadolu’ya yerleşmişti. Burada, sapkın gözüyle baktığı göçebe­ ler çevresinde Şiiliğin aşırı bir varyantını yaymaya çalışmıştı.11 Şeyh C ü­ neyd ve daha sonraları da İsmail, vaazlarında Hz. M uham m ed’in amca­ 8

Ocak (1989), s. 87-95 ve Beldiceanu (1991). Müslümanlıkta dervişliğin tarihi için bkz. Trim ingham (1971). 9 Kafadar bu hikâyenin iyi bir tartışmasını veriyor. 10 Krş. İA , “Karamanlılar” maddesi (Şihabcttin Tekindağ). 11 Krş. EI2, “Shah Isma’l” maddesi (R. M. Savory). Sünnilik, Müslümanların büyük çoğunluğunu kapsayan mezheptir. Sünniler Hz. M uham med’den sonra İslam toplum unu yöneten ilk dört halifeyi peygamberin meşru ardılı kabul ederler. Buna karşılık Şiiler halifeliğin bu dördü içinde sadece peygamberin amcasının oğlu ve damadı Ali’nin (hd 659-661) hakkı olduğuna inanırlar. Ali’nin ölüm ünden sonra ise onun soyundan gelen imamların önderliğini kabul ederlerse de, bunların hiçbirisi halife olmamıştır. 9 0 9 ’dan başlayarak Kuzey Afrika’da, 969-1171 arasında da Mısır’da egemenlik süren Fatimiler de Ali’nin soyundan geldiklerini ve meşru halife olduklarım ileri sürmüşlerdir. Krş. H odgson (1974), c. 1, s. 212-223, c. 2, s. 23-29.

29


sının oğlu ve damadı Ali’ye, sahip olduğu tarihsel rolün çok ötesinde se­ mavi bir işlev atfediyorlardı. Aşırı Şii inançtaki göçebeler, dini önderleri olarak gördükleri Safevilere önemli bir destek sağladılar ve Şeyh İsmail bu desteği daha sonra siyasal iktidarı ele geçirmek için kullandı. Osmanlı Devleti içinde marjinalleşen Anadolu göçebeleri, sık sık ye­ ni kurulan Safevi Devleti’nin tarafını tutuyor, çeşitli ayaklanmalar siya­ sal gerilimi iyice artırıyordu. 1 5 1 1 /1 2 ’deki Şahkulu Ayaklanması, o sı­ ralar Anadolu’nun denetimini henüz tümüyle eline geçirememiş olan Osmanlı Devleti için çok büyük bir tehlike yaratmıştı.12 Bu ortamda Osmanlı sultanlarının, göçebelerin sapkın saydıkları dini uygulamaları karşısındaki tutumları değişti. Devletin ilk yıllarında Osmanlı sultanları egemenliklerini daha çok Hıristiyan komşularının, yani Bizanslıların, Sırpların ve Arnavutların zararına yaygınlaştırmalardı. Bu dönem de gö­ çebe ve yarı göçebe müritleriyle sınır boylarında savaşan derviş şeyhle­ rin sapkın düşüncelerini hoşgörüyle karşılıyorlardı. D urum Safevilerin devlet kurmalarıyla değişti; 16. yüzyılda Osmanlı sultanları ortodoks Sünniliğin militan savaşçıları haline geldiler.13 Sultan II. Bayezid’in (hd. 1481-1512) bu bağlam içinde Bektaşi ta­ rikatına, göçebeleri Sünniliğe yöneltsinler diye arka çıktığı anlaşılmak­ tadır. Bu amaç doğrultusunda, örneğin Kuzey Anadolu’daki Osman­ cık’ta ve Hacıbektaş’ta Bektaşi dergâhlarının kurulmasını desteklemiş­ tir. Ama dervişler göçebelere hitap edebilmek için onların düşünce dünyalarına uyum sağlamak zorundaydılar. Buna eklenecek bir başka nokta da, Şii Safevilere sempati beslediğinden kuşkulanılan sapkın der­ vişlerin 16. yüzyılda Anadoluda uğradıkları kanlı takibat sırasında, artık kurumlaşmış ve bu yüzden de daha az tehdit altında olan Bektaşiliğin koruması altına yönelmiş olmalarıdır. Böylece 15. yüzyılın sonlarında az çok Sünni olan bir tarikat, yaklaşık yüzyıllık bir dönem içerisinde Şii düşüncelerin damgasını taşıyan bir cemaat haline geldi. Bu inanç to p ­ luluğunun düşünce dünyasına, örneğin Fazlullah Astarabadi’nin propa­ gandasını yaptığı harf mistisizminin [hurufilik] önemli bir etkisi oldu. Bu yüzden Bektaşilerin ikonografisinde harflerden oluşan yüzler önem ­ li bir rol oynamaktaydı.14 12 Sohrweide (1965), s. 145 vd. 13 Sohnveide (1965), s. 159; İnalcık (1973), s. 186 vd. 14 Melikoff (1975), Gölpınarlı (1973), Birge (1965, yeni basım), resim 6 ve 7. Ayrıca bkz. E I2, “Hurufiyya” maddesi (A. Bausani).


Yerleşik Yaşayanların D ini: M ü slü m anlaşma Anadolu’da kalan Bizanslı köylülerin çoğu zamanla İslamiyeti be­ nimsedi; ama bu sürecin nasıl gerçekleştiğine ilişkin ipucu veren çok az kaynağa sahibiz. Selçuklu, ardından da Osmanlı sultanları Hıristiyan ve Yahudi nüfusu Müslümanlaştırmak için planlı çabalara girişmemişlerdi. Yine de reaya açısından Müslüman olmanın çekici yanları çoktu. M üs­ lümanlar, gayrimüslimlerin ödem ek zorunda olduğu cizyeden m uaftı­ lar ve m ahkemede tanıklıklarına gayrimüslim komşularınınkinden çok daha fazla değer veriliyordu. Siyasal alanda yer edinme isteğindeki er­ kekler için de Müslüman olmak özel avantajlar sağlıyordu. Gerçi 14. yüzyılda ve 15. yüzyılın başlarında, egemenlik altındaki Balkan devlet­ lerinin küçük soyluları için bir tımar elde etmek ve bu sayede O sm an­ lı yönetici sınıfına yükselmek olanağı ara sıra çıkıyordu ve bunun için kendi inançlarından vazgeçmeleri de gerekm iyordu.15 Ama burada söz konusu olan taşra yöneticilikleriydi; merkezi yönetim de bir makam sa­ hibi olmak isteyenler Müslümanlığı kabul etmek ve Osmanlı Türkçesi­ ni öğrenmek zorundaydılar. Buna eklenecek bir nokta da, Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerine hoşgörüyle yaklaşılıyor olsa bile, bu cemaatlere mensup olanlara pek de fazla saygı duyulmamasıydı. Gayrimüslimlerin belirli kıyafetler giymek zorunda bulunmaları, binek hayvanı kullanma­ larının kısıtlanması ya da camilerin yakınında oturmalarına izin veril­ memesi gibi sorunlar da bazı kimselerin din değiştirmesine yol açmış olabilir.16 Birçok yerde de Ortodoks kilise örgütü, 12. ve 13. yüzyıllarda T ürklerin Anadolu’ya yayılmaları sırasında parçalanıp dağılmıştı. Kon­ sillere katılan piskoposların listelerinden (notitiae episcopatum) bilgi el­ de etmek her zaman kolay değildir; çünkü bu listelerde adına rastladı­ ğımız bazı piskoposlar, atandıkları bölgelerde bir süredir bir kilise yaşa­ mı bulunmadığı için görevlerini yapamamış olsalar gerektir. Buna kar­ şılık görevlerini gerçekten yerine getirebilen, ama yolların güvenlikli ol­ maması ya da daha başka nedenlerden ötürü yola çıkıp konsilin toplan­ dığı yere ulaşamamış piskoposların bulunduğunu da m odern tarihçiler

15 İnalcık (1953). 16 Düzdağ (1972), s. 91 vd. Ayrıca din değiştirenlere bazı dönemlerde sultanın h azinesinden para da verilirdi. Bu bilgi için Prof. Machiel Kiel’e teşekkür ederim.

31


kolayca atlayabilmektedir. Kilise örgütlenmesinin dağılmasının, aynı za­ manda cemaat arasında din değiştirmeye de yol açtığını ancak belirli koşullar için varsayabiliriz. Birçok örnekten bildiğimize göre, siyasal gücün çekilip gitmek zorunda kaldığı bölgelerde bazen bir din hiçbir kilise örgütlenmesi olmadan da kuşaklar boyu varlığını sürdürebilmek­ tedir. Sapkın oldukları gerekçesiyle Bizans devlet kilisesinin ve Balkan­ lar’ın kuzeyindeki Katolik hiyerarşinin takibatına uğrayan cemaatler ço­ ğu kez özellikle İslamiyete yönelmişlerdir. Örneğin ortaçağda Bos­ na’da, kötülük ilkesine de [şeytana] en az Tanrı’ya verdikleri kadar önem vererek dualist bir öğretiye yönelen Bogomiller sayısız baskıya uğradıklarında böyle olmuştur. Ama İslamiyeti seçen Boşnakların hep­ sinin Bogomil çevresinden olduğuna inanmak da tümüyle yanlış olur.17 Anadolu’nun ve Balkanlar’ın belirli bölgelerinin Müslümanlaşma­ sında dervişler çok önemli rol oynamışlardır. Daha 15. yüzyılda çıkan bir rivayete göre Hacı Bektaş bir O rtodoks rahiple arkadaş olmuş ve bu kişi sonunda İslamiyeti benimsemişti.18 Benzer bir rivayet de Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin ölüm ünden kısa bir süre sonra çıkmıştır. Efla­ kî’nin yazdığı, kısmen efsanevi öğeler içeren biyografisinde anlatıldığı­ na göre, Mevlânâ Celaleddin sultana rica ederek, ölüme mahkûm edil­ miş genç bir Hıristiyanın kurtulmasını sağlamış.19 Genç adam bunun üzerine Müslümanlığı kabul ederek Mevlânâ’nın sadık müritlerinden biri olmuş. Ama kişi olarak Mevlânâ’nın özelliklerinden biri de, inanç­ larını değiştirmeyen Hıristiyanlarla da ilişkisini sürdürmesidir. Örneğin, Mevleviliğin kurucusunun Konya dışındaki bir manastırın keşişlerini sık sık ziyaret ettiği anlatılır.20 Dervişler İslam dininin yayılmasına sadece vaazları ve din konusun­ da örnek oluşturmalarıyla değil, sırf varlıklarıyla da hizmet ediyorlardı. Tanınmış bir velinin ölüm ünün ardından müritleri, çoğu kez, mezarı başında yapılacak duaların yerine geleceğine inanıyorlardı; sonunda bu 17 Vryonis, s. 288 vd. Fransız, İspanyol vc İtalyan tarihlerinden tanıdığımız Katharos mezhebi ile -M ontaillou’lular Katharos mezhebindendiler- ortak yanları olan Bogomiller için krş. Cirkovic (1986), s. 1157-1158 vc M ontaillou için Le Roy Ladurie (1975). Yalnız Popovic (1993) dikkatli olmak gerektiğini, Bogomillerin etkisinin kolaylıkla abartılabileccğini söylüyor. 18 Gölpınarlı (1958), s. 56. 19 Vryonis (1973), s. 388. 2 0 age, s. 387.


tür yerler ziyaretgâh olup çıkıyordu. Bu yolla evliya mezarlarının çevre­ sinde dergâhlar ve çoğu kez köyler oluşuyordu. H atta bazen, daha ö n ­ ceden de çevresinde saygı gören bir kişinin Müslüman bir veliye dönüştüğüne de rastlanmaktadır;21 ama bu tür olayların sayısı çok ka­ barık değildir. Yine de, ister bir bölgeye Müslüman halkın önderi olarak yeni gelsinler, isterse de henüz Mtislümanlaşmamış halk arasında misyo­ ner gibi çalışsınlar, dervişler İslamiyetin yaygınlaştırılmasında, genellikle kentlerde etkinlik gösteren ulemadan çok daha başarılı olmuşlardır. Dil 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun Orta Asya’ya bağlantısı, bu d ö ­ nemde Anadolu saray çevresinde ve ulema arasında kullanılan dilin ni­ çin Farsça olduğunu gösterir: Buhara ve Semerkandlı bilgelerin çoğu, günlük yaşamlarında Türk dillerinden birini konuşsalar da, Farsçayı kul­ lanmışlardır. Mevlânâ Celaleddin Rumi şiirlerini ve Mesnevi'sini Farsça yazmıştır. Üstadın yapıtlarının öğrenilmesi, onun kurduğu tarikattaki manevi yaşamın temelini oluşturduğundan, Mevlevi dervişleri, tarikatın ayinlerine katılabilmenin önkoşulu olarak 20. yüzyıla kadar bu dili öğ­ renmişlerdir.22 En başta İb n Bibi’ninki (ö. 1285’ten sonra) olmak üze­ re, 15. yüzyıla kadar vakayinameler de Farsça yazılmıştır.23 Arapçaya ilahiyat ve İslam hukukunun dili olarak özen gösterilmiş ve medreselerde öğretilmiştir. Bir kurum olarak medrese o dönem de oldukça yeniydi; ilk medreseleri 11. yüzyılın sonlarında Büyük Selçuk­ lu Sultanı Melikşah’ın veziri Nizamülmülk’tin kurduğu kabul edilmek­ ledir. Bu yeni okullar Anadolu Selçuklularında saray tarafından özellik­ le desteklenmiştir.24 Anadolu Selçuklularının başkenti Konya’daki, ya­ zın ve kışın kullanmak için ayrı ayrı mekânları bulunan, görkemli çini­ lerle bezeli medrese yapıları bugün hâlâ ayaktadır.25 Ayrıca, medresele­ rin kurulmasından önce yapılageldiği gibi, camilerde de hukuk ve din dersleri verilmekteydi. Bu dönem den bize ulaşan Arapça metinler ara­ 21 Bu tartışma için krş. Tanyu (1967), s. 319-321 ve Hasluck (1929). 22 Mevlevi kültürünü 20. yüzyılda Abdülbaki Gölpınarlı etkileyici bir biçimde temsil etmiştir. Bu kitapta ondan sık sık alıntılar yapılacaktır. Anısı önünde saygıyla eğiliriz. 23 E l2 , “ İbn Bibi” (H.W . Ouda). 24 Krş. E l2, “madrasa” maddesi (G. Pederson ve G. Makdisi). 25 Konyalı (1964), s. 785 vd.

33


sında dini vakıfların kuruluşlarına ilişkin belgeler büyük bir yer tutuyor. Birçok cami ve medresede, vakfın kurucusunun ve o sırada tahtta bulu­ nan sultanın adlarının, vakfın amacının ve kuruluş yılının belirtildiği ki­ tabeler yer almaktadır.26 13. yüzyılda kurulmuş bazı vakıfların Arapça yazılmış vakfiyeleri de mevcuttur. Ama bunların çoğu daha sonraki yıl­ lara, Anadolu Selçuklularının güçlerini yitirdikleri dönem e aittir.27 Arapça, Anadolu’da 14. yüzyılda da yeterince yaygındı, öyle ki Kuzey Afrikalı seyyah İbn Battuta Anadolu’daki gezileri boyunca sık sık konu­ şabileceği bir kimseyle karşılaşabiliyordu. Ama kendinden sonraki bazı seyyahlar gibi o da çevirmeninin dalaverelerinden şikâyet edecektir.28 Dervişler arasında da inançlarını Arapça dile getirenler vardı. Varlık­ ların tüm ünün Tanrı’da birleştiği doğrultusundaki görüşleri tartışma ko­ nusu olan mutasavvıf İbn Arabi (1165 Murcia - 1240 Şam) Selçuklu baş­ kentinde kendine bu yolla mürit toplamaya çalışıyordu. Damadı Sadred­ din Konevi de Konya’da, günümüze kadar ayakta kalmış bir dergâh kur­ muştu. Dergâhın bugün mevcut olmayan zengin kütüphanesi 15. yüzyıl­ da yöreyi fetheden Osmanlı sultanlarının gözlerini o derece kamaştırmış­ tı ki, fetihlerden sonra kendilerine sunulan vakıf kayıtlarından kitapların bir listesini çıkarttırmışlar ve 16. yüzyıl boyunca bu kitapları tekrar tek­ rar istinsah ettirmişlerdi. Çoğu Arapça olan bu değerli kopyalardan pek azının başına daha sonraki dönemde ne geldiğini biliyoruz. Bazıları bu­ gün Konya’daki Yusuf Ağa Kütüphanesi’nde bulunuyor.29 Anadolu’nun kentlerinde de konuşulan dil kuşkusuz başlangıçtan beri Türkçeydi. Bu dilde yazılı ilk eserler arasında Mevlânâ Celaled­ din’in oğlu Sultan Veled’in bazı şiirleri de vardır. Sultan Veled Rumca dizeler de yazmıştır.30 Şeyh Elvan Çelebi’nin, büyük büyükbabası Ba­ bai önderi Baba İlyas’ın onuruna yazdığı menakıbname 14. yüzyıl ürünlerindendir.31 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarında orta­

26 Bugün m üze olan Karatay Medresesi’ndeki kitabeler için bkz. Konyalı (1964), s. 845 vd. 2 7 Cacaoğlu Nureddin, yay. Temir (1959). 2 8 İbn Battuta, çev. Defremery ve Sanguinetti (1854), c. 2, s. 334 vd. 29 Uzluk (1958) 15. yüzyılın ortalarında burada toplanmış olan kitapların listesini veriyor, s. 11-13. Ayrıca karş. “Ibn al-Arabi” (Ahmet Ateş). 30 Gölpınarlı (1953), s. 60 vd. 31 Elvan Çelebi, yay. Erünsal ve Ocak (1984).


çağ İran geleneği içersinde yer alan romantik destanları Anadolu T ürk­ çesine aktarma denemeleri de vardır.32 15. yüzyılda Osmanlı-Türk ede­ biyatı vakayiname gibi yeni türlere de kapılarını açmıştı; bu dönem den sonra vakayiname ile menkıbe arasındaki fark iyice belirginleşmeye başladı.33 Daha sonraki tarihlerde, o zamana kadar el atılmamış alanları da Türk diline açma çabaları oldu. Örneğin ilk kez 18. yüzyılda mezar ve vakıf kitabelerinin Türkçe yazılması yaygınlaştı; oysa daha önceleri bu tür yazıtlarda Arapça ve Farsçanın kullanılması âdetti. 19. yüzyılın son­ larında İslam hukuku Türkçe olarak yazıya geçirildi ve böylece Arapça­ nın İslam hukuku alanındaki tek dil olması son buldu.34 Bu çerçeveden bakıldığında, Cumhuriyet dönem inde siyaset adamlarının ve edebiyat­ çıların, yaşamın akla gelebilen her alanında Türkçe kullanılması ve ayrı­ ca, gerektikçe uygun uzmanlık dilleri oluşturulması girişimlerinin eski bir gelenek içinde yer aldığı görülür. Kent H alkı ve Yapı Sanatı A nadolu’daki Bizans kentleri daha ortaçağın başlarında ufalmıştı ve birkaç istisna dışında bunları gerçek anlamda kentten çok, iyi korunan küçük yerleşim birimleri diye adlandırmak gerekiyordu. Bu yüzden 13. yüzyılda Selçukluların koruması altında yeniden oluşan Anadolu kent­ lerinde Müslümanlar nüfusun çoğunluğunu ya da en azından önemli bir bölüm ünü oluşturuyordu.35 Saraya yakın duran ve bu yüzden de Konya, Kayseri ve Sivas gibi merkezi kentlere yerleşen göçebelerin yanı sıra, Anadolu’ya bugünkü Afganistan’dan ve Orta Asya’dan da kentliler gelmişti. Yeni fethedilen bölgelerde hızla gelişkin bir İslam kültürünün ortaya çıkmasının ve şiirle tarihsel edebiyat alanında 13. yüzyıl, mimar­

32 Krş. E I 2 “ O thm anlı-Literature” maddesi (Gönül Alpay Tekin). 33 Daha 15. ve 16. yüzyıllarda ana bölümleri tarih ya da biyografi ağırlıklı olan bir eserin başlangıç bölümleri çoğunlukla efsane havasında oluyordu: Krş. Taşköprü zade , çev. Reschcr (1927), s. 5 ve Aşık-Paşa Sohn (Aşıkpaşazade), çev. Kreutel (1959), s. 25. Benzer,durumlarla eski Avrupa edebiyatında Rönesans ve Barok dönemlerinde de karşılaşılır. 3 4 Krş. Neum ann (1994). Burada söz konusu edilen, Haneli hukuk anlayışına karşılık gelen M ecelle’dir. Hanefilik dört Sünni mezhebinden biridir. Günüm üz Türkiye’sinde olduğu gibi, Osmanlı İm paratorluğu’nda da Haneliler sayıca ağır basmaktaydı. Müslüman mezheplerle Hıristiyanlıktaki mezhepleri aynı değildir. 35 Cahen (1988), s. 148 vd.

35


lıkta da 12. yüzyıldan itibaren önemli ürünlerin verilmiş olmasının ne­ deni budur.36 Müslüman kentlilerin göç etmesi, en azından 13. yüzyılda, Cengiz H an ’ın fetihlerini izleyen sarsıntılarla açıklanabilir. Moğolların alanla­ rından etkilenenler daha çok Yakındoğu’nun büyük kentleri olmuştur. Örneğin 1221’de Nişapur ve Merv, 1258’de de Bağdat, Moğollar ta­ rafından fethedilmiş, yağmalanıp yıkılmıştır; Halep bile bu kaderden kurtulamamıştır.37 Ama M uhammed Celaleddin Harezm şah’ın paralı askerlerden bir ordu kurarak Moğolların zorunlu katılım dayatmasına karşı çıkmaya çalışmasından ötürü de O rta Asya kentleri büyük acılar çekmişlerdir. Afganistan’daki Belh kentinde doğan Celaleddin Ru­ mi’nin (1207-1273) ünlü bir mutasavvıf ve hoca olan babası, büyük olasılıkla yöneticilerle arasının bozulması üzerine ülkesini terk ederek Konya’ya yerleşmiştir.38 Bugün eski Selçuklu başkentlerinden birini ziyaret edenler için mi­ marlık ve yapı bezemesi örnekleri o dönem den kalan en dikkat çekici ipuçlarını oluşturur. Daha önce de sözü edilen medreselerin yanı sıra, bu kentlerde özellikle camiler göze çarpar. Bunların çoğu ortaçağda yaygın olan ulucami tipinde inşa edilmiştir. Ulucamiler, çatıyı çok sayı­ daki ayak ya da sütunun taşıdığı dikdörtgen planlı büyük yapılardır. Mihrapları çoğunlukla dikdörtgenin uzun kenarı üzerinde yer alır. Ka­ bartma ya da renkli çinilerle bezenerek daha belirgin hale getirilmiş de olsa, küçük boyutlu oluşundan ve mekândaki çok sayıda ayak ve sütun­ dan ötürü namaz kılanların tüm ü mihrabı iyi göremezler.39 Anadolu’da inşa edilmiş ulucamilerin çoğunun üzeri kubbelerle örtülüdür. Daha küçük camiler bazen medrese, dergâh ve camiyi yaptıranın türbesinden oluşan bir ktilliyenin içinde yer alırlar. Bazılarında ibadet ve eğitim ay­ nı mekânda yapılır. Bu tür küçük camiler çoğu zaman tek ya da çift kubbeli mekânlardır. 15. ve 16. yüzyıllarda ulucami şeması gitgide or­ tadan kaybolurken, bu tip iyice gelişmiştir.40

36 age, s. 211-224. 3 7 EI2, “Nıshapur” (E. H onigm ann ve C. E. Bosworth) ve “Marw” (A. Yakubowskii, C. E. Bosworth) maddeleri. 38 Gölpınarlı (1959), s. 40. 39 Krş. EI2, “Masdjid” maddesi (R. Hillenbrand). 40 Goodwin (1971), s. 59 vd.


Sivil mimarlık örneklerinden bugüne kalanların başında kervansa­ raylar ve köprüler gelir. Kervansaraylar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’yı liman kenti Antalya’ya, Aksaray ve Kayseri gibi baş­ ka önemli kentlere bağlayan yollar üzerindeydi.41 Ama daha doğuda, örneğin Malatya çevresinde de böyle kervansaraylara rastlanıyordu. Bu durum , 13. yüzyılda Asya’nın geniş bölgelerinde yaygınlaşmış olan Moğol barışının (Pax Mongolica) etkisiyle Anadolu’dan geçen ticaret yollarının önem ini gösteren bir kanıttır. Kervansarayların çeşitli m ekân­ larla çevrelenmiş dikdörtgen biçimli açık bir avlusu oluyordu. Bundan başka yolcular için konaklama mekânlarıyla, ahır olarak düşünüldüğü anlaşılan, çoğu zaman anıtsal büyüklükte, kapalı bir yapı da vardı. Av­ lunun ortasında, altında çeşme bulunan, ayaklar üstünde yükseltilmiş bir mescit yer alıyordu. Ama ahırın yanı sıra en anıtsal bölüm, yazı ku­ şakları ve daha başka oyma ve kabartmalarla bezeli taçkapıydı. Bu tür anıtsal taçkapılar bazen dini vakıflara ait külliyelerde de bulunmaktadır. Bu taçkapıların içinde muhafız odası da olurdu ve çoğu kervansarayın tek giriş yeriydi; bu da kervansarayın bir kale ve askeri garnizon olarak kullanılmasına olanak veriyordu. 1272 yılında M oğol valisi Nureddin bin Caca Kırşehir’de bir medrese vakfını hem kent halkına, hem de M o­ ğol askerlerine tescil ettirmek istediğinde, her iki tarafı Kırşehir yakın­ larındaki bir kervansarayda bir araya getirmişti.42 Osmanlı öncesi dönem den kalan köprüler tarihçiler için özel bir önem taşırlar; çünkü bunlar, kimisi epey zamandır değişmiş olan yollar hakkında ipucu sağlarlar.43 Bu döneme ait hemen hiçbir konut günü­ müze ulaşmamıştır; sadece yürütülen kazılardan Beyşehir Gölü yakınla­ rındaki Kubadâbad Sarayı’na dair bir fikir sahibi olabiliyoruz. Bu sara­ yın temellerinden başka, çini bezemelerinin de bazı kalıntıları bugüne ulaşmıştır. Konya’da da Selçuklu sultanlarının sarayının bir bölümü b u ­ gün ayaktadır.44 Bütünüyle Selçuklu döneminde yapılmış kent surları da yine çok enderdir. Örneğin Konya surları bu yüzyılın başında yıkıl­ mıştır; Ankara Kalesi’ndeki Selçuklu yapıları da daha eski tarihli Bizans

41 42 43 44

Ö zergin (1965), Erdmann (1961). Cacaoğlu N ureddin, yay. Temir (1959), s. 165. Çulpan (1975). Krş. “Kubad-abad” maddesi (M. M einecke).

37


kalesine sonradan yapılmış eklentilerdir.45 Ortaçağda ve yeniçağ başla­ rındaki Malatya kentinin yakınında kurulan Eski Malatya’nın kalesi ger­ çi büyük ölçüde Selçuklu dönem inde yapılmıştır, ama bugün çok kötü bir durum dadır ve yöredeki camilerden çok daha az korunm uştur. Bu nedenle Selçuklu dönemindeki büyük kentin görünüm ünü ancak kaba çizgilerle gözüm üzde canlandırabilmekteyiz. Daha sonraki dönem de, yani Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılma­ sını izleyen, OsmanlIların henüz tüm üyle oturm uş bir devlet haline gelmediği yıllarda durum biraz daha iyidir; Güneybatı A nadolu’da bu dönem 1430’larda sona ermektedir. Bu yörede iktidar boşluğunun ne zaman başladığı belirsizdir, çünkü Güneybatı Anadolu’da Selçuklu de­ netimi baştan beri gevşektir. Burada kurulan M enteşe Beyliği’ndeki Peçin bir süre en önemli kentlerden biri olmuştur. Osmanlı dönem in­ de ise, sadece beş kilometre ötedeki Milas’ın rekabetine dayanamayıp körelmiş, ama hiçbir zaman yok olmamıştır. En önemli anıtlar, özellik­ le de Ahmed Gazi Medresesi ayakta kalmıştır, ayrıca yörede son yıllar­ da kazılar yapılmıştır.46 Kale de iyi korunm uş durum dadır; daha son­ raki dönem de pek çok Osmanlı kentinde olduğu gibi, burada da yer­ leşimin tamamı değil de, daha küçük ve daha iyi savunulabilecek bir bölüm ü surlarla çevrilmiştir. Ahm ed Gazi Medresesi’nden başka bir­ çok kervansaray da kentin surlarla çevrili kısmının dışında yer almak­ taydı. Kazılar sonucunda tanıdığımız bir başka yer de ortaçağda Efes’in ya­ nma kurulan, İtalyanların Altiluogo, Osmanlıların Ayasoluğ adını ver­ dikleri kenttir. Burası bugünkü yerleşim bölgesinden ayrı bir yerdedir ve büyük ölçüde Bizans dönemiyle Osmanlı öncesi geç ortaçağda orta­ ya çıkmıştır.47 Daha sonraki yıllarda Küçükmenderes’in taşıdığı alüv­ yonlar limanı doldurarak kullanılmaz hale getirmiş, bu da, 16. yüzyılın başlarında hâlâ çok canlı olan kentin çökmesine yol açmıştır. Orta Ana­ dolu’ya gelince, Kırşehir bu bölge için iyi belgelenmiş bir örnektir; Pe­ çin ve Ayasoluğ gibi terk edilmemişse de, 1450 öncesinde sahip oldu­

4 5 Krş. EI2, “Ankara” maddesi (F. Taeschner). Tuncer Baykara birçok makalesinde bu dönem Anadolu kentlerinin görünüm ünü çizmeyi denemiştir. 4 6 Genel bir izlenim için krş. Arel (1968). 4 7 Foss (1979).


önemi Osmanlı dönem inde kaybetmiştir.48 Öte yandan kentte orta­ çağ sonlarında yapılmış birçok yapı, belki de bu önem kaybı nedeniyle, günümüze kadar ayakta kalmıştır. Yok olan yapılar konusunda da Os­ manlı vakfiyelerinde değerli bilgiler bulunmaktadır.49 Yani geç ortaçağ kentinin, en azından Anadolu kentlerinin tarihi, kısa bir süre sonra o r­ taya konabilecektir. 1453 Sonrasında Siyasal D eğişim Sultan II. M ehm ed’in 1444-46 ve 1451-81 arasındaki saltanat d ö ­ nemi Osmanlı tarihinde siyasal bir değişime yol açmıştır; bu değişim İs­ tanbul’un fethinden çok daha önemlidir. Bu dönem den başlayarak h ü ­ kümdar, gayrimüslim gençler arasından devşirilerek saraya getirildikten sonra burada İslami ilkeler ve hüküm dara mutlak sadakat doğrultusun­ da eğitilen siyasal bir seçkinler grubuna dayanmıştır. Sadrazamlar bile çoğu zaman bu grup içinden çıkmıştır.50 Bu kapıkullarının statüsü kö­ lelerinkine eşit değilse bile yakın bir konum da olduğu için hüküm dar onları keyfi bir biçimde azletme, hatta yargılanmadan öldürtm e hakkı­ na sahip olm uştur.51 Buna karşılık kapıkulları arasında, mensuplan bir­ birlerine sadakat bağlarıyla bağlı ve çoğu kez hemşerilik temeline daya­ nan gruplaşmalar oluşm uştur.52 Fatih saray protokolünde, saray mimarlığında ve resmi şenliklerin düzenlenmesinde bazı kesin değişiklikler yapmıştı. Padişahlığının daha ilk yıllarında çevresindekilerle ilişkileri hâlâ görece gayri resmiydi. Bazı ünlü ulemanın aktardığına göre, o sıralarda sultanın huzurundakiler eğer varsa kızgınlıklarını ya da hayal kırıklıklarını gizlemiyorlardı; bu da belirli bir insani yakınlığın varlığım ortaya koyuyordu.53 Buna karşılık Fatih’in daha sonraki yıllarda oluşturduğu saray protokolü padişahla sı­ radan faniler arasındaki büyük mesafenin altını çiziyordu. Devlet ricali 48 49 50 51

Taeschner (1968). Özellikle Ankara T apu ve Kadastro Genel M üdürlüğü 139 (9 9 2 /1 5 8 4 ). İnalcık (1973), s. 95. Devşirme yoluyla sultanın hizmetine girenlerin köle olmadıklarının kanıtlanması konusunda krş. İnalcık (1973), s. 78, 87. En azından Mısır’da, dönem in bazı kişilerinin kapıkullarının statüsünü sorunlu gördüklerini Behrens-Abouseif ortaya koyuyor, (1994) s. 52-53. 52 Kunt (1974). 53 Taşköprüzade, çev. Rescher (1927), s. 75-76.

39


arasında Fatih’in başlattığı hiyerarşik ilişki, özellikle Kanuni Sultan Sü­ leyman’ın saltanat dönem inde (1520-1566) bazı değişikliklere uğradıy­ sa da, temelde 19. yüzyıla kadar korunageldi.54 Sanat Eserlerini Yaptıranlar ve Ü slu p Bunların da ötesinde Fatih eski Anadolu yerel hanedanlarının siya­ sal nüfuzunu da önemli ölçüde azalttı, temsilcilerinin çoğunu Balkan­ lar’a göç etmeye zorladı; bu aileler oralarda önemli bir destekçi kitlesi bulamadılar ve birkaç kuşak sonra siyasal nüfuzlarını yitirdiler.55 Fatih, saltanatının son yıllarında, çoğunu köklü Anadolu ailelerinin yönettiği birçok dini vakfa el koydu. Ama kendisinden sonra tahta çıkan II. Ba­ yezid bu konuda geri adım attı.56 Osmanlı İm paratorluğu’nun politik yapısındaki köklü değişiklikler kültürel alanda da etkisini gösterdi. Ana­ dolu’nun köklü ailelerinin mimarlık ve edebiyat alanlarında herhangi bir eser sipariş vermelerine artık pek ender rastlanıyordu. Yüksek kültü­ re ilişkin alanlarda sadece padişah ve birkaç şehzadeyle yüksek devlet görevlisi sanatkârlara bir eser ısmarlayabiliyordu. 1500’den sonra, örne­ ğin mimarlıkta Saraybosna’dan Şam’a kadar her yerde hem en aynı özel­ likleri gösteren bir Osmanlı “imparatorluk üslubu”nun yaygınlaşması ancak böyle açıklanabilir.57 Gerçi Fatih döneminde bu bütüncül üslup henüz oluşmamıştı. Padi­ şah, yaptığı fetihlerin büyüklüğünü herkese göstermekten hoşlanıyordu. Bu amaçla İstanbul’da inşa ettirdiği sarayda “eski Osmanlı” karakterini taşıyan yapıların yanında İran ve İtalyan üsluplarında yapılara da yer ver­ mişti. Eski Osmanlı karakterindeki yapılar, İstanbul’dan önceki başkent­ lerin, Edirne ve Bursa’nın biçim dünyasını devam ettiriyorlardı. İran üs­ lubundaki Çinili Köşk’le, Uzun H asan’a karşı kazanılan zaferin anım­ sanması istenmişti. Uzun Haşan Güneydoğu Anadolu’da Diyarbakır’ın

5 4 Dilger (1967) II. M ehm ed’in Kanunnamesi’nin aslında büyük bölümüyle 16. yüzyılda oluşturulduğu savını öne sürüyor. Bu görüşe Fleischer (1986, s. 199) orada alıntı yapılan bütün yazarlarla birlikte- ve Necipoğlu (1991, s. 20) karşı çıkmaktadır. 55 Babinger (1962), s. 367. 5 6 Cvetkova (1963). 5 7 Sivas, Kayseri ve Elmalı’daki “klasik” dönem camileri için krş. Goodwin (1971), resim 293, 313, 351. Örnekler istendiği kadar çoğaltılabilir.


yanı sıra İran’ın büyük bir bölüm ünü de elinde tutm uş bir hüküm dar­ dı.58 İtalyan üslubundaki bezemelere gelince, bunlardan günüm üze ka­ lanlar çok azdır. Ama padişahın Gentile Bellini tarafından yapılan ünlü portresi bize ulaştığı gibi, bazı İtalyan Rönesans sanatçılarının gerçekleş­ tirdikleri fresklere ilişkin yazılı bilgiler de vardır. Orta Kapı adı da veri­ len Babüsselam’ın Avrupa ortaçağına özgü görünüm ü de, Bizans ve Ba­ tı Avrupa örneklerinin bilinçli bir uyarlamasına dayanmaktadır.59 Fa­ tih’in saltanatının son yıllarında İtalya’nın güneyindeki O tranto Kale­ si’nin Osmanlıların eline geçmesi, İtalya’nın yakında fethedileceği konu­ sunda o yıllardaki beklentinin tümüyle gerçekçi olduğunu göstermekte­ dir. İtalyan motiflerinin saray bezemeleri arasına katılmasıyla da besbel­ li bu fetih daha önceden gerçekleştirilmiş olmaktadır. Sarayın tam karşı­ sındaki Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, geç antik ve Bizans dönemleri­ nin akropolisinin yeni sarayın inşa edileceği yer olarak seçilmesi ise, bu arada Bizans öğelerinin göz ardı edilmediğinin kanıtlarıdır.60 Fatih’in yaşamı boyunca desteklediği bu seçmeci (eklektisist) sanat üslubu, o dönem de yaşayanların eleştirisinden uzak kalmamış olmalıdır. Bu üslubu seçmesi, Osmanlı sultanının kendisini gelmiş geçmiş bir di­ zi dünya hükümdarı arasına yerleştirdiğini de ortaya koymaktadır. İslam düşüncesine göre bu hükümdarlar dizisi Eski A hit’teki Süleyman ile başlar. Büyük İskender de bunlar arasındadır; Fatih saray kütüphanesi­ ne onun yaşamöyküsünü getirtmiş, zaman zaman da okutup dinlemiş­ tir. Ama bu Müslümanlık dışı geleneğe dayandırılan hükümdarlık ide­ ali dönem in bazı yazarlarınca büyük kuşkuyla karşılanmıştır. Örneğin Orta Anadolu’nun köklü bir ailesinden gelen ve Babai şeyhi Baba İl­ yas’ın torununun torunu olan tarihçi Aşıkpaşazade, sultanın nevzuhur saray protokolünün karşısına daha önceki Osmanlı hükümdarlarının sa­ de yaşamını koyuyordu. Ona göre bu hükümdarlar, çoğu Aşıkpaşazade gibi insanların çevresinden gelen birkaç danışmanla yetinmişler, halktan da çok fazla vergi almaya yönelmemişlerdi.61 Fatih’in ve özellikle de ondan sonra tahta çıkan II. Bayezid’in dönemlerinde, Ayasofya’nın ya­ pılışı ve daha sonraki yazgısı üzerine kısmen Arap-Bizans geleneğinden 58 Necipoğlu (1991), s. 212 vd, 250. 59 age, s. 51. 60 Necipoğlu (1992). 61 Aşıkpaşazade, çev. Kreutel (1959), s. 41, 55 ve daha başka pek çok örnek.

41


alınmış, kısmen de yeni yaratılmış hikâyeler kaleme alan çoğu anonim anlatıcılar çok daha sert ifadeler kullanmışlardır. Bu hikâyelerde Kons­ tantinopolis-İstanbul kenti (İslam dininde peygamber kabul edilen) Sü­ leyman’ın, kâfirliğini gizli tutan eşinin fettanlıklarına yenik düştüğü la­ netli bir yer olarak görünmektedir. Bu yüzden imparatorlar kentinin ta­ rihi, bir dizi yangın, salgın ve başka felaketlerden oluşmaktadır ve gör­ kemli kilisenin Tanrı aşkına inşa edilmiş olması da durum u değiştirme­ mektedir.62 Açıktır ki, bu metinlerin yazarları bir uyarıyı dile getirmeyi amaçlamışlardı: Osmanlı sultam dünya hükümdarları arasına girip Bi­ zans imparatorlarının mirasçısı olmamalıydı. Çoğunlukla bir başka se­ çenek önerilmemişti. Ama anlaşıldığı kadarıyla sultan ya kâfirlerle sınır­ daş savaşçı bir devletin hükümdarı olarak, Osmanlı’nın ilk dönem lerin­ deki gibi en aza indirgenmiş bir devlet aygıtıyla hareket etmeli, ya da bir İslam hüküm darı olarak eski halifeleri örnek almalıydı. Bu iki model arasında ortak noktaların bulunduğu kesindir.63 Osmanlı hüküm ranlı­ ğına böyle bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, eski Bizans başkentini yeni baştan inşa etmek yerine, zaten büyük ölçüde yıkılmış olan kenti kade­ rine terk etmek daha doğru olacaktı. Fatih’in desteklediği seçmeci üs­ lubun yaşam bulduğu temel de böylelikle ortadan kalkmış olacaktı. O sm anlı K enti İstanbul Bu eleştiri bizim için önemli. En güçlü ve günüm üz gözlemcilerinin bakış açısına göre, Osmanlı dönem inin güç simgesi olarak özel bir yeri bulunan sultanların güttüğü politikaların, kendi dönemlerinde, sınırlı bir okuryazar çevre içinde bile eleştiriden uzak tutulmadığını gösteri­ yor. Aslına bakılırsa, tam da sultam eleştirenlerin uyardıkları şey oldu ve İstanbul, önce Fatih’in zorunlu önlemleriyle, ardından da gönüllü göç­ lerle hızla yeniden iskân edildi.64 16. yüzyılda da Osmanlı İm paratorlu­ ğu’nun payitahtı, Avrupa’nın ve Akdeniz yöresinin en büyük kenti ha­ line geldi. Fethin ve muzaffer Osmanlı ordusunun üç gün süren yağmasının hemen ardından sultan kentin yeniden iskânı için önlemler almaya gi­ 6 2 Yerasimos (1990), s. 62 vd, 183 vd. 63 7. yüzyıldaki hüküm dar ideali ve politik gerçeklik için krş. H odgson (1973), c. 1, s. 197 vd. 6 4 İnalcık (1970). Ayrıca krş. EI2, “İstanbul” maddesi (İnalcık).


rişti. Kentin daha önceki sakinlerine geri dönmeleri ve evlerini yeniden elde edebilmeleri için süre tanındı. Bundan başka Anadolu’nun birçok kentinden belirli sayıda insanın İstanbul’a gelip yerleşmesi istendi. H a­ li vakti daha iyi olanlardan bazıları kendilerine kısa vadede ekonomik bakımdan zarar getirecek önlemlere zaman zaman karşı durdular. Kentteki terk edilmiş evlerin ne olacağı da anlaşmazlıklara yol açtı. Bunlar ilkin yeni gelenlere devredilmiş, ama daha sonra kendilerinden Ayasofya Camisi vakfına kira ödemeleri istenmişti. Yeni kurulan mahallelerin çekirdeğini, çoğunlukla sarayda nüfuz sahi­ bi kişiler tarafından yaptırılan camilerin oluşturması öngörülmüştü. Mad­ di olanakların elverdiği ölçüde mahalleye okul, kütüphane, imaret ya da çeşme gibi yapılar da yaptırılacaktı.65 İstanbulluların gündelik yaşamım belirleyen bu çerçeve, bazı değişikliklere uğrasa da, bütün Osmanlı dö­ nemi boyunca varlığını sürdürdü. Kentin tarihsel semtlerinde yeni bir dü­ zenin ortaya çıkması ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. İlk Osmanlı vakıflarının en önemlisini Fatih kendisi kurmuştu. Bu vakfın bünyesinde camiden başka, en üst düzeyde ulema ve kadı yetiş­ tirecek sekiz medrese, ayrıca bir darüşşifa, bir tabhane, bir imaret ve bir de kervansaray bulunuyordu. Vakfın gelirini, sahip olduğu arazi ve ya­ pıların yanı sıra, başkentteki gayrimüslimlerden alınan cizye oluşturu­ yordu; bu nedenle vakıf defterleri İstanbul’un nüfus tarihi açısından önemli bir kaynaktır.66 Hüküm darların büyük vakıflar kurması ortaçağ sonlarında Anadolu’daki pek çok beylikte egemenliğin meşrulaştırılma­ sının gereklerinden biri kabul edilmiş, bu gelenek 15. ve 16. yüzyıllar­ da Osmanlı hükümdarları tarafından da gittikçe daha büyük ölçeklerde sürdürülm üştür.67 Balkanlar’ın O sm anlı E gem enlik Alanına Katılması 11. yüzyılın sonuyla 15. yüzyıl arasında Anadolu’da ortaya çıkan ve çoğu ancak birkaç kuşak boyunca devam ettikten sonra yeniden yok

65 Ayverdi (1958). 66 Yapıların düzeni için krş. Goodwin (1971), s. 121-131, işlevi için de Barkan (1963). 67 Karamanoğullarının Konya’daki vakıflarıyla ilişkili olarak bkz. Konyalı (1967), s. 967.

43


olan Türk beylikleri içinde Osmanlı Beyliği, tarihinin daha ilk aşamasın­ da Balkanlar’a el atmasıyla ayırt edilir. Gelibolu yakınlarındaki Çimpe Kalesi daha 1352’de BizanslIlardan alınmıştı. Orhan Bey’in (hd 132662) oğullarından Süleyman Paşa’nın (ö 1357) anısını yaşatmak üzere yine Gelibolu yakınlarındaki Bolayır’da bir vakıf kurulm uştu.68 Timur, Yıldırım Bayezid’i (hd 1 3 8 9 /1 4 0 2 ) 1402’de Ankara Savaşı’nda bozgu­ na uğratıp devletini parçaladığında, Balkan eyaletlerini yenik hüküm da­ rın oğullarının elinde bıraktı. Böylelikle Timur Osmanlı Devleti’ni, var oluş hakkı kâfirlere karşı mücadelede yatan politik bir kuruluş olarak ta­ nımlamış oluyordu.69 Bu bağlam içinde, Edirne’nin 1361 ya da 1362’de im paratorluğun resmi payitahtı olması ve bu konum unu İstan­ bul’un fethine kadar koruması önem taşımaktadır. Ortaçağın sonlarında Macaristan Balkanlar’daki en güçlü devletti ve Osmanlılarla Macarlar arasındaki savaşlar 15. ve 16. yüzyıllar boyunca sürüp gitti. Fatih’in başarısızlıkla sonuçlanan bir-iki seferinden biri de, o zamanlar Macaristan’ın sınır kalelerinden olan Belgrad’a yapılmıştı; kenti ancak 1524’te Kanuni ele geçirdi. Macaristan’ın büyük bölümü 1526 ile 1541 arasında fethedildi.70 Diğer Balkan devletleri daha az di­ reniş gösterdiler ve çoğunun Osmanlı İm paratorluğu’yla kaynaşması bir kuşak süresinde tamamlandı. Böylece Arnavutluk’un bazı yerleri daha 1 4 3 1 /3 2 ’de Osmanlıların eline geçti; Fatih’in, İskender Bey’in (asıl adı Gjergj Kastrioti) direnişini kırmasının ardından da ülkenin tüm ü Os­ manlı denetimi altına girdi.71 Osmanlı Devleti’nin birliğinin, özellikle 1402’yi izleyen ağır buna­ lım dönem inde nasıl sağlanabildiği uzmanlar arasında hâlâ tartışma ko­ nusudur. Anadolu hinterlandından Osmanlı topraklarına, ganimet pe­ şinde koşan bir gazi akını yaşanıyordu ve bunların var oluş nedeni bu devletin sürekli yayılmasıydı.72 15. ya da 16. yüzyılın aydınları arasında sık sık cihattan söz edilmekteydi. Rumelili bir savaşçı veli olan Kızıl D e­ li’nin (Seyyid Ali Sultan diye de bilinir), 15. yüzyılın başlarında ortaya çıkan efsanesinde savaş hileleri ve zulüm gayet geniş tasvir edilmişti. 68 69 70 71 72

İnalcık (1973), s. 9-10. Alexandrescu-Dersca (yeni baskı 1977); İnalcık (1973), s. 16-17. İnalcık (1973), s. 35-40. İnalcık (1954a) ve (1954b) Lindner (1983) ve Kafadar bu tartışmaya yeni katkılar getirmektedir.


Hile ve zulüm İslamiyete toprak ve reaya kazandırdığı için haklı görü­ lüyordu. Seyyid Ali Sultan yaşlılık günlerinde Dimetoka yakınlarında bir zaviye kurarak burada bir derviş yaşamı sürdürdü. Ama sıradan ga­ ziler açısından dini söylemin önemini çok fazla abartmamak gerekir. Balkanlar’a göç edenlerin arasında birçok da göçebe ve yarı göçebe var­ dı ve onlar için tek belirleyici öğenin din olmadığı da kesindir.73 Bu durum , kâfirlere ve İran şahının Şii olan ve bu yüzden de sapkın diye bakılan tebaasına karşı yürütülen başarılı seferlerin, Osmanlı ege­ menliğini meşrulaştıran en önemli araç haline gelebilmesini açıklıyor. Örneğin bir vakanüvis III. M urad’ı (hd 1574-95), hükümdarlığı sırasın­ da birçok savaş yapılmasına karşın, kalıcı fetihler gerçekleştirilememiş ol­ masından ötürü sert bir dille eleştirmiştir. 17. yüzyılın sonlarına gelindi­ ğinde bile iyi gitmeyen bir savaş, hatta kâfirlerle yapılan ama avantaj sağ­ lamayan bir barış anlaşması bile, hükümdarın tahttan indirilmesine se­ bep olabiliyordu.74 Ayrıca gaza ideolojisi, sadece başkentteki devlet gö­ revlileri açısından önem taşımıyordu; sınır boylarındaki sancak beyleri ve askerler için çok daha önemliydi. Osmanlı-Habsburg sınırında süregelen çete savaşını belirleyen şey, kuşkusuz ganimet ve terfi etme um udu taşı­ yan iki tarafın askerlerinin maddi çıkarıydı. Ama bu çıkar çoğu kez doğ­ rudan dile getirilmiyordu; Osmanlıların düşüncesinde sürekli bir cihat ideolojisi vardı.75 Sınırdaki askerlerin sultan ve vezirlerin kabul ettiği bir ateşkese uymamaları da çıkarlarının nerede olduğunu açıklıyor. Balkan D evletin’nden Dünya İmparatorluğuna Fatih’in torunu I. Selim’in tahta çıktığı 1512’ye gelindiğinde, Os­ manlı İm paratorluğu Balkanlar’ın en güçlü devleti olmuştu. Bu bölge­ deki küçük devletlerin hem en hepsi fethedilmişti ve 1529’da da Kanu­ ni’nin ordusu Viyana’yı kuşatmıştı. Osmanlı akıncılarının Avusturya’nın Steiermark ve Karintiya bölgelerine yaptıkları akınlar daha sonraki yıl­

73 Beldiceanu (1971), Lindner (1983), s. 9 vd. 7 4 Fleischer (1986), s. 296-297. Bu açıdan bakıldığında III. M urad’ın yürüttüğü savaşlar tarihçi Mustafa Âli’ye, ülkeye zarar veren ve bazı vezirlerin kişisel hırslarından kaynaklanan savaşlar olarak görünüyor. Ayrıca bkz. Abou-El-Haj (1984), s. 22. 75 Fleischer (1986) tarihçi ve yazar Mustafa Ali’nin 16. yüzyılın ikinci yarısında sınırdaki savaşı nasıl yaşadığını çok güzel canlandırıyor, s. 59 vd.

45


larda sık sık anlatılıp duracaktı. 1541’de Macaristan’ın büyük bir bölü­ mü Osmanlıların Buda eyaleti olm uştu; Erdel Beyliği ise sultanın vasa­ lı olarak varlığım sürdürüyordu. Macaristan’ın küçük bir bölümü de Habsburglar’ın eline geçti. Böylece 1683’teki I. Viyana Seferi’ne kadar ufak tefek değişiklikler dışında aynı kalacak olan sınır ortaya çıkmış olu­ yordu.76 Ama Anadolu’da 16. yüzyılın başlarında Osmanlı egemenliği batı bölgeleri ve Orta Anadolu’nun bazı bölümleriyle sınırlıydı. Ülke­ nin doğu bölüm ünde birçok küçük beylik vardı, bunların en önemlisi bir Türkm en boyu olan Dulkadiroğulları tarafından kurulmuştu. Dul­ kadiroğulları çeşidi kentlerde oluşturdukları önemli vakıflarla adlarını kalıcı kılmışlardı. Dulkadiroğlu beyi Alaüddevle, eşi Güneş H atun ve hanedandan daha başkalarının Kahramanmaraş, Elbistan ve Hacıbek­ taş’ta yaptırdıkları camiler bugün de ayaktadır.77 Ama güçlü komşusu Osmanlılara olan yakınlığına karşılık bu devlet, politik açıdan yüzünü, Suriye’yi de egemenliği altında tutan Mısır’daki Memlûk sultanına çe­ virmişti. Dulkadiroğulları ve öbür bağımsız Anadolu beylikleri herhal­ de bu politikanın kendilerini hiç olmazsa bir süre Osmanlı Devleti’ne bağlanmaktan koruyacağını düşünmüşlerdi. Ama 16. yüzyılın başlarında Memlûk Devleti de büyük bir bunalım yaşamaktaydı. Ortaçağın sonlarındaki veba salgınlarından Mısır ve Su­ riye de dönem in Avrupa devletleri gibi büyük zarar görm üştü. Memlûk sultanları, tarımsal üretimdeki düşüşün sonucu ortaya çıkan gelir kaybı­ nı ticaret tekelleriyle dengelemeye çalışmış, ama uzak ülkelerle ticaret yapan tüccarların çöküşüne yol açmışlardı.78 Portekizlilerin U m ut Bur­ nu’nu keşfi, dolayısıyla H int Okyanusu’na ulaşılması, kısa vadeli de ol­ sa, Kızıl Deniz üzerinden yapılan ticarete zarar verdi ve M emlûk sultan­ larının gelirlerinin önemli ölçüde azalmasına yol açtı. Ayrıca Portekizli­ ler, Mekke’yi besleyen liman kenti Cidde başta olmak üzere, Kızıl D e­ niz’deki limanlara saldırmaya başladılar. Memlûk sultanlarının bu saldı­ rılara karşı koyabilecek güçte filoları yoktu. Bu yüzden, 15. yüzyılın ikinci yarısında sık sık savaştıkları Osmanlı sultanlarına başvurarak des­ tek istemek zorunda kaldılar. Ticaretlerini güvence altına alabilmek için Akdeniz’in doğusundaki bir devletin korumasına gereksinme duyan 76 İnalcık (1973), s. 35-37. 77 Bayburtluoğlu (1973). 78 Labib (1965), s. 381-385.


Venedikliler ise dönemin değiştiğini çok çabuk kavramışlar ve 16. yüz­ yılın başlarında Memlûklerden uzaklaşıp Osmanlılara yaklaşmışlardı.79 Görünüşe bakılırsa, bazı ileri gelen Memlûkler de Osmanlı sultanla­ rını, D oğu Akdeniz’in yükselen ve en kısa zamanda uzlaşılması gereken gücü olarak kabul etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in 1 5 1 6 /1 7 ’de d ü ­ zenlediği tek bir seferle önce Suriye’yi, ardından da Mısır’ı fethedebil­ mesi böyle açıklanabilir. Varlığını daha çok Mısır’dan gönderilen yar­ dımla sürdürebilen Mekke şerifi de kendiliğinden Osmanlılara bağlan­ mıştı. Böylece Osmanlı sultanları o dönem in en güçlü hükümdarları haline geldiler. İslam dünyasında onların gücüyle sadece İran’a hükm e­ den Safeviler ve M oğol soyundan gelen Babür’ün 1526’da Hindis­ tan’da kurduğu Babürlü (H int-Türk) İm paratorluğu boy ölçüşebiliyor­ du. Osmanlı sultanları Memlûkleri Suriye’de değil ama Mısır’da yerel yöneticiler olarak bıraktılar. Daha önce de yapıldığı gibi, Kuzey Kara­ deniz bölgesinden devşirilen gençler ülkeye getirilip askeri eğitimle ye­ liştiriliyor, sonra da azat ediliyorlardı. Bu genç insanlar büyük iklim de­ ğişikliğine dayanıp hayatta kalabilirlerse, Mısır’ın yerel yönetiminde p o ­ litik güce sahip olma ve çoğunlukla büyük bir servet yapma olanağına kavuşuyorlardı.80 Ama elde ettikleri mevkiler miras yoluyla çocuklarına geçmiyordu; Mısırlı kadınlarla yaptıkları evliliklerden doğan çocukları da sultanın “sıradan” tebaası sayılıyordu. Geçmişte, Osmanlıların Suriye’deki dört yüz yıllık (1516-1918) ve Mısır’daki yaklaşık üç yüz yıllık (1517-1840) egemenlikleri sadece bir çöküş dönemi olarak görülegelmiştir. Bu dönem araştırmacılar arasın­ da da üvey evlat muamelesi görmüştür. 19. yüzyılın sorunlarının daha önceki dönem ler için de geçerli varsayıldığı ancak son yirmi yılda fark edilmiştir. Bu önemsemeyişin bir nedeni de Yakındoğu’nun ulusal dev­ letlerinin, kişiliklerini sadece Avrupalı sömürgeci güçlerden kurtulm ak­ la değil, Osmanlı Devleti’nden uzaklaşmakla da tanımlamış olmaları­ dır.81 Ama Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu yıllarda yazan Fransız araştırmacıların da Fransa’yı “yeni Roma” olarak görmekten ve Osmanlıları, kendi egemenliklerinin daha önceki modeli olarak töhm et altında tutm aktan pek hoşlandıkları açıktır. 79 Brummett (1991). 80 EI2, “M am luk” maddesi (D. Ayalon). 81 Abou-El-Haj (1982).

47


Osmanlılarda merkezle Arap vilayetleri arasındaki ilişkiler hem eko­ nomik, hem de kültürel bakımdan, önceleri düşünüldüğünden çok da­ ha yoğundu. Suriye’de, erkekleri hem Osmanlıca hem de Arapça bilen zengin ailelerinden oluşan bir sınıf ortaya çıkmıştı. Osmanlı yöneticile­ rin ve özellikle askerlerin Arap vilayetlerinde çok uzun süre kalıp hayat­ larını giderek bölgeye uydurdukları sık sık görülürdü.82 Bu tür iki dilli­ liğe özellikle H alep’te rastlanıyordu. Yönetim dilindeki Osmanlıca te­ rimler Arapçaya girmişti; çeşitli etnik gruplardan gelen Memlûkler da­ ha Osmanlı dönem inden önce de aralarında Türkçe konuşarak anlaştık­ ları için bu durum kolay gerçekleşmişti. Osmanlılar da özellikle bir dünya kenti olan Kahire’ye büyük ilgi duyuyorlardı. Bu yüzden daha 16. yüzyılda Memlûk sultanlarının vakayinameleri Osmanlıca olarak da kaleme alınmıştı; daha sonra, kentlerdeki anıtsal yapılar hakkında eser­ ler de yazıldı.83 Ancak, son zamanlarda Osmanlı dönemi Arap vilayet­ lerindeki tarih yazımında milliyetçilikten kaynaklanan “Osmanlıya karşı diş bileme”nin görece azalmasına rağmen, kültürel ilişkiler sorunu bu­ güne kadar sadece gayet tereddütle ele alınabildi. Memlûk im paratorluğu son yıllarında Portekizlilerle yaptığı savaşta Osmanlı sultanlarını müttefik olarak yanında bulmuştu. Mısır’da Os­ manlı egemenliğinin iyice sağlamlaşmasından sonra, Kanuni bu politi­ kayı yeniden gündeme getirdi; bundan amaç Kızıl D eniz’i ve M ekke’ye gönderilen yardımı güvence altına almaktı; çünkü Portekizliler, başarı­ lı olamamışlarsa da, daha 1542’de Cidde’ye saldırmışlardı.84 Daha uzun vadeli amaç ise Portekizlileri H in t Okyanusu’ndan atmak ve ola­ bilirse H indistan’ın batı kıyısında bir köprü başı oluşturmaktı. 1538’de H indistan’ın Diu limanı yakınlarında Osmanlılarla Portekizliler arasın­ da bir deniz savaşı yapıldı; Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanan bu sa­ vaştan sonra H int Okyanusu’na yönelik politika üzerinde daha az d u ­ rulur oldu. Ama Portekizlilerle savaşta Osmanlı sultanından yardım is­ teyen Kuzey Sumatra’daki Açe Sultanlığı’na top ve topçu gönderilerek askeri destek sağlandı.85 Görünüşe bakılırsa, o zamanlar Güney Asya’da

82 83 84 85

Barbir (1979-80). Behrens-Abouseif (1994), s. 1-14. Uzunçarşılı (1972), s. 23. Reid (1969).


hen üz çok az kullanılan ateşli silah uzmanı Osmanlılar, bu tür “askeri misyon”lardan bağımsız olarak da H int Yarımadası’na giden yolu bul­ muşlardı. Bundan başka Osmanlı sultanları zaman zaman, H indistan’ın batı kıyısındaki Kalikut (bugün Kojikod) gibi kentlerdeki camilere ba­ ğışlar yapıyorlardı.86 O zamanlar H int Okyanusu’nda etkinlik gösteren tüccarların çoğu Müslüman olduğu için, bu bağışların bir amacı da o çevrede Osmanlı sultanlarına politik bir temel sağlamak olabilir. Ama son çözümlemede Hindistan’ın batısındaki ticari merkezleri denetim altına alanlar Osmanlılar değil, Delhi ve Agra’da egemenlik süren Ba­ bürlü hükümdarları oldu. 16. yüzyılın ikinci yarısında hem ekonomik, hem de siyasal zorluk­ larla karşılaşacak olan Osmanlılarla Portekizliler arasındaki çatışma, her iki tarafça da iki din arasındaki bir çatışma olarak görüldü. Portekiz kralları kendilerini Katolik yayılmacılığının temel direği kabul ediyorlar­ dı ve bir H int limanı olan Goa kentindeki Portekiz temsilciliği kısa bir süre sonra U zakdoğu’daki misyonerlik etkinlikleri için bir atlama tahta­ sı haline geldi. Portekiz kralı ve öbür yöneticiler Güney Asya’ya yayıl­ maları sırasında Müslüman hükümdarları hep baş düşmanları olarak gördüler. Osmanlı sultanları ise, İslamiyetin koruyucusu olma özellik­ lerinden dolayı, hep Açe sultanlarının destek talepleriyle karşılaştılar. Batı H int kıyılarındaki camilere duyulan ilgi de, Osmanlı hüküm darla­ rının gözünde “din ile devlet”in, resmi belgelerde de sık sık rastlandığı gibi, birbirine ayrılmaz bağlarla bağlı olduğunu gösterm ektedir.87 D in, E tnik T op lu lu k ve O sm anlı D evlet A ygıtı Tarihçi ve yazar Mustafa Ali d a h a 16. y ü z y ılın ikinci y a rıs ın d a , O s­ m a n lIla rın bir önceki yüzyılda gerçekleştirdikleri büyük fetihlerin dev­ le t açısından ne gibi bir önem taşıdığı konusuna kafa yormuştu. Buldu­ ğu açıklama, döneminin etnik klişelerine dayanmaktadır ve bize çok az yardımcı olabilir; ama asıl önemli olan onun bu soruyu sormuş olması­ d ı r .88 Osmanlı Devleti’nin Balkan Yarımadasındaki egemenliğinin sü­ 86 MD 28, s. 139, no.331 (9 8 4 -1 5 7 6 /7 7 ). 87 İnalcık (1973), s. 57-58. 88 Fleischer (1986), s. 157 vd, 253 vd. 17. yüzyılda ve 18. yüzyılın başlarında Osmanlı üst zümresindeki etnik klişeler için bkz. Cantem ir, yay. D utu ve Cernovodeanu (1973), s. 52-53.

49


reklilik kazanması, Osmanlı kültürünün, bu yörede yaşayan insanların birçoğu için yüksek kültür haline gelmesine yol açtı. Böylelikle örneğin kimi Arnavutlar, Sırplar ya da Rumlar için, Osmanlı ordusuna girme, Müslüman olma ve bazı durumlarda Osmanlı egemenlik aygıtının üst düzey mensupları arasına yükselme gibi olanaklar ortaya çıktı.89 Ama artık kullandıkları dil Osmanlıca oluyor, kendi anayurtları olan vilayet­ lerde yaptırdıkları yapılar da Osmanlı üslubunun kurallarına uyuyordu. Dolayısıyla bugün Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutluk gibi yerlerde ayakta kalabilmiş camiler Osmanlı erken dönem mimarlık üslubunu ha­ tırlatır.90 Anadolu’da ortaya çıkan tarikatlar Balkanlar’da çok hızla ya­ yılmıştır. Daha 17. yüzyılda bazı Balkan kentlerinde Osmanlıca yazan önemli yazarlar görülmektedir.91 Yüzyılımızın milliyetçi tarih yazıcılı­ ğında, bu kültürün ne ölçüde Türk göçmenlerce Balkanlar’a taşındığı ya da Müslüman olan Rum, Arnavut, Sırp ya da Bulgarların bu konuda ne ölçüde rol oynadığı sık sık tartışılmıştır. Bu soruya doyurucu bir ya­ nıt verme olanağı pek yoktur. Dönem in nüfus tarihi bakımından kulla­ nılabilecek biricik bilgiyi bir araya getiren Osmanlı yetkilileri için en önemli şey din olmuş, etnik köken ise sadece belirli (ve görece seyrek) durumlarda önem taşımıştır. Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, Osmanlı tarihinin ve buna bağlı olarak kültür tarihinin ancak, milli devlet sınıflandırmalarından iyice uzak durularak analiz edilebileceğidir.92 Kültür açısından bakıldı­ ğında, göçebeler ve yarı göçebelerle bütünüyle yerleşik köylüler arasın­ daki kültür farklılıklarının etnik topluluklar arasındaki sınırlardan çok daha önemli olduğu açıktır. Ayrıca Osmanlı İm paratorluğu’nun teba­ asının kendi kendisini tanımlamasında, dini aidiyet etnik aidiyete göre çok daha belirleyici olduğu gibi, Osmanlı yönetimi de tebaasını dini öl­ çütlere göre sınıflandırmıştır.93 Bir köyün ya da kentin hemşerisi olmak kişinin kendisini belirlemesinde dile ya da bir halktan olmaya göre çok daha önemli sayılmıştır. 89 90 91 92 93

Sokollu vezir ailesi iyi bir örnektir, krş. Fleischer (1986), s. 305 vd. Kiel (1990). Krş. Samic (1986). Bu sorunsalın Bulgaristan bağlamında yapılan bir tartışması için krş. Kiel (1985). Vergi mükelleflerinin adlarından vergi kayıtlarında yer alanların etnik kimliği konusunda bazen sonuçlar çıkartılabilmektedir. Bazen karşımıza, hiç olmazsa ilk kuruldukları sıralarda şu ya da bu etnik gruba ait olan mahalleler de çıkmaktadır.


Bunun dışında, sıradan tebaayla Osmanlı egemen sınıf mensupları arasındaki temel fark, Osmanlı İm paratorluğu’nda yaşayan herhangi bir insanın önünde açık olan kültürel olanakları belirlemekteydi.94 Bu sını­ lın mensuplarının (bazen istisnalara rastlansa da) olağan koşullarda Müslüman olmaları gerekiyordu. Siyasette başarılı bir yol tutturabilmek için dili iyi kullanıyor olmak önemli koşullardan biriydi. Çünkü üst ta­ baka m ensuplan, kökenleri ne olursa olsun, Osmanlıca yazı dilini iyi bilmek zorundaydılar; bu yazı dilini, anadili Türkçe olanlar da ancak belirli bir öğrenim görerek kullanabilir hale geliyorlardı. Etnik bakım­ dan Osmanlı üst tabakası çok karmaşıktı. Bunlar arasında ülkeye tutsak edilerek, ya da kendi isteğiyle seyyah ya da sığınmacı olarak gelmiş İs­ panyol, İtalyan, İranlı gibi “yabancı”lar da bulunuyordu. İmparatorluk nüfusu içinde ordunun ve yönetimin çeşitli alanlarında çalışan Anado­ lulular olduğu kadar Bosnalılar, Mısırlılar olduğu kadar Sırplar da var­ dı.95 Etnik temelde her zaman gruplaşmalar olsa da, Osmanlı üst taba­ kasına girişte etnik ölçütler belirleyici değildi. Bu durum Türk milliyet­ çiliğinin, Osmanlı topraklarında yaşayan öbür etnik grupların milliyet­ çiliğinden neden çok daha sonra, ancak 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüz­ yılın başlarında ortaya çıktığını da açıklamaktadır.

9 4 İnalcık (1973), s. 65-69. 95 Aşırı milliyetçi Türk tarihçileri de bu yüzden Osmanlı İm paratorluğu’nun yönetici zümresini -Türk olduğu kanıtlanabilenler dışında- zaman zaman kötüleme eğilimine girmişlerdir. Krş. Danişmend (1971).

51


I KÜLTÜR: OLUŞUMU VE YAYILIŞI


Harita 2 .1 6 . Yüzyılın ikinci yansında Anadolu kentleri. Kaynak: Suraiya Faroqhi, aTaxation and Urban Activities,” International Journal of Turkish Studies, I (1979-80).


ÜÇÜ N CÜ BÖLÜM YENİÇAĞIN BAŞINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN EKONOMİK VE SOSYAL YAPISI

16. ve 17. Yüyzıllarda Kentliler ve Ticaret Yolları 16. yüzyılın başlaRInda nüfusun büyük ço ğ unluğu kırsal bölgelerde yaşamaktaydı. K entler görece küçüktü. A nadolu’n u n en önem li kenti olan Bursa’da 1 5 3 0 /3 1 yılı vergi kayıtlarına göre 8003 kişi vergi ö d e ­ mişti. H er evli vergi m ükellefinin beş kişilik bir ailesi olduğu kabul edi­ lebilir; elde b u kabulü doğrulayacak belgeler yoksa da, o dönem deki ço ­ cuk ölüm sayısının yüksekliği göz önüne alındığında mantıklı bir tahm in olduğu söylenebilir.1 Bu hesaba, vergilerin birçoğundan m uaf olan ve bu nedenle adı vergi kayıtlarında geçm eyen kişileri de katabilm ek için ayrıca belirli bir yüzde eklemek gerekir. Bunlar arasında aileleriyle birlik­ te kadı ya da vali gibi yüksek devlet görevlileri ile k entte kısa süre yaşa­ yan çok yoksul kişiler de vardı. Bu sonuncular herhalde, ellerinde vergi defterleriyle kentin m ahallelerinde dolaşan vergi tahsildarlarından hep kaçıyorlardı.2 Sonuçta Bursa’da toplam 3 6 .000 kişilik bir nüfu s ortaya çıkıyor; 16. yüzyılın sonunda, önem li bir nüfus artışının ardından bu sa­ yı 7 0 .0 0 0 ’lere çıkmış olmalıdır. Balkanlar’daki kentlerin çoğu çok kü­

1

2

Barkan ve Meriçli (1988), s. 9; Barkan (1951), s. 12. Erder (1975) birbirlerinden çok farklı toplumlarda ampirik olarak gözlemlenen, yetişkin erkeklerin nüfusun bütünüyle olan ilişkilerine dayanan tam amen değişik bir yöntem öneriyor. Pek çok durum da iki yöntem de birbirleriyle karşılaştırılabilir değerler ortaya koyuyor. Bunlara göre Osmanlı İm paratorluğu’nun pek çok yöresi için beş kişiden oluşan ortalama bir aile saptaması gerçekçi bir saptamadır. 1530-31 Bursa’sı için, 6190 evli ve 1813 bekar vergi mükellefi ile vergi mükellefi olmayanlar için yüzde 10’luk bir “ “fark” birleştiğinde 36.000’lik bir nüfus ortaya çıkar. Alt tabakadan göçmenler için krş. Seng’in çalışması (1991). Yazara bana çalışması yayımlanmadan okuma izni verdiği için teşekkür ederim.

55


çüktü; bunların en önem lilerinden biri, 1569 yılındaki 3207 vergi m ü ­ kellefi ve böylece de yaklaşık 18.000 nüfusuyla A tina’ydı.3 B alkanlarda­ ki ö bür önem li Osm anlı kentleri, yeni kurulm uş olan ve uzu n yıllar h e ­ m en sadece M üslüm anların yaşadığı Saraybosna, eski payitaht Edirne, bir de Selanik’ti.4 Çevresinde iyi avlakların bulunm ası nedeniyle E d ir­ n e ’yi 16. ve 17. yüzyıllarda da sultanlar sık sık ziyaret ederdi. II. Selim burada kendi adını taşıyan görkem li bir cami yaptırmıştı. Sofya görece küçüktü; Belgrad’la M acaristan’ın eski başkenti Buda ise sayısız savaş yü­ zünden çok harap olm uşlardı.5 Osmanlı im paratorluğu Yavuz Sultan Selim’in 1 5 1 6 /1 7 ’de çıktığı fe­ tih seferi sonunda üç büyük kente daha sahip oldu. Bunlardan H alep ve Kahire, o çağın dünyadaki en önem li ticaret merkezlcrindendi; Şam ise Akdeniz bölgesinin Arap Yarımadasıyla bağlantısında önemli bir rol oy­ nuyordu.6 Ayrıca Kahire, Bağdat’ın M oğollar tarafından tahrip edilm e­ sinden (1258) sonra, İslam dünyasının kültür merkezi haline gelmişti.7 Buradaki medreselerde Fas’tan Afganistan ve H indistan’a kadar İslam dünyasının bütü n ülkelerinden gelen öğrencilere, müderrislere rastlanı­ yordu. M ısır’daki ortaçağ sonu yapıları bugün de sanatseverlerin ilgisini çekmeyi sürdürüyor.8 Yazık ki elimizde Kahire’ye ait bir Osmanlı vergi defteri bulunm uyor; bu yüzden de kentin nüfusuna ilişkin tahminlerimiz, Bursa, Selanik ya da Saraybosna’nınkilere göre çok daha az güvenilir. Ama kentte 17. yüzyılda üretim ve ticaretle uğraşan yaklaşık 150.000 ki­ şi olduğu kabul edilm ektedir, bu sayıya ayrıca aile bireyleri de eklenmeli­ dir.9 Kahire, H indistan ve H in t O kyanusu’ndaki ülkelerden yapılan tran ­

3 4 5 6 7 8 9

Atina ile ilgili bilgiler için Machiel Kiel'e teşekkür ederim. Barkan (1951), s. 22. Macaristan’ın fethinin sona erdiği 1554 yılı Bu da’sıyla ilgili bir betimleme için krş. Busbecq’in Von den Steinen çevirisi (1926), s. 20-21. Raymond (1979). Ortaçağ sonlarında Kahire entelektüel dünyası için krş. Petry (1981). Behrens-Abouseif (1989). Raymond (1973-74), c. 1, s. 204. Tüm bu insanlar hane reisleri olsaydı, toplam 750.000 kişi ederdi, ama birçok çırağın ve diğer usta olmayan kişilerin bekâr olduğu göz önüne alındığında, bu sayı çok fazladır. Ö te yandan çalışmayan pek çok Memlûk da söz konusuydu. 18. yüzyılın sonunda Kahire’nin nüfusu 263.000300.000 kişi olmalıdır, bu sayı geçen yüzyıl içinde bir nüfus kaybının söz konusu olduğunu da hesaba katmayı gerektirmektedir.


sit ticaretten kazanç sağlıyor, H alep tüccarları ise İra n ’dan özellikle ham ipek ithaliyle uğraşıyorlardı. H am ipekten, T okat, Bursa ve daha başka Osmanlı kentlerinde, Avrupa pazarında çok tutulan değerli dokum alar üretiliyordu.10 U zun mesafeleri bağlayan bir yol ağının tek bir güçlü devlet tarafından denetleniyor olması, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Arap dünyasının ticaret kentlerine büyük çıkarlar sağladı.11 Gerçi Osm anlı İm paratorluğu’nun sı­ nırları içinde iç güm rükler vardı, ama bir güm rük birliği yoktu. Harçların hesaplanabilir olması ve görece etkili bir yönetim in bulunm ası Kahire ve H alep tüccarlarının hatırı sayılır kazançlar elde etm esine olanak sağlıyor­ du. Osmanlı sultanları büyük kazanç sağlayacak malların ticaretini, ö rn e­ ğin kendilerinden önceki M emlûklere göre, devlet tekeline çok daha az alıyor, böylece sıradan tüccarın kazanç şansını artırıyorlardı. Bunun dışında Osmanlı yönetim i önemli yolları soygunculara karşı ko­ rumaya özen gösteriyor ve başarılı da oluyordu. Gerçi Osmanlı kervansa­ rayları, daha önceki Selçuklu dönem indekiler gibi görkemli değildi. Ama sayıları çoktu ve küçük kervanlara rahatlık olmasa da güvenlik sağlayacak kadar sağlam yapılmışlardı.12 Az kullanılan yolların yakınlarındaki zaviye­ ler, gelip geçen yolculara daha fazla konukseverlik gösterebilmeleri için vergiden m uaf tutuluyorlardı.13 Bazı köyler de daha az vergi veriyor, kar­ şılığında yolların belirli bir bölüm ünün güvenliğini üstleniyorlardı. Böyle derbentlik yapan bir köyün sorum luluk bölgesi içinde soyulanlar zarar zi­ yan talebinde bulunabilirlerdi.14 Tabii soyguncularla derbentlerin işbirliği yaptığı vakalar da yok değil­ di. Bundan başka, Osmanlı İm paratorluğu ile İran arasındaki sınır bölge­ sinden geçenler için durum çoğu zaman iyice belirsizdi. Kimin kendi yö­ netim indeki topraklardan geçen kervanlardan güm rük resmi ve vergi alan, şahtan ve sultandan bir ölçüde bağımsız bir bey, kimin belirli bir p o ­ litik talebi bulunm ayan bir soyguncu çetesi reisi olduğu anlaşılmazdı.15 Ama Avrupalı tarihçilerin “savaş, devlet kurma ve örgütlü suç” olguları­ 10 Dalsar (1960), S. 125 vd. 11 Raymond (1979). 12 Busbecq, Von den Steinen çevirisi (1926), s. 25-26. Balkan yarımadasındaki küçük kervansarayları betimliyor. 13 Barkan (1942a). 14 Orhonlu (1967), s. 62. 15 Steensgaard (1974), s. 60 vd.


nın yeniçağın başlarında Avrupa’da da birbirinden ayırt edilemediğinin bilincine varmalarından beri, bu du ru m Osmanlılara özgü olarak görül­ m em ektedir.16 R üsum çok yükselirse tüccarlar kullandıkları yolu değişti­ rebiliyor ve daha az istekte bulunan bir hüküm darın bölgesine kayabili­ yorlardı. Bu d urum özellikle O sm anlı-İran sınırında sık sık görülüyordu; çünkü çeşitli K ürt beyleri tüccarlara, kendi bölgelerinden geçmeleri ve Erzurum , Diyarbakır gibi yerlerdeki resmi Osmanlı güm rük m erkezleri­ ne uğramamaları koşuluyla daha uygun güm rük tarifeleri öneriyorlardı.17

Akdeniz Bir Çıkmaz Sokak mı? İktisat tarihçisi Sabri Ü lgener (1911-1983) tarafından geliştirilen ve daha sonra başka bilim adamları tarafından da kabul edilen eski bir varsa­ yıma göre Osmanlı İm paratorluğu’n u n 15. ve 16. yüzyıllardaki politik ve ekonom ik üstünlüğü aslında bir tü r göz aldanmasıydı.18 Bu dönem , uzun vadede Akdeniz dünyasının zararına, Atlantik ülkelerinin yararına işleyen bir zaman dilimine denk gelmişti. K ristof K olom b’un İspanya krallarına bağladığı Amerika kıtasının zenginliklerinden (yerlilerin zararına) sadece Atlantik ülkeleri yararlanmışlardı. Bu nedenle Osmanlı egemenlik alanın­ da, 15. ve 16. yüzyıllarda en azından çeşitli bölgeler düzeyinde görülen ekonom ik büyüm e uzun süre devam edem ezdi; az sonra ticaret yolları ıs­ sızlaştı, büyük merkezler körelerek küçük kentlere dönüştü. Ü lgener’in ve izleyicilerin görüşüne göre Osmanlı kentlileri bundan sonra ekonomik gelişmenin b ütün olanaklarının dışında kaldılar. Bu yüzden de dünyaya büyük tüccarların değil, küçük esnafın, “kom şu terzi ve eldivenci”nin çok dar görüş açısından bakıyorlardı.19 Ama yeni araştırmalar, bu karamsar bakışı en azından sınırlayacak bazı şeyleri gün ışığına çıkardı. Ü lgener 1 9 4 0 ’larda çalışmalarına başladığı sı­ ralarda, Vasco da G am a’nın 1498’de Portekiz’den H indistan’a giden d e­ niz yolunu açmasıyla D oğu Akdeniz transit ticaretinin kesinlikle sona er­ diğine inanılıyordu. Gerçi 1940’ta b u n un tersini ortaya koyan bir çalışma yayımlanmıştı, ama savaş nedeniyle fazla ilgi uyandırmamıştı.20 Bu çalış­

16 17 18 19 20

Tilly (1985). Faroqhi (1984), s. 52. Ülgener (1981), s. 22. Ancak eldiven erken-m odern Avrupa’ya göre daha az kullanılıyordu. Lane (1940, yeni basım 1968).


manın etkisi ancak 1950’ler ve 1 9 6 0 ’larda, 1 6 0 0 ’lerde kendini gösteren bunalım gibi 16. yüzyıl sonlarında Akdeniz ticaretinin ve Venedik’in eriş­ tiği zenginliğin de ele alınmasıyla görüldü.21 Yeni varsayım, Portekizlile­ rin Afrika'nın güneyinden dolanan deniz yolunu keşfetmesinin, Kızıl D e ­ niz üzerinden yürütülen transit ticaretini sadece kısa bir süre olum suz e t­ kilediğini öne sürüyordu. Yakındoğu’nun uzak ülkelerle olan ticaretini sona erdiren ve böylece D oğu A kdeniz’deki ekonom ik durgunluğa yol açan olay, HollandalIların 1600 sonrasında (günüm üz Endonezya’sında­ ki) Baharat Adaları’nı fethetmeleriydi. Ama bu açıklama da uzun süre ge­ çerli olmadı. Çünkü bir süre sonra, V enedik’in 17. yüzyılda gerçekten d e­ rin bir bunalıma girdiği, ama Kahire tüccarlarının bazı sıkıntılara rağmen uzak mesafe ticaretinden büyük paralar kazandıkları ortaya çıktı.22 Gerçi artık Venedik’e baharat getirilem iyordu, ama yerli tüccarlar, Osmanlı İm ­ paratorluğu’nda tüketilm ek üzere eskiden olduğu gibi Kızıl D eniz üze­ rinden M ısır’a önem li m iktarda ecza, boya maddesi ve baharat taşıyorlar­ dı. B undan başka imparatorluktaki hali vakti yerinde olan kesim H in t k u ­ maşlarını, özellikle de yüksek kaliteli ve -nakliye maliyetine karşın- uygun fiyatlı pam uklu dokumaları çok tu tu y o rd u .23 Ö te yandan Yemen’de eski­ den beri var olan kahve tiryakiliği 16. yüzyılın ikinci yarısında, merkezi yönetim in karşı çıkmasına rağm en, önce A nadolu’n u n, az sonra da R u ­ m eli’nin en uzak kasabalarına kadar yayılmaya başlamıştı.24 Kahve ticareti Kahire ve İstanbul’daki tüccarlar için Avrupa ile yapı­ lan transit ticaretin yerini doldurabilecek, yüksek kârlı bir seçenek oluş­ turm uştu. B undan sadece Venedikliler yarar sağlayamıyordu, çünkü Av­ rupa’da kahve içme zevki ancak 17. yüzyılın sonlarında yayılmıştı ve b u ­ nu n da ötesinde, V enedik’in hinterlandını oluşturan Alpler’in kuzeyin­ deki bölge O tu z Yıl Savaşları nedeniyle çok fakir d ü şm üştü.25 D aha so n ­ ra 18. yüzyılın ortalarında Fransız ve İngiliz tüccarlar Karayip A dala­ n ’ndan getirdikleri kahveyle Yemen kahvesinin karşısına önem li bir ra­ kip olarak çıkınca, Kahire transit ticareti için bir bunalım dönem i başla­

21 Braudel (1966), c. 1, s. 510 vd. Birinci baskı 1949’da, 17. yüzyılın çöküşü için krş. Sella (1968). 2 2 Raymond (1973-74), c. 2, s. 400 vd. 23 İnalcık (1979-80). 2 4 H attox (1988), s. 72 vd. 25 Aymard (1989), s. 475; Sella (1968).


dı; üstelik politik karışıklıklar da bu bunalım ın iyice artmasına yol açtı.26 Ama N apoleon’u n savaş önlem i olarak İngiltere’ye karşı uyguladığı ka­ ra ablukası sonucu H alep kentinin A vrupa’yla yaptığı ticaret durm a n o k ­ tasına geldiğinde bile, H alepli tüccarlar İran ve H indistan’la ilişkilerini yeniden canlandırarak ayakta kalmayı başardılar.27 Yani kısacası A nado­ lu, Suriye ve M ısır’ın 1500 ya da 1 6 0 0 ’lerde uzak mesafe ticareti için il­ ginç olm aktan çıkmaya başladığı varsayımı üzerinde ampirik olarak ısrar etm e olanağı yoktur. 1760’lardan sonra, Osm anlı İm paratorluğu’ndaki iktisadi sektörlerin birçoğunun ciddi zorluklarla karşı karşıya kaldığı dönem de bile hâlâ ge­ lişen sektörler vardı. Bunların en önem lilerinden biri Rum ticaret gem i­ lerinin etkinliğiydi. Yunanistan o sıralarda henüz bağımsız bir devlet ol­ m adığından, 18. yüzyıldaki R um gemilerini Osm anlı gemisi olarak gör­ mek gerekir.28 H atta bazı Rum gem i sahipleri A kdeniz’in dışına çıkm a­ ya bile cesaret ediyorlardı. 18. yüzyıl Barselona lim an kayıtları üzerinde yapılan son çalışmalar, bunlardan kimisinin Kastilyalıların tekelini atlatıp Amerika’yla da ticaret yaptıklarını gösterm ektedir.29 Balkanlar üzerin­ d en Viyana ve daha başka O rta Avrupa kentleriyle yapılan ticaret de bu dönem de serpilmişti. “Lepiska” sözcüğünün “sarışın” anlamına gelmek üzere Osm anlı diline girmesi bu ilişkilerin sonucunda olm uştur ve b ü ­ yük bir olasılıkla b u sözcük, Leipzig fuarını ziyarete gidenlerin ağzından yayılmıştır.30 Ticaretin sağladığı kazançla kültür etkinlikleri de destekleniyordu. 19. yüzyılda ortaya çıkan Yunan, Sırp ve Bulgar “milli rönesansları” daha 18. yüzyılın son dönem lerinde, zenginleşen tüccarların Balkanlar’ın her köşe­ sinde okulların ve kütüphanelerin kurulmasına para yardımı yapmalarıyla başlamıştı. B unun sonucunda oluşan görece büyük kitap piyasası m atba­ aların açılmasına da neden olmuş, çeşitli halkların dillerinde kitaplar ba­ sılmıştı. 18. yüzyılda Osmanlı merkezi yönetim i adına Eflak ve Boğ-

26 27 28 29

Raymond (1973-74), c. 1, s. 100, 174-179. W irth (1986). Stoianovich (1960); Panzac (1992), s. 193. Söz konusu olan, Aix-en-Provence’da Prof. Daniel Panzac’ın örgüdediği bir sem­ pozyumda (sonbahar 1991) verilen, henüz yayımlanmamış çalışmalardır. 30 Redhouse (yeni basım 1921), s. 1625. Bu pasajdan beni haberdar eden H eidi Stein’e teşekkür ederim.


dan’da voyvodalık yapan zengin Fenerli Rum lar da bu etkinliklere arka çıktılar. Yönetici olarak bulundukları ülkelerde yabancı olmalarına ve ço ­ ğunlukla görevde kısa süre kalmalarına karşın kütüphanelere, ressamlara ve mimarlara destek oldular.31 B ütün bunlara bakıldığında, Osmanlı İm paratorluğu’nun daha 16. yüzyılda uluslararası ticaretin “çıkmaz sokağı”na girdiği ve bu yüzden de ekonom ik dinamiğini yitirdiği varsayımının artık geçerli olmadığı görül­ m ektedir. O rtaya çıkmasından elli yıl sonra yeniden gözden geçirildiğin­ de bu varsayımın, tarihle ilgili “büyük” açıklama örneklerinin çoğu gibi kendi oluştuğu dönem e özgü olduğu görülür. Ama varsayımın dönem e bağlı oluşu, tek başına, varsayımın kullanılabilir ya da kullanılamaz o ld u ­ ğunu göstermeye yetm ez. Büyük Ekonom ik B unalım ’ı izleyen yıllarda pek çok kişi dünya ticaretinin azalması ve belirli ülkelerin dünya ticaretin­ den kopması üzerine kafa yormuşlardı. O günlerde, geçmişte de ekono­ mik durgunluğun aynı biçimde oluştuğunu varsaymak akla yakın geliyor­ du. B unun şaşırtıcı yanı sadece, bu varsayımın, içinde oluştuğu konjonk­ türden çok daha u zun öm ürlü olmasıdır.

Avrupa Sınır Kuşağının Bir Parçası Olarak Osmanlı İmparatorluğu Bu anlayış -insana has düşünce tembelliğinin yanı sıra- Avrupalı ve Amerikalı D oğu tarihçilerinin araştırmalarının konusuyla ilişkilerinin sorunlu olmasıyla açıklanabilir. Avrupa dışındaki ekonom ik ve kültürel durgunluğu, düşünm e edim inin değişmez bir bileşeni haline getiren bir açıklama m odeli, Büyük Ekonom ik Bunalım’dan sonra da uzun süre pek çok Avrupalı ve Amerikalı için çekici olmayı sürdürm üştü.32 Ayrıca bu m odelin önem li öğeleri, 6 0 ’lı yıllardan beri Türkiye içinde ve dışında ge­ liştirilen, ekonom ik dinamiği sömürgecilik karşıtı bir yaklaşımla açıklama denem elerine de uyuyordu. Dünya ticaretinin yön değiştirmesi sonuçta kendiliğinden olmamış, 16. ve 17. yüzyıllarda İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, HollandalIlar ve Fransızların girişimleriyle gerçekleşmişti. Dünya ticaret tarihine ilişkin böyle bir tablonun (ki Yakındoğu’nu n uzun süreli durgunluğu tem el bileşenlerinden birisidir) antiemperyalist yorum modelleriyle çalışan milliyetçi tarihçiler için de bazı yararları vardı. Buna

31 Anonim (1980). 32 “Statik D oğu” sterotipi burada bir rol oynamış olmalı. Krş. Said (1979).


dayanarak, gelişmiş ekonom ik yapıların erken sömürgecilik tarafından b o ­ zulduğu fikri ortaya konabilirdi.33 Bu tü r yorum ların arkasında yatan açıklama modeli “dünya ekonom ik sistemi” adıyla bilinir34 ve uzak mesafe ticareti ilişkilerinin ortaya çıkma­ sından beri hep yeni yeni ekonom ik ve politik merkezlerin oluştuğunu ve bunların, çevrelerindeki bölgeleri egemenlikleri altına aldıklarını varsayar. Bu egemenlik büyük bir im paratorluk biçiminde olabileceği gibi, politik bakımdan eş düzeydeki devletlerden oluşan bir sistem biçiminde de ger­ çekleşebilir. Böyle bir sistemde zam an zaman yer değiştirebilen bir m er­ kez söz konusudur, ama bu yer değiştirme sistemin çözülmesine yol aç­ maz. Ö rneğin 17. yüzyılda Avrupa dünya ekonom ik sisteminin merkezi Amsterdam olm uşken, 18. yüzyılda bu kentin yerini Londra almıştır. Sis­ tem in merkezi yoğun bir m anüfaktür ve sermaye birikimi ile kendini bel­ li eder. Bu m erkezin çevresinde bir kuşak vardır; 16. yüzyıldan itibaren bu rolü sık sık, politik zor kullanılarak merkeze bağlanmış olan ve m er­ kezdeki m anüfaktür için ham m adde sağlayan söm ürgeler üstlenm işti.35 Ö te yandan söm ürgeler m etropollerden mam ul mal da satın alıyordu. Sö­ m ürgeler politik bakımdan m etropollerden daha aşağı düzeyde bulundu­ ğu için bu ekonom ik ilişkideki karşılıklı alış veriş eşit olm uyor, uzun va­ dede bu bölgelerin yoksullaşmasına yol açıyordu. Osmanlı im paratorluğu 16. yüzyılın ortalarında henüz Avrupa ekono­ mik sisteminin dışındaydı. Bunu gösteren olgulardan birisi, bu dönem e kadar Osmanlı-Avrupa ticaretinin daha çok lüks ürünleri kapsıyor olm a­ sıdır. Ama bu durum 16. yüzyılın ikinci yarısında, Venedik ve Fransa gi­ bi yerlerde tahıl ve pam uk ihtiyacının artmasıyla değişti.36 Osmanlıların bütün ihracat yasaklarına karşın, Avrupalı tüccarların verebildiği görece yüksek fiyatlar ham m adde üretim inin önemli bir kısmının ülke dışına çı­ karılmasına yol açtı. Bu da, düşük kazanç hadlerinden ötürü ucuz ham ­ maddeye bağımlı olan ülke içi el üretim ini zor durum a soktu. Klasik bir örnek olarak 1 5 7 0 ’lerde, b ü tü n ham m addesinin İran’dan sağlandığı B ur­

33 Immanuel Wallerstein bu bakış açısını çeşitli kitap ve makalelerde geliştirmiştir. Özellikle bakınız Wallerstein, Decdeli, Kasaba (yeni basım 1987). 34 Wallerstein (1974) yanında ayrıca krş. Braudel (1979), c. 3, özellikle s. 12-70. Takip eden bölüm de buradaki görüşler temel olacaktır. 35 Wallerstein (1974), s. 310 vd. 36 Barkan (1975a).


sa’daki ipekli dokumacılığı gösterilebilir. Avrupa’daki ipek üretim inin atı­ lım yapmasıyla Venedikli, Fransız ve İngiliz tüccarlar İranlı ham ipek üre­ ticilerine Bursalı alıcıların ödeyebileceklerinin çok üzerinde fiyatlar ö n er­ meye başladılar.37 Gerçi 17. yüzyılda Bursa bölgesinde de ham ipek ü re­ tilmeye başlamıştı; ama kimi tarihçilerin görüşüne göre bu durum ipekli dokumacılığının bunalımını, en azından kısa vadede engelleyememiştir. Görünüşe bakılırsa, başka zanaatlar gibi Bursa’daki ipekli dokumacılığı da daha sonraları yeniden kendini toparlamıştı. 17. yüzyılın sonlarıyla 18. yüzyılda Avrupalı tüccarların önüne H indistan ve Ç in ’de pek çok yeni olanakların çıkmasıyla Akdeniz bölgesi ticareti ikinci dereceye d üştü.38 Böylece Osm anlı üreticileri de bir kez daha soluk alma olanağı buldular. Bu açıklamaya göre, Avrupalı ipek üreticileri bir dış pazarda, yani İran’da yarattıkları ticari rekabet yoluyla Osmanlı üreticilerini köşeye sıkıştırmış oluyorlardı. Ama ö b ü r yandan da, Avrupa, Osmanlı İm paratorluğu ve İran arasında böylesine yoğun bir dış ticaret olmasaydı bu zanaat dalı böylesine büyük bir gelişme gösterem ezdi. Kültür tarihi açısından Bursa ipekli dokumacılığının kader çizgisi büyük önem taşır. Ç ünkü bu değerli ipekli kumaşlar Osmanlı el sanatları arasında özel bir yere sahiptir.

İç Dinamikler Son yirmi yılda, Osmanlı ekonomisi açısından uzak mesafe ticaretinin, daha önceleri kabul edildiği kadar önemli olmadığı görüşü ortaya çıkmış­ tır.39 Bu görüşün sadece ekonom ik bunalım dönem leri için değil, genel­ de de geçerlilik taşıdığı kabul edilmelidir. Ç ünkü uzak mesafe ticaretiyle uğraşanların sayısı çok azdır. 17. yüzyıl boyunca H alep’in transit ticare­ tinde en etkin rolü oynayan tüccarlar da ya İngiltere ve Fransa’da ya da İsfahan’da oturm uşlardır. Buna karşılık ülke içinde yaşayanlar için çalışma ve kazanç olanağı en çok yerel ve bölgesel ticaret alanındaydı. Bir O sm an­ lı (ya da yeniçağ başlarındaki Avrupa) kentinin gelişmesi açısından bakıl­ dığında zengin bir hinterland, uluslararası transit ticaret bakımından elve­ rişli konum da olmaktan çok daha önemliydi. Tabii ki -az sayıdaki ulusla­ rarası merkezlerin dışında kalan- kentlerin gelişmesinde uzak mesafe tica­

37 Çizakça (yeni basım 1987). Gerber (1988), s. 13, 88 ise ipek manüfaktüründeki krizin daha önceleri varsayıldığından çok daha az ağırlık taşıdığı görüşündedir. 38 Çizakça (1985). 3 9 Abdelnour (1982), s. 276 vd.


retinin önem ini tüm üyle yadsıyacak kadar ileri gitmek de doğru değildir. Çünkü örneğin H alep sakinleri için doğrudan kazanç şansı kısıdı olsa bi­ le, komisyoncular, konut ve depo kiraya verenler, deve sahipleri ve özel­ likle ticaret yolu üzerinde yaşayan bedeviler için birçok dolaylı olanak ya­ ratılmıştı. Bedeviler çoğu kez kendi bölgelerinden geçen kervanlardan bir korum a bedeli talep ediyorlardı. Ama, H in t Okyanusu çevresinde yetişen biber ve daha başka uluslararası transit ürün ticaretinin Osmanlı İm para­ torluğu için taşıdığı önem in iyice abartıldığı rahatlıkla öne sürülebilir. Devletin ve toplum un 16. yüzyılın sonlarından itibaren yaşadığı politik, toplumsal ve ekonom ik bunalımı tem elde dünya ticaretiyle bağların kop­ masına bağlamak uygun olmaz. İki başka etm en çok daha önemlidir. Bunlar vergi gelirlerinin O sm an­ lı eliti tarafından kullanılış tarzı ile Avrupa devletleri ve ekonomileriyle ilişkilerdir. Son konu Avrupalı tüccarların sahip oldukları ayrıcalıkları da kapsar. Bu ayrıcalıklar 18. ve 19. yüzyıllarda öylesine artırılmıştır ki, O s­ manlı Devleti’nin hareket etm e yeteneğini gözle görülür biçimde sınır­ landırmıştır.40 Osmanlı Devleti’nin vergi gelirlerinin büyük bölüm ünü savaş giderlerini karşılamak için kullanması çok özel bir durum değildir; o dönem deki Avrupa devletleri de başka türlü davranmamışlardır. Asıl so­ run, savaş için gerekli malzemelerin ya değerlerinin altında fiyatlarla ya da hiçbir ödem e yapılmadan alınmasıdır.41 Bu yol, yönetim için kolay bir çö­ züm dü; çünkü sermaye piyasasının neredeyse hiç gelişmemiş olduğu o dönem in koşullarında örneğin iç pazarda borçlanmak daha zordu. Vergi toplayanlara ve başka sermaye sahiplerine borçlanma yüzünden 17. ve 18. yüzyıllarda Fransa’da devlet büyük zorluklar içine düşm üştü. Ama O s­ manlı üreticileri için karşılığını almadan mal vermek tam bir felaket anla­ mına geliyordu; çünkü yönetim , kendi açısından daha kolay olduğundan, zayıf işletmelerden çok, başarılı olanlara yükleniyordu. Bu yüzden, silah ve teçhizat siparişleri sayesinde üreticilerin de durum larım düzeltebildiği bir savaş ekonomisi patlaması yaşanmıyordu. Tam tersine, uzu n süren sa­ vaşlar ekonom ik bunalımlarla sonuçlanıyor, bu bunalımlar da, en azından 18. yüzyılda, bazen orduların yeterince donatılamamasına yol açıyordu. D urum , savaşların devlet hâzinesine yük olduğu bir kısır döngü haline

4 0 Bu problemin H alep’le ilişkilendirilerek açıklanmasıyla ilgili olarak krş. M asters (1988), s. 75 vd. 41 Genç (1984).


gelmişti. Kısıtlı mali olanaklar, iktidardakilerin olabildiğince karşılıksız hizm et yaptırm a eğilimini güçlendiriyor, bu ise üreticilerin önemli ölçü­ de zayıflaması sonucunu getiriyordu. Ü reticilerin zayıflaması nedeniyle ordu donatm ak ve savaş kazanmak gittikçe zorlaşıyordu; bu da h azinenin yükünün daha çok artmasına yol açıyordu.42 Bu açıklama modeli akla hem en iki soru getiriyor. Gerçi Osmanlıların savaşların mali yükünü karşılama yöntem leri henüz her yönüyle araştırıl­ mış değil; ama eldeki bilgiler, değerinin altında ödem elerle mal sağlama eğiliminin 16. yüzyılda da var olduğunu gösteriyor.43 Öyleyse bu yöntem 16. yüzyılda Osmanlı ordularının savaş kazanmasını niçin engellemiyor­ d u ? H erhalde bunun açıklaması, H absburglar’ın ve Rus çarlarının gücü­ nün artmasıyla 18. yüzyılda savaşların Osmanlılar için yüz ya da yüz elli yıl öncekinden daha pahalıya gelmesinde yatıyor olmalı.44 Ayrıca Osm an­ lı devlet yönetim inin 15. yüzyılın ortalarına kadar bu kadar fazla masraflı olmadığı da unutulm am alı.45 16. yüzyılda reayanın sırtına binen yükün belirli bir oranda azaltılabildiği düşünülebilir. Başka bir deyişle, savaşlar 16. yüzyılda da ekonom ik zorluklara neden oluyor, ama üreticileri tü ­ müyle iş görem ez hale getirm iyordu. Ayrıca kazanılan her savaş ganim et ve ek vergi geliri sağlıyordu. Bu gelirler ilk planda devlete ve askerlere ya­ rıyorsa da, tüccarlar ve zanaatkarlar da en azından dolaylı bir kazanç sağ­ lıyorlardı: Ç ünkü ek kaynaklar çoğunlukla tüketim mallarına dönüştürü­ lüyor, bu durum yerel fiyat artışlarına yol açsa bile, kazanç olanaklarını ar­ tırıyordu.46 İkinci sorun, tüccar ve zanaatkarların Osmanlı yönetim inin satın alma yöntem lerine gösterdikleri tepkide yatıyor. Zanaatkarlar loncalarda ö r­ gütlenmişlerdi. Gerçi bu loncalar resmi makamlara vergi tahsilinde ve toplumsal denetim de aracılık ederek yararlı oluyorlardı, ama kendi b ü n ­ yelerinde örgütlenen zanaatkarların çıkarlarını da gözetiyorlardı. Lonca­ ların, kendi üyeleri için hiç de elverişli olmayan devletin mal sağlama p o ­ 42 Osmanlı finans yönetiminin, krizi sadece devlet varlıklarına dayanarak aşma çabası konusunda krş. Cezar (1986). 43 Güçer (1964) bu sorunu 16. yüzyılın sonları açısından çözümlüyor. Bir Osmanlı seferinin lojistiğine ilişkin bir araştırma için krş. Pinkel (1988). 4 4 18. yüzyıldaki savaş finansmanı konusunda bkz. Cezar (1986). 45 Lowry (1 9 8 8 ), s. 23, 34. 4 6 Fekete (1960) Macaristan’da yaşamış bir askerin mal varlığıyla ilgili güzel bir örnek sunuyor.


litikasına karşı çıkmaları daha akla yakındı. Ç ünkü yeniçerilerle ve başka askeri ya da yarı askeri güçlerle aralarındaki bağlantılar sonucu, İstanbul, Kahire ya da Şam ’daki loncalar rahatça politik baskı oluşturm a olanağına sahiptiler. Ama böyle bir şey çok ender gerçekleşmiş olmalı. Yalnız bir kez 18. yüzyılda İstanbul’daki zanaatkârlar, düzenlenecek bir sefer için onlar­ dan da bir fedakârlık istenmesini protesto etmişler, sefer de yapılmamış­ tı.47 A n a Osm anlı zanaatkârları ve politik beklentileri konusunda bilgile­ rimiz henüz o kadar yetersiz ki, onların “hoşgörü sınırları”nm nerede b it­ tiği sorusunu yanıtlayabilecek durum da değiliz. Osmanlı ekonom isinin ham m adde üreten ve hazır mamul satın alan bir çevre kuşağı olarak Avrupa erken kapitalizmine bağlanmasının iki aşa­ mada gerçekleştiği kabul edilebilir. Bunların ilki 1570-80’lerde başlamış, ama kısa süre sonra durdurulm uştu. Ç ünkü Avrupa ülkeleri Amerika ve G üneydoğu Asya’da, ilk başta, güçlü ve örgütlü bir Osmanlı D evleti’nin egemenliğindeki D oğu A kdeniz’de olduğundan çok daha hızlı yayılabili­ yorlardı. Osmanlı İm paratorluğu’nun Avrupa çevre kuşağına kesin olarak bağlanması, ancak 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci aşamada gerçekleş­ ti.48 Ama bu görüş tek yanlıdır ve Osmanlı İm paratorluğu’nun kendi içinden yarattığı politik ve ekonom ik kaynakları çok az göz önüne almak­ tadır. Bu konuda, O sm anlı’nın A nadolu, Suriye ve Balkanlar’daki kervan yollan üzerinde sürekli denetim kurm uş olması özellikle önem li olabilir. Ayrıca M üslüm an ve gayrimüslim tüccarların sürekli yeni etkinlik alanları bulm a çabalarım da unutm am ak gerekir. 18. yüzyıl biterken ortaya çıkan ekonom ik bunalım ın nedeni, AvrupalIların D oğu A kdeniz’de bir köprü başı elde etm ek için yoğun çaba gösterm elerinin, Osmanlı ekonomisinde beliren bir iç bunalımla aynı zamana denk düşm üş olmasıdır.49

Bir Kez Daha: Batı Avrupa Devletleri ve Tüccarlarıyla İktisadi Çatışma Eski araştırmacıların çoğunlukla göz önünde tutm adığı, ama bizim için büyük önem taşıyan iç sorunların yanında, İngiliz, Fransız ve daha

47 Aktepe (1958b), s. 38-39. 48 Çizakça (1985), s. 370 vd. 49 Bu sorunsalla ilgili olarak ayrıca krş. İslam oğlu-İnan (1987), s. 19 vd; yazar Osmanlı Devleti’nin politik kaynaklarına vurgu yapıyor, benim için ise sözcüğün geniş anlamında ekonomik kaynaklar önem taşıyor.


küçük çapta da olsa H ollandalı tüccarların etkinliklerinin sonuçlan da he­ saba katılmalıdır. 16. yüzyılın sonlarına doğru Bursa’daki ipekli dokum a­ cılığında ve daha başka zanaat dallarında ortaya çıkan zorlukları sürekli bir çöküşün başlangıcı olarak yorum lam am ak gerekir. Yeniçağ Avrupa'sında iktisat tarihçilerinin eskiden beri yabancısı olmadıkları uzun süreli krizler­ le karşılaştırılabilecek bu bunalım , daha çok, elverişsiz bir konjonktürün epeyce uzun süren bir dönem i gibi görünm ektedir.50 Bazı zanaat alanla­ rı kendilerini toparlayabilmişlerdir. 18. yüzyılla 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İm paratorluğu’nun bazı bölgelerinde, örneğin Filibe’de, yeni ve çok başarılı bir üretim alanı olarak abacılık ortaya çıkmıştı.51 Filibe abala­ rı A nadolu’nun her köşesine yayılmıştı, hatta çadır bezi ve filler için sağ­ rı örtüsü olarak kullanılmak üzere H indistan’a kadar alıcı buluyordu; çünkü yabancı tüccarlar çeşitli çabalarına rağm en 18. yüzyıla kadar O s­ manlı rakiplerinin dağıtım sistemlerini parçalamayı ya da kendi amaçlan doğrultusunda yönlendirmeyi başaramamışlardı. Bu yüzden de Avru­ p a’dan ithal edilen malların içinde, zengin m üşterilere hitap eden orta ve iyi kalitedeki yünlü kumaşlar türünden ürünler daha çok yer alıyordu. Bu müşteriler çoğunlukla ithalatın yapıldığı ticaret m erkezlerinin yakınların­ da oturuyorlardı, oysa Osmanlı iç pazarının büyük bölüm ü eskiden beri Avrupalı tüccarlara kapalıydı. Bu durum ilk kez N apoleon’un yenilgisi ve ardından Avrupa’nın Ak­ deniz ticaretinin İngiliz koruması altında yeniden canlanmasıyla değişti.52 19. yüzyılın başlarında İngiliz fabrikalarındaki üretim in artık daha çok buhar makineleriyle yapılıyor olması, üretim maliyetlerini düşürm üştü. Bunların da ötesinde dış savaşlar, bu arada Mısır Valisi Kavalalı M ehm ed Ali Paşa’nın (hd 1805-18) bağımsızlık çabaları ve başka iç çatışmalar O s­ manlı merkezi yönetim inin zayıflamasına yol açmıştı. 18. yüzyılda tüm üy­ le Osmanlıların elinde bulunan ticaret yollarının denetim inden söz etm ek artık olanaksızdı. Osmanlı Devleti’ndeki pek çok işletmenin içine dü ştü ­ ğü bunalım ı, 19. yüzyıl başlarında Avrupalı gözlemciler zaman zaman çok güzel dile getirmişlerdir. Ama bu bunalım , Osmanlı zanaatkârlarının artık sadece uzak yerlerde iş yapabilecekleri ya da ancak onarım işlerinde çalışabilecekleri anlamına gelmiyordu. D urum a uyum gösteren zanaat

50 Braudel (1979), c. 3, s. 268 vd. 51 Todorov (1967-68). 52 Issawi (1980), s. 74-78.


dalları da vardı; örneğin dokumacılar ithal iplikle yerli tüketim için kumaş üretiyorlardı. Dem iryolculuk ya da köm ür ocağında işçilik gibi yeni m es­ lek grupları da ortaya çıkmıştı.53 Ama yine de tem elde Osmanlı ülkesi Av­ rupa ekonom ilerine ipek ve pam uk gibi hammaddelerle (en azından 19. yüzyılın sonuna kadar) tahıl sağlayarak hizm et ediyordu.54 Dünya pazarı doğrultusundaki bu bütünleşm enin dışında kalan Osmanlı işletmeleri, o tarihten sonra, Avrupa’nın ve ardından da Birleşik Devletler’in yönlendir­ diği dünya konjontüründeki iniş çıkışlara teslim olmak zorunda kaldılar.

Kırsal Alanda Yaşam 15. yüzyılın sonlarında bütü n 16. yüzyıl boyunca A nadolu’da ve Bal­ kan eyaletlerinde yaşayan köylülerin aralarındaki toplumsal ilişkiler, yöre­ den yöreye ve bölgeden bölgeye çok farklıydı. Ama hepsinin ayrı ayrı O s­ manlı Devleti’yle olan ilişkilerindeki ortak noktalar, farklı noktalardan çok daha fazlaydı. Tem el iktisadi birim, bir ailenin işlettiği çift idi. Hasat za­ manı bu çiftlere (komşular arası yardımlaşma yoluyla) daha fazla emek gücü eklenebiliyordu. Bu yardımlaşma Türkiye’nin bazı bölgelerinde b u ­ gün de varlığını sürdürm ektedir.55 Çıplak mülkiyeti devlete ait olan bu çiftlerde, köylüler miras bırakma hakkına sahip kiracıydılar. Erkek çocuklar kayıtsız şartsız çiftin varisiydi­ ler. Eğer erkek çocuk yoksa çift ailenin öbür bireylerine, özellikle de kız çocuklarına miras kalabilirdi. 1584 tarihli Karaman eyaleti kanunnam e­ sinde, erkek çocuğu bulunm ayan bir köylü öldüğünde çiftinin ailesinden geri alınmasının adil olmayacağı yazılıdır; çünkü köylü yaşamı boyunca emeğini ekonomiye harcamıştır.56 Ama mirasçı kız çocukları da, yeğen ya da torun gibi ö b ü r aile bireylerinden alınan özel bir bedeli ödem ek z o ­ rundaydılar. Mirasçılar bu bedeli her zaman da ses çıkarmadan ödem iyor­ lardı; örneğin 16. yüzyılın sonlarına doğru Kuzey A nadolu’daki bir köy­ de dedesinden miras kalan, henüz reşit olmamış bir erkek çocuğunun ai­ lesi, bu bedeli ödem ek istemediği için olaylar çıkmıştı.57

53 Q uataert (1983), s. 71 vd. 54 Bir örnek için krş. Issawi (1980), s. 120. 55 Sirman (1988) bugünkü Ban Anadolu’daki kadın bağlantı ağlarını ve işbölümünü ele alıyor, ama bu çalışma maalesef henüz yayımlanmadı. Yazara çalışmasını inceleme olanağı verdiği için teşekkür ederim. 56 Faroqhi (1984), s. 244; Reindi-Kiel (1993-94). 57 Faroqhi (1986)(b).


Ç oğu durum da köylüler ödem elerini, Osmanlı m erkezi yönetiminin yetkili kıldığı bir kişiye yaparlardı. Tımar olarak bilinen bu hak sipahilere verilirdi; sipahiler bu hak karşılığında askeri, gerektiğinde de idari bazı hizmetleri yerine getirmekle yüküm lüydüler.58 Bir sipahinin kendine bağ­ lı köydeki üretim in ayrıntılarına karışıp karışmaması, yerel koşullara ve bir de tabii kendi kişisel çıkarlarına bağlıydı. Elimizde, bağlı oldukları sipahi­ nin sadece onlardan belirli vergileri toplamaya hakkı olduğunu, başkaca bir hak iddia edemeyeceğini ileri süren köylülere hitaben yazılmış 1648 tarihli bir ferman var. Bunda köylülere, tım ar sahibini efendileri olarak ka­ bul etmeleri em redilm ektedir.59 Ama beri yandan pek çok tım ar sahibi de, askeri yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerektiği bahane edilerek, tı­ marları olan köylerden u zun süre uzak bırakılıyordu. B unun da ötesinde merkezi yönetim bu “askeri dirlik” sahiplerinin yerlerini her an değiştire­ biliyor ve onları im paratorluğun uzak bir vilayetine gönderebiliyordu.60 Böylelikle, kişisel egemenlik ilişkilerinin oluşması iyice zorlaştırılmıştı. Bunlara karşılık, tım ar sahipleriyle köylüler arasında gerginlik çıkması da merkezi yönetim in istediği bir şeydi. Sık karşılaşılan çatışma nedenle­ rinden biri, köylülerin sipahiye ödeyecekleri tahıl tü rü n d en vergiyi en ya­ kın pazara götürm ekle yüküm lü olmalarıydı.61 Bu pazar çoğu kez o d e­ rece uzak olurdu ki, çalışmayla değerlendirilebilecek zaman yolda yitiri­ lirdi. Birçok eyalette bu işin süresinin bir günü aşamayacağı kuralı vardı, ama buna ne ölçüde uyulduğunu bilemiyoruz. Bazen yakında bir köy p a­ zarı bulunsa da, sipahinin, fiyatlar daha yüksek olduğu için tahılın kente götürülm esinde direttiği de olurdu.62 Bir başka soran, haşatın paylaşılma­ sı sırasında ortaya çıkardı; tım ar sahiplerinin çoğu, eğer kendileri henüz paylarını almamışlarsa, köylülerin ekini tarladan kaldırmalarını yasaklar­ dı.63 Tım ar sahibi herhangi bir nedenle geciktiğinde ya da köylülerin ile­ ri sürdüğü gibi kötü niyeti yüzünden gelmediğinde hasat tarlada çürür ya da farelere yem olurdu. Beri yandan köylüler onu beklem eyip hasadı ya­ parlarsa, para cezası ödem ek zorundaydılar.

58 59 60 61 62 63

İnalcık (1973), s. 104-118. İnalcık (1965), s. 135-136. Barkan (1 97 5)(b), s. 23. Güçer (1964), s. 57. Faroqhi (1984), s. 57. Veinstein (1983) sorunu tım ar sahibinin bakış açısından aydınlatıyor.


Bir başka sürtüşm e de, köylünün kentte çalışmak ya da şansını başka bir yerde denem ek gibi nedenlerde köyden ayrılmak istediğinde tım ar sa­ hibinden izin almak zorunda olmasından çıkardı. Nüfus artışının çok ol­ duğu dönem lerde bazı tım ar sahiplerinin, çoğunlukla evlenememiş ve huzursuzluk kaynağı olarak kabul edilen topraksız köylü gençlerden kur­ tulabilmek için gurbete gitmelerine izin verdikleri düşünülebilir.64 Ama köylülerin çoğu topraklarını izinsiz terk ederlerdi ve yıllar sonra sipahiler tarafından hesap vermeye çağrıldıkları da çok görülürdü. Bütün bu risk­ lere rağm en toprağı terk edip gitme olanağı vardı, çünkü kanıtlama yü­ küm lülüğü sipahiye aitti ve vergisini düzenli ödeyen kişiler kentlerde komşuları tarafından çok iyi karşılanıyordu.65 Çok gerekirse kadı ile anla­ şılıyor ve kadı söz konusu kişinin yıllardır kentte oturduğuna ve bu yüz­ den de buradan ayrılmak zorunda olmadığına karar veriyordu. Yine de bu sorunla ilgili bazı sürtüşm eler (kadı sicillerinde pek kaydına rastlanmasa da) yaşanmış olmalıdır. Kırlardaki sürtüşm elerde sü bap işlevi gören olgulardan birisi, A nado­ lu’da göçebelerle yerleşikler arasındaki sınırın başka yerlere göre çok d a­ ha az belirgin oluşudur. Bu yüzden sadece göçebeler yer yurt edinip köy­ lü haline gelm iyordu; bunun tersi de söz konusu olabiliyordu. Birçok yer­ de köylüler aileleri ve hayvanlarıyla birlikte yazın yaylalara çıkarken, göçe­ be özellikleri iyice ağır basan bazı topluluklar da kışları konakladıkları yer­ lerde bir m iktar tarımla uğraşıyorlardı.66 Yani bir yaşam biçiminden ö b ü ­ rüne geçiş oldukça kolaydı, çünkü çoğu yerde yerleşimin iyice seyrek ol­ ması kırsal bölgelerde yaşayanlara belirli bir esneklik olanağı sağlıyordu. Kaçamak yapabilme olanağının var olması, köylülerle sipahiler arasındaki sürtüşmelere rağm en, niçin ortaçağ ya da yeniçağın başlarındaki Avru­ pa’da gördüğüm üz türden köylü ayaklanmalarının ortaya çıkmadığını açıklayabilir.

Paralı Askerler ve Eşkıya A nadolu’da özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda genç erkeklerin sipahilerin elinden kurtulabilmesi için bir başka olanak daha vardı. Bu dönem den önce, eyalet beylerbeyleri ve valileri vergi toplam a ve karargâh hizm etle­

6 4 Akdağ (1963), s. 44-47. 65 Faroqhi (1984), s. 270. 66 Anadolu’ya gelen göçebelerin yerleşimleri için krş. de Planhol (1968), s. 226-228.


rinin yerine getirilmesi için tımarlı askerlerine çağrıda bulunabiliyordu. Ama 16. yüzyılın ikinci yarısında, sadece mızrak, kılıç ve kalkanlarla d o ­ nanmış süvariler olarak tımarlı askerleri artık giderek çağın gerisinde kal­ maktaydılar.67 Bu yüzden Osm anlı merkezi yönetim i tımarlı sipahilerin yerine yavaş yavaş m ültezim leri geçirdi ve daha önceki bazı tım ar sahiple­ ri de m ültezim lik, tefecilik yapmaya ve ticarede uğraşmaya başladılar. Bu geçişi beceremeyenler köylü konum una düştüler. Ama değişim her yerde aynı hızla gerçekleşmedi; bazı uzak bölgelerde tım arlar ve sipahiler 19. yüzyıl başlarına kadar varlıklarını sürdürdü. Artık beylerbeyleri ve valiler, kendi eyaletlerini denetim altında tutm akta kullanacakları askeri birlikleri kendileri oluşturm ak zorundaydılar.68 Beylerbeyleri ve valiler b u iş için, ateşli silah kullanan ve kendi silahını kendi sağlayan paralı askerler tuttular. Bu paralı askerler, yasal politik e t­ kinliğin kendi tekellerinde olmasını isteyen kapıkulları değil, çoğu M üs­ lüman kökenli gençlerdi. Eğer işler merkezi yönetim in istediği gibi yürü­ yebilseydi, bu insanların ateşli silah edinm elerine kesinlikle izin verilmez­ di. Ama bu tü r silahların gizlice üretilmesi giderek arttığı için, edinilmesi de kolaydı.69 Levent adı verilen askerlerin oluşturduğu bu düzensiz bir­ likler kalıcı değil, çoğunlukla kısa süreliydi. Bunun dışında leventler kırsal bölgelerde başıboş dolaşarak kendilerine yeni bir kapı ararlardı. Efendile­ riyle sefere katılıp sonra bir ara savaştan kaçmış olan eski askerlerin de d u ­ rum u aynıydı. Ç oğu zaman bu geçici askerler yeniden köylerine dönüp sipahilerin hizm etinde çalışmaya pek istekli olmazlardı. Sürekli kapısı bulunm ayan bir askerin yaşamı tehlikelerle dolu o ld u ­ ğundan, b u tü r grupların reisleri düzenli maaş ve güvenceli konum elde etm ek için çaba harcarlardı. Bazıları b u n u başarır, bir sınır boyuna k o ­ m utan olarak gönderilirdi.70 Yine de bir yere kapılanamayan pek çok as­ ker olurdu; b u yüzden, kapısı olan ve olmayan askerler arasında özellik­ le 17. yüzyılda şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu çatışm alardan en çok A na­ dolu zarar gördü; çünkü başıboş leventlerin o lu ştu rduğu çetelerin, acı­ masızca davrandıklarında bir vali ya da beylerbeyinin dikkatini çekmek ve böylece bir iş yakalamak şansları daha fazlaydı. Bu çatışmalar süresin­

67 68 69 70

İnalcık (1980), s. 288. K unt (1981), s. 54 vd. İnalcık (1974). Akdağ (1963), s. 214-215.


ce, köylülere karşı bir ölçüde insaflı davranarak desteklerini almaya gay­ ret eden küçük ve yerel paralı asker çeteleri birleşerek daha büyük çete­ ler oluşturuyorlardı. Büyük çetelerin yerel desteğe gereksinmesi daha az­ dı. Böylece belirli bunalım dönem lerinde, örneğin 17. yüzyılın başların­ da ya da sonlarında Osm anlı topraklarında, başıbozuk askerlerden kuru­ lu ve herhangi bir yerel güce bağlı olmayan çeşitli ordular ortaya çıktı.71 Böyle bir o rd u n u n birkaç yıl içinde b ü tün A nadolu’yu güneydoğudan kuzeybatıya kadar geçerek, kısa süreli de olsa bazı önem li kentleri (ö r­ neğin 1 5 9 9 ’da U rfa’yı) ele geçirmesi bun u n en aşırı örneklerinden biriy­ di. 1 6 0 3 ’te A nkara’nın başına da aynı şey geldi, bu kaderi paylaşan kü­ çük kentler ise daha çoktu.72 17. ve 18. yüzyıllarda Balkanlar’da da sayısız eşkıya çetesi vardı, ama ortaya çıkış nedenleri biraz daha değişikti. M uhtem elen Balkanlar’daki sorun, kırsal nüfusun ve buna bağlı olarak paralı asker çetelerinin de b ü ­ yük bölüm ünün M üslüm an olmaması nedeniyle, düzensiz askerlerin sü­ rekli istihdamı değildi. Zaten olam azdı, çünkü böyle bir görev için ço­ ğunlukla M üslüm an olmak koşulu aranırdı. Bu yüzden sınır bölgelerinde iş bulamayan askerlerin bazıları geçimlerini soygun ve yağma ile sağlama­ ya yöneliyordu. “H ayduk” adı verilen bu kişileri, daha eski kaynaklarda sık sık karşılaşıldığı gibi, yerel bağımsızlık davası uğruna savaşan ilk milli­ yetçiler olarak kabul etm ek gerçekçi değildir.73 Davaları uğruna savaşan­ larla hiçbir ilgileri bulunm ayan hayduklar, zenginlerden alıp yoksullara veren “soylu haydutlar” olarak, önlerine kim çıkarsa soyuyorlardı. Paralı askerlerin ve göçebelerin yanı sıra, yaşadıkları yerleri belirli za­ m anlarda ya da karşılaştıkları bazı sıkıntılar yüzünden terk edenler de var­ dı. Miras anlaşmazlıkları, salgın hastalıklar, vergi tahsildarlarının aşırı ta­ lepleri ve eşkıya baskınları sık sık genç köylülerin köylerinden ayrılmaları­ na yol açıyordu. Belirli zamanlarda göç edenlere bazen çok uzak mesafe­ lere de giden gezgin ameleler dahildi; Ö rneğin Arnavutlar daha 16. yüz­ yılın sonlarında, tarla bekçisi ve tarım işçisi olarak yaşamlarını kazanmak um uduyla Kuzeybatı A nadolu’ya göç etmişlerdi.74 Sıkıntılı dönem ler ne­ deniyle köylerini terk eden göçm enlere gelince, Osmanlı Devleti 15. ve

71 72 73 74

İnalcık (1980), s. 300 vd. Akdağ (1963), s. 198, 221; Griswold (1983), s. 24-59. Adanır (1982). Faroqhi (1984), s. 271.


16. yüzyıllarda zaman zaman bunları yeni fethedilen bölgelere yerleştir­ meye çalışmıştı. Bu politika ancak belirli ölçüde başarılı oldu; göç eden­ lerin çoğu kentlere, özellikle de İstanbul’a gittiler. O ralarda, bugüne ka­ dar hakkında pek bir bilgi edinem ediğim iz bir alt kültür yarattılar.

Çiftlikler ve Yarıcılar 18. yüzyılda, özellikle Balkanlar’ın kıyı bölgelerinde tek tek daha b ü ­ yük işletmeler ortaya çıkmış olsa bile, köylülerin büyük çoğunluğu tek ai­ le çiftlikleri işletiyorlardı. Pek çoğu epeyce küçük olan bu çiftlikler genel­ likle yerel yöneticilere aitti. Yerel yöneticiler aracı konum unda olm aların­ dan yararlanarak keselerini doldurabiliyorlardı.75 Özellikle Osmanlı m er­ kezi yönetim i b ütün bir vilayetin vergilerini bir seferde toptan talep etti­ ğinde, tek tek köylerin ve ailelerin ödeyeceği vergi miktarının saptanması işlemleri, bu yöneticilerin bazı dolaplar çevirerek kazanç sağlamasına ola­ nak veriyordu. Bazı köyler kollanıyor, bu yüzden ortaya çıkan açık başka köylerin vergisi artırılarak kapatılıyordu. Böyle durum larda vergi m iktar­ larını saptayan ilgili görevli, uygun bir karşılık elde ediyor, ayrıca sadık yandaşlar da kazanmış oluyordu. Ayrıca, köylülerin ürün olarak ödedikle­ ri vergilerin İstanbul’a gönderilm eden, ihracat yapan tüccarlara satılıp pa­ raya çevrilmesi gerektiğinde de bir kazanç olanağı çıkıyordu. Faizle borç verme de, İslamiyetin yasaklamış olmasına karşın çok yaygındı. Yani, özel­ likle 18. yüzyılın ikinci yansından itibaren kültür alanında da rolü olan taşra eliti tüm üyle pazara yönelikti, ama zenginliğinin asıl kaynağı her za­ manki gibi politikti.76 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında bu taşra elitinin topraklarını ekip biçen köylüler, 16. yüzyılın tipik bir tım arındaki köylülerden çok d a­ ha elverişsiz koşullarda yaşıyorlardı. Eski dönem de, kendi arazilerini d ü ­ zenli ekip biçtikleri sürece köylülerin mülkiyet hakkı güvence altındaydı. Ama yerel elite ait çiftliklerin yaygın olduğu bölgelerde bu hak çoğu kez ellerinden alınıyor ya da hiç olmazsa sınırlandırılıyordu. Böylece bu köy­ lüler gündelik işçi ya da yarıcı durum una düşüyor, yaşam koşulları da b u ­ na bağlı olarak kötüleşiyordu. Ama bu süreç yine de O rta ve D oğu Avru­ pa’da 16. yüzyıldan beri uygulanm akta olan “ikinci serflik”ten iyice fark­ lıydı (bu ikisi zaman zam an birbiriyle karşılaştırılmıştır). Toprakta ege­

75 İnalcık (yeni basım 1985), McGowan (1981), s. 155 vd. 76 McGowan (1981), s. 56 vd.


menlik kuran ve topraklarını ekip biçen köylüleri serf durum una getiren D oğu Avrupa soyluları kendi devlet erklerinin desteğine sahiptiler. Oysa Osmanlı ülkesinde böyle bir durum söz konusu değildi; merkezi yöne­ tim , köylü topraklarına âyân tarafından el konmasını, fiilen varlığını sür­ düren ama ilk firsatta ortadan kaldırılması gereken bir olum suzluk olarak görüyordu. Padişahlar, gündelik işçilerin efendilerine bağımlılıklarını h u ­ kuksal olarak da sağlama almayı sürekli reddediyorlardı.77 B ütün bunlar çerçevesinde bakıldığında, uzak dağlık bölgelerdeki köy­ lülerin iktisadi olanakları, ovalarda yaşayan bağımlı yarıcılarınkinden çok daha iyiydi.78 Dağlık bölgelerdeki köylülerin çoğu katır sürücülüğü yapı­ yordu; Viyana ve Leipzig’le ticaretin gelişmesiyle bazıları taşımacı ya da sığır tüccarı oldular. Bu köylüler ikinci bir iş olarak yerel imalathanelerin ürünlerini de satıyorlardı. Yani ticaret sadece kentlerin tekelinde kalma­ mıştı; kırsal alanda yaşayanların belirli bir bölüm ü de yeni ortaya çıkan olanaklardan faydalanıyordu.

Kent ve Kır Osm anlı İm p arato rlu ğ u ’n d a k ent ve kır arasındaki ayrım ortaçağ Av­ ru p a’sında pek çok yerde o lduğundan daha azdı. Kırsal alanlarda tüccar­ lar olduğu gibi, kentlilerin birçoğu da geçimlerini sahip oldukları bağ ve bahçelerden sağlıyorlar, yazları çoğu zaman aylarca bağda yaşıyorlardı. Bu yarı tarımsal yaşam biçimine 20. yüzyılın ortalarında dahi rastlamak olasıydı. O yıllarda da, örneğin Akşehir gibi bir O rta A nadolu kentinde zanaatkar ve perakendeci tüccarların çoğu, yaşamlarını kendi işleriyle sürdürem edikleri için bahçelerine m uhtaçtılar. H asat zam anlarında iş­ yerlerinin b u lu n d u ğ u sem tler tenhalaşıyor, dükkânlarda en fazla bir çı­ rak bırakılıyor, iş sahipleri tarımla uğraşıyorlardı. Ayrıca başka Akdeniz bölgelerinde de birçok kent yarı kırsal bir niteliğe sahipti; Sicilya’daki birçok kentte 20. yüzyılda bile insanların çoğu yaşamlarını tarımla sağlı­ yorlardı.79 Ama kentle kırsal kesim arasındaki kültürel farklılık, ekonom ik farklı­ lıktan daha keskindi. Bu kitabın tem el konusunu oluşturan yazılı kültür, genel olarak kentlerde gözleniyordu; kırsal yörelerde sadece küçük bir ke­ 7 7 ag e, s. 73. 78 Stoianovich (1960), McGowan (1981), s. 62-67. 7 9 Sanır (1949), s. 168; Braudel (1979), c. 1, s. 423-428.


simin yazılı kültürle bağı vardı. A nadolu köylerinin pek çoğunda camiler ancak 19. ve 20. yüzyıllarda inşa edilmişti. Köylerdeki okum a yazma bi­ lenlerin çoğu bunu herhalde yakındaki bir kentte ya da dergâhta öğren­ mişlerdi. Ç ünkü 16. yüzyıldaki vakıf defterlerine (ki bunlar medrese ka­ yıtlarını da içerm ektedir) bakıldığında, kırsal bölgelerde bu tü r kuram la­ rın varlığına ilişkin çok az bilgiye rastlanmaktadır. 17. yüzyılla 19. yüzyıl arasında, köylerde çok sayıda okul açıldığına dair bir bilgi yoktur; oysa ba­ zı küçük kentlerde böyle bir artışın olduğu bilinm ektedir. B ütün bu n e­ denlerden ö tü rü kırsal kesimde yaşayanları kapsayan bir kültür tarihi, ço­ ğu zaman ancak 19. yüzyıldan başlatabilm ektedir.

Kültür Çatışması ve Toplumsal Çatışmalar Reaya ile askeri sınıf (seyfiye) arasındaki fark, k ent ve kır arasındaki ay­ rım dan daha keskindi. Seyfiye neredeyse hiç vergi ödem iyordu ve meşru politik iradenin oluşturulm asında tek hak sahibi o ld u ğ u iddiasındaydı.80 Sultan, bazı istisnalar dışında, genelde kapıkullarının ayrıcalık isteklerine arka çıkardı.81 Ö te yandan kapıkulu ayrıcalıklarına reayanın saldırması hiç de ender değildi. B unun en iyi örnekleri, 17. yüzyılda bazısı başarı­ lı, bazısı başarısız birçok ayaklanmaya katılan ve sultanın düzenli birlik­ lerine alınmayı isteyen paralı askerlerdi (leventler).82 Kentle kırsal kesim arasındaki ekonom ik ve kültürel farklılıklar, kısm en, kapıkullarının (tı­ mar sahipleri dışında) genellikle kentl erde yaşıyor olmalarıyla açıklanabi­ lir. Politik ayrıcalıkların devlet görevlilerine sağladığı satın alma gücü kentlerde toplanıyor ve ticari mallarla zanaatkarların ürettiklerine olan talebi artırıyordu. Osmanlı merkezi yönetim inin sapkınlık saydığı dini hareketlerin yayıl­ masından daha önceki bölüm de söz edilmişti. Osm anlı sultanı kendini Sünni inancın temsilcisi ve Şiileri yenilgiye uğratan kişi sayıyordu; bu ikin­ ci gruba İran şahı ve A nadolu’daki Aleviler giriyordu. Sünni İslamın sa­ vunucusu sultan, 16. yüzyılın ortalarında gerçekleştirilmiş büyük mimari yapıtlardan biri olan Süleymaniye’de simgelenmiştir. Ama 17. yüzyılın başlarında Sultan A hm ed Camii’nin inşa edilmesinde de (o dönem deki Osm anlı-İran çekişmesinde dinin ağırlığının önceki yıllara göre daha ge­

80 İnalcık (1973), s. 68-69. 81 Akdağ (1963), s. 150 vd; Faroqhi (1992), s. 30. 82 İnalcık (1980).


ri planda kalmış olmasına karşın), Şii sapkınlara karşı zafer kazanmış Sün­ ni hüküm dar motifi rol oynamıştır. Cami için yazılmış bir medhiyede, sultanın bu yapıyı yaptırmakla şah karşısındaki konum unu iyice sağlamlaş­ tırdığı özellikle belirtilm ektedir.83 Gayrimüslim halkın çoğunlukta olduğu bölgelerde de farklı yerel kül­ türün karşısına Osmanlı seçkinler tabakası çıkarılıyor ve bu tabakanın var­ lığı, anıtsal yapılarla vurgulanıyordu. Yine de buralardaki yapılar, İstanbul ya da E dirne’de inşa edilenlere göre küçük sayılırdı. Ama sayıları bazı yer­ lerde epeyce fazlaydı ve sırf orada bulunmaları bile gayrimüslim kent sa­ kinlerinin yaşamını değiştirmeye yetiyordu. Ç ünkü zaman zaman, cami­ lerin çevresinde oturan gayrimüslimlerin çokluğu nedeniyle yeterince b ü ­ yük bir M üslüm an cemaat oluşamadığına dair şikâyetler yükseliyor, o za­ m an da gayrimüslimler mülklerini satmak ve başka yerlere taşınmak zo ­ runda kalıyorlardı. Bazı kentlerde, herhalde, gayrimüslim evlerinin M üs­ lüm anlarınkilerden daha alçak yapılmasını öngören kurallar da vardı; ya da gayrimüslimler evlerini ancak belirli renklere boyayabiliyordu. Tem el­ de yeni kilise yapılması da yasaktı ve mevcutların onarımı için sultanın iz­ ni gerekiyordu. Ama uygulamada bu tü r kurallar sık sık göz ardı edilmiş, hatta bazen Hıristiyan halk yeni kiliseler inşa etm ek için bile izin almayı başarmıştır.84 Osmanlı İm paratorluğu’ndaki kültür çatışmalarını anlamamızı zorlaş­ tıran şey, sahip olduğum uz zengin belge arşivinin üst tabakanın görüşle­ rini yansıtmasıdır; gayrimüslimlerin ileri gelenleri de tabii bu kapsam için­ dedir. N adiren okum a yazma bilen köylülerin, göçebelerin ve yoksul za­ naatkârlann görüşleri konusunda ise, sadece egem en kesimin ve yerel eli­ tin elinden çıkmış yazıların yansıttığı kadarıyla bilgi edinebiliyoruz. Ama bu yansımada bile çoğu kere gerçekler çarpıtılmıştır. Ancak Osmanlı kül­ türü, karşıtlıklar içermeyen, bu yüzden de az çok durağan bir kültür ola­ rak görülmemelidir. Tam tersi, bu toplum da açıkça kültürel ve toplumsal karşıtlıklar yaşanmıştır. B undan sonraki bölüm de, ulemanın kendi içinde şiddetli bir çatışma yaşadığını ve bu anlaşmazlıklar yüzünden toplum için­ deki konum unun önemli ölçüde değiştiğini göreceğiz.

83 Necipoğlu (1986)(b), Cafer Çelebi, Crane çevirisi (1987), s. 67. 8 4 Büyük camilerin yenilenmesi için de bu tür bir izin gerekiyordu. (Machiel Kiel’e verdiği bu bilgiden ötürü teşekkür ederim.) Problematiğin bütünü için krş. Kiel (1985).


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM DÜNYA VE ZAMAN KAVRAMI İnsanların kendi dünyalarına dair düşüncelerini, doğduklarında çev­ relerinde var olan ve yaşamları boyunca oluşturdukları toplumsal ilişki­ lerden ayırma olanağı yoktur. Gazete ve televizyonun bulunmadığı bir dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman ve gayrimüslim ahali­ si, yaşadıkları yerden çok uzakta olup bitenleri komşularından ya da lon­ cadaki meslektaşlarından duyup öğreniyordu. Özellikle vaizler ya da ra­ hipler ibadet sırasında bu tür haberlere değinerek, yayılmasında etkili oluyorlardı. Acaba böyle yayılan bilgiler hangi kaynaklardan geliyordu? Kurada resmi kanalların rolü önemliydi; bir zaferin kutlanması için şen­ lik yapılmasını emreden ya da yeni bir vergiyi bildiren fermanlar örnek gösterilebilir. Ayrıca, Müslüman ulema ve Ortodoks din adamlarından her dinden tüccara kadar resmi olmayan kişilerin yer aldığı iletişim ağla­ rı da vardı. Bu ağların bazen Osmanlı İmparatorluğu dışındaki bölgele­ re kadar uzandığı da oluyordu; ama bu, daha çok bir istisnaydı. Genel­ de Osmanlı kentlisinin kafasında, kendisinin de dahil olduğu iletişim ağ­ larından pratik olarak edindiği, Osmanlı âlemine dair (sınır bölgeleri de dahil) bir kavram mevcuttu. Ama kadınların olanakları daha sınırlıydı. Aşağıdaki bölümde zaman ve mekâna ilişkin yaygın görüşleri, bunların ortaya çıkarıldığı toplumsal gruplarla bağlantıları içinde ele alacağız.

Dağınık Bağlantılar Anadolu ya da Rumeli köylerinden birinde yaşayan insanlar herhal­ de sadece kendi gözleriyle gördükleri sınırlı bir çevreyi tanıyorlardı. Bu çevre de kendi köylerinden başka, yakın tepelerdeki yazlık otlaklardan, bir de komşu köylerden oluşuyor olmalıydı. Tabii her bölgenin büyük kentini de bu arada saymak gerekir; önemli anlaşmazlıklarda kadıya çık­ mak, pazarı ziyaret etmek ya da ve cuma namazını büyük bir camide kılmak için kente gidilirdi. Payitaht İstanbul’un da pek çok köylünün kafasında önemli bir yeri olmalıdır. Tersaneye gönderilen ağaç miktarı­ nın artırılması ya da ordu yeni bir sefere çıkacağı için ek vergi toplan­


ması gibi köylünün sırtına fazladan yük bindiren emirler hep İstan­ bul’dan gelirdi. Bazı köylerin, belirli bir anlaşmazlık konusunda kendi­ lerini merkezi makamlarda temsil etmek üzere İstanbul’a heyetler gön­ derdiği de görülürdü.1 Ama bir köy bölgenin merkezi olan kentten ne kadar uzaktaysa, bu tür ilişkiler de o kadar az olurdu; hatta yollar çok kötüyse, kadıya bile çok ender gidilirdi. Yine de uzak köylerde bile, en azından erkekler için, “ dış” dünya konusunda bir şeyler öğrenme olanağı vardı. Doğu Rumeli’nin bazı yö­ relerinde ve Anadolu’da yaşayan göçebelerin de buna katkısı olurdu. Göçebeler çoğunlukla hep belirli yerler arasında, örneğin Adana yakın­ larındaki kışlık bir otlakla Toroslar’ın yükseklerindeki yazlık bir otlak arasında gidip gelirlerdi.2 Bunlar aslında çok büyük mesafeler değildi. Ama atları ve develeri olduğu için göçebeler kervanlara da hizmet ve­ rirler ve hayvanlarıyla birlikte sürücü olarak uzak ticaret merkezlerine kadar giderlerdi.3 Bunlardan başka, uzak mesafelere göçenler de vardı; örneğin 17. yüzyılda Bozuluş göçebeleri Diyarbakır yakınlarındaki ot­ laklarını terk edip çeşitli yerlerde konaklayarak Orta Anadolu’ya kadar gitmişler ve yolda sürülerinin tarlalara zarar vermesine neden olmuşlar­ dı. Hatta bazı Bozuluş göçebeleri Sisam adasına kadar ulaşmışlar, yani birkaç onyıllık süre içinde bin kilometrenin üzerinde yol aşmışlardı.4 Bu gidip gelmelerden birçok köylünün de haberi olmuş olmalıydı, çünkü çoğu yerde köylülerle göçebeler aynı otlakları paylaşırlar ve herhalde sa­ dece mal değil, haber alışverişi de yaparlardı. Haber ve bilgiler, bir de savaşlara katılan insanlar aracılığıyla yayılır­ dı. Bu savaşlar arasında, kısa süreli barış dönemleri sayılmazsa 1514’ten 1639’a kadar süren Osmanlı-İran ya da bütün 16. yüzyılla 17. yüzyılın sonları boyunca yine hemen hiç kesintisiz yürütülen Osmanlı-Avustur­ ya savaşları sayılabilir. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu’nda zorunlu asker­ lik yoktu. Sadece büyük bir ayaklanma olduğu zaman bazen bir vilayetin bütün erkekleri, o da yedek olarak askere alınırdı.5 Ama yine 1 2 3 4 5

Bu şikâyetler üzerine zaman zaman belirli olumsuzlukların ortadan kaldırılması için padişah fermanları yayınlanıyordu. Krş. İnalcık (1965) ve Faroqhi (1992a). de Planhol (1968), s. 220 vd. Faroqhi (1984), s. 49. dc Planhol (1968), s. 235-238. İnalcık (1980), s. 304 vd.


de Anadolu ve Rumeli’nin devşirme toplanan bölgelerine bu dönemin savaşlarına dair doğrudan haberler ulaşıyor olmalıdır. Çünkü devşirme yoluyla padişahın hizmetine alınan birçok erkeğin asıl yurtlarıyla ilişki­ leri hiç kopmuyordu. Tam tersine, saray hizmetinde ilerleyip belirli ma­ kamlara geldiklerinde, çoğu zaman akrabalarının sorunlarıyla ilgilen­ mişler, hatta bazen onları İstanbul’a getirtmişlerdir. Tüfekli yaya asker olarak hizmet etmek üzere 16. yüzyılın sonların­ dan itibaren orduya yazdırılan birçok paralı asker de (kara leventleri) köylü ve göçebe ailelerinden gelmeydi.6 Çoğu zaman kısa bir süre üc­ ret alabiliyor, daha sonra (kapısız kalınca) başka bir olanak bulamaz­ larsa eşkıyalık yapıyorlardı. Aç kalmış, macera düşkünü ya da kaçırılmış köy çocuklarının da katıldığı bu tür çetelerin varlığına, örneğin Ç o ­ rum gibi uzak bölgelerde de alışılmıştı. 16. yüzyılın sonlarında bu böl­ gede böyle bir çete yakalanmış, mahkemede köylüler eşkıyanın kendi­ lerine bir zamanlar Kafkasya’da Osmanlı hizmetinde savaştıklarını an­ lattıklarını açıklamışlardı.7 Bu da talihsiz ve perişan haydutların bile bazen uzak yerlerden ülkeye haber ve bilgi getirdiklerini göster­ mektedir. Bir başka haber kaynağı da savaş tutsaklarıydı. Bunlar köle olarak sa­ tılıp ülkenin iç bölgelerine götürülüyorlardı. 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu’da birçok AvusturyalI, Rus ve Ukraynalı tutsak vardı. İranlılar Müslüman oldukları için köle yapılamıyorlardı, ama bu haktan İranlı sa­ vaş tutsaklarının hepsinin yararlanabildiği de söylenemez. Ayrıca huku­ ka en saygılı kişi olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman bile, Osmanlıİran çatışmasının en ateşli döneminde, Sünnilerin sapkın olarak gör­ dükleri Şiilerin Müslüman sayılamayacağını açıklamıştı.8 Köleleştirilmiş Rus ve U k ray n alIların çoğu, Osmanlı sultanına gevşek bağlarla bağlı Kı­ rım Tatarları tarafından sınır bölgesinde tutsak edilmişlerdi. Bazıları ise, Kazakların İstanbul yakınlarına kadar sarkarak bu çevreyi bile güvensiz hale getirdikleri bir dönem olan 17. yüzyılda, kıyıya yakın Osmanlı yer­ leşimlerine yapılan baskınlar sırasında yerli halkın yakaladıklarıydı.9 Bir 6 7 8 9

Kunt (1981), s. 22 vd. Faroqhi (1994). Ayrıca krş. bölüm 2. Kızılbaşlara kâfir denmesi hakkında bkz. Düzdağ (1972), s. 9. Bir başka fetvaya göre ise Kızılbaşları köleleştirmek yasaktı (s. 111). Faroqhi (1984), s. 100-101.


çok köle zamanla ülkenin dilini öğreniyor, Müslüman oluyor ve azat edildikten sonra Osmanlı topraklarına yerleşiyordu. Böyle eski köleler de yöre halkının, uzak sınır boylarındaki yaşam biçimi ve savaşlar konu­ sunda bilgi edinebildiği daha başka kaynaklardı. Kuzey Afrika vilayetlerinde olduğu gibi İstanbul’da da Osmanlı İm ­ paratorluğumla kendi istekleriyle gelmiş İspanyollar, İtalyanlar, Fransız­ lar ve Macarlar vardı.10 Birçoğu kendi ülkelerinde dini takibata uğra­ mışlardı. Örneğin Kalvinci Macarlar Karşı Reformasyon döneminde Habsburg İmparatorluğumda pek çok baskıyla karşılaşmışlardı.11 1683’ten sonra Habsburglar’ın koruması altına giren Sırplar da çoğun­ lukla Osmanlı sultanına bağlı olarak yaşamayı yeğliyorlardı, çünkü O s­ manlılar onları Ortodoksluktan Katolikliğe geçmeleri için zorlamıyor­ lardı. Kuzey Afrika’da sık sık karşılaşılan olaylardan biri de, kalelerde (presidios) görevli İspanyol askerlerinin iyi muamele görmedikleri ve paralarını alamadıkları için yöredeki yeniçeri birliklerine katılmalarıydı. Kuzey Afrika vilayetlerinde, askeri birlikler ve korsan gemilerinin mü­ rettebatı başka ülkelerden gelenlerle oluşturulurdu ve bu kişilerin özel­ likle toplumda daha iyi bir konuma yükselme olanağı, sınıflar arasında hâlâ katı sınırların bulunduğu yeniçağ başları Avrupa’sında olduğundan çok daha fazlaydı.12 Ülkeye gelen bütün bu insanlar, başlarından ge­ çenler konusunda çok az şey yazmış olsalar bile, geldikleri yerlerle ilgi­ li bilgileri çevrelerine aktarıyorlardı.

Bölgelerarası Örgütlenm eler: İlmiye Sınıfı Sınırları kesin olarak belirli gruplar içindeki ilişkiler açısından özel­ likle ilmiye sınıfı büyük bir önem taşır. Bunların bir bölümü kadı, mü­ derris ya da müftü olarak devlet hizmetinde çalışıyor, bir bölümü de imam, vaiz ya da vakıf emini olarak vakıfların maaş defterlerinde yer alı­ yordu. Kadılık makamına talip olabilmek için ilkin değişik müderrisler­ den ders alarak Arapça dilbilgisini ve Kuran’ın çeşitli yönleri kadar, din ve hukuk da öğrenmiş olmak gerekiyordu. Burada söz konusu olan hu­ kuk, şeriattı ve bu konunun incelenmesinde sadece Arapça geçerliydi.13 10 11 12 13

Bennassar ve Bennassar (1989), s. 251 vd. Eickhoff (21992), s. 193. Bennassar ve Bennassar (1989), s. 238 vd, 366 vd bir bakış sunuyor. Uzunçarşılı (1965), s. 19-32 öğretim planı ile ilgili genel bir bakış sunuyor.


Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanan hukukun ikinci dalını, yani sul­ tan fermanlarına dayanan “ kanun” u ise kadılar, esas olarak uygulama sı­ rasında öğreniyorlardı.14 Büyük bir kadılık bölgesinde ya da mahkeme­ den uzakta kalan bir kasabada bazı kadılar kendilerine vekâlet etmek üzere yöreyi tanıyan naipler atıyor ve böylece ücra köyleri de etkinlik alanlarına katmaya çalışıyorlardı. 1600’lerde, kadılık mesleğinde (kaza) yükselmeyi uman bir genç, ilaha öğrenciyken imparatorluğun merkezine gitmekle iyi bir iş yapmış oluyordu. Çünkü ancak Bursa, Edirne ve İstanbul’daki medreselerde okuyan ve daha sonra buralarda müderrislik yapanlar önemli makamla­ ra yükselme umudu besleyebiliyordu. Bu yol, insanı şansın da yardımıy­ la İstanbul kadılığına, Anadolu ya da Rumeli kazaskerliğine kadar gö ­ türüyordu. Son iki makamın sahipleri aynı zamanda, 17. yüzyıla kadar devlet işlerinin yürütülmesinde önemli bir rol oynayan divan ı hümayu­ nun da üyesi oluyordu. İstanbul, Edirne ya da Bursa kentlerinden bi­ rinde uzun süre bulunma zorunluluğu, kadı ya da müderris olanların içinde Arap vilayetlerinden gelenlerin sayısının neden görece az oldu­ ğunu da bir ölçüde açıklamaktadır. Eğer böyle olmasaydı, tam tersi bir durum ortaya çıkacaktı; yani örneğin Suriyeliler ve Mısırlılar ilkin Arap­ çayı öğrenmek gibi zahmetli bir işle uğraşmak zorunda kalmayacakları için, daha baştan büyük bir avantaja sahip olacaklardı. 16. ve 17. yüzyıllarda ilmiye sınıfındaki bir gencin mesleğinde yük­ selmesi her şeyden önce kendi bilgisine ve müderrislikte gösterdiği ba­ şarıya bağlıydı; ama tabii sırtını dayayacağı bir koruyucunun çabaları da çok önemliydi.15 İstanbul’a gelişin hemen ardından aranmaya başlanan böyle bir koruyucu, bazı istisnalar görülmekle birlikte, çoğu zaman İs­ tanbul kadısı ya da bir kazasker olurdu. Bu kişi, koruması altındaki gencin yükselmesini kolaylaştırabilirdi; çünkü yüksek dereceli kadılar ve müderrisler bir göreve getirildikleri zaman yanlarına mesleğe yeni başlamış gençleri de alabilirlerdi. Hatta korumaları altındaki genci bir paşaya salık verebilir ya da sultana takdim edebilirlerdi. Bu tür ilişkiler meslekte yükselmede çoğu zaman büyük avantajlar sağlamaktaydı. Ama bir koruyucuya bağlı olmanın riskleri de vardı. Kazaskerler ya da şeyhülislamlar da, vezirler kadar sık olmasa bile, azledildikleri zaman, 14 İnalcık (1973), s. 70-75. 15 Zilfi (1988), s. 57 vd.


korumaları altındaki gençlerin meslek yaşamı da büyük ölçüde tehlike­ ye girerdi.16 Birçok kadı ve müderris, mesleklerinin geleceği için, meslektaşlarını çok yakından tanımak zorundaydı. Nitelikli adayların sayısı mevcut ma­ kamlardan çok daha fazlaydı; öyle ki kadı ve müderrisler kısa süreli me­ muriyetlerinin dışında uzun bir süreyi, yeniden atanmak üzere kazasker­ lerin dikkatini çekebilmek umuduyla payitahtta geçirirlerdi. Ama yüksek dereceden bir kadının çevresinde aynı amaçla dolanan meslektaşlarına da rastlanırdı. Meslek çevresinin dışında tanınmış bir ad olmak da meslek­ te yükselmeye yardımcı olabilirdi. Örneğin genç bir bilginin “ akademik olmayan” alanlarda bir yazar olarak tanındığı da görülebilirdi. 16. yüz­ yılın ikinci yarısında yaşayan şair Bakî, Kanuni’ye şiirlerini çok beğendir­ diği için kazaskerliğe kadar yükselmişti.17 Bugün sultanın yanılmadığını biliyoruz; çünkü Bakî günümüzde de Osmanlı divan şiirinin en önemli temsilcilerinden biri sayılmaktadır. Ama yaşadığı dönemde meslektaşla­ rı Baki’yi çok kıskanmışlar, pek de dostça davranmamışlardı. Taşradaki kadıların da başka kadılarla bağlantılarını sürdürme olana­ ğı vardı; çünkü küçük rütbeli kadıların atamaları çoğu zaman sınırlı bir bölge içinde gerçekleşir, kadılar geçici ya da kesin emekliliklerini yine bu bölgedeki bir kentte geçirirlerdi. Görevdeki kadı bazı zor olaylarla karşılaştığında, orada bulunan meslektaşlarıyla “resmi olmayan” görüş alış verişinde bulunabilirdi. Yani ulema karşılıklı birbirini bilir ve bir öl­ çüde dayanışma içinde olurdu; ama bu, birçoğunun arasında, entrikalar düzenlemeye ve ihbarcılığa kadar varan kıyasıya bir düşmanlığın sürme­ sine de engel değildi. 17. yüzyılda İstanbul’da vaizler arasında çok değişik türden bir bağ­ lantı ortaya çıktı.18 Bu vaizler Birgivi Mehmed Efendi’nin, daha sonra da Kadızade (Mehmed Efendi) ve Üstüvani’nin (Mehmed Efendi) ö ğ­ rencileri olmuşlardı ve “ Kadızadeliler” olarak da tanınıyorlardı. Vaiz­ den vaize sayısı 16 ila 20 arasında değişen ihtilaflı meseleler ortaya atı­ yorlar ve Hz. Muhammed döneminden o güne kadar yapılmış yenilik­ lerin [bid’at sayılarak] artık uygulanmamasını istiyorlardı. Özellikle der­

16 Zilfi (1988), s. 216 vd bir zamanlar şeyhülislam olan babası Feyzullah ile birlikte genç yaşta öldürülen Fethullah’ın (ö. 1703) yaşamını anlatıyor. 17 Tarihçi Mustafa Âli’nin Baki ile olan ilişkileri için krş. Fleischer (1986), s. 57-58. 18 Zilfi (1988), s. 129 vd.


vişlere ve tarikat ayinlerine karşı çıkıyorlardı; devran, sema ve müziğin yer aldığı ayinlere düşmanlıkları daha da fazlaydı.19 Şeriata aykırı oldu­ ğunu ileri sürdükleri bu yeniliklere karşı savaş açmışlardı. Halk arasında Kadızadelileri tutan çoktu; zaten bu vaizlerin yaşam tarzları da ilmiye sınıfının üst kademesindekilerin yaşam tarzından çok halkınkine yakın­ dı. Ama Kadızadelilerden olmayan ulema arasında da, onların tarikatla­ ra karşı tutumunu az ya da çok onaylayan birçok kişi vardı. Bütün bu çevrede, içinde Birgivi Mehmed Efendi’nin öğretilerinin bir araya geti­ rildiği bir ilmihal elden ele dolaşıyordu. 1653 civarında, iki din bilgini yazdıkları bir risaleyle buna karşı çıktıklarında, Birgivi ve Kadızade yan­ daşları, dini bütün bir bilgine saygısızlık olduğunu ileri sürdükleri bu risaleyi, şeyhülislama baskı yaparak imha ettirilebilecek kadar güçlüydüler.20 Kadızadeliler, hareketin önde gelenlerini 1656’da Kıbrıs’a süren Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın aldığı önlemlerden sonra bile varlıklarını sürdürdüler. Sonraki yıllarda padişahın hocası Vani Efendi, Kadızadelilerin baş destekçilerden biri oldu. Yapılmasını ısrarla istediği Viyana Seferi (1683) başarısızlıkla sonuçlanıp da Vani Efendi gözden düşünce, vaizlerin bağlantı ağı da dağıldı.21 Kadızadeliler hareketinin son bulmasından sonra, 18. yüzyılda hu­ kuk ve din bilginlerinin belli başlıları, aynı dönemdeki Avrupa aristok­ rasileriyle karşılaştırılabilecek bir grup oluşturdular. Bir önceki yüzyılın din çekişmelerine bir tepki olarak pek çok yeni okul yaptırıldı; bu okul­ ları kuranlar, dini inançların, önde gelen hukuk ve din bilginlerinin gö ­ rüşleri doğrultusunda istikrar kazanacağını umuyorlardı. Mimarlık açı­ sından çok başarılı yapıları bugün İstanbul’da hâlâ hayranlıkla izlenebi­ len bu okullar, tümüyle payitahttaki ilmiye ve kaza sınıflarının başında­ kilerin denetimi altındaydılar. Edirne ve Bursa kentleri de, o güne ka­ dar Osmanlı eğitim sisteminde sahip oldukları rolü yitirmişlerdi.22 İlmiye sınıfının önemli ailelere mensup ileri gelenlerinin durumları, özellikle iki görev arasındaki uzun dönemleri 17. yüzyıla göre daha ko­ lay atlattıkları için, artık daha istikrarlıydı. Çünkü 18. yüzyılın başların­ 19 Gölpınarlı (1953), s. 166-167 bu meseleye özellikle düşmanlığa maruz kalmış Mevlevi denişlerinin bakış açısından ışık tutuyor. 20 Zilfi (1988), s. 145-146. 21 age, s. 157. 2 2 age, s. 211.


da, daha gençlik yıllarında babasının nüfuzuyla önemli bir makama gel­ miş olan yüksek dereceli bir kadı, yeni bir göreve atanmayı beklediği sı­ rada, taşranın zengin kadılık makamlarının gelirlerinden maaş talep edebiliyordu. Dairedeki resmi işleri, unvan sahibinin görevlendirdiği bir kişi, çoğunlukla da genç bir akraba yürütüyordu. Burada Fransız Devrimi öncesi Avrupa’sıyla belirli paralellikler olduğu gözleniyor; ora­ da da birçok din adamı, bir kilisenin ya da papazlık bölgesinin gelirleri­ ni gerçek amacının dışında kullanma olanağına sahipti.23 Bu koşullar altında taşradaki yüksek dereceli kaza ve ilmiye sınıfı mensuplarının dini ve politik nüfuzu önemli ölçüde azalıyordu. Çünkü o zamana kadar “ aradaki” kadılık makamları merkezle taşra arasında önemli bir bağlantı halkasıydı. Müslüman tebaanın bilincini Sünnilik yönünde sağlamlaştırma ve geliştirme işi hukuk ve din bilginlerinin gö­ revleri arasında bulunduğu için, iletişimdeki bu kopukluk, politik açı­ dan bakıldığında daha da ağırlaşıyordu. Bilginler tabii Sünniliği temsil ediyorlardı ve Sünniliğin savunulup yaygınlaştırılması da Osmanlı sul­ tanlarının meşruiyetinin temelini oluşturuyordu.24 Oysa hukuk ve din bilginlerinin karşısındaki, vaaz ve öğretinin alıcısı olan kitlenin dini gö­ rüşleri, çoğu zaman Sünnilikten şu ya da bu ölçüde farklıydı. Anado­ lu’nun birçok yöresinde, Osmanlı yönetimi tarafından sapkın olarak gö ­ rülen Aleviler yaşıyordu. Irak’ta sayısız Şii vardı, imparatorluğun Hıris­ tiyan halkından söz etmek ise gereksiz. Yani taşra halkının kaza ve ilmi­ ye sınıfının tepesindekilerle olan bağlarının gevşemesi, ilmiye aristokra­ sisi açısından rahatsız edici bir politik zayıflık anlamına geliyordu. Halk desteğindeki bu eksiklik, 19. yüzyıldaki bunalımlar sırasında daha da belirgin bir hal alacaktı.

Bölgelerarası Bağlantılar: Dervişler Osmanlı dervişlerinin birçoğu, kurucularının evliya sayıldığı tarikat­ lara bağlıydı ve bu kurucuların koymuş olduğu ibadet biçimlerini yüz­ yıllar boyu devam ettirmişlerdi. Halvetiye gibi büyük tarikatlar zaman içinde birçok daha küçük kola ayrılmışlar, ama bu kollar aynı kökten

23 18. yüzyıl Fransa’sında kilise gelirlerinin kullanılması hakkında bkz. Soboul (1970), s. 298-302. 2 4 İslamoğlu-İnan (1987), s. 20 vd.


geldiklerini reddetmemişlerdi.25 Bazıları, özellikle de Mevleviye ve Bektaşiye, belirli bir dergâhı tarikatın merkezi olarak kabul etmişlerdi. Bu dergâhın şeyhinin çoğu zaman, öbür dergâh şeyhlerinin atanmasın­ da söz hakkı vardı.26 Osmanlı yönetiminin gözü de bu merkezi dergâ­ hın şeyhinin üzerinde olurdu; hiçbir dergâh şeyhi yönetimin onayı ol­ madan görevini uzun süre yürütemezdi. Bazı tarikatların, örneğin Nakşibendiyenin Osmanlı kolu (Hindistan kolu böyle değildi) mensuplarının şeriata harfi harfine uyması şarttı; ule­ madan da bu tür tarikatlara çok katılan vardı.27 Buna karşılık bazı başka dervişlere göre ise şeriat sadece henüz tasavvufu tanımamış kişiler için bağlayıcıydı. Bu görüşün en bilinen örneği, şarap yasağına uymayan ve ayinlerini kadın erkek birlikte yapan Bektaşilerdi. Bu iki uç örneğin or­ tasında yer alan görüşler de vardı, ayrıca çeşitli tarikatların törenlerine, örneğin Mevlevilerin semahına bütün ulemanın bakışı aynı değildi. Ama, ulemayla dervişlerin ilişki ağları çoğu zaman birbirine bağlıydı.28 Tarikatlarda zaman düzlemindeki aidiyet şu ya da bu derviş dergâ­ hının şeyhinin soyağacıyla ifade edilmekteydi.29 Tarikatın kurucusu ile onun yakın ya da uzak ahfadı olan halihazırdaki şeyhi arasında sadece manevi evlatlık ilişkisi de bulunabilirdi; çünkü tasavvuf yoluna ancak o konuda deneyimli bir üstadın yol göstermesiyle girilebiliyordu. Ama çoğu zaman gerçek akrabalık da söz konusuydu, çünkü oğulun kendi babasından ders alarak yetiştiği dergâh sayısı az değildi. Aynı manevi ai­ leye ait olduğu kabul edilen değişik tarikatlar arasındaki bağlantı da bu tür soyağaçlarının yardımıyla ortaya konmuştur. Ayrıca tarikat kurucu­ su ile peygamber ve yeğeni Ali arasında da çoğu kez bir bağ kurulurdu. Peygamber soyundan geldikleri kabul edilenlerin sayısı çok olduğun­ dan, bu bağların tarihsel bir gerçeği yansıttığı kabul edilebileceği gibi, “ uydurma bir geleneğe” dayandırıldığı da düşünülebilir.

25 Kissling (1953). 26 Gölpınarlı (1953), s. 156-158 17. yüzyılda tarikat şeyhinin yönetim görevlerim betimliyor; Faroqhi (1981), s. 93 vd. 27 Krş. EI2’deki “ Nakshbandiyya” makalesi ( H amid Algar ve K. A. Nizam). 28 17. yüzyılda derviş şeyhlerinin cami vaizleri olarak atanmalarına alışılmıştı; ama bu görevi yerine getirebilmek için din ve hukuk bilgisi sahibi olmak gerekiyordu. Krş. Kafadar (1989). 29 Karamustafa bu konuda ilginç açıklamalar içeriyor.


Daha merkezi tarikatlar, taşradan başkente resmi kanallardan az ya da çok bağımsız bir bilgi akışı sağlıyorlardı. Örneğin taşra eşrafından bi­ ri halka rahatsızlık verdiğinde, İstanbul’daki merkezi dergâha haber vermesi için dervişlerden birinin aracılığı istenebiliyordu.30 Eğer tarikat şeyhi sarayda “ söz” sahibiyse, bu girişim divana yapılan bir şikâyede ta­ mamlanıyor ve etkili de oluyordu. Mahmud Hüdai (1 5 4 3 /4 4 1 6 2 8 /2 9 ) gibi tanınmış bir şeyh kendi köyü için vergi indirimi sağlıya­ biliyordu; böyle bir durum 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlıların ilk dö­ nemlerine göre daha seyrek görülmekle birlikte, dervişler arasındaki ile­ tişimin etkililiğini artırmaktaydı.31

Kilisenin Bağlantı Ağları Osmanlı İmparatorluğu’nda Rum Ortodoks Kilisesi’nin uzun süre ayrıcalıklı bir konumu oldu. Osmanlı bürokrasisi, devletin tebaası olan çeşitli halkları, pek ender durumlar dışında, etnik gruplar olarak gör­ müyordu. Dini aidiyet çok daha önemliydi ve bu nedenle hem O rto­ doks Kilisesi’ne bağlı Balkanlar’daki halklar, hem de Suriye’deki O rto­ dokslar tümüyle İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlı sa­ yılıyorlardı.32 Bununla birlikte, millet olarak adlandırılan dini grupların yapısı ve kendi aralarında sıralanışı 19. yüzyıldan önce, son dönemler­ de olduğu kadar belirgin değildi. Bu yüzden 19. yüzyılın formel örgüt­ lenmesinin izdüşümünü 16. ya da 17. yüzyıllarda da aramaktan kaçın­ mak gerekir.33 Yine de Rumcanın sadece ibadet dili değil, aynı zamanda Rum Ortodoks Kilisesi’nin iletişim aracı da olması, Rumca konuşan din adamlarına mesleklerinde yükselmek için elverişli olanaklar sağlıyordu. Kiliselerdeki yüksek makamlara ulaşmak 18. yüzyılın ortalarına kadar neredeyse onların tekelindeydi. Ama bu tekelin işe yaramadığı zaman­ lar da olmuştu. Sırp kökenli olan Sokollu Mehmed Paşa’nın sadrazam­ lığı zamanında, 1557’de Pec kentindeki Sırbistan Piskoposluğu’na ye­ 30 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri 79, s. 323, no. 815 (10191 610 /1 1 ). 31 Mühimme Defterleri 82, s. 74 ve 76 (1027-1617). 32 Clogg (1982). 33 Braude (1982); Clogg (1982) ise millet sisteminin 15. yüzyılda ortaya çıktığına dair daha eski bir görüşü savunuyor.


niden işlerlik kazandırılmış ve başına önce paşanın bir akrabası getiril­ mişti.34 Ortodoks Kilisesi en çok İstanbul’daki Patrikhane ile taşradaki kili­ seler arasındaki bağlantının zayıflığından ötürü zarar görüyordu. Rum Ortodoks Kilisesi’ne yakınlık duyan Avrupalı seyyahlar bile -ki illa duy­ maları gerekmiyordu- taşradaki Ortodoks din adamlarının entelektüel düzeylerinin düşük olmasından yakınıyorlardı. Yeni yetişen genç din adamlarının, bırakınız bir üniversite eğitimi görmek, gidecek ruhban okulları bile yoktu. Patriklerin yönettiği ruhban okulunda öğrenim görme olanağını bulamayan papaz adayları, 17. ve 18. yüzyılda bile, görevleri için gerekli metinleri bir rahip ya da keşiş eşliğinde sürekli tek­ rarlayarak ezberlemek zorundaydılar. Gerçi bu tür eğitim ortaçağ son­ larında Avrupa’da da uygulanmıştı, ama 17. yüzyılda Reformasyonu ve Karşı-Reformasyonu yaşamış insanların gözünde artık kabul edilemeye­ cek kadar geri kalmış bir yöntemdi.35 Hali vakti yerinde olanlar için Venedik’te okumak, daha da iyisi Pa­ dova Üniversitesi’ne gitmek olanağı vardı. Venedik devleti 1570’te Kıbrıs’ı, 1660’ta Girit’i, 1710’da da Tinos adasını kaybetmesine karşın, 1799’da Napoléon gelip kenti işgal edene kadar İon Adaları’nı, yani Rumca konuşulan bir bölgeyi elinde tutmuştu.36 Bu yüzden Venedik yönetimi kentte bir Rum Ortodoks cemaatinin varlığını, hatta bir mat­ baa işletmelerini ve 1550’den sonra da adalarda Rum okulları açmala­ rını hoşgörüyle karşılamıştı. Ayrıca Engizisyon, resmi makamların (çok da tereddütle) verdiği izin olmadan Venedik devleti sınırları içinde bir etkinlik gösteremiyordu. Bu sayede de, Venedik egemenliğindeki Pa­ dova kentinin üniversitesinde Pomponazzi’nin çevresinde toplamış olan Yeni-Aristotelesçiler maddi evren kavramı üzerinde felsefi düşün­ celer üretebiliyorlardı.37 Papaz adayı öğrenciler için öğrenimin bu yö­ nü herhalde sorunlar doğurmuştu; oysa Padova’da tıp öğrenimi gören Rumlara bu tür düşünceler çok daha yakındı. Böylece İstanbul’da, 34 Runciman (1968), s. 204. 35 age, s. 219. 36 age, s. 214-219. Venedik’in Avrupa sanat ve bilim yeni dünyasıyla Doğu kiliseleri arasındaki bağlantıyı sağlayan halka olması hakkında ayrıca krş. McNeill (1974). 37 17. yüzyılın başlarında laik devlet anlayışını savunan Venedikli kuramcı Fra Paolo Sarpi, Venedik hükümetinin de hukuk danışmanıydı.


Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin bulunduğu Fener semtinde, 17. yüz­ yıl Avrupa’sında oluşan düşünce devriminin temel ilkelerinden haberli, akademik eğitim görmüş, ruhban sınıfından olmayan küçük bir zümre ortaya çıkmıştı. Ama Patrikhane’ye bağlı ruhban okulunu yaptıkları ma­ li yardımla ayakta tutan zengin Fenerli tüccar aileler taşradaki din adamlarının eğitimiyle fazla ilgilenmediler. Bu durumda, Venedik’le kurulan bağların, İstanbul’daki Ortodoks aydınlarla başkent dışındaki cemaatler arasındaki bilgi akışını güçlendirmekten çok, zayıflatmış ol­ duğu düşünülebilir. 1620 yılından öldürüldüğü 1638 yılına kadar kısa aralar dışında sü­ rekli patriklik makamında oturan Kirillos Lukaris bu duruma çare bul­ mak için çaba harcadı.38 Lukaris de İtalya’da öğrenim görmüş ve o za­ manki patrikin temsilcisi olarak uzun süre Polonya’da kalmıştı. O dö­ nemde Polonya Kralı Sigismund August’un, halkı Ortodoks olan Uk­ rayna’da zorla bir (birleştirilmiş) Rum Katolik kilisesi kurmasına (1595) tanık olmuştu. Bu deneyimden sonra, Ortodoks din adamlarının yoğun bir eğitimden geçmeden Katolik Kilisesi’nin hücumlarına karşı koyama­ yacağına inanmıştı. Patrikliği döneminde sadece İtalya’dan kitaplar ge­ tirtmekle kalmadı, bir matbaa kurulması için de çaba harcadı ve bu iş için İngiliz Elçisi Thomas Roe’nin desteğine başvurdu. Yayınlarıyla, Kalvinciliğe yakın görüşlerini kendine bağlı din adamları arasında yay­ ma olanağı bulacaktı. Fransız Elçiliği’nde sözleri çok geçen Cizvitler bu girişime karşı çıktılar. Fransız elçisinin diplomatik girişimleri sonucu Osmanlı makamları 1628’de matbaayı imha ettiler. Din kültürü konusunda İstanbul’dan taşraya bilgi akışının çok sınır­ lı olduğu kesindi. Ama sırf Ortodoks kilisesinin varlığı bile, kilise üyele­ rine kendi köy ya da mahallelerinin dar ufkundan dışarı çıkabilme ola­ nağı sağlıyordu. Böyle olanaklardan biri de, örneğin Aynaroz Manastı­ rı ya da Sina’daki Katharina Manastırı gibi bazı manastırların keşişleri­ nin, padişahın ve patrikin verdiği yetkiyle Ortodoks inanç sahiplerinden yoksullara yardım toplamak için giriştikleri gezilerdi. Her ne kadar yar­ dım toplama gezileri imparatorluğun her yanında yapılıyorduysa da, eli­ mizde en çok Eflak ve Boğdan’daki gezilere ilişkin bilgi vardır.39 Nede­ 38 Runciman (1968), s. 259-288. 39 Schwarz (1970), s. 51 vd, 93.


ni, Eflak ve Boğdan’ın Osmanlı sultanına bağlı olmakla birlikte, Hıris­ tiyan voyvodalar tarafından yönetilmesi, dolayısıyla kilise işleri konusun­ da daha rahat hareket edebilmeleridir. Yardım için dolaşan keşişlerin bir şeyler toplayıp toplayamaması bir yana, sırf oraya gitmiş ve birtakım ha­ berler getirmiş olmaları bile küçük bir Rumen kentinin dindar insanla­ rının kafasında kendi kiliselerinin yaygınlaştığı bilincini uyandırıyordu.

Coğrafyacılar Ulema, dervişler ve Ortodoks din adamları aracılığıyla yayılan bilgi­ ler birçok insana ulaşıyordu. Ama din adamlarının doğrudan ilettikleri mesajlar, bu dünyadan çok öteki dünyayla ilgiliydi. Ayrıca, Osmanlı İm ­ paratorluğu’nda gerek Müslümanlar, gerekse Ortodokslar arasında bu dünyaya yönelik bir kültür de yaygındı ve bu kültür içinde hem coğraf­ yanın, hem de gelenek ve göreneklerin önemli bir yeri vardı.40 Porte­ kizlilerin Hint Okyanusu’nda yayılmaya, Osmanlıların da gözlerini ye­ ni yeni bu yöreye çevirmeye başladığı 16. yüzyılda, bu alanda daha çok, deniz haritaları hazırlamakla uğraşan kaptan ve amiraller akla gelir. Piri Reis’in (yak. 1470-1554) adı, Kolomb’dan kalma Atlas Okyanusu ha­ ritalarından birinin bir başka çizimiyle birlikte anılır; bu haritanın bili­ nen tek nüshası bu Osmanlı versiyonudur. Piri Reis bir de, Akdeniz kı­ yılarını gösteren portolanlara yer verdiği K ita b-ı Bahriye'yi yazmıştı.41 Bunda Akdeniz’in sadece Osmanlı egemenliğindeki doğu ve güney bö­ lümlerini değil, kuzeybatı kıyılarını da ayrıntılarıyla ele almıştı. Osman­ lı ve Fransız ordularının birlikte Nice’i fethetmesi (1543) ve bir O s­ manlı filosunun kışı Toulon’da geçirmesi gibi olaylar Fransız Riviera’sı kıyılarının da ayrıntılı haritasının çıkartabilmesine olanak vermişti. Piri Reis bir süre de Hint Okyanusu’ndaki Osmanlı donanmasına komuta ettiyse de, Portekizlilere karşı yeteri kadar başarı gösteremediği için 1554’te padişah tarafından Mısır’da idam ettirildi. Deniz subayları da coğrafi ve ekonomik bilgiler çıkarılabilen askeri raporlar yazıyorlardı. Bunlardan Selman Reis’in 1516’da, yani Mısır’ın Osmanlılarca fethinden hemen önce yazdığı bir mektupta, Hicaz’daki kutsal kentlerde yaşamın Mısır’dan gelecek tahıla bağlı olduğu gayet 4 0 Taeschner (1923) Osmanlı coğrafyacılarıyla ilgili iyi bir panorama sunuyor. Ayrıca bkz. Adıvar (1943), s. 55-104. 41 Piri Reis, yay. H . Alpagut ve F. Kurtoğlu (1935).


canlı anlatılmıştır.42 Yani Osmanlı yönetimi Mısır’ın fethinin Hicaz’ın elde edilmesine de yol açacağını önceden görebilmişti. Ayrıca, çoğu ordunun seferleri sırasında hazırlanmış yol haritaları vardı. Şeydi Ali Reis, Portekizlilerle giriştiği bir çarpışmada gemilerini kaybettikten sonra Hindistan’dan yola çıkıp İran üzerinden ülkesine dönmek için yaptığı yolculuğu anlatan bir seyahatname yazmıştı.43 Münşeatlara ya da coğrafya el kitaplarına alınmış ve böylece geniş bir kitleye ulaşmış bazı yol haritaları da vardı. Örneğin tarih yazarı Feridun Bey’in 16. yüzyılda hazırladığı münşeatında Kanuni’nin 1533-36 arasında çıktığı bir sefere yer verilmişti.44 Bu dönemde ayrıca bazı seferleri konu eden ve zengin minyatürlerle süslenmiş kitaplar hazırlamak da yaygındı. B u­ nun en ünlü örneği, tarihçilik, nakkaşlık ve sporculuk gibi çok çeşitli alanlarda yeteneklerini ortaya koymuş olan Matrakçı Nasuh’un, o sıra­ lar İran’ın elinde bulunan Irak’a karşı Kanuni’nin seferini konu alan eseridir (1537).45 Eser Osmanlı ordusunun sefer boyunca konakladığı en önemli menzilleri tasvir eden minyatürlerle bezenmiştir. Gerçi min­ yatürler stilize edilmiştir ama, kentlerde yer alan yapılar o derece ayrın­ tılı çizilmiştir ki, kitap mimarlık tarihi için kaynak olarak kullanılabilir. Aslında Osmanlı minyatür sanatında tarihi ve dini figürlere yer veril­ mesine karşın, bu kitaptaki kent ve doğa görünümlerinde ne bir insa­ na, ne de bir hayvana rastlanmaktadır. Öte yandan, özellikle İstanbul tasvirinde, kentin doğru bir haritasıyla estetik güzellik taşıyan bir pa­ noramanın birleştirilmeye çalışıldığı gözlenmektedir.46 Bir başka re­ simli belge de Lala Mustafa Paşa’nın 1578-79 yıllarındaki Kafkasya se­ feriyle ilgilidir. Kitabın metnini yazmış olan tarihçi Mustafa Âli’ye sa­ ray nakkaşhanesinde minyatürlerin hazırlanmasını denetlemesi için de aylarca maaş verilmişti.47 Bu tür menzilnameler haritaların çizilmesinde büyük önem taşıyor­ du. 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupalı gezginler çoğunlukla pusula ve yıl­ dızların yardımıyla bulundukları yeri tam olarak saptamaya, böylece el42 43 44 45 46 47

Mughul (1965). Adıvar (1943), s. 68-69. Matrakçı Nasuh, yay. Hüseyin G. Yurdaydın (1976), s. 58 vd. age, minyatürlerin tıpkıbasımlarım içeriyor. age, tıpkı basım 8b ve 9a. Fleischer (1986), s. 110.


lerindeki yol kayıtlarının güvenilirliğini artırmaya çalışırlardı. Ama sade­ ce hangi yöne gidildiği ve yolun kaç saat çektiği bilindiği zaman da, bu yol kayıtları bir harita için temel oluşturabiliyordu. Cihannüma adlı eserinde Avrupa coğrafya kitaplarından da geniş ölçüde yararlanmış olan tarihçi ve coğrafyacı Kâtip Çelebi’nin çevresinden bazı kişiler, menzilnameler ve kıyı krokileri yardımıyla bir Anadolu haritası hazırla­ maya çalışmışlardı.48 Ama yaptıklarına bakınca, Doğu Anadolu’dan sa­ dece birkaç büyük yol güzergâhını bildikleri, Batı Anadolu’dan ise bir­ biriyle kesişen birçok yol kaydı elde etmiş oldukları hemen anlaşılmak­ tadır. Evliya Çelebi de bize, birçoğunu kendi bulduğu, konaklama ve dinlenme yerlerine ilişkin sayısız liste bırakmıştır. Ama pek çok coğraf­ yacının, özellikle de Mehmed Âşık’ın (yak. 1598) eserlerini okumasına ve istinsah etmesine karşın, onun asıl merakı bilimsel coğrafya bilgileri vermek değil, gezilerini hikâye etmek olmuştur.49 Gezilerle ve keşiflerle ilgili bu bürokratik, bilimsel ve sanatsal belge­ leri kimlerin inceleme olanağı bulduğu sorusuna yanıt vermek zor. Pa­ dişahların seferlerini anlatan görkemli minyatürlerle bezeli yazmalardan haberi olanlar muhtemelen, sarayın koleksiyonlarını görebilme iznine sahip birkaç üst düzey devlet görevlisiydi. Evliya Çelebi’nin eseri 19. yüzyıldan önce neredeyse hiç kullanılmadı. Gerçi 18. yüzyılda istinsah edilmişti, ama bu birkaç nüsha da daha çok saray kütüphanesinde kaldı ve nadiren binlerinin eline geçebildi.50 Okuyucuların çoğu Kâtip Çele­ bi’nin Cihannüma'sına ulaşmış olmalıdır; hatta kitap 1732’de İstan­ bul’da basılmış ve ilk Osmanlı basılı metinlerinden birisi olmuştur.51 Ama matbaada basılan bu ilk Osmanlı eserleri okuyucunun fazla ilgisi­ ni çekmediği gibi, dünyaya bakışlarında kitaplardan etkilenen insanların sayısı 18. yüzyılın ilk yarısında hâlâ çok değildi.

Tüccarların Bağlantı Ağları Tüccarların kendi aralarındaki iletişim konusunda sadece dolaylı bil­ gilere sahibiz; çünkü bu kesimden insanların kişisel kayıtları şu ana ka­ dar pek gün ışığına çıkmış değildir. Ama bir kentten bir başkasına na­ 48 49 50 51

Kâtip Çelebi (1732), s. 629. Taeschner (1923), s. 48 vd, 68. Evliya Çelebi, yay. Van Bruinessen ve diğerleri (1988), s. 6. Gdoura (1985).


kit olmayan bir ödeme yapıldığında, kadı sicillerine kaydettirilerek onaylatılan bir tür senet kullanılırdı.52 Bu yöntemde tüccarlar arasında düzenli bir iletişim olması gerekiyordu, çünkü ilgili kişilerin birbirini ta­ nımaması halinde büyük bir risk göze alınmış olurdu. 17. ve 18. yüz­ yıllarda Kahire’de imparatorluğun başka yerlerinden gelmiş pek çok tüccar bulunmaktaydı. 18. yüzyılın ikinci yarısında Tunuslularla Ceza­ yirlilerin yanı sıra, sayıları fâzla olmamakla birlikte Süryaniler de önem kazandılar.53 Merkezleri Isfahan yakınlarındaki Yeni Culfa’da, Polon­ ya’da Lvov kentinde ve Amsterdam’da olan Ermenilere ait ticaret ağla­ rının en etkili olduğu dönem, 17. yüzyıldı.54 İstanbul ve İzmir de bu ağlara bağlıydı. Daha 18. yüzyılın başlarında, İran’dan Osmanlı İmpa­ ratorluğu’na yapılan ve Ermeni tüccarlar için büyük bir önem taşıyan ham ipek ithalatının gerilemeye başladığı yıllarda, Erzurum gümrük ka­ yıtlarında birçok Ermeni’nin adları görülmeye başlamıştı. İmparatorluk sınırlarını da aşan bu tür yoğun ticaret ilişkilerini gay­ rimüslim azınlıklara ait bir ayrıcalık gibi görmek yanlış olur (oysa lite­ ratürde çoğunlukla böyle görülmüştür). 16. yüzyılın sonlarıyla 17. yüz­ yılın başlarında Müslüman Osmanlılar sık sık Venedik’e gidiyorlardı. Bunlar arasında Müslüman Bosnalılar da, Anadolu ve İstanbul tüccar­ ları da vardı. Bazı Osmanlı tüccarları Venedik’e yerleşmişler, kendi ül­ kelerinden gelenlere simsar ve tercüman olarak hizmet vermişlerdi.55 Venedik arşivlerinde bu Müslüman tüccarların siparişlerine ve sigorta işlerine ilişkin pek çok belge vardır. Bunlar kendi aralarında da ticaret yapıyor ve İstanbullu tüccarlarla sürekli bağlantısı olan ayrı bir grup oluşturuyorlardı. Bu ticari bağlantı ağlarıyla aktarılan bilgiler kuşkusuz esas olarak ti­ caretle ilgiliydi. Örneğin bir vergi mülteziminin aşırı isteklerde bulun­ duğunun ya da sınır bölgesindeki bir Kürt beyinin kendi topraklarından geçmelerini daha çekici kılmak için tüccarlara elverişli gümrük koşulla­ rı önerdiğinin haberleri gelirdi. Tabii, eşkıyanın kervan yollarını kesme­ si, korsanların saldırıları ya da uzak bir ticaret merkezindeki iflaslar da bir tüccardan bir tüccara iletilen haberler arasındaydı. Gerçi bu tür ba­ 52 53 54 55

Sahillioğlu (1975). Raymond (1973-74), c. 2, s. 482-496. Khachikian (1967); Kévonian (1975); Erim (1991). Kafadar (1986).


zı haberler kahvehanelerde de konuşuluyordu, ama büyük bir bölümü birbirleriyle sıkı bir iş ilişkisi içindeki tüccarlar arasında sır olarak sakla­ nıyordu. Belirli bilgileri kendi çevrelerinden olmayan insanlardan saklayan tüccarların arasındaki yakın ilişkilerin tipik bir örneğini Evliya Çele­ bi’nin aktardığı bir hikâyede görebiliriz. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Mekke’deki bazı tüccarlar aralarında pazarlık yaparken ellerinin üstüne bir örtü örtüyor, sonra birbirlerinin ellerini çeşidi biçimlerde sı­ karak önerdikleri fiyatı belirtiyorlarmış.56 Anlaşmaya vardıklarında da, yine belirli bir el sıkışma biçimiyle pazarlığı sonuçlandırıyorlarmış; tabii dışardan bakanlar orada bir iş bağlantısı yapıldığını bile fark edemiyor­ larmış. Kısacası bir tüccarın işini başarıyla yürütebilmesi için, meslektaş­ lar arasındaki bölgeaşırı bir bağlantı ağına girmiş olması büyük önem taşımaktaydı; bazı iş ortaklarının zamanla birbirinin rakibi haline gel­ mesi bu durumun önemini azaltmıyordu.

Osmanlı Dünyasının H aber Merkezi Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi politik yapısı doğrultusunda bütün bilgiler İstanbul’da toplanıyordu. Yukarda da gördüğümüz gibi, eski başkent Bursa ve Edirne 18. yüzyılda din ve hukuk eğitiminin mer­ kezi olmaktan büyük ölçüde çıkmışlardı. Saraydan destek görmeyi ta­ sarlayan ulema ve sanatçılar İstanbul’da bulunmak ya da en azından eserlerinin orada tanınmasını sağlamak zorundaydılar. Kuşkusuz Halep, Şam ya da Kahire’de etkinlik gösteren sanatçılar da vardı. Taşrada da vakanüvisler, şairler, özellikle de eserleri günümüze kadar ulaşmış mi­ marlar ve nakkaşlar bulunmaktaydı. Ama yine de bu mimarların, mala­ kâri ustalarının, ahşap oymacıların ya da kakmacıların içinde adını bil­ diklerimizin sayısının çok az olduğunu da belirtmek gerekir. İsim yap­ mak isteyen birinin başkente gitmesi kaçınılmazdı. En büyük kitap koleksiyonları da yine İstanbul’daydı. Sarayda çeşit­ li yapılarda saklanan koleksiyonlar vardı. Ayrıca 18. yüzyılın başlarında III. Ahmed, sarayın üçüncü avlusunda zarif bir kütüphane yaptırmıştı. Ama saray dışındaki bilginler ve kitapseverler bütün bu kitaplara çok ender ulaşabiliyordu. Kent içinde vezirlerin ve ulemadan kişilerin kur­

*

56 Faroqhi(1990), s. 220.

93


dukları kütüphanelerde ise durum böyle değildi. Örneğin 1661-76 arasında sadrazamlık yapan Köprülü Ahmed Paşa’nın yaptırdığı kütüp­ hane bunlardan biriydi. 1734’lerde Veziriazam Hekimoğlu Ali Paşa kendi adını taşıyan külliyesinin içinde şık bir kütüphane yaptırmıştı. Ragıb Paşa’nın 1763’ten önceki bir tarihte inşa ettirdiği zarif yapı da bugün hâlâ kütüphane olarak kullanılıyor. Yeterli parası olanlar, yaz­ maları satın da alabiliyorlardı. Kentin merkezinde yazmaların alınıp sa­ tıldığı sahaf dükkânları vardı; müşteriler ayrıca minyatür de sipariş ede­ biliyorlardı. Ama okuryazar olmayan ya da en azından kitap dünyasıyla sadece sı­ nırlı bir ilişkisi bulunan kişiler için de İstanbul’da geniş bilgi edinme olanakları vardı. İstanbul’un bir liman kenti olmasının bunda payı bü­ yüktü. Karadeniz’in her yerinden başkente tahıl, yağ ve daha başka yi­ yecek maddeleri getiren gemiler Haliç’in güney kıyısına yanaşırlardı. İs­ tanbul kadısı önemli yiyeceklerin fiyatlarını saptamadan önce burada kaptanlar ve tüccarlarla bir araya gelirdi.57 Karadeniz bölgesindeki ku­ raklıklarla, Kazak saldırılarıyla, spekülasyonlarla ve kötü geçmiş hasat­ larla ilgili bilgiler buraya akardı. Kuşkusuz bu haber ve bilgilerin birço­ ğuna Galata kahvehaneleriyle meyhanelerinde de ulaşılabiliyordu. İs­ tanbul’un sayısız hanları da ticaret konusundaki bilgi alış verişinin ya­ pıldığı önemli merkezlerdi (günümüzde varlıklarını sürdüren bu yapı­ ların çoğu 17. yüzyılda valide sultanlar ve üst düzey devlet ricali tara­ fından yaptırılmıştır). Ama İstanbul ticari haberler ve bilgiler konusun­ daki ayrıcalıklı konumunu yine de başka merkezlerle paylaşıyordu. Ka­ hire’ye, özellikle Hindistan ticaretine ilişkin pek çok bilgi gelirdi. Ama iki denizin birleştiği ve birçok ticaret yolunun kesiştiği İstanbul’un ko­ numu, çeşitli pazarlara ilişkin bilgiler toplamak isteyen tüccarların işini önemli ölçüde kolaylaştırıyordu. Başkente haber ulaştıran küçümsenmeyecek kaynaklardan birini de, divan ı hümayuna herhangi bir hukuksal sorunu iletmek ya da taşrada­ ki bir devlet görevlisini şikâyet etmek için kente gelenler oluşturuyor­ du. Hali vakti yerinde olanlar şikâyetlerini iletmek için kendileri gelir­ ken, bazı köy ya da mahalle sakinleri de başkentte kendilerini temsil et­ mesi için bir kişi tutup onun yol masraflarını karşılarlardı.58 Böyle ge­ 57 Mantran (1962), s. 187-193. 58 Faroqhi (1992a).


lenlerin sayısı o kadar çoğalmıştı ki, resmi makamlar bir şikâyette bu­ lunmanın başkente kapağı atabilmek için bahane olarak kullanıldığın­ dan kuşkulanmaya başlamıştı. Zaten 1600’lerden sonra hükümet İstan­ bul’a gelişi denetlemeye çalışmış, tek bir konuyla uğraşmak için başken­ te gelmeye de zaman zaman sınırlamalar getirmişti.59 Bu şikâyet sahip­ leri herhalde hanlarda ya da bazen akrabalarında kalıyorlardı. Böylece, zorba valiler ya da rüşvet alan kadılar hakkındaki şikâyetleri başkent hal­ kının bir bölümü de duymuş oluyordu. Başkent halkının belirli bir bölümü açısından, gerek sürekli görevle, gerekse örneğin bir barış antlaşması imzalamak için geçici olarak gön­ derilmiş yabancı ülke elçileri de bir başka haber kaynağıydı. Venedik, Fransız, İngiliz, Hollanda ve Habsburg elçilerinin yanında, tantanalı törenlerle gelen İran elçilerini de anmak gerekir. Başkent halkının ha­ ber alması açısından bu elçilerin hizmetkârları ve tercümanları önem ta­ şıyordu. Bu insanlar yabancı konukların alışverişlerini yapar, kentte bir yere giderken onlara eşlik eder, hem kent halkıyla ilişkilerini sağlar hem de denetlerlerdi. (Dil konusunda yetenekli ve macerasever bir insan olan Lady Mary Montagu gibi, bu kişilerin eşliğinden kurtulabilen az sayıda yabancı da olmuştur).60 Bu insanların arasına, elçileri korumakla görevlendirilen yeniçerileri de katmak gerekir. Hizmetkârlar ve tercü­ manlar, hizmet ettikleri görevlileri önemli kişiler olarak göstermeye gayret ederlerdi, çünkü onların saygınlığı bir dereceye kadar kendileri­ nin de önemini artırıyordu; bir yandan da kendilerinin kâfirlerle (ya da İranlı elçiler söz konusuysa “ sapkınlar”la) bir tutulmamasına dikkat et­ mek zorundaydılar. Ailelerine ve komşularına anlattıkları, herhalde bu çelişkinin izlerini taşıyordu.

Çağın G idişatı Osmanlı toplumsal tarihini etnolojik yönden ele alan çalışmaların sayısı hâlâ oldukça az. Bu yüzden çağın gidişatı hakkında, sadece sara­ 59 Aktepe (1958a), s. 11. Hatta I. Mahmud o derece ileri gitmişti ki, şahsi şikâyet tamamen yasaklandı. Artık sadece kentin ya da kasabaların tamamını temsil eden kişiler İstanbul’a gelebilecekti. Ayrıca krş. Montagu (1993), yay. Jack ve Desai. 60 18. yüzyılda Avrupalı konsolosların çok sayıda gerçek ya da sözde tercümanı vardı, çünkü birçok gayrimüslim tercümanlık kisvesi altında yabancı bir gücün korunması alana girmeye çalışıyordu. Krş. Bağış (1983).


yın ve saray çevresinin görüşlerini biraz belirli bir bağlam içinde ortaya koyma olanağı var. Bu çerçevede, Altın Çağ söylemi önem kazanıyor. Bu söyleme göre, Altın Çağ sona erdiğinde insan kalitesi düşecektir. Aynı söylem yeniçağın başlarında Avrupa aydın geleneğinde de dikkate değer bir rol oynamıştı. Bu Altın Ç ağ’ın hangi dönem olduğu hakkın­ da ise farklı düşünceler ileri sürülebiliyordu. Hümanist Avrupa gelene­ ğinde Roma İmparatorluğu’nun idealleştirilmesi olgusunun da kanıtla­ dığı gibi, bunun mitolojik bir dönem olması hiç de gerekmiyordu.61 Osmanlı yazarları ise Altın Çağ mitosunu yakın geçmişle ilişkilendir­ meyi pek seviyorlardı. Kanuni’nin ölümünden (1566) hemen sonra, imparatorlukta politik reformların gerekliliği doğrultusunda risaleler yazan yazarlar, bu hükümdarın dönemini idealleştirmeye başlamışlardı bile. Özellikle 17. yüzyıl Osmanlı edebiyatının kendine özgü türlerin­ den birini oluşturan bu risalelerde, 16. yüzyılın ortalarında var olan ya da var olduğu iddia edilen koşullar norm haline getirildi. Mustafa Ali ya da Koçi Bey gibi yazarlar, güçler dağılımı ilkesinden ve o dönemin da­ ha başka âdetlerinden uzaklaşılmış olmasını askeri yenilgilerin ve poli­ tik bunalımların sebebi olarak görüyorlardı.62 Kuşkusuz bu risalelerin tarihsel gerçekliğe gözü kapalı tanıklık ettiğini kabul etmek yanlış olur. Ama bu yanlışlık sık sık yapılmış, bu risalelere dayanılarak, Kanuni’nin ölümünün ardından Osmanlı Devleti’nin birdenbire çökmeye başladığı kabul edilmiştir.63 Buradan da kolayca anlaşılacağı gibi, gerilerde kalmış bir Altın Çağ söylemini yorumlarken dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü daha 16. yüzyılın başlarında, Kanuni’nin henüz tahta çıkmadı­ ğı ve imparatorluğun henüz en geniş sınırlarına ulaşmadığı bir dönem­ de bile, Osmanlı edebiyatında çöküşten söz ediliyordu. Dini bütün ve

61 Eir örnek için krş. D elumeau (1967), s. 219-220. 6 2 Krş. Âli, çev. ve yay. Tietze (1978 ve 1982). 6 3 Abou-El-Haj (1991), s. 44 vd kuşkularını dile getirerek, İnalcık’ın (1969) İran ede­ biyatına dahil ettiği “nasihatname” adı verilen eserlerin politik gerçekliğe ilişkin “ objektif’ ifadeleri içermediğini belirtiyor. Haklı olarak, oradaki ifadelerin politik kavgalarda bir silah olarak işlev gördüğünü ve sadece bu bağlamları içinde doğru değerlendirilebileceklerini kabul ediyor. Ayrıca bu tür, iyi bir hükümdarın nasıl olması gerektiğine dair yazının Avrupa’da da benzerleri var: ortaçağ sonlan Alman Beyliklerindeki devlet reformuna ilişkin metinler ve 16. ve 17. yüzyıl boyunca Ispanya’da aktif olan “Arbitristas”ın yazıları bunlara örnektir.

96


eğitimli bir insan olan Şehzade Korkud (1470-1513) tahta çıkma yarı­ şından (hiç olmazsa görünüşte) çekilmesini, böyle bir çöküş dönemin­ de bir hükümdarın adil davranamayacağını öne sürerek açıklamıştı.64 Çöküş söylemi, gerçekliği dile getirmesinden çok, Osmanlı aydınlarının bir bölümünün düşüncesini yansıtması açısından önemlidir. Evliya Ç e­ lebi’nin de aralarında bulunduğu daha başka yazarlar ise dünyaya çok daha iyimser bir gözle bakıyorlardı. Evliya Çelebi kendi dönemindeki çöküş düşüncelerine çok az önem vermiş gibi görünmektedir. Geleceğe yönelik düşüncelerin oluşmasında kehanetlerin rolünü araştırmak gerekir. O dönemde Avrupalılar kadar Osmanlılar da keha­ netlere inanırlardı. Yine de, hiç olmazsa Evliya Çelebi gibi bir yazar söz konusu olduğunda, bu sava ihtiyatla bakılmalıdır. Çünkü onun Viyana konusunda anlattıkları, olayların gerçekleşmesinden sonra ortaya çıktığı apaçık olan kehanetleri içermektedir. Evliya Çelebi bu kehanetleri ya gü­ vendiği kişilerden öğrenmiş ya da edebi endişelerle kendisi uydurmuş­ tur.65 Eğer İkincisi doğruysa, artık masum bir inançtan söz edilemez. Hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar kıyamet gününde bütün insanların yargılanacağına inanırlar. İslamiyetle Hıristiyanlık arasındaki bu paralellik, Evliya Çelebi’nin Aziz Stefan Katedrali’nde gördüğünü ileri sürdüğü bir Son Yargı resmini, İslam inanışındaki kıyamet gününe benzer biçimde tasvir etmesini açıklar. Kıyamet alametlerinden biri de Deccal’in ortaya çıkmasıdır. Deccal bir eşek üzerinde gelecek ve sahte peygamber kisvesinde insanlığı kandıracaktır.66 Ama yaklaşmakta olan kıyametin bir başka habercisi sayılan Mehdi daha da önemlidir. Mehdi adil bir hükümdar olarak bütün dünyaya elini uzatacak ve Mesih’in ikinci gelişini hazırlayacaktır. Bunu da İslam inancına göre mahkeme izleyecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda sık sık ayaklanmalar çıkıyor ve bu ayaklanmaların önderleri kendilerinin mehdi olduğunu ileri sürü­ yorlardı. 1576-77’de Amasya’da bir zanaatkar bu savla ortaya çıkmış ve ardından gelecek insanlar da bulmuştu.67 1587’de Trablusgarp’ta ayak­ lanan ve Osmanlıların üzerine asker göndermesine karşın yıllarca dire­ nen sahte Mehdi Yahya bin Yahya’ya ilişkin daha çok belge vardır. Bu 64 65 66 67

Fleischer (1990). Evliya Çelebi, çev. Kreutel (1957), s. 77, 228-230. age, s. 259. Ayrıca krş. EI2'deki “ Dadjdjal” makalesi (S. H. Longrigg). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimine Defterleri 29, s. 96, no: 231 (984/1576-77).


ayaklanmanın uzun sürmesinin asıl sebebi Osmanlı donanmasının Trablusgarp’a ancak yazın gidebilmesi, o zaman da Yahya bin Yah­ ya’nın yandaşlarıyla birlikte dağlara çekilmesiydi.68 Dünyanın sonunun gelmiş olabileceği beklenti ve kaygılarıyla 16. yüzyılın sonlarına doğru daha sık karşılaşılmaktadır; çünkü Hicret’in bi­ ninci yılı 1590-91’e denk düşmektedir. Kuran’da ve peygamberin ha­ dislerinde kıyamet gününün tarihine ilişkin açık bir bilgi bulunmaması­ na karşın, İstanbul’daki aydın kişiler dahi İslamiyetin kuruluşundan bin yıl sonra dünyanın sonunun yaklaşmış olabileceğini düşünüyorlardı.69 Tarihçi ve edebiyatçı Mustafa Ali bu beklentileri enine boyuna ele almış ve bunların hiçbirinin bir gerekçesinin bulunmadığı sonucuna varmıştı; ama çağdaşlarının hepsi bu görüşü paylaşmıyordu.70 Bunların da ötesinde dünyanın sonu beklentisinin Osmanlı sarayın­ da uzun bir geçmişi vardı. 1520’ler ve 1530’larda, Viyana’nın ve belki de İtalya’nın fethinin çok yakınmış gibi göründüğü dönemlerde, Mev­ lana İsa adında biri ve çevresindekiler, Kanuni’nin kıyamette gelen ev­ rensel hükümdar olduğunu yazmışlardı.71 Bu kıyamet beklentisi, Hic­ ret’in bininci yılındaki kaygıların tersine, daha çok iyimser bir hava ta­ şıyordu. Saraydaki bazı yazarlar padişahı, İslam dinini dünyada insanın bulunduğu her yere götürecek olan adil hükümdar diye övüyorlardı; kı­ yamet günü yargılanma korkusu ise pek dile getirilmiyordu. Bu bakış açısı, belki de bir süre, sadece bazı yazarların kişisel görüşlerini değil, padişahın düşüncesini de yansıtmıştı.72 Ama 1550’lerde, Viyana ve hat­ ta Roma’nın fethedilememesi bir yana, şehzadeler arasında taht kavga­ larının da ortaya çıkmasıyla, padişahların egemenlik ideolojisinde dün­ yanın sonuna ilişkin bu boyut artık görülmemeye başladı. Bunun yeri­ ni, padişahı İslam dini normlarının bu dünyadaki temsilcisi olarak öne çıkaran bir söylem aldı. Ama Osmanlı tarihinde kıyamet beklentilerinin belki de en ünlüsü, Müslüman değil Yahudi çevrelerinden çıkmıştır.73 Kendisini Yahudi

68 69 70 71 72 73

Faroqhi (1971). Fleischer (1986), s. 134-138. age, s. 134. Flemming (1987). Fleischer (1992). Sholem (1973).


mesihi olarak gösteren Sabetay Sevi (1626-1676) daha önce Mora ya­ rınadasındaki Patras’ta yaşadığı sanılan bir aileden geliyordu; babası, o yıllarda yeni yeni gelişmekte olan liman kenti İzmir’e gelip yerleşmişti. Genç Sabetay, İzmir’de kendini Yahudi cemaatine mesih olarak kabul ettirmeye girişti, başarılı olamayınca Osmanlı İmparatorluğu’nda ora­ dan oraya dolaşmaya başladı. Mısır’da, Gazze ve Kudüs’te boy göster­ di. Sevi’nin, Yahudi mistisizminden öğeler de eklediği vaazları Filis­ tin’deki küçük cemaatler arasında şiddetli tartışmalara yol açtı. Kudüs­ lü hahamların onu aforoz etmelerine karşın, Sevi birçok mürit kazandı ve Yahudi cemaatleri içinde huzursuzluklar baş gösterdi. Sevi’nin m ü­ ritleri her şeyden önce İran ve Kuzey Afrika’daki “yitik kavimler”in za­ ferlerini bekliyorlardı. Müritlerince mesih olarak kabul edilen Sevi İz­ mir’e döndü ve 1665 sonlarında oradaki cemaat içinde belirli bir nüfuz kazandı. Yakında dünyanın sonunun geleceği beklentisiyle toplu olarak tövbe ediliyordu. Bunun ardından Sevi İstanbul’a gitti ve orada da bu tür bir akım oluşturdu; ama Osmanlı makamları tarafından tutuklanıp Gelibolu’ya sürüldü. Orada oturduğu sırada da mesih hareketini yay­ mayı sürdürdü. Polonya’dan bile Yahudi cemaati temsilcileri geliyordu. Hasımları Sevi’yi sadrazama şikâyet ettiler, o da sözde mesihe iki seçe­ nek sundu: ya İslam dinini seçecek ya da idam edilecekti. Eylül 1666’da Sabetay Sevi Edirne’de divan-ı hümayun huzurunda İslam dinini kabul etti. Müritlerinden bir bölümü onu izlediler ve “ dönme” diye adlandı­ rılan bir grup oluşturdular. İstanbul’daki bu dönmeler son dönemlere kadar özgün kimliklerini korudular. Bazıları ise mesihlik konusunda umut beslemeye devam ettiler ve Sevi’nin, ya da yeni adıyla Aziz Meh­ med Efendi’nin başına, daha sonraki yaşamında bazı tatsızlıkların gel­ mesine sebep oldular. Sabetay Sevi’nin hikâyesi, Akdeniz yöresinde doğmuş dinler arasında 16. ve 17. yüzyıllarda bile hâlâ ortak kültürel özelliklerin var olduğuna ilişkin önemli bir kanıttır. Bu yüzden Sevi konusunda yapılan son araş­ tırmalarda, bu hareketin Osmanlı’ya özgü arka planım daha fazla vurgu­ lama ve öbür dinlerdeki kıyamet beklentileriyle ilişkilerim ortaya çıkarma eğilimi görülmektedir.74 Ayrıca 16. yüzyılda Ortodoks Kilisesi’nde de mesihlik olgusu bilinmiyor değildi. 1565-66 tarihli bir fermanda, adı be­

74 Fleischer (1992).

99


lirtilmeyen bir keşişin Tesalya’da yaptıkları anlatılmıştır:75 Keşiş müritle­ rine, herhalde kıyametin yaklaşması nedeniyle tövbe etmeleri için olacak, çarşı pazardan uzak durmalarını telkin ediyormuş. (Bundan yaklaşık bir yüzyıl sonra Sabetay Sevi’nin bazı müritleri de böyle davranacaklardı.) Pazarlardan alınan harçların azalması üzerine kendi gelirleri de önemli derecede düşen Tesalyalı tımar sahipleri durumdan şikâyetçi olmuşlar. Bunun üzerine Osmanlı makamları, müritlerinin dünyaya yeniden inmiş Mesih olarak gördükleri vaizin peşine düşmüşler.

İ nsanlar ve Bağlantı Ağları Sabetay Sevi’nin hikâyesi bize 17. yüzyıl Osmanlı Yahudileri arasın­ da rakip bağlantı ağlarının varlığını ve bu ağlar içinde çok özel haber­ lerin aktarıldığını gösterdi. Sevi’nin gerek müritleri, gerekse hasımlarrı Osmanlı topraklarının tümüne, hatta sınırların ötesine de yayılmışlardı. Sevi’nin hasımlarının zorlamasıyla padişah sonunda işe el koymuştu; demek ki bu kişilerin sarayda iyi ilişkileri vardı.76 “ Kadızadeliler” konu­ sundaki çatışmalar nedeniyle Müslüman ulema arasında da birbirine ra­ kip bağlantı ağlarına rastlamıştık. Orada da (Osmanlı ilmiye hiyerarşisi­ nin merkezi yapısı doğrultusunda) İstanbul, olayın geçtiği yer olarak Sabetay Sevi örneğindekinden daha önemli bir rol oynamışsa da, coğ­ rafi anlamda çok geniş bir ağ söz konusuydu. Birden fazla bağlantı ağına dahil olanlar da vardı; bunların başında hem ulemadan hem de dervişler çevresinden bilgi edinenler geliyordu. Din temelli bir bağlantı ağı içinde yer alan, ama tüccar olduğu için ay­ nı zamanda başka tüccarlarla ilişkileri bulunanlar da çıkabiliyordu. Bazı bağlantı ağları Venedik’e, hatta örneğin 18. yüzyılda görüldüğü gibi Rum ve Sırp tüccarlar aracılığıyla Viyana’ya kadar uzandığından, bu tür ilişkileri olanların bir ölçüde Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının ötesi­ ne ulaşması da söz konusuydu.77 Bundan sonraki bölümde Osmanlı te­ baasının kendi dünyasının sınırlarını nasıl algıladığını ve Osmanlı dün­ yasının dışına çıkan ya da bu dünyanın içine giren kişilerin karşılaştığı sorunları ele alacağız.

7 5 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri 5, s. 196, no. 487 (973/1 5 6 5 -6 6 ). 7 6 Sholem (1973), s. 667 vd Sabetay’ın din değiştirmesini ayrıntılı olarak anlatıyor. 7 7 Stoianovich (1960).


BEŞİNCİ BÖLÜM SINIRLAR VE SINIRLARI AŞANLAR Farklı Kültürlerin Bir Arada Yaşaması Osmanlı İmparatorluğu çok halklı bir devletti. Sınırları içinde çoğu Hıristiyan olan çeşitli Balkan halkları gibi, büyük çoğunluğu Arapça ko­ nuşan Müslüman Suriyeliler, Mısırlılar ve İraklılar da yaşıyordu. Bütün bu grupların üst tabakalarının Osmanlı yüksek kültüründe değişik ölçü­ lerde payı bulunuyordu, ama çok çeşitli yöresel kültürler de vardı. Özel­ likle Mısır ve Suriye kültürleri bugün artık iyice bilinmektedir. “Anıtsal” mimarlık konusunda olduğu kadar, “ gayri resmi” yapılara, süsleme sa­ natına, edebiyat ve bilime ilişkin çalışmalar da vardır.1 Bunların da öte­ sinde Anadolu’daki Müslüman köylülerin ve göçebelerin kültürü aynı yörenin kent kültüründen çok farklıydı. Bu kitapta olduğu gibi, esas ola­ rak büyük kentlerde oturanlar ele alındığında, kentle kırsal kesim arasın­ daki karşıtlık özellikle göze batmaktadır. Küçük kentlerde ekonomik ya­ şam çoğunlukla kırsal özellikler taşıyordu; bu durum kültüre de aynı bi­ çimde yansımış olmalı. Kitabın daha önceki bölümlerinde, Evliya Çele­ bi gibi kişilerin canlı tanıklıkları sayesinde, saraya yakın üst tabakalar ile sıradan kentliler arasında da önemli farklar olduğunu görmüştük. Bununla birlikte, dinin bir dil ya da kültür grubuna ait olmaktan çok daha önemli görüldüğü bir dönemde bu farkların 19. ya da 20. yüzyıl­ dakinden daha başka bir değeri vardı. Özellikle 18. yüzyılda bazı paşa­ lar “kendi” vilayetlerinin sınırları içinde olabildiğince başlarına buyruk davranmaya gayret ederlerdi; başında bulundukları vilayetin yöresel kültüründen destek almaya hiç kalkışmaz, tersine kültür alanında tü­ müyle İstanbul’la bağlantıyı korumaya özen gösterirlerdi. 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başlarında Anadolu taşra eşrafı, konaklarında selamlık odalarının duvarlarına başkentten manzaralar ve cami resimleri yaptır­ maktan özellikle hoşlanırdı.2 Suriye’de de durum aynıydı; 18. yüzyılın 1 2

Krş. Raymond (1984); Behrens-Abouself (1992). Arık (1976); Renda (1989).

101


başlarında hâlâ Arapça konuşan, ama Osmanlı saray ve başkent kültürü­ ne yakınlık besleyen önemli ailelerden bir grup vardı. Bazıları yaşamla­ rının büyük bir bölümünü İstanbul’da geçiriyor ve Osmanlıca eserler kaleme alıyorlardı.3 Kültürler sık sık kesişiyordu; özellikle de çeşitli kültürlerin temsilci­ leri vasıtasıyla. Bir kişinin birden fazla kültürün temsilcisi olmasıyla da sık karşılaşılırdı. Örneğin Evliya’nın kendisi üst tabakadan olmakla bir­ likte, gezileri boyunca küçük yerlerdeki dervişler, zanaatkarlar, tüccar­ lar ve din adamlarıyla kurduğu sayısız ilişkilerden ötürü bize Osmanlı Müslümanlarının kent kültürü konusunda yol gösterici olabilmektedir. Osmanlıcayı hakkıyla bilen aydın gayrimüslimler de vardı; İstanbullu Ermeniler arasında, en azından 19. yüzyılda, günlük dilleri Türkçe olan ve yazı yazarken de bu dili kullanan pek çok kişi bulunuyordu.4 Orta Anadolulu Karamanlılar Türkçe konuşup Grek harfleriyle Türkçe yazı­ yorlardı ve Rum Ortodoks dininden olmalarına rağmen çoğu Rumca bilmiyordu.5 Yani bu gruplar hem kendi dinlerine göre kilise kültürü, hem de Müslüman Osmanlı kent kültürü içinde yer alıyorlardı.

Osmanlı mı, D eğil mi? Bir Gayrim üslim Aydın Boğdan Voyvodası Kantemiroğlu (Dimitrie Cantemir, 1673-1723) çok öğretici bir örnektir.6 Kantemiroğlu 17. yüzyılın sonlarında O s­ manlı egemenliğindeki Boğdan’ı yöneten Voyvoda Constantin Cante­ mir’in oğluydu. On beş yaşındayken, babasının davranışlarının denetim altında tutulmasını sağlamak üzere bir tür rehine olarak İstanbul’a gö ­ türüldü. 1687’den 1691’e, daha sonra da 1693’ten 1710’da Boğdan voyvodalığına atanana kadar (kısa aralıklar dışında) sürekli İstanbul’da yaşadı. Ama sadece bir yıl voyvodalık yapabildi. Çünkü Büyük Petro ile Osmanlılar arasındaki savaş sırasında çarın tarafını tutmuş, Rus birlikle­ 3

Örneğin tarihçi Mustafa Naima (1655-1716); krş. Thomas (1972). Ayrıca krş. Barbir (1979-80).

4 5

Vartan Paşa’nın girişinde Tietze, yay. Andrcas Tictzc (1991), s. IX. De Planhol (1958), s. 111, 17. yüzyılda Antalya Rumlarının sadece Türkçe konuştuklarına dair Evliya Çelebi’nin tanıklığını da veriyor.

6

Kantemiroğlu’nun kimliğine ilişkin esas bilgi kaynağı 1734’te Kantemiroğlu’nun Osmanlı tarihinin İngilizce çevirisine eklenmiş olan biyografidir: Cantemir, Tindal çevirisi (1734), s. 455-460; Dutu ve Cernovodeanu’nun yaptığı seçkideki yeni baskısı (1973), s. 286-298.


rinin çekilmesiyle de Moskova’ya ve ardından St. Petersburg’a gitmişti. 1720’de çarın Kafkasya seferine katıldı, ama Astrahan’dan geri döndük­ ten kısa süre sonra, henüz elli yaşında bile değilken, Rusya’daki çiftli­ ğinde öldü. Kantemiroğlu İstanbul’da kaldığı sırada Osmanlıcayı ve özellikle Osmanlı musikisini öğrendi.7 Bunun yanı sıra mimarlıkla ilgilendi ve planlarını da kendisi hazırlayarak bazı kiliseler inşa ettirdi. Ama daha çok kitap yazmakla uğraştı; çeşitli dillerde yazdığı on kitabın çoğu he­ nüz yaşarken ya da ölümünden hemen sonra basıldı. Bunlardan, için­ de nota örneklerinin de yer aldığı ikisi Osmanlı müziği, üçü ise B oğ­ dan tarihi konusundaydı. Boğdan’ı anlattığı kitabını, 1714’te kendisi­ ni üyeliğe seçen ve Avrupa’da çok az tanınan bu ülke üzerine ondan tanıtıcı bilgi veren bir eser isteyen Berlin Bilimler Akademisi’nin sipa­ rişi üzerine yazmıştı.8 Kantemiroğlu’nun kitapları arasında en ünlüsü, Latince yazılmış, ama sadece İngilizce (bir süre sonra da Fransızca ve Almanca) çevirisi basılmış olan Osmanlı İmparatorluğu tarihiydi.9 Kantemiroğlu bu kita­ bı Rusya’ya gittikten sonra yazmıştı. Kitap, yaptığını sıradan bir ihanet ve bir vasalın beyinden kopması olarak görmek istemeyen Kantemiroğ­ lu’nun, davranışını bir ölçüde haklı göstermek amacını taşıyordu. Kan­ temiroğlu bunun için Osmanlı tarih yazımında da bilinen, ama orada çok daha başka bir anlamda kullanılan bir benzetmeye başvurmuştu: Kantemiroğlu’nun ileri sürdüğüne göre Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılın bitmesine doğru son büyük askeri zaferlerini kazanmıştı ve o zamandan beri de “ eğik bir ağaç dalı”nın üstünde duruyordu. Bu tür görüşler Müslüman yazarlar tarafından da 16. yüzyılın sonlarından iti­ baren sık sık belirtilmişti; ama onların amacı, akıllıca bir politikayla im­ paratorluğun çöküşünü olabildiğince ileri atmaktı. Oysa Kantemiroğlu Osmanlı devlet yönetiminin içine düştüğü sıkıntıları kendi politikası için uygun bir fırsat olarak görüyordu. Boğdan Voyvodası olarak O s­ manlı İmparatorluğu’ndan kopmakla kendi devletinin gelecekteki ba­ ğımsızlığım hazırlamaya çalışmıştı ve ona göre bu bağımsızlık o günkü 7 8 9

Kendisi de besteci olan Kantemiroğlu bu konuda iki kitap yazmıştır. Cantemir, yay. Dutu ve Cernovodeanu (1973), s. 12. Cantemir, Tindal çevirisi (1734) ve İngilizce çeviriyi temel alan 1745 tarihli Almanca versiyonu. Fransızcası ise 1743 tarihli.


politik ortam içinde yeniden somut bir olanak haline gelmişti.10 Bütün savunmalarda olduğu gibi bu açıklamayı da ihtiyatla karşılamak gerekir. Kantemiroğlu’nun taraf değiştirmesinin asıl nedeni, vergi konusunda sadrazamla aralarında çıkan bir anlaşmazlık gibi görünmektedir. Kantemiroğlu Osmanlı tarihini iki koldan ele almıştır. Ana metinde politik ve askeri olaylar padişahların hüküm sürdükleri yıllara göre sıra­ lanmış, Osmanlı vakayinamelerindeki şemayı aynen izlemiştir. Her pa­ dişahın hükümdarlık döneminin sonunda onun kişiliğinin değerlendi­ rildiği bir bölüm de yer almaktadır. Bu, Osmanlı vakayinamelerinde rastlanmayan, Avrupa örneklerinden esinlenilmiş bir tutumdur. Metnin önemli yerlerine, başkişilerin ağzından anlatılmış gibi verilen, ama as­ lında yazarın kendi uydurduğu konuşmaların eklenmesi de sonuçta Yu­ nan-Roma tarih yazıcılığı geleneğinin bir uzantısıdır. Kantemiroğlu ya­ şadığı dönemle ilgili kendi gözlemlerini de yazmıştır; buna hem O s­ manlı vakayinamelerinde, hem de Avrupa kroniklerinde rastlıyoruz. Dipnotlarda ülkeye ilişkin bilgiler verilmekte, özellikle o dönemin O s­ manlı politikasında söz sahibi kişilerden, ayrıca gelenek ve görenekler­ den, deyimlerden, coğrafi özelliklerden ve tarihsel belgelerden söz edil­ mektedir. Bu arada kitapta yer yer kent ve saray dedikoduları da eksik değildir.11 Kitapta, özellikle 17. yüzyıl sonu İstanbul’unun mimarisi ve topog­ rafyasına ilişkin pek çok bilgi ve bir de harita bulunmaktadır.12 Yazar sa­ dece başkentin bazı yapıları ile ilgili tarihsel bilgiler vermekle kalmamış, İstanbul folklorundan örnekler de sunmuştur. Örneğin Kantemiroğlu bütün Osmanlı camilerinin bir örnek minarelerinin olduğunu, ya da bir caminin bütün minarelerinin birbirine çok benzediğini belirtmektedir. Sadece Ayasofya bunun dışında kalmaktadır. İstanbullular, bu görkem li yapının eşsiz güzelliğinin göze çarpmasını sağlamak için padişahın minareleri mahsus farklı yaptırdığını söylemektedir.13 Bundan başka us10 Cantemir, yay. Dutu ve Cernovodcanu (1973), s. 13. Ayrıca krş. Fleischer (1986), s. 267 vd. 11 Bu notlardan pek çoğu 1973 tarihli seçki cildinde yeniden basıldı, ama burada esas tarihsel betimleme yer almıyor. 12 Cantemir, Tindal çevirisi (1734), s. l ’in karşısı. 13 Cantemir, yay. Dutu ve Cernovodcanu (1973), s. 130. Aslında dört minare bir­ birine benzer.


ra bir mimar olarak Kantemiroğlu İstanbul’daki kendi konaklarının ta­ rihiyle de ilgilenmiştir. Bunlardan biri Ortaköy’dedir ve onun ülkeyi terk etmesinden sonra padişahın kızlarından birine verilmiştir. Bugün bu konak artık ortada yok. Ama Kantemiroğlu’nun kitabının başına ek­ lenmiş haritada minicik bir vinyeti de yer alıyor (bkz. Resim 1, s. 311) ve biz ona bakarak bu yapının görünüşünü hiç değilse yaklaşık olarak gözümüzde canlandırabiliyoruz.14 Rus sarayında Kantemiroğlu’nun tarih kitabının önemli politik bilgi­ ler taşıyan bir el kitabı olarak görüldüğü anlaşılıyor; Büyük Petro’nun is­ teği üzerine “ hizmete özel” Rusça bir çevirisi hazırlanmış, ama yayım­ lanmamıştı. Kantemiroğlu’nun kendi durumu ise daha karışıktır. Kita­ bında hem Ortodoks Kilisesi’nin, hem de tebaası arasına girdiği ve yeni prenslik unvanını borçlu bulunduğu çarın tarafını tutuyor (bu İkincisi hakkındaki tutumu çok açık olmamakla birlikte yine de hissediliyor). Kantemiroğlu kitabındaki 1683-1699 Osmanlı-Avusturya Savaşı’na iliş­ kin bölümde de (ki bu savaşlar o yılların padişahlarına ayrılmış sayfaların neredeyse tümünü dolduruyor), gönlünün Avusturya imparatorundan yana olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlılarla Fransa arasında­ ki yakınlaşma nedeniyle de “ en Hıristiyan kral”la (XIV. Louis) onun diplomatlarını sık sık alaycı bir dille anmaktadır.15 Kantemiroğlu İslam dinini de büyük bir hasım olarak görmektedir.16 Bu açılardan bakıldı­ ğında, Kantemiroğlu ile o dönemde Osmanlı-Avusturya çatışmasına da­ ir yazı yazmış başka Avrupalı yazarlar arasında pek fark yoktur. Öte yandan Kantemiroğlu İstanbul’daki politik yaşamı çok yakından bilmekte ve Osmanlı devlet düzenine duyduğu hayranlığı sık sık dile getirmektedir. Ama bu hayranlık sadece Kanuni Sultan Süleyman’a ve bir ölçüde de Yavuz Sultan Selim’e beslediği yakınlıkla17 sınırlı kalma­ maktadır. Kendi yaşadığı ve kitabının başlığında çöküş dönemi diye an­ dığı yılların politik olaylarını anlatırken bile, birçok noktayı beğenerek 14 Çizimle harita aynı yaprakta bulunuyor. Kendi kent sarayı ile ilgili betimleme için krş. age, s. 122. 15 Cantemir, Tindal çevirisi (1734), s. 360. Yazar, s. 423-425’te Fransız elçisi Ferreol’ün diplomatik gaflarını oldukça çarpıcı anlatıyor. 16 İslamiyetten bir din olarak bahsetse de, sayısız sıfatlar kullanmaktan pek çekinmiyordu. 17 Cantemir, Tindal çevirisi (1734), s. 172-173 ve 217.

105


değerlendirmektedir. Örneğin yeni bir padişahın tahta çıkması nedeniy­ le askere dağıtılan cülus bahşişinden söz ederek bu âdetin askerleri bah­ şiş alabilmek için sık sık padişahı tahttan indirmeye yönelttiği savını tar­ tışmaktadır: Ona göre cülus bahşişinin Osmanlı Devleti’ni istikrarsızlı­ ğa sürükleyen bir yanı yoktur. Çünkü askerlerin kendisini her an taht­ tan indirebileceği düşüncesi, padişahı mutlak hükümranlığını istibdada dönüştürerek kötüye kullanmaktan caydırmaktadır.18 Kantemiroğlu, padişahın güvenini yitirmediği sürece neredeyse bir hükümdar gibi hareket edebilen sadrazamın gücünü de yine ayrıntıla­ rıyla anlatmıştır.19 Yazara göre bu güç, hükümdara, askerler ve tebaa­ nın hoş karşılamayacağı bir eylemin suçunu vezire yükleme olanağını vermektedir. Ama sahip olduğu bu güce rağmen sadrazam hükümda­ ra sadık kalmak zorundadır. Çünkü halk Osmanlı hanedanına saygı duymaktadır ve baştaki padişah hal edildiği takdirde tahta kendinin ge­ çeceğini umması olanaksızdır. Aynı biçimde, padişahın zor yoluyla tahttan indirilmesi ve yerine çoğunlukla genç ve deneyimsiz bir şehza­ denin geçirilmesi de sadrazama bir yarar sağlamamaktadır. Çünkü tah­ ta yeni çıkan padişah daha önceki efendisine sadık kalmayan bir veziri hemen azletmekte ya da öldürtmektedir. Bütün sorumluluğu görevde­ ki sadrazama yükleme olanağı, padişahın kamuoyunda duyulan huzur­ suzlukların çoğunu geçiştirebilmesini sağlamaktadır. Ama bu olanağı kullanamayan ya da kullanmakta geç kalan padişah da, tahtını kaybe­ debileceğini hesaba katmak zorundadır. 1703’te çıkan ayaklanmada hocası Şeyh Feyzullah’ı feda etmek istemeyen II. Mustafa bu durumu yaşamıştır. Günümüzün önemli bir Türk tarihçisi bir keresinde, Kantemiroğ­ lu’nun İstanbul’da bulunduğu dönemde Osmanlı aydınlarının Avrupa kültürünü tanımalarına aracılık ettiğini söylemişti.20 Gerçekten de Kan­ temiroğlu, kendisi de önemli bir edebiyatçı olan Sadrazam Rami Meh­ med Paşa’yla ve Osmanlı üst tabakasından tarihe ve sanata ilgi duyan da­ ha başka birçok kişiyle dosttu. Yaşamının son yıllarında, ilk karısının ölü­ münün ardından İstanbul’a ve Osmanlı kültürüne duyduğu hasret iyice artmış olmalıdır. Yaşamı boyunca çelişkilerle dolu bu insan, bundan 18 age, s. 351. 19 age, s. 354. 20 Sözü edilen Halil İnalcık: Cantemir, yay. Dutu ve Cernovodeanu (1973), s. 9.


sonra da Avrupa’da Osmanlı bakış açısını tanıtmaya çalışacaktır. Bu in­ sancıl yorum belki de Kantemiroğlu’nun serüvenine en denk düşenidir. Kantemiroğlu’nun yaşam öyküsünün nereye kadar bir benzeri olma­ dığı ve ne ölçüde tipik özellikler taşıdığı araştırmaya değer bir konudur. Özellikle de onun Osmanlı’yı terk edip, yeni güçlenmeye başlayan ve Osmanlılara düşman bir politik gücün tarafına geçmesinin, o dönemin kültürlü gayrimüslimleri açısından tipik bir davranış olup olmadığı so­ rusu ele alınmalıdır. Ama şu anki bilgilerimizle henüz bu soruyu yanıt­ lama olanağımız bulunmuyor. Osmanlı gayrimüslimlerinin entelektüel yaşamı çoğunlukla, ait oldukları ileri sürülen bir “millet” genelinde in­ celenmiştir; oysa gerçekte böyle bir milletin varlığından çoğu zaman, söz konusu kişilerin yaşadığı dönemden çok sonra söz edilebilir. Günü­ müz tarihçileri, Kirillos Lukaris ile kültürlü Yunan kilise adamlarının bir temsilcisi olarak ilgilenirler (krş. Bölüm 4). Kantemiroğlu’nun eserleri özellikle Rumen bilim adamları tarafından araştırılmıştır; Rumenler onun kitaplarını ve bestelerini kendi ulusal kültür miraslarının bir par­ çası olarak görmektedir.21 Bu tümüyle yanlış da değildir; çünkü Grek dili ve kültürel geleneği 17. yüzyıldaki bir Ortodoks din adamı için ger­ çekten çok önemliydi. Kantemiroğlu Boğdan tarihi konusundaki çalış­ malarıyla, voyvodalık unvanının mirasçısı olmasının sadece rastlantısal nedenlere dayanmadığını, kendisini gerçekten o ükenin bir insanı ola­ rak hissettiğini de kanıtlamıştır. Ama başka açıdan ulusal devletçi sınır­ lamaların entelektüel Osmanlı gayrimüslimlerinin şuuruna özel bir kat­ kısı olmamıştır. Çünkü bu tarz bir yaklaşımda onların yaşamlarındaki “ Osmanlı” bileşeni kaybolmaktadır. Ayrıca bu kişilerin kimliklerindeki Yunanlılık ya da Boğdanlılık aşırı tek yanlı vurgulandığında, onların kozmopolit Avrupalı yaklaşımlarının da hakkı verilmemiş olur. Bu ko­ nu üzerinde başlı başına bir kitap yazılabilir; biz burada soruna işaret etmekle yetiniyoruz.

Sınırlar ya da Bazı Osmanlıların Yabancı Diyarları N asıl G ördüğü Üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nun sakinleri bu toprakları “yaşayarak” ö ğ­ renirlerdi; imparatorluk, bir önceki bölümde yapılmaya çalışıldığı gibi,

21 Krş. Cantemir, yay. Dudu ve Cernovodeanu’daki (1973) bibliyografya.

107


birbiriyle örtüşen bir dizi bağlantı ağı olarak göz önüne getirilirse, po­ litik sınırının çoğu kez bu bağlantı ağlarının bittiği noktalarla aynı ol­ duğu görülür. Sadece tüccarların bağlantı ağlarının daha özel bir duru­ mu vardır, çünkü bu ağlar Tebriz, Viyana ya da Venedik gibi dış tica­ ret merkezlerini de içine almaktadır. 16. yüzyılın ikinci yarısından son­ raki dönemde sınırlar söz konusu olduğunda, Osmanlı ülkesinde yaşa­ yan birinin aklına herhalde ilk önce batıda Avusturya, doğuda da Safe­ vi İran gelirdi. Çünkü ne Mısır’ın güneyinde, ne Yemen’de ve ne de 17. yüzyılın sonlarına kadar Güney Rusya ve Ukrayna bozkırlarında Os­ manlı Devleti’nin karşısında düzenli herhangi bir büyük devlet vardı. 16. yüzyılın sonlarından kalan diplomatik metinlerden anlaşıldığına gö­ re, Rusya’nın bozkır bölgesine doğru yayılması da uzun süre öyle bü­ yük bir tehlike olarak görülmemişti.22 Buna karşılık Avusturya ve İran sınırlarında sık sık savaş çıkardı ve bu savaşlar sınır bölgelerindeki halk için ağır bir tehdit, daha içerlerdeki vilayetlerin halkı için ise bitmez tü­ kenmez mali bir yük oluştururdu. Savaş sadece askerlerle komutanların gözünde, bazen kazandıran bir piyangoydu. Çalışan ve vergi ödeyen halkın savaşı nasıl karşıladığına ilişkin bilgi edinebileceğimiz çok az belge var. Ama bazı kişilerin savaşın mali yü­ künden kaçmaya çalıştığını biliyoruz. Hangi loncanın “yamak” olarak hangi loncaya bağlanacağı konusunda loncalar arasında sık sık anlaş­ mazlık çıkardı. Çünkü yamak lonca, bağlı olduğu loncanın vergilerine katkıda bulunmak zorundaydı.23 Bazen loncalar orduyla birlikte giden ve askerlere gerekli malları sağlayan ustalar çıkarırlardı; bu da çeşitli loncalardaki ustalar arasında zaman zaman anlaşmazlıklara yol açardı. Böyle bir durumda kadıya çıkıldığında, örneğin vezirlerden ya da padi­ şahtan değil, rakip loncadan şikâyetçi olunurdu. Ama 1730’da farklı bir olay yaşandı: İstanbul’daki loncaların ustalarından, çıkılacak bir sefer için ön ödeme yapmaları istendi; oysa seferin ne zaman başlayacağı he­ nüz belli değildi. Hoşnutsuzluğun yol açtığı ayaklanma, padişahın tah­ tını, sadrazamın da başını kaybetmesiyle sonuçlandı.24 Bir sefere çıkıl­ madan önce loncaların gösterişli geçit alayları düzenlemesi 17. yüzyıl­ 2 2 Etiyopya için krş. Orhonlu (1974), Yemen için Yavuz (1984), Kuzey stepleri için İnalcık (1948). 23 Faroqhi (1986). 2 4 Aktepe (1958b).


da İstanbul’da sık sık rastlanan olaylardandı. Bu belki de padişahla lon­ ca lar arasındaki uyumu ortaya çıkarmaya ve doğabilecek hoşnutsuzluk­ ların önünü önceden almaya yarıyordu.25 Akıllı ve dil konusunda yetenekli (daha sonraları da tercümanlık ya­ pacak olan) genç bir subayın Avusturya sınırındaki yaşam ve resmen 1683’ten 1699’a kadar sürse de bitmek bilmeyen küçük sınır çatışma­ ları halinde uzayıp giden savaş konusundaki düşünceleri acaba neydi? Bunu, yayımcılarının Osman Ağa’nın Yaşamı ve Serüvenleri adını ver­ dikleri bir kitaptan öğreniyoruz.26 Kitabın yazarı Osman Ağa 1688’de çok genç yaştayken savaşta nasıl tutsak düştüğünü, kurtarmalık olarak istenen parayı nasıl bin bir güçlükle bir araya getirdiğini anlatıyor. Ama efendisi sözünde durmayıp onu azat etmiyor, Avusturya’nın içlerine doğru götürüyor. Osman Ağa daha sonra Schallenberg kontunun hiz­ metine giriyor, pastacılık öğreniyor, Viyana’da yaşıyor, İtalya ve Maca­ ristan’a yaptığı gezilerde konta eşlik ediyor. Sonunda 1699’da, Karlof­ ça Antlaşması’nın ardından Osmanlı topraklarına kaçmayı başarıyor. Kaçabilmek için subay üniforması giyiyor; iyi dil bilmesi de bu rolü inandırıcı oynamasında yardımcı oluyor. Tuna’dan aşağı yaptığı tehli­ keli yolculuk ve o günlerde henüz saptanmış yeni sınırı heyecanlı olay­ larla aşması da Osman Ağa’nın kaçış öyküsünde yer alıyor. Genç yaştaki Osman Ağa kendisini, başına tutsaklık, soyulma ve ka­ çırılma gibi türlü kötülükler gelmiş, bunlara karşı korunmamış bir insan olarak görüyor. Bu konuda devletin aldığı çeşitli önlemler çoğu kez bo­ şa çıkmıştır. Ama kendi durumuna ilişkin bu gerçekçi değerlendirme hiçbir zaman onun elini kolunu bağlamamıştır. Tersine, son hedefine ulaşmak, yurduna dönebilmek için sürekli fırsat kollamıştır.27 Kafasında hep bu hedef bulunan Osman Ağa, din değiştirmesi ve ya­ şam boyu kontun hizmetinde kalması için hanımının yaptığı bütün öne­ rileri geri çevriyor. Yurduna, yani Temeşvar kentine geri dönebilmek 25 Krş. Bölüm 9. 26 Osman Ağa, yay. R. Kreutel vc O. Spics (1954) vc (1962). Burada temel alınan 1962 baskısı. [Bu kitabın Türkçesi var: Temeşvarlı Osman Ağ a, Gavurların Esiri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971. İçinde açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, büyük olasılıkla dipnot 2 6 ’da sözü edilen ve 1954’te yayımlanmış olan Almanca çevirisinden çevrilmiştir, y.n.] 27 Krş. ag e, s. 107.

109


için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmiyor. Ama bu durum, serüven­ leri boyunca karşılaştığı insanlara değişik bir gözle bakmasına engel ol­ muyor. Düşmanlarının da insan olarak davrandıklarını kabul ediyor. Ya­ şadığı onca kötü deneyime karşın, kafasında bir düşmanlık ve kendini sa­ vunma düşüncesi yok. Sadece verdikleri sözü tutmayanları ve birliklerin­ den ayrılarak kendi başlarına adam öldürüp yağmacılık yapan askerleri suçluyor. Terk edilmiş topraklan, yarı harabeye dönmüş yerleşim bölge­ lerini kısa kısa notlar halinde anlattığı bölümler, savaşın dehşetini orta­ ya koyan, etkileyici belgeler.28 Hıristiyan ve Müslüman dünyalarını ayı­ ran sınır konusundaki deneyimleri Osman Ağa’nın eserinin temelini oluşturuyor. Yine de yurduna geri dönmesi, Avusturya’da yaşadığı de­ neyimlerin olabildiğince çabuk aklından çıkacağı anlamına gelmiyor. Osman Ağa yaşamı boyunca tercüman olarak çalışıyor, Alman tarihi ko­ nusunda bir kitap yazıyor ve olayların onu İstanbul’a sürüklemesinden sonra da yaşamını imparatorun elçisine tercümanlık ederek kazanıyor.29 Kendi deneyimleri konusundaki bu içten tutumu, 17. yüzyılın ikinci yarısında savaşta tutsak düşmesini ve sonrasını anlatan bir başka yazar­ da da görüyoruz. Sözünü ettiğimiz kişi, tutsak edildikten sonra bir Fransız soylusunun eline geçmiş olan Süleyman adındaki Mısırlı bir ye­ niçeri.30 Efendisi onu yanında Fransa’ya götürüyor ve yapı işlerini öğ­ renmesini sağlıyor. Fransa’daki kaleleri ve Louvre’u bir mimar gözüyle inceleyen Süleyman, geri dönüşünden sonra kaleme aldığı eserinde, kâ­ firlere yakınlık beslemekle suçlanacağını düşünerek deneyimlerini dik getirmekten ilk önce çekindiğini anlatıyor. Ama komutanlarının, böyle bir yanlış anlaşılmadan korkmasına gerek olmadığına dair güvence ver­ meleri üzerine, bildiklerini yazmaya karar verdiğini belirtiyor. Bu Mısırlı yeniçerinin yazdıklarının hiç olmazsa bir bölümünde, ede­ biyatta sık sık başvurulan bir tutumun, yazarın seyahatnameyi kendi toplumunu eleştirmek için bir araç olarak kullanmasının söz konusu ol­ duğu düşünülebilir. Bu, 17. ve 18. yüzyıl Avrupa edebiyatında da çok sevilen bir tutumdur.31 Evliya Çelebi’nin bu yola başvurduğu konusun­ 28 29 30 31

age, s. 35 vd. age, s. 13. Kafadar (1989), s. 132. Montesquieu (yeni basım 1986) ve Defoe (yeni basım 1975) tarafından da kullanılıyordu.


da çok kesin kanıtlar bile gösterilebilir. Örneğin ünlü seyyah Sakız ada­ sına ve Viyana’ya yaptığı gezilerle ilgili yazdıklarında, kâfirlerin kilisele­ rine ve kütüphanelerine nasıl özen gösterdiklerini anlatarak, Müslü­ manların da böyle davranmalarının iyi olacağı yorumunu yapmakta­ dır.32 Buda’dan Viyana’ya giderken yolda gördüğünü söylediği ve bü­ yük olasılıkla çoğu kendi düş gücünün ürünü olan yeni kurulmuş kent­ lerle ilgili bilgileri herhalde sadece yazdıklarını daha ilginç hale getir­ mek için anlatmamıştır. Bir amacının da, kendi insanlarının “ çalışkan kâfir” motifini gözlerinde canlandırabilmelerini ve örnek almalarını sağlamak olduğu açıktır. Evliya Çelebi’nin Seyahatname'sindeki Viyana bölümü ayrıca, hele imparatorun yolladığı elçilerle birlikte İstanbul’a giden pek çok yazarın anlattıklarıyla karşılaştırıldığında, Osmanlıların sınır bölgeleriyle ilişkili deneyimleri konusunda da pek çok bilgi ortaya koymaktadır.33 Kendi hükümdarlarının saygınlığını, törenlerin ayrıntıları üzerinde inatçı pa­ zarlıklar yaparak koruma çabalarına gelince, İstanbul’daki Avusturya ya da Fransız elçilerinin yazdıklarında da benzer şeyler bulunmaktadır. Ev­ liya Çelebi bu tartışmaları belirli bir mizah havasında anlatır: Yazdığına göre, Osmanlı elçisi yanında getirdiği armağanları Viyana sarayına su­ narken bir yandan da mehter marşları çalınmasını sırf AvusturyalIlar is­ ledi diye reddetmiş. Oysa onlar bu isteklerini belirtmeden önce tören sı­ rasında mehterin çalmasını kendisi söylemişmiş.34 Ama bunu bir yana bırakacak olursak, Evliya’nın anlattıkları iki koldan ilerlemektedir: Bir yandan 1529’daki Viyana kuşatmasıyla ilgili anılar uzun uzun anlatılır, Kanuni’nin yarı efsanevi komutanlarından Voyvoda Kasım’ın serüvenle­ ri ile adı bilinmeyen bir Çerkez askerin kahramanlıkları ve ölümü tekrar tekrar karşımıza çıkar.35 Bu kahramanlık hikâyeleriyle kentin gelecekte Osmanlılar tarafından fethedileceği umudu belirtilmektedir. Evliya’nın,

32 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), c. 9, s. 123 ve Evliya Çelebi, Kreutel çevirisi (1957), s. 109. 33 Krş. Evliya Çelebi, Kreutel çevirisi (1957) ile Schweigger, yay. Stein (1986), Busbecq, von den Steinen çevirisi (1926) ya da Dernschwam, yay. Babinger (1923). 34 Evliya Çelebi, Kreutel çevirisi (1957), s. 144-145. 35 age, s. 78. Ayrıca krş. Erich Prokosch ve Karl Teply tarafından gözden geçirilen yeni basım: Evliya, yay. Kreutel, Prokosch ve Teply (1987).


ara sıra huzuruna çıktığı Avusturya imparatorunu insan olarak kabul edi­ lemeyecek bir çirkinlik örneği olarak tasvir etmesi de bu umutlara uy­ maktadır; bununla birlikte Habsburg hanedanı mensuplarının birçoğu­ nun fizyonomisinin o dönemde Avrupa’da geçerli güzellik ölçütlerine pek uymadığı da bir gerçektir.36 Ancak Evliya, Osmanlıların Viyana’yı fethedeceği umudunu ortaya koyarken yine de bazı çekinceler belirt­ mektedir, çünkü bu imparatorluk kentindeki hayranlık duyduğu yapıla­ rın bir savaş sırasında harap olmaktan kurtulamayacağını bilmektedir. Evliya Çelebi, özellikle de sarayı ve Aziz Stefan Katedrali’ni tasvir et­ tiği bölümde yapıların ve süslemelerin güzelliğini anlata anlata bitire­ mez. Ama İstanbul’daki kiliselerde görmediği özellikleri anlamakta zor­ luk çekmekte, örneğin katedralin kaburgalı tonozlarını kubbe sanmak­ tadır. Yapıları, bahçeleri, tabloları kâfirlerin olumlu yönleri olarak gör­ düğü gibi, Viyanalı doktorların ve cerrahların ustalığını da beğenir, ara­ da onlarla ilgili hikâyeler anlatır.37 Tüccarlar için de övgü dolu sözler sıralar; kadınlarla erkeklerin herkesin içinde birbirleriyle ilgilenmelerini eleştirir, hemen ardından ortada pek çok güzel insanın bulunduğu özü­ rünü ileri sürer. Bütün bu olumlu özelliklerin yanında dini farklılık sorunu çok ender söz konusu edilmektedir. Sanatçı, bilgin ve zanaatkârların kâfir olması­ nın, Evliya’nın gözünde Viyanalıların sanat ve ustalıklarına verdiği de­ ğeri azalttığı hakkında hiçbir ifade yoktur. Avrupalı seyyahların Osman­ lı İmparatorluğu’nu anlattıkları kitaplarında sık sık karşılaşılan bir gö ­ rüş, “ sınırın öte yanı” ndaki insanların “yanlış” dinden oldukları için de­ ğerli hiçbir şey yaratamayacakları görüşü, Evliya Çelebi’ye tümüyle ya­ bancıdır.38 Evliya’nın gözünde de Viyanalılar “yanlış” dindendir, ama bu yüzden onları hiç de barbar olarak görmez. Evliya Çelebi’nin çeşitli alanlardaki ustalıklarıyla bu kâfirleri Osman­ lı Devleti’nin geleceğine potansiyel bir katkı olarak gördüğü ve bu açı­ dan baktığında onlarla ilişkileri ilerletmenin yararlı olduğunu düşündü­ ğü söylenebilir. Zaten Evliya da sanatçı bir aileden gelmektedir, babası sarayın kuyumcusu olmuş, kendisi ise gençliğinde müzik eğitimi gör3 6 age, s. 160 vd. ve H üttl (1976), s. 135. 3 7 age, s. 126 vd. 38 Hümanistler açısından, pek çok Osmanlı’nın Yunan-Roma antikçağına görece ilgisiz kalması bir eleştiri nedeni olabiliyordu, krş. Busbecq, von Steinen çevirisi (1926).


müştür. Sadece bu nedenler bile, onun gördüğü yapılardan, resimler­ den, hatta Viyana’daki konserlerde dinlediği müzikten etkilendiğini dü­ şünmemiz için yeterlidir.39 Ama bütün bunların ötesinde Evliya’nın “ kentli” kimliği de Viyana’yı genelde olumlu değerlendirmesinde rol oynamıştır. Bizim bugün kültür olarak adlandırdığımız şeyi, seyyahımı­ zın kent olgusu dışında düşünmesi olanaksızdır. Viyanalılar kentlerine olan sevgilerini ona özen göstererek, görkemli yapılarla donatarak ve temiz tutarak kanıtlamaktaydılar; bu yüzden de Evliya’nın sempatisini kazanmışlardı.

Yabancıların Osmanlı K ültür Çevresine Girişi Osmanlı Devleti’nin gerek Avusturya, gerekse İran sınırında kültürel anlamda iki tarafa da ait olmayan bir bölge vardı ve buradan iki yöne doğru da sık sık geçişler yaşanıyordu. 16. yüzyıldaki Osmanlı-Safevi ça­ tışması sırasında İranlı Sünni ulemadan ülkeye gelenler olmuş ve bun­ lardan bazıları Osmanlı yönetiminde önemli yerlere yükselmeyi başar­ mıştı. Örneğin ileriki yıllarda İran tahtına oturacak olan II. İsmail’in es­ ki hocası Mirza Mahdum 1586’da İstanbul kadılığı payesini elde etmiş­ ti; öldüğünde de Mekke kadısıydı.40 Osmanlıların 16. yüzyılın ikinci ya­ rısında, kısa ya da uzun sürelerle Kafkasya’nın ve Batı İran’ın belirli böl­ gelerini egemenlikleri altına aldıkları dönemde ülkeye gelen Farsça ko­ nuşan göçmenlerin sayısı özellikle çoğalmıştı. Osmanlı bürokrasisi için­ de o günlerde iki fraksiyon oluşmuştu; Balkanlar’daki çeşitli etnik top­ luluklardan devşirilip saraya girmiş olan “ Rumelililer” in karşısında İran’dan göç edenler yer alıyordu.41 Bu potansiyel rakiplerin ortaya çık­ masına pek de iyi bir gözle bakmayan tarihçi Mustafa Âli, sarayın ya­ bancıları kullanırken son derece seçici davranması gerektiği düşüncesin­ deydi. İranlı askerlerin ve bürokratların Osmanlı devlet aygıtına girme­ sini, kapıkullarının işbirliği ve özellikle de padişaha bağlılıkları açısından potansiyel bir tehlike olarak görüyordu.42 Osmanlı-Avusturya sınırında koşullar daha farklıydı. Osmanlıların o yörede aldıkları tutsaklar Müslüman değildi. Bu yüzden İranlıların ter­ 39 40 41 42

Evliya Çelebi, Kreutel çevirisi, s. 114. Faroqhi (1994), s. 1 5 2 1 5 3 . Kunt (1974). Fleischer (1986), s. 154-159.

113


sine, köle yapılabiliyor ve hizmetkâr olarak evlerde ya da işçi olarak İs­ tanbul yakınlarındaki büyük padişah vakıflarına ait çiftliklerde çalıştırı­ labiliyorlardı. Başarıyla dönülen seferlerden sonra bu kölelerin sayısı ar­ tıyor, dolayısıyla fiyatları ucuzluyordu. 16. yüzyılın ortalarında Osman­ lı topraklarında birlikte yaptıkları gezide Busbecq ve Dernschwam böy­ le pek çok köleye rastlamışlardı.43 Akrabaları tarafından kurtarmalık ödenerek serbest bırakılması sağlanamayan bir tutsağın Osmanlı top­ raklarından çıkabilme şansı hiç de yüksek değildi. Bazıları kaçmayı de­ niyordu; ama yakalanma riski oldukça fazlaydı, çünkü Anadolu’da pek çok vilayette kaçan kölelerin ve kaybolan hayvanların yakalanmasından sorumlu özel devlet görevlileri bulunmaktaydı. Bu iş için ödenen ücret oldukça fazlaydı ve bu, ilgili görevliyi kuşkulandığı kimseleri kimlikleri­ ni saptamak üzere gözaltına almaya yöneltiyordu. Azat edilen kölelerin eline, böyle bir durumla karşılaşmamaları için azat edildiklerini göste­ ren bir ıtıkname verilirdi. Bazen konsoloslar ya da elçiler Avrupalı kö­ leleri satın alırlar ve geri dönüşlerinde yanlarında götürürlerdi. Ama bu, sorun yaratabilirdi; çünkü Osmanlı makamları Müslüman ya da en azın­ dan ilerde Müslüman olabilecek iş gücünün yurtdışına çıkışını engelle­ meye çalışırlardı. 1587 tarihli bir fermanda Atina’daki bir kadınlar ma­ nastırının rahibelerinin bazı cariyeleri sakladıkları ve onların kaçmasına yardım ettikleri belirtilerek yerel makamların bunu engellemesi emre­ dilmektedir.44 Bundan başka bazı tutsakların da, uzun bir ayrılıktan sonra ailelerinin kendilerini iyi karşılayacağı umudunu beslemesi pek düşünülemezdi. Geçen zaman içinde miraslar paylaşılmış, eşler ya da nişanlılar kocalarının öldüğünü varsayarak çoktan bir başkasıyla evlen­ miş olabilirdi. Bu yüzden pek çok kölenin, içinde bulunduğu durumu kabullenerek kendine olabildiği kadar yaşanabilecek bir dünya kurduğu düşünülebi­ lir. Bunun için de sahibinin güvenini kazanması ya da bunu başaramaz­ sa, onu kendisini daha ılımlı olacağını umduğu bir başka efendiye sat4 3 Dernschwam, yay. Babinger (1923), s. 121. 4 4 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri no. 48, s. 121, no. 322, Ağustos 1587. Büyük bir olasılıkla burada söz konusu olan St. Philothci Manastırı’dır. Bu manastır kurtarılmış ya da firar etmiş kadın kölelerin sığınma yeri olarak ünlenmiş -ya da Osmanlılara göre adı kötüye çıkmıştı: Mackenzie (1992), s. 46-47. Osmanlıca metinde kurucu kadının adı Rusula olarak geçiyor.

114


maya razı etmesi gerekirdi.45 Böyle bir efendinin, bir süre yararlandık­ tan sonra kölesini özel bir hizmete karşılık olarak ya da hayırlı bir iş yap­ mış olmak için azat etmesine sık sık rastlanırdı.46 15. ve 16. yüzyıllarda Bursa’da dokumacıların ve kumaş tüccarlarının kölelerine, belirli bir miktar kumaşı dokuyup tamamladıkları zaman onları azat etme sözü verdikleri çok görülmüştür.47 Tanıklar önünde verilmiş böyle bir söz bağlayıcı olurdu ve efendi bu sözünü cam isteyince geri alamazdı. Ba­ zıları da kölelerine, kendileri ölünce özgür olacakları sözü verirlerdi ki, bu da bağlayıcı bir sözdü. Efendisinden bir çocuk doğuran bir cariye, efendisi çocuğu kendi nüfusuna geçirmişse, şeriata göre onun ölümü üzerine hemen özgür olurdu. Kısacası pek çok köle için kölelik, yaşam­ larının ancak belirli bir bölümü anlamına geliyordu; bir kölenin çocu­ ğunun bütün yaşamı boyunca köle kaldığı çok görülen bir şey olmasa gerektir. Bununla birlikte kölelerin kaderleri yine de esas olarak efendi­ lerinin huyuna ve niyetine bağlıydı. 1604-1609 arasında çeşitli tüccar­ ların ve askerlerin kölesi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda gezmedik yer bırakmayan Nürnbergli paralı asker Hans Wild, en sonunda Mısırlı bir yeniçeri komutanına satıldığını, bu kişinin -öbür efendilerinden farklı olarak- kendisine iyi davrandığını, para kazanma olanağı verdiği­ ni ve bir yıl sonra da azat ettiğini anlatmaktadır.48

Kültürler Arasındaki İnsanlar: Denizciler ve Korsanlar Köleyken azat edilmiş bu gibi insanlar kuşkusuz yaşamları boyunca iki kültür arasında kalmışlardı. Ama elimizde, bu durumun onları nasıl etkilediğini gösterecek fazla belge yok. Birden fazla kültüre aidiyetle il­ gili daha iyi belgelenmiş örnekler gemiciler ve korsanlardır. Bu kişilerin dünya görüşleri, örneğin 17. yüzyıldan kalma zindancı-kaptan hikâye­ sinde ortaya konulmaktadır.49 Bu hikâyenin de kahramanı olan deniz leventleri, Hıristiyan, özellikle de Malta gemilerine saldırırlardı. Savaş­ 45 Wild, yay. Narcik vc T eply (1964) çeşidi yerlerde bu tür sorunlarla ilgili ayrıntılı bilgi veriyor. 46 Aynı yerde, s. 228-230 Wild nasıl azat edildiğini anlatıyor. 47 Sahillioğlu (1985). 48 Osmanlı köleciliğiyle ilgili genel bir bakış için krş. Sahillioğlu (1985). 49 Tietze (1942).


larda ele geçirilen gemilerin tayfalarından kendilerine katılan olursa bunda bir sakınca görmezlerdi. Yeni yoldaşları daha sonra Müslüman olmak isterlerse bunu da sevinçle karşılar ve kutlarlardı. Ama Müslü­ manlığı (henüz) seçmemiş olanlar da, eğer zindancı-kaptan hikâyesinin kahramanı gibi becerikliliklerini ve cesaretlerini kanıtlamışlarsa, büyük saygı görürlerdi. Korsanlar, Osmanlı Devleti de dahil bütün yerleşik güçler karşısında gayet dikkatli davranmaları gerektiğini bilirlerdi. Hikâyedeki korsan ge­ misinin reisi, Kıbrıs valisi onu pohpohlayıcı sözlerle huzuruna davet et­ tiğinde, bunun bir tuzak olduğunu düşünerek hemen oradan uzaklaş­ mıştı.50 Valinin böyle baskıcı bir politika uygularken, korsanların ey­ lemleri yüzünden yabancı devletlerle savaşa yol açabilecek karışıklıkla­ rın önüne geçmek gibi politik bir nedeni olduğu kuşkusuzdur. Ama kültürel yabancılığın söz konusu olduğu da unutulmamalıdır; hikâyede bir valinin “ terbiyesizlik yapan” oğlunu gönül rahatlığıyla korsanların yanına verdiği sahne de bunu ortaya koymaktadır.51 Zindancı-kaptan ve arkadaşları, sonuçta kendileriyle aynı çevrenin insanları olan Cezayirli ve Tunuslu korsanlarla uzun süre bir arada ka­ lamazlar. İstikrarsızlık, denizcilerin ve korsanların kültürel özelliklerin­ den birisi gibi görünmektedir. Bunu İspanyol ve Papalık engizisyonla­ rının arşivlerindeki sayısız tutanaktan da biliyoruz. Bu tutanaklar, kor­ san gemilerinde çalıştıktan sonra kendi istekleriyle ya da zorunlu olarak (yani tutsak düştükleri için) engizisyonun geçerli olduğu bölgeye geri dönmüş kişilerle ilgilidir. Engizisyonda yargılanmakta olan birinin, O s­ manlılar arasında yaşadığı sırada geçirdiği kültürel değişimi olabildiğin­ ce gizlemesi, kendisi için daha iyi oluyordu. Çünkü Hıristiyanlara karşı silah kullanmış olanlara (ki böyle bir durum ancak gönüllü bir seçim so­ nucu gerçekleşiyordu), gemilerde küreğe mahkûm edilmiş olanlardan çok daha acımasız davranılıyordu. Mahkeme, efendilerinin baskısıyla Müslüman olmuş tutsaklara da, önlerinde köle olarak pek başka bir se­ çeneğin bulunmadığını hesaba katarak yumuşak davranıyordu.52 Bu koşullar altında bile, söz konusu kişilerden pek çoğunun İslam dünyasına gönüllü olarak katıldıkları ve (bazı durumlarda) yine gönül­ 50 age, s. 176-178. 51 age, s. 190. 52 Bennasser ve Bennasser (1989), s. 309.


lü olarak yurtlarına geri döndükleri anlaşılmaktadır. 16. yüzyılın ikinci yarısıyla 17. yüzyılda “küçük insan”lar çevresinde kültürler arasındaki sınır, yüksek kültür çevresinde olduğundan çok daha yumuşaktı. Kuzey Afrika’da bulunmuş olan bazı İspanyol ve Kalabriyalı balıkçılar bu ger­ çeği fark etmişler ve iki taraf arasında rahatça hareket edebilmek için bundan yararlanmışlardı.53 Çok özel bir konumları olan deniz leventle­ ri, Akdeniz’deki Osmanlı ve Katolik kültürleri arasında bir geçiş öğesi niteliği taşıyorlardı ve İtalyanca ve Rumcadan alınmış sayısız deyim de içeren, kendilerine özgü bir jargon yaratmışlardı.54 Hem bir Osmanlı hikâyesi olan zindancı-kaptanda, hem de eski korsanlarla kürek mah­ kûmlarının İspanyol ve İtalyan engizisyonları önünde verdikleri ifade­ lerde, bu insanların yaşamı gayet canlı ortaya çıkmaktadır.

Sınırları Aşan “ O kum uşlar” Haklarında kısıtlı kaynaklara sahip olduğumuz balıkçı, köylü ve asker gibi insanların yanı sıra, kendi istekleriyle Osmanlı topraklarına gelme­ den ya da tutsak düştükten sonra İslam dinine geçip bu ülkede kalma­ dan önce, kendi ülkelerinde eğitim görmüş kişiler de vardı. Buna 17. yüzyıldan ünlü bir örnek Ali Ufkî’dir. Ali Ufkî 1610’da, o sıralar Lehis­ tan Krallığı’na ait olan Lvov kentinde Wojciech Bobowski adıyla dün­ yaya gelmişti.55 Latince ve İtalyanca kaleme aldığı yazılarında Albertus ya da Alberto Bobovius (bazen de Bobovio) adını kullandı. Onun soy­ lu bir Protestan Leh ailesinin çocuğu olduğu, savaşta Tatarlar tarafın­ dan tutsak edilip İstanbul’a götürüldüğü ve kısa bir süre sonra da sara­ ya alındığı sanılmaktadır. Yaşına bakılırsa Evliya Çelebi’nin öğrencile­ rinden biri olmalıdır; ama bilindiği kadarıyla Evliya onun adını hiç an­ mamıştır. Müslümanlığa geçmesinden sonraki adıyla Ali Ufkî, Evliya Çelebi gi­ bi Enderun’da yetişmiş, “ temel ders” olarak müziği seçmişti. Anlaşılan daha Lehistan’dayken köklü bir müzik eğitimi almıştı; çünkü sarayda müzik derslerine başladıktan kısa bir süre sonra, öğrendiği melodileri notaya geçirebiliyordu. Kendi anlattığına göre, unuttuklarını böylelikle

53 age, muhtelif bölümlerde. 54 age, s. 202-226. Ayrıca bkz. Kahane, Kahane ve Tietze (1958). 55 Yeni bir biyografi Behar (1990)’a giriş olarak konulmuştur.


rahatça hatırlayabiliyor ve yaşamını kolaylaştırıyordu.56 Çaldığı müzik aleti santurdu. Bir süre sonra, birlikte ders gördüğü öbür içoğlanları öğrendiklerini hatırlayamadıkları zaman ondan kendilerine “ özel ders” vermesini rica etmeye başlamışlardı; Ali Ufkî hanendebaşılığa yükseltil­ di. Sarayda içoğlanı ve sonra da musiki hocası olarak toplam on dokuz yıl hizmet etti. Bu süre içinde, 17. yüzyılın ilk yarısı boyunca Topkapı Sarayı’nda çalınıp söylenen yaklaşık üç yüz melodinin notalarını bir def­ terde topladı. Kendisi de ayrıca besteler yaptı.57 Ali Ufkî’nin hem İstanbul’un aydınlar çevresinden, hem de o dö­ nemde Osmanlı başkentinde yaşayan okumuş yabancılar arasından pek çok dostu vardı. Çeşitli bilim dallarıyla uğraşmış olan Osmanlı bilgini Hezarfen Hüseyin Efendi (yak. 1600 - 1691) ile birlikte çalıştı.58 Ali Ufkî, Binbir Gece M asalları'nı ilk kez bir Avrupa diline (Fransızcaya) çevirmiş olan Antoine Galland’ı da tanıyordu. Galland, Fransız aydın­ lanmacı Pierre Bayle’e Ali Ufkî’ye ilişkin bilgi vermiş, o da bu bilgileri kendi hazırladığı sözlüğe almıştı.59 Bildiğimiz kadarıyla Ali Ufkî kültür­ ler ve dinler arası kişiliğini yaşamı boyunca korudu. Osmanlıca şiirler yazdı, Topkapı Sarayı’ndaki yaşamı anlattığı eseri büyük ün kazandı; Mezmurlar’ın Osmanlıca çevirisini besteledi, Kitabı Mukaddes’i Os­ manlıcaya çevirdi. Bu son eser hâlâ kullanılmakta, Türkçe konuşan Hı­ ristiyanlar bugün, büyük ölçüde Ali Ufkî’nin çevirisine dayanan Kitabı Mukaddes’i okumaktadır.60 Osmanlılara katılan bir başka okumuş Avrupalı da, Erdel Prensli­ ği’ndeki Kolozsvár (bugünkü Kluj) kentinde doğan İbrahim Müteferri­ ka’ydı (yak. 1674-1745). Doğduğu kentteki bir Latin okulunda yetiştiği sanılmaktadır.61 Müteferrika, Osmanlı topraklarına geçmezden önce, giz­ li gizli Kutsal Üçleme (Teslis) inancına karşı çıkan yazılar okuduğunu an­ latmaktadır. Sözünü ettiği yazılar herhalde teslise karşı çıkan Üniteryen­ lerin eserleri olmalıdır. Erdel’in dolaylı olarak Osmanlı denetimi altında

56 57 58 59 60 61

Behar (1990), s. 11. age, s. 55 vd. age, s. 21. age, s. 9. age, s. 25 vd, 33. Krş. .EI2’deki “ İbrahim Müteferrika” maddesi (Niyazi Berkes) ve ayrıca Berkes (1962).


bulunduğu sürece Üniteryenler bu ülkede etkin olmuşlardı. Osmanlıla­ rın, Avrupa ülkelerinin çoğunda takibata uğrayan Üniteryenleri, Habs­ burglar’ın desteklediği karşı-reformcu Katolikler karşısında bir denge öğesi olarak gördükleri düşünülebilir. Ayrıca Kutsal Üçlemeyi kabul et­ meme gerçekten de Müslümanlarla Üniteryenlerin arasındaki ortak nok­ talardan biriydi. İbrahim Müteferrika’nın kendisi de (hâlâ yayımlanmamış olan) otobiyografisinde bunu açıkça ortaya koymuştur.62 Tersi kanıtlana­ na kadar bu varsayımın, onun Kalvenci bir savaş tutsağıyken Müslüman­ lığı seçtiği savından daha geçerli olduğunu kabul etmek gerekir. İbrahim’in Osmanlı dili ve kültürü konusundaki bilgisini nasıl elde ettiği gibi, Erdel’deyken adının ne olduğu da bilinmemektedir. A n a İs­ tanbul’a geldikten sonra Osmanlı bürokrasisi içinde hızla yükseldi. 1715’te Prens Eugen’le müzakerelerde bulunmak üzere Viyana’ya gönderildi. Daha sonra, Habsburglar’a karşı bir Osmanlı-Fransız ittifa­ kı oluşturmak ve Macaristan’ın bağımsızlığını sağlamak amacıyla 1717’de Osmanlı Devleti’ne gelen Rakóczi Ferenc’in yanına mihman­ dar olarak verildi. Bu görevdeyken, Osmanlı ordusunun Avrupa örnek alınarak modernleştirilmesini önerdiği askeri bir eser de yazdı.63 Ama İbrahim Müteferrika bizim konumuz bakımından bir diplomat ve bir askeri yazar olarak değil, bir bilgin ve Osmanlıca kitap basan ilk matbaanın kurucusu olarak önem taşımaktadır. İlk başlarda yazdığı bir eser dışında, dini tartışmalar içinde yer almamıştır. Konuyla ilgili fer­ manda da belirtildiği gibi, dini eserlerin yayımlanması, kurduğu matbaa­ nın çalışma sınırlarının açıkça dışında tutulmuştur. Bunun üzerine İbra­ him Müteferrika daha çok tarih ve coğrafya konusundaki eserlere yönel­ miştir. Naima’nın (1655-1716) ve Mehmed Raşid’in (ö. 1735) vakayi­ namelerini yayımlamıştır.64 Bu eserlerin çoğuna kendi yorumlarını da eklemiş, ayrıca özellikle harita yayımlamaya büyük önem vermiştir.

Kitap Basm adan Yana ve Kitap Basm aya Karşı Uzun süreden beri, Türk ve Avrupalı, son zamanlarda da Tunuslu bilimadamları arasında, Osmanlıca kitap basımının neden ancak 18. 6 2 Berkes görüşlerine temel olarak bunu almıştır. 63 Berkes (1962), s. 718. Ayrıca krş. Mikes (1978). 6 4 Bkz. E I2’deki “ Matbaa” maddesi (bölüm Günay Alpay Kut tarafından kaleme alınmıştır). Bu madde sorunun bütünü hakkında genel bir bakış sunuyor.


yüzyılda gerçekleşebildiği tartışılmaktadır. Bu durumu açıklamak için dini, estetik, siyasal-toplumsal ve ekonomik bir sürü neden ileri sürül­ mektedir. III. Murad’ın 1588’de çıkardığı fermandan sonra Avrupa’da Arap harfleriyle basılmış, dini konuları içermeyen kitapların getirilmesi ve bulundurulması yasak değildi.65 Ama Osmanlı okurlar genelde bası­ lı kitaplara fazla ilgi göstermiyorlardı. Örneğin İbn Sina’nın bir eserine yoğun bir talep olmuş, ama Avrupa’dakinden daha düşük bir fiyat öne­ rilmesine karşın basım yine de gerçekleştirilememişti.66 İstanbul’daki kitapseverlerin pek çoğu Avrupa’da kullanılan Arapça hurufatı beğenmiyordu. Bunun en başta gelen nedeni matbaacıların ço­ ğunlukla Kuzey Afrika ülkelerinde yaygın olan yazı türlerini örnek al­ malarıydı; İstanbullu aydınlar ise bu yazı türlerini benimsemedikleri gi­ bi fazla güzel de bulmuyorlardı. Ayrıca hat sanatının varlığını sürdürme kaygısı da önemli bir rol oynuyordu; çünkü bu sanat İslam ortaçağında çok yüksek bir düzeye ulaşmıştı ve yeniçağın başlarında da İstanbul’da hâlâ önemini koruyordu.67 Herhalde matbaada basılan çirkin metinle­ rin böyle değerli bir sanatı geriletmesine izin verilmemesi gerektiğini düşünen pek çok Osmanlı bilgini ve yazarı vardı.68 Bir başka sorun da, pek çok basılı metnin yanlışlar içermesinden kay­ naklanıyordu. Kitap satın alanlar karşılarında önce İslam klasiklerinin, yayıncıların dil konusundaki bilgisizlikleri sonucu yanlışlarla dolu Avru­ pa baskılarını bulmuşlardı. O dönemin okurları kuşkusuz yanlışlar içe­ ren yazmalar da görmüşlerdi; ama zaten kuşkuyla bakılan bir yenilik söz konusu olduğunda bu eksiklik özellikle göze batıyordu. Ayrıca matbaa bir kez kabul edilirse, bir gün gelip Kuran’ın da matbaada basılacağı düşüncesi de bütün bunlara ekleniyordu; gerçekten de bu düşünce 19. yüzyılın sonlarında gerçekleşti.69 Oysa Tanrı kelamı olan Kuran yüzyıl­ lardan beri büyük bir özenle kâğıda geçirilmekte ve bu işi yapmak dini bakımdan büyük bir sevap sayılmaktaydı. Dini açıdan bakıldığında da, bu kutsal metnin matbaada basılan hatalı bir ürün haline gelmesi kabul edilebilir bir şey değildi. Bunun da ötesinde, okuma yazma bilen Müs­ 65 66 67 68 69

Gdoura (1985), s. 89 vd. age, s. 97. age, s. 99 vd. Bazı çok güzel parçaların baskısı için krş. Atıl (1987), s. 64-73. Gdoura (1985), s. 104-106, matbaaya duyulan dini kuşkuları tartışıyor.


lümanlar Kuran’ın matbaada basılmaya başlamasıyla, önemli bir sevap işleme olanağını kaybedeceklerini hesaba katmak zorundaydılar. Çünkü yeterince basılı nüsha ortaya çıkınca, Kuran’ın elle yazılmasının bir an­ lamı kalmayacaktı. Bir başka sorun da, matbaanın İslam dünyasına Hıristiyanlardan ge­ len bir icat olmasından kaynaklanıyordu. Olaya bu açıdan bakmak, ör­ neğin silah üretme ya da denizcilik teknikleri gibi başka alanlar söz ko­ nusu olduğunda fazla önemli değildi. Böyle konularda, kâfirlere karşı savaşta başarılı olabilmek için onların buluşlarından yararlanmanın zo­ runlu olduğu gerekçesi geçerliydi. Kuşkusuz Osmanlı aydınlarının tü­ mü kültürel alışverişi sadece bu dar çerçeve içinde görmüyordu. Evliya Çelebi’nin Viyana ziyareti dolayısıyla org müziğinin güzelliğine değin­ mesi, onun org yapan ve çalan insanlara sanatçı olarak büyük değer ver­ diğini ve saygı gösterdiğini ortaya koymaktadır. Burada Evliya’nın ya­ rarlılığı ön plana aldığı söylenemez.70 Ayrıca Evliya orgun Osmanlı top­ raklarına getirilmesini de önermemişti. Kitabın matbaada basılmasının “ yabancılığı, aralarında Osmanlı Hıristiyanlarının da bulunduğu pek çok kişinin gözünde uzun süre bir sorun olarak kaldı. 1652’de bir Ciz­ vit misyoneri yazma risalelerle çalışmayı tercih ettiğini, çünkü basılı me­ tinlerin Osmanlı Hıristiyanları arasında bile daha baştan “frenk” dam­ gasını yediğini yazıyordu.71 Bunların da ötesinde, bütün ulema ve yazarların kitap okuyanların sayısının çok artmasına iyi bir şey gözüyle baktıkları da söylenemez. Başka sanayileşmemiş toplumlar gibi Osmanlılarda da bazı sorunların açıkça tartışılması, ancak az sayıda ve iyi öğrenim almış insanlar arasın­ da kalmak şartıyla hoşgörülebiliyordu. Zaman zaman iyice cesur tartış­ malara girişmekten çekinmeyen, öte yandan yöneticilerle ulemanın ço­ ğunun gözünde kuşkulu kişiler olan mutasavvıfları, birçok vakada taki­ bata uğramaktan kurtaran da bu anlayış olmuştu. Yine de, insanların en gizli inanış ve ibadetlerini dahi gözetlemeyi hedef edinmiş olan engizis­ yona benzer bir kurum yoktu. Küçük bir çevre içinde ortaya atılıp söz­ le ya da iyice şifreli biçimde yazıyla ifade edilen düşüncelere, kamu­ oyunda kızgınlık yaratmadıkça, resmi makamlar müdahale etmezdi. 70 Evliya, yaz. Kreutel vc Spies (1957), s. 114. 71 Gdoura (1985), s. 97.


Lady M ontagu’nün yazdıklarından, Osmanlı ricalinin de zaman zaman, böyle kültürlü beylerden ve bazen de hanımlardan oluşan “ kapalı” çev­ relerde, iyice liberal sayılabilecek düşünceler dile getirdiğini biliyoruz.72 Hatta bazı yazarların ve dervişlerin, bilgilerin çoğu, herkesin okuyabi­ leceği, aynı zamanda da sıkı bir sansürün uygulanabileceği basılı kitap­ lardan edinildiğinde, zaten kısıtlı olan kendi özgürlük alanlarının daha da daralacağından korkmuş oldukları düşünülebilir. Osmanlı bürokrasisi de en azından 17. yüzyılın ortalarına kadar, ba­ sılı kitapların yaygınlaşmasının bir huzursuzluk kaynağı olabileceği dü­ şüncesindeydi. Bunu, Kirillos Lukaris tarafından 1627’de İstanbul’da bastırılan Kalvenci risalelerin yol açtığı tepkilerden de görüyoruz.73 Belli ki, Ortodoks Hıristiyanların başka bir mezhebe geçme olasılığı te­ dirginlik yaratıyordu, çünkü büyük bir olasılıkla sadrazam ve danışman­ ları böyle bir inanç değişiminin ne gibi politik sonuçlara yol açacağının önceden kestirilemeyeceğine inanıyorlardı. Yine de, bütün bu düşünce­ lerin sonucunda kitap basımı konusunda ortaya çıkan kuşkuların bir an­ da oluşmadığını da belirtmek gerekir. 17. yüzyılın başlarında Kalvenci­ lerden başka Katolik Kilisesi de Ortodoksları kendi yanına çekmeye ça­ lışıyordu. Avrupa’da reform ve karşı-reform hareketlerinin yarattığı ger­ ginliklerin Otuz Yıl Savaşları’na yol açtığı bir dönemde Fransız elçi, Kalvenci etkilerin yayılmasının doğurabileceği sonuçları sadrazama bü­ tün açıklığıyla anlatmaya gayret ettiğini yazıyordu.74 Kısacası, basılı ki­ taba karşı çıkışın tek nedeninin matbaaya karşı duyulan hoşnutsuzluk olduğunu ileri sürebilmek olanağı yoktur. Kitap basmaya karşı beslenen düşmanlığı açıklayan bu politik ve dinikültürel gerçeklerin yanı sıra ekonomik bir neden de söz konusuydu. Binlerce insan yaşamını istinsahla, yani el yazısıyla kitap çoğaltarak sür­ dürüyordu. Marsigli bunların sayısının 17. yüzyılda İstanbul’da 90.000’i bulduğunu ileri sürerse de, bu sav iyice abartılıdır. Bundan başka, bir matbaa kurulmasının maliyeti oldukça yüksekti. İlk araçların Avrupa’dan ithal edilmesi gerekiyordu ve çok iyi usta olması gereken matbaacıların yetiştirilmesi de yine paraya bağlıydı. İbrahim Müteferrika’nın kurduğu matbaanın kendi yaşadığı dönemde zaman zaman çalışamaması ve ölü­ 7 2 Montagu, yay. Jack ve Desai (1993), s. 62-63. 73 Runciman (1968), s. 272-274. 7 4 Gdoura (1985), s. 90-91.


münden sonra da tümüyle kapanmış olması bu mali zorluklar nedeniy­ ledir. 18. yüzyılın sonlarındaki birkaç girişimin ardından esas sürekli matbaacılık 19. yüzyıl başlarında İstanbul’da başlamıştır.75

Açık D in ve K ültür Çatışm aları Buraya kadar hem İstanbul’daki seçkinler çevresi, hem de ülkenin çe­ şidi sınır bölgelerinde yaşayan “ sıradan” insanlar bağlamında kültürle­ rarası tartışmaları, geçişleri ve İslam-Hıristiyan kültürleri arasında şöyle ya da böyle başarılı olmuş etkileşimleri ele aldık. Din kültürlerinin ken­ dilerine sunduğu kavramlarla soruna yaklaşan o dönemin insanları, H ı­ ristiyan ve İslam dünyası arasındaki ilişkiyi kuşkusuz keskin bir karşıtl ık olarak yaşamışlardı. Ama daha önce de gördüğümüz gibi, 17. ve 18. yüzyıl OsmanlI’sının “ öteki taraf” ile doğrudan ilişkisi, bu soyut ilkele­ re dayanarak kafasında canlandırabileceğinden çoğu kez daha farklıydı. Bu yüzden, bazı çok şiddetli kültür çatışmalarının Hıristiyan-İslam dünyası karşıtlığıyla hiçbir ilgisinin olmadığını, tersine İslamın kendi iç karşıtlıklarından kaynaklandığını belirtmek gerek. 16. yüzyılın başlarına kadar Anadolu’da ve başka İslam ülkelerinde çileci bir yaşam tarzı sür­ düren dervişler vardı ve bu yaşam tarzı aynı zamanda sıradan kentlileri, özellikle de ulemayı kışkırtma amacını taşıyordu. İçlerinden pek azı gö­ rüşlerini yazılı olarak dile getirse de, bu çilecilerin gözünde “toplumda kabul görmüş” din adamlarının dindarlığı dünyevi bir gösterişten başka birşey değildi.76 “ Gerçek” çileci kendisini, bedensel ölümden önce ya­ şamı terk etmiş bir kişi olarak görüyordu. Dilenmek ya da hiç değilse ça­ lışmamak, ıssız yerlerde ya da mezarlıklarda inzivaya çekilmek bu din­ darlık biçiminin gerekleriydi. Osmanlı egemenliğinin ilk yüzyıllarında padişahlar bu çilecilere hoşgörü göstermiş, hatta bazen onları koruma­ ları altına almışlardı. Ama Şii Safevilere karşı savaşın başlamasıyla (1514), Osmanlı padişahları kendilerini gittikçe daha fazla, ulemanın temsil ettiği Sünniliğin savunucusu olarak tanımlamaya başladılar. Böy­ lelikle şeriata ve kent toplumunun âdetlerine uyum göstermeyen derviş­ ler, üstelik çoğunun Şii olmamasına karşın, acımasız bir baskının hede­ fi haline geldiler. Zaman içinde sadece kabul gören bir tarikata sığınan­ 75 age, s. 115, 230 vd. Ayrıca krş. İbrahim Müteferrika’nın matbaa için yazdığı kılavuz, s. 113 vd. 76 Karamustafa (1994).


lar takibattan kurtulabildi; birçoğu için bu sığınak Bektaşi tarikatıydı.77 Bazı araştırmacıların “ toplum düşmanı” saydığı dervişlerin bu taki­ bata karşı nasıl bir tavır aldığı bilgimiz dışında. Ama daha başkalarının bu çatışmada sessiz kalmayıp atak bir tutum takındığını biliyoruz. Bu tavır en etkileyici biçimde Pir Sultan Abdal’a atfedilen şiirlerde ortaya çıkmaktadır. Pir Sultan hakkında bildiklerimiz, kendi adını andığı bazı şiirlerden öğrenebildiklerimizle sınırlıdır. Elimizde bir de şairin kızla­ rından birinin ağzından yazılmış bir ağıt var.78 Pir Sultan Abdal kendi­ ni İran Şahı’na yürekten bağlı bir mürit olarak tanımlar; şah onun gö ­ zünde dini bir figürdür ve ne pahasına olursa olsun ondan vazgeçmez. “ Kanlı Sivas” a, Osmanlı valisi Hızır Paşa’nın huzuruna getirilen Pir Sultan bu bağlılığından vazgeçmeyi reddeder. Bir de efsane vardır: Pir Sultan’a içinde şah sözü geçmeyen üç şiir okuması koşuluyla affedilece­ ğini söylerler.79 O bu öneriyi kabul eder ve her dörtlüğünde şahı andı­ ğı üç şiir okur. Bunun üzerine ölüme mahkûm edilirse de, karan sükû­ netle, hatta sevinçle kabul eder. Bu hikâyenin tarihsel gerçeklere uyması için 16. yüzyılda geçmiş ol­ ması gerekiyor. Ama uydurma gözüyle baksak bile, günümüze kadar ulaşabilmiş olması, Osmanlı eliti ile muhalif Kızılbaşlar arasında derin bir kültür çatışmasının varlığını kanıtlamaktadır. Burada din çatışması­ nın yanı sıra, İslamın savunucusu değil de, tam tersine dünyevi gücün temsilcisi olmakla eleştirilen ve dindarların boyun eğmemesi istenen Osmanlı padişahına karşı politik bir meydan okuma da söz konusudur. Bu tavır, daha sonra Sivas’ta asılan Pir Sultan’ın bazı türkülerinin, 1960’lar ve 1970’lerin sol görüşlü öğrenci hareketleri sırasında neden o kadar çok sevilip söylendiğini de açıklar.

Kentliler, Göçebeler ve Yerleşikler Bugün artık Alevi diye anılan Kızılbaşların, Osmanlı üst tabakasınca dışlanması sadece inançlarından ötürü değildi. 16. yüzyıldaki kanlı ta­ kibata asıl yol açan, kuşkusuz Kızılbaşların Osmanlı padişahının baş düşmanı İran Şahı’na politik bağlılıklarıydı. Ama buna Kızılbaşların (Amasya, Tokat ve Sivas gibi orta büyüklükteki kentlerde oturanları da 77 Köprülü (1935). 78 Pir Sultan Abdal, yay. Gölpınarlı ve Boratav (yeni basım 1991), s. 50-51. 79 age, s. 42-45. 17. yüzyıldaki tarih belirtimiyle ilgili olarak krş. Jansky (1964).


bulunmakla birlikte), asıl çoğunluğunun köylü ve göçebe olduğunu ek­ lemeyi, tabii unutmamak gerekir. Özellikle göçebeler Osmanlı İmpara­ torluğu’nda sistemli bir biçimde politik güçten uzak tutulmuşlardı. Ata binip silah kullanabilmelerine rağmen, 16. yüzyıldan sonra savaşa nadi­ ren muharip olarak götürülmüşlerdi; herhalde padişahlar onların, sava­ şın sonucunu etkileyecek bir anda düşman tarafına geçmelerinden en­ dişe duyuyorlardı ve böyle bir tehlike asıl Safevilerle yapılan savaşlarda söz konusu olabilirdi. Alevilerin böyle soyutlanması, çoğu Osmanlı üst tabakası mensuplarının da göçebe ileri gelenleri ve eşraf aileleriyle pek ilişki kuramaması sonucunu doğurmuş olmalıdır. Bir istisna yine Evliya Çelebi’dir. Evliya bir süre Bitlis’teki Kürt beyinin sarayında kalmıştır.80 Evliya, başkentli okurlarının tümüyle yabancısı oldukları bu çevreyi ayrıntılarıyla hikâye etme fırsatını kaçırmamıştır. Ama hacca gittiği sıra­ da (1671-72) karşılaştığı Bedevilere karşı hiç de aynı yakınlığı besleme­ miştir. Çünkü Bedeviler merkezi yönetimin Lehistan’la savaş halinde olduğu karışık bir dönemde, üstelik Osmanlı yönetiminin onlara dü­ zenli yardımda bulunmasına karşın, hacılardan koruma parası sızdırma­ ya çalışmışlardır. Bu yüzden Evliya Çelebi Bedevilere pek de dostça ol­ mayan adlar yakıştırmış ve kervan komutanının Medine’de bazı Bedevi reislerini nasıl astırdığını keyifle anlatmıştır.81 Şurası açıktır ki, hacıları soyan Bedeviler Osmanlı Müslümanlarının çoğunun gözünde Müslü­ man bile sayılmıyordu. Bedevilerin bu tür kazançların hakları olduğu­ nu düşünmeleri, bu bağlamda önem taşımıyordu.

Sınırları Aşan Kadınlar Bu ve bir önceki bölümde ele alman bağlantı ağlarına ve sınırlara göz atıldığında, kadınların her şeyden soyutlanmış yaşadıkları, bağlantı ağ­ larıyla bir ilişkilerinin bulunmadığı ve hiçbir zaman sınır ötesine geçme­ dikleri izlenimi edinilebilir. Bu tabii ki doğru değildir. Ama kadınların ilişkili olduğu haber ağlarından geriye çok daha az iz kalmıştır. Biz yi­ ne de bir sonraki bölümde kadınların toplumsal ilişkileri ve kültürel et­ kinlikleri konusunda bazı bilgiler vereceğiz; hiç olmazsa İstanbul yük­ sek tabakasının kadınları üzerine söyleyebileceğimiz bazı şeyler var. O s­ manlı topraklarına isteyerek ya da istemeyerek gelen ve bir süre sonra 80 Evliya Çelebi, yay. Dankoff (1990). 81 Faroqhi (1990), s. 89-95.


yine aynı biçimde buradan ayrılan insanlar arasında da kadınlar vardı. Kantemiroğlu Rusların tarafına geçerken ailesini de birlikte götürmüş­ tü. Karısı ve on altı yaşındaki kızı bu iklim ve kültür değişikliğine daya­ namamış, kısa bir süre sonra ölmüşlerdi.82 Osmanlıların savaşta aldığı tutsaklar arasında da kadınlar vardı ve bunların çoğu yaşamlarının geri kalanını Osmanlı kültür ortamında geçirmişlerdi. Ya bir efendinin evin­ de hizmetkârlık etmişler ya da yüksek tabakadan bir hanıma satılmışlar­ dı. (Bu fark önemliydi, çünkü bir Osmanlı kadınının cariyesine kocası el süremezdi.) Efendilerinin eski cariyelerinin geleceğini, vasiyetname­ lerinde onlara yer vererek ya da kurdukları bir vakıftan gelir sağlayarak güvenceye almaları, bu insanların zamanla aileden sayılmalarının gös­ tergesidir. Bir efendinin cariyesini azat edip onunla evlenmesi de az rastlanan olaylardan değildi.83 Cariyelikten gelip saygın bir konuma yükselen kadınlara en çok sa­ rayda rastlanırdı. Yaşamının büyük bir bölümünü önce içoğlanı olarak, daha sonra da donanmada üst düzeyde bir görev yaparak Osmanlıların arasında geçiren İspanyol soylusu Gutierre Pantoja saraydan ayrılırken âdet olduğu üzere eski bir cariyeyle evlendirilmişti (krş. Bölüm 6). Onunla ilgili verdiği tek bilgi Alime adında bir Rus kadını olduğuydu; Hıristiyanken taşıdığı adı bile belirtmemişti. Pantoja’nın engizisyon önünde kendi yaşamı hakkında ifade verdiği sırada ise bu kadın çoktan ölmüştü.84 Ama sarayda daha şanslı başka cariyeler de olmuştu. Örne­ ğin Kanuni’nin kadını olup nikâh kıydırtmayı bile başaran Hurrem Sul­ tan da Rusya’dan gelmiş bir cariyeydi.85 Bazı kadınlar bu tür bir başarı öyküsünü açıkça anlatmaktan kaçınmazlardı. Üst düzey bir devlet ada­ mının karısı olan Fatma, Lady M ontagu’yle arkadaşlık ederken, yaban­ cı bir cariye olan annesinin geçmişinden söz edilmesinden hiçbir rahat­ sızlık duymadığını söylemişti.86 Tabii Avrupalı soylu ailelerin, özellikle de Habsburglar’ın hizmetin­ de bulunmuş olan Osmanlı kadınları da vardı. Arşivlerden bu kadınla­ 82 Cantemir, yay. Tindal (1734), s. 457-458. 83 Montagu, yay. Jack vc D esai (1993), s. 136; Ayrıca bkz. Bennasser ve Bennasser (1989), s. 289-307. 8 4 Bennasser ve Bennasser (1989), s. 133. 85 Uluçay (1980), s. 34. 86 Montagu, yay. Jack vc Desai (1993), s. 119.


rın yaşamlarına ilişkin izler aramak ilginç olabilir; bugüne kadar böyle bir araştırma yapılmamıştır. Ama Temeşvarlı Osman Ağa’nın anlattıkla­ rından bu tür kadınların bazen kendi başlarının çaresine baktığını bili­ yoruz. Örneğin tehlikelerle dolu kaçışı sırasında Osman Ağa’nın yanın­ da iki de kadın bulunuyordu.87 Engizisyon mahkemelerinin kayıtların­ da da zaman zaman, Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristiyan krallıklar arasındaki sınırları şu ya da bu yana doğru aşmış olan kadınlardan söz edilmiştir. Sınır boylarındaki kadınlar sorunu bugüne kadar çözülme­ mişse de, kuşkusuz ilerde bu konuda bir sonuca ulaşılacaktır.88

87 Osman Ağa, çev. Kreutel ve Spies (1962), s. 147-148. 88 Ayrıca krş. Bennasser ve Bennasser (1989), s. 288-307.


ALTINCI BÖLÜM KADIN KÜLTÜRÜ Avrupa tarihyazımı kadınların tarihteki yerini büyük ölçüde araştır­ maya ancak şu son yirmi otuz yılda başladı. Osmanlı tarihyazımında da benzer bir yönelişin ortaya çıkması için yine 1 9 7 0 ’lere kadar beklemek gerekti. Bu çalışmalarda çoğu zaman kadınların hangi maddi varlıklara sahip oldukları ve bununla ne yaptıkları gibi sorular öne çıkmış ve çık­ m aktadır.1 Çünkü Avrupalı kadınlardan farklı olarak Osmanlı kadını 19. ve 20 . yüzyıla kadar -en azından hukuksal düzlemde- evlendikten son­ ra da servetinin denetimini elinde tutabiliyordu. Buluğa erip de reşit olunca hukuksal kimlik kazanıyor, yani bir haksızlığa uğradığında m ah­ kemeye başvurabiliyor, tabii başkaları da ondan şikâyetçi olabiliyordu. Kentlerde mahkemelere ulaşmak kolay olduğu için, kadınlar bu hukuk­ sal kimliğin doğurduğu olanakları pratikte de kullanıyorlardı. Ama on­ ların mahkemelerde zorluklarla karşılaşmadıklarını düşünm emek gerek. Burada söz konusu sadece aile erkeklerinin gayri resmi baskıları değil­ di, bunun dışında şeriatın kadınların tanıklığına getirdiği önemli kısıt­ lamalar da vardı.2 Bu yüzden 16. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar kentlerde ya­ şayan Osmanlı kadınları hakkında elimizde bulunan kaynakların çoğu mahkeme kâtiplerinin elinden çıkmış belgelerdir. Bunun dışında kay­ nak taraması çok büyük düş gücü gerektirir. Kısa bir süre öncesine ka­ dar Avrupa’da ortaçağ ve yeniçağ başı tarihyazımında, kadınların tarihi­ nin “ aslında” genel toplum un tarihinin içinde yer alması gerektiği, ama yazık ki bu konuda kaynakların eksik olduğu özürüyle karşılaşılırdı. Am a kadın konusuna ilginin artması pek çok yeni malzemenin ortaya çıkmasına yol açtı.3 Şimdi Osmanlı dönemini araştıran tarihçiler de

1 2 3

Jennings (1973), Gerber (1980). Şeriata göre bir kadının tanıklığı erkeğinkinin yarısına eşittir. Pek çok olayda iki erkek tanık ya da bir erkek ve iki kadın istenmektedir, Schacht (yeni basım 1982), s. 193. Almanya için örneğin Wunder’in (1992) ve Ennen’in (1991) çalışmalarını karşılaştırınız.


benzer güçlüklerle baş etmek zorundalar. Son yıllarda Osmanlı kadın­ larına yönelik ilginin artmasıyla birlikte bu alanda da mektuplar, gü n ­ lükler, ev idaresiyle ilgili kâğıtlar gibi yeni kaynaklar gün ışığına çıktı. Türkiye’de feminist akımların yaygınlaşması doğrultusunda yakın gele­ cekte de önemli araştırmaların yapılacağı açıktır.4

Evli Kadınlar Osmanlı toplum unda hiç evlenmeden yaşamını tamamlayan kimse pek olmazdı. Evlenmeyi aileler hazırlardı; bazen genç erkeklerin, iste­ medikleri bir evlilikten başka bir yere taşınarak kurtuldukları olurdu. Genç kızlarla kadınlar bu konuda daha çaresizdi. Kadı sicillerinde kaçı­ rılmayı kabul etmiş kadınlarla ilgili olaylara çok ender rastlanırdı; sayısı yine çok az olmakla birlikte biraz daha fazla karşılaşılan bir olay da ba­ zı kadınların reşit değilken evlendirildiklerini ileri sürerek artık reşit ol­ dukları için evliliklerinin geçersiz sayılmasını istemeleriydi. Şeriata göre M üslüman bir erkeğin gayrimüslim bir kadınla evlenebilmesine karşılık bunun tersi yasaktı; böyle evliliklerden doğan çocuklar M üslüm an olur­ lardı.5 Bu durum dan özellikle sınır bölgelerinde ya da gayrimüslim nü­ fusun yoğun olduğu yerlerde çok yararlanılırdı.6 N e şeriatın gerekli görm esine, ne de bu konuda bir irade bulunmasına karşın, bazen O r­ todoks Hıristiyanlar (en azından M ora’dakiler) evliliklerini kadı sicille­ rine kaydettirirlerdi.7 Bu davranışın nedeni konusunda ancak varsayım­ lar ileri sürülebilir. Bütün zorluğuna karşın, kocaları hayattayken de aile çıkarlarının g ö ­ zetilmesinde etkin rol oynamış Osmanlı kadınları vardı. Örneğin 18. yüzyılda Kayseri yakınlarındaki bir köyde oturan Hıristiyan bir kadının şikâyetini biliyoruz.8 Kadının damadı büyük bir olasılıkla karısını öldür­ m üş, üstelik bazı kıymetli eşyalar nedeniyle kaynana ile damat arasında bir anlaşmazlık da olmuş. Nasıl başarmışsa, kadın davasının peşinden 4

18. yüzyıl Osmanlı şehzadelerinin ev bütçesi hesaplarına ilişkin olarak krş. Tülay Artan’ın hazırlanmakta olan ve benim göz atmama dostça olanak sağladığı yapın.

5

Schacht (yeni basım 1982), s. 132.

6

Ama gayrimüslim kadın kocasının mirasından hak talep edemiyordu ve kocanın da böyle bir hakkı yoktu.

7 8

Alexander (1985). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Ahkâm Defterleri c. 1, s. 182, 185 (1156 /1 7 4 3 -4 4 ).

129


İstanbul’a kadar gelmiş. Aynı dönem den bildiğimiz başka bir olay da bir Orta Anadolu eşraf ailesinden gelen M üslüm an bir kadınla ilgili.9 Kocası belirsiz bir nedenden dolayı tutuklanınca kadın şikâyetçi olmuş ve onun serbest bırakılması için yorulup usanmadan çalışmış. Bazı ener­ ji dolu kadınların erkek akrabalarının gölgesinde kalmaktan kurtulma­ larını sağlayan bazı olanaklara sahip oldukları açık. Bunu nasıl başardık­ larını ortaya çıkarmaksa ayrı bir araştırma konusu.10 Osmanlılarda evlilik konusunda şu ana kadar yapılmış araştırmaların ortaya çıkardığı belki de en önemli sonuç, bugüne kadar (en azından kentsel çevrede) çok kadınla evliliğin rolünü iyice abartmış olduğum uz. Elimizde bir kentte, hatta kentin bir mahallesinde oturanların bile tam bir listesi bulunmadığı için sayı belirtmemiz çok zorsa da, sayfalar dolu­ su zabıdarın tutulduğu miras davalarına bakıldığı zaman, çok kadınla evlenenlerin hiç de fazla olmadığı görülm ektedir.11 Bu belgelerde kayıt­ lı eksiksiz veraset listelerinde eş olarak çok ender iki kadının adı geçm ek­ tedir; oysa ölenin dul eşlerinin her durumda mirastan pay alma hakları vardır. Gerek yer, gerek zaman bakımından bu durumun saptandığı ör­ nek o kadar çoktur ki, bir Anadolu kentinde yaşayan “ normal” bir aile­ de tek eşli evliliğin geçerli olduğunu kabul etmemiz kaçınılmazdır. Boşanm a sık görülen bir olaydı. Koca istediği zaman ve bir gerekçe gösterm eden karısını boşayabiliyordu. Ama bazı evliliklerin kadının gi­ rişimiyle sona erdiğini de biliyoruz. Boşanmayı koca istemişse, kadının, miktarı daha evlenirken kararlaştırılmış olan bir meblağı ve ayrıca üç ay­ lık geçimine yetecek kadar parayı istemeye hakkı vardı. Boşanm ak iste­ yen kadının kocasına bir miktar para ödem esi de çok karşılaşılan bir d u ­ rum du. Ya da boşanm ak isteyen kadının en azından kocasından hiçbir m addi istekte bulunmamayı kabul etmesi gerekirdi.12 Tabii bu tür b o ­ şanma varlıklı kadınlar için geçerliydi. 18. yüzyılın başlarında, Lady M on tagu’nün tanıdığı İstanbul’un seçkin aileleri arasında çok eşlilik hoş karşılanan bir şey değildi. Ünlü

9 Aynı yerde, c. 2, s. 213 (1 1 5 9 /1 7 4 6 ). 10 20. yüzyılla ilgili bu ve bununla bağlantılı sorunlar için krş. Sirman’ın henüz basıl­ mamış doktora tezi. 11 Benim deneyimlerim Ankara ve Kayseri (16.-17. yüzyıl) ile Bursa (18. yüzyıl başı) kentleriyle ilgili. 12 Jennings (1973).


yazarın anlattığına göre bir tanıdığının kocası ikinci bir kadın almıştı; ama bu olay nedeniyle adama kötü gözle bakılmaya başlandığı gibi, ilk karısı da onu bir daha odasına sokm am ıştı.13 Bu olaydan, bazı seçkin ai­ lelerde kadınların evlilikte hanım sultanları (padişahın kızları ve kızkar­ deşleri) örnek aldıkları sonucu çıkarılabilir. Çünkü devlet ricalinden bi­ ri eğer bir hanım sultanla evlenecekse, daha önceki eşinden ya da eşle­ rinden (ister nikâhlı karısı, ister cariyesi olsun) ayrılmak ve bundan böy­ le tek eşli evlilik sürdürmek zorundaydı.14 Kibar Osmanlı kadınlarının tek eşliliği sürdürme çabalarının, 18. yüzyılla 19. yüzyıl başlarında, hanım sultanların toplum yaşamını özel­ likle etkiledikleri bir dönemle bağlantısı olmalıdır.15 Bu güçlü etki 16. yüzyılda pek seyrek görülürdü, 19. yüzyılın sonlarında, II. A bdülha­ m id’in mutlakıyet yönetimi sırasında yeniden yitirildi. İstanbul’da 1880’den sonraki evlilikler konusunda yapılan bir çalışma, bu dönem ­ de çok eşliliğe neredeyse sadece saray çevresiyle üst düzeydeki din g ö ­ revlileri arasında rastlandığını, ama tüccar ve zanaatkârlarda görülm edi­ ğini ortaya koym uştur.16 Kendi kadınların tersine, üst tabaka kadınları­ nın tek eşlilik çabalarında pek de başarılı olmadıkları söylenebilir. Osmanlı hanım sultanlarının yüksek devlet ricaliyle yaptıkları bazı evlilikler (gerçekleşmesinde ne gelinin, ne de damadın rolü bulunsa bi­ le), mutlu sürmüş gibi görünmektedir. Evliya Çelebi' akrabası Melek Ahmed Paşa’nın, on beş yıllık karısı İsmihan Kaya Sultan’ın doğum ya­ parken ölmesi üzerine nasıl avutulmaz bir yasa göm üldüğünü anlatır.17 Eşini kaybeden Ahmed Paşa’nın, onu avutmaya çalışan Veziriazam Köprülü M ehm ed Paşa’ya gösterdiği öfkeli tepki de ilginçtir. Melek Ahmed Paşa, onu bir süre sonra bir başka hanım sultanla evlendirebile­ ceğini söyleyen Köprülü’ye, böyle bir işe girişeceğine ölmesini söyle­ m iştir.18 Gerçekten böyle bir olayın yaşanıp yaşanmadığı bizim açım ız­ dan çok önemli değil. Çünkü bütün bunlar Evliya’nın düş gücünün ürünü bile olsa, o da anlattığı hikâyenin kahramanıyla aynı çevreden ol­

13 14 15 16 17 18

Montagu, yay. Jack ve Desai (1993), s. 72. Artan, sözlü bilgi. Artan (1988), s. 366 vd vc Artan (1992). Duben ve Behar (1991), s. 156. Evliya Çelebi, çev. R. Dankoff (1991), s. 230-235. age, s. 234.


duğu için, M elek Ahmed Paşa’nın evliliğiyle ilgili yorumu, en az olayın kendisi kadar ilgi çekicidir. Vezirle karısı arasında geçimsizlik baş gösterirse, koca “ kendi” ha­ nım sultanının yüzüne, onu kendisinin seçmediği gerçeğini vurabiliyor­ du. 17. yüzyıldaki üst tabakadan bir çiftin aralarında bir gerginlik orta­ ya çıktığında birbirlerini suçlamalarını, sanki tanımadığı kişilere ait bir hikâye anlatıyormuş gibi de olsa aktaran Evliya Çelebi, benzersiz kişili­ ğini ortaya koym aktadır.19 Hikâye, hanım sultanın kocasından, yani çok sevdiği ilk karısı öldükten sonra gerçekten de başka bir Osmanlı hanım sultanıyla evlenmek zorunda kalmış olan M elek Ahmed Paşa’dan, daha fazla para istemesiyle başlıyor. Bunun üzerine koca eşinin yaşlı ve çirkin olmasından şikâyet ediyor (ikisi de o sıralarda altmışlarında olmalılar, hatta paşa biraz daha yaşlı da olabilir). Üstelik kendine hiç sorulmadan, hatta haberi bile olm adan evlendirildiğini de ileri sürüyor. Evliya’nın yazdığına göre bu tartışmanın sonunda paşa konağını terk ediyor ve ak­ rabası olan yazara eşini bir daha görmeye hiç niyeti olmadığını anlatı­ yor. Gerçekten de 18. yüzyıl Osmanlı hanım sultanlarının kocalarının yüzünü çok ender görm esi, hiç de az rastlanan bir olay değildir.20 Ev­ liya’nın anlattığı türden geçimsizliklerin bu çeşit boşanmalarda ne ölçü­ de rol oynadığını ise bilmiyoruz.

G önül İşleri Ü st tabakadan ailelerin kız ve erkek çocukları için aynı toplumsal çevreden “ m üstakbel” bir eşle tanışmak kuşkusuz çok zor olmalıydı. Kentlerdeki “ küçük insanlar” ın ise bu konuda, sıkışık evlerde yaşama zorunluluğundan kaynaklansa bile, belli olanakları vardı. Köylü ve g ö ­ çebe gençlere gelince, onlar birbirlerini tarla ya da bahçede çalışırken hiç olmazsa bir kez görebiliyorlardı. Bu yüzden Lady M ontagu’nün ak­ tardığı aşk simgeleri dizisinin söz konusu çevrelerin hangisinden kay­ naklandığını sorm ak gerekir. Bu aşk simgeleri, bir kese içindeki küçük eşyalardan oluşan bir koleksiyondur; eşyalardan her biri bir aşk ilanını simgelemektedir. İlki bir incidir ve “ Sen güzeller arasındaki incisin” an­ lamına gelir. Bir karanfilin söylemek istediği şudur: “ Sen bir karanfilsin, 19

age, s. 259 vd.

20 Artan (baskıda). Yazara yazmalardan yararlanmama olanak sağladığı için teşekkür ederim.


ama geçip gidiyorsun, sen bir gül goncasısın, ama seni saklamak m üm ­ kün değil, seni ne zamandan beri seviyorum, ama senin bundan habe­ rin yok.” Bir saç teli “ Sen benim başımın tacısın” anlamına gelm ekte­ dir. Ü züm ise (herhalde siyah üzüm olacak) aynı bugün olduğu gibi “ iki gözü m ” anlamını taşıyor. Bir parça altın telin anlamı ise “ Ö lüyo­ rum, hemen gel.” M ektubun altına eklenen bir miktar biber de “ Bize doğru dürüst bir haber gön der!” demeye gelir.21 Lady M ontagu bu bilgileri, mektuplaştığı İngiliz arkadaşlarının o n ­ dan ısrarla Osmanlı aşk mektupları istemeleri üzerine İstanbul’daki ka­ dın dostlarından almıştı. Ama böyle olması, bu aşk simgelerinin gerçek­ ten İstanbul’un yüksek çevrelerinde geçerli olduğu anlamına da gelm e­ mektedir. Pekâlâ bu bilgileri Lady M on tagu’yü m em nun etmek isteyen dostlarının, evden eve dolaşarak kalburüstü ailelerin haremlerine ziy­ net, kumaş, hatta cariye getiren bohçacı kadınlardan almış olduklarını da düşünebiliriz. Kadınlar hamamındaki natırları da olası bilgi kaynak­ ları arasında sayabiliriz. Bu durum da sözü geçen simgeler daha çok za­ naatkâr ve tüccar çevrelerine ait olabilir. Bohçacı kadınların bazısının gayrimüslim olması, onların çevresiyle bağlantıların olabileceğini de ak­ la getiriyor. Aşk simgelerini okuma yazma bilmeyenlerin kullanma şan­ sının da olması özellikle ilginç bir durum. Ama bu gerçek de, üst taba­ kadan birçok kadının ufkunun bile ancak sözlü kültürle sınırlı olduğu düşünülürse, aşk simgelerinin hangi çevrelerde kullanıldığına dair bir ipucu vermiyor. Topkapı Sarayı’nın arşivinde düzenli “ aşk mektupları” nın bulunm a­ sı ilginç bir noktadır. Bunların belki de en ünlüleri H urrem Sultan’ın seferde ordunun başında bulunan Kanuni’ye yazdığı yedi mektuptur. Hurrem Osmanlıcayı henüz yeterince bilmediği için bu mektupların hiç olm azsa ilk birkaç tanesini haremden başka bir kadın kaleme almış o l­ malıdır.22 Dolayısıyla bunlar sadece iki kişi arasında kalmış mektuplar değildir. Ayrıca mektupların bazısını süsleyen şiirlerin de Hurrem Sul­ tan’a ait olup olm adığı bilinmemektedir. Ama mektupları yayımlayan araştırmacı sonraki yıllarda H urrem Sultan’ın Osmanlıcayı, rahatlıkla böyle şiirler yazabilecek kadar iyi öğrendiğini kabul etm ektedir.23 21 M ontagu, yay. Jack vc Desai (1993), s. 120-121. 2 2 Uluçay (1950), s. 11; mektuplar, modern Türkçe Latin harfleriyle s. 29-47. 23

age, s. 27.


Araya haremden başka kadınların ve belki de harem ağalarının gir­ miş olmasına karşın bu mektuplarda yine de teklifsiz bir hava sezilmek­ tedir. Örneğin Hurrem haremdekilerin selamını da iletmekte ve adını belirtmediği paşalardan birine selam gönderm ektedir.24 Şehzade M eh­ m ed muhakkak ki kendisinden istendiği üzere, babasının “ hasretinden feryat etm ekte,” bunu şehzadenin o günlerde lalasıyla birlikte okum ak­ ta oldukları bir kitaba ilişkin görüşleri izlemektedir.25 H urrem ’in m ek­ tuplarındaki resmi hitaptan (“ siz” ) gayri resmi hitaba ( “ sen” ) geçişler de ilginç. Bu hitapların ve geçişin kuralları var, ama bunlar henüz araş­ tırılıp ortaya çıkarılmış değil. Daha sonraki mektuplarda Hurrem Kanu­ ni’ye yazılı olarak bazı öğütler de veriyor.26 Kanuni’nin yazdığı cevap­ lar elimizde yok; ama edebiyatçıların şiirlerini çok beğendikleri padişa­ hın bir kasidesini Hurrem için yazdığı kabul ediliyor.27 18. yüzyılda bir hanım sultanla evlendirilen paşalar bazen karılarına kendi yazdıkları ya da ünlü bir şaire yazdırdıkları bir şiir armağan eder­ lerdi. Lady M ontagu böyle bir şiiri hem sözcüğü sözcüğüne çevirmiş, hem de zarif bir İngilizceyle şiir diline aktarmıştır.28 Bu şiirdeki “ ben” Dam at İbrahim Paşa’dır ve yeni nikâhlandığı karısını padişah izin ver­ m ediği için henüz göremem ekte ve aşk özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Osmanlı üst tabakasının duygusal konulardaki davranışları üzerinde bu­ güne kadar fazla durulmamıştır. Onun için aşkını böyle şiirsel bir bi­ çimde dile getirmenin İbrahim Paşa’nın kendi buluşu mu, yoksa başka­ ları tarafından da sık sık başvurulan bir yol mu olduğunu yapılacak araş­ tırmalardan sonra öğreneceğiz.

Kadınlar Arasında Ahbaplık Bu konuda anlatacaklarımız esas olarak yüksek tabaka kadınlarıyla sınırlı. Zanaatkarların ve tüccarların karılarına ilişkin bilgilere çok ender rastlanıyor. Nerdeyse her konu üzerinde bir şeyler yazmış olan Evliya Çelebi dahi önemli bir bilgi vermiyor. Lady M ontagu’nün anlattığına 24 Padişah, Hurrem’in bu paşaya niçin kızdığını soruyor. Hurrem yanıtı daha sonraya erteliyor: Uluçay (1950), s. 31. 25 age, s. 31. 26 age, s. 43. 2 7 age, s. 8-9. 28 Montagu, yay. Jack ve D esai (1993), s. 76-79.


göre 18. yüzyıl başlarında İstanbullu kadınlar birbirlerine uzun ziyaret­ ler yapmaktadırlar. Tabii sarayda yaşamayan, dolayısıyla katı protokol kurallarına uymak zorunda bulunmayanlar için bu ziyaretler çok daha kolaydır. Titiz bir gözlem ci olan İngiliz yazar bu farkı çok çabuk kav­ ramıştır. Örneğin Sultan II. M ustafa’nın dul hasekisini anlatırken, onun bu ziyaretlerde kendini göstermeye can attığını, ama acemi olduğu için bunu nasıl yapacağını bilemediğini belirtmektedir. Buna karşılık, yakın dostu olan veziriazamın kâhyasının güzel karısı toplumsal ilişkilerde çok ustadır ve Lady M on tagu’ye göre Avrupa’daki her saraya “yakışa­ cak” bir kadındır. Kentli kadınlar bu ev ziyaretlerinden başka hamamlarda bir araya gelirlerdi. Bu konudaki ilk canlı tanıklığa yine Lady M on tagu’nün an­ lattıklarında rastlıyoruz. 19. yüzyılda hamam sefaları kibar hanımlar arasında yaygın bir âdet haline gelm işti; bunlara sık sık Avrupalı kadın­ lar da katılıyordu.29 Bu ziyaretlere ne kadar önem verildiği, hali vakti yerinde kadınların hamama giderken yanlarına aldıkları eşyadan da bel­ li olurdu; bazıları yanlarında bir de hizmetkâr getirir, eşyalarını taşıtır­ lardı.30 Bu eşyalar arasında yer alan işlemeli havluları, sed ef kakmalı (ıs­ lak mermer üstünde ayakları ıslatmadan yürümeye yarayan) nalınları bugün müzelerde görmekteyiz. 18. yüzyıldan kalma Buhari’ye ait bir minyatürde de bu eşyalardan bazısı göze çarpıyor.31 Bir araya gelip ahbaplık etm ek için bir başka olanak da mesireye g it­ mekti. M esireye gitm ek ya da günüm üzdeki adıyla piknik yapmak 17. yüzyıldan bugüne kadar hep çok sevilen bir eğlence olm uştur. H er ken­ tin çevresinde ağaçlıklı kırlık alanlar bulunur, buralarda çoğu zaman bir yatır da olurdu. Böyle yatır ziyaretleri kadınlar için hem dini bir görevi yerine getirm e, hem de bir araya gelme fırsatıydı. 18. yüzyılın başların­ da Kâğıthane çok ünlü bir mesire yeriydi.32 Mesireye çıkmış kadınları gösteren o günlerden kalmış bazı resimleri Avrupalıların bu konuya

29 age, s. 58-60. Ayrıca krş. Melman (1992), s. 77-98. 30 Krş. Avrupalılara ait bir tasvir, Theunissen, Abelmann, Meulenkamp (1989), Resim N o. 38. 31 Renda (1989), Resim N o. 58. 32 Aynı yerde Padişah III. Ahmed (hd. 1703-1730) de Sadabad adı verilen sarayını yaptırtmış, ama bu saray padişahın tahttan indirilmesinden sonra yıkılmıştı. Döneme ilişkin bir tasvir için krş. And (1982), Resim No. 20.


besledikleri ilgiye borçluyuz. Anlaşıldığı kadarıyla bu tür resimler O s­ manlı minyatürcüleri tarafından Avrupalı ziyaretçiler için yapılmıştı. Herkesin gittiği mesire yerlerinden başka bir de yazlıklar vardı.33 Bu konakların bahçelerinde kış için sebze ve meyve kurutulur, reçel yapı­ lırdı. Reçel yapmak kuşkusuz çoğu zaman kadınların işiydi. Toplandık­ ları zaman kibar kadınların neler konuştukları konusunda tek bildiğimiz yine, İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra Osmanlıcasını bu tür sohbet­ lere katılabilecek kadar ilerletmiş olan Lady M on tagu’nün yazdıklarıdır. Anlaşıldığı kadarıyla konuşmaların çoğu çocuk yapma çevresinde geçi­ yordu; Lady M ontagu, dostluk ettiği kadınlar çevresinde çocuk d o ğ u ­ ramayacak yaşa gelmenin en büyük bahtsızlık olarak görüldüğünü an­ latıyor.34 Lady’ye inanmak gerekirse, henüz yaşlı bir kadın olm adığını kanıtlamak için hamile kalmak kibarlık sayılmaktaydı. Ancak Evliya Ç e­ lebi de genç yaşta evlenen Kaya Sultan’dan bahsederken, onun, bazı ya­ kınlarının ileri sürdüğü gibi hamile kalırsa doğum yaparken öleceğine inanıp ilk başta kocasından uzak durduğunu yazmaktadır. Kaya Sul­ tan’ın daha sonra gerçekten bu nedenle ölmesinin de gösterdiği gibi, hamilelik ve doğum un tehlikelerine karşı duyulan kaygı, genelde iyim­ ser bir kişi olan Lady M on tagu’nün sandığından daha yaygındı. Çocuk ölüm ü oranı yüksekti, nitekim Bursa tereke defterleri de hayatta kalan erkek ve kız çocuk sayısının çok fazla olmadığını gösterir.35

Ziynet ve Giyim Kuşam Tereke kayıtları kentli kadınların giysi ve ziynetleri konusunda da kaynak oluşturur. Lady M ontagu İstanbul’da dostluk ettiği kadınların taktığı mücevherlerin güzelliğine ve değerlerinin çok yüksek oluşuna 33 Krş. örneğin Renda (1989), Resim No. 59’daki minyatür. 3 4 Montagu, yay. Jack ve Desai, s. 106-107. 35 Özdeğer (1988), s. 57 incelediği 1489-1640 yıllarına ait tereke defterlerinde 3121 miras bırakana karşılık 1659 oğul ve 1402 kız mirasçı düştüğünü hesaplıyor. Bu ai­ lelerde toplam kaç çocuğun yaşadığı ise ne yazık ki bilinmiyor. Çünkü kayıtlar sade­ ce annenin ya da babanın ölümü sırasında (tablo ayrıştırmaya olanak vermiyor) kaç çocuğun hayatta olduğunu gösteriyor. Ayrıca terekelerin özellikle mirasçı sayısı az olduğunda resmi kayıtlara geçirildiklerini varsaymak gerekir. Çünkü bu vakalarda mirasın sahipsiz kabul edilip devlete intikal ettirilme tehlikesi mevcuttu ve bu tehli­ keye karşı bir önlem olarak tereke resmi kayıtlara geçiriliyordu. Bu sorunla ilgili bir tartışma için Christoph Neumann’a teşekkür ediyorum.

136


hayran kalmıştı.36 Ama bizim açımızdan daha ilginç olan, Bursa’daki te­ reke defterleridir. Bunlarda adı geçenlerin çoğunun zanaatkarların ve tüccarların karılarıyla kızları olduğu düşünülebilir. Kadınların bıraktığı miraslarda her zaman mücevherat yer almamaktadır. Böyle bir lüksü bulunanlar ise mücevher olarak daha çok altın ya da güm üş küpeyi ter­ cih etmişlerdir.37 Hali vakti daha yerinde olanların İncili küpeleri vardır (inci en sevilen mücevherdir). Bu mücevherler herhalde Bahreyn’den geliyordu. Bilezik de sevilen ziynet eşyası arasındaydı; sadece altından yapılır ve çift olarak satılırdı.38 Buna karşılık ucuna Kuran ya da muska mahfazası takılı gerdanlıkların sayısı çok azdır; yüzüğe de çok ender rastlanmıştır; başa takılan ziynetler ise bugüne kadar incelenen kadın terekeleri arasında hemen hiç yoktur.39 Buna karşılık hali vakti yerinde Bursalı kadınların değerli madenlerden yapılma kemerlere meraklı ol­ duğu görülm üştür. Güm üş kemerler kadar, tokaları güm üşten ya da al­ tın kaplama olan kumaş kemerler de saptanmıştır. Bu tür kumaş kemer­ lerin çoğu altın ve güm üş işlemeli olmakta, arada bele işlemeli bir şal da bağlanm aktadır.40 Altın ve güm üş işleme bazen giysilerde, yastık yüzle­ rinde ve daha başka kumaşlarda kullanılmaktadır. Bu tür eşyadan günüm üze kalmış olanların sayısı çok azdır; m üze­ lerde görülebilen örnekler ise ya saraydan gelme eşyadır, ya 19. yüzyıl gibi geç bir döneme aittir ya da yakın zamanda değişikliğe uğrayıp bu­ günkü biçimini almıştır. Ama “ her gün takılacak” ziynet eşyası üreten sanatçılar belirli bazı motifleri kuşaklar boyu tekrarlamışlardır; bundan dolayı da 19. ya da 20. yüzyılda yapıldığı halde tıpatıp Bizans dönemi örneklerine benzeyen küpelerle karşılaşılabilir.41 Bu açıdan baktığımız­ da, eldeki olanakların sınırlılığına karşın, 18. yüzyılda yaşamış kentli bir 36 Montagu, yay. Jack ve Desai (1993) s. 90, 117. 3 7 Bursa Kadı Sicilleri B160 ve 162, muhtelif yerlerde. 38 age. 3 9 İstanbul’un ileri gelen kadınlarında bunlara rastlanmaktaydı. Krş. Montagu, yay. M. Jack ve A. Desai (1993), s. 115; ayrıca bkz. Elişi Sanadarı Müzesi Frankfu rt/M ain (1985), c. 2, 111. No. 87. 4 0 Bursa Kadı Sicilleri B160 ve 162, muhtelif yerlerde. 41 Padagean (1 977)’deki Resim N o. 17’yi Türk-İslam Eserleri Müzesi’nin etnografya bölümünde ya da Türk antikacılarında görülebilen küpeyle karşılaştırınız. Ayrıca Elişi Sanatları Müzesi Frankfurt/Main sergi katalogu (1985), c. 2 , 111. No. 7 / 11a-c’ye bakınız.


kadının kullandığı mücevherler konusunda bir ölçüde fikir sahibi ola­ bilmekteyiz. Günüm üzdeki etnolojik araştırmalardan ve gündelik yaşamdan bil­ diğim iz bir konu da, evlenen bir kadına mücevher armağan edildiğidir. Burada, sıkıntıya düşülürse, mücevherin satılarak henüz yeni kurulmuş olan aileye bir destek sağlayabileceği düşünülm ektedir.42 Günüm üzde bu amaçla çoğu kez bilezik alınıyor olm ası, 18. yüzyılın başlarında Bur­ sa’da da benzer bir durumun söz konusu olduğunu akla getiriyor. Bi­ leziklerin hep altından olmasının nedeni aynı amaçla açıklanabilir. O s­ manlı hanım sultanlarının da ziynet eşyasını bir yatırım aracı olarak gör­ düklerini ve sıkıntıya düştükçe bunlardan bazısını erittirerek kullandık­ larını biliyoruz. Erkek giyimine gelince... Giyimin insanın toplum içindeki yerini or­ taya koyduğunda hem Avrupalı, hem de Osmanlı gözlem ciler birleş­ mektedir. Osmanlı padişahları her zaman (aynı ortaçağda ve yeniçağ başlarında Avrupa’daki başka hükümdarlar gibi) toplum düzenini hem istikrarlı, hem de saydam kılmak istemişlerdir. Bunu birbiri ardından çı­ kartılan, ama halkın hep kulak ardı ettiği kıyafet nizamnamelerinden anlıyoruz. Kadınların toplum içindeki yerlerinin de giyimlerinden belli olması istenmiştir. 1564 tarihli bir hüküm de, gayrimüslim kadınların tiftikten ya da kutni denen bir ipek ve pamuklu karışımı kumaştan ya­ pılma etek giymeleri bildirilmektedir.43 Kutni Bursa’da üretilen bir ku­ maş olmalıdır. Bu da giyimde yöresel farkların bulunduğunu gösterir; çünkü aynı kumaşın im paratorluğun her yerinde üretildiğini düşünmek olanaksızdır. Osmanlı gözlemcilerin belirli bir giyim folklorundan ha­ berleri olduğunu biliyoruz. Evliya Çelebi gezip gördüğü büyük kent­ lerdeki kadınların sokağa çıkarken giydikleri feracelerle taktıkları yaş­ makların hangi kumaşlardan yapıldığını tek tek saymadan edemiyor. H atta Mekkeli kadınların süründüğü kokuları bile anlatıyor.44 Bu bilgileri şu kalıplaşmış yargı izliyor: “ ... gayetü’l-gaye mestûre havatînlerdir.” Bu, erkekler açısından bakıldığında kadın giysisinin en önemli işlevini ortaya koyuyor: Kadın, iffetini örtünerek kanıtlamakta­ dır. Aslında ideal olan kadının hiçbir yerinin görünmemesidir. Özellik­ 4 2 Sirman (1988), s. 117. 4 3 Faroqhi (1980), s. 77. 4 4 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), c. 9, s. 781.


le 18. yüzyılda, kadınların zaten sınırlı sokağa çıkma olanaklarını daha da kısıtlayan bu doğrultuda bir dizi ferman çıkarılmıştır.45 Kadınların çok gittikleri nakışçı dükkânları bile bir keresinde bu anlayış sonucu ka­ patılmıştır. Kadınların, giysilerini ve mücevherlerini en yakın aile bireyleri dışın­ da başka kadınların da görm esini istedikleri anlaşılıyor. Lady M ontagu gibi yabancı bir ziyaretçinin gittiği her toplantıda “ tepeden tırnağa ta­ kıp takıştırmış” kadınlar tarafından karşılanması, bu konuya en azından üst tabaka arasında önem verildiğini gösteriyor.46 Bir kadının giyiminin dostları tarafından iffetlilik, zenginlik ve şıklık açısından değerlendiril­ diği ve bu tür haberlerin kadınlar arasındaki bağlantı ağlarıyla yayıldığı varsayılabilir. Daha birçok konuda olduğu gibi fakir kadınların giysilerine dair bil­ gimiz de yok. H ali vakti yerinde kadınların giyimi pamuklu ya da ipek­ ten, bol biçilmiş ince bir iç göm lekle, beli bir kuşakla bağlanan yine bol bir şalvardan oluşurdu.47 Bunun üstüne entari giyilirdi. Sadece üst ta­ bakadan kadınlar değil, zengin kentli kadınlar da entarilerini kadife ya da ipekten yaptırırlardı. Olanakları sınırlı olanlar da beledi denen daha ucuz bir kumaş kullanırlardı. Başa hotoz takmak da yaygındı. H otoz yapmak için çoğunlukla başa bir fes ya da tepelik konur, sonra bunun üstüne işlemeli bir kumaş örtülüp mücevherli bir iğneyle tutturulurdu. Entarinin üstüne ayrıca dolam a denen bir tür yelek giyilirdi; evler pek iyi ısıtılmadığı için kışları bu yeleği kullanmak kaçınılmazdı. Kadınlar sokakta bol bir mantoya benzeyen ferace giyerler, ellerini yenlerinin içi­ ne sokarlardı.48 Yüzlerini ise hotozlarının üstüne tutturdukları iki par­ çalı bir tülbentten oluşan ve sadece gözlerini açıkta bırakan bir yaşmak­ la örterlerdi. Gayrimüslim kadınlar birçok yerde M üslüman kadınlar gibi giyinir­ lerdi; yüzlerini örtüp örtmemeleri yöreden yöreye değişirdi. Rum eli’de ve İstanbul’da genelde yüzlerinin bir bölüm ünü açıkta bırakırlardı; Ati­

45 Helmecke (1993), s. 27. 4 6 Bu Lady M ontagu’nün anlatımlarından anlaşılmaktadır; krş. Montagu, yay. Jack ve Desai (1993), s. 89 ve 115. 4 7 Seçkin kadınların kostümünü tasvir eden özellikle 18. yüzyıla ait pek çok minyatür mevcut; krş. Renda (1989), Resim No. 57 ve 62. 4 8 İnalcık (1973), Resim No. 28 ve 30.


na’da genç kızlar peçe takar, evli kadınlar yüzlerini açık bırakırlardı.49 D o ğu A nadolu’da ve Kafkaslar’da yaşayan Ermeni kadınlar M üslüman kadınlar gibi yüzlerini örterlerdi. Ama daha 16. ve 17. yüzyıllarda bile gayrimüslim kadınların gösterişli yöresel giysiler giydiğine dair tanıklık­ lar vardır; yani bunlar ferace kullanmıyorlardı. 16. yüzyıldan kalma bir minyatürde örtülü Hıristiyan kadınların yanında dekolte giyinenler de görülm ektedir.50 1 7 0 0 ’lerde E g e ’deki adaları gezen Fransız botanikçi Pitton de Tournefort kadınların giyimlerini anlatmakla kalmamış, yapı­ tına tek tek çeşitli giysilerin gravürlerini de eklemiştir.51

H ane Reisi Olan ve Para Kazanan Kadınlar Osmanlı kentlerinde evlenmeden yalnız başına yaşayan kadınlara pek rastlanmazdı. Am a dul kalan kadınlar da her zaman bir erkek akra­ balarının evine taşınmazlardı. Özellikle Rumeli vilayetlerinde kocası öl­ dükten sonra onun toprağını işlemeye devam eden kadınlar Osmanlı vergi hukukuna göre ayn bir grup oluştururdu.52 Ama bir Orta A nado­ lu ticaret kenti olan T o k at’ta da 1 6 4 0 ’lardaki vergi kayıtlarına göre bir kadın adına işlenmiş pek çok hane bulunmaktaydı; yani bu kadınlar ha­ ne reisi olarak kabul edilmiş olmalıdır. Dul kalan kadın mirasın küçük bir bölüm ünü alıyor, aslan payı ölenin çocuklarına düşüyordu. Am a ko­ ca daha evliliğin başında karısına, kendi ölüm ü halinde, paylaşılmadan önce mirastan alınacak ve kadının hemen eline geçecek bir miktar para verilmesini taahhüt etmek zorundaydı.53 Karısını düşünen bir koca ya da kızını korumak isteyen bir baba daha hayattayken ona bir şeyler ba­ ğışlıyor ya da bir aile vakfının mütevellisi yaparak oradan bir gelir elde etmesini sağlıyordu.54 Am a bu kaynaktan elde edilen gelir de çoğu kez yetmediğinden birçok dul kadın bir an önce yeniden evlenmek için fır­ sat kolluyordu. Bütün bunlar gerçekleşmezse, dul kalan kadın çocukla­ rına bakabilmek için para kazanmanın yollarını aramak zorundaydı.

4 9 Mackenzie (1992), s. 64. 50 Renda (1989), Resim No. 7. 51 Pitton de Tournefort, yay. Yerasimos (1982), c. 1, s. 178 ile 179 arasında. 52 Osmanlı taşra yönetiminde kadınların sahip oldukları olanaklara ilişkin olarak krş. Reindl-Kiel (hazırlanıyor). 53 Jennings (1973), s. 75. 54 age, s. 106-107.


Bu konuda olanaklar kısıtlıydı. En iyisi, kadının bir miktar nakit pa­ rasının olması ve bunu faize vererek ya da daha başka bir biçimde işlet­ mesiydi. Tüccar bir aile çevresinden gelen kadınların ticaretle uğraştığı oluyordu.55 Bazıları paralarını bir ortağa verip işletiyorlardı. M udaraba adı verilen ticari anlaşmada, kişi parasını işletmesi için gezgin bir tücca­ ra verip onunla ortak oluyordu. Bursa’daki 17. yüzyıldan kalma defter­ lerde bir kadın tüccara ait mal deposu da yer almaktadır. E ğer bu iş ti­ caret yapan babasından miras olarak kalmamışsa, bu kadının kendi ba­ şına büyük ölçekte ticaret yapmış olması gerekmektedir.56 Zengin ka­ dınların evlerine satmak için giysi ve mücevher getirirlerken bir yandan da haber taşıyan bohçacı kadınlar da küçük çapta ticaret yapıyorlardı. 18. yüzyılda Bursa defterlerindeki kadın tereke listelerinin sayısı hiç de az değildir; bu listelerde pek çok kadının ortalamanın hayli üzerinde miktarda çok değerli basma ve işlemeli kumaşa sahip oldukları görül­ mektedir.57 Bu kadınların bazısı iğne işine karşı özel bir ilgi besliyor o l­ sa da, birçoğunun, özellikle de ellerinde büyük miktarda kumaş bulu­ nanların bohçacılık yaptığını düşünebiliriz. Yaşamını kendi kazanmak zorunda olan dul bir kadının zengin bir eve hizmetçi olarak girme şansı oldukça azdı. Çünkü hali vakti yerinde kadınların birçoğunun cariyeleri olurdu; bunları küçük yaşta satın alır­ lar, bir zaman sonra azat edip evlendirirlerdi. Bir de, örneğin Ankara’da 16. yüzyılda ortaya çıkıp 20. yüzyılın başlarına kadar yaygınlığını sür­ düren bir âdet vardı; yoksul bir aile küçük yaştaki kız çocuğunu zengin bir eve hizmetçi olarak veriyordu. Kız orada yetişiyor, bakılıyor ve yaşı­ na uygun hizmetlerde bulunuyordu. Evlenme yaşma geldiğinde ise ya­ nında kaldığı aile onun çeyizini hazırlıyordu. D am adı bu ailenin mi yoksa kızın kendi ailesinin mi seçeceği, başlangıçta yapılan anlaşmaya bağlıydı. Bu anlaşmalar çoğu zaman sözlü yapılmış olmalıdır; ama ba­ zen kadı sicillerine geçirilmiş olanları da vardır.58 Para kazanmak zorunda olan, ama küçük çapta ticaret yapabilmek için yeterli sermayesi bulunmayan kadınlar için çare herhangi bir zana­ 55 Jennings (1975), s. 195-196. 56 Murat Çizakça’ya mudaraba vc diğer ticari ortaklıklar hakkındaki kitabının metnini gösterdiği için teşekkür ederim. Ayrıca bkz. Gerber (1980), s. 235. 57 Bursa Kadı Sicilleri, B160 ve 162, muhtelif yerlerde. 58 Faroqhi (1984a), s. 279-280.


ata yönelmekti. Yalnız, yeniçağda Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi Osmanlılarda da kadınlar kolay kolay loncalara alınmadığı için bu da çok kolay bir iş değildi.59 Am a örneğin 17. yüzyılda Ankara’da, ün­ lü tiftik yününden kumaşların dokunduğu tezgâhların atölyelerde değil evlerde bulunduğu dikkati çekmektedir. O halde zanaatkârın karısının, dokuyucu olmasa bile, “ yardımcı aile bireyi” olarak çalıştığı kabul edi­ lebilir.60 Özellikle tiftiği kadınlar eğiriyor, bazen para karşılığı belirli bir tüccar için çalıştıkları da oluyordu.

D indarlar 18. yüzyılda İstanbul’daki üst tabaka kadınları arasında çok beğeni­ len şiirlerin ve nazik konuşma biçimlerinin, belirli bir eğitimi gerektir­ diği açıktır. 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı üst tabakasında bu tür bir eğitim kuşkusuz en başta din eğitimiydi. Dini kitaplar okuyan ve bu ki­ tapların içeriği üzerinde konuşabilen kadınların sayısı akla gelebilecek­ ten çok daha fazlaydı. Gerçi sarayda eğitilen genç cariyelerin hepsine okum a yazma öğretilm ediği anlaşılmaktadır.61 Ama Osmanlı kadınının kültürünü sadece ağızdan öğrendiğini varsaymak da işi fazla basitleştir­ mek olur. Bir örnekle bunu netleştirelim: 17. yüzyılda yaşamış İstan­ bullu şeyh ve vaiz Seyyid H aşan, Sobbetname’sinde kızkardeşlerinin bi­ rinden bir kitap ödünç aldığını yazıyor. Bu kitap, Türkçeye çevrilmiş bir hadis kitabıdır.62 Başka bir yerde de Seyyid H asan yine bir kızkardeşiy­ le “ dini bir sohbet” yaptığını anlatıyor.63 Peygamberin hadislerinin güvenilir bir biçimde aktarılması, İslam tarihinin en başından beri hiçbir zaman sadece erkeklere özgü bir ayrı­ calık olmamıştır. Örneğin H z. M uham m ed’in ikinci eşi H z. Ayşe’nin rivayet ettiği bir dizi hadis vardır. İslam ortaçağında yaşamış birçok bil­ gin, muhaddiselerden de hadisler öğrendiklerini belirtmişlerdir.64 Ama fıkıh öğrenimi yapma ve kadılık etme hakkı kadınlara tanınmamıştır; oysa sırf kuram-hukuk açısından bakıldığında, ulemadan pek çok kişi,

5 9 Gerber (1980), s. 237. 6 0 Faroqhi (1984b), özellikle s. 217. 61 Uluçay (1985), s. 18. 6 2 [Seyyid H asan], “ Sohbetname” , Topkapı Sarayı Kitaplığı, Hazine 1426, B 1.29b. 63 Aynı yerde, B l. 30a. 6 4 Berkey (1991), özellikle s. 151.


kadılık yolunun (belirli bazı sınırlamaların bulunmasına karşın) kadın­ lara da açık olduğu görüşündedir.65 Şeyhülislam Feyzullah Efendi 17. yüzyılda yaşayan eğitim görm üş bir kadını anlatmaktadır. Şehzade M ustafa’nın hocası olan Feyzullah Efendi, öğrencisinin 1 6 9 5 ’te tahta çıkışından sonra büyük nüfuz sahi­ bi olmuştu. O dönem de, yüksek bir mevkiye gelenlerin kendi akrabala­ rına elverişli olanaklar sağlaması Osmanlı üst tabakasında normal karşı­ lanıyordu; bu tutum yeniçağ başlarında Avrupa’da da söz konusuydu. Ama Feyzullah Efendi kendi oğullarının birçoğunu, daha çok genç o l­ malarına bakmadan hemen ilmiye sınıfında yüksek görevlere getirdi ve geleneği bozarak vezirlerin sorum luluğundaki birçok devlet işine karış­ maya başladı. Sonunda bu olaylar onun 1 7 0 3 ’te azledilerek öldürülm e­ sine yol açtı.66 Ama ölmeden önce 1 7 0 2 ’de, ailesinin geçmişini, kendi yaptığı işleri ve oğullarının yükselişini anlattığı iki küçük risale yazm ış­ tı. Bunların sadece aile içinde okunmasını öngörm üş olmalıydı ki, için­ de ailedeki kadınlardan da söz etm işti.67 Bu kadınlar arasında, konum uz açısından bizim için ilginç olan Fey­ zullah Efendi’nin anneannesi Pirî H anım ’dır. Piri H anım hem kocasın­ dan, hem de başka ulema, şeyh ve din adamlarından hadis, tefsir ve H z. M uham m ed’in yaşamı konularında ders almıştır.68 Ayrıca evliya efsane­ leriyle de ilgilenmiştir. Pirî H anım ’ın evlendikten sonra içine girdiği çevre dini konuları öğrenm e açısından kuşkusuz çok elverişliydi, çünkü kocası hem bir tarikat şeyhi hem de o yıllarda Safevilerin egem enliği al­ tında olan Azerbaycan’daki Gence kentinde (Sünni) m üftüydü. Karısı­ nın okumasını desteklemiş olmalıdır; çünkü başka türlü Piri H anım ’ın hocalara ulaşması pek düşünülem ez. Adından çıkardığımıza göre baba­ sı ulema ve derviş çevrelerinden bir kişi olm adığına göre, Piri Hanım evlenmeden önce babasının evindeyken herhalde fazla bir öğrenim ola­ nağı bulamamıştı. Ulemanın ve öğrenim görm üş dervişlerin oluşturduğu çevrede Sey­ yid H asan’ın kızkardeşi ya da Pirî Hanım gibi başka kadınların da bu­ 65 Schacht (yeni basım 1982), s. 127. 66 Abou-El-Haj (1984), s. 57-58. 67 Derin (1959), ayrıca kış. Feyzullah, çev. Türek ve Derin (1969-70). Yazar kendi otobiyografisinde evlilik yaşamı hakkında da bazı bilgiler veriyor. 68 Derin (1959), s. 102.


lunduğu kesindir. Ayrıca küçük bir çevre göz önünde tutularak kaleme alınmış risale ve kitaplarla tanışıklığımız arttığı ölçüde bu tür kadınlara ilişkin bilgimiz de kuşkusuz artacaktır. Yakınlarda, bir kadın mutasavvıf­ la ilgili çok ilginç bir olay gün ışığına çıktı. Asiye Hatun 17. yüzyılda Ü s­ küp’te yaşam sürdürm üştü.69 İstanbul’da da yaygın olan Halveti tarika­ tına m ensuptu, ama çevresindeki başka dindar kadınlar gibi sadece tür­ be ziyaretleri ve tecvit dinlemekle yetinmemişti. İyi bir eğitim gördüğü açıktı ve kendine zikretmeyi öğretecek bir şeyh arıyordu. Çünkü Halve­ tilikte tasavvufa ilk adım böyle atılıyordu; zikri, deneyimli birinin yol göstericiliğinde öğrenmekten başka yol yoktu. Asiye Hatun bir kadın olarak büyük zorluklarla karşılaşmıştı, çünkü seçtiği şeyhi doğrudan zi­ yaret edemiyordu. Bu yüzden dini bilgileri mektupla öğrenmeye çalış­ mıştı; mektuplarında başka şeylerin yanında, gördüğü düşleri de anlatı­ yordu. Şeyh de (şeyhlerin sayısı aslında ikiydi, çünkü Asiye Hatun bir za­ man sonra eski şeyhinin kendine daha fazla yardımcı olamayacağını dü­ şünüp yeni bir şeyhe bağlanmıştı) m üridesinin düşlerini aynen erkek ö ğ ­ rencilerine yaptığı gibi yorumluyordu.70 Yazık ki ne bu iki şeyhin yaz­ dıkları, ne de Asiye H atun’un asıl mektupları kalmıştır. Ama mutasavvıf olma yolundaki Asiye Hatun kendi mektuplarının bir kopyasını çıkarıp belki de bunlar mektuplarının ilk taslaklarıydı- sandığında saklamıştır. Ölümünden sonra ailesinin sakladığı bu mektuplar sonunda bugün bu­ lundukları Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ne ulaşmıştır. Tek başına bu olgu bile bu mektuplara kendinden sonra akrabaları­ nın ve belki bazı saraylıların da önem verdiğini ve ilgi gösterdiğini orta­ ya koymaktadır. Bazı konularda Asiye H atun’un isteklerine saygı göste­ rildiği onun büyük olasılıkla evlenmemiş olmasından da anlaşılmaktadır, çünkü bu Osmanlı toplumunda pek sık karşılaşılan bir şey değildir.71 Kendi mektuplarından birisinde, olsa olsa şeyhiyle evlenmeyi düşünebi­ leceğini belirtmektedir, ama görünen o ki, böyle bir olanak da çıkma­ mıştır.72 Gerçi çoğunluk dünya nimetlerinden uzak durma amacıyla ev­ lenmemenin Müslümanlıkta yeri bulunmadığını ileri sürerse de, özellik­ le kendini tasavvufa adayan kişiler arasında bu durum sık sık görülm üş­ 6 9 Kafadar (1992), Hatun sözcüğü 17. yüzyılda hâlâ bir saygı ifadesiydi. 70 Kafadar (1992), s. 172-173. 71 age, s. 174. 7 2 age, s. 190.


tür.73 Sonuçta Asiye H atun’un kendi isteği doğrultusunda evlenmemiş olması, ailesinin onun dini eğilimlerine saygı gösterdiği anlamına gel­ mektedir. Böyle bir tepki aslında görülmedik bir şey değildir; Şeyhülis­ lam Feyzullah Efendi’nin okumuş ve dindar bir insan olan anneannesin­ den büyük bir saygıyla söz ettiğini biraz önce görm üştük. Tabii ki bizim sadece ailesi böyle anlayış göstermiş olan kadınların düşünsel eğilimleri konusunda bilgimiz var; başkalarıyla ilgili anlatılmış hiçbir şey yok. Asiye H atun’un şeyhine yazdığı mektuplarda farklı duygu ve düşün­ celer yer alıyor. Şeyh ile müridi arasındaki ilişkilerde, müridin şeyhinin bütün isteklerine boyun eğmesi beklenirdi. Asiye H atu n ’un şeyhiyle ev­ lenmeyi düşünebileceğini söylemesi bu çerçeveye uymaktadır, çünkü sonuçta evli bir kadından da beklenen itaattir. Ama Asiye H atun’un şeyhine karşı çıktığı noktalar da vardır. Örneğin şeyh belirli bir dönem de, onun Tanrı’nın bir adının zikrinden daha zor olduğu kabul edilen bir başka adının zikrine geçebilecek aşamaya ulaştığını söylediğinde Asiye H atun bu sevinçli haberi ihtiyatla karşılıyor. G ünüm üzde Asiye H atun’un metinlerini yayıma hazırlayan araştırmacı da bu yüzden kita­ ba “ M ütereddit Bir M utasavvıf’ başlığını koymuş. Araştırmacı, Asiye H atun’un bu özeleştirel tutum unda kendi yeteneğini değerlendirme bakımından kadınlara özgü bir tutum da görüyor.74 Acaba Asiye H a ­ tun’u kendine gösterilen güveni kabul etmemeye yönelten bir “ alçak­ gönüllülük gösterisi” miydi? Öte yandan kendi seçtiği “yol” un gele­ neklerine aykırı olarak şeyhine karşı gelmeye cesaret etmesi, büyük bir özgüven kazanmış olduğu anlamına da gelmektedir. Ciddi bir konuda kişisel görüşünü ifade ederek kendi ruhsal durumunu en iyi kendinin değerlendirebileceğini vurgulamış olm aktadır.75

Sanata Yöneliş: Kadın Şairler Hanendelerin okuduğu, gündelik Türkçe’yle yazılmış şarkılardan kaçının kadın şairlerin kaleminden çıktığını bilmiyoruz. Özellikle aşk

73 Bilinçli olarak toplumsal normlara ters hareket eden ortaçağ İslam mutasavvıflarıyla ilgili olarak Ahmed Karamustafa henüz basılmamış olan bir çalışma hazırladı. Elyazmalarına göz atmama izin verdiği için yazara teşekkür ederim. 7 4 Kafadar (1992), s. 170-171,175. Christoph Neumann’a esin verdiği için teşekkür ederim. 75 Kafadar (1992), s. 190.


edebiyatında kadınların ağzından yazılmış şiirlere sık rastlanır. Ayrıca Pir Sultan A bdal’ın kızının “ kanlı Sivas” ta asılan babasını konu eden bir ağıtı da vardır (krş. 5. B ö lü m ).76 Edebiyatta kadın yazarlar azsa da, her dönem de var olmuşlardır. Ama şiir yazacak düş gücü bulunan bir kadının bu yeteneğini geliştirmesi için bir erkekten çok daha fazla şans­ lı ve işbilir olması gerekiyordu. H er şeyden önce Farsça öğrenm ek z o ­ rundaydı, başka türlü Yakındoğu şiirinin klasik eserlerini incelemesi olanaksızdı. Genç bir erkek kültürünü genişletirken zaten bu tür ince­ lemelere yöneliyordu, oysa bir kadının edebiyat alanında bilgi edinm e­ si her zaman rastlanan bir olay değildi. Bundan başka, yeni yetişen bir kadın şair kendi çağdaşlarının şiirlerini de öğrenm ek zorundaydı. Ama şiirler basılı olm adığından yazmalarını ele geçirmek, ayrıca edebiyat çevrelerine de girebilm ek gerekiyordu. Bunların ikisi de zor işlerdi, genç bir kadın şairin başarılı olabilmesi ailesinin anlayış göstermesine bağlıydı.77 B u bağlam da babanın tutum u çok önemliydi. En tanınmış O sm an­ lı kadın şairlerden birisi hiç evlenmemişti ve bu, babasının onayı olm a­ dan kuşkusuz mümkün değildi. Bizim ilgilendiğim iz zaman dilimin­ den daha önce yaşamış olmasına rağmen aşağıda ele alacağımız Mihrî H atu n (yak. 1 4 7 0 -1 5 1 5 ’ten sonra), kendisi de şiirler yazan Amasya ka­ dısının kızıydı.78 Kendisi ataları arasında Babai A yaklanm ası'nın önder­ lerinden Baba İlyas’ı da saymaktadır (krş. 2. Bölüm ). Yani bilginler, okum uş dervişler yetiştirmiş bir aileden, bir edebiyat geleneğinin için­ den geliyordu. Ayrıca Am asya’da sancakbeyliği yapan Şehzade A h­ m ed’in çevresindeki edebiyat çevresine girme şansını da elde etmişti. II. Bayezid’ın oğlu olan şehzade, İstanbul’un beğenilen edebiyatçıla­ rından bazılarını Am asya’daki sarayına getirtmişti. İlk başlarda Mihrî H atun şair olarak sesini başkentte duyuramadı ve N ecati’nin şiirlerine yazdığı nazireler N ecati’yi iğneleyici bir yanıt yazmaya yöneltti.79 M ih ­ rî H atun kadın olarak erkek meslektaşları tarafından ciddiye alınm adı­

76 Gölpınarlı ve Boratav (yeni basım 1991), s. 50-51. 77 Mihrî Hatun’un arkadaşlarından birisi olan şair Zeyneb’in kariyerinde yükselmesi anlaşıldığı kadarıyla bu zorluktan ötürü mümkün olmamıştı: Gibb, yay. Browne (1900-1905), c. 2, s. 135 vd. 78 Krş. EI2’deki “ Mihrî” makalesi (Theodor Menzel ve Edith Ambros). 79 Aynı yerde; İz ve Kut (1985), c. 2, s. 277.


ğ ini belirtmiş ve yetenekli kadınlarla ilgili kısa, ama ateşli bir savunma yazmıştır.80 Bütün engellere karşın sonunda Mihrî H atun kendini kabul ettir­ miştir. Daha ileriki yıllarda II. Bayezid’in ödüllendirdiği şairler arasın­ da adı geçmektedir. Yani artık başkentte ünlenmiştir; bunun Şehzade Ahmed’in yardımıyla olduğu kuşkusuzdur.81 Mihrî H atu n ’un divanı günüm üze ulaşmıştır; bir divanının bulunması, onun değer verilen bir şair olduğunu ortaya koyar, çünkü birçok önemsiz şairden bugüne, mecmualara girmiş birkaç dizeden başka bir şey kalmamıştır. Mihrî H a ­ tun ayrıca kendi dönem inde yazılmış şuara tezkirelerine de girm iştir.82 Bu tezkireler, başka İslam ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı İm parator­ luğu’nda da aşağı yukarı her dönem de hazırlanmıştır ve bir şairin böy­ le bir tezkireye alınması, çağdaşları arasında beğenildiğini gösterir. Mihrî H atun Amasya’da çevresinde bulunan şairlerden bazılarına âşık olm uş, alışılmışın tersine şiirlerinde bu kişilerin adlarını da anmıştır. Ama tezkire yazarlarının hepsi de onun bu ilişkilerinin platonik olm ak­ tan ileri gitm ediği düşüncesinde birleşmektedir. Şairimiz geçerli ahlak ve görgü kurallarının dışına hiç çıkmamış olmalıdır. 16. yüzyıldan kadın şair olarak H ubbi H atun’un adını anmak gere­ kir.83 Ama asıl adı Zübeyde olan Fitnat H anım (ö. 1780) daha ünlüdür. İstanbul’da yaşayan Fitnat’ın hem babası, hem de erkek kardeşi şeyhü­ lislamdı. Fitnat’ın eğitimini de daha genç kızlığında onlar üstlenmiş ol­ malıdır, çünkü kaynaklar kocasının (ki Şeyhülislam Feyzullah Efen­ di’nin torunlarındandır) çok safdil bir adam olduğunu belirtmektedir.84 Fitnat şairliğinin yanı sıra hazırcevaplığıyla da ünlüdür ve adının geçtiği pek çok fıkra bulunmaktadır. Bunlarda Fitnat’la bir erkek şairin edebi­ yat konusunda karşılıklı çekiştikleri ve bu arada açık saçık dokundurm a­ lar yaptıkları da anlatılır.85 Bunların çoğu yakıştırma olabilir.86 Ama sırf böyle fıkraların uydurulması bile, hem bir kadının din ve geleneğin b e­ 80 İz ve Kut (1985), c. 2, s. 229-230. 81 Erünsal (1977-79). Ayrıca krş. Kappert (1976), s. 88. 8 2 Örneğin Aşık Çelebi ve Latifi’ninkine, ayrıca krş. Gibb, yay. Browne (1900-1905), c. 2, s. 123 vd. 8 3 Gibb, yay. Browne (1900-1905), c. 3, s. 170. 84 c. 4, s. 150-159. 85 age, s. 152-153. 8 6 İA’daki “Fitnat” makalesi (Ali Canil Yöntem).


lirlediği sınırlar içinde şair olarak etkinlik göstermesinin ne kadar güç olduğunu kanıtlamakta, hem de Fitnat’ın, yaşadığı dönem de şair olarak kabul edilmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya koymaktadır.

Sanata Yöneliş: Bina Yaptıran Kadınlar Kadınlar kendi servetleri üzerinde tasarruf hakkına sahip oldukların­ dan, istedikleri zaman vakıf da kurabiliyorlardı. 16. yüzyılın ortalarında İstanbul’daki vakıfların yüzde 3 7 ’sini kadınlar kurmuştu. Ama bu, kadın­ ların bina yaptırma konusunda da aynı ölçüde etkin oldukları anlamına gelmemektedir.87 Kadınların çoğu, zaten var olan bir camiye gelir sağla­ mak amacıyla bir miktar para ya da bir ev vakfediyorlardı. Yeni bir bina inşa ettirmeye, bu iş için bir mimar bulmaya ve normalde bina yaptıran birinin uğraşmak zorunda olduğu daha başka işlere kalkışmıyorlardı. T a­ bii ki bu genel durumun dışına çıkanlar da oluyor, valide sultanlar, ha­ nım sultanlar ve daha başka saraylı kadınlar cami, çeşme ve benzeri bina­ lar yaptırıyorlardı. Kanuni’nin eşi Hurrem Sultan’ın adını taşıyan külliye, Mihrimah Sultan’ın yaptırdığı iki cami (1548 ve 1565) ve daha sonraki dönemlerden Şebsefa Kadın Cam ii’yle (1 7 87) Zeynep Sultan Külliyesi (1 7 6 9 ) bugün hâlâ İstanbul’u süsleyen bu tür yapılardandır.88 Hanım sultanların meraklı olduğu bir başka inşaat etkinliği de, B o ­ ğaz kıyılarında yazlık saraylar yaptırmaktı. Bu sarayların hiçbiri gün ü­ m üze kalmamıştır.89 18. yüzyılda saray sakinleri Topkapı Sarayı’nın sı­ kıcı protokolünden kurtulmak için zamanlarının çoğunu Boğaz kıyıla­ rında yeni yaptırdıkları ya da eskiden yapılmış olup da eklerle büyütüp yeniledikleri saraylarda geçiriyorlardı. 18. yüzyılda birçok hanım sulta­ na daha doğduklarında, olm azsa çocuk yaşta nişanlandıkları ya da ev­ lendikleri zaman bir saray verilirdi. Bu sarayların harem daireleri özel­ likle görkemli döşenm iş ve hanım sultanın kocasına ayrılmış selamlıktan çok daha göz kamaştırıcı olurdu. Sonuçta hanım sultanın evlendirildiği vezir ya da vali padişah soyundan değildi, oysa hanım sultanın bazı du­ rumlarda padişahı temsil ettiği kabul edilirdi. Bazı hanım sultanlar saraylarının döşenmesine inceden inceye karı­ şırlardı. M inderler, halılar ve perdeler onların beğenisine göre yenilenir, 8 7 Bacr (1983). 88 Goodwin (1971), s. 396, 414; Arel (1975), s. 71; Uluçay (1980), s. 109. 89 Artan (1988).


odalara yeni bir düzen getirilir ve en başta da bina baştan aşağı yeniden boyanırdı; bunun nedeni boyanın B o ğaz’ın nemli havasında uzun süre dayanmamasıydı. İleri gelen kimseler konak ve yalılarının boyanmasın­ da göz alıcı renkleri tercih ederlerdi. Hanım sultan ölürse sarayı hemen bir başka hanım sultana verilir, bu kez de o kendine göre değişiklikler yaptırırdı. Bu yüzden, Avrupalı seyyahların tasvir ettiği halleriyle bu ya­ pılar sadece inşa edildikleri dönemin beğenisini yansıtmazlar, çeşitli za­ manlarda m oda olmuş üslupların izlerini de taşırlardı.90

Sanata Yöneliş: D okum alar Osmanlı işlemeleri, kilimleri ve halıları bugün hâlâ hem Türkiye’de, hem de dışarıdaki müze ve özel koleksiyonları dolduruyor. Bu eserlerin üretilmesine büyük ölçüde kadınlar da katılmıştır. Bunu yazılı kaynak­ lardan çıkardığımız gibi, 19. yüzyılda bu alanda pek çok kadının çalış­ mış olmasından da biliyoruz; tabii kadınlarla erkekler arasındaki iş b ö ­ lümünün 17. ve 18. yüzyıllarda daha başka olduğunu düşünm em iz için bir neden yok.91 Fransız seyyah Nicolas de Nicolay 1 5 5 0 ’lerde padişa­ hın sarayında 2 0 0 genç kızın iğne işi öğrenmekte olduğunu yazıyor. Bununla birlikte bu bilgi sadece duyduklarına dayanıyor olmalıdır, çün­ kü Nicolay kuşkusuz harem hakkında sağlam kaynaklara sahip değil­ di.92 18. yüzyılda ise Lady M ontagu, II. M ustafa’nın dul hasekisine ait yetişkin cariyelerin yaptıkları işlemelere ilişkin bilgiler veriyor. Adet ol­ duğu gibi hasekinin çevresi çocuk yaşta cariyelerle çevrilidir ve yaşı bü­ yük olanların görevi daha küçüklere nakış işlemeyi öğretm ektir.93 Ama yetişkin Osmanlı kadınları da bu sanatla uğraşıyorlardı. 17. yüzyılın ikinci yarısında Hıristiyan bir Osmanlı kadınının eşi olarak kadınların dünyasına belirli ölçülerde girme olanağı bulan İtalyan seyyah Pietro della Valle nakış işleyen Osmanlı kadınlarının maharetinden söz ediyor. Özellikle opak kumaş üzerine yapılan ve iki yüzden de görülebilen bir işlemeyi övüyor; bu herhalde aynı yüzyılın başlarında Avrupa’da da m o­ da olan gölge işine benziyor olmalıdır.94 90 91 92 93 94

age. Quataert (1986). H elmecke (1993), s. 27. Montagu, yay. Jack ve Desai (1993), s. 118. Helmecke (1993), s. 27.


Della Valle sırma işlemelerden de övgüyle söz ediyor; ama bu işle­ ri sadece kadınların yaptığı sanılmamalıdır.95 Erkek zanaatkarlar da sa­ tılmak için dükkânlara ve sipariş üzerine saraya nakış işleri yapıyorlar­ dı. Verdiği rakamlar her zaman pek güvenilir olmamakla birlikte, Evliya Ç elebi’ye göre 1 6 3 8 ’de sadece İstanbul’da böyle doksan erkek nakışçı vardı. 18. yüzyılda bu dükkânlar İstanbullu kadınların uğrak yeriydi. Öte yandan kendileri kullanmak için değil, sipariş üzerine çalışan ka­ dın nakışçılar da vardı. Haremdeki kadınlardan birinden kaynaklanan bir bilgi de bu tür nakışçı kadınlara saraydan yatak örtüsü siparişi veril­ diğini gösteriyor.96 Ama nakışçı kadınlar çok ince bir işçilik istenmesi üzerine bu siparişi kabul etmemişler. 17. yüzyılda Bursa’da kadınların kendi yaptıkları elişlerini sattıkları ve bunun için vergi de ödemedikleri bir çarşının olduğu bilinmektedir.97 Bunların içinde işlemelerin en ön ­ de geldiği düşünülebilir. Konakların haremlerine lüks eşya sağlayan bohçacı kadınlar herhalde çeşitli işlemeler de satıyorlardı. Osmanlı na­ kışları 16. ve 17. yüzyıllarda M acaristan’ın Avusturya egemenliğindeki yerlerinde ve Güneydoğu Avrupa saraylarında da çok tutuluyordu. C a ­ riye satın alırken nakış bilen kadınları seçmeye çalışanlar vardı. Ayrıca M üslüm an kadınlarla ilişki kurup nakış örnekleri getirten ya da Türk hizmetkârlarından Türk motifleri öğrenmeye çalışan kibar Hıristiyan kadınları da vardı.98 Yalnız eski işlemelerin üstünde ne tarih, ne de bir ad bulunduğundan, sanatçıların adlarını bilemiyoruz. 18. yüzyılda bazı Avrupalı ressamların tablolarında nakış işleyen ka­ dınlar da görüyoruz.99 Ama bunlara ihtiyatla bakmak gerekir, çünkü bu ressamların bir haremin içine gerçekten girmiş olmaları pek düşünüle­ mez. En iyi olasılıkla satmak üzere nakış yapan kadınları (ki bunların bir bölüm ü de gayrimüslimlerdir) görm üş ve sonra bunları kibar kadınla­ rın giysileri içinde tasvir ederek resimlerine yerleştirmiş olmalıdırlar. Bu resimlerde işlenecek kumaşın bir gergefe gerildiği görülmektedir. G er­ g e f daha 15. yüzyılda bir kadının en önemli eşyalarından birisiydi; o d ö ­ 95 age, s. 28. 9 6 Tezcan, Delibaş, Rogers (1980), s. 173. 9 7 Gerber (1982), s. 237-238. 98 Helmecke (1993), s. 32. 9 9 age, s. 25 ve 32.


nemmden kalma bir mezar taşının üstünde de bu tür bir aletin önünde oturan bir kadın figürü görülm ektedir.100

Ve H içbir Şey Bilm ediklerim iz... “ Anonim yazarların çoğu kadındır” yargısı feminist edebiyat araştır­ malarında çok tutulan bir varsayımdır.101 Büyük bir olasılıkla yaşamış olduklarının dışında haklarında hiçbir şey söyleyemediğimiz bu anonim kadın sanatçılarla Osmanlı kültüründe de sık sık karşılaşıyoruz. Özellik­ le hah ve kilim dokuyan kadınların önemini belirtmek gerekir; bunlar kuşkusuz sadece 19. ve 20. yüzyılda değil, daha eski dönem lerde de et­ kinlik göstermişlerdir. Bu türden başka bir grubu da kadın hanende ve sazendeler oluştur­ maktadır. Bunlar üzerine de belki bir gün bir şeyler yazılacaktır. Saray­ da sadece içoğlanları arasında değil, haremdeki hizmetkârlar arasında da hanendeler vardı ve müzik yapılmaktaydı. 18. yüzyılda kibar İstan­ bul hanımları, yetenek gördükleri cariyelerine müzik dersi aldırtırlard ı.102 Görünen o ki, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın tersine, Osmanlılar müzikte amatörleri değil, usta kadın sanatçıları ter­ cih etmişlerdi. Bunların nasıl bir eğitim gördüğünü ve içlerinden en ün­ lülerinin bir konağın hareminden bir başkasına yollanıp yollanmadığını bilemiyoruz. Söylenebilecek tek şey, bugüne kadar yüzlercesi incelen­ miş olan tereke listelerinde müzik aletleriyle ilgili hiçbir bilgiye rastlan­ mamış olduğudur. Yani müzik aletleri her ne kadar sazende kadınların kendilerine aitse de, bunların miras bırakıldığını bugüne kadar görm üş değiliz. Osmanlı kadınlarının hepsinin de gündelik ev işlerine boğulup git­ medikleri, hele hali vakti yerinde olanların bazılarının sadece giysilerle uğraşmaktan, dost ziyaretleri yapmaktan ya da reçel kaynatmaktan baş­ ka şeyler de yaptıkları görülüyor. Bu ilk başta sıradan bir saptama gibi geliyor, ama 16., 17. ve 18. yüzyılda yaşamış sayısız kadının zaman za­ man ellerinin hamuruyla “ erkek işleri” ne göz diktikleri, bunda da başa­ rılı oldukları söylenebilir.

100 101 102

a ge, s. 20. Alıntı Kafadar (1992), s. 171’de yer alıyor. Montagu, yay. Jack ve Desai (1993), s. 88.


Sonuç olarak Osmanlıların uzun bir edebiyat ve sanat geleneğine dayanan eski bir yüksek kültüre sahip oldukları açıktır. Ama kadınların Osmanlı kültürüne yaptığı katkı iki nedenden ötürü unutulup gitm iş­ tir. Bir kere, Avrupalılarınki dahil bütün ataerkil kültürler, kadınların başarılarını şu ya da bu biçimde toplum un bilincinden kazıma eğilimin­ dedirler. Ö te yandan, örneğin Delacroix gibi 19. yüzyıl ressamlarında da izlenebilen “ egzotik D o ğ u ” hayali içinde özgül bir kadın imgesi de yer almaktadır. Bu olum suz bir im gedir ve kadın düşmanı bir bakış açı­ sının sonucudur, ama özellikle bilimselliği “ kendinden menkûl” çevre­ lerde de uzun süre geçerli olmuştur. Buna göre kadın, çevresine erotik duygular yayması dışında hakkında söylenecek pek bir şey olmayan, edilgen bir varlıktır. Erkeğin, ya da isterseniz siz bunu bilim adamının diye alın, röntgenci kafa yapısı bu erotik yönü abartmaktan ve “ edilgen D oğulu kadın” ı yabancı bir kültürün simgesi gibi görmekten haz duy­ maktadır. Bu simgeye yüklenen anlama göre dişi olarak kabul edilen Yakındoğu toplum u, dışardaki birisi tarafından, tabii ki bu birisi er­ kektir, belirlenebilecek pasif bir varlık olarak kendini hizmete sunmak­ tadır. Oysa sanat alanında da kendini gösteren etkin kadınlar bu tablo­ ya uymaz. Tarihçiler, özellikle de kadın tarihçiler bu klişelerin salt ha­ yal ürünü olduğunu yazdıklarıyla birçok kez ortaya koydular. Mihrî H atu n ’un sözleriyle belirtecek olursak: Ç ünki nâkıs akl olur dirler nisâ H er sözin m ağrur tutm akdur reva Lîk Mihrî dâînün zannı budur Bu sözi dir ol ki kâmil usludur Bir müennes yiğ durur kim ehl ola Bin müzekkerden ki ol nâ-ehl ola Bir müennes yiğ ki zihni pâk ola Bin müzekkerden ki bî-idrâk ola103

103 İz ve Kut (1985), c. 2, s. 229-230. [Kadınlar eksik akıllı olur derler. Bundan do­ layı onların her sözünü boş saymak yerinde olur (derler). Mihrî duacınızın zannı budur ki olgun ve akıllı kişiler bu sözü söylerler: Becerikli bir kadın, beceriksiz bin erkekten iyidir. Zihni açık bir kadın, anlayışsız bin erkekten iyidir.]


II

SANATLAR


YEDİNCİ BÖLÜM MİMARLAR, VAKIFLAR VE YAPILARDA GÜZELLİK Fransız yazar Victor H u go’ya bakılacak olursa, Avrupa ortaçağı bir mimarlık çağıydı. H u go’nun görüşüne göre, özellikle o dönemin dini yapılarının değeri, çok sayıda insana hitap etmelerinden ve gündelik ya­ şamda sık sık ziyaret edilmelerinden geliyordu.1 Aslında, örneğin bir katedralin bütün zenginliğiyle birlikte içerdiği simgesel anlamları, sade­ ce bu konuda yeterli bilgisi olanlar kavrayabiliyordu.2 Yine de, ibadete gelen sıradan insanlar da pencerelerdeki vitraylara, fresklere ya da sütun başlıklarına baktıklarında bazı anlam düzlemlerini kavrayabiliyorlardı. Bu dışa dönüklük, mimarlığın sanat olarak gelişmesi için önemli bir ön­ koşuldu. H u go’ya göre, matbaanın ortaya çıkması ve kısa sürede ede­ biyatı insanları en çok etkileyen sanat dalı durumuna getirmesi, mimar­ lığın öncü rolünü yitirmesine yol açmıştı. Victor H ugo için birbirine karşıt iki çağ söz konusuydu: Matbaanın olmadığı, ama zengin bir mi­ marlığın bulunduğu ortaçağ ve mimarlığın arka plana itilip, edebiyatın öncü sanat dalı haline geldiği yeniçağ. Bu düşüncelerin, Osmanlı İmparatorluğu’nu inceleyen kültür tarih­ çileri için de ilginç yanları olduğu söylenebilir. Çünkü 18. yüzyıla, hat­ ta 19. yüzyılın ilk yıllarına kadar Osmanlı sanatlarının en önde geleni hep mimarlık olmuştu. Padişahlar, valide sultanlar, hanım sultanlar, ve­ zirler, ayrıca özellikle 18. yüzyılda taşra ileri gelenlerinden birçok kişi önemli miktarlarda para harcayarak sayısız cami, saray, medrese, tekke, sebil ve imaret yaptırmıştı. 19. yüzyıl öncesinde Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da önemli yapıların çoğu ibadethanelerdi. İbadete gidenler bu yapıların içerisine sadece fiziksel olarak girmekle kalmıyor, özelliklerini de oldukça kolay anlayabiliyorlardı. Çünkü ede­ biyattan farklı olarak içrek simgeler mimarlıkta tümüyle yok değilse de, 1 2

Hugo (yeni basım 1972), s. 238-240. Yeni bir anlatım iç in bkz. Erlande-Brandenbourg (1989).


rolleri sınırlıydı. Yani klasik dönem Osmanlı mimarlığında da (yak. 1450 - yak. 1680) halkı etkileme düşüncesinin ayrı bir payı olduğu ve bunun, Victor H u go’nun ileri sürdüğü gibi bu sanat dalının gelişme­ sinde destekleyici bir rol oynadığı kabul edilebilir. Bugün bütün Osmanlı sanatları arasında mimarlığa özel bir değer veriyoruz. Sebebi kısmen öznel olabilir, zira klasik dönemin musikisi hakkındaki bilgimiz oldukça azdır; Osmanlı musikisi daha iyi kaydedi­ lip korunmuş olsaydı, belki mimarlıkla rekabete girebilirdi. Ancak bu savımız yine bir ölçüde şüpheyle karşılanmalıdır; çünkü 16. ve 17. yüz­ yıllarda yaşamış Osmanlı yazarlarının, yaşadıkları dönemin mimarlığını çok düşündükleri, hatta bu konuda hayalgüçlerini işlettikleri bilinmek­ tedir. İstanbul’daki büyük yapılara ilişkin birçok şiir, menkıbe ve öykü vardı. Sadece Osmanlı camileri değil, Bizans yapıları da bu yolla İstan­ bulluların hayal dünyasına eklemlenmişti.3 On ciltlik yapıtının önemli bir bölümünü doğum yeri İstanbul’a ayırmış olan Evliya Çelebi, özel­ likle başkent mimarlığının Osmanlı aydınının hayal dünyasını nasıl bü­ yülediğinin canlı bir tanığıdır.4 İnşaat ve yapılarla ilgili bu mitoloji Os­ manlı kentlisinin gündelik kültürünün bir parçasıydı. Ama şu ana kadar, Osmanlı’nın güzel sanatlar arasında Victor H ugo’nun yaptığı gibi bir önem sırası oluşturduğuna ve mimarlığı en üste yerleştirdiğine ilişkin herhangi bir bulgu yoktur. Öte yandan, 1726’ya kadar ülkede Osmanlıca kitap basılmamıştı; 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar basılan kitap sayısı da çok azdı.5 Ayrıca, ka­ tı sansür kuralları, kitap ve gazetelerin yaygınlaşmasını çoğu zaman en­ gelliyordu. Ama bütün bunlara rağmen 20. yüzyılın başlarına gelindi­ ğinde (belki de biraz daha önce) edebiyat, kamuoyunu en çok etkile­ yen sanat dalı konumuna yükselmişti. Cumhuriyet Türkiye’si yazarları­ nın şiirleri, romanları ve mizahi öyküleri sadece ülke içinde geniş bir okur kitlesi bulmakla kalmadı, başka dillere de çevrildi. O halde biraz basitleştirerek, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı toplu­ munun da mimarlığın ağırlıkta olduğu bir çağdan edebiyatın birinci sı­ raya yükseldiği bir döneme geçtiğini söyleyebiliriz. Bu bölümde mi­

3 4 5

Yerasimos (1990). Evliya Çelebi (1896/97-1938), c. 1. Gdoura (1985), s. 79 vd.


marlığın 16. ve 17. yüzyıllarda hangi nedenlerle bu derece etkili olabil­ diğini incelemek istiyoruz. K am usal ve Ö zel İn şaatlar Osmanlı kentlerindeki yapılar iki çeşitti: Anıtsal mimarlık eserleri taş­ tan inşa ediliyor, bazen süsleme işlevi gören tuğla da kullanılıyordu. Tuğlanın özellikle 18. yüzyılda yatay sıralar halinde kullanılmasıyla, cephelerde kesme taşın açık gri rengi yumuşatıldı. Bu tür anıtsal yapıla­ rın çoğunun üzeri kurşun kaplı kubbelerle örtülüyordu. Kubbelerin 15. yüzyıla kadar kiremitle kaplandığı da olurdu. Anıtsal yapılarda kesme taşların düzgün işlenmesine çok önem verilirdi. Eski yapılardan alınma malzemelerin kullanılma nedeni ucuz ve kolay bulunur olmaları değil, simgesellikleri yüksek, değerli antika parçalar olmalarıydı.6 Bazen çini de önemli bir bezeme malzemesi olurdu: Yapılardaki çini kitabeler ço­ ğu kez mavi ve beyaz renklerdeydi; özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, dö­ nemin üslubuna bağlı olarak soyut ya da gerçekçi çiçek motifleriyle be­ zeli çinilerle oluşturulan büyük panolar vardı. İnsan anıtsal mimarlıkta­ ki üslup değişikliklerine bakarak, sanat tarihçilerinin ayrıntılı biçimde tanımladıkları çeşitli dönemleri birbirinden ayırabilir. “ Kamusal” üsluptan başka bir de özel inşaat tarzı vardı. Bu tarzda yöresel malzemeler hâkimdi. Taş, sadece Mısır ve Halep gibi ağaç yö­ nünden fakir, daha ucuz malzemenin bulunmadığı bölgelerde ya da çevrede çıkan taşın özellikle yumuşak ve kolay işlenebilir olduğu Orta Anadolu’daki Ürgüp gibi yörelerde kullanılırdı.7 İstanbul’daki konut yapımında en çok kullanılan malzeme ahşaptı ve bu evler rengârenk bo­ yanırdı. Kuşkusuz pek çok kişi de evinin hava koşullarından harap ol­ masına ve bugün 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarından kalmış ahşap yapılarda gördüğümüz gibi, renginin koyu kahverengine dönüşmesine göz yummak zorunda kalırdı. Ahşabın deniz yoluyla getirilemediği, bu yüzden de çok pahalı olduğu yerlerde hımış yapı tekniği geliştirilmişti. Bu teknikte yapının iskeleti ahşaptan yapılıyor, iskeletin arası kerpiç ya da tuğlayla dolduruluyordu. Ağacın daha da az bulunduğu Konya gibi yörelerde ise evler kerpiç ve çamurdan inşa ediliyor, sadece taşıyıcı öğe­ 6 7

Barkan (1972, 1979), c. 1, s. 332 vd. Maury, Raymond, Revault, Zakarya (1983); Gaube ve Wirth (1984), s. 113; İmamoğlu (1992).


ler ve çatı ahşap oluyordu. Ev gözden çıkarılıp terk edileceği zaman ah­ şap malzeme alınıyor, geriye sadece bir kerpiç yığını kalıyordu. Malat­ yalılar 1 8 3 8 /3 9 ’da padişahın emriyle kentlerini kışlaması için Osmanlı ordusunun emrine vermek zorunda kaldıklarında böyle bir deneyim ya­ şamışlardı.8 Kışın kaldıkları bağ evlerinden kente döndüklerinde, asker­ lerin kış boyunca ısınmak için evlerin ahşap tavan kirişlerini yakmaları sonucunda koca kentin âdeta bir yıkıntıya döndüğünü gördüler. Bunun üzerine bağ evlerine sürekli olarak yerleşmeye karar verip eski bir sayfi­ ye yeri olan Aspuzu’da bugünkü Malatya’yı kurdular. Kurak bozkırlar­ da evlerin damlan çoğunlukla düz yapılır ve yazları teras olarak kullanı­ lırdı. Yağmurun bol olduğu kıyı şeridinde ve ormanlık bölgelerde ise damlar eğimli yapılır, üstleri padavra (ince tahta levha) ya da kiremitle kaplanırdı. Kamusal ve özel inşaat tarzları birbirlerinden farklı olmakla birlikte, hangisinin ne zaman kullanıldığını saptamak her zaman kolay bir iş de­ ğildir. Padişahın, padişah ailesinden birinin ya da bir beylerbeyinin yap­ tırdığı cami, medrese ya da gelip geçenlerin su içtiği bir sebil “ kamu­ sal” tarzda inşa edilirdi. 18. yüzyılda, daha alt düzeydeki taşra görevli­ lerinden de, özellikle Mısır’da, bu tarzda yapılar inşa ettirenler oldu. Makam sahibi bir Osmanlı’nın konağı, sadece oturmaya hizmet etme­ yip aynca hükümranlığın da bir simgesiydi, ama çoğunlukla iddialı tarz­ da yapılmazdı.9 Ne var ki, ahşap ve hımış yapıların çoğu, eğer yerlerine yeni yapılar yapılmak için yıkılmamışlarsa, yangın ya da deprem gibi fe­ laketlere kurban gitmişlerdir. İstanbul ve büyük taşra merkezlerindeki birçok vezir ve yönetici konağından günümüze kalabilenlerin sayısının bu kadar az olmasının nedeni budur. Ayrıca her bölgenin kendi “ özel” tarzında inşa edilmiş camiler ve başka dini yapılar da vardı. Ankara’da bugün hâlâ dörtgen planlı, ahşap tavanlı ve kiremit çatılı küçük camiler görülebilir.10 15. ile 18. yüzyıllar arasındaki “ kamusal” mimarlık tarzında çeşitli üslupların birbirini izle­ mesine karşılık, bu tür küçük yapılar çok az değişikliğe uğramıştır. M i­ marlar eski yapılardan aldıkları sütunları ve daha başka parçaları da kul­ 8 9

EI2, “Malatya” maddesi (Suraiya Faroqhi). Osmanlı hanım sultanlarının ve üst düzey yetkililerinin Boğaz’daki yazlık sarayları umumiyetle ahşaptı. 10 Öney (1971).

158


lanmışlardır. Gerektiğinde, kısa kalan bir sütunun altına bir taban yer­ leştirilmiş, uzun gelen sütununsa ucundan biraz kesilmiştir. Tekkelerin çoğu, en azından 17. yüzyıldan sonra özel tarzda inşa edilmiştir; önem­ li bir bölümü de bir eve yapılan eklerle ortaya çıkmıştır. Bu tarzın dı­ şında kalıp da hakkında kesin bilgimiz olan ya da bugün kalıntıları hâ­ lâ duranların sayısı ise parmakla sayılacak kadar azdır. “ Kamusal” tarz­ daki tekkelerin ikisi, Konya’daki üzeri kubbelerle örtülü Mevlevi dergâ­ hı ile Hacıbektaş’taki Bektaşi dergâhıdır.11 Bu tür yapıları çoğunlukla yöneticiler ya da sultanlar vakfetmiştir. M im arlar ve M im arlık M esleği Kamusal mimarlıkla özel inşaat etkinliği arasındaki farklardan biri de, kamusal yapılarda sorumlu mimarın adı çoğunlukla bilinirken, özel ya­ pılarda bilinmemesidir. Osmanlı mimarlarının çoğunun sadece adını ve yaklaşık olarak çalıştığı zamanı bilmekteyiz. Bazıları hakkında tarihçile­ rin yazdıkları da var. Bunlardan biri de, Fatih Sultan Mehmed’in Bi­ zans’tan kalma Havariyun Kilisesi’nin yerine yaptırdığı Fatih Camii ve Külliyesi’nin mimarı olan Atik Sinan’dır.12 Anlaşıldığı kadarıyla bu mi­ marla II. Mehmed arasında, bugün de caminin avlusunda görülebilen antik sütunların kullanılması konusunda bir anlaşmazlık çıkmıştı. Sultan bunun üzerine mimarı tutuklatmış ve Sinan’ın yaşamı hapishanede son bulmuştu. Bu olaydan ötürü sultan bazı çağdaşları tarafından şiddetle eleştirilmişti. Osmanlı klasik mimarlık üslubunun yaratıcısı kabul edi­ len, Şehzade (1 5 4 8 /4 9 ), Süleymaniye (1557) ve Selimiye camilerinin (1 5 7 4 /7 5 ) mimarı Sinan üzerine çok daha fazla bilgiye sahibiz.13 D a­ ha 16. yüzyılda Sinan’ın eserlerinin, ayrıntıda birbirlerinden biraz fark­ lı birkaç listesi kaleme alınmıştır. Sinan yaşlılığında arkadaşlarından bi­ rine kısa bir biyografisini de dikte ettirmiştir. Yerine geçen Davud’u ise sadece vakayinamelerden ve yazılı belgelerden tanıyoruz.14 Ama döne­ mindeki bazı yazarların Osmanlı mimarlığının doruğu kabul ettikleri Sultan Ahmed Camii’nin mimarı Mehmed Ağa’nın, görünüşe göre ya­ kın çevresindekilerden birinin kaleme almış olduğu epeyce ayrıntılı bir 11 12 13 14

Konyalı (1964), s. 629-691, l'aroqhi (1976). Yerasimos (1990), s. 143 vd. Kuran (1987), s. 298-300. Ahmed Refik (1977), s. 139-152 vd.


biyografisi var. Cafer Efendi ismindeki bu yazar Mehmed Ağa’nın ateş­ li bir hayranıdır ve onun en önemli eserini nazım halinde aktarmakla kalmamış, yaşamındaki aynı önemde olmayan olayları da bir evliya menkıbesi üslubuyla aktarmaya çaba göstermiştir.15 18. yüzyılda yaşa­ mış birçok mimarla ilgili doyurucu arşiv malzemesi vardır. Hatta kısa bir süre önce bunlardan çok tanınmış olmayan birine ait tereke kaydı bulunmuş, böylelikle bir Osmanlı mimarının malı mülkü ve mesleğin­ de başarı kazanmak için tuttuğu yol konusunda bir ölçüde fikir sahibi olma olanağı doğmuştur.16 Yani, Osmanlı mimarlarının hepsi tümüyle loncalarının dayatmaları­ na ve saray bürokrasisinin emirlerine bağlı anonim zanaatkarlar değil­ lerdi. Tersine, bazıları sözü çok geçen, saygın kişilerdi. Örneğin Sinan, Kanuni için Süleymaniye’yi yaparken, padişahtan bu büyük külliyenin en görünür bir yerine kendi türbesini yerleştirme iznini almıştı. Kayse­ ri yakınlarındaki Ağırnas köyünde doğmuş olan Sinan, akrabalarına da hatırı sayılır ayrıcalıklar tanınmasını sağlamıştı.17 Ama onunki, yaklaşık elli yıl süreyle mimarbaşılık yapmış bir kişi olarak özel bir durumdu. Daha az tanınmış, yerel bir mimar bu ölçüde söz sahibi olmuyordu. Örneğin 17. yüzyılın ilk yarısında Kabe’nin onarımında görev almış olan bir ustanın, ileriki yıllarda ortaya çıkabilecek hatalardan kendisinin sorumlu tutulabileceği endişesi taşıdığı görülmekte,18 yerel çevrede bi­ le olsa, politik nüfuzunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Süleymaniye’nin mimarı Sinan, köprü yapımından sorumlu bir yeni­ çeri komutanıydı ve Kanuni ona genç yaşta ölen şehzadesinin anısına büyük bir külliye inşa etme görevini vermeden önce pek az cami yap­ mıştı.19 Sultan Ahmed Camii’nin mimarı Mehmed A ğa’nın mimarlık eğitimiyle ilgili olarak da çok az şey biliyoruz. Büyük bir olasılıkla uzun yıllar Sinan’ın yanında çalışmıştı, ama biyografisi onu genelde yetişkin bir usta olarak sunuyor. Merkezi yönetimin görev vereceği mimarlar genelde Hassa Mimar­ ları Ocağı’nda eğitim görürlerdi. Bu örgütlenmeye ilişkin bilgiler 16. 15 16 17 18 19

Cafer Efendi, yay. Crane (1987). Şu anda bu dökümle ilgili bir çalışma hazırlıyorum. Ahmed Refik (1977), s. 116. Faroqhi (1990), s. 154. Kuran (1987), s. 298.


yüzyılın başlarına kadar gidiyor.20 Osmanlı merkezi yönetim organları­ nın çoğundan farklı olarak bu ocağa girenlerin Müslüman olma zorun­ luluğu yoktu. Padişahın ya da ailesi üyelerinin sipariş ettiği yapıların projeleri hazırlandıktan sonra mimarbaşı tarafından onaylanır ve padi­ şaha sunulurdu. Bu uygulama, kayıtlarda Koca Sinan’a atfedilen yapı sa­ yısının niçin bu kadar çok olduğunu da açıklıyor. Sinan’ın eserlerinde, kendileri de önemli birer sanatçı olan öğrencilerinin katkılarını sapta­ mak olanağı pek yoksa da, bu katkıların epeyce büyük olduğu kuşku götürmez. İnşa edilecek yapı İstanbul dışında ise, şantiyeye denetimle görevli (kuşkusuz genç) bir mimar gönderilirdi. Bu yöntem, 16. ve 17. yüzyıllarda taşrada inşa edilmiş yapıların başkent üslubundan niçin çok az farklı olduğunu açıklar.21 Ama Sinan’ın eserlerinin listesine bakıldı­ ğında, dönemin görkemli yapılarının çoğunun İstanbul ve çevresinde inşa edildiği görülmektedir.22 T aşra M im arları Mimar sözcüğü sadece bilinen anlamda mimarları değil, daha alt dü­ zeydeki yapı ustaları nı da kapsar. Konutları çoğunlukla Hassa Mimarları Ocağı’ndan yetişme mimarlar değil, mal sahibi ile birlikte çalışan bir dül­ ger ya da duvarcı yapardı. İstanbul’da ve Mekke’de yeni yapılacak evlere düzenlemeler getiren, bugünkü “ belediye yapı yönetmeliği” ne benzeti­ lebilecek kurallar konmuştu.23 Örneğin çıkma yapan üst katlar sokağa ta­ şamaz, evlerin önündeki üstlerine satılık mallar koyulan taş tezgâhlar be­ lirli bir sınırı geçemezdi. İnşaat sahipleri ve mimarlar bu kuralları bilmek zorundaydılar; gerektiği zaman da kadı sicil defterlerine başvurulurdu. Çünkü imar düzenlemeleri çoğunlukla fermanla bildirilir, mahkeme kâ­ tipleri bunları sicil defterlerine geçirirlerdi. Ama, özellikle uygulandıkla­ rında büyük masraflara yol açacak düzenlemeler, sık sık gözardı edilirdi. 17. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok kentinde, merkezi yönetim tarafından başkentteki mimarbaşım temsi­ len atanan bir şehir mimarı bulunmaktaydı.24 Bu mimar, inşaat işleriy­ 20 21 22 23 24

Turan (1963). Kahire’deki Osmanlı yapıları bir istisna teşkil ediyor; krş. Behrens-Abouseif (1989). Kuran (1987), s. 286. Ahmed Refik (yeni basım 1988), s. 58-61. Orhonlu (yeni basım 1984 b).


le uğraşan bütün zanaatkarları denetlemekle görevliydi. Birçok yerde bu şehir mimarının onayı olmadan özel bir inşaata başlanamazdı. Şe­ hir mimarı bazen inşaat malzemelerine de standart koyardı; ama bu, devletin yaptırdıklarının dışında görece ender rastlanan kagir yapılar için söz konusu olurdu. Şehir mimarı ayrıca, inşaat ve yapılarla ilgili bir anlaşmazlık çıktığında, çözümü için kadıya yardımcı olurdu. Ör­ neğin bir evin varisler arasında paylaştırılması gerektiğinde, hangi bö­ lümünün hangi mirasçının hissesine düşmesi gerektiğini belirlerdi. Ayrıca inşaat işinde çalışan zanaatkarların harçlarını da şehir mimarı toplardı. Ama bu makamı her şeyden önce, merkezi otoritenin taşra kentleri üzerindeki bürokratik denetiminin bir aracı olarak görmek gerekir. Yine de ortalama şehir mimarının, görevinin bu yönünü ye­ rine getirirken ne ölçüde başarılı olduğunu söylemek güçtür. Y apı E tkin liğin in K u ru m sal Çerçevesi: V ak ıf Kaleler, saraylar ve kentlerdeki bazı evler bir kenara bırakılırsa, görkemli Osmanlı yapılarının çoğu dini ya da hayırsever amaçlarla yaptırılmıştı. Cuma namazlarının kılındığı büyük camilerin yanında, günde beş vakit namaz kılınan daha küçük semt camileri de vardı. Büyük kentlerde geleceğin kadılarının yetiştirildiği, din ve şer’i hu­ kuk derslerinin verildiği medreseler bulunuyordu. Çocuklara okuma yazma ve Kuran tecviti öğretilen sıbyan mektepleri daha küçük, ama çoğu özenilerek yapılmış yapılardı. Ayrıca önemli yazmaların bulun­ duğu, herkese açık kütüphaneler vardı. Büyük dergâhlar ayinlerin ya­ pıldığı bir salondan, tarikat kurucusunun mezarından, bazen buna bitişik bir mescitten, tarikat şeyhinin evinden ve büyük bir mutfak­ tan oluşuyordu. Bu mutfakta çoğu zaman sadece dervişler için değil, sayıları epeyce olan ziyaretçiler için de yemek hazırlanırdı. Herhangi bir tekkeye bağlı olmayan büyük tabhaneler de vardı. Bunlar İstan­ bul’da padişahın misafirhanesi işlevi görüyorlardı; başkentte işi olan devlet görevlileri zaman zaman buralarda kalırdı. Tabhanenin mut­ fağından ayrıca ölmüş devlet görevlilerinin dul eşlerine yemek çıkar, artan yemekler de yoksullara dağıtılırdı. Bazı vakıfların bünyesinde hastaneler de bulunurdu. Ama sebil gibi daha az masraf gerektiren yapıların sayısı çok daha fazlaydı. Sebiller halka bedava içme suyu da­ ğıtan, yol kenarlarındaki çok zarif küçük köşkümsü yapılardı. Bugün


bu sebillerin çoğu gazete ve meşrubat satılan yer olarak kullanılmakta­ dır.25 Kurumsal açıdan bakıldığında bu yapıların tümü dini vakıftı. Çerçe­ veleri, 7. ve 8. yüzyıllarda kesin biçimini almış olan İslam hukukuna gö­ re çizilmişti; yani Osmanlılar bu çerçeveyi hazır bulmuşlardı.26 Bir va­ kıf dine hizmet etmek ya da hayır yapmak amacıyla kurulabilirdi. Vak­ fedilecek mal ve mülk ya yeni kurulan ya da daha önce var olan bir vak­ fa verilirdi. Vakfedilen şeyler sonsuza kadar vakfa ait olurdu. Kadın ya da erkek bir vakıf kurucusu vakfının sağlam olup olmadığını anlamak için mahkemeye bir dava açıp mal ve mülkünün kendisine geri verilme­ sini ister, kadıdan da bunun olanaksız olduğu kararı çıkardı. Bu karar mahkeme defterine geçirilir, böylece vakfın kurallara uygun kurulduğu belgelenmiş olurdu. Ayrıca vakfın varlıklarının ve amaçlarının tek tek sayıldığı ve vakıftan para alması öngörülen kişilerin adlarının belirtildi­ ği bir vakfiye de düzenlenirdi. Vakıf kurucusu bir de mütevelli belirler­ di. Mütevelli çoğu kez aileden seçilirdi, böylelikle bazı vakıflar belirli bir mülkün miras olarak paylaşılıp parçalanmadan ailenin elinde kalma­ sına da hizmet ederdi.27 Dini vakıfları hem erkekler, hem de kadınlar kurabilirdi. Tek koşul kurucunun özgür olması (yani köle olmaması) ve vakfedilen toprak ve malların mülkiyetinin tümüyle kendine ait bulunmasıydı. Osmanlı ka­ nunlarına göre miri sayılan tarla ve çayırlar ancak padişah özel olarak onaylarsa vakfedilebilirdi.28 Bu kısıtlama önemliydi, çünkü pek çok vak­ fın en önde gelen mal varlığı arazi ve topraktı. Toprak hem üstüne in­ şaat yapmak için gerekliydi, hem de vakfın yerine getirdiği hizmetlere para sağlayan önemli bir gelir kaynağıydı. Padişah bazen akrabalarına ve yakın hizmetkârlarına, bütün bir köyün vergisini bir vakfa gelir yapma izni verirdi; ayrıca padişah vakıflarının da gelirlerinin önemli bölümü tarımdan alınan vergilerden sağlanırdı.29 Ama bir köy vakfedildiği za­ man burada yaşayan köylülerin hukuksal konumları değişmezdi. Yani 25 El2, “ İstanbul” maddesi (Halil İnalcık). 26 EI1, “Wakf” maddesi. Pek çok Müslüman fikıhçısı vakıfların Hz. Muhammed döneminde de var olduğu görüşünü taşıyor. 27 Barkan ve Ayverdi (1970), s. XX vd. 28 Barkan (1980 a); ortaya çıkan sorunlarla ilgili bir tartışma için bkz. Barnes (1980). 29 Barkan (1963), s. 252.

163



köylüler örneğin yeni kurulan vakfa bağlı hale gelmez, eskisi gibi doğ­ rudan padişahın tebaası olmayı sürdürürlerdi. Tarım arazisi vakfetmek için padişahtan özel izin alamayan sıradan kişiler ev ya da bahçe gibi mülklerini bağışlarlardı. Kitaplarını bir vakıf kütüphanesine veren bilginler de vardı; sayısız yazmanın korunmuş ol­ masını bu uygulamaya borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkle­ rin çoğunlukta bulunduğu bölgelerinde, özellikle de İstanbul’da, 16. yüzyıldan beri süren bir âdet de bir camiye para bağışında bulunulma­ sıydı. Bağışlanan bu paralar faiz karşılığı (çoğunlukla % 10-15) ve gü­ vence alınarak işletilir,30 elde edilen gelirle de caminin bakımı sağlanır­ dı. Bu uygulamanın da tutulmayan bir yanı vardı, çünkü hukukçuların birçoğu paranın değerinin yeterince istikrarlı olmadığı görüşündeydi, oysa vakıf kuruntunun temeli süreklilikti. Ayrıca İslam hukukunun (gü­ nümüze kadar) ısrarla savunduğu faiz yasağı da açıkça delinmiş oluyor­ du.31 Ama ulema arasındaki tartışmanın, sıradan bağışçıları böyle bağış­ lar yapmaktan alıkoymadığı anlaşılıyor. Örneğin 18. yüzyılın ikinci ya­ rısında Bursa’da parasını faizle işleten o kadar çok vakıf vardı ki, bunlar için ayrıntılı kayıtlar tutulmuştu. Zengin kentliler, özellikle de devlet görevlileri sık sık dükkân, ha­ mam, çarşı ve kervansaray gibi mülkler bağışlarlardı.32 Vakıflara ait dük­ kânlar, varislerine de geçmek üzere zanaatkârlara icara verilirdi. Birçok vakfın daha başta kiracısından kabul etmesini istediği bir koşul, kiracı­ nın mülke yapacağı eklentilerin kira süresinin sona ermesinden sonra hiç karşılıksız vakfa bırakılmasıydı. Ama kiracılar çoğunlukla kârlı çıkı­ yorlardı; özellikle vakfın elinde yangında harap olan bir yapıyı yenileye­ cek yeterli olanak yoksa, arsasını düşük bir kirayla üstüne inşaat yapma sözü verene bırakmak zorunda kalıyordu.33 Bir vakıftan, miras olarak bırakma hakkıyla yer kiralayanlar başlangıç­ ta yüksek bir miktar ödüyorlarsa da, sonraki yıllık kiralar çoğunlukla da­ ha düşük oluyordu.34 Miras hakkı erkek çocuklarındı, bazı yörelerde kız çocuklar da bu haktan yararlanırdı. Birçok zanaatkâr bu yoldan bir va­ 30 31 32 33 34

Çağatay (1971), s. 50-51. Mandaville (1979). Barkan ve Ayverdi (1970), s. X-XXXVII. Faroqhi (1984), s. 31. Barkan (1966), s. 56-57; Kreiser (1986).


kıf aracılığıyla dükkânları üzerindeki mülkiyet hakkını sağlama almış oluyordu. Ama durum, 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı yönetimi­ nin bir dizi savaşı kaybederek ağır bir finansman darboğazına girmesi, dolayısıyla vakıflardan da gelir elde etmek istemesiyle değişti. Gerçi İs lam hukukuna göre vakıf mallarına dokunulamıyordu; ama bu kural, vakıf gelirlerinin “ dondurulması” ve artanın devlet kasasına aktarılma­ sıyla deliniyordu. Öte yandan dolaşımdaki paranın sık sık değer kaybet­ mesinden ötürü vakıflar o derece büyük zararlara uğruyorlardı ki, işle­ mez hale geliyor, özellikle de sahip oldukları yapılara bakamıyorlardı. Birçok vakfın mütevellisi zanaatkarlardan daha yüksek kira isteyerek zararı azaltmaya çalışıyordu. Zanaatkarlar ise kendilerini korumak için aletlerini ve dükkânlarını gedik adı verilen özel bir zilyetlik sistemine bağladılar; bu zilyetlik hakkı sadece ait olduğu lonca içinde el değiştirebiliyordu.35 Gedik sistemi 1750’lerden önce de hiç bilinmiyor değil­ di, ama bu tarihten sonraki yıllarda iyice yaygınlaştı. Şu ya da bu dük­ kânın gedik olduğu ileri sürülünce, kadılar bunu çoğu zaman kabul edi­ yorlardı. Bunda, sabit bir işyeri bulunmayıp seyyar çalışan satıcı ve za­ naatkârların kötü vergi mükellefi oldukları düşüncesi de rol oynuyordu. Böylelikle, en azından İstanbul’da, birçok zanaatkâr vakıflara karşı çı­ karlarını koruyabiliyordu. Ama bu gelişmenin bir bedeli de vardı: Bir­ çok vakıf parasızlık yüzünden hiçbir şey yapamaz hale gelmiş, kentler­ deki ekonomik yaşam esnekliğinden çok şey kaybetmişti. Pek çok vakıf, han gibi daha büyük mülklerini müzayedeyle bir müs­ tecire kiralıyor, o da toptan kiraladığı mülkü ikinci el olarak tek tek tüc­ carlara kiraya veriyordu. Hamamlar da bazen böyle işletiliyordu. İşyer­ lerini toptan kiralayan müstecirler, hanlarda bekçi, hamamlarda tellak ve natır gibi işletme için gerekli personeli kendileri tutuyorlardı. Ama müstecirin böyle güçlü bir konuma gelmesi, bazı kiracıların bir handa çok uzun süre kalmalarını ve kiralanan mekânlarda kendi gereksinmele­ rine göre değişiklikler yapmalarını engellemiyordu. Bir ticaret kenti olan Halep’te, örneğin İngiliz ya da Venedikli tüccarların birleşerek bir hanı birlikte kiralamaları âdet olmuştu. Böyle bir han yüzyıllar boyun­ ca aynı tüccar grubunun elinde kalıyordu; Avrupalı konsoloslar da han­ ları resmen konsolosluk binası olarak kullanıyorlardı.36 35 Akarlı (1985-86). 36 Gaube ve Wirth (1984), s. 146-147.


Anıtsal boyutlardaki yapıların ortaya çıkmasında önemli rolleri bulu­ nan büyük vakıfların yanında, tek bir ev ya da dükkândan oluşan birçok küçük vakıf da vardı. Bu yapılar yakın çevrede bulunan malzemelerle “özel” tarzda inşa edilmişlerdi ve görünüşleri sıradan bir konut ya da dükkândan farklı değildi. Bir zanaatkârın evini ya da dükkânım bir va­ kıf haline getirmesi hiç de seyrek görülen bir olay değildi.37 Çocukları ve torunları her yıl belirli zamanlarda onun ruhuna dua okutmak koşu­ luyla vakıftan yararlanabilirlerdi. Ya da bir ev kadını evini, azat ettiği ka­ dın kölelerinin yararına olmak koşuluyla bir vakfa bağışlayabilir ve böy­ lelikle eski hizmetkârlarının yaşlılıklarında başlarını sokacak bir evlerinin olmasını sağlayabilirdi. Bütün bu büyüklü küçüklü vakıfların bir araya yığılması, önemli kentlerin merkezlerindeki toprağın büyük bir bölü­ münü satılamaz hale getirmişti. Çünkü vakıf mülkleri en fazla değiş to­ kuş edilebilir, ama elden çıkarılamazdı. Anıtsal yapıların olduğu kadar “ özel” yapıların kaderi de vakıf kuru­ muyla sıkı sıkıya bağlıydı. Vakıflar yapıların yükünü taşıyor, varlıklarının sürmesini sağlıyorlardı. Kuşkusuz parasızlık ya da yöneticiler arasındaki çekişmeler sonucu yapıların ihmal edildiği ve giderek harap hale geldi­ ği de oluyordu. Yerleşimin yoğun olduğu kent merkezlerinde, hemen her yeni inşa edilecek büyük bina için vakıflar arasında görüşmeler ya­ pılması gerekiyordu. Öte yandan 19. yüzyıla kadar yeni bir kentin ku­ rulması, bir ya da daha fazla vakfın da kurulması anlamına geliyordu.38 Cami, okullar, bir kapalı çarşı ve birkaç alış veriş caddesinin ortaya çık­ masıyla bir kentin oluşmasının koşulları yaratıldıktan sonradır ki insan­ lar da buraya yerleşmeye başlıyorlardı. San atın ve San atçıların K oru n m ası 15. yüzyılın sonlarında ve 16. yüzyılda padişahlar, padişah ailesinin di­ ğer bireyleri ve yüksek devlet görevlileri yeni yapılar inşa ettiren en önemli işverenlerdi. Kendilerinde büyük bir mimar olma yeteneği bulunduğuna inanan gençler Hassa Mimarları Ocağı’na kabul edilmek için çaba göster­ mek zorundaydılar. Bu gençler hamilerinin dikkatini çekerlerse padişaha takdim edilirler, büyük yapılar gerçekleştirme olanağım elde edebilirlerdi.39 37 Bir özel ev vakfı için bkz. Barkan ve Ayverdi (1970), s. 117. 38 Faroqhi (1984), s. 23-48. 39 Sinan için krş. zengin literatürden Kuran (1987), s. 39 vd, Mehmed Ağa için Cafer Efendi, çev. Crane (1987), s. 32 vd.


Ama bu ilişkilerin hiçbir anlaşmazlık çıkmadan yürütüldüğü sanılma­ malıdır. Kanuni ile Mimar Sinan arasındaki koruyucu-sanatçı ilişkisinde yaşanmış bazı sıkıntılar, “ Osmanlı Michelangelo’su”nun yaşlılığında ar­ kadaşı Mustafa Saî’ye yazdırdığı biyografisinin bugüne kadar fazla dik­ kati çekmemiş bazı bölümlerinde konu edilmektedir. Anlaşmazlıklar önce, daha bir yeniçeri komutanıyken Prut üzerine kurduğu bir köprü nedeniyle Sinan’la vezirler arasında ortaya çıkmıştı. Sinan bu köprüyü korumak için bir hisar yapılmasına gerek bulunmadığım ileri sürünce, bu yeni hisara komutan atanmaktan korkmakla suçlanmıştı; komutanlı­ ğa atanırsa uzun bir süre daha sınır boyunda kalması gerekecekti. Bu yüzden de Sinan askerlikten ayrılıp hassa mimarları arasına katılma öne­ risini memnuniyetle kabul etti. Padişahın bu suçlamalara katılıp katılmadığını, dahası bunlardan ha­ beri olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Süleymaniye Külliyesi’nin inşa edildiği sırada (1550-57) daha farklı bir olay yaşandı. Bazı ileri ge­ lenlerin o günlerde çeşitli bahanelerle kendi konaklarının inşaatını sürdürmeleri, caminin yapım çalışmalarını yavaşlatmıştı.40 Bu durum, Sinan’ın mesleki yeterliği konusunda bazı kuşkuların yüksek sesle dile getirilmesine yol açmıştı. Caminin büyük kubbesinin sağlam olmadığı ileri sürülüyor, Sinan tembellikle, duygusallıkla suçlanıyordu. Bir gün padişah büyük bir öfkeyle inşaata geldi ve Fatih’in kendi mimarına, ya­ ni Sinan’nın talihsiz adaşına reva gördüğü sonun onun da başına gele­ bileceği tehdidini savurdu. (Bu hikâye ayrıca Kanuni ve saray çevresi­ nin, Atik Sinan’ı II. Mehmed’in öldürttüğüne inandığını gösteren il­ ginç bir kanıttır.) Bunun üzerine Sinan camiyi iki ay içinde bitireceği­ ne söz verdi. Sarayda aklını kaçırdığı söylentisi dolaşmaya başlamıştı, padişah ona sözünü geri alma olanağı verdi; buna rağmen Sinan tutu­ munda diretti. Burada bizim için Sinan’ın sözünü gerçekten tutması ve iki ay sonra caminin anahtarlarını teslim etmesinden çok daha önemli olan şey, onun ve biyografisini yazan Mustafa Saî’nin mimarbaşının O s­ manlı sultanıyla ilişkilerini bu derece kesin bir açıklıkla ortaya koymala­ rıdır. Sultan, Sinan’ın düşmanlarının etkisi altında kalıyor -bürokratik entrikalar cangılında kendini kanıtlamanın güçlüğü Sinan’ın ağzından başka bölümlerde de anlatılmakta- ve yetenekli kulunu ölümle tehdit ediyor. Sinan’ın sonuçta zafer kazanmasından en başta düşmanları 40 Saî Çelebi, yay. S. Erdem (1988), s. 29-30, 72-73, Saatçi (1990), s. 69, 83-85.


mahçup oluyorsa da, padişahın da pek iyi durumda kaldığı söylenemez. Mustafa Saî’nin bu olayı, Kanuni döneminin “Altın Ç ağ” olarak kabul edildiği bir sırada yapıtına aldığı da unutulmamalıdır. Vakıf kuran kadınların rolü özellikle ilginçtir. Şeriata göre evli bir ka­ dının kendi serveti üzerinde tasarruf hakkına sahip olması, üst tabaka­ dan kadınlara bir cami ya da medrese yaptırma olanağı veriyordu. Mi­ mar Sinan ilk camilerinden birini bir kadının tanıdığı olanaklarla inşa etmişti. 14. yüzyıldan beri Osmanlı sarayının kadınları çeşidi vakıflar kurmaktaydılar. Karaman hanedanından biriyle evlenen Nefise Melek Hatun’un adına Karaman’da 1388’de yapılan medrese bugün hâlâ ayaktadır.41 İmparatorluğun Tokat, Manisa ya da Trabzon gibi taşra kentlerinde de, bir süre oralarda sancakbeyliği yapmış şehzadelerin an­ nelerinin adını taşıyan camiler inşa edilmişti.42 Ne var ki bu yapıların or­ taya çıkmasında bu kadınların ne kadar paylarının bulunduğunu ya da kendilerinin hiçbir rolü olmadan camilerin sadece onların adını yücelt­ mek için mi yaptırıldığını bilmiyoruz. 16. yüzyılda Osmanlı hanedan kadınları arasında Hurrem Sultan’ın dini yapılar yaptırmaya özel ilgi gösterdiği söylenebilir. Mimar Sinan onun için bir cami, bir medrese ve daha başka binalardan oluşan bir külliye inşa etmiştir.43 Mekke, Medine ve Kudüs’te de onun adına, ba­ zısı ölümünden sonra olmak üzere, hanlar ve imaretler yapılmıştır. D a­ ha sonraki dönemlerde haremdeki en önemli ve siyasal nüfuz sahibi ki­ şiler olan valide sultanlar da benzeri yapılar yaptırmışlardır. 1598’de Valide Safiye Sultan’ın başlattığı Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi, uzun bir aradan sonra 1663’te Valide Turhan Sultan bitirtmişti.44 Ama vali­ de sultanların ve başka saraylı kadınların vakfettikleri yapıların çoğu Ü s­ küdar’daydı.45 Valide Safiye Sultan Kahire’de de bir külliye kurdurmuş­ 41 Konyalı (1967), s. 461-482. 42 Krş. İA'da “Manisa” (Çağatay Uluçay), “Tokat” (Tayyip Gökbilgin), “Trabzon” (Şehabeddin Tekindağ). 43 Kuran (1987), s. 46 vd. Ayrıca krş. EI2’de “ Khurrem Sultan” (Susan Skilliter). 44 Bates (1978), s. 254-255. 45 Kadın hanedan üyelerinin camilerini Üsküdar’da yaptırtmalarının nedenleri hakkında değişik görüşler mevcut. Bates (1978), s. 254 sultan ailesinin kadınlarının daha az tercih edilen yerlerdeki arsalarla yetinmek zorunda kaldıkları görüşündedir. Buna karşılık Peirce (1988), hanedan kadınlan vakıflarının tercihan kervan yollarının sonlarına kurulduğunu düşünmektedir. İkinci düşünceye katılan Machiel Kiel’e, konuyla ilgili bir tartışma için teşekkürlerimi sunuyorum.


tu. Ama büyük olasılıkla bu, bazı koşulların rastlantıyla bir araya gelme­ sinin bir sonucuydu, çünkü bu külliyenin camisini ilkin kendisi değil, ona bağlı harem ağalarından birisi yaptırmıştı.46 16. yüzyılda pek çok vezir de gerek İstanbul’da, gerekse doğdukları yörelerde büyük yapılar inşa ettirmişlerdi. Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa (ö. 1578) başkentte kendi adını taşıyan bir cami yaptırdı. Camiy­ le medresenin mimarlık açısından çok ilginç biçimde bir araya getirildi­ ği bu yapı İznik çinileriyle bezeliydi. Sokollu ayrıca kendi memleketin­ deki Drina Nehri üzerine bir köprü inşa ettirdi.47 Devşirme yoluyla sa­ raya girip yüksek mevkilere erişen daha birçok kişi de doğdukları yer­ lerde çeşitli yapılar inşa ettiriyorlardı. Kayseri yakınlarında doğmuş olan Mimar Sinan kendi köyünde bir çeşme yaptırmıştı48 ve bu pek çok ben­ zer örnekten sadece biriydi. Bu yolla, ülkenin en uzak köşelerinde otu­ ranlara bile, içlerinden birinin sultanın hizmetinde yüksek mevkilere ulaştığı hatırlatılıyor ve dolaylı da olsa devletin merkeziyle bağları sağ­ lamlaştırılıyordu . Doğrudan Osmanlı merkezi yönetiminin talimatıyla hareket etme­ yen devlet görevlilerinin imar faaliyetleri en iyi Mısır’da incelenebilir. 19. yüzyılın başlarına kadar Mısır’da yönetim Memlûklerin elindeydi. Memlûkler ortaçağdan beri Mısır’da politik gücü temsil ediyorlardı. Kafkasya’yla bugünkü Rusya’nın güneyinden gelmişlerdi ve etnik açı­ dan çoğunlukla Türk değil de Çerkez ya da Gürcü oldukları halde gün­ lük yaşamda Türkçe konuşuyorlardı; asker köleler olarak ülkeye getiril­ mişlerdi. İslam hukukunun Müslümanların kökleştirilmesini yasakla­ masına dayanarak, Memlûklerin kökenlerinde Müslüman olmadıkları sonucunu çıkarabiliriz. Müslümanlığı kabul edip eğitimlerini tamamla­ malarından ve Mısır’ın iklimine uyum sağlamalarından sonra Memlûk­ ler asker sınıf olarak sivil halkı yönetmeye başladılar. 1250’den sonra Mısır hükümdarı da oldular. Memlûk sultanı, en güçlü gruplar arasın­ daki politik, çoğu kez de askeri hesaplaşmaların sonunda belirleniyor­ du.49 Mısır’ın 1517’de fethedilmesinden sonra İstanbul’daki merkezi 46 Behrens-Abouseif (1989). 47 Kuran (1987), s. 114 vd. Doğdukları yerlere inşaat yaptıran vezirlerin sayısı arttırılabilir. 48 Kuran (1987), s. 150-153’e köprü için bakınız. 49 Krş. EI2'de “Mamluk” (David Ayalon ve P. Holt).


yönetim bu yeni ve zengin eyaleti gönderdiği bir valiyle yönetmeye baş­ ladı. Sultan olabilmek için yürütülen rekabetin ortadan kalkmasıyla bir­ likte Memlûkler arasındaki silahlı çatışmaların da anlamı kalmamıştı. 1517’den önce Memlûk sultanlarının egemenliği altında bulunan Suri­ ye de doğrudan Osmanlı yönetimine girmişti. Buna rağmen Mısır’da görevlendirilmek üzere Memlûklerin Kafkasya’dan getirilmesine devam edildi. İstanbul’daki merkezi yönetim Mısır Memlûklerinden yıllık bir vergi alıyordu. Yine de seçkin Memlûkler’in elinde sanatı ve sanatçıları koruyabilmek için yeterince kaynak kalıyordu; ayrıca Mısır’ı yöneten bu askerler 1660-70’lerden sonra gittikçe daha az vergi verdikleri gibi, devlet harcamaları için kendilerine verilen paraları da gittikçe daha çok kendi amaçları için kullanır olmuşlardı. Kahire’deki önde gelen Memlûkler ve zengin tüccarlar kendilerine gösterişli konutlar inşa ettirmişlerdi; bunların bazısı günümüzde de ayaktadır.50 16. yüzyılda İstanbul’daki yapılar örnek alınıyordu. Oysa 18. yüzyılda, yani merkezi yönetimin atadığı valilerin gerçek bir güçle­ rinin kalmadığı ve egemenliğin fiilen Memlûklerle yerel milislerin eline geçtiği dönemde, ortaçağ Memlûk üslubuna özgü öğeler barındıran bir tür yerel Mısır üslubu denebilecek bir mimarlık tarzı tercih edilmeye başlandı.51 Hatta elimizde, Osmanlı merkezi yönetiminin çok masraflı diye karşı çıktığı bazı yapı projelerinin anlatıldığı ve yerel iktidar sahip­ lerinin sanata ve sanatçılara arka çıkarken gözettikleri hedefleri görebil­ diğimiz yazılı metinler vardır.52 Müslüman koruyucuların yanında, politik konumlarına göre daha az ya da daha çok iş yapma olanağı bulunan gayrimüslim sanat koruyucu­ ları da vardı. Fatih Sultan Mehmed’in sarayında Bizanslı Hıristiyan ta­ rihçi Kritobulos ile Trabzonlu bilgin Georgios resmen desteklenmişti. 16. yüzyılda da sarayda nüfuz sahibi gayrimüslimlerin olduğu biliniyor. Saygın Hıristiyanlar da kilise ve manastırlara bağışta bulunarak sanatı ve sanatçıyı koruyorlardı.53 Ayrıca Osmanlı topraklarındaki manastırların keşişleri çoğu zaman Hıristiyanların yoğun olduğu bölgelerde dolaşa­ 50 Maury, Raymond, Revault, Zakarya (1983), c. 2 bu literatür hakkında genel bir bakış sunuyor. 51 Behrens-Abouseif (1989). 52 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri 33, s. 39, No. 82 (985/1577-78). 53 Kiel (1985), s. 148 vd.


rak destek ve yardım arayabilirlerdi. Bir örnek vermek gerekirse, Si­ na’daki Katharina Manastın bu olanaktan büyük ölçüde yararlanmıştı.54 16. yüzyılda, o zamanlar Osmanlıların elinde bulunan Tesalya’da sarp kayaların doruğunda Meteora manastırları inşa edildi, Yunanistan ve Sırbistan’ın bazı bölgelerinde yeni-bizans üslubundaki bir mimarlık ve resim sanatı uzun bir süre varlığını rahatça sürdürdü.55 Daha sonra da 18. yüzyılda Rum kültürünün koruyucusu ve destekleyicisi olma işlevi­ ni, Osmanlı hükümetinde tercümanlık, Eflak ve Boğdan’da voyvodalık yapan Fenerli Rum aileler üstendiler.56 İn şaat Sah iplerin in V erd iği K ararlar Pek çok Osmanlı sultanının yaptırdıkları mimarlık eserlerine büyük bir ilgi gösterdikleri bilinir. Özellikle Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’ın bu konudaki tutumlarına ilişkin epeyce belge var­ dır. Yapılar bir hükümdarın en önce kendi imparatorluğunun üst taba­ kası gözünde meşrulaşmasına hizmet ederdi. Ama örneğin Mekke’de yaptırılanlar, herhalde başka ülkelerin Müslüman halkının da bu meşru­ iyeti tanımasını sağlıyordu.57 Mustafa Ali, Kanuni’nin bir yeri fethettik­ ten hemen sonra orada inşa ettirdiği yapıları onun büyüklüğünün kanı­ tı olarak ele alır. Ama ona göre bir sultan böyle eserler yaptırma hakkı­ nı ancak kâfirlere karşı yürüteceği savaşlarda zaferler kazanmakla elde edebilirdi.58 Padişah büyük bir inşaat girişimini onaylamadan önce, çoğunlukla hazırlanan projeyi görmek isterdi. Böyle bir proje, planlarla cephe re­ simlerinden oluşur, bazen üç boyutlu maketler de yapılırdı.59 Süleyma­ niye’nin böyle görkemli bir maketi olduğu bilinmektedir; eserin ta­ mamlanmasından sonra da korunmuş ya da belki sonradan yapılmıştır. İleride tahta geçecek olan Şehzade Mehmed’in 1582’deki sünneti için düzenlenen şenlik alayında böyle bir Süleymaniye maketinin de geçiril­ diği bilinmektedir.

54 55 56 57 58 59

Veselâ (1978-79), ayrıca bkz. Kiel (1985), s. 149. Resim sanatı için krş. Kiel (1985), s. 273 vd. Anonim (1974). Faroqhi (1990), s. 160 vd. Mustafa Âli, yay. Tietze (1979-82), c. 1, s. 54. Necipoğlu-Kafadar (1986 a).


Hazine, görsel tasarımların yanı sıra inşaatın bir ön keşfinin yapılma­ sını da isterdi. Bu tür keşif belgeleri genelde plan ve cephe çizimlerden daha iyi korunmuştur. Bu belgelerde taş, kurşun ya da tuğla gibi yapı malzemelerinin fiyatlarıyla birlikte dökümü yapılırdı. Gerekli işgünü sa­ yısı ve buna bağlı olarak kaç usta, kaç nitelikli ve niteliksiz işçi çalıştırı­ lacağı da belirtilirdi.60 Onaranlarda, ön keşif belgesinde çoğu zaman o keşfin onanma hemen başlanacağına göre hazırlandığını belirten bir hüküm de yer alırdı. Böylece onarımın başlaması gecikirse maliyetin da­ ha yüksek olabileceği belirtilmiş olurdu. Maliyeti önceden hesaplamak zor olduğunda, ilkin deneme için be­ lirli bir bölümün inşa edildiği sanılmaktadır.61 Mekke’deki Harem-i Şe­ rifin bugün hâlâ görülebilen revak kubbelerinin yapılmasında bu yol tutulmuştu. Önce kubbelerin bir bölümü yapılmış, sonra toplam 400500 tane olması düşünülen kubbelerin hepsinin kaça çıkacağı, tamam­ lanan bu kubbelerle karşılaştırılarak hesaplanmıştı. Herhalde sultan projeyi çok masraflı bulmuş olmalı ki, sonuçta 152 kubbe yapılmıştı. İnşaatın bitişinden sonra hesaplar yeniden yapılırdı. Malzeme ya da iş­ çilikte ilk keşifte öngörülenden daha az harcandığı ortaya çıkarsa, mali­ ye daha sonraki işler için ayrılmış parayı kısardı. İnşaata başlanabilmesi için, sipariş sahibinin arsayı önceden sağlayıp hazır etmesi gerekiyordu.62 Özellikle vakıflar için bu önemliydi, çünkü vakıf kurucuları sevap işlemiş olmak için yapı yaptırırlardı. Bunun ön­ koşulu da arsanın ve yapı malzemelerinin helal yoldan elde edilmiş ol­ masıydı. Oysa Teodosios surları içindeki kent daha 16. yüzyılın ortala­ rında birçok vakıf yapısıyla dolmuştu ve yeni yapılacak vakıf binalarını bu iş için öngörülmüş yerden başka bir yerde inşa edebilmek için arsa­ ları değiş tokuş etmek gerekiyordu. Bu tür işlemlerden ötürü de bina­ nın maliyeti artıyordu.63 İnşaat yaptıracaklar bu sorunlardan kurtulmak için vakıflarını daha tenha yerlerde, örneğin o sıralar İstanbul’dan ayrı bir yerleşim olan Üsküdar’da kuruyorlardı. 16. yüzyılın ikinci yarısında Üsküdar vakıf sayısının artmasıyla daha kalabalık bir semt haline gele­ rek İstanbul’a eklemlendi. 60 61 62 63

Barkan (1972, 1979), c. 2, s. 211. Faroqhi (1990), s. 140-141; Burton (yeni basım 1964), c. 2, s. 294. Barkan (1972, 1979), c. 1, s. 51, 348. Bates (1978), s. 258-259.

173


İnşaat sahiplerinin temel kararlarından biri de bezemede pahalı mal zemenin kullanılmasıyla ilgiliydi. “ Klasik” Osmanlı mimarlığı, teknik ti­ tizlik kadar, oranlar arasındaki uyum, mekân yaratmadaki çeşitlilik ve cephe düzenlemesindeki dengeyle de tanınır. Pahalı mermer levhalar, altın kaplama parçalar, hatta saf altın ve gümüş, sadece çok özel durum­ larda, örneğin önemli kişilerin türbelerinde, özellikle de Hz. Muham­ med’in Medine’deki mezarında kullanılmıştır. Kanuni, Süleymani­ ye’nin vakfiyesinde ferah ve sağlam bir cami yapılmasını, pahalı bezeme istemediğini açıkça belirtmişti.64 Bezeme için yapılacak harcamanın miktarının saptanmasında sadece inşaata ayrılan para değil, yapının ni­ teliği de rol oynardı. Yapılardaki bazı nitelikler de padişah tarafından saptanırdı. Örneğin sadece hükümdarlar birden çok minaresi olan cami yaptırabilirdi. Dolayısıyla büyük yapı yaptıranların kararlarında sadece dini, estetik ve mali koşullar değil, politika da belirleyici bir rol oynuyordu. Y apı M alzem elerinin Sağlan m ası Nakliye masraflarının yüksek olması yüzünden, padişahın İstan­ bul’da yaptıracağı inşaatlarda bile Marmara Denizi’ne yakın taş ocakla­ rından yararlanılıyordu.65 Bu ocaklardan küfeki taşı, Marmara Ada­ sı’ndaki ocaklardan da mermer, gemilerle İstanbul’a getirilebiliyordu. Ama taş blokların gemilerle taşınması o kadar eziyetliydi ki, bu iş aynı savaş gemilerindeki kürek mahkûmluğu gibi bir ceza olarak yaptırılıyor­ du. İstanbul’a ulaşan taş bloklar öküz ya da atların çektiği arabalarla te­ pelerdeki inşaat yerlerine taşınıyordu. İstanbul’daki selatin camileri hep kentin tepeleri üstünde yapılmıştı. Tuğlalar kentin biraz dışındaki tuğ­ la harmanlarında üretiliyordu, aynı şey harç ve sıva yapmakta kullanılan kireç için de geçerliydi.66 Anlaşıldığı kadarıyla padişah ve vezirler, resmi üsluptaki gösterişli ya­ pıları, ulaşım zorluğu nedeniyle inşaatın özellikle zor olduğu yerlerde yaptırmanın da hükümdara duyulan saygınlığı artıracağını düşünüyor­ lardı. Osmanlı egemenliğine girmesinden sonra Mekke’deki Harem-i Şerifte, Memlûkler döneminde yapılmış olan düz çatının yerine, H i­ 64 Necipoğlu-Kafadar (1986 b), s. 107. 65 Barkan (1972, 1979), c. 1, s. 351 vd. 66 ag e, c. 1, s. 359-360, 381 vd.


caz’da malzeme bulmanın ve taşımanın çok masraflı olmasına rağmen, küçük kubbeler yaptırılması da aynı düşüncenin sonucuydu.67 Bazen nakliye güçlüğü yapının değerini artırabiliyordu. Süleymaniye’nin inşa­ sı sırasında, merkezi kubbenin altına, iki yana yerleştirilecek dört büyük sütundan üçü çok uzaktan getirilmişti. Bir ya da iki sütun Suriye’deki Baalbek’ten, bir başkası da Mısır’dan gelmişti.68 Büyük masraflara yol açan bu nakliye işlemiyle bir yandan Kanuni’nin imparatorluğunun bü­ yüklüğü ortaya konuyor, öbür yandan da hükümdarın gücünün yettiği teknik olanaklar gösterilmiş oluyordu. Anlaşılan aynı dönemde, papa­ nın Roma’sında da aynı şeyler düşünülmüştü. 1586’da Roma’da San Pietro Bazilikası’nın önündeki meydana Roma İmparatorluğu döne­ minde kente getirilmiş bir Mısır dikilitaşının yerleştirilmesi, büyük bir olay olarak kutlanmış ve belgelere geçirilmişti.69 Osmanlı mimarlığında büyük yapılar taştan inşa edilirdi, ama hem kapı ve pencere doğramaları, duvar kaplamaları ya da mimber gibi öğe­ leri yapmak, hem de yapı iskelesi kurmak için çok büyük ölçüde ahşap da kullanılırdı. İskele tahtaları inşaatın bitiminde sökülüp yine kullanı­ lıyor olsa da, önce şantiyeye getirilmeleri gerekiyordu. Ayrıca Osmanlı­ ların 1517’de Mısır’ı fethetmesinden sonra Kahire’de inşaat kerestesine talep gittikçe artmıştı.70 Ortaçağda Kahire’deki konutlar ve saraylar, Memlûk devlet ricalinin konak ve sarayları hep kagirdi, ama ülkenin Osmanlıların eline geçmesinden sonra Mısır üst tabakası arasında, Ana­ dolu’nun bazı yörelerindeki evlerde son zamanlara kadar hâlâ görülebi­ len, zengin nakışlı ahşap tavanlar çok beğenilmeye başladı. Ahşap, O s­ manlı fatihlerin itibar ettikleri yapı formuydu, bu yüzden ahşap tavan kaplaması hızla yaygınlaştı. Ahşabın Mısır’da az bulunur ve pahalı ol­ ması, herhalde bu modayı daha da çekici yapmıştı. Yükselen talep kar­ şısında inşaat kerestesi kısmen Anadolu’dan kaçak getirildi; çünkü O s­ manlı yönetimi zaten kısıtlı olan ahşabı başkentte kullanılmak üzere, özellikle de tersanenin ihtiyaçları için ayırmak istiyordu.71

67 68 69 70 71

Faroqhi (1990), s. 135, 140-141. Barkan (1972, 1979), c. 1, s. 336-343; Rogers (1982). Delumeau (1975), s. 76. Maury, Raymond, Revault, Zakarya (1983). Faroqhi (1984), s. 79.


Demir ve kurşunun tedarik edilmesinde de sık sık sorunlarla karşıla­ şılıyordu.72 Demir, pencere parmaklıklarını ve büyük yapılardaki taş blokların birbirine bağlandığı kenetleri yapmak için kullanılırdı. Ayrıca Osmanlı mimarları, üstüne bir kubbenin oturduğu ya da yarım kubbe­ nin yaslandığı kemerlerin iç boşluğuna da bazen demir gergi çubukları yerleştiriyorlardı. Bu çözüm göze pek güzel görünmese de, yapıyı sağ­ lamlaştırıyordu. Kurşun esas olarak tonoz ve kubbelerin üstlerinin kap­ lanmasında kullanılıyordu. Yüksek bir yerden bakıldığında, kurşun kap­ lı Osmanlı yapıları gri-mavi bir kubbe denizi gibi görünüyordu. Doğada çoğu kez gümüşle bir arada bulunan kurşun çoğunlukla Bal­ kanlar’da çıkarılıyordu. 16. yüzyılda Amerika’dan da bol miktarda gel­ meye başlayınca Akdeniz yöresinde gümüş ucuzladı, Balkanlar’daki ocaklar kârlı olmaktan çıktı, çoğu da terk edildi. Dolayısıyla yerel kur­ şun üretimi de azaldı ve 17. yüzyılda kubbeler artık kimi zaman ithal kurşunla kaplanmaya başladı. Özel yapılarda gerekli olan demir çoğun­ lukla Güney Bulgaristan’daki Samoko kentinde küçük yüksek fırınlarda elde ediliyordu.73 Süleymaniye gibi büyük bir yapıya başlanacağı zaman Osmanlı hâzinesi oradaki yüksek fırın sahiplerine kapasitelerini artıra­ bilmeleri için ön ödeme yapmak zorunda kalıyordu. Bu uygulama yerel kadılara zorluk çıkarabiliyordu, çünkü hangi işletmeye kredi verileceği­ ni saptama sorumluluğu kadılarındı. Bir fırın sahibi krediyi alıp mal göndermediğinde zararın sorumluluğu da bu kadılara aitti. Demir, M e­ riç üzerinden Marmara Denizi’ne taşınıyor ya da İstanbul’a kadar ker­ vanlarla getiriliyordu. Bazen oradan da daha uzak yerlere gönderiliyor­ du. 16. yüzyılın ikinci yarısında II. Selim ve III. Murad Mekke’deki H arem i Şerifte onarım ve değişiklik yapmaya giriştiklerinde de demir Samoko’dan getirtilmişti.74 Y ap ılarda G üzellik Osmanlılarda mimarlıkla ilgili hemen hiçbir kuramsal kitap yoktu. Ama insanların kendi dönemlerindeki bir yapıda neleri güzel buldukla­ rını, ünlü yapıların anlatıldığı bazı yazılardan bulup çıkarabiliriz. Cafer Efendi’nin Sultan Ahmed Camii ile ilgili yazdıklarına yakından bakma­ 72 Barkan (1972, 1979), c. 1, s. 361-380. 73 age, c. 1, s. 364-365. 74 Faroqhi (1990), s. 130.


lıyız.75 Evliya Çelebi’nin Viyana’daki Aziz Stefan Katedrali üzerine yaz­ dıkları da başka açıdan önemli. Çünkü arkasında belirli bir sanat gele­ neği bulunan, ayrıca bu geleneği çok az bilmesine rağmen Evliya Çelebi’ye estetik açıdan çekici görünen böyle bir yapı, bir Osmanlı ay­ dınının güzellik konusundaki düşüncelerini saptamamıza yardımcı ola­ caktır.76 Cafer Efendi, Mimar Mehmed Ağa’nın yaşamını anlattığı ve sonuna Osmanlıca yapı terimlerini içeren küçük bir sözlük de eklediği Risale-i Mimariye'ye âdet olduğu üzere Allah’a, Hz. Muhammed’e ve dört ha­ lifeye övgüler düzerek başlıyor. Allah’ın övüldüğü bölümde tüm evren büyük kubbeli, kandillerle ve ışık saçan mumlarla bezeli, aydınlık pen­ cereli ve yüksek kemerli bir cami olarak anlatılıyor. Tanrı böyle etkile­ yici bir yapıyı “ resimsiz, hesapsız” yaratmış bir mimar olarak övülü­ yor.77 Evrenin yaratılışı motifinin mimari benzetmelerle anlatılmasına Sultan Ahmed Camii için yazılmış kasidede de rastlıyoruz. Kasidenin başlangıç dizelerinde gökyüzü bir kubbe, gökkuşağı mihrab, güneş ve ay ışık saçan mumlar, Sina Dağı ise değerli oymalarla bezeli bir minber olarak tasvir ediliyor. Burada da Tanrı’yı mimar olarak övme yaklaşımı var; öte yandan Cafer Efendi risalesinde Tanrı’nın yüceliğini, “ Tan­ rı’nın gölgesi” olan padişahınkinden daha az vurgulamış. Vakfı kuran Sultan Ahmed’i, eskiden baykuşların yuva yaptığı metruk bir yere cami yaptıran cömert ve hayırsever bir kişi olarak övüyor. Süleymaniye’den bildiğimiz bir m otif de, inşaat halindeki camiye H z. Süleyman’ın, hükümdarın ve peygamberin ibadethanesi olarak ba­ kılmasıdır.78 Hükümdara düzülen övgü camiye düzülen övgünün ol­ mazsa olmaz bir parçasıdır; çünkü kasidenin bir sonraki bölümünde mi­ narelerdeki toplam on dört şerefenin, tahttaki I. Ahmed dahil o güne kadar hüküm süren on dört padişahı işaret ettiği belirtiliyor. Bir başka kasidede cami “ camiler ordusunun serdar-ı ekremi” olarak adlandırılı­ yor ve böylelikle halifelik unvanını taşıyan nedeniyle “ müminlerin ser­ dar-ı ekremi” padişaha gönderme yapılmış oluyor. Cafer Efendi padi­ şahla bir başka önemli imge arasında da bağlantı kuruyor ve camiyi cen­ 75 76 77 78

Cafer Efendi, çev. Crance(1987), s. 64-76. Evliya Çelebi, çev. Kreutel (1957), s. 105-122. Cafer Efendi, çev. Crane (1987), s. 20 age, s. 67; Necipoğlu-Kafadar, (1986).

177


netteki gül bahçesi olarak tanımlıyor.79 Cafer Efendi kasidenin sonun­ daki hayır duasında padişahın kalbinin bir tomurcuk gibi açması umu­ dunu dile getirirken de aynı imgeyi padişahın yaptığı iyi şeyler için kul­ lanıyor. Gül ve bülbüllerle dolu cennet bahçesi imgesinin İslam dünyasında yapı estetiği bakımından uzun bir geçmişi var. Cafer Efendi’nin “ Baha­ riye” adını verdiği şiirinde, caminin kandillerinin oynaşan alevleri lale­ lere, fışkırttığı suların arkasındaki şadırvan kafesteki bülbüle benzetili yor. Yüksekteki hünkâr mahfilini şiirsel düşgücüyle bir çınarın iki yana açılmış dalları gibi gören yazar sütunları da hurma ağacının gövdesine benzetiyor.80 Ama aslında var olmayan bu bahçe insanın düşgücünün bir ürünü. Burada, oluşturduğu gül bahçesine en küçük bir şey eklen­ mesine bile gerek olmayan mimarın sanat becerisini kutlama fırsatı da ortaya çıkıyor. Cami ve içerdiği cennet bahçesi imgesi zarif bir biçimde ortaya konmuş ve mimar tarafından güzellikte benzeri olmayan bir ye­ re yerleştirilmiştir. Bunun da ötesinde cami simgesel bir anlam taşımak­ tadır, hatta Cafer Efendi’ye göre sanat eserinin bütünü tek bir simge­ dir. Burada insanoğlunun yaratıcılığının olduğu kadar hükümdarı öv­ menin ve cennet bahçesinin de simgeselliğinin yanında, Tanrı’nın yara­ tıcılığının bir yansıması olarak müziğin yeri de önemli. Cafer Efendi müzikten anlayan birinin yardımıyla yapıya müzik terimleriyle yorum getiriyor.81 Sultan Ahmed Camii’nin yaratıcısı mimar Mehmed Ağa gençliğinde musiki ile uğraştığı için, böyle bir yorum tümüyle inandırı­ cı geliyor. Ama biz, yaptırdığı caminin bu simgesel yönlerinden padişa­ hın ne kadar haberi olduğunu yazık ki bilemiyoruz. Sultan Ahmed Camii’nin yüceltilmesinde din ile estetik yan yanadır. Oysa İslam kültürünün dışındaki bir yapıyı anlatan Evliya Çelebi önce dinle estetik arasındaki ilişkiyi sorgulamak zorundaydı. Seyyahımız, Aziz Stefan Katedrali’ni betimlerken hep yüceltici sıfatlar kullanıyor, “ ... Rum ve Arap ve Acem’de... öyle bir bina-yı azim ve öyle bir kâr-ı kadim inşa olunmamıştır ve olmaz da...” diyor. Burada “ Rum ve Arap

79 age, s. 73 vd. 80 Bu tüketilmiş konuya ilişkin en yeni yayınlardan bir tanesi Allen (1993). Bu sadece elektronik yoldan yayınlanmış yapıtı maalesef henüz göremedim. 81 Cafer Efendi, çev. Crane (1987), s. 68-69.


ve Acemde...” sözleri açıkça İslam dünyasını da içine alıyor.82 Stefan Katedralinin güzelliğine düzülen övgülerdeki önemli bir m otif de yapı­ daki zenginlikler. Örneğin Evliya değerli ve az bulunur madenlerden yapıldığını ileri sürdüğü ve güya kiliseyi taşıyan on altı sütunu (kendi bildiğince) tarif ediyor. Ayrıca kilisenin para ve kitap bakımından ne ka­ dar zengin olduğunu göklere çıkararak anlatırken, kubbelerin (yani to­ nozların) ışıldayan mozaiklerle kaplı olduğunu söylüyor. Bu ise yazarın İstanbul’daki Bizans kiliselerini göre göre gelişen düşgücünün bir ürü­ nü. Dile getirilen bir başka m otif de biçim zenginliği: Kilisedeki sayısız dua sırasının arasında güya birbirinin eşi olan tek bir sıra bile yok. Evliya katedrale övgüler sıralarken, müziğe de çok önemli bir yer vermiş.83 Ama burada, Sultan Ahmed Camii örneğinde olduğu gibi, müzikteki uyum aracılığıyla mimarlıktaki uyuma bir gönderme yapılmış değil. Evliya daha çok org sesinin güzelliğiyle ve org çalmanın gerektir­ diği teknik beceriyle ilgileniyor. Evliya’yı orada gezdirenlerin ona dö­ nemin Avrupa kültüründe orga ne kadar değer verildiğini anlatmış ol­ dukları ve gerek güzel ses çıkarmanın, gerekse müzik yeteneğinin öne­ minin altını özellikle çizdikleri düşünülebilir.84 Eğer böyle bir şey söz konusu olmuşsa, orga övgüler sıralamak Evliya’nın tutumuna çok uy­ gun düşüyor. Zaten yazdıklarını gerçek ya da uydurma teknik harika­ larla süslemeyi ne kadar sevdiğini biliyoruz.85 Ama Evliya’nın orgu an­ latırken dinle ilişki kurması da ilginç. Bunu yaparken Avrupa’da da mü­ zikçilerin koruyucusu sayılan güzel sesli Davud Peygamber’den söz edi­ yor; onun Eski Ahit’te yer alan David olduğunu bildiği de kesin. “ Kut­ sal Ruh” İsa’yı da bu bağlamda ele alıyor. Ama bir yandan da orgda do­ ğaüstü bir özellik bulunmadığını, tam tersine bunun insanoğluna özgü bir sanat olduğunu vurguluyor. Yani ihtiyatlı olmak koşuluyla, Evli­ ya’nın, tek tanrılı her üç dinin de ortak görüşüne uygun bir güzellik kavramı ileri sürdüğü kabul edilebilir. Benzer bir yaklaşım, katedralde­ ki resimler hakkında söylediklerinde de görülüyor. Öyle etkileniyor ki, 82 Evliya Çelebi (1896/97), c. 7, s. 265. 83 age, s. 112-114. 84 Örneğin krş. Henry Purcell ve Georg Friedrich H ändel’in, orkestra enstrümanları içinde orga özel bir rolün atfedildiği müzik parçalan. H ändel’in müziğinin güftesi John Dryden’e ait. 85 Faroqhi (1992 b).


bir güne cennet tasviri var kira adem gördükte ruh teslim edüp... dahil-i cinân olacağı gelür...” diyor. Öte yandan bir cehennem tasvirini de, böyle bir tasviri sipariş edenlere, tövbe etmeleri için bir uyarı olarak görüyor.86 Evliya’nın anlattıklarında müzik ve resim, çerçevesini Stefan Kated­ rali mimarisinin çizdiği bir “ bütünsel sanat yapıtı” nın birbirine eklem­ lenmiş parçalarını oluşturuyor; bu yüzden de org ya da resimler konu­ sunda ne zaman bir şeyler anlatsa, sonra hemen yapının kendisine dö­ nüyor. Evliya, çankulesi ve bu kulenin hayali sakinleriyle birlikte kated­ rali sadece kendi içinde uyumlu bir yer olarak değil, sürekli etkinlikle­ rin yer aldığı bir bütün olarak görüyor. Orada ibadet edildiği kadar, is­ teyen din ya da bilim kitapları okuyor, isteyen tartışmalara katılıyor, is­ teyen müzik yapıyor, isteyen din için çile çekiyor. Haberi olsa Victor H ugo’nun çok beğeneceği tasvirler bunlar.

86 Evliya Çelebi (1896/97), c. 7, s. 272. Evliya, Müslümanların ve Hıristiyanların dini gelenekleri içinde temel bir ortak güzellik duygusuna sahip oldukları postulasıyla yetinmiyor. Zebur ve Tevrat’ın Yahudilerin kutsal kitapları olduklarını belirterek Yahudileri de buna dahil ediyor. Krş. Evliya Çelebi, çev. Kreutel (1957), s. 113.


SEKİZİNCİ BÖLÜM KENTTE YAŞAMAK: KENT BİLİNCİ VE EV KÜLTÜRÜ Osmanlı kentlerinde özel bir kent hukuku yoktu; belediye ve beledi­ ye başkanı kavramları 19. ve 20. yüzyıllarda tanışılmış yeniliklerdir. E s­ ki araştırmacılar bu durumdan, ortalama kentliler için İstanbul, Bursa ya da Ankara’da yaşıyor olmanın pek fark etm ediği sonucunu çıkarmış­ lardır. Bu görüşe göre, Osmanlı İm paratorluğu’nda kentlerde yaşayan­ lar kendilerini bir kentin hemşerisi olmaktan önce bir dini cemaatin mensubu olarak görüyorlardı. Dinin ve özellikle dini cemaatlerin ön e­ mi kuşkusuz küçümsenmemelidir. Dini cemaatlerin vergi tahsili ya da anlaşmazlıkların çözüm lenmesi gibi din dışı alanlarda da önemi büyük­ tü. Buraya kadar söylenecek bir söz yok; ama bu eski görüşten, bunla­ rın da ötesinde, küçük ve iyice bölünm üş cemaatler halinde yaşayan O s­ manlIların kendi kentlerini fazla umursamadıkları izlenimi edinmek de mümkün. Eski araştırmalara göre önem verilen şeyler sadece din ve özel aile yaşamıydı, yani bir yandan camiler yâ da kiliseler, öte yandan da ko­ nutlar. Bu toplumsal yapıda gerçek anlamda bir kent bilincine yer kal­ mamış oluyor.1 Ama günüm üzde yapılacak araştırmaların bu tabloyu epeyce değişti­ receği kesindir. Dini bağ kuşkusuz önemliydi, ama bu, daha başka b ağ­ ların yok sayılması anlamına gelmiyordu. H atta bugün, dinler ve tari­ katlar arasındaki ayrımın ve bunun doğurduğu politik çatışmaların 1 7 7 0 ’lerden sonra, eski yapıdaki grupların gittikçe artan Avrupa etkisi altında politize olması sonucu ortaya çıktığı ileri sürülmektedir.2 Bizim bu konudaki görüşüm üzün değişmesinin nedeni kısmen, sömürgeci güçlerin Yakındoğu toplumlarının yapısı üzerindeki etkisini elli yıl ö n ­ cesine göre daha eleştirel bir gözle değerlendirm em izden kaynaklanı­

1 2

Suriye ve Mısır’ın ekonomik ve sosyal yaşamında kentin önemsiz olduğunu savunma denemelerinden birisi için krş. Lapidus (1969). Thieck (1985).


yor. Ama bu değişim kısmen de, bizim artık belediye başkanlığı ya da kent bütçesi türünden kavramları bir ya da iki kuşak öncesindeki gibi m utlak kavramlar olarak görm em emizle açıklanabilir. Bugün kentimizin bazı ayrıcalıkları olmasından çok, kentsel bilincin kültürde ifade bulmasını istiyoruz. Osmanlıların kente bir bütün olarak baktıklarını gösteren ipuçlarından bir tanesi, 16. yüzyıl minyatürleri arasında sık sık rastladığımız kent panoramalarıdır. Bu resimlerde göze çarpan şey, bir kentin topografyasını bir başka kentle karıştırılamayacak biçimde vermek çabasıdır. Özellikle bu tür pek çok İstanbul panoram a­ sı yapılmıştır; 16. yüzyılda Matrakçı N asuh ’la başlamış, 18. ve 19. yüz­ yıllarda da taşrada konakların duvarlarını süsleyen İstanbul görünüm le­ riyle sürm üştür.3 Pek çok mal da, üretildikleri kentlerin adıyla anılmış­ tır; bu da bir kentin ününün o kentin zanaatkârlarının ünüyle ilişkilen­ dirildiğini göstermektedir. Aynı biçimde bazen bir derviş de bir kentin sim gesi olabilmektedir; belirli bir dönem için geçerli olmakla birlikte, M erzifon’daki Pîrî Baba buna bir örnektir.4 Genç kızlarla delikanlıların güzelliği bile bir kente ün kazandırmaya yetmektedir.5 Bütün bunlar­ dan çıkarılabilecek sonuç, bugün bir kentin temeli olarak görülen bele­ diye, kent hukuku, belediye meclisi gibi kavramların kent bilincinin var­ lığı için zorunlu önkoşullar olmadığıdır.

Mahalleler Osmanlı kentleri, genelde beş ile yüz arasında ailenin yaşadığı m a­ hallelere bölünm üştü; ama örneğin H alep’te görüldüğü gibi daha bü­ yük mahalleler de olurdu.6 En sık karşılaşılan otuz kırk ailenin yaşadığı mahallelerdi. Mahalleler, sakinlerinin vergilerinin saptanmasında da be­ lirli bir rol oynuyorlardı; çoğunlukla aynı mahallede aynı dinden, etnik kökenden ya da mezhepten olanlar yaşardı.7 Bununla birlikte bir m a­ 3 4 5

6 7

182

Denny (1970) ve Arık (1976) 18. yüzyıl sonlarındaki ve 19. yüzyılın tamamındaki birçok kent manzarasını tartışıyorlar. Belirli dönemlerde, örneğin 17. yüzyılda Mevlevi şeyhleri yöredeki reayayla şiddetli çatışmalara giriyorlardı; krş. Gölpınarlı (1953), s. 154-164. Bu tema 18. yüzyıl erotik Osmanlı edebiyatında sık sık yer almıştır. Ayrıca bkz. örneğin Mekke’deki delikanlılar ve kadınlardan söz eden Evliya Çelebi (18 9 6 /9 7 1938), c. 9, s. 781. Marcus (1989), s. 316. 15. yüzyıl İstanbul mahalleleri için bkz. Barkan ve Ayverdi (1970), s. X XIV.


halleye “ yabancı” insanların gelip yerleştiği ve bunun sonucunda m a­ hallenin başlangıçtaki niteliğinin zamanla değişikliğe uğradığı da az olurdu. Birbirine kom şu ailelerin çoğu akrabaydı. Mahalle sakinleri m a­ hallelerine giren çıkanı denetlemeye çalışırlardı; bu yüzden arabaların geçmesine olanak veren genişçe sokakların sayısı oldukça azdı. H atta karışıklık dönemlerinde bazı kentlerde birbirinden duvarlarla ayrılmış mahalleler de görülm üştü. Pek çok çıkmaz sokak vardı ve bunların ço ­ ğundan herkes geçem ezdi. Mülklerin mirasla bölünm esi sonucu, kar­ maşık ve birbiri içine girmiş bir kent dokusu oluşm uştu; bu doku için­ de büyük yüklerin taşınması ya da lağım sularının atılması, çözüm ü zor sorunlar haline gelm işti.8 Mahallelerin dış dünyaya bu ölçüde kapalı kalabilmesinin nedeni, za­ naatkâr ve tüccarların çoğunun eviyle işinin ayrı ayrı yerlerde olmasıy­ dı. Özellikle büyük kentlerde “ iş semtleri” vardı; hanların, kapalı çarşı­ ların, çoğu çeşitli vakıflara ait dükkânlarla dolu sokakların bulunduğu bu semtlerde sürekli oturan insan çok azdı.9 Yazık ki zanaatkar ve tüc­ carların her gün işlerine gidip gelirken ne kadar zaman harcadıklarına ilişkin bilgimiz yok. Ama kentlerin çoğunun günüm üz ölçülerine göre oldukça küçük sayılabileceği g ö z önüne alınırsa, bu mesafelerin çok faz­ la olm adığı düşünülebilir. İstanbul ise, daha 18. yüzyılda bile bir baş­ tan bir başa yaya dolaşılamayacak kadar büyük olmasıyla bir istisna oluş­ turuyordu. Ama Üsküdar, Galata ve Eyüp’te ikinci derecede kentsel merkezlerin oluşm uş bulunması, insanların çoğunu uzak iş yerlerine gitmekten kurtarıyordu. Ayrıca B o ğ a z ’da, H aliç’te ve M armara D eni­ zi’nde de kayıkla ulaşım çok yaygındı.10 Kayıklar sayesinde B o ğaz’daki köylerin daha 18. yüzyılda kentle bağlantısı sağlanmıştı.

Kent Yaşamına Katılm ada Çarşının Rolü Mahallelerin birbirlerine kapalı olmasını engelleyen olgulardan biri de iş ilişkileriydi. Açıkta kurulan pazarlar ya da dükkânlar kadın ve er­ kek satıcılarla müşterilerin bir araya geldikleri yerlerdi. Mahalle içinde çok fazla dükkânın ya da atölyenin olmasından pek hoşlanılmasa da,

8

Ama kent tablosundaki karışıklıklar ve belirsizlikler çoğu kez abartılmıştı, krş. Raymond (1985), s. 214 vd. 9 Faroqhi (1984), s. 23-48 10 Orhonlu (yeni basım 1984a)


günlük gereksinimler sadece kent merkezinden değil, mahalle arasın­ dan da karşılanabilirdi.11 Örneğin fırınların ve çabuk bozulan yiyecek­ lerin satıldığı dükkânların müşteriye yakın yerlerde olması kaçınılmaz­ dı. Aynı şey sık sık gidilen hamamlar için de geçerliydi; çünkü sadece çok zengin kişiler evlerinin yanma bir de ayrı hamam yaptırabilirdi. Kadınlar herhalde kent merkezindeki dükkânlara ancak özel bazı du­ ramlarda gidebiliyorlardı. Oysa kendi mahallelerindeki dükkânlar fark­ lıydı. Kayıtlarda, 18. yüzyılda H alep’te yoldan geçen kadınlara sarkıntı­ lık yapan terbiyesiz kişilere ilişkin pek çok şikâyet dile getirilmiştir.12 Bu şikâyetler, kadınların “ kendi” mahallelerinde rahatsız edilmeden istedik­ leri gibi sokağa çıkabildiklerini göstermektedir. Ayak işlerinin çoğuna uşaklarla çocuklar gönderilse bile, herhalde alışverişe gitmek de ahbap ziyaretlerinin yanı sıra evden dışarı çıkmak için önemli bir bahane oluş­ turuyordu. Kadın müşterilerin tercih ettikleri belirli dükkânlar vardı. İs­ tanbul’da bunların başında, daha önce de belirtildiği gibi, nakışçı dük­ kânları geliyordu. Bu dükkânların sahipleri sattıkları malların bir bölü­ münü evlerinde çalışan kadınlara sipariş ediyorlardı. Bursa’da kadınların kendi elişlerini sattıkları bir çarşı bulunduğundan daha önce söz etmiş­ tik; İstanbul’da da zaman zaman benzer çarşılar olmuştur. 16. yüzyılda Eyüp’teki kaymakçı dükkânları kadın müşterilerin çok gittiği yerlerdi.13 Kısacası çarşı pazar ziyaretleri, o dönemlerde birçoklarınca hoş karşılan­ masa da, kadınların kent yaşamına katılmasına olanak sağlıyordu. Bunların dışında mahalle bağlamında anılması gereken bir kesim de, sürekli kullanılan yiyecek maddelerini satan seyyar satıcıların yanında, özellikle sakalardı. Örneğin Ankara’da kaleiçi gibi yüksek yerlerde kurul­ muş mahallelerde çeşme bulunmazdı. En yakındaki çeşmeye kadar uzun bir yol gitmek istemeyenler, 19. yüzyıla kadar Avrupa kentlerinde de yaygın olduğu gibi, suyu evlerine getirtmek zorundaydılar. Seyyar satı­ cılar mal satmanın yanı sıra herhalde evden eve haber de taşıyorlardı. Mahalle aralarında dolaşan seyyar satıcılar sattıkları mallan ya kentin dışındaki köy ve bahçelerden ya da kent merkezine yerleşmiş toptancı tüccarlardan sağlamak zorundaydılar. Bu ilişkiler sırasında da özellikle kuraklıklar, kesilen kervan yolları, kötü gitmiş hasat ya da artırılan vergi 11 Marcus (1989), s. 293-295. 12 age, s. 294. 13 Ahmed Refik (yeni basım 1988), s. 40.


gibi haberlerin yayıldığı açıktır. Mahalleliyle satıcılar arasındaki bu ilişki, mahallelerin dışa kapalı yaşam biçimine karşı bir denge öğesi yerine ge­ çiyor, böylece günlük küçük ticaret ilişkileri, ufak kent birimlerinin bir­ leşerek asıl kenti oluşturmasına önemli bir katkıda bulunuyordu.

Konutlar Değil sıradan insanların, hali vakti yerinde kişilerin evlerine ilişkin bilgilerimiz bile anıtsal yapılar konusunda bildiklerimize göre azdır. Bir kere yangınlar, depremler ve zaman içindeki olağan eskime evlerin ço­ ğunun yok olup gitmesine yol açıyordu. Örneğin 18. yüzyıldan kalmış bir yapı bulunsa bile, öyle çok değişikliğe uğramış olm aktadır ki, artık ilk yapıldığı zamanki durumunu saptam ak zordur. Ayrıca en gösterişsiz kamu yapısına bile konması âdet olan bir tarih kitabesine, evlerde he­ men hiç rastlanmamaktadır. Birkaç yıl önce M udanya’daki ahşap bir ev­ de tarih kitabesinin bulunduğunun fark edilmesi büyük bir heyecana yol açm ıştı.14 16. ve 17. yüzyıllarda A nadolu’da bir evde çoğu zaman tek aile ya­ şamaktaydı. Nedeni evlerin çoğunun gayet küçük olmasıydı. Kayseri’de 17. yüzyıl başlarındaki birkaç yıllık bir döneme ait kadı sicillerinde ka­ yıtlı tek ya da iki odalı hane sayısı tüm hanelerin yüzde 6 0 ’ını oluştur­ maktadır, ancak bu oranın daha büyük olduğu da düşünülebilir.15 Beri yandan ev fiyatlarının at, kumaş ya da daha başka malların fiyatlarından ucuz olmasına karşın insanların neden böyle sıkışık hacimlerde yaşadı­ ğını anlamak zordur. N orm al koşullarda ev, aile reisi olan babanın m ül­ kiyetindeydi, onun ölümü halinde de miras olarak oğullarına, kızlarına ve küçük bir hissesi de dul eşine kalırdı. Hisselerin aile içinde karşılıklı satılmasıyla bir süre sonra ev tekrar tek bir kişinin mülkiyetine geçerdi. Bazen karı kocanın evlerinin ortak mülkiyetine sahip olduklarına da rastlanırdı; ayrıca ev sahibi olan kadınların varlığı da bilinmektedir. Günüm üze kadar ulaşmış konutların çoğu, dönemlerinin ileri gelen ailelerinin konaklarıdır; bunların görkemli selamlık bölümleri dikkati çe­ ker. Bugün B o ğaz’da hâlâ az sayıda 18. yüzyıldan kalma yalı vardır. Köprülü ailesine ait Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı çok iyi korunmuş d u ­ 1 4 Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi Restorasyon Bölümü’nün sözlü bilgilendirmesi. Ömür Bakırer ve Emine Caner-Saltık’a teşekkür ederim. 15 Faroqhi (1987), s. 113.


rum dadır.16 Kentle ulaşım kayıklarla sağlandığı için bu yalıların altların­ daki kayıkhanelerin önemi büyüktü. Kahire’de de Birkatü’l-Fil adı veri­ len gölün çevresinde zenginlerin konaklarının yer aldığı kibar bir semt bulunuyordu. Ayrıca 18. yüzyılda oluşan Azbakiyya da zengin Memlûk lerin oturduğu bir semtti. Kagir yapı geleneğinin yaygın olduğu Kayse­ ri gibi yörelerde 15. ve 16. yüzyıllardan bazı konaklar kalmıştır.17 Ha­ lep, Şam ve Kahire kentlerinde de zengin döşenmiş ve bazısı kuşaklar boyu aynı ailenin mülkiyetinde kalmış konaklar bulunmaktadır.18 Ö zel yapılarda yerel üsluplar açıkça görülmektedir. Örneğin bir ya da iki katlı, düz örtülü, kapı ve pencerelerinin kenarları taş oymalarla be­ zeli Kayseri evleri, sadece 350 km uzaktaki Ankara evlerinden tümüyle farklıdır. Kaleiçi’nde toplanmış olan Ankara evleri iki ya da üç katlı hı mış yapılardır ve oyma işleri cephelerinden çok iç hacimlerinde yer al­ maktadır. Kiler ve hizmetçi odalarının bulunduğu alt katlar hemen tü­ müyle dışarıya kapalı düzenlenmiştir. Buna karşılık üst katlarda birçok pencere sokağa açılır; kafesler yoldan geçenlerin ve komşuların evin içi­ ni görmesine engel olur. “ Anıtsal” ya da kamusal mimarlığa göre çok daha yavaş gerçekleş­ mekle birlikte, anonim konut mimarlığında da üslup değişiklikleri ol­ muştur. İstanbul’un çok katlı konaklarının zengin taşra eşrafına çok çe­ kici geldiği anlaşılmaktadır. Ankara’da 17. yüzyılda, kuşkusuz İstanbul evlerinin etkisiyle, tek katlı yapılardan çok katlı yapılara geçilm iştir.19 18. yüzyılın ikinci yarısında sarayda ve yüksek devlet ricali arasında çok tutulan manzara resimleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında taşra eşrafının evlerinde de hızla yaygınlaşmıştır.20 Yangınların yok etmesine (ve son elli yılda arsa spekülasyonunun yol açtığı yıkımlara) karşın, manzara re­ simli süslemelerin birçok örneği günüm üze kadar korunabilmiştir. Bu nedenle yöresel üsluptaki konutları da kaçınılmaz olarak tarihsel bir de­ ğişim sürecinin bir bileşeni olarak görm em iz gerekiyor. Saraylar dışında, 19. yüzyıl konutlarının planlarını da çıkarabilmek­ teyiz.21 Osmanlı döneminin sonlarında ve Cum huriyet’in başlarında et­ 16 17 18 19 20 21

Tülay Artan hanım sultanların Boğaz’daki sarayları üzerinde çalışıyor. İmamoğlu (1992) pek çok ilginç örnek yayımladı. Kahire ile ilgili olarak krş. Maury, Raymond, Revault, Zakarya (1983). Faroqhi (1987), s. 113 Arık (1976) bu süsleme tipiyle ilgili pek çok örnek veriyor. Eldem (yılı belirsiz).


kinlik gösteren mimarlar bu alanda büyük katkılarda bulunmuşlardır. Elli ya da yetmiş yıl kadar önce planlarını çıkardıkları, cephe ve kesitle­ rini çizdikleri birçok evin bugün artık ayakta olm am ası, onların yaptığı rölöveleri daha da değerli hale getirmiştir. Daha eski tarihli evler konu­ sunda ise, satış belgelerinde yer alan bilgilerle yetinmek zorundayız.22 Yazılı belgelerdeki bilgilerle hâlâ ayakta olan yapıları karşılaştırma ola­ nağını sadece H alep ve Kahire gibi konut mimarlığında taşın kullanıl­ dığı yerlerde bulabiliyoruz.23 17. yüzyıldaki Ankara ya da Kayseri evlerinin çoğunun oldukça küçük yapılar olduğunu düşünmek gerekiyor. Genellikle evin tek odası olur, o da ocakla ısıtılırdı. Kışın yaza göre zorunlu olarak, çok daha sıkışık otu­ rulurdu. Bazı yörelerde yaz sıcakları boyunca daha basit ve havadar olan üst katlara taşınılır ya da düz damın yaygın olduğu yerlerde gündüzleri burada oturulur, geceleri de yatılırdı. Osmanlı evlerinde odalar, yeniçağ başlarındaki Avrupa evlerinde olduğu gibi iç içe yapılmadığından, bir odadan öbürüne doğrudan geçilmezdi. Evin çeşidi odaları daha çok bir sofanın çevresinde dizili olur, evde yaşam çoğunlukla bu sofada geçerdi. Bu yaşam düzeni kısmen, Osmanlı evinde oturm a ve yatma mekân­ larının birbirinden ayrı olması anlayışının bulunmamasından kaynaklan­ maktaydı. Yataklar sabahları yüklüklere kaldırılır, oda oturmaya uygun hale getirilirdi. Oturm a mekânından ayrı başlı başına bir mutfak, sade­ ce büyük evlerde olurdu.24 Yani evlerin bütün odaları çok işlevliydi. S e ­ lamlık, sadece İstanbul zenginlerinin ya da taşradaki eşraf ailelerinin k o ­ naklarında vardı. Selamlıkta konuklar divanhane adı verilen büyük bir odada ağırlanırlar, burada bazen hizmetçilerin konuklara ikram etmek üzere kahve pişirdiği ocaklı bir köşe de olurdu.25 Yeterli yer varsa se­ lamlık girişteki avluda ayrı bir yapı olarak inşa edilirdi; avluda ayrıca ahır ve hizmetkârlar dairesi de olurdu. Böyle konaklarda aileye ait ikinci bir avlu daha olur, buraya dışardan sadece kadın konuklar alınırdı. O kadar varlıklı olmayanların evlerinde, evin beyi yabancı bir konuk ağırladığın­ da odalardan biri boşaltılırdı. 2 2 Faroqhi (1987), s. 65-115. 2 3 Krş. Marcus (1989) ve Hanna (1991). 2 4 Kayseri’de içerisinde erzak da saklanan ve yemek pişirilebilen, togana denen ısıtılabilir bir oturma odası mevcuttu. İmamoğlu (1992), s. 49 vd. 25 Birçok zengin aile evinde selamlık özellikle gösterişli döşenmişti.


Kent içi evlerinin bahçeli olanları azdı; ama avlularında birkaç ağaç ya da bazen süs bitkileri bulunurdu. Zenginler bahçelerine fıskiyeli süs havuzları yaptırırlardı. Ama yazları doğanın tadını çıkarmak için yazlığa gidilirdi. Zengin ailelerin çoğunun kent dışında bağları, bahçeleri var­ dı; eşkıya tehlikesinin fazla olm adığı zamanlarda, havalar ısınınca yazlık evlere taşınılırdı. Dükkân sahipleri ve zanaatkârların da yazlıklara git­ mesiyle kentler epeyce boşalırdı. Bu mevsimde özellikle kadınlar rahat ederdi. Ağaçlar bahçelerin içinin dışardan görünmesini engellediği ve çevrede oturanlar akraba ya da tanıdık olduğu için, yabancı erkekler ka­ dınları görmesinler diye kentteki gibi önlemler almak gerekmezdi. 1 5 6 8 /6 9 tarihli bir fermandan, yazlık yerleşim yerlerinin bir tür özel bölge gibi kabul edildiğini anlıyoruz.26 Bu fermanla Divriği ve Arapkir kasabaları halkına bazı vergilerini toptan ödem e olanağı tanınarak yaz­ lıkta oturdukları sırada vergi tahsildarları tarafından rahatsız edilmeme­ leri sağlanmıştı.

Bir “ D okum a” K ültürü Osmanlı evlerinin nasıl döşendiği hakkındaki bilgilerimiz mimari bi­ çim bilgilerimizden daha fazla. Bununla birlikte günüm üze kadar ulaş­ mış eşyaların hemen tüm ü zengin ailelerin evlerine ait. Odalar gündüz­ leri minder ve halılarla oturmaya uygun hale getirilirdi; üzerine oturu­ lan yassı ve büyük minderlerle sırt dayanan yastıklar farklıydı.27 Evlerin çoğunda pencerelerin önünde duvar boyunca yerli sedirler vardı. Bir evin zenginliği yastıklardan belli olurdu. İpek dokumacılığıyla ünlü Bursa’da 18. yüzyıl başlarında her gün kullanılan minderler, evlerde de dokunabilen kaba ipekli kumaştan yapılırdı. Zengin evlerinde kullanılan diba ve ipek kadife minderler ise daha gösterişliydi. Eve ayakkabıyla girilmez, odalarda yere, bazen de sedirlerin üstüne halı yayılırdı. Osmanlı evlerindeki halılar konusunda en iyi bilgileri, 1541 ile 1699 arasında Osmanlı egemenliğinde kalan M acaristan’da tu­ tulmuş kayıtlara borçluyuz.28 Bu yörede vasiyetnamelerde ve tereke defterlerinde halıların bulunduğu mekânların belirtilmesi âdetti; oysa 26 Faroqhi (1985-86). 27 Pek çok Osmanlı kentinde mevcut olan tereke dökümlerinden bunu kesinkes sapta­ mak mümkün, krş. Barkan (1996). 28 Batâri (1980).


ülkenin daha başka yerlerinde tutulm uş defterlerde çoğunlukla böyle bir bilgi yer almaz. Braşov kentindeki güm rük kayıtlarından, kullanmak üzere kendilerine A nadolu’dan çeşitli halılar getirttiklerini öğrendiği­ miz M acar soylularıyla zengin kentlilerin “ O sm anlı” tarzı bir yaşam sürdürdüklerini ileri süremeyiz.29 Am a Macar soyluları, hâlâ ortaçağdan izler taşıyan taş konaklarını oturulabilir hale getirmek için duvarlara ha­ lı asarlardı. Ç o ğu zaman bir duvara birden çok halı asıldığı olurdu; Szentdem eter Sarayı’nda pek de büyük olmayan tek bir odada yedi ha­ lı birden bulunduğu biliniyor.30 Mali durumu iyi olan kişilerin evlerin­ de halılar vazgeçilm ez eşyalardı; Braşov’da belediye meclisi, eşrafın kız­ larına evlenirlerken halı hediye ederdi. Kalvenci kiliselerde Aşai R abba­ ni Ayini’nin yapıldığı masanın üstüne genellikle bir halı örtülürdü; K a­ tolik kiliselerinde ise halıyı daha çok sunağın önündeki basamakların üstüne yayarlardı. Kalvenci kiliselerde niçin daha çok sayıda halının ko­ runmuş olduğunu bu farklı kullanım biçimi açıklamaktadır. Camilere de sık sık halı bağışlanırdı; ama bazen bu halıların camiler­ den çalındığı da olurdu. 16. yüzyıl sonlarına ait bir belgede bir halı hır­ sızının adı geçmekte, yakalarını kurtarmak için hemşerilerinin onu K ıb­ rıs’a gönderm ek istedikleri belirtilmektedir.31 Bağışlanan halıların ille de yeni olması gerekm ezdi; bazı yerlerde ölenin üstüne evdeki bir hah örtülür, cenaze töreninden sonra da o halı camiye verilirdi. Bazı cam i­ lerde (örneğin Sivas ve Divriği’de) böyle bağışlar sonucu çok sayıda ha­ lı ve kilim birikmişti.32 Ama halıların çoğu kullanıla kullanıla eskimiş ve sonunda atılmıştır. Bu yüzden bugün müze ve koleksiyonlarda bulunan halıların sayısı, bir zamanlar var olanlarla karşılaştırılamayacak kadar azdır. Zaten Osmanlı ülkesinin o günlerdeki zenginliğini bugün gözüm üzde canlandırabil­ memiz pek kolay değildir. Ama bazı Avrupa ülkelerinde, özellikle İtal­ ya, İngiltere ve H ollanda’da da 16. ve 17. yüzyıllarda çok sayıda O s­ manlı halısı bulunmaktaydı. Bunların 15. yüzyıldan (belki de daha ön ­ cesinden) beri tablolarda yer aldığı görülmektedir. Günüm üze ulaşan tablolar halılardan daha çok olduğu için halıcılığın ve Avrupa’ya yapı­

29 30 31 32

age. age. Barkan (1949-50, 1951, 1951-52, 1953-54), Kısım 1, s. 557. Bu koleksiyonların bir kısmını 1972’de kendim de görmüştüm.


lan halı ticaretinin tarihini büyük ölçüde tablolardan çıkarıyoruz. Bu bağlam da 15 4 0 -1 7 0 0 arasının ele alındığı yeni bir m onografide, sade­ ce H ollandalı ressamların yaptığı tablolardan çıkarılmış yaklaşık bin ha­ lı örneğinin bulunduğu görülüyor.33 Ö te yandan bugün H ollanda’da­ ki koleksiyonlarda, yeniçağ başlarından beri ülkede olduğu bilinen Do­ ğu halılarından sadece üç adet bulunması, eskiyip yok olan halı sayısı­ nın ne kadar yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.34 Kuşkusuz M antegna’nın, L o tto ’nun, H olbein’in ya da Jan Steen’in tablolarındaki örneklere bakarak zengin bir Osmanlı evindeki halılar konusunda yeterli bilgi edinemeyiz. Çünkü bu ressamların gördüğü ha­ lılar ya Venedik düklerine, ya İngiliz kralına gönderilmiş diplomatik ar­ m ağanlar, ya da Uşak, Kula gibi halı merkezlerinde ihraç edilmek üze­ re üretilmiş mallardı.35 19. yüzyıl öncesinde, A nadolu’da halı dokuyu­ cuların Avrupa beğenisine uydurmak için geleneksel motiflerde değişik­ lik yapıp yapmadıklarına ilişkin fazla bir bilgimiz yok. Ama Avrupa’da, fiyatlarının yüksekliği nedeniyle ithal halıların satışı her zaman iyi git­ m ediği için, Avrupalı tüccarların daha kolay satılan “ standart” motifli malları tercih etmiş olmaları akla daha yakın geliyor.36 Bu yüzden, özel­ likle İtalyan ve HollandalI ressamların tablolarındaki halılara bakarak, Osmanlı halı merkezlerinde üretilen halıların izlediği üslup çizgisi ko­ nusunda ancak genel bir bilgi edinilebilir. Ama tabloların elimizdeki eski halılara göre bir avantajı, kesin tarih­ lerinin saptanabilmesidir. Bu çok önemli bir noktadır, çünkü pek çok halı uzmanında rastlanan bir önyargıyı, el işçiliği bakımından en nite­ likli ve estetik açıdan en güzel örneklerin, aynı zamanda en eski örnek­ ler olduğu önyargısını çürütmektedir. H atta bazen bundan, şu ya da bu uzmanın çok hoşuna gittiği için bir halıyı eski diye sunması gibi bir kı­ sır döngü de ortaya çıkmaktadır.37 Oysa tablolar aracılığıyla kesin tarih­ leri saptanan örnekler incelendiğinde, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda da dü­ ğümleri kaba, motifleri sıradan pek çok halının üretilmiş olduğu görül­ mektedir. Özellikle HollandalI ressamlar bu tür hataları büyük bir ay­ 33 Ydema (1990, yeni basım 1991), s. 123. 3 4 age, s. 7 35 age, s. 27 vd, Hollanda tablolarında gösterilen Anadolu halılarının biçim dünyasını tartışıyor. 36 İtalyan ressamların tablolarındaki halılar için krş. Erdmann (1962). 3 7 Bode, Kühnel (1984), s. 110.


rıntı ustalığıyla belgelemişlerdir.38 Ö bür yandan, genelde bu açıdan olum suz bakılan daha yakın dönem halıları arasında da birinci sınıf ör­ neklere rastlanabilmektedir. Konu ettiğim iz zaman diliminde, yani 16. yüzyılın ikinci yarısıyla 17. yüzyılda, daha eski resimlerden bildiğimiz hayvan motifli halıların Av­ rupa’da artık m odasının geçtiğini,39 buna karşılık “ L o tto halıları” nın çok tutulduğunu görüyoruz. Bu ad, tablolarında bu halıları çok gördü­ ğüm üz ressam Lorenzo L o tto ’dan (1 4 8 0 -1 5 5 6 ) gelm ektedir.40 Lotto halılarının belli başlı özelliği, bordürleriyle göbekleri arasında büyük bir karşıtlık bulunmasıdır. İlk örneklerin bordürlerinde görülen bulut m o­ tifinin Çin kökenli olduğu düşünülebilir. Daha geç tarihli olanların ço ­ ğunun bordüründe ise kartuş motifleri vardır. Eski halıların zemini, iç­ leri girift bezemelerle az ya da çok doldurulm uş küçük madalyon sıra­ larından oluşur. Daha yeni örneklerde, girift bezemelerin iyice değişik­ liğe uğraması sonucunda halının bütünü âdeta bir kilim görünüm ü al­ mıştır. Yumuşak bordürleriyle geometrik zemin motifleri arasındaki karşıtlığa dikkat edilirse, L o tto halılarını tanımak çok kolaydır. H em özgün örneklerinden bildiğimiz, hem de 17. yüzyıl Hollanda ressamlarının tablolarından tanıdığımız başka bir Osmanlı halısı türü de Erdel ( “ Siebenbürger” ) halılarıdır. Daha çok A nadolu’dan, büyük bir olasılıkla U şak yöresinden gelen bu halıların bu adla tanınmasının ne­ deni, Erdel’deki Kalvenci kiliselerde çok kullanılmasıdır.41 Erdel halıla­ rında, namaz seccadelerindeki gibi bir mihrap motifi bulunur. Am a ço ­ ğunda, halının iki ucunda birer tane olmak üzere, iki mihrap vardır. Bu nedenle seccadeye fazla benzem ez, daha çok dört köşesine birer çeyrek madalyon yerleştirilmiş izlenimi bırakır. 17. yüzyılda yaşamış Osmanlı şeyhülislamlarından birisi halılara mihrap ya da daha başka dini sim ge­ ler konmasına engel olmak istemişti; gerekçesi de sık sık halı satın alan gâvurların eline düşmemesini sağlam aktı.42 Ama çeşitli ülkelerde bulu­ nan ve tablolarda yer alan halıların da ortaya koyduğu gibi, bu yasaktan bir sonuç çıkmamıştır.

38 39 40 41 42

Ydema (1990, yeni basım 1991), s. 31, 44. Mills (1983), s. 14. age, s. 16. Ydema (1990, yeni basım 1991), s. 48-51 Faroqhi (1984), s. 138.


Anadolu halılarının çoğu, hayvan ve gerçekçi bitki motiflerine yer ve­ rilen İran ve H int halılarından farklı olarak soyut motiflerle bezelidir. Bu farkın, İslamdaki resim yasağına Osmanlılarda öbür komşu ülkelerden daha fazla önem verilmiş olmasından kaynaklandığını ileri sürenler ol­ muştur. Ama örneğin Osmanlı minyatür sanatında hayvan ve insan tas­ virlerinin çok yaygın olduğu düşünülünce, bu açıklama geçerliğini yitir­ mektedir. 17. yüzyıl çinilerinde de bu tür tasvirler az değildir ve çininin saray dışında da geniş bir kullanım alanı vardır. Ayrıca görece gerçekçi çiçek motifleri 16. yüzyıl Osmanlı çini sanatının da özelliklerindendir. Ama Osmanlı halı sanatı üzerine çok az sayıda yazılı kaynak bulunması, bu soruna inandırıcı bir açıklama getirmeye olanak vermemektedir.43 Oturmak ve üstüne uzanmak için kullanılan halıların yanında, yetişkin­ lerin birçoğunun bir de namaz seccadesi olurdu. Sahibinin mali duru­ muna göre değişse de seccade genelde çok değerli bir eşya değildi. İster evde üretilmiş, isterse de satın alınmış olsun, her evin vazgeçil­ m ez eşyalarından biri de kilimdi. Bu yaygılarda kullanılan motifler yö­ resel folklora göre belirli anlamlar taşırdı. Örneğin bir genç kız kilim dokurken seçtiği motiflerle annesiyle babasına artık evlenmek istediğini belirtebilirdi.44 Bu tür motiflerin içerdiği anlamları sadece 19. ve 20. yüzyıl folkloru üzerine yapılmış araştırmalardan bilmekteysek de, daha önceki dönemlerde benzer ilişkilerin var olduğunu kabul edebiliriz. D öşem e yaygılarının daha ucuz bir türü de keçelerdi. Keçe değişik kalınlıklarda üretilir, bazen üstü çeşitli motiflerle süslenirdi. 18. yüzyıl­ da Rum eli’deki Yanbolu kentinde keçe üretimi büyük boyutlara ulaştı­ ğı için, keçe sözcüğü bu kentin adıyla birlikte anılır olm uştu.45 Yatakta üste örtm ek için pamuk yorgan kullanılırdı. Yorgan yapmak için pamuk atan hallaçlar bugün de işlerini sürdürmektedir. Yorgan yüzleri çoğunlukla parlak ipekli kumaştan yapılırdı; atlas, diba ya da da­ ha basit beledi kumaşların kullanıldığı da olurdu. Türk yorganlarında yüz olarak bugün de parlak, tek renkli saten kumaş kullanılır; yorgan­ cının yorgam dikerken oluşturduğu desen bu kumaşın üstünde çok gü ­ zel ortaya çıkar. Yorgan çarşafı yorganın alt tarafına teyellenerek tuttu­ rulur. Bu âdetin 18. yüzyılda ya da daha önce olup olmadığını bilmiyo­ 4 3 K in g (1983), s. 26. 4 4 1970’lerde bir müze görevlisinin sözlü bilgilendirmesi (Antalya Müzesi). 4 5 Koçu (1969), s. 152.


ruz; ama büyük olasılıkla vardı. 18. yüzyılda Bursa’da yatak çarşafları pamuklu kumaştan, seyrek olarak da ketenden yapılırdı. Zenginler bü­ rümcük yatak çarşafı kullanırlardı.

Ev Eşyası Osmanlılar masayı bilmiyorlardı; yere çoğunlukla deriden yapılan ve sofra denen bir tepsi koyup onun üstünde yemek yerlerdi; böyle yer sofrası olarak tahta ya da madeni siniler de kullanılırdı. Kentlerde otu ­ ranlar uzun süredir yer sofrasında yemeseler de, sofra sözcüğü bugün hâlâ yemek sözcüğü yerine kullanılır; örneğin konuklar masaya değil, sofraya buyur edilir. Eskiden kap kacağın hemen hepsi bakırdan olur, yemekten zehirlenmemek için bunların içi kalaylatılırdı. Mahalleden mahalleye, köyden köye dolaşan kalaycılar vardı. Bakır tencereler epey­ ce para ederdi ve hali vakti yerinde bir ailenin birçok tencere ve sahanı olurdu. Bazıları bunlardan çok gösterişli birkaç tanesini altın kaplatır ya da üstüne adlarını kazıtırlardı.46 Büyük yemek kazanlarının simgesel bir anlamı da vardı: Yeniçeriler ayaklandıklarında padişah tarafından verilen yemeği almazlar, yemek kazanını devirirlerdi; bu nedenle yeniçerilerin ayaklanmasına “ kazan kaldırma” denirdi. Bugün Hacıbektaş kentinde­ ki Hacı Bektaş Veli D ergâhı’nda bulunan kara kazan, üstündeki yazıya göre yeniçeriler tarafından armağan edilmişti ve geçmişte şölenlerde kullanılmıştı.47 Büyük dergâhlara uğrayan dervişlerin önüne bir kâse çorba konması âdetti ve gece gündüz kaynayan kazan konukseverliğin simgesi olmuştu. Yemek çoğu zaman ortadaki kaptan yenirdi; sadece kahveyi herkes ayrı içerdi, bunun için madeni zarflar içindeki fincanlar kullanılırdı. 18. yüzyıl başlarında çok yoksul kimselerin terekesi arasında bile böyle kah­ ve fincanları ve cezvelerin bulunduğu görülm üştür. Aynı dönem de, Bursa’da bir handa kalırken birdenbire hastalanıp ölen bazı tüccar ya da zanaatkârların da yanlarında fincan ve cezve bulunmuştur. Sıradan kah­ ve fincanları Kütahya çinisinden yapılırdı. Zenginler Çin porseleninden fincan kullanırlardı. Bütün 17. yüzyıl boyunca Ç in’den o kadar çok porselen ithal edilmişti ki, bugün hâlâ müzelerde gözlerimizi kamaştı­ ran zarif İznik çinileri bu rekabete dayanamayarak piyasadan çekilmiş­ 4 6 Faroqhi (1984), s. 181. 4 7 Faroqhi (1976).


ti.48 Ama kolay kırılan bu kahve takımlarından eve almanın âdet olma­ dığı anlaşılıyor. Elinde çok sayıda kahve fincanı bulunanlar, bunları iş nedeniyle kullananlardı; örneğin 18. yüzyıl başlarında Bursalı bir ber­ berin, saç keserken müşterilerine kahve ikram ettiği biliniyor. Gündelik kullanılan toprak çömlekler ve seramik kaplardan günümü­ ze pek azı kalmıştır. Kent içi kazılarda sık sık çömlek ve seramik parçası bulunmaktaysa da, yakın zamana kadar bunlar ciddi bir incelemeye de­ ğecek kadar değerli görülmemiştir. Buna karşılık müzelerde büyüklü kü­ çüklü kâseler, leğen ve ibrikler ve kibar ailelerin kullandığı daha başka se­ ramik eşya bulunmaktadır. Bazılarının üstünde çok ender olarak tarih, bazen de sahibinin adı yazılıdır. Örneğin 1 5 1 0 ’da yapılmış bir ibrikte Kütahyalı bir Ermeni olan Apraham’ın adı yazılıdır.49 Zengin müşteriler için üretilmiş bu tür parçalar, açıkça görülebilen bir tarihsel gelişimi or­ taya koyar: 15. yüzyılda Tim ur’un (1 3 3 6 -1405) saray üslubu doğrultu­ sunda soyut desenler ağır basmaktadır. Buna karşılık 16. yüzyılda çiçek motiflerinin, özellikle de karanfil ve lalelerin daha çok tutulduğu görül­ mektedir. Yüzyılın ortalarında kırmızı renk ilk kez kullanılmıştır; çok ni­ telikli parçalarda kırmızıya boyanmış desenlerin kabartma gibi olduğu göze çarpmaktadır. Doğal çiçek motifleriyle oluşturulmuş gösterişli kompozisyonlar sadece saray ve cami duvarlarını değil, görkemli sofra ta­ kımlarını da süslemektedir. 17. yüzyılda Osmanlı çinilerinin teknik kali­ tesi düşmüştür, ama gemi, hayvan, bazen insan tasvirleri hâlâ yapılmak tadır.50 16. yüzyılda İznik kenti çinileriyle ün kazanmıştı. Ama anlaşıldı­ ğı kadarıyla bu dönemde Kütahya’da da çini ustaları vardı ve bu ustalar 17. yüzyılda İznik çiniciliğinin çökmesinden sonra da varlıklarını sürdü rebilmişlerdir. Ayrıca 18. ve 19. yüzyıllarda Çanakkale’de de daha basit, ama renk açısından çok zengin seramikler üretilmiştir. Buradaki ustalar sürahi, testi, küp gibi büyük boyutlu parçalar da yapmışlardır. Ankara Etnografya M üzesi’nde etkileyici bir deve heykelciği yer almaktadır. Giysiler ve çeşitli eşyalar göm m e dolaplarda ya da sandıklarda sakla­ nırdı. Kayseri’de zengin evlerinde başodanın duvarlarından birisi boy­ dan boya raflarla ve kapaklı dolaplarla kaplı olurdu.51 Tepedeki büyük

48 Raby (1989), s. 285. 4 9 age, s. 72, 98. 50 age, s. 280 vd. 51 Bir örnek için bkz. İmamoğlu (1992), s. 110.


gözlere yatak yorgan kaldırılır, küçük raflara kitap, kutu ya da lamba konurdu. İçinde ufak tefeğin saklandığı çekmeceler de çok kullanılan eşyalar arasındaydı. Bir de sandıklar vardı ki, bunlar çift olarak yapılıp satılırdı. Düzenli tutulmuş kayıtlarda, sandığın ayaklı mı ayaksız mı ya da hasır mı yoksa daha başka bir malzemeden mi (örneğin tahta mı) ol­ duğu da belirtilirdi. Bir Osmanlı evindeki mobilyalar yeniçağ başlarında Avrupa’da kulla­ nılanlardan farklıydı, ama yine de bütün Akdeniz toplumları arasında bazı ortak noktalar yok değildi. Fransız tarihçi Fernand Braudel’in be­ lirttiğine göre, yeniçağ başlarında kış mevsimini H ollanda’da ya da Al­ manya’da geçirmek, Rom a ya da N apoli’de geçirmekten çok daha ra­ hattı;52 Çünkü kışların soğuk geçmesine rağmen Akdeniz yöresinde ısıtma için fazla bir önlem alınmazdı. Osmanlılarda da kışları yaşam ol­ dukça zorlu geçiyor olmalıydı. Gerçi oturma odalarında ve mutfaklarda ocaklar vardı, ama B o ğaz’ın nemli soğuğu herhalde ahşap pencere ve kapıların aralıklarından içeriye giriyordu.53 Bazı medrese yapılarında pencereleri çok küçük açarak ya da hiç yapmayarak içerdeki sıcaklığı ko­ rumaya çalışmışlardı; ama o zaman da hocalar ve öğrenciler kışın da g ü ­ nün uzun bir bölüm ünü dışarda geçirmek zorunda kalıyorlardı. Isın­ mak için odalardaki ocaklardan başka, odun kömürü yakılan ve görece daha az duman çıkaran mangallar da vardı. Mangalın üstüne bir örtü örtülür, ayaklar bunun altına sokularak ısınılırdı. Bu örtü kolayca ateş alabilir ya da mangalın devrilmesine yol açabilirdi. Ahşap evlerin bol ol­ duğu İstanbul ve Bursa gibi kentleri zaman zaman harabeye çeviren bü­ yük yangınların birçoğu böyle çıkmış olmalıdır. Ama 18. yüzyıl başları Bursa’sındaki bir bulguyu ülkenin en azından Akdeniz çevresindeki topraklan için genelleştirebilirsek, mangalın sadece iyi döşenm iş evlerin eşyası arasında yer aldığını söyleyebiliriz.

Karşılaştırm a: O rtak Yönler ve Yöresel Farklılıklar Buraya kadar bir araya getirdiğim iz İstanbul ve Bursa hakkındaki bilgileri Mısır ve Suriye gibi yörelerdeki ev kültürüyle karşılaştırdığı­ m ızda, im paratorluğun geniş topraklarına yayılmış büyük kentler ara­ 52 Braudel (1979), c. 1, s. 259-262. 53 Kayseri’de kara iklimi hüküm sürer, ama İmamoğlu (1992, s. 83-84) benzer şeyleri bu kentin evleriyle ilgili olarak da söylüyor.


sında önemli ortak yanların bulunduğu ortaya çıkmaktadır.54 Bu yöre­ lerin üçünde de ağır mobilyalar yoktu, yataklar kullanılmadığı zaman dolap ya da yüklüklere kaldırılır, aynı odada gündüzleri oturulur, gece­ leri yatılırdı. H er üç yörede de minder üstünde oturulurdu; bunların yöreden yöreye yalnız kumaşları değişik olurdu; örneğin Kahire’nin sı­ cak ikliminde özellikle yaz mevsiminde herhalde yünlü olmayan kumaş­ lar kullanılmıştır. Suriye’de olsun, M ısır’da olsun, Anadolu ya da İstan­ bu l’da olsun, ortak âdetlerden bir başkası da kadınların hamama yalnız temizlik amacıyla değil, aynı zamanda ahbaplık etmek için gitmeleriydi. Osmanlı kentlerinde yaşayanların hemen hepsinin ortak yaşam anla­ yışları da vardı. Mahalleye girip çıkanı bilmek istemek, evlere yabancı­ ların girmesini hoş karşılamamak bunlar arasındaydı. Eve gelen erkek konuklar ev halkının arasına alınmaz, ayrı bir odada ağırlanırdı. Bundan başka, yukarıdaki bölgelerden her üçündeki kentlerde de çıkmaz sokak­ lar vardı; herkesin geçtiği sokaklardan farklı olarak bunları daha çok o sokakta oturanlar kullanırdı. Ama hemen bu noktada farklılıklar da başlıyor. Anadolu kentlerinde birkaç evin kullandığı tarik-i hass adı verilen özel yolların sayısı çok faz­ la değildi, çıkmaz sokakların çoğundan herkes geçebilirdi. Oysa H a­ lep’te, yalnız orada oturanların kullandığı yollar çok daha fazlaydı.55 Ka­ hire ve İstanbul’da evlerde oturma odaları üst kadardaydı, pencereleri sokağa bakardı.56 Oysa, hemen hepsi düz ayak ya da tek katlı olan H a­ lep evlerinin sokağa bakan duvarlarında pencere bulunmazdı.57 Buna karşılık her evin bir iç avlusu olur, pencereler bu avluya açılırdı. Ankara, Kayseri ya da Kahire gibi kentlerdeyse bu tür iç avlular bir evin vazgeçil­ mez bölmelerinden biri değildi. Dev bir kent olan Kahire’de iç avluya yalnız zengin evlerinde rastlanırdı; daha kendi halinde evlere merdiven başından geçilerek girilirdi.58 Kısacası, birçok alanda ortak bir yaşama anlayışına sahip olmak, mimarlıkta da ortak biçimlerin ortaya çıkması so­ nucunu getirmiyordu. 5 4 Bu karşılaştırma Abdel Nour (1982), Faroqhi (1987), Marcus (1989) ve H anna’ya (1991) dayanıyor. 55 Marcus (1989), s. 282. 56 Krş. Faroqhi (1987) ve Hanna’daki (1991) illüstrasyonlar. 5 7 Abdel Nour (1982), s. 125-136, Marcus (1989), s. 294. 58 Hanna (1991), s. 57.


Bir ev inşa edilirken, pencerelerin kom şu evlerin içine bakmayacak gibi düzenlenmesine dikkat edilirdi. Bu kurala uymayanlar mahkemeye bile verilirdi. Ama inşaatlar genellikle küçük arsalarda yapıldığı için, bu çabalar her zaman olumlu sonuç vermezdi. Ankara, Bursa, Halep ya da Kahire’deki kadı sicillerinden öğrendiğim ize göre, evler doğrudan bir­ birlerinin içine bakmasa da, komşular birbirlerinin aile sorunlarından yeterince haberleri oluyordu.59 Ham am larda, kahvelerde ve kadınların ahbap ziyaretlerinde karşılıklı pek çok haber alınıp verildiği anlaşılıyor. O halde her evin toplumsal açıdan az ya da çok kendi içine kapalı bir yaşam sürdüğüne inanmak bizi yanılgıya sürükler. Kahire ya da İstan­ bul’un sokak dokusunun tam tersine, Halep kentinin mimari görünü­ müne bakarak kolayca böyle bir sonuç çıkarılabilirse de, bu gerçekçi bir sonuç olmaz. Evlerin nasıl kullanıldığı sorulduğunda da ortaya böyle küçük ayrım­ lar çıkar. Osmanlı döneminde Kahire’de çok işlevli büyük bir oturma odasının, hela, yatak odaları ya da mutfak gibi işlevsel mekânlarla b ağ­ lanması çok yaygındı; böyle bir mekânlar bütünü aşağı yukarı ayrı bir daire gibi kullanılırdı.60 Daha büyük evlerde bu tür birden çok daire bulunurdu ve evin sahibi her daireyi ailenin başka bir bireyine miras bı­ rakırdı. Aile dışından erkek konuklar geldiğinde onları bu dairelerden birisinde ağırlamak çok kolay olurdu. İstanbul’daki büyük evlerde g ö ­ rülen harem ve selamlık uygulaması Kahire’de 18. yüzyılda bile çok bi­ linmiyordu.61 Kahire’deki evlerin başkenttekilerden gerçekten bugün sanıldığı kadar farklı olup olm adığını, ancak İstanbul evleri konusunda şeriye sicillerindeki bilgilere dayanılarak hazırlanacak m onografik bir çalışma ortaya çıkaracaktır. Bir bütün olarak bakıldığında, Osmanlı kent sakinlerinin bir evden bekledikleri, imparatorluğun neresinde olursa olsun, farksızdı. 19. yüz­ yıla gelene kadar gayrimüslimlerin ev kültürleri de Müslümanlarınkin­ den ayrı değildi; parası yetenler yörenin üslubuna uygun güzel evler yaptırırlardı.62 Ayrıca M üslümanlarla gayrimüslimlerin birbirlerine ev

59 Marcus (1989), s. 314-328 bu konuyla ilgili ayrıntılı bir tartışma sunuyor. 60 Hanna (1991), s. 57. 61 age, s. 42-43. 62 Hem 17. yüzyıl sonlan Kayseri’sinde hem de 18. yüzyıl Halep’inde Hıristiyanların muhteşem evleri olabiliyordu. Krş. Marcus (1989), s. 318.


sattığı da çok görülürdü. Dışarıya kapalı gettoların bulunmamasının, her iki tarafın ev kültürlerinin böyle benzeşmesinde önemli bir payı bu­ lunduğu düşünülebilir. Öte yandan işlevlerin benzeşmesi kesinlikle biçimlerin benzeşmesine yol açmamıştı. Çünkü yöresel farklılıklara neden olan etmenler iklim koşulları, çevreden elde edilebilen inşaat malzemeleri ve en başta da farklı mimarlık gelenekleriydi. H atta yapılaşması konusunda yüzyıllarca geriye giden bilgilere sahip olduğum uz Kahire kentinin evlerini fira­ vunlar dönemine bağlayan bir sürekliliğe dikkat çekilmektedir.63 Ana­ d olu’da da bir yandan Orta Asya’daki Türk evine, bir yandan da eski­ çağ ve ortaçağdaki Anadolu mimarlık geleneklerine bağlanan uzun erimli bir sürekliliğin bulunduğuna işaret edilir.64 Ayrıca im paratorlu­ ğun başkenti İstanbul’daki yapıları taşra kentlerinin zengin eşrafı örnek almıştır. Ama İstanbul’a özgü mimarlık öğeleri ile yöresel mimarlık ge­ leneklerinin bir araya gelmesi çok farklı bileşimlere yol açmıştır. Biz he­ nüz, bu bileşimlerle ortaya çıkmış olabilecek karmaşık yapıları çözmeye çalışmaktayız.

Osm anlı Kent K ültürünü Savunma Sanat tarihçileri, Osmanlı kendisinin yaşayışında, atalarının göçebe geçmişine bağlanan izleri özellikle vurgulamışlardır. Bazı evlerin biçi­ mi, bahçeli evlerin sevilmesi, eşyanın az olması ve kolay taşınabilir yay­ gıların kullanılması hep bu doğrultuda yorumlanmıştır.65 Sadece kırsal kesimde yaşayanların değil, kentlerde oturanların da sık sık yer değiştir­ mesi birçok gözlemcinin dikkatini çekmiştir. Eşkıya yolların güvenliği­ ni tehdit eder hâle geldiği ya da bir vergi mültezimi aşırı isteklerde bu­ lunduğu zamanlarda insanların uzak yerlere göç ettiği ve bütün bir m a­ hallenin boşaldığı çok görülm üştü.66 17. yüzyıl başlarında Varna kenti­ nin D oğu A nadolu’dan kaçanların akınına uğradığına dair şikâyetlerin olduğu bilinmektedir. Bu insanların Varna’ya Karadeniz’i bir boydan bir boya geçerek geldikleri açıktır.67 Osmanlı makamlarının, örneğin

63 64 65 66 67

Hanna (1991), s. 42. Krş. Arel (1982).

age. Faroqhi (1984a), s. 275 vd. age, s. 276.


18. yüzyılda başkente insan akınım engellemek için yolları denetim al­ tına almış olmalarına karşın, bugün hâlâ yaygın olan deyişle taşı topra­ ğı altın olan İstanbul, göçmenlerin ana hedefi olarak kalmıştı.68 Ama kent nüfusunun büyük bölüm ünün bu hareketliliğinden yola çıkarak, kültür açısından gerçek anlamda kentli olmadıkları sonucunu çıkarmak yanıltıcı olur. Osmanlı kentlerinin kentsel niteliğinin küçüm ­ senmesi büyük ölçüde 16. ve 17. yüzyıllarda yaşamış Avrupalı seyyah­ ların yazdıklarından kaynaklanmaktadır. 20. yüzyıla gelene kadar Avru­ palIların kafasındaki Osmanlı kenti imgesini hep bu yazarların izlenim­ leri biçimlendirmiştir. Batı ve Orta Avrupalılar kendilerine yabancı bu kentlerin işleyişini anlamakta çoğu kez büyük zorluk çekmişlerdir. Bu durum özellikle Hans Dernschwam’ın seyahat günlüğünde açıkça g ö ­ rülür. Dernschwam, yönetici olarak Fu gger ailesinin hizmetinde bulun­ duktan sonra emekli olm uş, 16. yüzyılın ortalarında da V. Karl’ın (Şarl­ ken) elçisine Viyana’dan İstanbul’a, oradan da Amasya’ya kadar yaptığı yolculukta eşlik etmiştir.69 Kent dendiğinde aklına gelen, A ugsburg ya da N ürnberg gibi, çok katlı kâgir evlerin bulunduğu, yoğun nüfusa sa­ hip bir mekân olmalıdır. D önem in Anadolu kentleri, alçak yapılarıyla onun üzerinde herhalde daha çok bir kır izlenimi bırakmıştır. Avrupalı yabancıları derinden etkileyen tek kent, eski ve yeni pek çok anıtsal ya­ pılarıyla İstanbul olmuştur. Daha 16. yüzyılda Pieter Coecke van Aalst ve M elchior Lorichs gibi ressamlar “ doğadan ” resim yapmak üzere O s­ manlı başkentine gelmişlerdir.70 Am a Anadolu ve Rum eli’deki taşra kentlerinin çoğu, Avrupalı seyyahların pek ilgisini çekmemiştir. Türk tarihçilerin Osmanlı kültürünün göçebe geçmişini belki de aşı­ rı derecede vurgulamaları ve Avrupalı seyyahların çoğunun Osmanlı taşra kentlerine karşı ilgisiz kalmaları, AvrupalIların, kentin Osmanlı kültürü içindeki önemini sürekli küçümsemesine yol açmıştır. Oysa da­ ha yakından incelendiğinde, bu kültürün her şeye karşın kentle büyük bağlantısı olduğu görülür. Evliya Çelebi 17. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı on ciltlik eserinin neredeyse tümünü Osmanlı İm paratorlu­ ğu ’ndaki kentlere ayırmıştır. Kırsal kesimde onu ilgilendiren sadece

68 Aktepe (1958). 69 Dernschwam, yay. Babinger (1925). 70 Raby (1982), s. 81.


kentleri birbirine bağlayan yollar, bir de yine bu yollarda karşılaştığı be­ deviler, eşkıya, ayaklanmacılardır.71 Evliya’nın Osmanlı kentlerini tarih­ sel birimler olarak gördüğü, kentlerin adlarının nereden kaynaklandığı üzerinde kafa yormasından ve kendini kentlerin kurucularına ilişkin bir şeyler yazmakla da yükümlü saymasından anlaşılır. Bu kişilerle ilgili hiç­ bir şey bilmediği durumlarda ise (ki bu sık sık söz konusu olmaktadır), kendi kafasından bir şeyler uydurmuştur. Örneğin M uğla kentinin ku­ rucusu olduğunu ileri sürdüğü M uğlu Bey’i, başka hiçbir tarihçi tanı­ mamaktadır.72 Tabii bu, Osmanlı aydınlarının gözlerinde kentlerinin değerli ve sürekliliği bulunan varlıklar olduğunu gösterir; yoksa bu tür hikâyeler uydurmanın hiçbir anlamı olmayacağı açıktır.

71 Evliya’nın gözlemlerine ilişkin olarak krş. Faroqhi (1992b). 7 2 Evliya (1897-1938), c. 9, s. 200.


DOKUZUNCU BÖLÜM DİNİ TÖRENLER, ŞENLİKLER VE BEZEME SANATI Dergâhlar ve Törenler Camilerin, sarayların ve köşklerin nasıl ve ne amaçla kullanıldığını bilmediğimiz sürece ne Osmanlı yapı sanatını, ne de ev kültürünü kav­ rayabiliriz. Örneğin 15. yüzyıldaki büyük Osmanlı camilerinde, içlerin­ de ocakların ve yerli dolapların bulunduğu yan mekânlar yer almaktay­ dı. Bu odaların oturmak için yapılmış olduğu sanılmaktadır. Kimi araş­ tırmacılar, bazısı gayet mükellef döşenmiş bu odaların dervişlerin barın­ ması için kullanıldığını kabul eder.1 Ama hangi dervişin, böylesine önemsenerek düzenlenmiş mekânlarda barınmayı talep edebilecek ka­ dar saygınlığa sahip olduğu sorusu akla gelmektedir. Acaba buralarda derviş şeyhleri sürekli olarak mı oturuyorlardı, yoksa bir süre sonra yer­ lerini yeni konuklara mı bırakıyorlardı? Bu konuda sadece varsayımlar­ da bulunabiliriz. Bunun dışında yine varsayım olarak, 16. yüzyılın baş­ larında bu yapı tipinin ortadan kalkmasını, dervişlerin o dönemlerde sık sık sapkınlıkla suçlanmaları sonucu padişahların ve cami yaptıran devlet erkânının gözünde saygınlıklarını yitirmiş olmalarına bağlayabiliriz. Bir dergâhın ortaya çıkmasında en önemli etken, bir derviş şeyhinin ölümü olurdu. Şeyhin mezarı parmaklıkla çevrilir, hatta bazen üzerine bir kubbe yapılır ve bu ermişe (bazen bu bir kadın ermiş de olabilirdi) adak adamaya ziyaretçiler gelmeye başlardı. Hastalar, çocuğu olmayan kadınlar, daha yeni zamanlarda da sınav sıkıntısıyla bunalmış öğrenciler yatırın parmaklıklarına ya da yakındaki bir ağacın dallarına paçavralar bağlayarak ermişin adaklarını yerine getirmesini sağlamaya çalışırlardı.2 Bu âdet bugün de sürmektedir. Ziyaretçilerin başında ibadet ettikleri ağaçlar, taşlar ya da su kaynakları da bu yatır alanına dahil edilirdi. Din­ dar ziyaretçilerin mezarın başında yaktıkları mumların isi yıllar geçtikçe 1 2

Eyice (1 9 6 2 /6 3 ). Tanyu (1967) Ankara çevresindeki yatırlar konusunda genel bilgi veriyor.


türbenin tavanında ve duvarlarında birikirdi. Varlıklı ziyaretçiler ayaklı büyük şamdanlar ya da halılar bağışlarlardı. Daha ileride göreceğimiz gibi böylesi birçok kutsal yerin 19. ve özellikle de 20. yüzyılda ortadan kalkması, değişen bir dini anlayışın sonucuydu. 1920 ve 30’larda din adamları mum yakmaya ya da çaput bağlamaya artık batıl inanç olarak bakıyorlardı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde tarikatların yasak­ lanmasından (1925) sonra birçok dergâh tümüyle ortadan kalktı. Bazı­ larının son on yıl içinde yeniden ortaya çıkması ise bambaşka bir konu­ dur.3 Erdiği kabul edilen bir derviş şeyhinin gerçek mezarının çevresin­ de ibadet edilmeye başlanması sık rastlanan bir olaydıysa da, bu tür iba­ detin tek örneği değildi. Bazen, artık hatırlanmayacak kadar eski bir ta­ rihte yaşamış bir veli için de ibadet edildiği olur, hatta aynı velinin me­ zarının kendi yörelerinde bulunduğuna inanan birden çok topluluğa bile rastlanırdı. Örneğin, büyük olasılıkla 13. yüzyılda Dobruca’da ya­ şamış olan Sarı Saltuk adlı gazinin, kendi topraklarında gömülü bulun­ duğunu öne süren yedi ayrı köy çıkmıştır.4 Bazen (ortaçağda Avrupa’da rastlandığı gibi) herhangi bir ermişin kemiklerinin yeri “ keşfedilirdi” ve tabii bu tür keşiflerin altında politik nedenler yatardı. Bu olayların en ünlüsü kuşkusuz, Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethetmesinden kısa süre sonra, Arapların 7. yüzyılda kenti kuşatması sırasında öldüğü sanı­ lan Hz. Muhammed’in sancaktarı Ebu Eyyub el-Ensari’nin kemikleri­ nin bulunmasıdır. İslam tarihinin ilk dönemleriyle hiçbir bağ ortaya ko­ yamayan Osmanlı padişahı, bu keşifle, peygamberin verdiğine inanılan bir görevi yerine getiren kişi olduğunu ileri sürme olanağı bulmuştu.5 Mezarın üzerine inşa edilen türbe ve çevresinde oluşan kutsal yer de, padişah ile sahabe arasındaki bağı vurguluyordu. Sonraki dönemlerde Osmanlı padişahlarının, cüluslarının hemen ardından yapılan törenlerle burada şeyhülislam ya da nakibüleşraf eliyle Osman Gazi’nin kılıcını ku­ şanmaları âdet oldu. Pir türbelerinin çevresinde oluşan tekkelerin mimarisine bakıldığın­ da, tarikatın dini âdetlerindeki tek önemli öğenin bu mezara karşı say­ gı olmadığı açıkça görülür. Örneğin dervişlerin toplandığı meydanevi 3 4 5

Merdivenköy’deki Bektaşi dergâhının yeniden canlandınlışı hakkında krş. BacquiGrammont ve diğerleri (1991). Hasluck (1929). Yerasimos (1990), s. 202.


de dergâhların önemli bir bölümüdür. Mevlevi tekkelerinde semahane adı verilen bu bölüm, birçok semazenin ayin yapabilmesi ve bir de mut­ rib heyetinin yer alabilmesi için epeyce büyük tutulurdu.6 Ayinlere ta­ rikattan olmayanlar da katılabildiğinden, büyük tekkelerde konuklar için de bir bölüm bulunurdu. Bektaşilerin ayinlerine katılabilmek için en azından tarikata yakınlık duyan biri olarak tanınmak gerekirdi. Bazı yerlerde de halk kendinin, dergâhı kurmuş olan pirin soyundan geldi­ ğine inanırdı; o zaman ayine katılanların sayısı çok olurdu. Bektaşilerde sık sık görüldüğü üzere ayine katılan kadınların sayısının yüksek olma­ sı, bazı dergâhlarda kadınlar için, Hacı Bektaş Dergâhı’ndaki ekmekevi gibi, ayrı bir binanın yapılmasına da yol açardı.7 Dergâhların mutfakla­ rı da sadece işlevsel mekânlar değildi. Osmanlı padişahları dergâhlara bir ölçüde, kurucu pirlerinin ünü ve daha çok da dervişlerinin yolcula­ ra gösterdikleri konukseverlik nedeniyle destek verirlerdi.8 Fazla işlek olmayan yollar boyunca kervansaraylar bulunmadığı ve yolcular kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldığı için, bu insanların gecele­ mek için zaviyelere kabul edilmesi büyük önem taşırdı. Beri yandan dervişlerin konukseverliği de ayrı törensel kurallara bağlanmıştı. Evliya Çelebi’nin, zaviyelerde yolculara çorba verilmesini anlattığı bölümlerde bu durumu çok doğru olarak saptadığı görülmektedir.9 Konuklara ye­ mek çıkarılmasının nasıl bir tören gibi algılanıp önemsendiği, mutfak binalarının kubbeli çatı örtüleriyle, dekoratif bacalarla hemen göze çar­ pacak biçimde inşa edilmesi de ortaya koymaktadır. Mevlevilikte bu ko­ nu daha da ileri götürülmüştü. Mevlevihanelerde mutfaktan sorumlu dervişler, yani kazancı ve aşçı, yeni müritlerin dergâhta yapacakları işle­ ri belirlerlerdi. Tarikata girmek isteyen bir aday ilk önce yakacak odu­ nun sağlanması gibi ayak işleriyle görevlendirilir, daha sonra dergâhın yiyecek içeceğini ve başka günlük gereksinmelerini satın almak için pa­ zara gönderilirdi. Sonunda tarikata kabul edildiğinde yapılan törende de, yeni müridin onuruna şerbet dağıtan şerbetçiyle aşçı dede yine önemli bir rol oynarlardı.10 6

Semahanenin güzel bir örneği, İstanbul’daki bugün Divan Edebiyatı Müzesi olan eski Galata Mevlevihanesi’nde bulunmaktadır. 7 Birge (yeni basım 1965), s. 176. 8 Barkan (1942). 9 Krş. Evliya Çelebi (1896/9 7 -1 9 3 8 ) c. 9, s. 274. 10 Gölpınarlı (1953), s. 391-393.

203


Kentte Düzenlenen Sur-ı Hümayunlar İstanbul ve Edirne saraylarının duvarları arkasında ya da 18. yüzyıl­ da Boğaz kıyısındaki yalıların gözlerden uzak bahçelerinde düzenlenen şenlikler bizim konumuz dışında. Ama padişahın isteğiyle düzenlendi­ ği halde yalnızca sarayın sınırları içinde kalmayıp bütün başkentte, hat­ ta bazen de büyük taşra kentlerinde kutlanan büyük şenlikler olurdu.11 Osmanlı vakanüvislerinin kayıtlarının yanı sıra, hem Evliya Çelebi’nin, hem de Avrupalı seyyahların kendi görüp yazdıkları sayesinde bu şen­ likler hakkında bilgi edinebiliyoruz. Gerçi yabancıların hemen hiçbiri Osmanlıcayı bilmediği için, şenliklerin bazı sahnelerini gözden kaçırmış ya da yanlış anlamışlardı. Özellikle, Osmanlı kültürünü iyi tanımamala­ rı nedeniyle, bazı şenliklerde tasvir edilen sahneler aracılığıyla belirtilen politik görüşlerin çoğunu anlamamış olmalıdırlar. Öte yandan, diplo­ matik bir görevi de olabilen bu seyyahlar için bazı şenlikler, Osmanlı ül­ kesinde geçirdikleri günlerin en önemli olaylarındandır, bu nedenle de bütün ayrıntılarıyla anlatmışlardır. Tabii yabancı ziyaretçilerin ancak herkesin katılabıldıği, yani sokak ve meydanlarda ya da sarayın ikinci av­ lusunda düzenlenen şenlikleri görebildiklerini unutmamak gerekir. 18. yüzyılın ortalarına kadar en görkemli şenlikler şehzadelerin sün­ netleri dolayısıyla düzenlenenlerdi.12 O kadar büyük harcamalar yapıl­ masa bile, hanım sultanların düğünleri de göz alıcı olurdu.13 Padişah düğünlerinin, Osmanlı sultanlarının komşu ya da rakip beyliklerden hâ­ lâ kız aldıkları 15. yüzyıl ortalarına kadar yapıldığı biliniyor. Fatih Sul­ tan Mehmed’in Dulkadiroğullarından Sitti Hatun’la evlenmesi dolayı­ sıyla yapılan düğün töreni (1449) üç aydan fazla sürmüştü.14 Ama 16. yüzyıla gelindiğinde Osmanlıların çevresinde artık kendilerine denk sa­ yılabilecek, kız alıp verebilecekleri hanedan kalmamıştı. Bu tarihten sonra padişahlar çoğunlukla cariyelerle ilişki kurar oldular. Evlendikle­ rinde de daha çok ya azat edilmiş cariyeleri ya da önde gelen ricalin kız­ larını seçiyorlar ve artık halkın da katıldığı düğünler yapmıyorlardı. Şeh­ 11 Thévenot (yeni basım 1980), s. 237 vd ile Dr. Covel’in 1675’teki sünnet töreni kutlamalarıyla ilgili yazısından yararlanılmıştır. Krş. Nutku (1972) 16. yüzyıl için krş. Reyhanlı (1983), s. 55-58. 12 Krş. Gökyay (1986). 13 And (1959) ve (1982). 14 Babinger (1962).


zadelerin ise tahta çıkmadan önce böyle bir düğün yapmaları asla söz konusu değildi. Oysa sünnet düğünleri herkesin katılacağı gibi düzenlenirdi. Bu dü­ ğünler çoğu zaman birden çok şehzade için yapıldığından, sünnet edi­ lenlerin yaşları da farklı olurdu. 1675’te IV. Mehmed iki oğlunu gör­ kemli bir törenle sünnet ettirmişti; o tarihte bu şehzadelerden Mustafa (II. Mustafa, hd 1695-1703) on iki, Ahmed (III. Ahmed, hd 17031730) iki yaşındaydı.15 Padişah, düğünün ilk günlerinde çocuklarını kentin dışında bir yerde hazırlanan şenlik süslerini görmeye götürürdü. Sünnet olan her şehzade (ve evlenen her hanım sultan) için düğün ala­ yında yer almak üzere “ nahıl” denen süsler hazırlanırdı (bkz. Resim 2). Ağaç ya da büyük bir koni biçiminde olan bu nahılların üstü gayet zen­ gin yapma çiçek ve meyvelerle süslenir, çoğu zaman altın ya da gümüş yaldızla kaplanırdı. Nahıllar büyük olasılıkla döl bereketini simgeliyor­ du. Genellikle her çocuk için bir büyük, çok sayıda da küçük nahıl ya­ pılırdı. Ayrıca yine düğün alayında geçmek üzere büyük arabaların üs­ tünde, şekerden yapılmış ağaçlar, köşkler vb şeylerle şeker bahçesi de­ nen süsler hazırlanırdı. Ama boya için kullanılan maddelerin çoğu ze­ hirli olduğundan, bu nesnelerin çok azının yenilebildiği sanılmaktadır. Ayrıca 19. yüzyılın ortalarına kadar şekerin pahalı ve zor bulunan bir madde olduğu düşünülürse, bu tür süslerde sadece görünümün söz ko­ nusu olduğu da anlaşılır.16 Elimizde 1720’de düzenlenen bir şenliğin hazırlıkları sırasında yapılmış bazı harcamaları gösteren kayıtların bu­ lunması, işin perde arkasına da bir göz atabilmemize olanak veriyor. Bunlardan, nahılların ve şekerden süslerin yapılması, şenlik şölenindeki yiyecek ve içeceklerin sağlanması, şenliği düzenleyenlere ve meşale tu­ tanlara gerekli malzemelerin alınması, yeni bakır kap kacak edinilmesi, içoğlanların giydirilmesi, verilecek armağanlar ve düzenleme giderleri için 20.100 kuruş sarfedildiği anlaşılmaktadır. Ama şenlik için yapılan harcamaların hepsi bu olmasa gerektir.17 Satın alman malların listesin­ de daha neler neler vardır: Nahıl yapmakta kullanılmak üzere kâğıt, ısınmak ve demirci ocağında yakmak için odun kömürü, keten kumaş, söğüt dalından sopa, çiçek saksısı, tahta kova... Hatta listede, işlerin ha­

15 Nutku (1972), s. 42. 16 age, s. 72-73; And (1982), s. 297-226. 1 7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliyeden Müdevver (MM) 4729.


yırlı gitmesi için satın alınan bir kurbanlık koyun da yer almaktadır.18 Yapıştırma işi çok olacak ki, günümüz ölçülerine göre 18 kg tutkal alın­ mış görünmektedir; ayrıca nahılların süsleneceği yapma çiçek ve yemiş­ leri, şekerden süsleri parlak renklere boyamak için çivit, hatta pahalı bir madde olmasına karşın 15 kg da safran satın alınmıştır.19 Elimizde, 1720 yılındaki şenliğin sürdüğü on beş gün boyunca her gün devlet ri­ caline verilen şölenler için satın alman erzakı gösteren listeler de var.20 Kuzu eti ve düğün çorbasında çok fazla baharat kullanılmış olmalıdır, çünkü listede 118 kg karabiber yer almaktadır. Ama bu miktarın bir ya­ zım hatası olması daha büyük bir olasılıktır. Tarçın ve kakule miktarı da hatırı sayılır kadarsa da, karabiberden daha azdır. Buna karşılık 52 kg’­ dan fazla safran kullanılmış olması aşırı bir lüksü göstermektedir. Kuzey Anadolu gibi İstanbul’a yakın bir yörede yetişmesine karşın safran, Gü­ neydoğu Asya’dan gelen baharat, örneğin kakule ya da tarçın kadar pa­ halıdır. Safranın bu kadar çok kullanılmasının nedeni herhalde, renk vermesi için zerdeye katılmasıdır. Görece az kullanılan sakız da pahalı bir maddedir, okkası yani 1,28 kilosu 1.000 akçedir. Tatlı olarak ko­ nuklara baklava sunulmuştur. Bundan başka herhalde (bugün de Bursa kentinin bir özelliği olan) kestane şekeri de vardı. Çünkü listede 64 kg kestanenin yanında 4.153 kg da şeker yazılıdır. Ama bu şeker tabii, ba­ dem (519 kg), kuru üzüm, hurma, elma, fındık, ceviz, kayısı gibi liste­ de sayılan başka meyvelerden şekerleme yapmak ve yine listedeki 2817 adet limondan limonata hazırlamak için de kullanılmış olabilir. Bakla­ vaların şerbetine de 12.088 kg bal katılmıştır. Ama kullanılan şekerin ve belki de balın bu kadar çok olmasının ne­ deni, şekerden üç boyutlu tasvirlerin hazırlanmasıydı. Bunlar çeşitli boylarda yapılırsa da21 çoğunlukla bir tepsiye konup baş üstünde taşı­ nabilecek bir büyüklükte olurdu. En sevilenler kuş ve balık tasvirleriydi (bkz. Resim 3); ama aslan ya da pars gibi vahşi hayvanlara, su perisi gi­ bi mitolojik figürlere de rastlanırdı.22 Şeker bahçeleri gibi bu tasvirler de rengârenk boyanırdı. Ama şenlik alayının sona ermesinden sonra şe­ 18 19 20 21

Nahılların yapımı için krş. And (1982), s. 213. MM 4729, s. 5 vd. MM 4729, s. 14 vd. And (1982), s. 92 1582’deki sünnet töreni kutlamaları için hazırlanmış şekerden figürlerin yapımını belgeleyen hesapları veriyor. 22 And (1982), s. 94.


kerden yapılmış kuşların, balıkların, deniz kızlarının halka ve askerlere dağıtıldığı bilindiğine göre, burada kullanılan boyaların zehirli olmadı­ ğı kabul edilebilir. Şekerden tasvirlerin yapılmasında belirli bir egzotik beğeninin rol oynadığı görülmektedir, çünkü bu tür bir beğeni, yeni­ çağ başlarının Avrupa soyluları için olduğu kadar Osmanlı ricali için de yabancı değildir. Sükker nakkaşı denen şekerci ustalarının arasında, de­ deleri İspanya ve Venedik’ten geldiği için Avrupa Rönesansı’na özgü bazı süsleme motiflerini iyi bilen birçok Yahudi’nin olduğu da bilin­ mektedir.23 Şenlik mutfağında kullanılmış olan gıda maddeleri arasında büyük miktarda tereyağı (13.404 kg [10.472 okka]) göze çarpmakta­ dır. Tereyağıyla karşılaştırıldığında un çok daha az yer tutumaktadır. Unun önemli miktarı çeşit çeşit baklavalar ve sütlaç gibi tatlılar için har­ canmış olmalıdır; çünkü 236 kileden (1.745 kg.) fazla pirinç tüketildi­ ği kayıtlıdır.24 Pirincin en iyi cinsi zerdede kullanılmıştır. Padişahın ha­ yırseverliğini göstermek üzere şehzadelerle birlikte sünnet ettirilen ço­ cuklara zerde verilmesi âdetti. Bunların dışında masraf listeleri, Türk mutfağında yoğurt ve sebzenin de önemli bir yeri olduğunu göster­ mektedir. Kaymağın yanı sıra 209 kâse ve 300 kg’ın üzerinde de açık yoğurt tüketildiğini görmekteyiz. Açık yoğurtla herhalde günümüzde de yapılan torba yoğurdu kastedilmiştir. Listede sebze olarak 39.437 adet patlıcanla yaklaşık 1.000 kg kabak, yine çok miktarda bamya, ayrı­ ca 302 demet maydanoz ve daha başka baharlı otlar yer almaktadır. Ne yazık ki sebze yemeklerinin etli, yani sıcak mı, yoksa soğuk, yani zeytin­ yağlı mı pişirildiği belli değil. Ama zeytinyağının miktarının çok az ol­ masına bakarak etli sebze yemeklerinin daha çok yer tuttuğunu düşü­ nebiliriz. Ekmek tüketimi de kuşkusuz çok yüksekti, ama bugüne kadar elimize bu konuda sayısal bir veri geçmemiştir.25

Esnaf Alayları Sünnet düğünü şenliklerinde olduğu gibi, ordu sefere çıkarken de esnaf loncaları alaylar düzenlerlerdi. Başkentteki çeşitli loncaların (en

23 age, s. 92. 2 4 Keyl, çeşitli yerlere göre değişiklik gösteren bir hacim ölçüsüdür. Burada bir keyl/kile 12,8 kg olarak alınmış olmalı. Karş. Hinz (1955), s. 41. 25 Saray mutfağının düzenli harcamaları için krş. Barkan (1979) saray şenliklerinin dışındaki yeme-içme tartışması için bkz. Bölüm 11.


azından bir kez bunlara Edirne’deki loncaların da katıldığı biliniyor) üyeleri alay köşkünde yer alan padişahın önünden geçerler, ona değer­ li armağanlar sunarlardı. Bu tür alayların anlatıldığı kitaplara Sûrname denirdi (bkz. Resim 4). 1582’de Sultan III. Murad’ın, büyük oğlu Şeh­ zade Mehmed’i (sonradan III. Mehmed) o güne kadar görülmedik bir düğünle sünnet ettirmesi böyle bir sûrnamede anlatılmıştır.26 Bu kitap­ ta yer alan minyatürlerde düğün şenliği dolayısıyla esnafın düzenlediği geçit alayı bütün ayrıntılarıyla izlenebilmektedir. Oysa olayın yazıyla anlatıldığı bölümler, geçite katılan esnaf loncalarının manzum olarak yazılmış listelerini vermekten ileriye geçmez. Evliya Çelebi, seyahatna­ mesinin İstanbul’a ayırdığı bölümünde bir esnaf alayını anlatırken 1637’de yazılmış böyle bir metinden yararlanmış olmalıdır.27 Evliya Çelebi’nin çağdaşı Eremya Çelebi gibi başka yazarlar da esnaf alayları­ nı anlatmışlarsa da, fazla ayrıntıya girmemişlerdir. 1720 yılından ise eli­ mizde III. Ahmed’in dört oğlunun sünnetinin anlatıldığı Vehbi’nin Sûrname'si bulunmaktadır.28 Ayrıca 18. yüzyılın büyük Osmanlı sanat­ çısı Levni’nin yaptığı minyatürleri de bu kitapta görebilirsiniz. Osman­ lIların şenliklerinde bulunan birçok Avrupalı’nın esnaf alaylarına öyle pek fazla ilgi göstermemiş olmaları da şaşırtıcıdır. Evliya Çelebi, 57 grupta toplanmış 1.109 lonca sayar. Grupların her birinde, üyeleri çoğunlukla birbirine yakın meslekleri icra eden loncalar yer almaktadır. Ama bu gruplamayı herhalde sırf loncaları sayarken ko­ laylık olsun diye Evliya Çelebi yapmış değildir; Eremya Çelebi’ye bakıl­ dığında da benzer grupların bulunduğu görülmektedir. Evliya Çele­ bi’nin anlattığına göre lonca gruplarının çoğunun başında sarayda gö­ revli biri bulunurdu ve bu kişi aynı zamanda o lonca esnafının ürettiği mallarla sarayın ya da ordunun gereksinimini karşılamakla da sorumluy­ du. Örneğin saraya et sağlamakla görevli olan kasapbaşı aynı zamanda kasaplar loncasının, peynirciler ve yoğurtçular loncasının, mumcular ve kandilciler loncasının da başıydı. Saraydaki pazarbaşı, ayrıca gemici, ge­ mi marangozu, kaptan, Akdeniz ve Karadeniz’de ticaret yapan tüccar­ 26 Bu yapıt bir bütün olarak basılmadı. Ama bazı bölümleri yayımlanmıştır. Kitabın yeniden yayımlanmış sayfalarının listesi için krş. And (1982), s. V. 2 7 Mantran (1962) s. 349-357. 28 And’da (1959) ve (1982) metinler kısaca anlatılır. Bkz. Atıl’ın yayımlanmamış dok­ tora tezi (1969) ve aynı konudaki yazılan (1993).


lar gibi deniz taşımacılığında çalışanların bağlı olduğu loncaların başıy­ dı.29 Bu uygulamada, Osmanlı merkezi yönetiminin, İstanbul’daki as­ kerlerle bağları olması nedeniyle potansiyel tehlike gözüyle baktığı, ekonomik açıdan pek kâr etmeyen esnafı, devlet yapısına katma çabası izlenmektedir. Ne yazık ki bu çabanın, söz konusu esnaf tarafından na­ sıl karşılandığına ilişkin hiçbir belgeye sahip değiliz. Loncaların birçoğu geçit alayına, araba üstünde ya da sırtta taşman bir “ canlı sahne” hazırlayarak katılırdı. Osmanlı minyatürlerinde her­ hangi bir dükkânın içinin tasvir edildiği ender görülür, ama bu tür can­ lı sahneler pek çoktur. Bu minyatürlerden, görsel yanı ağır basan sah­ neler canlandırmak için nasıl çaba harcandığı anlaşılmaktadır. Günü­ müz tiyatro tarihçileri bu görüntüleri Türk sahne sanatının başlangıç aşamaları olarak değerlendiriyorlar. Araba üstünde geçirilen canlı sah­ neler hazırlanırken çoğunlukla, o esnafın kullandığı en belli başlı araç ya da âletlerden biri ortaya yerleştirilirdi (bkz. Resim 5). Örneğin 1582’deki geçit alayına katılan böyle bir sahnede, bir cam fırını ile çev­ resinde şişe üfleyen camcılar canlandırılmıştı.30 Aşçı dükkânı işletenler ortaya mutfak ocağını yerleştirmişler, çevresine pişirdikleri yemekleri dizmişlerdi. Hatta 1720’deki geçit alayında üç boyutlu bir hamam ma­ keti hazırlanmış, tellaklar bunun üstünde mesleklerini nasıl yaptıkları­ nı göstermişlerdi.31 Meslek sahipleri yaptıkları işleri canlandırırken, bir yandan ürettikleri malları da sergilerlerdi. Dokumacılar ya değerli ku­ maş toplarını, ya da tepesine tuğ gibi kumaş örnekleri takılmış sopala­ rı taşıyarak geçerlerdi. Zanaatkârlar şenlikler için hazırladıkları sahne­ lerde meslekteki ustalıklarını gözler önüne sermeye gayret ederler, ya özellikle başarılı bir eserlerini sergilerler, ya da hareketli bir platformun üstüne yerleştirdikleri tezgâhlarında ustası oldukları malı nasıl ürettik­ lerini gösterirlerdi.32 Loncalara bağlı zanaatkârların mesleki becerileri­ ni böyle öne çıkarmaktan amaçları, usta olmayan sıradan esnaftan ken­ dilerini ayırmaktı. Aynı gayret sadece alaylarda değil, pek çok loncalı zanaatkârın herhangi bir nedenle devlet kapısına verdiği dilekçelerde de göze çarpmaktadır. Beri yandan örgütlenmemiş zanaatkârlar karşı­

29 Mantran (1962), s. 356 30 Krş. And (1982), Resim No. 132 31 And (1982), Resim No: 26 32 age, s. 227 vd.


sında loncaya mensup ustaların daha güçlü olması Osmanlı yönetimi­ nin de işine gelirdi. Çünkü örgütlü olmayan ustaların denetlenebilme­ si çok daha zordu. Şenliğe katılan bazı arabalardaki sahnelere bakıldı­ ğında dükkân ve atölyelerdeki hiyerarşik yapı çok iyi görülmekte, usta­ lar çok daha zengin giysileriyle kalfa ve çıraklardan hemen ayrılmakta­ dır. Bu hiyerarşinin korunmasına gelince, görevli memurlarla loncalı ustalar arasında bu konuda herhalde bir çıkar birliği oluşmuş olmalıdır; alaylarda canlandırılan sahnelerde de bu uzlaşmanın ifade bulduğu iz­ lenmektedir. Bazı alaylara esnaf ve zanaatkârlardan başka devletin çeşitli katların­ dan ulema da katılırdı. Bu durumda alay, yüksek devlet görevlileri tara­ fından yönlendirilen Osmanlı toplumunun bütününün canlandırıldığı bir gösteri haline dönüşmüş olurdu. Ayrıca daha çok yüksek rütbeli gö­ revlilerin katıldığı, halkın da sadece seyrettiği alaylar da yapılırdı.33 İs­ tanbul’daki Avusturya Elçiliği görevlilerinden biri 1720’de yapılan böy­ le bir alayı anlatmıştır. Humbaracıbaşı ve yeniçeri ağasından başka sa­ raydan çeşitli ağaların yer aldığı bu alaya ulema ve şeyhler de katılmış­ tır. Bu seçkin insanların yanında, onlara uymayan bir tek berberler var­ dır ki, onlar da şehzadeyle birlikte düğünleri yapılan öbür çocukları sünnet edeceklerdir. Devlet aygıtının kendi varlığını tebaaya kabul et­ tirmede bu tür alayları nasıl kullandığı, küçük bir ayrıntıya bakıldığında açıkça görülür: Alayda marangozlar nahıllarla yan yanadırlar, çünkü ala­ yın yolu üzerindeki evlerin nahılların geçmesini engelleyen cumbalarını hemen yıkarak yol açmakla görevlendirilmişlerdir. Tabii cumbaları yıkı­ lan ev sahiplerinin ziyanları hemen tazmin edilmişti.34 Osmanlı Devle­ ti’nin ezici ve bir ölçüde de korku verici gücünü ortaya koyduğu bu tür gösterilerin yanı sıra alaylara çok geçmeden bir tür karnaval öğesi de ek­ lendi. Avusturya Elçiliği’nin kayıtlarında anlatıldığına göre 1720’deki alayda yeniçerilerle çavuşların arasında vücutlarını yağa bulamış maska­ ra kılıklı adamlar da bulunuyormuş. Bunlar ellerindeki, gerçeğe benze­ tilmiş yalancı sopalarla geçit alayının çok yakınına sokulan halkı patak­ lıyorlarmış. Görevleri düzeni sağlamak gibi görünüyorsa da, daha baş­ ka tanıkların anlattıklarından bunların aynı zamanda bir çeşit soytarı ol­ dukları da anlaşılmaktadır. En azından her iki rolün birleştirilmesiyle, 33 Viyana Meclis, Saray ve Devlet Arşivi, Turcica I, fs. 89 vd. 3 4 And (1982), s. 214 vd.


halkın hemen her gün karşılaştığı kolluk gücü gibi devlet aygıtının alt düzey görevlileriyle hafiften alay edilmektedir. Güldürü öğesine esnaf alaylarında daha da fazla yer verilirdi. 1720’deki sünnet düğününü canlandıran minyatürlerde zanaatkarların normalden çok daha büyük kuklalar taşıyarak geçtiği görülmektedir. Kukla olarak sakallı, uzun kaftanlı, bazısı püsküllü başlıklı adamlar can­ landırılmıştır.35 İçlerinden biri sırtında inanılmaz büyüklükteki bir bal­ kabağına benzeyen bi r nesne taşımaktadır. Bir başka minyatürde iki başlı bir figür görünmektedir (bkz. Resim 5). Soldaki baş sakalsız bir delikanlıya, sağdaki siyah sakallı bir adama aittir. Delikanlının kafasın­ daki takkenin altından küçük bir perçem taşmaktadır. Daha yaşlı olan adamın başında ise, resimdeki bütün öbür insanlarınkinden farklı, tepe­ si püsküllü, önü siperlikli bir başlık vardır. Delikanlı elinde, büyük ola­ sılıkla bir erkek çocuğunu tasvir eden, kırmızı giysili bir kukla tutmak­ tadır. Bu ikili figüre eşlik eden tüfekli muhafızlardan en az birinin yü­ zü siyaha boyalıdır; belki resimde görülmeyen daha başkalarının da yüzleri boyalıdır. Burada insan yaşamının aşamalarının canlandırıldığı düşünülebilirse de, akla neden yaşlılık aşamasına yer verilmediği gel­ mektedir.36 Yeniçağ başlarında Avrupa’da yaşamın aşamaları enine bo­ yuna incelenmiştir, ama bu konunun Osmanlılarda ele alınıp alınmadı­ ğını henüz bilmiyoruz.

Şenlikler İçin Hazırlanan Mekânlar, Fantastik Maketler ve Havai Fişek Gösterileri Rönesans dönemi Avrupa şenliklerinde yapıldığı gibi, Osmanlıların kutlamalarında da tahtadan çadır bezine, değerli kumaşlardan kandil­ lere kadar türlü malzemeler kullanılarak, her gün içinde yaşanan gün­ lük mekânlardan şenliğe özgü “ fantastik” mekânlar yaratılırdı. Bunlar­ dan en çok şenlik çadırları beğenilirdi.37 Çadırların pratik bir faydası vardı: İçlerinde, saraydaki âdâp kurallarının ve mekânın kısıtlaması ol­ madan büyük topluluklar ağırlanabiliyor, şölenler düzenlenebiliyordu. Ayrıca akla, zaferle sonuçlanmış seferleri ve fetihler yapmış büyük sul­

35 Nutku (1972), Resim N o. 39. 36 And (1982), Resim No. 46. 37 Nutku (1972), s. 46 vd.


tanları getirdiği için, çadırın Osmanlı kültüründe simgesel bir yeri de vardı. Osmanlı devlet ricali içinse çadır, kendi konumlarının bir göster­ gesiydi. Örneğin bir vezir gözden düşerse, çadırının ipleri kesilirdi. Ç a­ dırların çoğunlukla görkemli bir biçimde süslenmesinin nedeni de ta­ şıdıkları bu simgesel roldü. Ne yazık ki büyük sünnet törenleri için ku­ rulmuş çadırlardan hiçbiri günümüze kalmamıştır; bu nedenle bu ko­ nuda ancak yazılı kaynaklardan ve bazı minyatürlerden bilgi edinebil­ mekteyiz. Çadırlardan başka, önemli konukların gösterileri rahatça iz­ leyebilmeleri için köşkler de inşa edilirdi. IV. Mehmed’in 1675’te Edirne’de yaptırdığı sünnet ve düğün şenlikleri sırasında, haremdeki kadınların, kendileri görülmeden gösterileri izleyebilmeleri için hemen sarayın yanına böyle bir köşk yapılmıştı.38 Bazı minyatürlerden anladı­ ğımıza göre, padişahların seferden geri döndüklerinde yapılan geçit tö­ renlerinde başkentin sokakları rengârenk değerli kumaşlar asılarak süs­ lenirdi.39 Bu işi kimin düzenlediğini, kumaşları mahalle halkının mı as­ tığını, yoksa hepsinin saraydan mı gönderildiğini yazık ki bilmiyoruz. Kumaşların bazısını dokumacılar esnafının verdiği de düşünülebilir. Zaten büyük şölenlerde saraydaki kap kacak yetmeyince, ilgili esnaftan ödünç alınması âdetti. Birçok alayda bina maketlerine de yer verilirdi. 1720’deki esnaf ala­ yında geçirilen hamam maketinden başka 1582’deki şenlikte de Süley­ maniye Camii’nin bir maketinin bulunduğu bilinmektedir (krş. 7. B ö­ lüm).40 O tarihte Süleymaniye biteli yirmi beş yıl olduğuna göre, bura­ da sözü geçenin, Kanuni’ye fikir vermesi ve inşaat sırasında binanın çe­ şitli bölümlerinin tamamlanmasından sorumlu kalfalarla ustalara yol göstermesi için yapılan maket olmadığı açıktır. İstanbul’daki büyük ca­ miler arasında sonradan maketi yapılmak için Süleymaniye’nin seçilme­ sinin nedeni, Kanuni’nin, ölümünden (1566) kısa bir süre sonra Os­ manlI’nın “Altın Ç ağ”ının temsilcisi sayılmaya başlaması olmalıdır. Şenlik alayları için cami ve hamamdan başka kale maketleri de hazır­ lanırdı. 1720’deki alayın tasvir edildiği bir minyatürde, bir filin çektiği dört tekerlekli, bölmesiz bir arabanın üstüne yerleştirilmiş böyle bir ma­ ket görülmektedir. Üç katlı kale maketinin alt katında tepesi dendanlı 38 age, s. 52. 39 Reyhanlı (1983), Resim No: 100. 4 0 Necipoğlu-Kafadar (1986a).


duvarların arkasında toplar ve askerler yer almakta, üstte geride görkem­ li bir burç yükselmektedir.41 Kalenin alt kat duvarının üstüne yapılmış bir resimde, ellerinde kuş yuvasına benzeyen birer âlet taşıyan iki süvari görülmektedir. Burcun üst kat duvarındaki başka bir resimde, silahsız iki süvarinin üstüne tüfeklerini doğrultmuş piyadeler vardır. Ön planda, ya­ rısı dendanın arkasında kalmış, başında çok süslü bir başlık, elinde eğri bir pala bulunan bir figür durmaktadır. Yerde arabanın çevresindeki tü­ fekli askerler barut dumanları arasında dört bir yandan kaleye saldırmak­ ta, burcun tepesindekiler de güya kaleyi savunmaktadır. Burada, hangi­ si olduğunu tam saptayamasak da, tarihi bir olayın canlandırıldığı açık­ tır; belki de söz konusu, kısa bir süre önce geçen bir olay, M ora’daki bir kalenin Venediklilerden geri alınmasıdır. Bu kale maketinde dikkati çe­ ken şey duvarların üstündeki, gerçeğin dörtte biri büyüklüğündeki insan resimleridir (benzer bir minyatür için bkz. Resim 7). Görünüşe göre, Osmanlıların başka zaman uymaya özen gösterdikleri insan ve hayvan tasviri yasağı, şenlik sırasında bir kenara bırakılmıştır.42 16. ve 17. yüzyıllarda sünnet düğünleri dolayısıyla ya da yeni yapı­ lan fetihleri kutlamak için düzenlenen savaş oyunlarında da kale maket­ lerine çok rastlanmaktadır. Bu amaçla, tahta ve çadır bezinden bir hisar yapılıp içine maket toplar ve Macar ya da Avusturya askeri gibi giydiril­ miş adamlar yerleştirilmektedir.43 Yakın bir zamanda Macaristan’da ya da herhangi bir yerde ele geçirilen bir kalenin adını taşıyan makete O s­ manlı askerleri saldırmakta ve temsili bir çarpışmayla ele geçirmektedir. Bu savaş oyunları gösteriyi izlemeye davet edilen Avrupalı konuklara hiç de yabancı olmamalıdır; çünkü başka ülkelerde, özellikle de Ispan­ ya’da, o dönemde bayram eğlencelerinde bunlara benzer savaş sahnele­ ri canlandırılması âdettendir. Böyle bir çarpışma sahnesinin sonunda, kale maketi ateşe verilmekte, bu da ilgiyle izlenmektedir.44 Gelelim kandillerle yapılan daha başka bir gösteriye, yani donanma denen ışık gösterilerine.45 Donanmalar da ya yeni bir şehzadenin dün­ 41 And (1982), Resim No: 60; ayrıntılı açıklamalarıyla da krş. s. 68. 4 2 Bu sorun için krş. Kreiser (1978), s. 200. Burada benzer, ama betimlenen miny­ atürle aynı olmayan bir minyatür kullanılmıştır. 43 And (1982), s. 123 vd. 4 4 age, s. 130-131. 4 5 age, s. 104 vd.


yaya gelmesi ya da yeni bir kalenin, yeni bir kentin fethedilmesi gibi olayları kutlamak amacıyla düzenlenirdi. Böyle zamanlarda evlere kan­ diller takılır, camilerde minarelerin arasına mahyalar kurulurdu. Parası olanlar renkli camlardan kandiller asardı.46 Şenliklerde geceleri havai fişek gösterileri de yapılırdı (bkz. Resim 8). Osmanlı İmparatorluğu’nda en iyi fişek ustaları Mısırlılardı. Bazı dindar kişileri kızdırsa da, hacca gidenlerin salimen geri dönmeleri bu ustaların fişek gösterileriyle kutlanırdı.47 17. ve 18. yüzyıllarda İstan­ bul’da bulunan Avrupalıların gözünde ise bu sanatın ustası Türklerdi. Yahudi fişek ustaları da vardı. 1720’deki sünnet düğünü kutlamaların­ da bir Yahudi ustanın, teknik bir aksaklığa sinirlenen bir kızlar ağası ta­ rafından başı vurdurularak cezalandırıldığı bilinmektedir.48 Ayrıca ba­ zen Avrupa’dan da fişek ustaları getirtilirdi; bu tutumun nedeni yenilik ve değişiklik isteği olsa gerektir.

Osmanlılarda ve Avrupa Ülkerinde Şenlikler Toplumdaki hiyerarşik yapıyı açıkça ortaya koyan şenlik alaylarına Osmanlılarda olduğu gibi Avrupa’da da hem ortaçağ sonlarında, hem de Rönesans’ta çok sık rastlanır. Şenlikler 18. yüzyılda da sürmüştür. Her iki kültürde de, toplumun hiyerarşik yapısını yumuşatmak ve ka­ bul edilebilir bir düzeyde tutmak için, bu hiyerarşiyi bir ölçüde hicvet­ me yoluna gidilmiştir.49 Ama Avrupa’daki şenlik alaylarında öne çıkan ve 17. yüzyıldan itibaren kiliseyle devletin “ müstehcen” bölümleri ayıklamasına ve sonunda halk şenliklerinin ortadan kalkmasına yol açan aşırı kaba espri öğelerine Osmanlılarda çok daha az itibar edilmiş olsa gerektir. Osmanlı şenliklerini izlemiş Avrupalı aristokratların ya da yüksek burjuvaların hepsi, halkın davranışlarındaki düzen ve disiplini

4 6 age, s. 104-105. 4 7 Faroqhi (1990), s. 5 3 ,7 3 . 4 8 And (1982), s. 115. Avrupa’daki havai fişek gösterileri için ayrıca krş. Kohler ve Villon-Lechner (1988). 4 9 Hafı z Hüseyin Ayvansarayî (1 8 6 4 /6 5 ), s. 140’da şenlik düzenleyicilerinin havayla doldurulmuş “ gürz” benzeri lobutlarının Hüsameddin adlı bir kişi tarafından keşfedilmiş olabileceğini öne sürüyor. Bu buluşu sayesinde kendisine ilmiye sın ıfı nda bir yer edindiğini de belirtiyor. Ama verdiği bilgiler kendi içinde tutarlı değildir.


övmüşlerdi.50 Bazı Avrupalılar, kendi kültür çevrelerinde sonradan eri­ şilen bir nitelik olan disiplinli davranışı, Osmanlılarda zaten mevcut bir tutum olarak görüyorlardı. Yine de şenlik görevlileriyle alay edilmesi­ nin ya da (bazı kukla oyunlarının metinleri göz önüne alındığında) ik­ tidarı elinde tutanların zayıf ve gülünç yanlarını ortaya çıkarmanın O s­ manlı toplumunda da tabu sayılmadığı anlaşılmaktadır.51 Osmanlı şenliklerinde sık sık karşılaşılan cambaz gösterileri, aynı havai fişek gösterileri gibi, Rönesans Avrupa’sındaki eğlencelerde de yer alırdı. Her iki kültürde de alayların geçeceği yollar değerli kumaş­ lar asılarak süslenirdi. Bunu Osmanlılarda minyatürlerde, Avrupa kül­ tür çevresinde ise Rönesans dönemi tablolarında görmekteyiz. Gerek düş ürünü bina maketleri, gerekse gerçek yaşamdan alınmış sahneler, Osmanlılarda olduğu kadar Rönesans Avrupa’sında da halk şenlikleri­ nin ayrılmaz parçalan arasındaydı.52 Bu ortak noktalar, Osmanlı şen­ liklerinin Avrupalıların neden bu kadar çok ilgisini çektiğini açıklamak­ tadır. Çünkü bu şenlikler birçok bakımdan yabancı konukların beklen­ tilerine uygundu. Olayın temel yapısı bilindiği zaman, bir gösteride or­ taya konan ustalığın övülmesi ya da bir başkasının yetersiz bulunarak yerilmesi olasıydı. Aynı biçimde, III. Ahmed’in Fransa’daki bahçelere, saraylara ve saray eğlencelerine ilgi göstermesini de, her iki ülkede de ortak bir şenlik kültürünün var olması temelinde değerlendirmek ge­ rektir.

Hükümdar-Tebaa İlişkisi ve Şenlikler Eldeki Osmanlı ve Avrupa kaynakların hepsi hemen sadece saray ta­ rafından düzenlenen şenliklerden söz etmektedirler. Kahire ya da Şam gibi kentlerdeki şenliklerde de yüksek devlet görevlileri, sadece padişa­ hın bir hizmetkârı olarak orada bulunduklarını özellikle belirtmişlerdir. Gerek Osmanlı, gerekse Avrupalı yazarların mektuplarında, günlükle­ rinde, seyahatname ve surnamelerinde padişah adına yapılan şenliklere çok büyük bir ilgiyle yaklaştıkları halde, halk şenliklerine pek az yer ver­ 50 And (1982), s. 38’de 1675 sünnet töreni kutlamalarında bizzat bulunmuş olan İngiliz Dr. Covel’ın yazdıklarına dayanıyor. 51 And (1982), s. 198; ama burada ikincil bir yazıya gönderir. 52 Rönesans döneminden Fransızca ve İngilizce örnekler için krş. Yates (yeni basım 1985), s. 127 vd.


dikleri gözlenir. Bu iki olgu birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Ele aldığımız kaynakların her biri sultanın gücünün yüceltildiği bir söylemin parçala­ rıdır; Avrupalı yazarlar da sultanın gücü üstünde durmuşlardır. Dolayı­ sıyla bu yazılarda Osmanlı toplumu, kısmen de olsa, yansımıştır. H ü­ kümdar ve önde gelen devlet görevlileri bir esnaf alayı düzenlenmesini kararlaştırdığında, bu alayın ana çizgilerini belirleyen, onu düzenleyen esnaftan çok politik güç sahipleri olmuştur. Üstelik bu alayı yazıya dö­ kenler de olayı çoğu zaman aynı bakış açısıyla ele alarak padişahın gü­ cünü, başka bir deyişle mutlakıyet yönetimini meşrulaştırmaya yönel­ mişlerdir.53 Çıktıkları seferlerden zaferle geri döndüklerinde düzenlenen şenlik­ ler sayılmazsa, padişahlar hemen bütün gösterileri, dışardan izlerlerdi. Bu da Osmanlı padişahlarının, örneğin gençliğinde mitolojik konulu bir bale gösterisinde rol aldığı bilinen XIV. Louis gibi mutlakıyetçi Av­ rupa hükümdarlarından ayrıldıkları bir noktaydı.54 Ama padişahın şen­ liklerde sadece izleyici olarak yer alması, onun geri planda kalması an­ lamına da gelmezdi. 1582 ve 1720 yıllarındaki büyük şenlikleri göste­ ren minyatürlerin çoğunda, hükümdarın maiyetiyle birlikte gösterileri izlediği çadır ya da balkonun hep kompozisyonun merkezine yerleşti­ rildiği görülmektedir (bkz. Resim 4 ve 6 ).55 Padişahın düzenlettiği şenliklerde karşılıklı verilen armağanlar da önemli bir yer tutardı. Biz genelde, yüksek devlet görevlilerinin ve ya­ bancı elçilerin armağanlarını biliyoruz. Ama padişah ile tebaası da bir­ birlerine armağanlar verirlerdi. 1720’deki şenliğe ilişkin bilgi edindiği­ miz masraf listelerinde, çeşitli loncaların verdiği armağanlar da kayıtlı­ dır. Maddi değerleri hatırı sayılır bir düzeyde olan bu armağanların, ço­ ğunun hali vakti pek yerinde bulunmayan zanaatkarlara epeyce büyük bir yük getirdiği anlaşılıyor. Loncaların bu tür masrafları aralarında na­ sıl paylaştırdıkları konusunda yazık ki elimizde henüz herhangi bir bel­ ge yok. Yine de yakın bir zamanda İstanbul kadı sicilleri arasından bu tür belgelerin ortaya çıkacağı düşünülebilir. Öte yandan padişahın da, 53 Busbecq, von Steinen çevirisi (1926), s. 64-69’da mutlakıyetçi Kanuni yönetimini övüyor; görüşleri kendisinin gözlemlediği sarayın bahçesinde düzenlenen bir şenlikle bağlantılıdır. 54 Goubert (1966), s. 108. 55 Krş. And (1982) ve Atıl (1993)’teki minyatürler.


gösterilerden duyduğu hoşnutluğu belirtmek için çeşitli loncalara ih­ sanda bulunduğu bilinmektedir.56 Padişahın emriyle düzenlenen şenliklere başkent halkının ne tepki gösterdiğine gelince, bu konu bilinmezliğini geniş ölçüde sürdürüyor. Bu bağlamda bir tek olay biliyoruz, onda da açıkça olumsuz bir tavır söz konusu. 1730 yılında çıkan ve İstanbul esnafından da destek gören bir yeniçeri ayaklanması, yaptığı büyük bayındırlık işleriyle tanınan Sad­ razam Damat İbrahim Paşa’nın öldürülmesine, daha sonra da III. Ah­ med’in tahttan indirilmesine yol açmıştı. Bunun üzerine yüksek devlet ricali, eski padişahın Sa’dâbâd’da yaptırmış olduğu köşkleri yıktırdı. Fransa’daki benzerleri örnek alınarak yapılmış olan bu köşklerde saray eğlenceleri düzenlenmekteydi.57 Bu yapıların yok edilmesi, görünüşe göre, ayaklanan askerin kışlaya geri dönmesi için verilmiş ödünlerden biriydi. Belki de bu köşklere, gâvur icadı bir yenilik olarak iyi gözle ba­ kılmıyordu. Herhalde yapım masrafları da göze batmıştı. Hatta İstan­ bul esnafının gözünde Sa’dâbâd’ın, Fransa’da Devrim öncesinde inşa edilen Petit-Trianon ya da St-Cloud gibi, iyice olumsuz bir yeri oldu­ ğu da düşünülebilir.58 Ayrıca burada düzenlenen eğlencelerin türü de tepki çekmiş olabilir. Bunlar ne eskiden yapıldığı biçimiyle saray kutla­ maları, ne de 1720’deki sünnet düğünü türünden halkın da katıldığı şenliklerdi; sırf padişahın gözdelerinden ve hanım sultanlardan oluşan bir çevrede, aşırı içli dışlı eğlenceler yapılıyordu. İstanbullu esnaf ve as­ kerlerin gözünde bu yeni eğlence biçiminin, artık alıştıkları için meşru saydıkları türden saray eğlenceleri gibi kabul edilebilir bir şey olmadığı da akla geliyor.

Halkın Kutladığı Bayramlar Kuşkusuz Şeker ve Kurban bayramlarında ziyaretler yapılır, olanak­ lar ölçüsünde şeker ve tatlı ikram edilir, çocuklara yeni giysiler alınırdı. Peygamberin doğum günü de Mevlit Kandili olarak kutlanırdı. 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupalı müşterilere satmak üzere İstanbul yaşamından sahneler çizen ressamlar, perdeleri kapalı tahtırevanlar içinde damadın evine götürülen gelinlerin yer aldığı düğün alaylarım da tasvir etmişler­ 56 And (1982), s. 227 vd. 57 Sa’dâbâd için krş. Eldem (1977)’deki rekonstrüksiyon çabaları. 58 Castan (1989), s. 434-435.


dir. Ayrıca sünnetler de düğün yapılarak kutlanırdı.59 18. yüzyıldan sonra İstanbul’u ziyaret eden yabancılar Boğaz ya da Haliç kıyılarında hem kadınların hem de erkeklerin katıldığı piknikler yapıldığını, bunla­ rın sonunda çoğunlukla çevredeki bir yatırın da ziyaret edildiğini anlat­ mışlardır. Bu tür eğlencelerin daha eski dönemlerde yapıldığı da bilin­ mektedir; Evliya Çelebi büyük kentlerin bir çoğunun mesireleri oldu­ ğunu yazar.60 Ayrıca herhangi bir tarikatla yakınlığı bulunan aileler, dergâhta yapılan törenlere katılırlardı. Osmanlı kaynakları halk şenliklerinden çoğunlukla, resmi makamla­ rı huzursuz edecek herhangi bir taşkınlık olmuşsa söz etmektedir. Şen­ liklerin en önemli yanlarından biri de, gündelik yaşamda başka zaman yasak olan şeylere şenlik sırasında hoşgörüyle bakılması, hatta bazen tü­ müyle göz yumulmasıydı. Her ne kadar Osmanlılarda şenlikler o gün­ lerdeki Avrupa ölçülerine göre çok sakin geçmekteyse de, yine de bas­ kılar hafifliyordu. Örneğin padişahın düzenlettiği şenlikler sırasında İs­ tanbullu erkeklerin, aralarında Müslüman olan var mı diye bakılmadan Galata meyhanelerinde eğlenmelerine göz yumulduğunu pek çok yazar anlatmaktadır.61 Oysa Osmanlı padişahları ve devlet ricalinin kendi düzenlemedikle­ ri eğlencelere (aynı yeniçağ başlarında Avrupa mutlakıyetçi bürokrasisi gibi) kuşkuyla baktıkları anlaşılmaktadır. Örneğin 1 5 6 4/65 tarihli bir fermanla, Anadolu’daki bazı kentlerde esnafın Mekke’den dönen hacı­ ları karşılamak için alay düzenlemeleri yasaklanmıştı. Bir Yahudi ya da Hıristiyan ihtida edip Müslümanlığı seçtiğinde de alay düzenlenirdi.62 Bu tür vesilelerin dini bakımdan bir sorun oluşturmayacağı açıktır; yine de lonca halkının kalfa ve çıraklarıyla birlikte ellerinde bayraklar, do­ nanmalar ve müzikli oyunlar düzenleyerek İstanbul sokaklarına dökül­ melerinden kaygı duyulmuş olmalıdır. Oysa merkezi yönetimin baskısı­ nın daha gevşek olduğu Kuzey Afrika eyaletlerinde bu tür alaylar kent­ lerdeki yaşamın bir parçasıydı.63 59 İnalcık (1973), Resim No. 27. 60 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), c. 9, s. 54’te mesirelerden özellikle Alaşehir gibi küçük bir yeri belirterek söz ediyor. 61 And (1982), s. 38. 6 2 Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defterleri (M D ) 6, 562, No. 1222. 63 Bennassar ve Bennassar (1989), s. 314-317.


Sünni devlet görevlileri başka bayram kutlamalarına sapkınlık g ö ­ züyle bakar, kutlayanların bu görüşte olup olmamalarına aldırmadan yasaklarlardı. Örneğin Hıristiyanken çocuk yaşta devşirilen ve Müslü­ manlığı sonradan kabul eden yeniçerilerin, 16. yüzyılın sonlarında Ana­ dolu’daki Seyitgazi kasabasında kutladıkları böyle bir bayramları var­ dı.64 O gün bir de panayır düzenlenirdi. Bayram, kasabaya da adını ver­ miş olan dergâhla ilintiliydi. Herhalde bayram sırasında musiki eşliğin­ de sokaklardan geçiliyor, buna dergâhın dervişleri de katılıyordu. Oysa Osmanlı yönetiminin gözünde cami avlusuna musikinin girmesi kabul edilebilir bir şey değildi. Yine de bu bayram kutlamalarını yok etme gi­ rişimleri, en azından kısa vadede bir sonuç vermemişti. Osmanlı makamları 1572 yılında bir başka “ sapkın” bayram kutla­ masını ortaya çıkardıklarını sandılar. Trakya’daki bir kasabada düzenle­ nen yıllık panayırda bir kilise töreni de yer alıyordu.65 Padişahın ferma­ nında panayırın adı, törenden önce belirtilmişti. Tören alayına hem H ı­ ristiyanlar, hem de Müslümanlar katılıyor, alayın önünde ipekler ve gü­ müşlerle süslenmiş bir levha, büyük olasılıkla bir ikon taşınıyordu. Bu herhalde o yöre kilisesinin koruyucu azizi adına düzenlenen bir tören­ di. Müslümanların katılması ise, bunun bir bolluk ve bereket töreni ola­ bileceğini akla getiriyor. Osmanlı yetkililerinin gözünde Müslümanla­ rın bir Hıristiyan törenine katılması, en az böyle bir bayramın kutlan­ ması kadar uygunsuzdu. Hıristiyan halka ibadetlerini bundan böyle ki­ lisenin dışına taşırmamaları bildirildi. Ama asıl, yöneticilerin talimatla­ rına uymamaları halinde cezalandırılmaları için İstanbul’a başvurulaca­ ğı belirtilerek Müslüman halkın kulağı büküldü. 16. yüzyılın ikinci yarısında Aydın vilayetinde yaşayan, Afrika’dan getirilmiş (ve aralarında azat edilmiş olanların da bulunduğu) kölelerin de, bir bayramlarını kutlamak istediklerinde aynı olumsuz tavırla karşı­ laştıkları biliniyor.66 Ancak bu olayda yetkililer sapkınlık aramamış, sa­ dece bayramın kutlanma biçimini uygunsuz bulmuşlardı. Anlaşıldığına göre Afrikalılar köle sahiplerinden bahşiş toplamaya kalkışmışlar, köle sahipleri buna yanaşmamış; bunun üzerine Afrikalılar tehdit yolunu

6 4 Faroqhi (1981a). 6 5 M D 19, s. 260, No. 521. 66 Faroqhi (1991).


seçmişler, zenginler de kendilerine karşı zor kullanıldığını öne sürerek şikâyetçi olmuşlardı. Bazen de en sevilen bayram eğlencelerinden biri olan salıncakların halkın ahlakını koruma gerekçesiyle yasaklandığına tanık olmaktayız. Bu yasaklama, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkmakla birlikte daha son­ raki yıllarda da taraftar bulan Kadızadelilerin (krş. 4. Bölüm) katı gö­ rüşlerini benimseyerek politik konumunu bu yolla güçlendirmeye çalı­ şan padişahın bir girişimi de olabilir. Ama bazı hükümdarlar da sadece halkın bayram kutlamalarını denetim altında tutmak istemiş olabilirler. Başka zamanlar uyulması gereken kuralların, padişahın buyruğuyla dü­ zenlenmiş şenliklerde bir ölçüde çiğnenmesine göz yumulabilirse de, bu kaçamağın ne zaman yapılacağını halktan şu ya da bu grubun belir­ lemesinin kabul edilemeyeceği açıktır. Kadınların şenlikleri izlemesi bu konuya iyi bir örnek oluşturur: III. Mehmed, Eğri seferinden dönüşün­ de (1596) yapılan alayı kadınların izlemesini özellikle istemiş olabilir.67 1720’deki sünnet düğününde de, padişahın verdiği şölenlere kadınların da katılabilmesi için ayrı bir alan ayrılmıştı.68 Ama padişahın rızasıyla yapılan bu tür şenlikler dışında kadınların herkesin bulunduğu yerlerde boy göstermesi hoş karşılanmazdı.69 OsmanlIlardaki şenliklerin en görkemli ve göz kamaştırıcı olanları, padişahların düzenlettikleriydi. Bu şenlikler bir yandan da, yönetici ke­ simle halk arasındaki gözle görülmeyen çatışmaların dışına çıkmak için firsat oluşturuyordu. Gerek Avrupalı, gerekse Osmanlı yazarlar genel­ likle padişahın toplumsal yaşamda öne çıkmasını olağan karşılayıp bunu eserlerinde de yansıttıklarından, sözü edilen çatışmalar konusunda bu­ gün herhangi bir bilgi bulup çıkarmak, epeyce çaba harcamayı gerektir­ mektedir. İmparatorluğun tebaasının tümünün (sapkın olduğu ileri sü­ rülen köylülerin, kölelerin ya da kadınların) “ resmi görüş”ü, yani padi­ şahın düzenlettiği şenliklerde geçerli olan toplumsal hiyerarşiyi kayıtsız şartsız kabul ettiğini düşünmek de saflık olur.

67 Reyhanlı (1983), s. 66. 68 And (1982), s. 98. Ama bu bilgi 19. yüzyıldan kalmadır. 69 Ahmed Refik (yeni basım 1988 a), s. 40-41.


ONUNCU BOLUM OKUYAN, YAZAN VE ANLATAN

M üslüman Osmanlıların gündelik kent kültüründe yaptığımız ge­ zintimizde ilk olarak mimarlık konularına, yani mahallelere, evlere ve konutların döşenmesine değindik. Şenliklere göz atarken görsel sanat­ ları, gösteri sanatlarının basit biçimlerini tanıma olanağı bulduk. Şimdi de edebiyata yöneleceğiz: Bu kitabın içeriğine uygun olarak, saray ede­ biyatını değil, daha çok kent halkının gündelik dünyasının yansıdığı edebiyat biçimlerini ele alacağız. Gündelik yaşam içinde yer alan edebi­ yat ürünlerinin özellikle ilginç olmasının nedeni, Osmanlı yönetiminin, kentlerin biçimlenişine karışır ve büyük şenlikleri denetlemeyi hemen hiç elden bırakmazken, edebiyat alanında çok küçük bir rol oynaması­ dır. Bu durum en azından, yazarlar eserleri aracılığıyla devlette bir g ö ­ rev elde etmeyi amaçlamadıkları sürece geçerli olm uştur. H er ne kadar Osmanlılarda böyle yazarlara çok sık rastlanırsa da, biz çok gerekm edik­ çe onlara değinmeyeceğiz. 16. ve 17. yüzyıllarda da din bilginleri ve şairlerin yazdıkları kitap­ lar ya da şiirler nedeniyle cezalandırıldıkları, hatta idam edildikleri bile olurdu.1 Ama çok az sayıda kitabın üretildiği bir çağda, devlete sırtını dayayarak kitap toplatıp imha ettiren ya da metinlerin içinde belirli “ ya­ saklı” sözcükler bulmaya çalışan resmi bir sansür kurumu henüz ortaya çıkmam ışa. Çok sınırlı bir okur çevresine ulaşan kitaplar çoğaltılmaz, tek nüsha olarak kalırdı. Yani birçok kişi, medreselerdeki okumuş ule­ ma ya da padişah ve saraylılar için değil, kendisi ya da yakın dost ve ak­ raba çevresi için yazardı. Gündelik yaşamın içinden çıkan edebiyat ürünlerine o kendine özgü çekiciliği sağlayan da bu samimiyetti.2 Aslında küçük bir okur çevresi için yazmaya yönelenlerin yararlana­ bileceği kurumlar da yok değildi. İlerde göreceğim iz gibi, dergâhlar

1

Bunun en ünlü örneği Pir Sultan Abdal’dır, bkz. Gölpınarlı (1953), s. 99-103.

2

Krş. Kafadar (1989).


gençlerin yazılı kültürle ilişki kurmalarına olanak sağlıyorlardı. İlgile­ nenler dergâhlardaki kütüphaneleri kullanabilir, derslere devam edebi­ lirlerdi; ayrıca edebiyat metinlerinin yüksek sesle okunduğu toplantılar da yapılırdı; bunlara erkek dinleyicilerden başka bazen kadınların katıl­ dığı da olurdu. Ayrıca tasavvuf, insanların kendilerinden söz etmeleri­ ne, rüyalarını anlatmalarına açık bir düşünceydi. Bütün bu nedenlerle, okum a, yazma, hikâye etme gibi edebiyat sanatlarının, dergâhlarla çok yakın bağlantıları vardı.3

Eğitim Sorunu Kent nüfusunun ne kadarının okuryazar olduğu konusunda elimiz­ de bilgi yok; ayrıca bu eksiği gelecekte giderebilmemize olanak verecek belgelerden de yoksunuz. Ama yine de “ yüksek kültür” ün saraylılar ile ulemadan oluşan dar bir çevreyle sınırlı kaldığını, geri kalan ülke halkı­ nın sadece sözlü “ halk kültürü” nü tanıdığım düşünmek kuşkusuz yan­ lış olur.4 Kentlerde masrafları bireyler ya da hayır kurumlarınca karşıla­ nan çok sayıda sıbyan mektebi vardı. Sıbyan mekteplerinde erkek, ba­ zen de kız çocuklar okum a yazma ve Kuran okumayı öğrenirlerdi.5 Sıb­ yan mekteplerinin temel hedefi din eğitimiydi. Sayıları az olmakla bir­ likte, kent dışında da sıbyan mektepleri vardı. Örneğin 19. yüzyılın baş­ larında Antalya'nın Elmalı kasabası yakınlarındaki Bektaşilere ait Abdal M usa Zaviyesi’nde okul olarak kullanılan biri kışlık, öbürü yazlık iki oda bulunuyordu.6 Tem el eğitimi tamamlayan öğrencilerden sadece küçük bir bölüm ü daha sonra medreseye devam etme olanağı bulur, orada Arapça olarak şeriatı öğrenir ve din bilgileri edinirdi. Farsça öğrenm ek için özel ders almaya gücü yetenlerin sayısı kuşkusuz çok daha azdı. Farsça hem ede­ biyat alanında yetişmek için gerekliydi, hem de eksiksiz Osmanlıca bil­ gisine sahip olmanın ilk adımı sayılırdı. Çünkü edebi Osmanlıca, kül­

3 4

Köprülü (1966), s. 392 vd. Bir yanında saray ve ulema kültürünün, öbür yanında da sözlü kültürün yer aldığı bu “ orta” bölgeye dikkati çekenlerin başında Pertev Naili Boratav gelmektedir. Krş. Boratav (1973).

5

Örneğin İstanbul’daki vakıfların kayıtlı olduğu 1546 tarihli bir tahrir defterinde sıbyan okulları yer almaktadır, bkz. Barkan ve Ayverdi (1970). Başbakanlık Arşivi, Mâliyeden Müdevver bölümü 9771.

6


Harita 4. 1565-1580 arasĹnda Anadolu’da medreseler. Kaynak: Suraiya Faroqhi, Der Bektaschi-Orden in Anatolien, Viyana, 1981.


türlü insanların bile gündelik konuşmalarında pek kullanmadıkları bir­ çok alıntı sözcükten ve Farsça kalıplardan oluşan bir dildi.7 Yetişkinler için açılmış medreselerden ayırmak amacıyla sıbyan mek­ tebi adı verilen bu okullardan beklenen neydi? Bu okulları bitirenler, ağ ­ dalı bir Osmanlıcayla yazılmış metinleri kavrayamasalar da, okuyup yaz­ mayı tümüyle öğrenmiş olurlardı. Eğer Müslüman Osmanlı kentlisinin yazılı kültürünü yakından incelemek istiyorsak, medrese ve saray kültü­ rüne bağlı olmayan, ama sırf sözlü geleneğe de dayanmayan bir alanla il­ gilenmemiz gerekecektir. Buna benzer bir olgu Rönesans ve Barok d ö ­ nemlerinde Avrupa’da da görülür. Bilimsel etkinliklerde Latincenin, sa­ ray kültüründe İtalyancanın ve daha sonraları Fransızcanın geçerli oldu­ ğu bu dönemlerde kentlerde yaşayan birçok insan yabancı bir dil bilmi­ yordu, ama okuyup yazmasını öğrenmişti. Bu insanlar almanakları, K a­ tolikliğin yaygın olduğu yörelerde azizlerin yaşamlarından hikâyeleri, Protestan çevrelerde de Incil’i okurlardı. Pazar yerlerinden ve gezgin sa­ tıcılardan edinilebilen çok sayıda tek sayfalık yayını da unutmamak gere­ kir.8 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar basılmış kitapların sayısı çok az ol­ duğu için Osmanlılarda kentlilerin ne gibi şeyler okuduğunu saptayabil­ mek güçtür. Ama yazma kitapları, özellikle de Kuran’ı en azından 18. yüzyılda Bursa’da uygun fiyatlarla elde etme olanağı bulunduğunu bili­ yoruz; ayrıca tereke defterlerinde de zaman zaman “ Türkçe kitaplar” ya da “ Türkçe şiir” gibi kayıtlara rastlanmaktadır. Yazılı kültürle kurulan bağlar, ilk bakışta sanıldığından daha genişti.9

Dergâhlar: Kitap Dünyasına Açılan Kapı Kitaplara ilgisi olan kentlilerin yazılı kültüre ulaşmasında dergâhlar büyük rol oynardı ve bunların sayısı çoktu; büyükçe bir kentte rahatlık­ la yirminin üstünde dergâha rastlamrdı.10 Sürekli dergâhta yaşayan der­

7

Mevlevi ve Nakşibendi gibi bazı dergâhlarda bu dil öğretilirdi. Krş. Chambers (1973). Gölpınarlı (1953), s. 90 vd’de Mevlânâ’nın şiirlerinin daha sonraki Mevlevi şairleri tarafından nasıl elden geçirildiğini göstermektedir. 8 Chartier (1982), s.87 vd. 9 1730’lu yıllara ait B 160 ve B 162 numaralı Bursa kadı sicillerinin incelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu siciller Ankara’da Milli Kütüphane’dedir. 10 16. yüzyılda İstanbul’daki dergâhların sayısının ne kadar çok olduğunu görmek için krş. Barkan ve Ayverdi (1970).


viş azdı; bunlar da genellikle ya ailesiyle birlikte dergâh şeyhi, ya da Bektaşilerdeki gibi evlenmemekten yana olan dervişlerdi.11 Ö bür der­ vişler ibadetlerini yerine getirmek, mutfak ve kilerde çalışmak ya da der­ gâhın başka işlerini yapmak için gündüzleri gelirlerdi. Dergâhlardaki yaşama ilişkin pek fazla bilgimiz olm adığı için, ailesi bulunmayan bazı dervişlerin dergâhın bir köşesinde kendi başlarına geceleyip gecelem e­ diklerini belirleyemiyoruz. Bunlardan başka ailecek tarikata bağlanmış olanlar da vardı. Erkekler işleriyle güçleriyle uğraşırlar, akşamları ya da bayram günleri dergâhta ibadet için bir araya gelirlerdi; tabii ibadetten sonra sık sık sohbetin koyulaştırıldığı da olurdu. Kadınlar gün aşırı bir velinin mezarını ziyaret ederler, çocuklarının olm ası, hastalarının iyileş­ mesi için dua ederlerdi. Bektaşilerde ve Alevi topluluklarında kadınlar da dini törenlere katılırlardı.12 Büyük tarikatların bünyesinde birçok tekke vardı. Bazen tarikat içi bağlar fazla sıkı olmazdı. Ama bazen de, en çok da Mevlevi ve Bektaşi­ lerde, bir merkez dergâh olur, onun şeyhi öbür dergâhların şeyhlerinin adlarım, resmen ataması için padişaha sunardı. Ç o ğu zaman şeyhlik, dergâhı kurmuş olan pirin ailesi içinde babadan oğula geçerdi; bu ne­ denle şeyhliğe aday olanların sayısı fazla olm azdı. Bazen kadın şeyhlere de rastlanmıştır; 15. yüzyılda bir dergâhta arka arkaya iki kadının şeyh­ lik yaptığı bilinmektedir.13 Bazen, pirin ailesinden geldiği için dergâh yönetiminin başına getirilmiş kadınlara da rastlanırdı; dergâhın gelir g i­ derini ellerinde tuttukları için bunların söz hakkı azımsanmayacak ka­ dar çoktu. Şeyhlerin dergâhın kültür işlerindeki rolleri büyüktü; kitap satın alınmasını sağlarlar, önemli yazarları uzunca bir süre kalmak üze­ re dergâha davet ederler, hatta tarikata girmelerine aracı olurlardı.14 Büyükçe dergâhların bir de kütüphaneleri bulunurdu; kitapları der­ vişler ve başka tarikat mensupları bağışlardı. Bunun hiç kuşkusuz en ün­ lü örneği Mevlevi tarikatının Konya’daki merkez dergâhının günümüze kadar ulaşmış olan kütüphanesidir. Bu kütüphanenin yayımlanmış olan ve üç kalın cilt tutan kataloğunda Kuran tefsirlerinden Buhari ve M üs­ 11 Birge (yeni basım 1965), s.57-58. 12 age, s.l7 1 -1 7 2 ’de Arnavut Bektaşilerin tarikata kabulleri ve evlenmeleri ile ilgili ayrıntılı bilgi veriliyor. 13 Barkan (1942). 14 Tarihçi ve yazar Mustafa Âli Bektaşilerin merkez dergâhını ziyaret etmiş ve izlenimlerini aktarmıştır: Fleischer (1986), s. 167.


lim bin Haccac gibi bilginlerin hadis kitaplarına kadar pek çok eser yer almaktadır.15 Ortaçağın büyük din bilgini ve mutasavvıflarından Gazali, Attar ve özellikle Muhyiddin Arabi’nin de birçok kitabı vardır.16 Kütüp­ hanede pek çok şiir mecmuasının yer aldığı da bilinmektedir. Katalogda Câm î, Hafız ve Sadi’nin yanı sıra Kaygusuz Abdal, Lâm i Çelebi ve Ka­ nuni Süleyman gibi Osmanlı şairlerinin eserleri de kayıtlıdır.17

15 Krş. Gölpınarlı (1967). Buhari (810-870), Buhara ve çevresinde olduğu gibi Hicaz’da da etkinlik göstermiş hadis bilgini. C am iü’s-Sahih adlı kitabı türünün en değer verilen eserlerinden biridir. Müslim bin Haccac’ın (817-875) aynı adlı eseri de uzmanlar tarafından hemen hemen aynı düzeyde kabul edilir. 16 Gazali (1058-1111), kelam ve fikıh bilgini, mutasavvıf. O zamana kadar birbiriyle bağdaşmayacağı ileri sürülen tasavvuf ile ilahiyatın yaratıcı bir bireşimini yapmaya çaba göstermiştir. Ferideddin Attar (ölümü 12. yüzyılın sonu ya da 13. yüzyılın başı) tasavvuf şairi ve yazarı. Muhyiddin Arabi (1165-1240), Endülüslü mutasavvıf. Bir süre Anadolu’da da yaşamıştır. Talebesi Sadreddin Konevi’nin Konya’daki Mevlânâ Dergâhı’na verdiği bazı kitapları günümüze kadar ulaşmıştır. Bazı din bilginleri tarafından şiddetle eleştirilmişse de, Osmanlı kültür çevresinde çok saygın bir yeri olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Suriye ve Mısır’ı fethettikten sonra Şam’da Arabi’nin mezarının bulunduğu yerde yeni bir türbe, bir cami ve bir tekke yaptırmıştır. 17 Celaleddin Rumî (1207-1273) büyük tasavvuf şairi. Tahminen 1217’de, bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh kentinden Konya’ya gelmiştir. Burada derviş Şemseddin Tebrizi ile karşılaşması tasavvufa yönelmesine yol açmıştır. Eserlerinden Mesnevi ve öbür şiirleri özellikle etkileyicidir. Câmî (1414-1492) İranlı mutasavvıf ve şair. Herat’ta yaşamıştır. Şiir ve nesir olmak üzere pek çok eseri vardır. Şiirlerinden birçoğunda tasavvuf öğeleri egemendir. Fatih Sultan Mehmed’in de İstanbul’a gelerek yerleşmesini istediği Câmî’ye Osmanlı yazarları büyük değer vermişlerdir. Hafız (1325 ?-1390 ?), lirik şiirin, özellikle de gazelin ustası İranlı şair. Şiraz’da yaşamıştır. Şiirleri Goethe’ye West-östlicher Diwan ( Divan-ı Şarkî) adlı eserini yazmakta esin kaynağı olmuştur. Sadi (1213-19 arası-1292 ?), İranlı şair. Şiraz’da yaşamıştır. Şiirlerinden başka secileriyle ünlüdür. En tanınmış eserleri Gülistan ve Bostan'dır. Belirgin bir kuşku, dini hoşgörü ve günlük yaşamdaki erdemler şiirlerinde yer verdiği öğelerdir. Kullandığı deyişlerin birçoğu Farsça günlük konuşma diline girmiştir. Kaygusuz Abdal (ölümü 1415), Türk tasavvuf şiirinin kurucularından biri sayılan şair. Büyük olasılıkla, mezarı Elmalı’da bulunan ve veli olarak büyük saygı gören Abdal Musa’nın mürididir. Yaşama sevinci, yergi ve mizah, şiirlerinin en belirgin öğeleridir.


Ama bu koleksiyonu benzersiz kılan şey, Anadolu tasavvufu alanın­ daki eserlerdir. Bunların başında Mevlânâ’nın kitapları gelir. Mevlevi dervişleri kuşaklar boyunca onun eserlerini enine boyuna incelemişler­ dir.18 Kütüphanede Mevlânâ’ nın müritlerinden Divane M ehm ed Çele­ bi’nin eserleri de vardı. M ehm ed Çelebi 16. yüzyılın başlarında A nado­ lu’yu başta başa dolaşmış bir mutasavvıftır; hatta topladığı Mevlevi ve Bektaşi dervişleriyle M ekke’ye hacca gittiği de söylenir.19 Mevlânâ’nın yazdığı dil olan Farsçaya Mevlevi dergâhlarında çok önem verilirdi. B a­ zı dervişlerin, Mevlânâ’nın eserlerim anlamak için bir ön hazırlık olarak ortaçağ İran şairlerini okudukları kesindir. Bu dini edebi çalışma için okunan kitaplar arasında, M evlânâ’nın yazdıklarının şerh edildiği, Yu­ su f Sineçak’ınki gibi eserler de vardı. 15. yüzyılla 16. yüzyılın başların­ da yaşamış şair Şahidî’nin kendi yaşamından izler taşıyan tasavvufı ese­ rinin de kütüphanede yer aldığı bilinmektedir.20 Ayrıca anlaşıldığına göre birçok Mevlevi dervişi, kendi tarikatlarından olm asa bile tasavvuf yolunda eser vermiş yazarlarla da ilgilenmişlerdir. Örneğin kütüphane­ de, 17. yüzyılda vaazlarıyla hayranlık uyandırdığı kadar tepki de çekmiş olan Niyazi-i M ısrî’nin bir eseri ya da Celvetiye dervişi İsmail Hakkı’nın ortaçağ mutasavvıflarından Ferideddin Attar’ın bir eserine yazdığı şerh gibi kitaplar da bulunmaktadır.21

18 19 20 21

Lâmi Çelebi (1 4 7 2 /7 3 -1 5 3 1 /3 2 ), Osmanlı divan şairi. Birçok şiirinde övgüyle söz ettiği Bursa’da yaşamıştır. Câmî’nin yazdığı, İslam mutasavvıflarının yaşamöykülerini anlatan eseri Türkçeye çevirmiş ve buna Anadolu dervişlerinin yaşamöykülerini eklemiştir. Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566), Muhibbi mahlasıyla şiirler yazmıştır. 15, 16 ve 17 numaralı dipnotlardaki bilgilerin hemen tümü E l2'nin ilgili mad­ delerinden alınmıştır. Sadi için bkz. Rypka (1959), s. 241 vd; Kanuni için bkz. İA'nin ilgili maddesi. Gölpınarlı (1953), s. 28-150’de en önemli Mevlevi yazarlara ilişkin genel bir bilgi bulunuyor. Gölpınarlı (1953), s. 109-110. age, s. 132 vd. Bkz. EI2, “ Niyazi-i Mısrî” ve “ İsmail Hakkı” maddeleri (Franz Babinger ve Günay Kut). Niyazi-i Misrî (1617 /1 8 -1 6 9 4 ), mutasavvıf ve şair. Mutasavvıf olarak övgüyle karşılanmış, ama Osmanlı yönetimi tarafından birçok kez Lîmni adasına sürülmüştür. İsmail Hakkı (1652-1725), mutasavvıf, din bilgini ve şair. Başka mutasavvıfların eserlerine yazdığı şerhlerde din ve dil konularını ele almıştır.


Buna karşılık koleksiyonda, Osmanlı yazarları arasında önemli bir yer tutan vakanüvislerin eserlerinden çok az örnek vardır. Ama yine de günüm üz tarihçileri için bu kütüphane çok zengin bir kaynaktır. Örne­ ğin birkaç yıl önce, tek nüshası bu kütüphanede bulunan bir kitap ya­ yımlanmıştır. Bu, 13. yüzyılda Selçuklulara karşı yapılan Babai Ayaklan­ m asın d a öldürülen Baba İlyas’ın menakıbnamesidir. Kitabın yazarı, Baba İlyas’ın torununun çocuğu olan Elvan Çelebi’dir.22 Elvan Çelebi 14. yüzyılda yaşamıştır ve eseri Anadolu Türkçesiyle yazılmış, bugün için bilinen en eski metindir. Ayrıca Elvan Ç elebi’nin bu manzum ese­ ri bize, olayları çoğu zaman Selçuklu sultanlarının bakış açısından anla­ tan öbür vakanüvisleri denetleme olanağını da vermektedir.23 Başka birçok dergâhın kütüphanesi bugün yok olup gitmiştir. Ama elim izde Elm alı’daki Abdal M usa Bektaşi Zaviyesi’nin kitaplarını g ö s­ teren, 1826 yılından kalmış bir liste var.24 Bu zaviye geçmişte Bektaşi­ liğin en önemli merkezlerinden biri idiyse de, yeri bugünün koşulları için bile ücra sayılabilir. Bu nedenle kütüphanesindeki 150 kadar yaz­ manın bir araya getirilmesi o dönem için büyük zaman ve emek har­ canmasını gerektirmiş olmalıdır. Koleksiyonda en çok bulunan kitabın Kuran olduğu görülüyor. Bir de Kuran’ın nasıl doğru okunacağını gösteren bir kitap bulunuyor. O çevrede Arapça yabancı dil olarak an­ cak okulda öğrenildiği için, bu kitabın da özellikle çok sık kullanıldığı kuşkusuzdur. Kütüphanede Birgivi M ehm ed Efendi’nin bir yapıtının da yer alması ilginçtir; çünkü şeriatın katı bir temsilcisi olan Birgi­ vi’nin, dini yasaklara fazla uymadıkları düşünülen Bektaşi dervişlerine düşm anca duygular beslediği bilinir.25 Kütüphanede M evlânâ’nın eserlerinin birçok nüshası, ayrıca İslam ortaçağının başka mutasavvıfla­ rının kitapları da vardı. H âfız ve Câm î gibi (bu sonuncusuna, çağdaşı olan Fatih Sultan M ehm ed çok önem vermiştir) İran, Bakî ve Fuzulî gibi Osmanlı şairlerinin divanlarıyla Fars ve Osmanlı edebiyatları da temsil ediliyordu. 18. yüzyılda yaşamış N ab i’den de bir kitap bulunu­

22 23 24 25

228

Elvan Çelebi, yay. haz. Erü nsal ve Ocak (1984). age, s. XXXIV vd. Faroqhi (1981b), s. 99 vd. Birgivi Mehmed (yak. 1520-1573), Bayrami dervişi ve şeriat bilgini. Her türlü yeniliğe ve şeriattan sapmaya şiddetle karşı çıkmıştır. Bkz. EI2, “ Birgevî” maddesi (Kasım Kufrevî).


yordu.26 “ H üsrev ve Şirin” ya da “ Y usuf ile Züleyha” gibi romantik aşk hikâyelerinin bazısının birden çok nüshası vardı. Ama listede yazar adları belirtilmediği için bunların özgün Farsça metinler mi, yoksa O s­ manlıca-Türkçe uyarlamalar mı olduğunu bilem iyoruz.27 Bu edebiyatı değerlendirebilmek için Farsçayı iyi anlamak gerekliy­ di. Dolayısıyla kütüphanede Farsça-Türkçe sözlükler ve dilbilgisi kitap­ ları da bulunuyordu. Bunların dışında, Kuran öğrenim inde yardımcı olarak Arapça dilbilgisi metinleri vardı. Şairlerin biyografileri ile ilgile­ nenler, bu konuda da kitap bulabilirlerdi. Başka bilim alanlarında, ör­ neğin tıp konusunda kitap daha azdı. Dervişler, belki de pratik neden­ lerden dolayı, ciddi biçimde hukuk kitapları da toplamışlardı. Hanefi şeriatıyla ilgili el kitaplarının yanında bir fetva m ecmuasına, bir de p a­ dişah fermanları derlemesine yer verilmişti.28 Anadolu velileriyle ilgili menakıbnameler arasında Bektaşîliğin kurucusu Hacı Bektaş’ınki de vardı. Ama bu tür eserlerin sayısı böyle büyük bir Bektaşi tekkesinde ol­ ması beklenenden daha azdı.29 M evlânâ D ergâhı’yla Abdal M usa Zavi­ yesin in kütüphanelerinin büyüklükleri farklı olmakla birlikte, içerdikle­ ri kitaplar benzer nitelikteydi. Amaç sadece “ popüler kültür” kapsamı­ na giren menakıbnameler ve halk diliyle yazılmış dini şiir kitapları to p ­ lamak değil, yüksek Osmanlı kültürü açısından köklü bir edebiyat bil­ gisine temel hazırlamaktı. Bu nedenle, taşranın uzak köşelerinde olsa­ lar bile, büyük dergâhların kütüphanelerini klasik edebi kültürün aracı­ sı olarak değerlendirmek gerektir. Ayrıca bu nitelikleri, dergâhların asıl işlevlerini yitirmelerine yol açmış da değildir.

26 Baki (1526-1600), Rumeli kazaskeri ve Osmanlı divan edebiyatının en önemli şair­ lerinden. Özellikle Kanuni’nin ölümü (1566) üzerine yazdığı mersiyesi ünlüdür. Fuzulî (yak. 1480-1556), Irak kökenli divan şairi. Döneminin devlet ricaliyle ilgili jürileriyle ünlüdür. Tasavvufa bağlanmış, ama kendini tarikat ve mezhep çatışmalarından uzak tutmuştur. Bektaşilerin özellikle çok değer verdiği bir şairdir, EI2'deki ilgili madde ile krş. 2 7 İran edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan şair Genceli Nizami’nin (1141 civarı-13. yüzyılın başı) Hüsrev ve Şirin hikâyesi üzerine yazdığı romantik mesnevi dünya edebiyatının doruklarından biri olarak kabul edilir. Câmî’nin de Yusuf ve Züleyha hikâyesi üzerine bir mesnevisi vardır. Her iki şairin EI2’deki yaşamöykülerini krş. 28 Yayımlanmış bir fetva mecmuası için bkz. D üzdağ (1972). 29 Faroqhi (1981b), s.100.


Dergâhlar, Menakıbnameler ve Kuruluş Menkıbeleri Beri yandan gerek Konya Mevlânâ D ergâhı’nda, gerekse Abdal M u ­ sa Zaviyesi’nde çeşitli menakıbnameler de bulunmaktaydı; bu metinle­ rin dervişler tarafından yazıldığını ve istinsah edildiğini düşünmek g e ­ rekir. 19. yüzyılın sonlarında yaşanan bir olay bu konuya iyi bir örnek oluşturur. Yaşamına ilişkin hemen hiçbir şey bilinmeyen bir derviş 1895 yılında, Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan’ın yaşamını anlatan bir eseri istin­ sah etmiş ve Hacıbektaş kasabasındaki Hacı Bektaş D ergâhı’nın kitap­ lığına bağışlamıştı.30 Ama özgün metni yeterince “ güzel” bulmamış ve zamanının edebi Osmanlıcasına uyarlamıştı. Elimizde aynı metnin da­ ha az “ edebi” başka bir nüshası da bulunduğu için, yazarın yaptığı “ m üdahale” leri açıkça görebilmekteyiz. Kısacası, bugün sahip olduğu­ m uz menakıbnamelerin -ki bunların çoğu 19. yüzyıldan kalma yazm a­ lardır- günüm üze özgün biçimleriyle ulaşmadığını hesaba katmamız gerekiyor.31 Bu menakıbnameler bir dil ya da edebiyat kaygısıyla değil -oysa konunun bu yanına ilgi duyan ulemadan ve devlet ricalinden pek çok kişi vardı-, dini amaçlarla istinsah edilmekteydi. Önem verilen şey, saygı beslenen bir velinin ya da tarikat kurucusunun yaşamına ilişkin bir belgeye sahip olmaktı. Ayrıca büyük dergâhları ziyaret edenler arasında her zaman “ klasik” Osmanlı edebiyatını iyi bilen kişiler de bulunduğu için, seçkin dille yazılmış bir menakıbname kuşkusuz pratik açıdan da yararlı bir belgeydi. Bir dergâhın “ kendi” pirinin menkıbesini nasıl oluşturduğuna örnek olarak burada M erzifonlu Piri Baba olayını daha yakından inceleye­ lim .32 M erzifon daha 15. yüzyılın başlarında bile, Çelebi M ehm ed’in büyük bir hamam yaptırmasından da anlaşılacağı gibi, çok önem veri­ len bir kentti. Piri Baba bir süre, o yıllarda henüz ayakta olan bu ham a­ mın sıcaklığında barınmıştı. Asıl mesleği ayakkabıcılıktı, ama o m esleği­ ni bırakmış, m eczupluğu seçmişti. Kehanetlerde bulunuyor, erkek ço ­ cuk doğuracak gebe kadınları biliyordu. Kadınlara ayrılan günlerde de hamamda kalmayı sürdürdüğü için, menkıbeye göre dönemin padişahı,

30 Ben yararlandığım sırada bu yazma Ankara’da, Cebeci Semt Kütüphanesi’nde bulunuyordu. 31 Bu menakıbname için krş. Beldiceanu-Steinherr (1971). 32 Faroqhi (1981b), s. 100.


hakkında soruşturma açtırmıştı. Am a o -menkıbenin bir biçimine bakı­ lırsa- gösterdiği kerametler ve söylediği kehanetlerle sonunda hüküm ­ darı ikna etmişti. Menkıbenin bir biçimine göre de, Pîrî Baba hüküm ­ darla karşılaşmasında ondan yüklü bir ihsan koparm ış, dergâh bu paray­ la inşa edilmişti. Bir başka menkıbeye göreyse, Pîrî Baba veliler arasın­ da çok görülen bir âdete uyarak padişahın ihsanını kabul etmemişti. M enkıbenin her iki biçiminde de dergâhın, Pîrî B aba’nın ölüm ünden sonra inşa edildiği geçmektedir. Am a bugün hâlâ ayakta olan dergâhın yerini ölüm ünden az önce Pîrî Baba’nın seçtiğinin ileri sürülmesi, onunla dergâhın kuruluşu arasında bir bağlantı oluşturmak isteğinin göstergesidir. Böylece Pîrî Baba menkıbesi de kuruluş efsaneleri kapsamına gir­ mektedir. Yaşamı boyunca gösterdiği kerametler, köy kökenli ayakkabı­ cının bütün kentte tanınan bir kişilik haline gelmesine yol açmıştır. Hemşerileri ona büyük saygı göstermişler, zaman zaman padişahları bi­ le ağırlayan kom şu Amasya kentiyle aralarındaki rekabette öne geçmek için onu kullanmışlardır.33 Öyle ya, cahil bir m eczup önce Amasya ule­ masından birini, sonra da padişahı zor duruma sokm uştu. Am a yazık ki bu menkıbelerin ağızlarda ne zaman dolaşmaya başladığı belirlenemi­ yor. Menkıbelerde geçen olaylara bakılırsa Pîrî Baba 15. yüzyılın orta­ larında ölm üş olmalı; ama bu tür metinlerindeki tarihi verilerin her z a ­ man da güvenilir olmadığını deneyimlerimizle biliyoruz. Bununla bir­ likte, dergâhın 16. yüzyılın başlarında var olduğu, Pîrî Baba’nın ise o yıllarda artık hayatta bulunmadığı kesin. Menkıbenin bugün bildiğimiz her iki biçimi de 17. yüzyıldan kal­ madır; dolayısıyla dergâhın inşa edilmesiyle ilgili olarak adları geçen y ö­ re eşrafının da aynı dönem de yaşamış insanlar olup olmadıklarını bil­ mek bize çok şey kazandırırdı. Pîrî Baba menkıbeleri içinde ilkini ve en ayrıntılısını H oca İbrahim aktarmıştır. Menkıbenin ikinci, ama daha kı­ sa bir biçimini de Evliya Çelebi anlatır. Büyük olasılıkla Evliya menkı­ beyi 17. yüzyılın ortalarında gittiği M erzifon’da öğrenm iştir.34 Ama ya­ zık ki, bu menkıbeyi birisinden mi dinlediğini, yoksa m evcut bir yazm a­

33 Şehzadelerin sancakbeyliği yaptığı kent Amasya için bkz. Kappert (1976). 3 4 Bu menkıbe basılı nüshanın 2. cildinde küçük bir yer kaplamaktaysa da (bkz. Evliya Çelebi 1896/97-1938) Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat Köşkü 304, varak 346-349’da geniş biçimde geçmektedir.


dan mı okuduğunu belirtmemiştir. Aslında, daha çok başkentteki bir okur kitlesini düşünerek yazan Evliya’nın gözünde, Pîrî Baba’nın ka­ dınlar hamamında yaşaması türünden pitoresk öğeler, dergâhın kuruluş menkıbesi ya da yöre eşrafının bundaki rolü gibi şeylerden çok daha il­ ginçtir. Ayrıca Evliya, Pîrî B aba’yı Osmanlı zaferlerinin, özellikle de İs­ tanbul’un fethinin müjdecisi olarak selamlamaktadır ki bu, menkıbenin “ yerel” biçiminde çok geri planda kalan bir görüştür. Pîrî Baba menkıbesi küçük kent esnaf çevresinin bir göstergesi ola­ rak özellikle önem taşır. Oysa bu çevrenin düşünce biçimi konusunda doğrudan bilgi çok az metinde görülür. Orta Anadolu köylüleri ve g ö ­ çerleri arasından çıkmış başka menkıbeler de vardır; ünlü Hacı Bektaş vi­ layetnamesi bunlardan biridir.35 Dimetoka (bugün Yunanistan’da D idi­ moteihon) yakınlarında bir zaviye kurmuş olan Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan’ın menkıbesinde de Türklerin Balkanlar’daki fetihleri anlatılır. Menkıbenin ilk biçiminin 15. yüzyılda ortaya çıktığı sanılmaktadır. Bu da bir kuruluş menkıbesidir. Menkıbenin çeşitli savaşlara katılan kahra­ manı daha sonra bir hücrede çileye çekilir. Zamanla bu hücre çevresin­ de bir zaviye oluşur ve 19. yüzyılın ortalarına kadar varlığını sürdürür.36 Menkıbenin başında din uğruna savaşmanın haklılığını gösteren bir b ö ­ lüm vardır: Kızıl Deli Sultan’a Balkanlar’ı fethetme görevini, o dönem ­ de de saygın bir kişi olan Hacı Bektaş Veli verir. Menkıbenin yazılı biçi­ mi sadece 19. yüzyıldan kalma yazmalarda yer almaktadır. Bu nedenle, metnin geçirmiş olabileceği değişiklikleri tam olarak saptayamadığımız gibi, içerdiği dini motiflerin ve Osmanlı padişahıyla ilgili yerlerin daha sonraki dönemlerde eklenip eklenmediğini de bilemiyoruz. Çünkü yapı­ tın esasını oluşturan bölüm de, Kızıl Deli’nin en güçlü kuvvetli olduğu yıllarda kâfirlere karşı yapılan savaşlar ve kazanılan zaferler anlatılmakta, dini motifler ancak geri planda yer almaktadır. Bu menkıbenin, fütuhat döneminde ortaya çıkmış kahramanlık destanlarından birinin daha son­ raki dönemlere ulaşmış bir biçimi olduğu düşünülebilir.37 Menkıbelerin birçoğu anonimdir; ya da Pîrî Baba menkıbesindeki H oca İbrahim gibi metinde bir yazarın adı geçse de, o kişi üzerine da­ 35 Gölpınarlı (1958). 36 Cebeci Semt Kütüphanesi’ndeki nüshada kuruluş menkıbesi s. 40 vd’de yer almak­ tadır. 37 Boratav (1973), s. 37 vd.


ha fazla bilgi bulunmaz. Ama bazen, menkıbeyi nakledenin, yüksek O s­ manlıcayla yazan edebiyatçılar tarafından kabul görm üş bir yazar oldu­ ğu da düşünülebilir. Örneğin 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir şair ve yazar olan U zun Firdevsi’nin, Hacı Bektaş menkıbesinin yazıya dökülmesinde önemli bir payı olduğu düşünülm ektedir.38 Bu metin Osmanlı vilayetnamelerinin en ünlülerinden biridir ve içerdiği, insanı bugün bile üstünde düşünmeye yönelten birçok hikâyeyle (ki bazıları­ nın kaynağının daha eski Budacı örnekler olduğu düşünülebilir) konu­ nun uzmanı olmayanlar için ilgi çekicidir.39 Hacı Bektaş vilayetnamesi­ nin son bölümlerinde yine önemli bir dergâhın kuruluş menkıbesi an­ latılır. Bu dergâh, mimari niteliği ve sahip olduğu dini eşyanın zengin­ liği g ö z önünde tutulduğunda, kurulduğu orta halli O rta Anadolu kö­ yünün (bugünkü Hacıbektaş kasabası) düzeyinin çok üstündedir. Menkıbeye göre Hacı Bektaş’ın türbesini Yanko İbn Madyan adlı efsanevi mimar yapmıştı. O günlerde, fethedilişinin üzerinden henüz çok zaman geçmem iş olan İstanbul kentindeki büyük Bizans eserlerini aynı mimarın yaptığı söylenirdi. Evliya Çelebi de yazdıklarıyla bu efsa­ nevi kişiliğin adını 17. yüzyıla taşımıştı.40 Ayrıca Yanko’nun İslamiyeti seçtikten sonra mesleğini uzun yıllar başarıyla sürdürdüğü düşünül­ mekte, öldükten sonra da dergâhın girişine göm üldüğü sanılmaktadır. Yine de Yanko İbn Madyan 15. yüzyıl sonlarında İstanbul’la olan iliş­ kisi bağlam ında, hiç de ilerde Evliya Çelebi’nin dönem inde gösterildi­ ği gibi “ sade” bir efsane kişisi değildi. Örneğin Fatih’in İstanbul’u dev­ letin yeni başkenti yapma kararının hatalı bulunarak eleştirildiği ve ki­ min anlattığı bilinmeyen, anonim hikâyelerde adı geçiyordu.41 Bu ka­ rar ve ona bağlı olarak da Fatih’i Bizans imparatorlarının ardılı görme çabaları, “ yayılmacılık girişimleri” nin karşıtları tarafından dünyanın so ­ nunun yaklaştığının işareti olarak alınıyordu.42 Belki Yanko’nun din de­ ğiştirerek M üslüm an olması bile “yayılmacılık karşıtı” polemiklerin önünü almak için uydurulmuştu. Bu hikâye de, lanetli bir başkent ku­ ran kâfir Yanko İbn M adyan’la ilgili mahşer efsaneleriyle aşağı yukarı 38 39 40 41 42

Gölpınarlı (1958), s. XXII-XXIII. Kissling (1945-49). Yerasimos (1990), s. 244. age, s. 76, 128 vd. age, s.77 vd., 182 vd., ayrıca krş. I. bölüm.s


aynı dönem de ortaya çıkmış olmalıdır. H acı Bektaş menkıbesini (eğer doğruysa) nakleden U zun Firdevsi, şiirleri pek fazla tutulm asa da, m uh­ temelen II. Bayezid’in sarayına yakındı.43 Böylece Bektaşîliğin merkez dergâhının kuruluş menkıbesiyle Fatih’in oğlu ve ardılı arasında bir bağ kurulmaktadır. Son zamanlardaki araştırmacılar, hikâyenin bu bölüm ü­ nün kesinlikle uydurma olmadığını kabul ediyorlar.44 Sofuluğuyla tanı­ nan II. Bayezid, bir bölüm ü ancak lafta M üslümanlaştırılmış göçebe ve yarı göçebe Anadolu halklarının hak dinine daha temelli yönlendirilme­ si için Bektaşileri özellikle desteklemiş olmalıdır. Bektaşilerin zaman içerisinde, dine yöneltmeleri beklenen köylülerin bazı görüşlerini be­ nimsemeleri ise, bu politikanın beldenmedik bir sonucuydu.

Kişisel Deneyimlerin Hikâye Edilmesi Buraya kadar dervişlerin ve yakınlarının kendi şeyhlerini ve dergâh­ larının kuruluşunu nasıl anlattıklarını inceledik. Ama tarikat çevrelerin­ de insanların kendi kişisel deneyimlerini dile getirmeleri başka yerlere göre daha kolaydı. Yakın zamana kadar, birinci tekil şahıs ağzından ( “ ben” ) anlatma biçiminin (ki buna otobiyografik öğeler de girer) 19. yüzyılın ikinci yarısından önce Osmanlı kültür çevresinde çok ender kullanıldığı düşünülüyordu.45 Açıklaması da, 19. yüzyılın ortalarındaki değişimden önce Osmanlı kültüründe bireye yeterince değer verilmedi­ ği, dolayısıyla da yazarların bu anlatım tarzına yönelmediği ileri sürüle­ rek yapılıyordu. Ama son yıllarda, içlerinde az ya da çok, birinci tekil şa­ hıs ağzından anlatımın bulunduğu o kadar çok metin ortaya çıktı ki, bu yargının yeniden gözden geçirilmesi zorunlu hale geldi.46 Avrupa’da Rönesans dönemindeki birinci tekil şahıs anlatımı konusunda yapılan yeni çalışmalar da, bugüne kadar kabul gören düşüncelerin değişmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kişisel deneyimlerini yazmaya değer bula­ bilmeleri için, insanların önce kendilerini birer birey olarak kabul etm e­ lerinin gerektiği, bugün artık geçerli olmayan bir düşünce 47 İnsanlar

43 44 45 46

Gölpınarlı (1958) s. XXII. age, s. XXII, Melikoff (1975). Kafadar (1989), s. 124. Ayrıca krş. Zilfi (1977). Bu yeni değerlendirmeyi Cemal Kafadar’a borçluyuz; bundan sonra gelen paragraflar onun yaptığı ön çalışmaya dayanmaktadır. Bkz. Kafadar (1989). 4 7 Kafadar (1989).


kendilerini çoğu kez toplumsal bir grubun üyesi olarak tanımlıyorlar ve böyle bir bakış açısına, belirgin bir bireysellik olm adan da yer var. Bir olayı “ ben” diyerek hikâye edişin kuramsal olanaklarına dair görüşler­ deki bu değişiklik, galiba uzmanların bu tarzda yazılmış yeni metinler aramaya hız vermelerine yol açtı. Birinci tekil şahıs olarak anlatan yazarlar bazen tarikat çevresi dışın­ dan da çıkardı. Örneğin savaş tutsağı olduğu sırada yaşadığı acı dene­ yimlerini kaleme almış olan Osm an A ğa’nın, bilebildiğimiz kadar her­ hangi bir tarikat bağı yoktu (krş. 5. Bölüm ).48 Am a birinci tekil şahıs ağzından anlatılmış eserlerle tarikatlar çevresinde çok fazla karşılaşma­ m ız, bu iki olgu arasında bağlantı olduğunu düşünm em ize yol açıyor. Tasavvuf yolunun çeşitli aşamalarından geçerek ilerlemenin insanı ken­ di benliğine, kendi ruhunun derinliklerine yönelttiğini, kişinin bir şeyi kendi ağzından hikâye etmesinin de bunun doğal sonuçlarından biri sa­ yılabileceğini unutmamak gerekir.

İstanbullu Bir Dervişin Günlüğü Seyyid H asan adlı bir Sünbüliye tarikatı dervişinin 1661-1665 yılla­ rı arasında düzenli tuttuğu günlük, birinci tekil kişi ağzından anlatımın tarikatlar çevresindeki dikkat çekici örneklerinden biridir.49 Seyyid H a ­ san günlüğünde kendi adını belirtmemiştir, ama toplum sal çevresi ve özellikle öbür Sünbüli dervişleri üzerine o kadar çok şey anlatmıştır ki, araştırmacıların onun kimliğini saptaması zor olmamıştır. Seyyid H asan günlüğünü tuttuğu sırada kırk yaşlarındadır, üstelik doğum gününü de belirtmiştir. O yıllarda belirli bir işi ya da bir memuriyeti de yoktur. S a­ dece kendi geliriyle yaşamaktadır, yani bugünkü deyimle “ rantiye” dir. Seyyid H asan ne yazık ki mali kaynakları üzerine pek söz etmemiştir. Daha sonra Ferruh Kethüda Tekkesi’ne şeyh olm uş, kısa bir süre sonra da günlük tutmayı bırakmıştır. Tarikatta fazla ilerlememiştir. Oysa bu tekkenin şeyhi olmak, Sünbüli tarikatının merkez tekkesi postnişini ol­ m adan bir önceki basamak sayılmaktadır. Seyyid H aşan kendi içine d ö ­ nük, alçakgönüllü yaşam tarzını ölümüne kadar sürdürm üş, ayrıca cu ­ ma günleri bir camide vaazlar vermiştir. 1 6 8 8 ’de yetmişine ulaştığı sı­ 48 Osman Ağa, yay. haz. ve çeviren R. Kreutel ve Otto Spies (1954). 4 9 Gökyay (1985), Kafadar (1989). Bu konuda anlatılanlar ayrıca günlüğün ilk cildine dayanmaktadır: Topkapı Sarayı Kütüphanesi (İstanbul), Hazine 1426.


rada İstanbul’da vebadan ölmüştür. Bildiğimiz kadarıyla Seyyid H asan, o zamanın koşullarına göre uzun sayılacak yaşamı süresince hiç İstan­ bul dışına çıkmamıştır. Bu bakımdan da, bulunduğu makam açısından ulema hiyerarşisinin marjinal bir üyesi olmasına rağmen, kadılık ya da müderrislik yapan ve görev aldıkları yerlerle başkent arasında gidip ge­ len ulemadan ayrılır. Seyyid H asan günlüğünü tutmaya başladığı günlerde İstanbul’da ortalığı kırıp geçirmekte olan veba salgını karısının ölümüne de neden olm uştur. O ise bu felaketi son derece soğukkanlı karşılar, uzunca bir süredir evinden ayrı olduğunu, döndüğünde karısını ölmek üzere bul­ duğunu yazar.50 Bütün ayrıntılarıyla cenazenin kaldırılışını, ölenin ke­ fareti için nasıl sadaka verildiğini, nasıl helva pişirilip dağıtıldığını anla­ tır.51 Bu olayı izleyen haftalarda günlüğün hemen her sayfasında bir ölüm olayı yer almaktadır; ölenler daha çok kadın ve çocuklardır. Sey­ yid H aşan cenaze törenlerine katılır ve tarikatının şeyhlerinden cenaze­ ye gelenler oldukça bunu da belirtir. Bazen de dostlarıyla İstanbul çev­ resinde, özellikle de o zamanın sevilen sayfiye yeri Alibeyköyü’nde yap­ tıkları gezintileri anlatır. O dönem de Avrupa’da, en azından zenginler arasında görüldüğü gibi, veba salgını çıkınca insanların bulundukları yeri terk edip kaçmaları, M üslüm an ülkelerde (tabii Osmanlılarda da) dini bakımdan kabul edilir bir şey değildir.52 Soğukkanlılıkla aktardığı ölüm olayları ve cenaze törenleri Seyyid H asan’ı hiç endişelendirme­ miştir. Veba salgını konusunda belki başka düşünceleri de vardı, ama bunları günlüğüne geçirmemiştir. Bu günlüğün en ilginç yanı, bize, İstanbul’un “ üst orta tabaka­ s ın d a n birinin en önemli uğraşları konusunda bir fikir vermesidir. Ç a­ lışmasına gerek olm adığı için Seyyid H asan gününü bir dükkânda ya da iş yerinde geçirmek yerine, keyifli sohbet toplantılarına katılabilmekte­ dir. Dostlarıyla tekkede ya da oğlunun da katıldığı gezintilerde bir ara­

50 Kafadar (1989), s. 143. 51 Cenaze dolayısıyla dağıtılan helva konusunda ayrıca krş. Evliya Çelebi (18 9 6 /9 7 1938, c. 9, s. 590. Buradan anlaşıldığına göre, ölünün arkasından dağıtılan helvayı kabul etmek ahlaki bir görev kabul edilmektedir. 52 Hazine 1426, varak 24a vd, Kafadar (1989), s. 143 vd. Veba salgını sırasında insanların davranışları konusunda bkz. Panzac (1985), s. 280 vd. 53 Hazine 1426, varak 27b vd.


ya gelm ektedir.53 Geziler için dostlar birbirlerine at ödünç vermekte­ dirler. Seyyid H a san alınanların geri verildiğini de özenle kaydetmiş­ tir.54 Kentin, 17. yüzyılda birçok hanın inşa edildiği ticaret merkezinin, Seyyid H asan’la arkadaşlarının öyle pek ilgisini çekmemiş olduğu görü­ lüyor. Buna karşılık ev ziyaretleri çok sık yapılmaktadır. Seyyid H a­ san’ın dostları da kuşkusuz onun gibi varlıklı olduklarından, selamlıkla­ rında bir konuğun gece yatısına kalabileceği bir odaları muhtemelen vardı. Ayrıca Seyyid H asan’ın akrabalarını ziyaret ettiğini de biliyoruz; örneğin bir gece annesinde kaldığını yazmaktadır. Bundan anlaşıldığı­ na göre annesi Seyyid H asan’la birlikte değil, kendi evinde ya da belki çocuklarından başka birinin yanında oturmaktadır. Günlüğünü başka­ larının okuması için yazmadığından Seyyid Haşan ailenin kadınlarından söz etmekte bir sakınca görm em iş, kız kardeşleriyle görüşmelerini de anlatmıştır.55 Seyyid H asan dini bir eğitim görm üştür; ne yazık ki gençliğinde bir medrese bitirip bitirmediğini açıklamıyor. Ama bu kuvvetle olasıdır, çünkü bir vaizin belirli din bilgilerine sahip olması gerekir; ancak bu bilgiler aile içinde ve tekkelerde de edinilmiş olabilir.56 Seyyid H asan ’ın yazı yazmaya alışık olduğu anlaşılmaktadır; zaman zaman da OsmanlI­ ca yazılmış dini eserlerden söz etm ektedir.57 Arapça bilgisinin ne d ü ­ zeyde olduğunu bilmiyoruz. Ama Osmanlıcaya çevrilmiş dini eserleri okuyanlar onun gibi kişilerdir. O kum a alışkanlığının ölçüsü bakımın­ dan ise Seyyid H asan ’ı, örneğin gençliğinde bir Latin okulunda oku­ makla birlikte eğitimin inceliklerine fazla göm ülmem iş aynı dönemin bir Fransız ileri geleniyle karşılaştırabiliriz.

Birinci Tekil Şahıs Anlatımı Kullanan Mutasavvıflar Seyyid H aşan bir derviş olmasına karşın, günlüğünde kendi dini de­ neyimlerine hiç yer vermemiştir. Gerçi kendi tarikatının “ sevgili ve say­ gıdeğer” olarak tanımladığı bir şeyhinden söz etmişse de, onun dini hi­ yerarşideki yerini belirtmemiştir.58 Oysa Aziz M ahm ud H ü d aî’nin, ün ­

54 55 56 57 58

agb, varak 28a. agb, varak 28a, 29b. Ayrıca bkz. Kafadar (1989). Yaşamöyküsü için bkz. Gökyay (1985) ve Kafadar (1989). Hazine 1426, varak 29b. Krş. Hazine 1426, varak 24a.


lü mutasavvıf Şeyh M uhyiddin Ü ftade’nin müridi olduğu sırada, 1 5 7 7 /7 8 yılında Arapça tuttuğu günlüğünde durum tümüyle farklı­ dır.59 Görünüşe göre bu eser, Seyyid H asan ’ınki gibi değil de, tarikat çevrelerinde okunmak üzere yazılmıştır; Ü ftade’nin, Celvetiye olarak bilinen yeni tarikatın silsilesinde olduğu da unutulmamalı. Bu durum, günlüğün pek çok yazma nüshasının bulunmasını da açıklar; ayrıca eser daha 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıcaya da çevrilmiştir.60 Bu ese­ re gösterilen ilginin bir bölüm ü Ü ftade’nin yaşamı konusunda anlatı­ lanlar ve keramet hikâyelerinden kaynaklanırsa da, bir bölüm ü de yaza­ rı M ahm ud H ü d aî’ye duyulan saygıdan ileri gelmektedir. Sultan I. A h­ m ed, H üdaî’ye beslediği saygıyla, onun d oğdu ğu yer olan Şerefli K oç­ hisar’ı bazı vergilerden m u af tutmuştur. Avrupalı diplomatların bile sa­ raya bir konuyu kabul ettirebilmek için H ü daî’nin aracılığına başvur­ dukları bilinmektedir.61 Bu günlüğün değerini hiç kaybetmemesinin bir nedeni de, içinde pek çok rüyaya yer verilmiş olmasıdır. Tarikat çev­ relerinde âdet olduğu üzere H üdaî bu rüyaları şeyhine anlatmış, o da bunlardan öğrencisinin din yolundaki gelişmesini izlemiştir. Ama bu rüyalarla ilgilenmeyen ve kendileri için kitabın rüya dışındaki bölüm le­ rini istinsah ettirenler de olm uştur.62 H er ne kadar çok okunm uşsa da, bu eserin aslında bir edebi kurma­ ca değil, gerçek bir günlük olduğu anlaşılmaktadır. Pek çok tarikat der­ vişi gibi H üdaî de evlidir ve güncesine aile yaşamına ilişkin birçok bil­ giye yer vermiştir. Ö rneğin şeyhi Ü ftade’ye, karısının doğum yapmak üzere olduğunu söylediğini, onun da hayır dua ettiğini anlatır. Aynı gün daha sonra bir kızı dünyaya gelince yeniden şeyhine gidip haber verdiğini, onun da bebeğin adını koyduğunu yazar. Bir buçuk yıl son­ ra küçük kızı ağır hastalanınca, şeyh nazara karşı bir muska verirse de, bir yararı olm az.63 Günlükte Şeyh Ü ftade’nin aile yaşamıyla ilgili bazı bilgilere de rastlanmaktadır. H üdaî, anlattıkları arasında cedlerini de saymakta, bunları Ü fta­ d e’nin tasavvuftaki mürşidi H ızır’dan başlatıp, Üftade üzerinden ken­ 59 60 61 62 63

Beldiceanu-Steinherr (1961). age, s. 13 vd. De Groot (1978), s. 61. Beldiceanu-Steinherr (1961), s. 15. age, s. 12.


dine kadar ulaştırmaktadır.64 Büyük bir şeyhin müridi olan ve zamanla yine ünlü bir şeyh olan H üdaî, kendisini de muhtemelen bir mürşit ola­ rak görmektedir. H er iki şeyhin dini kişilikleri, H üdaî’nin kişisel eseri­ ni bir tür din kitabı haline getirmiş olmalıdır. Mevlevi dervişi ve şair Şahidî’nin, güzelliğiyle insanı büyüleyen ya­ şamöyküsü daha eski bir dönem den, olasılıkla 16. yüzyılın ilk yarısın­ dan kalmadır. Bu yaşamöyküsü Şahidî’nin, kendisini gerçekten derin­ den etkileyen, hayranı olduğu mürşidi Divane M ehm ed Çelebi üzerine yazdığı bir risalede yer almaktadır.65 Ama yazarın, Divane M ehm ed Ç e­ lebi’nin çevresinde şarap, hatta esrar içildiğini hiç saklamadan belirtme­ sinden dolayı, Mevlevi tarikatının daha sonraki yöneticilerinin bu eseri ellerinden geldiğince saklı tuttukları anlaşılıyor. Bizim amacımız açısın­ dan Şahidî’nin, henüz derviş olm adığı kendi gençlik yılları üzerine an­ lattıkları daha önemlidir. Ailesi M uğlalı’dır, ama içe dönük bir taşra ya­ şamı sürdükleri söylenemez. Dedelerinden biri Balkanlar’daki savaşlara katılır, gayrimüslim bir kızı kaçırıp evlenir. Daha sonra bir süre, o d ö ­ nemde henüz Osmanlıların elinde olmayan M ısır’da yaşar. Bu evlilikten dünyaya gelen oğullarından biri (ki ilerde Şahidî’nin babası olacaktır), çeşitli maceralar geçirdikten sonra M uğla’ya döner. Ama kısa bir süre sonra bir Halvetiye dervişine bağlanır, onun yol göstermesiyle öğreni­ mini tamamlamak üzere İran’a gider. Bu yolculuktan da M uğla’ya geri döner ve şeyhinin yerine geçer. Ama karısı Halvetiye tarikatından değil­ dir, M evlânâ’ya bağlıdır. Şahidî babasını küçük yaşta vebadan kaybeder; iki kız kardeşi ve ağabeyi de bir gece içerisinde aynı hastalıktan ölürler. Şahidî annesinin, onu babasının dostlarından bir zanaatkarın yanına çırak verme isteğine nasıl karşı çıktığını uzun uzadıya anlatır. Genç adam çırak olm ak yerine İstanbul’a gider ve bir medresede eğitim g ö ­ rür. Bu arada kendisinin ve medrese arkadaşlarının günlük yaşamlarını, yaşam dolu genç insanları birkaç gün, hatta birkaç saat içinde alıp g ö ­

6 4 age, s. 98. 65 Gölpınarlı (1953), s. 108 vd, 136 vd. Bu yaşamöyküsü Süleymaniye Kütüphanesi’nde Halet Ef. İlave No. 7 4 ’tcdir; ama burada ele alınanların kaynağı Gölpınarlı’nın anlattıklarına dayanmaktadır. Şahidî ve Divane Mehmed Çelebi kuşkusuz, belirli bir olgunluk düzeyine ulaşanların “ zahiri” dini kuralları dikkate almasının gerekmediği görüşündeki mutasavvıflardı. Bu görüşü paylaşan dervişler özellikle Bektaşiler arasında çoktu.


türen vebayı uzun uzun anlatır. Sonunda düş kırıklığı içinde, eğitimini tamamlamadan M uğla’ya geri döner. Eserinin bundan sonrasında ken­ dine din konusunda yol gösterecek bir rehber arayışını hikâye eder, kar­ şılaştığı çeşitli şeyhlerin zayıflıklarını sözünü esirgemeden sıralar. G örü­ nürde dünyevi bir yaşam süren Melamîlere yakınlık duymaya başlar. S o ­ nunda, Melamîliğe büyük bir eğilimi olan Mevlevi şeyhi Divane M eh­ m ed Çelebi’yle tanışır. Şahidî’nin, burada sözünü ettiğimiz dışındaki bütün eserleri Mevleviler tarafından severek okunan, çok önemli bir ya­ zar haline gelmesinde, bu tanışmanın büyük rolü olmuştur. Şahidi kendi hikâyesini bir dini arayış hikâyesi olarak anlatmaktadır. U zun süre doğru yolu aramış, sonunda şeyhinin yardımıyla bulmuştur. Herhalde Şahidi, yazdıklarının insanları tasavvufun heyecanlandırıcı ve esinlendirici yönüne çekeceğini um m uştu. Mevleviliğin ilk dönem lerin­ de bu nitelikler, din kurallarına uygun ve ölçülü davranmak gibi nite­ liklerin yanı sıra zaten vardı.66 17. yüzyılda din kurallarına aşırı bağlı Kadızadelilerden korkan Mevlevilerin ortadan kaldırmasına kadar, Şahi­ dî’nin kitabı, onun bu um udunu belki de yerine getirmiştir.67 Şahi­ dî’nin yalnızca şeyhiyle karşılaşmasından söz etmeyip ailesini ve gençli­ ğini de ayrıntılarıyla anlatmış olması da belirtilmeye değer. Şahidî’nin ısrarla doğru yolu arayışı, kişisel bir öyküyü yazarın gözünde olduğu kadar, tarikat çevresinden okurlar için de ilginç kılmış olmalıdır.

Evliya Çelebi: Dervişlerin Dünyasında Dolaşan Bir Seyyah Seyyid H asan’ın günlüğü, edebi bir endişe gözetm eden, tarih sıra­ sıyla tutulmuş notlar biçimindedir; H ü d aî’nin anlattıklarına gelince, onda da içeriğin, yazar kadar okurlar açısından da daha önemli bulun­ duğu anlaşılıyor. Birinci tekil şahıs anlatımının kullanıldığı başka bir eserde, Evliya Çelebi’nin yine o dönem de yazılmış on ciltlik Seyahatna­ me’sinde ise durum daha karmaşıktır. Elimizdeki yazma nüshalarının sayısının azlığına bakılırsa, dönemin okumuş yazmışlarının bu eserin edebi düzeyini öyle pek yüksek bulmadıkları düşünülebilir.68 Buna kar­

6 6 Gölpınarlı (1953), s. 77 vd. 6 7 Zilfi (1986). 68 Kreutel (1971), s. 273 vd.


şılık Evliya’ya verilen değer 19. yüzyılın ortalarından beri durmadan artmıştır. H âlâ hemen her yıl bu büyük Seyahatname'n in çeşitli bölüm ­ leri üzerine çalışmalar yayımlanmakta, bunların bazısında Evliya’nın edebi değeri övülmektedir. Onun bu eseri olm adan elinizdeki kitap da pek zor ortaya çıkardı. Evliya’nın babası sarayda kuyumcubaşı, annesi Sadrazam M elek Ah­ med Paşa’nın kız kardeşidir; paşa çıktığı yolculuklarda Evliya’yı yanına almış ve onu hep korum uştur.69 Bu ilişkilerine karşın Evliya hiçbir za­ man devlet hizmetinde çalışmayı düşünmemiştir. Sadece ara sıra, o za­ mana kadar görm ediği yerlere gitm e olanağı veren ufak tefek görevler çıkarsa bunları kabul etmiştir. İlk gezilerini A nadolu’da Karadeniz kıyı­ ları boyunca yapmış, daha sonra Anadolu ve Suriye’nin her yerini d o ­ laşmıştır. Bir süre, Osmanlı Devleti’ne bağlı olmakla birlikte toprakları­ nı oldukça bağım sız yöneten Bitlisli bir Kürt beyinin sarayında kalmış­ tır. Orada resmen beyin musahibi gibi kalmışsa da, aslında daha çok re­ hin tutulm uştur.70 Evliya sonraları Balkanlar’ı da dolaşm ış, Yunanistan, Sırbistan, Bosna ve M acaristan’ı uzun uzadıya anlatmış, ama başka her­ kesten çok daha iyi tanıdığı İstanbul’u tasvir ederken, onu bütün gör­ düğü yerlerin dışında tutm uştur.71 Buna karşılık Osmanlı topraklarının dışına pek az çıkmıştır. O zamanlar İran’ın elinde bulunan Kafkasya ve Azerbaycan’a yapmış olduğu birkaç yolculuğu anlatmıştır. Ayrıca 1 664’teki Uyvar seferinden sonra Avusturya’yla barış görüşm esi yap­ maya giden elçi Kara M ehm ed Paşa’nın maiyetinde bulunmuş (krş. 5. ve 7. bölüm ler), bu sayede Viyana’daki belediye, saray ve devlet arşiv­ lerini de görm üştür. Evliya kendi dönemindeki okum uş insanların günlük konuşma diliy­ le yazmış, Arapça ve Farsçadan türetilmiş, edebi Osmanlıca için olm az­ sa olm az sözcükleri kullanmaktan kaçınmıştır. Bununla birlikte Arapça­ yı ve saray Osmanlıcasını çok iyi bilmektedir. Ayrıca bilmediği yabancı dillerden ve lehçelerden aldığı sözcükleri doğru yazmasından, kulağının da çok iyi olduğu anlaşılmaktadır. 1 6 5 5 ’te Viyana’da kaldığı günlerde, bu kentte konuşulan diyalekti çok iyi kapmış ve yazılarında da doğru

6 9 İA, “ Evliya Çelebi” maddesi (Cavit Baysun). 70 Dankoff (1990) bu konaklamayı anlatan yazıyı yayımlamış, İngilizceye çevirmiş ve yorumlamıştır. 71 Burada söz konusu Seyahatname'nin 1. cildidir: Evliya (1 896/97-1938).


olarak vermiştir.72 Dolayısıyla, saray Osmanlıcasıyla değil de düzgün bir günlük konuşma diliyle yazmış olmasının temelinde bilgi eksikliği de­ ğil, tam tersine bilinçli bir edebi seçim yatmaktadır. O zamanın seyahat edebiyatı geleneklerinden ayrılarak birinci tekil şahıs ağzından anlatma­ yı seçmesi de bu yenilikçi tavra uyar; oysa Evliya bu tür seyahatnameler yazanları, özellikle de 16. yüzyılda yaşamış M ehm ed Aşık’ı kesinlikle okum uş ve ondan yararlanmıştır.73 Ama başkalarından okuduklarını naklederken fazla titiz davranmaması, Evliya’nın kendini bir coğrafyacı olarak görm ediğini gösterir. Kaynaklardan yararlanırken takındığı ede­ bi özgürlük, onun bunlarla kendi arasına bir mesafe koyma isteği ola­ rak değerlendirilebilir. Oysa İslam bilginleri, din ve hukuk dogmalarını hiç değiştirmeden sürdürmek üzere yetiştirildikleri için, başka metinler­ den alıntı yaparken titiz davranmayı bir alışkanlık haline getirmişler­ dir.74 Buna karşılık Evliya’nın, kendi dönemindeki sözlü hikâye sanatı­ nı çok yakından tanıdığı anlaşılmaktadır; zaten Seyahatname'sinin bi­ rinci cildinde İstanbul’daki meddahları anlattığı bir bölüm vardır.75 Ama bu, Evliya’nın “ popüler” bir yazar olduğunu gösteren bir kanıt olarak kabul edilmemelidir. Aslında Osmanlılarda m eddah, üst tabaka­ nın eğlencelerinden biridir; hatta meddahların bazen saraya çağrıldığı bile bilinmektedir.76 Evliya dervişlere ve velilere karşı ayrı bir ilgi duymuşsa da, herhangi bir tarikata mensup olduğuna dair bir bilgi yoktur. O daha çok, seya­ hatlerinde konakladığı yerlerde gördüğü yatır ve türbelere saygı göster­ miştir. Bu seçmeci davranışa Osmanlı üst tabakasından insanlar arasın­ da çok rastlanır. Çeşitli yerlerdeki dergâhlarla ilgili bilgilerimizi, Evli­ ya’nın ilgi alanlarının genişliğine borçluyuz. Örnek olarak (daha önce de kütüphanesindeki kitapların listesi nedeniyle sözünü ettiğim iz) A b­ dal M usa Zaviyesi’ni anlatmasını ele alalım. Evliya zaviyenin, kerpiçten bir duvarla kale gibi çevrili bir bağın ortasında yer aldığını yazıyor.77 Tekkenin türbesi bir kubbeyle örtülmüş, bunun üstüne de ahşaptan ko­

72 73 74 75 76 77

Kreutel (1957), s. 199. Taeschner (1923). Hodgson (1 9 7 3 /7 4 ), c .1, s. 324 vd. Köprülü (1966), s. 380 vd. age, s. 380. Evliya Çelebi (1896 /9 7 -1 9 3 8 ), c. 9, s. 273.


nik bir külah yapılmıştır. Pîrin mezarının bulunduğu türbenin içi, bel­ ki de adakları yerine gelmiş insanların getirdiği hat levhalarıyla doludur. Herhalde tekkenin içinde de böyle birçok hat vardı. Evliya, İslam dün­ yasının her yerinden ziyarete gelenlerin, ayrılırken hatıra olarak tekke­ de sadaka tası, müzik âleti gibi şeyler bıraktıklarını anlatmaktadır. Evli­ ya’nın kendisi de türbeyi ziyaretinin hatırası olarak bir beyit yazıp bırak­ mıştır. Ayrıca tekkedeki günlük yaşamın sürdürülmesi için kullanılan servis bölümleri ve bu arada özellikle (ocakta yanan ateşin zaviyenin ku­ ruluşundan beri hiç söndürülm ediği söylenen) mutfak, Evliya’yı çok et­ kileyen şeyler arasındadır. Evliya tekkenin önündeki taş kaplı alanın, şeyhin bir kerametiyle oluştuğunu anlatır. Yani burada da karşımıza, kısaltılmış biçimde de ol­ sa, bir kuruluş menkıbesi çıkmaktadır. Dervişlerin tekkenin girişindeki çamurdan yakınmaları üzerine şeyh onları toplayıp başlarına geçer ve hep birlikte dualar ederek, davul zurna çalarak yakınlardaki dağa çıkar­ lar. Kısa bir duadan sonra Abdal M usa dağdan “ ahfadı adına” (burada kastedilenler H z. M uham m ed’in ailesidir) meydanın döşenm esi için gerekli taşları sağlamasını ister. Ama taşların her biri bir eşek ya da at büyüklüğünde olmalıdır.78 Bunun üzerine yer şiddetle sarsılmaya ve dervişlerin duaları arasında havada taşlar uçuşmaya başlar. Ertesi sabah uyandıklarında, 3000 adım uzunluğundaki yolun taşlarla gayet düzgün döşenmiş olduğunu görürler. Taşların dizilişindeki düzeni hat sanatına benzeten Evliya da, tekkeye geliş gidişinde kuşkusuz bu kaldırımın in­ sanlara büyük rahatlık sağladığına tanık olmuştur. Evliya burada kendisini bir dergâh ve türbeyi ziyaret eden dindar bir insan olarak anlatmıştır. Yazılarının daha başka birçok yerinde de ken­ dinden böyle söz ettiğine rastlanır. Tekke şeyhlerinden, şifa getirsin di­ ye başındaki sarığı okuyup üflemelerini istediği görülür.79 Ama Evli­ ya’nın yapıtını bir tür “ hac yolculuğu” tasviri olarak kabul etmek d o ğ ­ rusu fazlaca abartılı olur. Zaten, ekonomik olanakları yeterli olan her M üslümanın yerine getirmekle yükümlü olduğu asıl hac ziyaretini Ev­ liya’nın ancak altmışından sonra yapmış olması da bunu gösterm ekte­ dir.80 Evliya ayrıca hacca gitmeye, rüyasında babasıyla hocasının ihmal­ 78 age, c. 9, s. 275. 79 age, c. 2, yazma Topkapı Sarayı, Bağdat Köşkü 304, varak 27b-28a. 80 EI2, “hadjdj” maddesi (A. J. Wensinck ve J. Jamier).


karlığı nedeniyle onu uyarmalarından sonra karar verdiğini de anlatır.81 Evliya’nın velilere ve türbelere duyduğu özel ilgi, ona da tekke kültürü yönünden bakılmasına yol açmıştır. Çünkü onun seyahat ettiği dünya­ nın, yani Osmanlı İm paratorluğu’nun her köşesi, kentlerden kervan yollarına kadar şeyhlerin, velilerin türbeleriyle doludur ve Evliya anlat­ tıklarının temelini, ziyaret ettiği tekkelerde dinlediği ya da okuduğu hi­ kâyelerle oluşturmuştur. Ama bu yöntemi kullanan bir tek o değildir; Osmanlı edebiyatında hikâye etme sanatına el atanların pek çoğunun yaşamlarının şu ya da bu döneminde bir biçimde mutlaka bir tekkeyle ilişkileri olm uştur.82 Evliya’nın kendi anlatımlarındaki temel m otif, şifa bulm az, tutkulu bir seyyah kişiliğine sahip olmasıdır. Ama onun seya­ hat ettiği dünyayı ağırlıklı olarak dervişlerin ve tekkelerin biçimlendir­ diği de unutulmamalıdır. Yazılarında Evliya’nın anlatıcı kişiliği çok belirgindir. Gerçi güzel bir binanın ya da tekkedeki bir törenin kendisinde uyandırdığı duygular­ dan pek seyrek söz eder; ama güzel yemekleri, tarihi kentleri, keyifli ge­ zintileri, çekici kadınları ve yakışıklı erkekleri anlattığı yazıları, onun ya­ şamın güzelliklerinden mutluluk duyduğunu ve okuyucularını da bu m utluluğu kendisiyle paylaşmaya davet ettiğini gösterir. Bir türbeyi, ar­ tık neredeyse kalıplaşmış tasvirlerle anlatırken bile, bu sahneyi gözü­ m üzde canlandıranın kendisi, yani Evliya Çelebi olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamıza izin vermez. Bunu kâh, kaldığı yerlerden birin­ de, kendisini hep hatırlasınlar diye bir kitabe yazıp bıraktığını söyleye­ rek, kâh tasvir ettiği yerlerden birinde sürdürdüğü bir sohbeti naklede­ rek gerçekleştirir. Birçok din adamından derinden etkilenmiş olmasına ve onların biçimlendirdiği bir dünyada yaşamasına karşın Evliya’nın ki­ şiliğinin en önde gelen niteliği din değildir; o kendinin Osmanlı üst ta­ bakasının bir m ensubu, özellikle de bir seyyah olduğunu vurgular. Bu sonuncu kişiliğiyle ülkenin en uzak köşelerine bile gitmeyi ihmal etm e­ miş, gerçeğin yeterli olm adığı durumlarda işe hayal gücünü katmaktan da çekinmemiştir. Seyyid H aşan ve Aziz M ahm ud H üdaî ile karşılaştı­ rıldığında Evliya, dinle olan bütün ilişkisine karşın, dünyevi kişiliğiyle öne çıkar.

81 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), c. 9, s. 3-4. 82 Köprülü (1966), s. 319-320.


Birinci Tekil Şahıs Anlatımı, Dervişler ve Gündelik Yaşamda Kendini İfade Etmek Burada ele alıp incelediğimiz metinler, 16., 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı M üslüm an üst ve orta tabakası arasında, yazdıkları günlük ya da yaşamöykülerinde kendilerini anlatanlara rastlandığını açıkça göster­ mektedir. Üstelik bu, yakın zamanlara kadar düşünüldüğü gibi öyle pek seyrek görülen bir durum da değildir. Ama yine de keşfedilmeyi bekle­ yen daha pek çok şey vardır; araştırmacılar bu edebiyat türünü ihmal et­ tikleri için, bilinen metinler hep tesadüflerle ele geçmiştir ve çoğunun kütüphane kataloglarındaki tanımları da yetersizdir. Bu “ kişisel” metinlerin yazarlarının, başkentin edebi ya da politik yaşamı içinde önde gelen kişiler olmadığını da belirtmek gerek. Osman A ğa gibi eski bir subay ve çevirmen, Seyyid H asan gibi küçük bir tekke şeyhi, uzak bir taşra kentindeki bir Mevlevi dedesi, küçük rütbeli M ısır­ lı bir asker; bu kişilerin tümü de kendi kişisel yaşantılarını yazmaya d e ­ ğer bulmuşlardır. Evliya Çelebi de daha çok bu sınıflamaya girer.83 S a­ ray çevresine mensup akrabaları bulunmasına karşın, çağdaşları onu sı­ radan bir insan olarak görm üş olmalıdırlar. Zaten o da önemli bir dev­ let görevi üstlenm ediği gibi, edebiyat alanında da ancak ölüm ünden yüz elli yıl sonra ün kazanmaya başlamıştır. Bütün bunlar, yaklaşık 17. yüzyılın ikinci yarısında bir kültür deği­ şiminin başladığını ortaya koymaktadır ve aynı değişim 18. yüzyılda edebiyatın bir alanında da görülecektir. İlk başlarda çok belirgin biçim­ de olmasa da, gündelik yaşam gittikçe önem kazanmaya, “ sıradan” in­ sanın yaşantısına ilgi duyulmaya başlanmıştır. Bu konuya daha 16. yüz­ yılda yönelmiş olan dergâhlar, “ kişisel” e karşı duyulan ilginin iyice öne çıkmasına özellikle yardımcı olmuşlardır. Kütüphaneler kuran, dini m e­ tinlerin açıklanmasına bir esas getiren dervişler, böylece, kentlerdeki (hatta zaman zaman taşradaki) oldukça büyük bir kitlenin, dönemin “ klasik” edebiyat bilgilerine sahip olabilmesine yol açmışlardır. Birçok insana, toplum un kabul edeceği bir tarzda yazılı olarak kendilerini ifa­ de etmenin yolunu göstermişlerdir. Tarikatlarının kuruluş menkıbeleri­ ni nakletmeyi sürdürmeleri, dervişlerin (ve onlara bağlananların) kendi­

83 Kafadar (1989), birinci tekil şahıs ağzından yazan bütün bu yazarları ayrıntılarıyla tanıtmaktadır.


lerini, dindar bir yaşam sürmelerine olanak sağlayan bir topluluğun mensupları olarak görmeye başlamalarına yol açmıştır; bu öyle bir top­ luluktur ki, eski bir ayakkabıcı çırağı ulemadan birini mahçup edebil­ mektedir. Şeyhin karşısında zorunlu alçakgönüllülük göstermelerine karşın, yüksek düzeyde eğitim almış çevrelerden gelmeyen bazı insan­ ların, tasavvuf yolunda ilerledikleri ölçüde kendi muhakeme güçlerine güvenleri artmaktadır. İlerde derviş olacak bir medrese mollasını ülke­ nin her yanında yollara düşüren de, A nadolu’nun en uzak köşelerinde­ ki şeyhlerin arasındaki çekişmeyi bu çevrenin dışındakilerin gözünde il­ gi çekici kılan da, doğru yolu arama, doğru şeyhi bulma isteğidir. Yazı­ lı kültüre katkıları sınırlı kalmış olan kadınların deneyimleri bile, bu bağlam içinde değerlendirilmiştir. 17. yüzyılın özellikle ikinci yarısıyla birlikte kişilik bilincinin iyice güçlenmeye başlamasına yol açan tek et­ men, kuşkusuz tarikat kültürü değildir. Ama bu kültürün önemini de küçümsememek gerekir.


ON BİRİNCİ BÖLÜM YEME-İÇME VE DOST SOHBETLERİ

Sünnet düğünlerinde olduğu gibi Osmanlı sarayında yapılan diğer düğün ve eğlencelerde de büyük ziyafetler ön planda tutulurdu. Yemek gündelik bir etkinlik olduğu için, Osmanlı yemek kültürünü gündelik görüntüsü içinde daha yakından tanımakta fayda vardır. Ancak burada daha çok büyük topluluklara ya da en azından önemli bir konuğa veri­ len yemeklerden söz edilecektir. Ayrıca evlerde yenilen öğünler ve bir vakıf kuruluşu ya da bir tekkenin misafirhanesinde sunulan yemeklere de değinilebilir. 16., 17. ve 18. yüzyıllarda sadece konuklara verilen bir yemek kültüründen söz edebiliriz, çünkü elimizde, ancak bu kültürle il­ gili yeterli bilgi vardır. Yeme içme kültürü ele alınmak istendiğinde önce bu kültürün mad­ di temelinden yani eldeki yemek malzemelerinden söz etmek gerekir. Bunlar, söz konusu bölgenin tarım ürünlerinden ya da özellikle İstan­ bul’a, Mekke’ye ve Medine’ye gemi yoluyla gelen erzaktan oluşurdu. Ayrıca, Osmanlı kentlerinin farklı yiyecek zevkleri de önemliydi. Bun­ lardan hangileri önemli zamanlarda lüks yiyeceklerin yerini alırdı, han­ gileri gündelik kullanım içindi, hangileri de kıtlık zamanında acil ihti­ yaç olarak kullanılırdı? Burada Osmanlı kentlerinin dışında kalan bir or­ tamda oluşmuş gelenekler önemli bir rol oynardı. 16. yüzyılda zeytin­ yağı Anadolu’da aydınlatmada kullanılır, yemeklerde ise pek görülmez­ di. Yemek tereyağıyla pişerdi.1 Önceleri yavaş yavaş, daha sonra ise te­ melden değişecek olan tereyağı alışkanlığı, bozkırlarda, büyükbaş hay­ van yetiştiricilerinin bulunduğu yerlerde gelişmişti. O zamanın insanlarının belirli gıda maddeleriyle ilgili toplumsal iti­ bar anlayışları besinlerin üretilmesi ve dağıtılmasında önemli bir etken oluşturuyordu. Gıda malzemelerinden herhangi birine az ya da çok iti-

1

Bu bölüm için EI2 de zengin bilgiler veren “ Matbakh” maddesi (Halil İnalcık) esas alınmıştır. Faroqhi (1988), s. 55.


bar edilmesi, yalnızca bunların alınışını değil, hazırlanışını da etkilerdi. Örneğin 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda etin sosyal itibarı yüksekti. Başkentteki birçok devlet görevlisinin makul fiyatla et satın al­ ma isteği, piyasada kabul görmeyeceği için, devlet, fiyatların siyasi ön­ lemlerle güvence altına alınması gerektiğini düşünüyordu.2 Etin kuşba­ şı kesilerek ve soslu veya sebzeli pişirilmesi alışkanlığı da etin az bulun­ ması yüzünden ortaya çıkmış olmalıdır. Diğer bir konu da, sofrada bir araya gelmekle ilgilidir. Kim kiminle yemek yiyor ve hangi şartlarda yemek toplantıları yapılıyordu? Burada özellikle kadınlarla erkekler arasındaki ayrım önemlidir. Bu bölümde vereceğimiz bilgiler daha çok erkeklerin katıldığı yemek toplantılarıyla ilgilidir. 18. yüzyılın başında, İngiliz büyükelçisinin hanımı sıfatıyla Edirne ve İstanbul’u ziyaret eden Lady Mary Montagu’nün yazdıkları çok değerlidir, çünkü sadrazamın eşi ve diğer yüksek rütbeli Osmanlı hanımları tarafından yemeğe davet edilmiş ve yazılarında kadınların ye­ mek ortamlarından söz etmiştir.3

Nân-ı Aziz4 Ekmek, en azından Anadolu’da, neredeyse sadece buğdaydan yapı­ lırdı, arpa ekmeği de büyük bir olasılıkla kıtlık zamanında tüketilirdi. Çavdar aslında pek bilinmeyen bir tahıl değildi, ancak o kadar az ekilir­ di ki, ekmek pişirmek denince lafı pek geçmiyordu.5 Evliya Çelebi, Di­ yarbakır çevresindeki dağlarda yaşayan Kürt köylülerin ekmeği kızıl da­ rıdan yaptıklarını yazmıştır.6 Buğdaydan yapılan ekmeklerin değişik çe­ şitleri bilinirdi. En çok sevilen beyaz ekmekti. Evliya Çelebi seyahatna­ mesinde Anadolu kentlerinin yöresel yemeklerini anlattığında beyaz ek­ meğin birçok türünden de söz eder.7 Fırını olmayan evlerde de yassı ek­ mek saçta pişirilirdi. Daha 15. yüzyılın başlarında, İspanya elçisi Ruy

2

Faroqhi (1984), s. 222.

3

Montagu, (der.) Jack ve Desai (1993)

4

Ekmeğin tanımı olarak “ nân-ı aziz” kaynaklarda sık sık kullanılmıştır. 16. yüzyılda Akdeniz bölgesindeki beslenmede Osmanlı tahılının rolü için krş. Braudel (1966), c. 1, s. 517-547.

5

İslamoğlu ve Faroqhi (1979), s. 416.

6

Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 144-145.

7

Krş. örneğin Evliya (189 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 97, s. 169, s. 359.


Gonzales de Clavijo Timur’un sarayına giderken Anadolu’da bu ekme­ ği tatmıştı.8 Yakacağın az olduğu dönemlerde ekmeğin yenebilmesi için, önceden ekmekler pişirilir, kurutularak hazır edilir, yenmeden önce de ıslatılırdı. Ekmek hamurundan dörtgen veya ay şekiller yapılır, içlerine et ya da sebze konulurdu, sonra yağda kızartılır ya da fırında pişirilirdi. Bu­ na 17. yüzyılda bugün de kullandığımız “ börek” adı verildi.9 1640 tarihli bir İstanbul narh defterinde yalnızca bir ekmek çeşidi­ nin adı geçmektedir, bu da muhtemelen “ fodla” diye bilinen türdür.10 1720 tarihli sûrnamede yer alan bir minyatürde bu tür ekmek pişiren fı­ rıncılar ve bir taş fırının çizimi vardır.11 1640 tarihli narh defterine gö ­ re, iki çeşit çörek satın alınırdı, biri “kaba çörek” , diğeri de “yağlı çörek” ti. Ayrıca, üç çeşit simit bulunurdu, bunlardan biri sükkeri [tatlı] halka, İkincisi susamlı halka, sonuncusu da bugün Türkiye’de hâlâ çok yenen simitti. İki çeşit hazır börek satın alınırdı, ayrıca üçgen şeklinde hamurdan yapılan “ tâbe kâhisi” vardı, ancak bugün bu çeşide pek rast­ lanmamaktadır. Bugün de tatil yerlerinde iştahla yenen, yağda kızartıl­ mış yufkadan yapılan gözleme vardır. Gözleme adı, pişirilirken ortaya çıkan göze benzer baloncuklardan dolayı takılmıştır.12 Narh defterinde bütün bu çeşitlerin yanı sıra lokmanın da adı geçmektedir. Günümüz­ de lokma denince akla şuruba batırılmış küçük toplar gelir, oysa Mev­ levilerde lokma sebzeyle karıştırılmış bir çeşit pilavdır.13 Narh defterin­ de hangisinin kastedildiğini kestirmek pek kolay değildir. Kaba çörek hariç, diğer çeşitler sıradan ekmekten üç kat pahalıydı. Bu pahalı çeşitler büyük bir olasılıkla bayramlarda ve mesire yerlerinde yenirdi. 16. yüzyılın ortalarında Habsburg elçisi Busbecq, tuz, yoğurt, sarmısak ve ekmekle karnını doyurabilen Anadolu insanının tevazuunu övmüştür.14 Tabii burada dikkate alınması gereken nokta Busbecq’in kendi halkına bu sözleriyle ders vermek istemesidir. Yeniçeriler çiftçiler­ 8 Ruy Gonzalez de Clavijo, (çev.) Markham (yeni basım 1970), s. 68. 9 Gökyay (1985), s. 60. 10 Ekmek ve hamur işleri ile ilgili biraz farklı bir liste Kütükoğlu’nda (1978) vardır. Erken 16. yy. için krş. Barkan (1942b), s. 331. Burada yemek ve pişirme maliyeti ile ilgili bir hesap vardır. 11 Bu tür fırınlar daha büyük evlerde de bulunurdu. 12 Kütükoğlu (1983), s. 91 13 Algar (1992). 14 Busbeck, (çev.) Von den Steinen (1926), s. 58, s. 110.


den daha şanslıydı. 16. yüzyılın sonunda yeniçerilerin et ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlama bağlamak için özel bir vergi konulmuştu.15

Şehriye, Bulgur ve Pirinç Ekmeğin yanında, bulgur ve darıdan yapılan bir çeşit lapa da bilinen bir gıdaydı; bugün bulgurun yerini alan birçok şehriye çeşidi 17. yüz­ yılda İstanbul’da bilinmezdi. Ancak 1640 tarihli narh defterinde iki çe­ şit şehriyeden söz edilmektedir: İstanbul ve Kahire çeşidi. İstanbul çe­ şidi “ beyaz” ve “ siyah” diye ayrılırdı.16 Şehriye günümüzde olduğu gi­ bi çorbalara da katılırdı. Büyük bir olasılıkla tel şehriye o zamanlar gö­ rece çok yeniydi, çünkü 16. yüzyılın tabhane ve tekkelerinin mutfak defterlerinde yalnızca bulgur çorbasına rastlıyoruz.17 Bitlis’i anlatırken Evliya Çelebi, mantıya benzeyen “ mahiçe” adlı bir salçalı hamur yeme­ ğinden söz eder.18 Evliya Çelebi “ herîse” denen bulgur lapasını Mekke civarında gör­ müştü. 1670’te burada pirinç hâlâ bulgurun yerini almamıştı. Seyyahı­ mız herîsenin etkisini över, kâfirlerle savaşırken gazilerin bununla bes­ lendiklerinden söz eder. Ayrıca kepçenin yanında diğer yemek pişirme gereçlerinin Peygamber zamanından kalma olduğunu iddia eder.19 Di­ yarbakır ve Bitlis gibi başka yerlerde de “ gendime aşı” veya “ mastaba aşı” denen lapa yemekleri ortaya çıkmıştı.20 16. yüzyılda pirinç hâlâ bir lükstü, çünkü Boyabat, Tosya ve bu­ günkü Plovdiv çevresinde çok sınırlı üretim vardı. Hali vakti iyi olan­ lar pirinci biliyorlardı. Tabhane hesaplarında bu açıkça görülmektedir. Yaşam standardı mutlaka daha mütevazı olan zaviyelerde bile 16. yüz­ yılın ikinci yarısında pirinç tüketimine rastlanmaktadır. Diyarbakır’da karanfil ve tarçınla tatlandırılmış bir karpuzlu pirinç yemeği yenirdi.21 Ayrıca bu değerli gıda çorba ve tatlılarda kullanılmak üzere sübye ha­ 15 16 17 18 19 20

Ergenç (1975), s. 160-161. Kütükoğlu (1983), s. 92. Bkz. Faroqhi (1988) s. 53. Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 144-145. Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 777. Evliya Çelebi, (der.) Van Bruinessen ve diğerleri (1983), s. 170-171, Evliya (der.) Dankoff (1990, s. 144-145. 2 1 Faroqhi (1988), s. 53-54; Evliya Çelebi (der.) Van Bruinessen ve diğerleri (1988), s. 178-179.


line getirilirdi. 17. yüzyılda, Nürnbergli savaş tutsağı Hans Wild’e An­ talya’nın merhametli insanları hastalığı sırasında pirinç çorbası içirmiş­ lerdi. 1640 tarihli İstanbul narh defterine göre kebapçılardaki nohutlu pirinç çorbasını içine limon sıkarak içmek olanaklıydı.22 Evliya bundan bahsetmemiş olsa da, 17. yüzyılın ikinci yarısında H icaz’da pirinç ol­ dukça yaygınlaşmıştı, çünkü Hint hükümdarlarının büyük miktarlarda Mekke’ye gönderdikleri pirinç, sadaka olarak dağıtılırdı. Ya da pirinç satışından elde edilen kazanç yine sadaka olarak dağıtılırdı. 1670 civa­ rında bu bölgede artık buğday tüketiminin yanında pirinç tüketimi de vardı.

E t ve Balık Etten söz edildiğinde Anadolu’da ve İstanbul’da kastedilen kuzu ya da koyun etiydi. Ayrıca Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi Sakız adası lezzetli sığır eti ile ünlenmişti. Sığır eti özellikle pastırma olarak tüketi­ lirdi. Pastırma 1640 tarihli İstanbul narh defterinde iki çeşit olarak gö ­ rünür.23 Tavuk eti anlaşılan çok az tüketilirdi ve oldukça da pahalıydı. Domuz eti Müslümanlar için hem haramdı, hem de bu etten iğrenilir­ di. Bir Müslümanın kendisini “ kâfirlerden” ayıran özelliği, domuz eti­ ni yememesiydi. Buna karşılık Hıristiyanların daha büyük kapalı toplu­ luklar halinde yaşadıkları Balkanlar’da domuz yetiştirilmesi ve domuz etinin tüketilmesi yasak değildi. Hatta yetiştiriciler devlete vergi vermiş­ lerdir.24 Köylerde kuşkusuz et yalnızca önemli zamanlarda yenirdi; örneğin düğünlerde, diğer eğlencelerde ya da bir hayvan yaralanıp öldürülmek zorunda kalındığında et yeme olanağı doğardı. Kentteki yoksullar et yeme olanağını çok daha az elde edebilmişlerdi. Ancak 1640 tarihli İs­ tanbul narh defterinde daha sınırlı bir parayla da et yiyebilmenin müm­ kün olduğu görülmektedir: İnce ince dilimlenmiş pastırmanın yanında bir de koyun etinden yapılmış sucuk vardı, ayrıca kebapçılardan baş ve paça satın alınabilirdi.25 Osmanlı yetkililerinin belirlediği üzere kırk bü­ yük parça ciğer kavurma bir akçeye satılırdı. Bu fiyat 150 dirhem (462 22 23 24 25

Wild, (der.) Narciss ve Teply (1964), s. 246; Kütükoğlu (1983), s. 93. Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 126; Kütükoğlu (1983), s. 93-94. McGowan (1969). Kütükoğlu (1983), s. 91, s. 93.


gr) ekmek fiyatına eşitti.26 Doğrusu İstanbul’daki ilişkiler anlaşılmazdı: Yüksek tabakadakilerin ve askerlerin ihtiyacını karşılamak için çok sayı­ da koyun kente getirilir, onların pek beğenmediği etler de büyük mik­ tarlarda pazarda satılırdı. Evliya’nın Osmanlı taşra kentleri betimlemelerinde özellikle sevilen et yemekleri üzerine genel bilgiler vardır, hatta seyyah bazen belirli ye­ meklerin tadarının nasıl olması gerektiğini bile en ince ayrıntısına kadar anlatmıştır. Örneğin Kütahya usulü, mütevazı bir paça yemeğini anlatır ve görünüşünün berrak, tadının ilik gibi olduğunu söyler.27 Birçok Ba­ tı Anadolu kentinde tandır kebapları da ortaya çıkmıştır. Ayrıca etli pi­ de vardır.28 Bitlis’te keklik kızartma, keklikli börek, keklik pilavı, yöre­ sel yemeklerdi.29 Ayrıca Evliya, Bitlis beyinin sarayında kalmıştı ve bu nedenle alışılagelmiş yiyeceklerden çok, ziyafet yemeklerini tanımış ol­ malıydı. Evliya’nın Edirne seyahatinde genellikle sarayda konaklamakla birlikte daha çok kentte dolaşmış olması, ancak bu yürüyüşleri sırasın­ da hiçbir ünlü et yemeğinden söz etmemiş oluşu ilgi çekicidir.30 İstanbul’un koşullan özgündür, çünkü kentin özel bir balık tüketi­ mi vardır. Belirli mevsimlerde balık, büyük sürüler halinde Boğaz’a akın eder. Karadeniz de aynı şekilde balık açısından zengin bir denizdir. Kentte, mercan, gümüş, lüfer, karagöz, kefal hep taze yenirdi.31 Eğer mevsimiyse, 1640’larda İstanbul’da balığın tanesi 3-4 akçe olurdu. Ay­ rıca bazı balıklardan “ pasdırma” , bazılarından lakerda ve turşu yapılır­ dı. Bu balık zenginliği sayesinde İstanbul, gıda temininde iç kısımlarda­ ki kentlere göre önemli bir avantaja sahipti. Taze balık yeme olanağı bir başka bölgede, Trabzon’da da vardı. Evliya Çelebi, çoğunlukla Laz olan balık satıcılarının çığırtkanlıklarını bile kaydetmiştir.32 Özellikle Karadeniz’de çok sık tutulan hamsiyi çağ­ rıştıran folklor hareketlerini anlatmış, hamsiyi tüm hastalıklara iyi gelen

2 6 Dirhem hakkında krş. Hinz (1955), s. 5. Osmanlı ağırlık ölçüleri için bkz. İnalcık (1983). 2 7 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt,’ s. 25. 28 Örneğin, Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 25. 2 9 Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1988), s. 144-145. 3 0 Kreiser (1975), s. 236 vd. 31 Kütükoğlu (1983), s. 94. 3 2 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 2. cilt, s. 92.


bir ilaç olarak tanıtmıştır. Hamsi kafası közlemesinden çıkan dumanın evdeki böcekleri ve yılanları uzaklaştırdığı da söylenmektedir. Trabzon­ lular bu balıkla yapılan “kırk” çeşit yemekle övünürler. Hamsinin kızar­ tılması, çorbada ve sosla kullanılması ya da böreklere iç olarak hazırlan­ ması fazla bir şaşkınlık yaratmaz. Her ne kadar Evliya Çelebi hamsinin fazla kokmamasını övmüş olsa da, meşhur baklavanın hamsili olmasını tasavvur etmek doğrusu güçtür. Büyük bir olasılıkla hamsili baklava de­ dikleri yufkadan yapılmış, içi hamsi ile doldurulup baklava şeklinde ke­ silmiş bir börekti. Evliya hamsiden çok etkilenmiş olmalı ki, hiçbir zaman yapmadığı bir şeyi yaparak bu balıkla ilgili bir yemek tarifini aktarmıştır.33 Bunun için, tahminen bugün kullanılan teflon gibi yüksek ateşe dayanıklı ağır bir tavaya ihtiyaç vardır. Temizlenen hamsiler onar onar şişlere çekilir. Maydanoz, kereviz, soğan ve pırasa karıştırılır ve bu karışımın da içine karabiber ile tarçın katılır. Sonra tavaya, ilk sırası balıkla başlamak üze­ re üst üste sebze ve balıklar dizilir. Üzerine zeytinyağı dökülür ve ta­ mamı hafif ateşte yaklaşık bir saat süreyle kızartılır. Seyyahın anlattığı­ na göre bu yemek şenlik günlerinde hazırlanırdı.

Meyve ve Sebze Anadolu kentlerindeki tekkelerin mutfak defterlerinde çorbalarda ve sebze yemeklerinde etin baharat gibi kullanıldığını görürüz.34 Ekmek ve çorbadan ibaret olan yemek listesinde, iklimin yetiştirilmesine el ver­ diği yerlerde sebze ve meyve de yer alır, el vermediği bölgelerde de ge­ tirtilmeye çalışılırdı. 1876 yılında Arap Yarımadası’nda ikamet eden In­ giliz yazar ve araştırmacı seyyah Charles Doughty, birçok Osmanlı ha­ cısı ve askerinin bulunduğu Cidde’de Taif vahalarından gelen sebze ve meyvenin satıldığını anlatır.35 Bu sebze ve meyveler, muhtemelen ga­ yet meşakkatli bir yolculuk yapan develerle getirilirdi. Fiyat listelerinde adı geçen ıspanak, soğan, lahana, havuç, turp, marul, pırasa ve asma yaprağı çeşitleriyle kalitesi hakkında ayrıntılı bir bilgi yoktur. Evliya Ç e­ lebi Bitlis betimlemesinde cacıktan da söz eder.36

33 age, 93. s. 3 4 Faroqhi (1988), s. 67. 35 Doughty (yeni basım 1979), 2. cilt, s. 551. 36 Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1988), s. 144-145.


Meyvelerle ilgili, damak zevkini anlatan birçok edebi metin vardır. Fatih Sultan Mehmed’in oğullarından Şehzade Cem’in (1459-1495) bir tanıdığı, şehzadenin Avrupa’daki sürgünü sırasında da karpuz, üzüm, elma ve armudu çok severek yediğini anlatmıştır. Bir 17. yüzyıl coğrafya metni Malatya’da köylülerin kağıtlara çeşitli kelimeler ve ata­ sözleri yazıp sonra tam olgunlaşmamış meyvelere yapıştırdıklarını belir­ tir. Kağıdın yapıştırıldığı yer yeşil veya sarı kalırken, meyvenin diğer yerleri olgunlaşarak esas rengini alırdı.37 Köylülerin çoğunun okuma, yazma bilmediklerini düşünürsek böylesi meyve üretiminin ne kadar lüks sayılabileceği özellikle anlaşılır. Evliya Çelebi Anadolu kentlerinde yetişen önemli ürünleri betimlerken meyvelerden de hep söz etmiştir. Örneğin, Evliya Kütahya’da 24 çeşit armut yetiştiğini, yedi çeşit sulu kiraz ve üzüm olduğunu, ancak üzümün pek iyi olmadığını anlatır.38 Ege sahillerinde turunçgilleri ve incir, badem ve nar gibi meyveleri öv­ müştür.39 Daha güneyde, sıcak ve nemli bir havası olan Adana’da da yetişen tu­ runçgiller ve incirin yanı sıra şekerkamışını anlatmış, Diyarbakır karpu­ zunu abartılı sözlerle övmüştür.40 Bitlis’i anlattığı bölümde on bir çeşit armuttan söz eder.41 Edirne’yle ilgili olarak kırmızı şeftalileri ve bugün bile kentin çevresinde yetiştirilen çok çeşitli ayvaları anlatmıştır.42 Meyveleri öven sadece Evliya değildi: Veba salgını sırasında İstan­ bullu derviş Seyyid Haşan günlüğüne akrabalarının ve tanıdıklarının ölümlerini not ediyordu ama kendisine hediye edilen bir meyve sepeti­ ni anlatmak için bu işi yarım bırakmıştı.43 Sepette iki armut ve iki üzüm çeşidi vardı; Seyyid Haşan meyvelerin anlatımında ayrıntıya girdiğinden verdiği bilgilerde bir dağınıklık görülür. Bu konuyla ilgili diğer bir bel­ ge de 18. yüzyılın başlarında, Osman Ağa’nın anılarıdır. Askeri seferler-

37 Caoursin, çev. Vatin (baskıda), s. 301. Nicolas Vatin büyük bir içtenlikle metnin bu bölümüne dikkatimi çekmiştir. Kâtip Çelebi (1732), s. 600. 38 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 25. 39 age, s. 97. 4 0 age, s. 338; Evliya Çelebi, (der.) Van Bruinessen ve diğerleri (1988), s. 178-179. 41 Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 144-145. 4 2 Kreiser (1975), s. 236 vd; Wild (1964), s. 246-247’de ağır hastalığının iyileşmesinde Antalya’nın meyvelerinin kendisine ne kadar iyi geldiğini anlatır. 43 Seyyid H asan, “Sohbetname” , 1. cilt, Resim 25a


den birinde Ligova kendnde tesadüfen bir gün konaklandığını ve bura­ da pazarda olgun kirazların uygun bir fiyatla satıldığını yazmış, pek de lezzetli olduklarını belirtmiştir.44

Tatlılar Meyvelere verilen değer tatlılara düşkünlükle bağlantılı olmalıydı. Her ikisi de daha 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı mutfağının belirgin özellikleriydi. 16. yüzyıl vakıf defterlerinde büyük miktarda kuru üzüm ve kuşüzümü tüketildiği görülmektedir. Bunlar zamanın İngiltere’sin­ de de çok sevilirdi.45 Tatlandırmada bal ve üzüm suyu da kullanılırdı. Şekerkamışı Mısır’dan ve Kıbrıs’tan az miktarda getirtilirdi ve bu ne­ denle büyük bir lükstü.46 1640 tarihli İstanbul narh defterinde dört şe­ ker çeşidinin adı geçer: Sükker-i mükerrer, ham sükker, nebat sükkeri ve “ beyaz, şehdâne ednâ [iyi kalite]” denen pazarda diğer şeker çeşitle­ rinin yanında az miktarda satışa sunulan bir çeşit.47 Bunların dışında bir de baharatlanmış şekerler vardı. İstanbul’da Kapalıçarşı’da satılan bu şe­ kerler darçın sükkeri, karanfil sükkeri, anison sükkeri, anber ve gül sük­ keri idi. Bunların kristal şeker olmadığı düşünülebilir, muhtemelen gü ­ nümüzdeki akide şekerine benziyorlardı. Bu bağlamda Sakız adasından esinlenerek sakız adı verilen ağaç reçinesinden yapılan bir çeşit şekerden de söz edilebilir. Sakız, devlet tekelindeydi ve 17. yüzyılda çoğu zaman valide sultanın geliri olarak gösterilirdi.48 Evliya, devletten pek az mik­ tarda da olsa gelir kaçıranın ölümle cezalandırıldığını ileri sürer.49 1640 tarihli narh defterinde üç çeşit sakıza rastlandığından, bugün hâlâ bil­ diğimiz sakız olarak varlığını sürdüren bu pek rağbet edilen damla sa­ kızı herhalde pazarda da kolayca bulunabiliyordu.50 Şeker ve meyvelerden reçel yapılırdı. Bu reçeller Avrupa’da yapılan marmelatlardan katı olmamalarıyla ayrılırdı. Evliya Çelebi Bitlis beyinin 4 4 Osman Ağa, çev. Kreutel (1962), s. 21. 4 5 Faroqhi (1978), s. 60. 46 Jennings (1993), birçok yerde, OsmanlIların fethinden 1640’a dek Kıbrıs’taki şeker üretimi üzerine birçok belge gösterir. 4 7 Kütükoğlu (1983), s. 98. 48 Reindl-Kiel ve Kiel (1991). 4 9 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 114. 50 Kütükoğlu (1983), s. 99. Ayrıca Evliya sakızın yaygınlaşmış başka türlerinin de olduğunu ileri sürer; age, s. 126.


sarayında yalnızca limon, ravent ve armut reçelini değil, yabani havuç, frenk üzümü ve küçük hindistancevizi reçelini de tatmıştır.51 Ayrıca zi­ yafetlerde meyve şuruplarının eksik olmaması gerekiyordu. Evliya Çele­ bi Bitlis’te nar, kayısı ve ravent şerbetiyle birlikte gelincik ve büyük ola­ sılıkla baldıran şerbetiyle karşılaşmıştı.52 Tatlılarla içeceklerin arasında hoşaflar vardı. Evliya hoşafları bazı kentlerin bir özelliği olarak nitelen­ dirir. Tire’de vişne hoşafı bulunurdu ve durumları iyi olanlar bu hoşafı dondurmayla yerlerdi. Vişne dağlık yerlerde, örneğin Uludağ’dan ya da Keşiş dağından toplanır ve iyice korunarak mahzenlerde saklanırdı. Busbecq de kuru meyvelerden yapılmış hoşaflardan söz etmiştir: Ona göre Osmanlı sofraları şenlik ve ziyafetlerde özellikle tatlıyla donatılırdı.53 1720’deki sünnet düğününde, yemeklerin yanında tüm konuklara baklava sunulmuştu.54 17. yüzyılın ortalarında bu tatlı, ücra bir kent olan Bitlis’te de bulunmaya başlamıştı.55 Ancak büyük bir olasılıkla bu tatlı, kentlilerin evlerinden çok bey sarayında tüketiliyordu. Fakat aynı tarihte baklavayı İstanbul’da herkes biliyordu. Her ne kadar bu tatlının 1640 tarihli narh defterinde adı geçmemekteyse de, baklavanın yapı­ mında ve sunulmasında kullanılan malzemelerin adları belirtilmiştir.56 Daha önce birçok çeşidiyle tanıştığımız “ tatlı” ekmeğin yanında Os­ manlı İmparatorluğu’nun birçok kentinde özel helva çeşitleri vardı. Helva değişik malzemelerden üretilebilir ya da doğal bir ürün olabilir­ di. Örneğin Diyarbakır’da belirli ağaçların yapraklarından yapılan kud­ ret helvası yenirdi.57 Edirne’de helvanın misk ile tatlandırıldığı sanılı­ yor; miskle karıştırılmış şeker İstanbul’da satılır ve belki yalnızca böyle bir tatlının yapımında kullanılırdı.58 İstanbul narh defteri bir de “ ak helva” dan söz eder. Bunun yapımı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bu ak helvanın çeşitleri vardı; biri ballı ve bademli, diğeri de susamlıydı. Ayrı­ 51 Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 118-119. Havuç şekerlemeleri bugün hâlâ İran’da hazırlanır; bu bilgi için Münih’ten Dr. Eberhard Krüger’e teşekkür ederim. 5 2 Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 144-145. 53 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 169; Busbecq, (çev.) Von den Steinen (1926), s. 58. 5 4 MM 4729. 55 56 57 58

Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 144-145. Kütükoğlu (1983), s. 220, s. 316. Evliya Çelebi, (der.) Van Bruinessen ve diğerleri (1988), s. 170-171. Kreiser (1975), s. 237; Kütükoğlu (1983), s. 101.


ca ilginç isimleri olan iki çeşit helva daha vardır ama nasıl yapıldıkların ı bilmiyoruz: Birinin adı “ firenk helvası” , diğerinin “ sabunî helva”ydı, herhalde helvaya görüntüsünden dolayı bu ad verilmişti. Osmanlı bü­ rokratları helvacı küreği gibi tatlı yapımında gerekli gereçleri unutma­ mış, her şeyin tam kaydedilmesine dikkat etmişlerdi.59 Helva, kentlilerin törensel yaşamlarında da önemli yer tutardı. Evli­ ya Çelebi ölülerin ruhu için dağıtılan helvayı anlatmıştır.60 Burada “ hel­ va sohbetleri” olarak bilinen sohbetler yapılırdı.61 Bir ayinin daha sönük ve dünyevileştirilmiş bir biçimi olan bu sohbetler ilk olarak Mevlevi ta­ rikatının kurucusu ve şair Mevlânâ Celaleddin’in yazılarında karşımıza çıkmıştır. Bu sohbetler 15 ve 16. yüzyılda lonca çevrelerinde yaygındı. Bu sohbetlerin anlamı hakkında çeşitli söylentiler vardır. İlgili bilgile­ ri 15. yüzyıl Osmanlı zanaatkar çevresine ait bir metinden öğreniyoruz. Helva sohbeti üzerine ilk hikâye Adem ile Tanrının barışmasıyla ilintilidir. Adem’in cennetten kovulmasından sonra suçunu kabul etmesi ve Tanrı­ nın büyüklüğünü tanımasıyla barışma gerçekleşmiş olmalıydı. İkinci hikâ­ ye yine aynı metinde geçmekte ve hiçbir tutarsızlığa düşmeden ilkini ta­ mamlamaktadır. Burada Hz. Muhammed’in ölümünden kısa bir süre ön­ ce aile üyeleri ve sahabesiyle bir helva töreni düzenlendiği anlatılır. Üçüncü bir hikâye de diğer iki hikâyenin bulunduğu metinden çık­ mış ve helva sohbetini Oniki İmam’dan biri olan Zeynel Abidin’in ya­ şamından bir olay ile bağlantılandırmıştır. İki zanaatkarın Zeynel Abi­ din’in hayatını kurtarması, zanaatkârlardan birinin küçük oğlunu kur­ ban etmesiyle gerçekleşmişti. Daha sonra İmam’ın iki kurtarıcısı lonca­ larının şeyhliğine getirilmişlerdi. Bu hikâyeyi belgeleyen metne göre helva töreni loncaya kabul töreninin bir parçasıdır. Ayrıca ölünün ar­ dından helva dağıtma geleneği muhtemelen İmam’ın kurtarılması için kurban edilen masum çocuğun anısıyla bağlantılıdır. Erken Osmanlı dönemi zanaatkârları bu kabul törenini Fütüvvet teşkilatı içindeki loncalarda yaparlardı. Selçuklu sonrası, hatta erken O s­ manlı döneminde birçok Anadolulu bu teşkilata üye olmuştur. Bu tö­ rende hazırlanan helvanın en basit şekli hurma ve sütten oluşurdu. H el­

59 Kütükoğlu (1983) s. 310. 6 0 Evliya Çelebi (1896 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 590. 61 Melikoff (1964). Bundan sonraki paragraflar bu makaleye dayanmaktadır. Derviş çevrelerinde tatlılara duyulan ilgi için krş. Algar (1992).


va töreni hakkında bize bilgi sunan metinde adı geçen helvanın yapılış şekli daha karmaşıktır. Bu helvada hurmanın yanında bir de yağ ve üzüm şurubu kullanılmıştır. Zanaatkarın kurban edilen çocuğunun ru­ huna hazırlanan helvanın yapılışı en karışığıdır. Bu helvanın yapımında hurmadan başka un, yağ, bal ve safran kullanıldığını görüyoruz. Anla­ şılan hurma burada başrolü oynuyordu. Ancak Anadolu’da hurma ye­ tişmediğinden bu tören ticaretin Mısır’a dek yayılmasıyla yalnızca belir­ li bir çevrede geliştirilip sürdürülebilmiştir. Törensel anlamı olan başka bir tatlı da aşuredir. Bu tatlı günümüz­ de, kuru üzüm, kuşüzümü, badem, fındık, kuru fasulye, yarma ve an­ tepfıstığı karışımından yapılır. Aşureye genellikle gül suyu dökülür ve nar taneleriyle süslenir.62 Aşure 16. yüzyılda da yapılırdı ve büyük bir olasılıkla benzer bir karışımdı. Aşurenin tadı da pişirenin olanaklarına göre büyük değişiklik gösterirdi. Bu tatlının hazırlanmasında tabhane­ lerin ve dini vakıfların hesaplarında görülen kuru üzüm ve kuşüzümü önemli bir yer tutar. Aşure aslında Muharrem ayının onuncu gününde, peygamberin torunu Hüseyin’in Kerbela’daki anısına hazırlanır ve da­ ğıtılır. Bu gelenek, inançlarında İmam Hüseyin’in önemli bir yeri olan Şiilere özgü değildi, Sünnilerce de benimsenmişti. Dini vakıflarda aşu­ re büyük miktarda hazırlanır ve dağıtılırdı. Günümüzde birçok ev ha­ nımı bu tatlıyı hazırladıklarında tatmaları için komşularına gönderir. Yeniçerilerin Hacı Bektaş Dergâhı’na, yani velilerinin dergâhına, büyük bir kazan bağışlamalarıyla ilgili bir rivayet vardır. Bu kazan yalnızca bay­ ramlarda aşure hazırlanmasında kullanılmış olmalıydı.63 Bir vakıf yok­ sullaştığında ve gıda dağıtımını kısıtlamak zorunda kaldığında, en azın­ dan aşure dağıtımının sürdürülmesine çalışılırdı.

İ çecekler ve Süt Ü rünleri İyi yemeye ve içmeye değer verenler için öncelikle suyun kalitesi önemliydi. Özellikle 17. ve 18. yüzyılda ancak kısıtlı gıda maddesi da­ ğıtabilen ya da dağıtmak isteyen vakıf sahipleri halka iyi içme suyu sağ­ larlardı. Bu amaçla ücretsiz su dağıtılan küçük, şık sebiller yaptırırlar­ dı.64 Evliya, Diyarbakır betimlemesinde o zamanlar kentin kuzeyindeki 62 Hikâyesi için krş. Algar (1992). 63 Faroqhi (1976); Algar (1992). 64 EI2 'deki “ İstanbul” maddesiyle (Halil İnalcık) krş.


inşaatlar yüzünden henüz kirletilmemiş olan Dicle nehrinin suyundan övgüyle söz eder.65 Suyun gerek akarken gerekse donmuş halinin bil­ lursu berraklığı seyyah tarafından özellikle övgüye değer bulunmuştur. Ayrıca bu suyun sindirimi kolaylaştırıcı olduğu ve o zamanlar hâkim olan teorilere göre insanların hastalanmasına yol açan beden salgısı faz­ lalığının etkisini ortadan kaldırdığı öne sürülürdü. Bitlis beyinin sara­ yında içeceklere, padişahın sarayı hariç, hiçbir yerde görülmeyecek den­ li büyük bir rağbet vardı. Daha önce değindiğimiz şerbetlerin yanında Evliya Çelebi çaydan söz etmiş ve böylece günümüzün bu ulusal içeceğinin Anadolu’daki tüketimiyle ilgili belki de en eski belgelerden birini aktarmıştır. Çay ke­ sin olarak Çin’den Rusya yoluyla ya da Güneydoğu Asya ve Hicaz yo­ luyla gelirdi. Çayın yaygınlaşmasıyla birlikte büyük miktarda Çin por­ seleni de Osmanlı İmparatorluğu’na girmişti.66 Ayrıca bir orkide türü­ nün kökünden yapılan ve günümüzde hâlâ sevilen bir kış içeceği olan salep gibi, rezene çayı da bilinirdi. Ayrıca su, pirinç unu gibi ko­ yulaştırıcı maddelerle çorbaya benzer bir kıvama getirilir ve sıcak ola­ rak tüketilirdi. Süt de içilirdi; Evliya Diyarbakır’daki sütün kalitesini övmüş ve Bitlis beyinin sarayında konuklara süt ikram edildiğini kay­ detmiştir. Süt ürünlerinden, uzun süre dayandığı için uzak mesafelerden de getirilebilen tereyağı çok yaygındı; İstanbul’da kullanılan yağ genellik­ le Karadeniz’in batısından gelirdi. Bir mutfakta kullanılan yağ bütün yemeklerin tatlarını etkiler, buna rağmen şu ana dek tereyağıyla ilgili bir kayda rastlanmamıştır. Tereyağlı taze ekmekten söz eden bir kaynak şimdiye kadar çıkmamıştır. İstanbul içinde ve çevresinde kadınlar -kuş­ kusuz erkekler de- kaymağı çok severler, bu süt ürünü dükkânlarda sa­ tılırdı.67 Peynir de görece az anlatılmıştır. Ancak Seyyid Haşan vebadan ölen eşini bir kez daha görmek için yola çıkmak zorunda kaldığında, ekmeğin içine konmuş bir parça kaşkaval peynirini yolda yemek üzere yanma aldığını kaydetmeyi ihmal etmemiştir.68 6 5 Evliya Çelebi, (der.) Van Bruinessen ve diğerleri (1988), s. 170. 66 Raby vc Yücel (1986) ile Raby (1986). 67 Braudel (1979), 1. cilt, s. 179 yağa ilişkin bu görüşü vurgular; Ahmed Refik (yeni basım 1988), s. 40. 68 Kafadar (1989), s. 143.


M önülerin H azırlanışı Mönü hazırlanması ile ilgili bilgiler, tek tek yemeklere oranla çok daha kısıtlıdır, ancak sanatında usta bir 18. yüzyıl Fransız aşçısının de­ diği gibi, kötü hazırlanmış bir mönü yemeğin etkisini ortadan kaldı­ rır.69 Bu aşçının çağdaşı Lady Mary Montagu, bir dul padişah kadını­ nın verdiği resmi ziyafette her yemeğin tek tek sofraya getirildiğini ve bir başka davette de çorbanın son yemek olarak verildiğini anlatır.70 Kahvaltı ile ilgili bildiklerimizi Bitlis beyinin sarayına ziyareti sırasında her sabah kendisine tatlı bir çörekle birlikte çeşitli marmelat ve reçeller sunulmuş olan Evliya Çelebi’nin verdiği bir-iki bilgiye borçluyuz.71 Kahvaltıda ne içildiğini Evliya anlatmaz, ancak Seyyid Hasan’ın günlü­ ğünde sabahları kahve içildiği yazılıdır.72 Kahve sadece aile ortamında içilmezdi, kimi zaman da evin selamlığında konuk ağırlamanın bir par­ çası olarak ikram edilirdi. Mönüler hakkında en iyi bilgileri arkadaşlarıyla toplandıklarında ne­ ler yediklerini çoğu kez kaydetmiş olan Seyyid Hasan’ın günlüğünden öğreniyoruz. Bu “ orta halli” çevrede, anlaşıldığı kadarıyla lezzetli ve çe­ şidi bol yemekler önemliydi. Örneğin büyük bir ziyafet söz konusu ol­ madığı halde bir akşam yemeği 17 çeşitten oluşabilirdi. Günlükte, bu akşam yemeğinde, etli bir tencere yemeğinin “ tatlı” , “ ekşi” ve “ nor­ mal” (yani özel bir katkısı bulunmayan) üç türü, soğan ve pazı dolma­ ları, pilav ve börek yendiği anlatılır. Ayrıca baklava, muhallebi ve iki çe­ şit hoşaf da vardı. Ardından günlükte açıkça belirtilmemesine karşın kahve ikram edilirdi.73 Bu örnekten ve Seyyid Hasan’ın günlüğünde geçen diğer mönüler­ den anlaşıldığına göre İstanbul’daki durumu iyi olan aileler gündelik yaşamlarında da genellikle güzel yemekler yiyorlardı. Yani bu tür ye­ mekler bu çevrelerde yalnızca düğün ve dini bayramlarla sınırlı değildi. Bu kitapta mutfağa bu kadar geniş yer ayrılmasının nedenlerinden biri de budur.

69 70 71 72 73

Yeniden düzenleyen Rombauer ve Rombauer Becker (yeni basım 1973), s. 18. Montagu, (der.) Jack ve Desai (1993), s. 88, s. 116. Evliya Çelebi, (der.) Dankoff (1990), s. 118-119. Seyyid H asan, “Sohbetname” , 2. cilt, Resim 67b. age, Resim 62b.


Kahve, Şarap ve Tütün Cem Sultan afyonlu şarabın şarap olarak değerlendirilemeyeceği gö ­ rüşündeydi, ancak tadını beğenmese de bu şarabı içerdi. Bitlis beyinin sarayında sıcak şarap ikram edilirdi. Şarabın içerdiği alkol, ısının etkisiy­ le ortadan kalktığından içilmesinde sakınca yoktu.74 Evliya’nın sözünü ettiği şarap alışıldık bir tür değildi, seyyahımız muhtemelen bu şarabı gezisinde tanımıştı. Ayrıca Evliya İzmir’in “ aslan sütü” denen şarabın­ dan söz eder. Özellikle de Sakız adasındaki bir manastırda sunulan ve sarhoş etmeyen bir şarabı anlatır, ancak adını belirtmez.75 Evliya muh­ temelen bu manastırda panayırla birlikte düzenlenen bir koruyucu aziz ayinine katılmış ya da en azından böyle bir ayin kendisine anlatılmıştır. O gün gayrimüslimler çok içki tüketirken, adada yaşayan az sayıdaki Müslüman da her an çıkabilecek bir çatışma için silahlanmıştı. Gayri­ müslimlerin bile her zaman ve her yerde öyle açıkça içki içmelerine ya­ salar izin vermiyordu. 16. yüzyılın ortalarında Busbecq ve Dernsch­ wam’ın yaşlanmakta olan Kanuni’yi (hd. 1520-1566) ziyaret ettikleri dönemde şarap yasağı daha da sertleşmiş, açık satışlar yasaklanmıştı. El­ çilikler içki sağlamakta sık sık güçlük çekmişlerdi.76 Osmanlı yönetimi yasağı kimi zaman sıkı kimi zaman da gevşek tutmuştu. 17. yüzyılda Kadızadeliler diye bilinen tutucular belli bir süre için yönetimde söz sa­ hibi olduklarında, yasakları çok arttırmışlardı. İlk olarak yaşamlarının önemli bir parçası şarap içmek olan Müslü­ man alt kültürlere şarap yasağı getirilmişti. Alt kültürlerin varlığı, hiç değilse yeni yasaklar konmadan önce, daha “ mütevazı” kentlilerce bu kusurlu dünyanın acınacak bir yanı olarak kabul edilirdi. Burada özel­ likle 16. yüzyılın ikinci yarısında sefer için toparlanmış leventlere deği­ nebiliriz. Leventler beylerbeylerinin vergileri tahsil etmek için kullandı­ ğı silahlı gücü de oluşturuyordu.77 Korsan gemilerindeki denizcilerin de çok içtiği kabul ediliyordu. 17. yüzyılda geçen bir korsan hikâyesin­ de bir paşanın en büyük oğlu korsanlara katılmış, babası da bunu ancak 7 4 Caoursin, çev. Vatın (baskıda), s. 301. 75 Evliya Çelebi (1896 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 123; Evliya Çelebi (der.) Dankoff (1990), s. 144-145. 76 Busbecq, (der.) Von den Steinen (1926), s. 20, s. 27; Dernschwam (1923), s. 101103. 77 Leventler için krş. Akdağ (1963), Cezar (1965), İnalcık (1980).


onun gibi bir sarhoşun yapabileceğini söylemişti.78 İyiyi kötüyü ayırt etmesi gereken bir din adamının ya da üst düzey bir âlimin sıradan bir vatandaş gibi içmesi çok daha kötüydü. Ayrıca bu bağlamda, tarikatlarda dolaysız yoldan Tanrıya ulaşabil­ diklerini düşünen ve bu nedenle şeriata ve yasaklarına bağlı olmadıkla­ rına inanan dervişlerden de söz edilebilir. Aralarındaki en önemli grup, Bektaşilerdi. Çok sayıda Bektaşi fıkrası derlemesi vardır, ne yazık ki bunların ortaya çıkış tarihleri genellikle tespit edilememektedir; bu yüz­ den de bunları kültür tarihçilerinin kullanması oldukça güçtür.79 Bu fıkralarda çoğunlukla çifte standartlı, kibirli bir âlim Bektaşi’yi kışkırtır, rakibinin yanında şarap ya da arağı övmesini ister. Burada tasavvuftaki aşığı Tanrıya yönelten “ruhun sarhoşluğu” ben­ zetmesi değil gerçek şarap kastedildiği, Abdal Musa Zaviyesi’nin 1826 yılında derlenen mal defterlerinde görülmektedir.80 Dervişlerin Güney­ batı Anadolu sahilinde içinde üzüm sıkmakta kullanılan mengeneler ve fıçılar bulunan şaraphaneleri vardı. Kahve 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem evlerde hem de kahvehanelerde içildi; 18. yüzyılın başlarında daha yaygınlaştı.81 1567 tarihli bir padişah fermanında Kahire’deki askerlerin nöbet başında bu­ lunmadıklarından şikâyet edilir.82 Bu askerlere ihtiyaç duyulduğunda, onları kahvehanelerden toplamak gerekirmiş. Kahve zevki, daha orta­ çağda kahvesiyle ünlenmiş olan Yemen’den Mekke’ye, oradan da hacı­ larla Mısır’a gelen bir yenilikti. 1600’lerde Ankara’daki bir kadı sicilin­ de bir kahvehaneden söz edilmiştir. O zamanlar diğer kentlerde de kah­ ve kavuran yerler vardı ve mukataa olarak verildiklerine göre büyük bir olasılıkla devlet tekeli altındaydı.83 16. yüzyılın sonlarına doğru bu içe­ cek Avrupa’da hemen hemen bilinmezken, Anadolu’nun ücra köylerin­ de bile içiliyordu. Çorum ’un bir köyünde küçük bir mukataa geliri olan bir kişi vergi toplama hakkını başkasına verip buradan elde ettiği paray­ la kahve alarak kâr edebileceğini düşünmüştü.84 78 79 80 81 82 83 84

Tietze (1942), s. 187-190. Yıldırım (1976). Faroqhi (1981), s. 56. Kissling (1957), Anonim (1980), Hattox (1988), D esmet-Gregoire (1991). Faroqhi (1986a), s. 91. age, s. 89. Faroqhi (1986b), s. 72; İstanbul için bkz. Mantran (1962), s. 209-210.


O dönemde Yemen hâlâ kahve üretilen tek bölgeydi. Kahireli tüc­ carlar kahve transit ticareti sayesinde 18. yüzyılın ortalarına kadar çok iyi para kazanmışlardı.85 Önceleri ihracat Mısır’a, Anadolu’ya ve Rume­ li’ye yapılırdı; ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında Fransız ve Hollandalı tüccarlar kuru kahveyle ilgilenmeye başladılar. Hint dokumaları, boya, afyon ve kahve sayesinde Kahireli tüccarlar, 1600 yılından itibaren ba­ harat ticaretinin Hollanda tekeline girmesine Venedikli meslektaşlarına göre çok daha rahat dayanabildiler. Ancak 17. yüzyılda kahve tüketimi padişah emriyle sık sık yasaklan­ dı, hatta bu yüzden kahvehaneler kapanmak zorunda kaldı.86 Farklı fiz­ yolojik etkilerine karşın kimi kadılar kahveyi şarapla kıyaslamışlardı. Z a­ rarının ispatlanamaz oluşu da kahvenin Hz. Muhammed ve ilk halifeler zamanında zararlı bir yenilik olarak değerlendirilmesi için yeterliydi. Kahvehanelerin hızla bir sohbet merkezi haline gelmesi ve bu sohbet­ lerin Osmanlı devlet memurlarınca pek kontrol edilememesi bir diğer yasaklama gerekçesi olarak göze çarpar. Kahve ithal eden büyük tüccar­ lar ticaretlerinin arada bir yasadışı ilan edilmesinden zarar etmişler, iç ve dış gümrük mültezimlerinin getirdiği kaçak kahveye de müşteriler yük­ sek fiyat ödemek zorunda kalmışlardı. Öte yandan macun biçimindeki afyon tüketimine Osmanlı devleti belirli bir hoşgörüyle izin vermişti. Afyona olan eğilimi bilinmesine rağ­ men Özdemiroğlu Osman Paşa 1584 tarihinde sadrazamlığa atanmış­ tı.87 Bazı Anadolu kentlerinde içine afyon ya da buna benzer maddeler konan “ berş” satışı bir gelir kaynağıydı.88 Evliya Çelebi Afyonkarahisar’da sadece esnafın değil, kadınların da afyon kullandıklarını şaşkınlık­ la yazmıştır. İsparta ve Afyonkarahisar çevresinde haşhaş 16. yüzyılda üretilmeye başlanmıştı.89 Evliya’nın anlattığına göre, kendileri gibi af­ yon içen karılarına kazanamadıkları için kahvehanelerde oturan esnaf, stoklarını civar bölgelerden temin ediyordu. 85 86 87 88

Raymond (1973-74), 1. cilt s. 131 vd. Kissling (1957), s. 353-354. Hammer (1834), 2. cilt, s. 503. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Ankara, Kuyudu Kadime 171, Resim 22b vd. Burada sözü edilen berş, lavdanom (afyon ruhu), haçiç otu ya da afyon şurubu olabilir.

89 Evliya Çelebi (1896 /9 7 -1 9 3 8 ), 9. cilt, s. 33-34.


Ancak tütün kullananların derdi büyüktü, çünkü tütün Amerika’da yetişirdi, dolayısıyla hayli uzun bir yoldan geliyordu. Tütün Ameri­ ka’dan Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa üzerinden, ya İtalya’dan ya da Habsburg-Osmanlı sınırından getirilirdi. Macaristan’da savaşan ye­ niçeriler tütün kullanımının yayılmasında önemli bir rol oynamışlardı. Bu konudaki bilgileri, şarap ve kahve yasağı koyan Sultan IV. Murad’ın (hd. 1623-1637) 1640’da verdiği bir emirden öğreniyoruz. Bu metin­ de yeniçerilerin ve süvarilerin tütün içmeye alıştıkları yazılıdır. Ayrıca Beyşehir’in uzak ve küçük bir köyünde de yasak olmasına rağmen tü­ tün üretildiğini öğreniyoruz; ancak sonraları bu konu araştırılacak ve sorumlular da cezalandırılacaktır.90 Sultan IV. Murad’ın 1640’ta ölümünden sonra, Kâtip Çelebi’nin (1609-1657) derlediği bir eserde IV. Murad’ın koyduğu yasakların ve verdiği cezaların tütünün yaygınlaşmasını pek engelleyemediği yazılı­ dır. Yazar, yasaklardan sonra gizli gizli tütün içildiğini gördüğünü be­ lirtmiştir. Kâtip Çelebi’nin kendisi tütün kullanmazdı ve tütünü -birkaç tıbbi istisna dışında- genel olarak zararlı bulurdu; tütün içme yasağını kaldıran bir kadıya bunu yapmaması gerektiğini söylemişti. Burada pra­ tik kaygılar ağır basar: Karşı durulamayan yasaklara duyulan nefretin önemli bir rolü vardır, ama tütünün dinen yasaklanması için mutlak zorlayıcı nedenlerin olmadığı düşüncesi de önemlidir. Böylesi kuşkulu bir durumda zayıflıklarıyla mücadele edilerek insanların günaha girme­ melerini sağlamak gerekliydi.91

Ziyafetlerde Sohbet ve Ritüeller Çoğunlukla saray çevrelerinde verilen ziyafetlerin anlatımlarına rast­ lıyoruz; diğer çevrelerde verilen yemekler hakkında bilgi ise pek azdır. Sadrazam eşinin davetlisi olan İngiliz elçisinin eşi Lady Mary Montagu davet sahibiyle yemekten önce sohbet ettiklerini söylemiştir.92 Lady Mary Montagu o zamanlar yeterli Osmanlıca bilmediği için sohbet bir Rum kadın tercüman yardımıyla gerçekleşebilmiştir. Sadrazamın eşi Lady Mary M ontagu’den tüm yemek çeşitlerinden tatmasını istemiştir. Bilgisi ve ufku geniş olan elçinin eşi bu davette yemek ve içeceklerle il­ 90 Mühimme Defterleri 88, s. 81. 91 Kissling (1957) Kâtip Çelebi’nin savlan ile ilgili genel bir bakış vermektedir. 92 Montagu, (der.) Jack ve Desai (1993), s. 87.


gili yeni tecrübeler edinmişti, ancak önüne getirilen her yemeği tada­ madığı için üzüldüğünü yazmıştır. Ziyafetin sonunda kahve ikram edilmiş ve iki cariye Lady Mary M ontagu’nün saçlarına, elbisesine ve mendiline koku sıkmıştır. Lady Mary Montagu, tercümanından bu­ nun bir nezaket göstergesi olduğunu öğrenmiştir. Son olarak da sad­ razamın eşi cariyelerin saz çalıp raks etmelerini emretmiştir. Daveti ve­ ren sadrazamın eşi gösteri pek güzel olmadığı için Lady Mary Monta­ gu’den özür dilemiş, kendisinin dünyevi eğlencelerle pek ilgilenme­ mesi nedeniyle cariyelerini de eğitemediğini belirtmiştir. Lady Mary Montagu ayrıca sadrazamın kâhyasının eşi tarafından da kahve içmeye davet edildiğini yazmıştır.93 Davet sahibesi kendisi­ ni koltukta oturarak karşılamıştı, ayaklarının dibinde de kızları oturu­ yordu. Sonra ev sahibesi ayağa kalkmış, Lady Mary M ontagu’ye say­ gı göstererek odanın en değerli köşesinde yer vermişti. Burada da “ lavta” ve “ gitar” eşliğinde dans edilmiş ve Lady Mary M ontagu’nün gelmesinden hoşnut görünen bazı cariyeler de şarkı söylemişlerdi. Kahve ikramından önce odaya kokular serpilmişti, bu arada sürekli sohbet ediliyordu. Ayrılırken Lady Mary M ontagu’ye, tercümana ve iki hizmetçisine şal hediye edilmişti; davetlinin seviyesine uygun ola­ rak, şallar ince işlemelerle bezeliydi. Anlaşılan elçinin eşiyle kâhyanın hanımı iyi anlaşmışlardı; bu ziyafetin içten havasının yalnızca nezaket kurallarının yerine getirilmesinden kaynaklanmadığı pekâlâ düşünüle­ bilir. Lady Mary Montagu’nün anlattıklarından kendisine sunulan ye­ meklerin alışık olmadığı ve bilmediği türden olduğunu, ancak göste­ rilen nezakete ve iltifatlara alışık olduğunu anlıyoruz. Osmanlı İmpa­ ratorluğu’nda soy esasına dayanan bir aristokrasi bulunmadığından, 17. yüzyıl sonuna doğru, saraydaki asker ve sivil bürokratların, aynı zamanda yüksek konumdaki ulemanın bir de f acto aristokrasi oluştur­ duğunu belirtmemiz gerekir.94 Kendisi de bir İngiliz soylusu olan Lady Mary Montagu bu soylu erkek ve kadınların davranışlarım yal­ nızca anlaşılır değil aynı zamanda sevimli bulmuş, bu da anlatımına ayrı bir çekicilik kazandırmıştır.

93 age, s. 88. 9 4 Abou-El Haj (1991), s. 44 vd.


Kadınlar hemcinsleri olan arkadaşlarının ya da tanıdıklarının evlerin­ de yemek, müzik ve sohbet için toplanırlardı (krş. 6. Bölüm).95 Kentli erkeklerin dışarıda görüşebilecekleri yerleri vardı. Evliya Çelebi Bursa’da 17. yüzyılın ortasında 75 kahvehane olduğunu yazmıştır. Buralarda hi­ kâyeler anlatılır ve ilgi çekici gösteriler yapılırdı. Bu yüzden eğitimli ve zengin beyler de kahvehanelere gelirlerdi.96 Evliya, Kurban Alisi Ham­ za’yı dönemin en iyi meddahı sayıyordu; başka bir meddah, Şerif Ali de Firdevsî’nin klasik Farsça destanıyla ünlenmişti. Ne yazık ki Şerif Ali’nin bu eseri özgün dilinde mi, yoksa Osmanlıcaya çevirerek mi anlattığını bilmiyoruz. O zamanlar Bursa’nın en muteber kahvehanesi olan Emir’de köçek oynatılırdı. Evliya Çelebi Bursa sakinlerinin boza ikram etmelerini görgü kurallarını iyi bilmelerinin bir işareti olarak anlatır. Çeşidi dini inançlardan içki sevenlerin bir araya geldiği meyhanelerin var olup olmadığı, varsa ne yaygınlıkta olduğu sorusuna cevap vermek mümkün değildir. Kanuni Sultan Süleyman meyhaneleri kapattırmıştır, ancak ardıllarının yeniden açtırdığı sanılıyor.97 IV. Murad içki içenlere ve meyhanelere şiddetle karşı çıkmasıyla tanınmıştır. Yine de onun döne­ minde meddahlar, meyhane tutkunu sultanın akşamları dışarı çıktığında karşılaştığı ve insanları komik cevaplarıyla kendi tarafına çekebilmesini bi­ len Bekri Mustafa’nın hikâyelerini anlatıyorlardı. Evliya Çelebi, Bekri ile aynı dönemde yaşamıştı. Eflak beyi Kantemiroğlu, Bekrî’nin fıkralarını 18. yüzyılda bir araya getirmiştir.98 Bu fıkralarda tüm kentin tanıdığı bu sarhoşun, padişahı şarap içmeye nasıl alıştırdığı ve aslında ancak erdemli insanlara gösterilebilen teveccühün ona gösterildiği anlatılmaktadır. İstanbul narh defterinden o dönemde başkentte hazır yemeklerin sa­ tıldığını öğreniyoruz. Esnaf alaylarında canlı olarak tasvir edilen sahneler de gösteriyor ki bu yemekler sadece alınıp sokakta yemek için değil, aynı zamanda evlerdeki büyük sofralarda da yenmek için hazırlanıyordu.99 Et

95 Lady Mary Montagu ünlü bir betimlemesinde böyle bir ziyareti anlatır: Montagu, (der.) Jack ve Dcsai (1993), s. 58-60, Bunun için Melman’ın yorumlarıyla ile krş. (1992), s. 77-98. 9 6 Evliya Çelebi (1 8 9 6 /9 7 -1 9 3 8 ), 2. cilt, s. 26. 9 7 Busbecq, (der.) Von den Steinen (1926), s. 180-181. 98 Cantemir (1734), s. 249-250; Jacob (1904). 9 9 Kafadar (1989), s. 143’te iyi bir yaşam tarzına yönelik bir özdeyiş olarak “pazarda” hazırlanmış yiyeceklerden olabildiğince kaçınılması gerektiğini belirtir.


pişiren dükkânlar da vardı. Günümüzün kebapçıları o dönemde ortaya çıkmıştır. Ancak bu kebapçıların müşterileri orta halliydi, çünkü et satın alabilecek güçte olanlar evlerinde pişirirlerdi. Bazı kebapçılar aynı zamanda dervişlerin buluşma yerleriydi. Mah­ mud Hüdaî’nin (1 5 4 3 /4 4 -1 6 2 8 /2 9 ) günlüğünde, hocası Üftade’nin hocası olan Bursalı derviş Hızır’ın Boğdan kökenli olduğu ve bir dev­ şirme hikâyesiyle bir anda imparatorluğun odak noktası haline geldiği yazılıdır. O zamanlar, yeniçeri eğitiminin bir parçası olarak bir çiftçi ai­ lesinin yanında zorunlu çalışan Hızır’ın ayaklan soğuktan donar; ustası ona “işe yaramaz yiyici” der ve kapının önüne koyar. Bunun üzerine devşirme Bursa’ya gelir ve bir kebapçının yanında çalışmaya başlar. Bu­ rada maddi durumunu düzeltir, hatta başka gençleri doyuracak düzeye gelir. Bir derviş ve ruhsal ilerlemenin kaynağı olarak Hızır’ın ününün, kebapçılıktaki ününe önemli bir katkısı olmuş olsa gerekir.100

Yemek K ültürü Osmanlı kentlisinin sanata açılışını anlatan bu kitapta yemek sana­ tına bu kadar geniş bir yer ayrılmış olması şaşırtıcı gelebilir. Ama bura­ ya kadar öğrendiklerimize bir bakacak olursak, dost meclislerinin ve buna bağlı yemek sanatının sadece saray çevresinde değil, zengin kent­ lilerde de önemli bir yeri olduğunu görürüz. Ahbap toplantılarında ka­ dınlar ve erkekler ayrı yerlerde ama aynı yemekleri yerlerdi. Konuklara en azından kahve ya da şerbet ikram edilirdi. “Yüksek” sanatların sıcak kabul gördüğü çevrelerdeki saygın hanımların, haremlerindeki cariye­ lerin saz ve hanendelik eğitimlerini denetlediğini görmüştük. İyi bir zi­ yafetten sonra müzikli eğlencelere geçilmesi, ziyafeti veren hanımın zevkini ve organizasyon yeteneğini misafirlerine gösterebilmesi için gerekliydi. Tabii aynı şey erkeklerin ziyafetlerinde de geçerlidir.101 Bu tür ziyafetlerde konuklara verilen yemek, özenle hazırlanmış bir “ top­ lu sanat” olayının odak noktasıydı. Bu yüzden müzik ve edebiyat gös­ terilerini bu ziyafetten ayırmak mümkün değildir. 15. yüzyıldan itiba­ ren Osmanlı ziyafetlerine katılmış olan birçok Avrupalı erkeğin bu noktalara Lady Mary Montagu kadar ilgi göstermemiş olmaları çok üzücüdür. 100 Beldiceanu-Steinherr (1956), s. 55-58. 101 16. yy’ın ikinci yarısındaki meclisler ve özellikleri ile ilgili krş. Fleischer (1986), s. 23.


III DEĞİŞEN KÜLTÜR



ON İKİNCİ BÖLÜM KRİZLER VE YENİ BAŞLANGIÇLAR (

1770 - 1839 )

İmparatorluğun birçok bölgesindeki halk için olduğu kadar Osman­ lı üst sınıfı için de 18. yüzyılın son çeyreği, bir kâbus dönemiydi. Birin­ cisi, Anadolu’da, Balkanlar’ın birçok yerinde, hatta Mısır’da uzun za­ mandır yaşanan ekonomik zenginlik 1760-1770 yıllarında sona ermişti. Bu durum, 18. yüzyılın başında, Venedikliler ve Habsburglularla yapı­ lan uzun süreli savaşların 1718 yılında son bulmasıyla kendisini göster­ meye başlamıştı. Gerçi eski araştırmacılar 18. yüzyılın bütününü gerek devletin gerekse Osmanlı toplumunun bir kriz dönemi olarak değerlen­ dirmişlerdi, ancak bu değerlendirme ekonomik açıdan kesinlikle geçerli değildir. Çünkü birçok Anadolu kenti 17. yüzyıldaki ayaklanmalar sıra­ sında uğramış olduğu zararları 18. yüzyılın ilk yarısında gidermişti.1 Os­ manlı ekonomisinin dokumacılık gibi bazı alanları 18. yüzyılın başından itibaren büyük bir gelişme göstermişti. Örneğin Tokat’ta pamuklu ku­ maş üreten bir imalathane kurulmuş, ancak eski Ankara tiftiği dokuma­ ları da pazardan kalkmamıştı. Ege adalarından Sakız’da ipek kumaş üre­ tiliyor, gerekli sermaye de denizcilikten sağlanan kazançtan geliyordu.2 Ancak konjonktürün ani değişimi çok dramatik oldu. Uzun bir ba­ rış döneminden sonra 1 7 6 8 ’de Rusya’ya karşı girişilen yeni bir savaşın hazırlıklarının karşılanması ve savaşın kazanılması, ekonomik bir krizin ortasında çok zordu. 1 7 7 4 ’teki Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan son­ ra İstanbul ilk Müslüman sığınmacı akınıyla karşılaştı. Bunlar Rusların Kırım’da gittikçe artan baskıları nedeniyle ülkelerini terk etmiş olan Ta­ tarlardı.3 Yitirilen savaş ve ekonomik kriz nedeniyle oluşan güvensizlik, uzun bir refah döneminin ardından çoğu insanın hiç beklemediği bir dizi gerileyişten daha büyüktü. 1

Burada söz konusu olan Urfa’daki ayaklanmadır; Suraiya Faroqhi’nin EI2’deki “al-Ruha” (“Osmanlı Dönemi ve Modern Çağ” ) maddesi ile krş.

2

Genç (1 9 8 4 ); Stoianovich (1 9 6 0 ).

3

Aksan (1 9 9 5 ).


K rizin Nedenleri Aslında 1760 yılından itibaren yaşanan zorluklar birçok etkenden kaynaklanıyordu. Önemli bir bölümü, Avrupa’da gelişmekte olan kapi­ talist sistemin Osmanlı ekonomisi üzerindeki dolaylı ya da dolaysız, ama güçlü baskısıyla ilintiliydi. Bu zamana dek Kahire’den Osmanlı kentlerine ve Avrupa’ya yapılan kahve ticareti önemini korumuştu. An­ cak 18. yüzyılın ikinci yarısında Karayipler’de Afrikalı kölelerin yetiştir­ diği café des iles, Kahire’deki Yemen kahvesiyle rekabet etmeye başla­ mıştı.4 Yerli sanayi kapitalist rekabetin tüm ağırlığını asıl 1 8 1 5 ’ten son­ ra hissetmiş olsa da, İngiltere’de başlayan sanayileşme 18. yüzyılın son çeyreğinde kendini belli etmişti. Küçük Yunan kasabası Ambelakia’daki kırmızı pamuk ipliği üretimi, makineleştirilmiş İngiliz dokuma fabrika­ larından gelen büyük taleple en parlak dönemini yaşamıştı; ancak 1800 yılından itibaren iplik fabrikalarının makineleştirilmesiyle bu yarı fabri­ kasyon ürünün pazarı da birkaç yıl içerisinde ortadan kalktı.5 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun önce II. Katarina’nın Rus ordusuna, ardından da devrim sonrası Napoléon Fransa’sına karşı giriştiği savaşların etkileri de önemliydi. Bu orduların donatımı, geliştirilen strateji ve taktiklerin uygulanması, Osmanlı Dev­ leti’nin yalnızca belirli sektörlerden beslenen ekonomisinin gücünü aşı­ yordu. Bu durum birçok sanayi kuruluşunun verimliliğini zamanla azal­ tan vergi alımlarına yol açtı. Osmanlı yönetimi öteden beri zanaatkâr­ lardan önemli askeri malzemelerin yapımını ve hizmet gücünü talep eder, bu zanaatkarlara ya hiç ödeme yapılmaz ya da piyasa değerinin çok altında para verilirdi.6 Böylece devletin borçlanması önleniyordu, oysa Fransa Krallığı 1 7 8 9 ’da bu nedenle çökmüştü. Öte yandan sanayi sektöründe sermaye birikimi bu yüzden neredeyse olanaksız hale gel­ mişti. Maliye için en kolay çözüm verimli işletmelere iyice yüklenmek­ ti. Ancak bu işletmeler çoğunlukla savaş koşullarının aşırı yükünden do­ layı piyasadan çekilirler ya da ürünlerini önemli oranda azaltmak zorun­ da kalırlardı. Daha çok 18. yüzyılın ikinci yarısındaki uzun süreli savaş­ ların ardından Osmanlı sanayiinin birçok kolu bütünüyle durmuştu.7

272

4

Raymond (1 9 7 3 -7 4 ), c. 1, s. 155 vd.

5

Stoianovich (1 9 6 0 ), s. 2 5 7 .

6

Genç (1 9 8 4 ) krş, s. 6 4 -7 2 .

7

age.


Gaziantep’in pamuklu dokuma ihracatının 1 7 7 8 -7 9 ’a dek yolunda gidip daha sonra krizden şiddetle etkilenmesi savaşın getirdiği zararlara iyi bir örnek olarak değerlendirilebilir. Halep’in yaşadığı ağır krize rağ­ men yüzyılın ilk yarısında kent çevresinde yeni girişimlerde bulunul­ muştur: 17. yüzyıldan beri hem Batı Avrupa’da hem de Osmanlı İmpa­ ratorluğu’nda önemli bir pazar payı elde etmiş olan pamuklu hint do­ kuması bu bölgede büyük bir başarıyla taklit edilerek üretilmişti.8 Ga­ ziantep’te yapılan taklit dokumalar günümüze dek örneklerinin korun­ duğu Marsilya’ya gönderilirdi. Krize neden olarak Osmanlı İmparator­ luğu’nun İran ile sık sık savaşa yol açan anlaşmazlıkları gösterilir. Suri­ ye’de dokumacılara büyük zarar veren kötü hasat ve olağanüstü soğuk güçlükleri daha da artırmış ve bu güçlükler biraz olsun hafiflemeden, devrim dönemi sırasında (1 7 9 2 ’den sonra) Fransa’da çıkan savaşlar ih­ racat olanağına son vermiştir.9 Dayanıklı Sektörler 1 7 6 0 ’larda başlayan kriz dönemi sırasında, birçok ekonomi sektörü, hatta imalathane genel rahatsızlıktan pek az etkilenmişti. 18. yüzyılın altmış yıllık ilk dilimi ticaretin en parlak olduğu dönemdi. Bu dönem­ de birçok gayrimüslim Osmanlı, Avrupalı tüccarların simsarı ve aracısı konumundan çıkıp kendi hesabına çalışmaya başlamıştı. Viyana’da ve Habsburg İmparatorluğu’nun diğer kentlerinde Rum ve Sırp tüccarla­ rın aktif kolonileri vardı. Bunlar Habsburglu yöneticiler tarafından O r­ todoks oluşları, özellikle de padişahın tebaası olmaları nedeniyle kuş­ kuyla karşılanmışlardı gerçi, ancak yine de önemli bir etkinlik göster­ mişlerdi.10 O zamanlar Habsburgların elinde bulunan Trieste limanı çok daha iyi olanaklara sahipti. Viyana hükümeti Trieste’de deniz aşırı ticaretin canlanması için çaba gösteriyordu ve kuzey İtalya bölgesinin limanı olan Venedik o zamanlar gözden düşmüş olduğundan, canlan­ ma gerçekten de olanaklı görünüyordu. Her ne kadar sonuç alamamış

8

Daniel Roche (1 9 8 9 ), s. 1 2 6 -1 2 7 ’de, Fransa kralı gibi İngiltere kralının da Hint dokumalarının ithalini yasakladığını, ancak bu yasağın pek nadiren uygulanabildiğini anlatır.

9

Fukosowa (1 9 8 7 ), s. 133 vd.

1 0 Stoianovich (1 9 6 0 ), s. 2 6 5 -2 6 6 ; Sandgrubcr (1 9 9 3 ), s. 6 7 5 -6 7 6 .


olsa da Habsburg yönetimi bazı tüccarları Trieste’den Çin’e gitme ko­ nusunda yüreklendirmişti.11 Rum gemi sahipleri ve kaptanlar için bu yeni limanın gayet elverişli bir gümrüğü vardı.12 1774 yılına kadar Osmanlılara ait olmayan gemi­ lere kapalı olan Karadeniz’de Osmanlı tebaasındaki Rum gemiciler uzun süreden beri ayrıcalıklı bir konuma sahiptiler. Ancak Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanan 1768-74 savaşının ardından Karadeniz önce Rus gemilerine, sonra da diğer gemilere açılınca Rum gemiciler de Rus bandırası altında konumlarını korumayı bildiler. Odessa limanı, 1794 yılında çarlar tarafından tahıl ticareti için kurulmuştu.13 Etkin bir cema­ at oluşturan Rum tüccarlar kente yerleşmişti. 1821’deki Yunan Ayak­ lanmasını düzenleyen Filiki Eterya adlı örgüt 1814 yılında Rus ege­ menliğindeki Kırım’da kurulmuştu.14 Fransızların rekabet gücü, Yedi Yıl Savaşları (1 7 5 6 -6 3 ), Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1 7 7 4 -8 3 ), ve özellikle Fransız Devrimi’yle birlikte Napoleon’un fetih politikası sonu­ cu girişilen savaşlar (1 7 9 2 -1 8 1 4 ) sırasında felce uğradığında, Rumların deniz ticareti en parlak dönemini yaşadı.15 Bu savaşlar sırasında bazı Rum gemileri İngilizlerin hizmetinde korsanlık bile yapmıştır. Savaş kaynaklı bu ekonomik ilerlemeler, Yunanlı armatörlerin, yüzyılın so­ nunda Osmanlı ekonomisinin birçok sektörünü etkisi altına alan krizi nispeten zarar görmeden atlatmalarını sağlamıştır. Osmanlı sanayii ve ticaretinin 1 7 6 0 ’a kadar olan zenginliği 19. yüz­ yılda Balkanlar’da görülen ulusçu hareketlere de zemin hazırlamış, da­ ha çok kentlerde biçimlenmiş farklı bir toplum oluşturmuştu. Bu süre­ ci Bulgarlar iyi kullanmışlardı. 17. yüzyılda Rusçuk, Sofya ya da Vidin gibi kentlerdeki, çoğunluğu Osmanlı yönetim mekanizmasıyla ilintili az sayıda zengin insan, yoksul vatandaşlardan oluşan ve ekonomik açıdan daha az örgütlü bir kitleyle karşı karşıya gelmişti.16 Durum, 18. yüzyı­ lın akışı içerisinde bazı tüccarların, zenginlerden oluşan gruplara girme­ ye başlamasıyla değişikliğe uğradı. Bu topluluk 19. yüzyılda da farklı

11 12 13 14 15

Dermigny (1 9 6 4 ), c. 3, s. 2 4 9 -2 5 0 . Paskaleva (1 9 9 3 ), s. 1050. Tsirpanlis (1 9 9 3 ). Shaw ve Shavv (1 9 7 7 ), s. 17. Panzac (1 9 9 2 ); Tsirpanlis (1 9 9 3 ).

1 6 Todorov (1 9 8 0 ), s. 149 vd, 163-165.

274


taşmasını sürdürmüş ve din adamı olmayan ama eğitimli kişilerden kü­ çük bir grup oluşmuştu.17 Özellikle kumaş tüccarları zenginleşmişti. Bu tüccarlar yerel yünleri işleterek basit ve ucuz kumaş ürettirirlerdi, bu­ nun yanında sık sık çevredeki çiftçileri özellikle kışın “ek” dokumacı olarak işe alırlar, onların mallarının Anadolu’nun her köşesine satışını düzenlerlerdi. Bugün hâlâ Balkan kentlerinde görülebilen zarif konak­ lar bu tüccarların en başarılı olanlarının zenginliğini yansıtmaktadır.18 Bu tüccarlar ayrıca kilise ve okullara parasal yönden destek olmuşlar ve 1 8 0 6 ’dan başlayarak Bulgarca kitaplar basan ilk matbaaların kurulması­ nı sağlamışlardı.19 Onlar olmadan 19. yüzyılda Bulgaristan’daki “ulusal Rönesans” ortaya çıkmayabilirdi. Yerinden Y önetim ve Yerel İk tid ar Sahipleri 16. yüzyılda ve 17. yüzyılın bir bölümünde Osmanlı devleti o zamanın teknik olanakları çerçevesinde doğrudan merkezden yönetilirdi. Fakat 17. yüzyıldan itibaren sürekli artan parasızlık, valilere yerel yönetim için kaynak aktarılamamasına yol açmıştı. Bunun üzerine valiler görevlerini yerine getirmelerini sağlayacak ekonomik kaynaklar için halktan vergi toplamak zorunda kaldılar. Çok sık değiştirildiklerinden, ayrıca yerle­ rinde genellikle pek bulunmadıklarından, valiler bölgeye vergi tahsil­ darları atarlardı. Bu tahsildarların elinde hatırı sayılır yetkiler vardı. Ver­ gi yükümlülüğü altındaki bir vilayet sekenesinin götürü vergilerini, az ya da çok yasadışı kazanç olanaklarının ortaya çıktığı bazı köy ve mahal­ lelerde bazı aileler kontrol altına almış ve nüfuz sahibi olmuşlardı. 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında, bu taşra ileri gelenlerinden bazıları büyük mülkler edinmişlerdi; ama bu mülkler, onların yaptırım güçleri­ nin mutl ak önkoşulu değildi. 18. yüzyılda birçok bölge artık yalnızca görünüşte padişahın dene­ timi altındaydı. Bu bağlamda Tuzcuoğulları Karadeniz sahilinin doğu­ suna egemendi, Orta Anadolu’da esas güç Çapanoğullarının elindeydi, Ege sahilinde Karaosmanoğulları pamuk ve tahıl ihracatını denetliyor­ du. Balkan yarımadasında da böylesi iktidar sahipleri vardı, kimi zaman

1 7 Roth (1 9 9 3 ), s. 20. 18 Todorov (1 9 8 0 ), s. 2 1 7 vd. 1 9 Skowronski (1 9 9 3 ), s. 1 37-139.


bir eyaletin bütününü denetimlerine almışlardı. Hatta 1808 yılında bu âyânın oluşturduğu bir koalisyon devlet yönetiminde resmen söz sahi­ bi olmuş, bunun üzerine II. Mahmud (hd. 1808-1838) bu derebeyle­ rini yıpratabilmek için uzun süren ama başarılı bir mücadele vermişti. Bu derebeylerinden sadece bazıları politikaya karışmadan, toprak sahip­ leri olarak varlıklarını sürdürebildiler. Bu yüzden günümüze ulaşan ya­ pıların pek azı büyük toprak sahiplerine ait olup çoğunluğu daha az nü­ fuzlu yöre eşrafından kalmadır.20 K ültürel Çevrenin Etkileri: Vakıflar Osmanlı kültür yaşamını oluşturan en önemli unsurlardan olan di­ ni vakıflara bağlı çok sayıda cami, medrese, tekke ve kütüphane, eko­ nomik ve politik krizden zarar görmüştü. Aslında İslam hukuku vakıf­ ların dokunulmazlığını sonsuza dek güvence altına almıştır. Fakat ger­ çekte işler çok farklı gelişmişti. 18. yüzyılda, sık sık, vakıflara devletin keyfi belirlediği çok az bir para bırakılmış, kalan ise savaş harcamaları­ na aktarılmıştı.21 Gerçi vakıflar sahip oldukları dükkânların kiralarını yükselterek zararlarını gidermeye çalışmışlardı,22 ancak bu, ekonomik krizden aynı şekilde zarar gören zanaatkârların tepkisine yol açtı. En azından İstanbul’da, zanaatkarlar mahkemeye başvurarak dükkânları­ nın, içindeki araç gereçle birlikte bir ustanın gereksinim duyduğu do­ natıma sahip mekânlar olarak kabul edilmesini ve sadece aynı loncanın üyesine satılabilmesine izin verilmesini sağladılar. Bu hukuksal gelişme kuşkusuz birçok ustanın yaşamını sürdürebilmesine olanak tanımıştı, ancak esnaf teşkilatı bu yüzden geçmişe oranla çok daha durağan bir dönem geçirmişti. Böylece birçok vakıf gelir kaybını gideremeyecek ve hizmet gücünü koruyamayacak hale gelmişti. Hatta bazı vakıf binaları, onarımları için para bulunamadığından harabeye dönüp çökmüştü. Vakıf sahibi ailele­ rin üyeleri arasındaki yönetim ve denetleme görevleri konusundaki an­ laşmazlıklar da cabasıydı. Vakıfların özel kişilerce kötüye kullanıldığı hakkında 20. yüzyılda çok şey yazılmıştır ve kuşkusuz durum gerçekten

2 0 Krş. İnalcık (1 9 8 0 ), McGowan (1 9 8 1 ); 1808 olayları için bkz. Lewis (1 9 6 8 ), s. 75. 2 1 Cezar (1 9 8 6 ), s. 1 0 0-104. 2 2 Akarlı (1 9 8 6).

276


de böyleydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyıldan başlayarak vakıf­ ları işlevsiz kılmaya yönelik etkin bir çalışma yürüttüğünü de gözden kaçırmamak gerekir.23 Baniler: Padişah Ailesi ve Yüksek Dereceden K ullar Ancak bu sorunlar 1 7 7 0 -1 8 3 9 yılları arasında anıtsal yapıların inşa­ sına engel olmadı. Bu dönemde padişahın aile üyeleri ve üst dereceli kulları geçmiştekilere göre daha küçük ve daha sade de olsalar cami ve kütüphaneler yaptırmışlardı. Özellikle başarılı örneklerde, yapıların öl­ çülü yüksekliği o yapılara özel bir narinlik ve zerafet katmıştır. III. Mustafa’nın (hd. 1 7 5 7 -1 7 7 4 ) yaptırdığı, yanında kendi türbesi de olan Laleli Camii bunlardan biridir. Bu cami büyük, havadar bir teras üze­ rindedir, altında dükkânlar vardır. Dışarıdan bakılınca cami içeriden ba­ kıldığından daha yüksek görünür; nedeni bir altyapı üzerinde kurulma­ sıdır. Ana kapıya geçiş geniş bir merdivenle sağlanmıştır. Ama teras, Di­ vanyolu’na bir rampayla bağlıdır; bu sayede padişah terasa atıyla girebi­ liyordu. Padişah camideki hünkâr mahfiline özel bir girişi kullanarak doğrudan girerdi. Cami mahfillerinin yükseltilmesi, dönemin diğer se­ latin camilerinde, örneğin 1 7 6 0 ’ta tamamlanmış olan Ayazma Ca­ mii’nde de görülür. Mimarlar genellikle bu yapılarda 1 7 5 5 ’te tamam­ lanmış Nuruosmaniye Camii’nden esinlenmişlerdir. Nuruosmaniye İtalyan barok çizgilerinin açıkça benimsendiği ilk büyük selatin cami­ dir.24 Uzmanlarca her zaman iki kutupta ele alınmıştır: Bazılarınca, ca­ minin yapı öğelerindeki dış etkiler, çoğu kez Avrupa kültürünün hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan taklidi, bazen de yerel yapı geleneğine nere­ deyse bir ihanet olarak değerlendirilmiştir. Bazıları ise, caminin kimliği bilinmeyen mimarının ve banisi padişahların (I. Mahmud [hd. 17301754] ve III. Osman [hd. 1 7 5 4 -1 7 5 7 ]) yeni çözümlere cesurca yaklaş­ tıklarını ve ne kadar yaygın olursa olsun bir geleneğe sıkışıp kalmak is­ temediklerini belirtmişlerdir.25 18. yüzyılın sonlarındaki küçük ama göz alıcı camilerin özellikle iyi bir örneği, padişah kadınlarından Şebse­

2 3 Daha 17. yüzyılda, Koçi Bey vakıfların yayılması ve özel amaçlar için kullanılmasını eleştirmiştir: Barnes (1 9 8 0 ), s. 134 vd. 2 4 Arel (1 9 7 2 ) s. 5 9 , 69. 2 5 Bu iki yönlü yaklaşım, 18. yüzyıl mimarisinin yeniden yorumlanışına önemli katkılarda bulunmuş olmasına karşın, Arel’in kitabında da (1 9 7 2 ) kendisini gösterir.


fa Kadın’ın 1 7 8 7 ’de yaptırdığı, süslemeleriyle dikkat çeken camidir. Daha geç bir dönemde (1 8 2 2 -1 8 2 6 ) Nusretiye Camii, II. Mahmud’un (hd. 1 8 0 8-1839) emriyle rokoko ve Fransız ampir stilinde çalışan bir mimar tarafından yapılmıştır.26 Bu dönemde padişahlar ve hanedan kadınları tarafından yaptırılanların arasında, 16. yüzyıl mimari geleneği­ ne en çok camilerin yapımında sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır; hemen he­ men tümü dörtgen planlı ve kubbelidir. O dönemde gelişen dekoratif merdivenler gibi rampa, pervaz ve portallerin süslenmesi de mimara fantazisini gösterme olanağını vermiştir. Yapı ustalarının Avrupa barok ve rokoko motiflerini iyi uyguladıkları bu mimarinin yanında, 16. ve 17. yüzyıllardaki klasik Osmanlı mimarisinden yoğun biçimde etkilen­ miş başka bir yapı tarzı daha vardı. 1778 yılında büyük olasılıkla Mimar Mehmed Tahir Ağa tarafından yapılan Beylerbeyi Camii bu tarzın iyi bir örneğini oluşturur.27 18. yüzyılda sebiller özellikle rağbet gören bir hayrat türüydü. Bun­ lar parmaklıklı pencereleri olan küçük, kagir yapılardı. İçlerinde büyük bir testiyle gelip geçene su dağıtan bir vakıf görevlisi otururdu. Böylesi hayratlar azdı, ancak rağbet görmelerinin tek nedeni seyreklikleri olma­ sa gerekti. Sebilleri yaptıranlar ve mimarlar, görenlerin alışkanlıklarını fazla zorlamayacak süsleme biçimlerini bu küçük binalarda deneme ola­ nağı buluyorlardı. İstanbul’da çıkıntılı köşeleri, göbekli kafesleri ve de­ koratif yüzey rölyefleriyle küçük, mücevher gibi sebiller yapılmıştı. Düz, özenle örülmüş bir duvardan farklı, dolayısıyla da etkileyiciydiler. Kahire’de bu sebiller çok daha zengin donatılırdı; çünkü üst kadarında çoğunlukla bir Kuran okulu olurdu. Giderek sebiller külliyelerin bir parçası olmaktan çıkıp kendi tarzları olan yapılar haline geldiler ve kent yaşamında büyük önem kazandılar.28 O dönemin yapı işlerinin önemli bir bölümünü sebiller gibi işlevli binalar ve saraylar oluşturuyordu. III. Selim (hd. 1789-1807) Üskü­ dar’da, bugün hâlâ kullanılan devasa Selimiye Kışlası’nı yaptırmıştı. Di­ ğer askeri yapılar o dönemde Levend Çiftliği diye bilinen topraklar üze­ rinde kurulmuştu; o zamanlar kent dışında kalan bu bölge, bugün ar­

2 6 Goodwin (1 9 7 1 ), s. 417. 2 7 age. s. 3 9 8-399. 2 8 Arel (1 9 7 2 ) s. 70 vd; Behrens-Abouseif (1 9 9 2 ).


tık Levent semtinin ortasındadır.29 Kentin güneyinde, Küçükçekme­ ce’de bir baruthane kurulmuş, devreye girebilmesi için bir havuza ge­ rek duyulmuştu.30 Yüzyılı aşkın bir süreyi kapsayan yapım çalışmaları­ nın ardından 25 km’lik su şebekesinin döşenmesi 1 8 3 9 ’da tamamlan­ dı. Valide Bendi (1 7 9 6 ) ve II. Mahmud Bendi’nin (1 8 3 9 ) tamamlan­ ması da bu döneme rastlar. İstanbul’un su sıkıntısının büyük bir kıs­ mı, görkemli mimarisi olan bu bentler sayesinde giderilmişti.31 Sultan II. Mehmed’den (hd. 1 4 5 1 -1 4 8 1 ) itibaren özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde, su ihtiyacını karşılamak için yapılan çalışmalar artmıştı. III. Selim ve II. Mahmud mali sıkıntı çekilen bir dönemde bile bu geleneği sürdürebildiler. Bu yapılardan bazılarının askeri kul­ lanıma da olanak vermesi, ilgiyi kuşkusuz arttırmıştı. Su şebekesi için inşa edilen yapılar kagir oldukları için çoğu sağlam kalmıştır. Oysa yine bu dönemde Boğaziçi’nde yapılan padişah ve ha­ nım sultan sarayları çoğunlukla sadece gravürlerde ya da edebi kaynak­ larda görülebilir. Büyük bir bölümü ahşap olan bu binalar yangın ve yıkımlar yüzünden tarihe karışmışlardır.32 Bu konuda elimizde, bir ha­ nım sultan ile yaptırdığı inşaattan sorumlu mimar arasındaki ilişkilere dair ilginç mektuplar var.33 Gerçi genellikle daha eski dönemlerde pa­ dişahın mimarına verdiği emirleri ya da mimarın emri verenin tutu­ muyla ilgili yorumlarını biliyoruz. Ancak bildiğim kadarıyla ilk doğru­ dan diyalog 18. yüzyılın sonlarına aittir. Karlsruhe’de doğan ve daha sonra Fransa’da yaşayan Antoine Ig ­ nace Melling (1 7 6 3 -1 8 3 1 ) 1785 yılında İstanbul’a geldiğinde, Almancanın yanında Fransızca ve İtalyancaya da hâkimdi; Osmanlıcayı ise İstanbul’da öğrenmesi gerekmişti. III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan bu yabancıyla yazışmak istediğinden, olanaklar çerçevesinde Latin alfabesini öğrenmişti. Burada ilginç bir nokta var: Hanım Sultan ya da kâtibesi biraz öğrenci yazısına benzer bir yazıyla yazmış, ama tek güçlük çektiği yer seslerin Latin harflerine uyarlanması olmuştu. Buna

2 9 Shaw (1 9 7 1 ), s. 128 vd. 3 0 Çeçen (1 9 9 1 ), s. 117. 31 Müller-Wiener (1 9 7 7 ), s. 5 1 4 -5 1 9 . 3 2 Artan, basım aşamasındaki kitabında, Boğaz kıyılarındaki alanların kullanımının tarihiyle ilgili derin gözlemlerde bulunur. 3 3 Anhegger (1 9 9 1 ).


karşılık Melling’in düzgün yazısıyla kaleme alınmış mektuplar, onun özellikle Osmanlıca söz dizimi ve telaffuzunda büyük sorunlarla kar­ şılaşmış olduğunu gösteriyor. Ayrıca ikisi de o dönemde Akdeniz böl­ gesinde hâlâ uluslararası dil olarak kabul edilen İtalyancayı da kullan­ mışlardı. Melling’in hanım sultana yazdığı mektuplarından biri İtal­ yancaydı; Hatice Sultan’ın mektuplarından en azından birinin tarihi İtalyanca atılmıştı. Ayrıca sistematik olmayan imlada Latince harflerin telaffuzunun bir bölümünün Italyancada kullanıldığı görülür.34 III. Selim ve kızkardeşleri Beyhan Sultan’la Hatice Sultan sanata büyük ilgi göstermiştir: III. Selim yetenekli bir müzisyendi. Beyhan Sultan çağının en önemli şairi Şeyh Galip’in şiirlerini istinsah etmiş­ ti.35 Hatice Sultan, Melling’i Boğaz’daki sahilsarayında bir köşkün yapımında görevlendirmişti. III. Selim’in kız kardeşini yabancı bir mimarı görevlendirmesi için yüreklendirdiği ve çalışmaları eğer beğe­ nilmiş olsaydı Melling’in doğrudan padişahın emrine girebilecek ol­ duğu sanılıyor.36 Ancak bu noktaya asla ulaşılamadı, çünkü Melling gözden düşerek 1 8 0 0 ’de Hatice Sultan’ın hizmetinden alındı, nede­ ni de bilinmiyor. Mektuplar ve başka kaynaklardan, sonraları Avrupa’da gravür ve peyzaj ressamı olarak ünlenen Melling’in, Hatice Sultan için çeşitli çalışmalar yaptığını öğreniyoruz. Bir bahçe düzenlemesi yapmış ve Hatice Sultan’ın sahilsarayındaki bir köşkü Fransız neoklasik tarzda inşa etmiştir. Melling’in gravürlerinden birinde, yalının deniz tarafın­ daki ön cephesine rastlıyoruz. Görkemli duvarların inşaatı onun gö­ zetiminde yapılmıştır. Ne yazık ki hepsi yayımlanmamış özgün mek­ tuplardan birinde padişahın kız kardeşi için uzun süre bir türlü ta­ mamlanamayan bir inci işlemeden, bir diğerinde de mücevherli bir süs eşyasından söz edilir.37 Melling aslında bir allround designer [her işe koşan tasarımcı] rolü oynamıştır; Hatice Sultan mektuplarında ona sıradan bir hizmetkâr diye bakmış, o da bu rolü kabul etmiştir. Hatice Sultan’ın Boğaz’daki sahilsarayı, büyüklüğü göz önüne alındığında bir ölçüde Boğaz’daki diğer yalılardan biri gibi görülebi­ 3 4 age, s. 29-30. 3 5 Krş. Abdülbaki Gölpınarlı’nın L 4’daki “Şeyh Galib” makalesi. 3 6 Perot (1 9 9 1 ), s. 20 3 7 Anhegger (1 9 9 1 ), s. 28.


lir.38 Diğer tüm komşu yalılar gibi bu yalı da fazla yüksek değildi, ama yüksek gibi görünmesi optik öğeler kullanılarak sağlanmıştı. Melling’in Fransız klasik tarzda yaptığı köşkün zemin katındaki niş bezemeleri de, sahilsarayın bir dizi renkli nişle süslenmiş diğer daireleriyle bağlantı sağ­ lıyor olmalıydı. Buna rağmen, bu köşkün muhtemelen sıradışı bir gö­ rünümü vardı. Diğer dairelerin iki üst katı varken, köşk, oda tavanları­ nın daha yüksek olabilmesi için bir zemin kat ve bir de üst kattan olu­ şuyordu. Üst katta, Osmanlı evlerinde alışıldığı üzere eliböğründelerle değil klasik sütunlar üzerinde duran bir cumba vardı. Ancak dikkat çe­ kici fark, çatıdaki üç hilalli oval bir arma ile bezeli klasik alınlıkta orta­ ya çıkıyordu. Ayrıca çatı, üzerine düzenli aralıklarla kül vazoları yerleş­ tirilmiş parmaklıklarla kaplıydı. Ne yazık ki komşuların bu sıradışı yapı hakkında neler düşündüklerini bilemiyoruz; Melling’in gözden düşme­ sine herhangi bir çalışmasının neden olup olmadığını da mektuplardan öğrenemiyoruz. T aşra M im arisi 16. yüzyılda taşradaki anıtsal yapıların çoğu merkezi yönetimin o bölgede görevli memurları tarafından yaptırılırdı. Bu görevlilerden ba­ zıları da devşirme olarak toplanıp başkente götürülmeden önce söz ko­ nusu yörede yaşamış olanlardı. Buna karşılık 18. yüzyılın ikinci yarısın­ daki birçok inşaat sahibi yaşamını taşrada sürdürmüş ve bulunduğu ye­ re de kuşaklar boyunca köklü şekilde yerleşmiş kişilerdi.39 Bu kişiler imar işleriyle yöresel konumlarının gücünü gösterirlerdi. Aile gücünü yitirdiğinde, çoğu kez yapılar bakımsızlıktan harap olmuş ya da yıkıl­ mıştır. Yerel iktidar sahipleri kimi zaman bir vakıf kurarak kentlilerce hatır­ lanmayı istemişlerdi. Bu amaçla Çapanoğulları ailesinin iki kuşağı ken­ di kurdukları Yozgat’ta ilgi çekici bir “çifte cami” yaptırmışlardır.40 Ca­ minin eski bölümü 1778 yılında Mustafa Bey tarafından yaptırılmış, oğ­ lu Süleyman da 179 5 ’te ikinci bir bölüm eklemiştir. Zamanın zevkine uygun olarak, yapının bütününe bakıldığında perspektif bir görünüm 3 8 Boschma ve Perot’da reprodüksiyon (1 9 9 1 ), s. 26. 3 9 Veinstein (1 9 7 6 ), Fransız kaynaklarına dayanarak Ege’deki Karaosmanoğlu hanedanının güç kullanımını oldukça iyi yansıtmıştır. 4 0 Goodwin (1 9 7 1 ), s. 4 0 0 -4 0 1 .


yaratabilmek için orijinal açık son cemaat yeri iki bina arasındaki bağ­ lantı bölümü olarak yeniden düzenlenmiştir. Ancak bu yerel iktidar sahiplerinden kalan yapıların en ilginç olanla­ rı genellikle oturdukları evlerdir. Bu evlerin en görkemli örneği Doğu Beyazıt yakınındaki İshak Paşa Sarayı’dır.41 Sarayda yerel paşa ailesinin üç kuşağının emeği vardır. 1784 yılından önce tamamlanmış olduğu varsayılır. Bu yapının ilgi çekici özelliği, böylesi iktidar sahiplerinde hep görüldüğü üzere İstanbul saraylarından değil, Selçuklu örneklerinden esinlenmiş oluşudur. Selçuklu mimarisinin en parlak dönemi o tarihten yaklaşık 500 yıl önceydi; dolayısıyla sarayın, taşranın ücra bir bölgesin­ de bu mimari tarzdan arta kalan bir yapı olmadığı, aksine bu tarzın se­ çiminin bilinçli bir karar olduğu akla geliyor. Ne yazık ki bu kararın ne­ denlerini açıklayan bir metinle şu ana dek karşılaşmadık. Saraya bir taçkapıdan girilir, bu kapının bezeme motifleri, Selçuklu mimarisinin 18. yüzyıl tarzında yeniden yorumlanışıdır. Sarayın sahip­ lerinden biri ile eşinin türbesi 13. yüzyılın sonlarında ve 14. yüzyılda Moğolların Anadolu’yu istilaları sırasında yaptırdıkları mezarları andı­ rır: Mezarlar türbenin içinde değil, altındaki mezarlık katındaydı. Bu arkaik özelliklere karşın dönemin konfor anlayışı da ihmal edilmemiştir; uzun ve soğuk kış göz önüne alınarak odaların çoğu pek büyük yapıl­ mamış ve her birine de birer ocak konmuştur. Ancak bu ocaklar ısınma­ da yetersiz kaldığından, ayrıca duvarların içine yerleştirilen borularla merkezi bir kazandan binaya sıcak hava yayılması sağlanmıştır. Sınır bölgesindeki paşalar genellikle diledikleri gibi davranabilecek denli ra­ hattılar. 1805 yılında Napoleon’un casusluk göreviyle İran şahına elçi olarak gönderdiği Pierre Amedee Jaubert de bu durumu fark etmişti. Jaubert henüz Osmanlı topraklarında iken Doğu Beyazıt Kalesi’ne hap­ sedilmiş, ancak kale komutanı ve komutanın ailesinden bir kadının yar­ dımları sayesinde hayatta kalabilmişti.42 Batı kentlerindeki yerel iktidar sahiplerinin yetkileri daha mütevazıydı, ama oturdukları yerler ayrıcalık­

4 1 age. s. 4 0 4 -4 0 7 . 4 2 Jaubert (1 8 2 1 ), s. 4 4 -7 4 . Jaubert iç kalede tutuklanmış ve bu yüzden kalenin yakınlarındaki İshak Paşa Sarayı’nı görememiştir. Ancak Jaubert, sarayın bölgede kötü bir ününün olduğunu bunun da saray çevresinde yaşayan halkın saray mas­ raflarını karşılamak zorunda bırakılmasından kaynaklandığım anlatır. Ailenin o dönemdeki ileri gelenleri 1 8 0 5 ’te yeniden Doğu Beyazıt kalesine yerleşmişlerdir.

282


lı ve gösterişliydi. Yapılan son araştırmalar Batı Anadolu’da antikçağ ve Bizans döneminden beri süregelen kule evi tarzının, bizim incelediği­ miz zaman diliminde bölgede yeniden canlandırıldığını göstermiştir.43 Bu canlanışın nedeni, kaçak ya da terhis olmuş askerlerin savaş döne­ minde yarattığı asayişsizlikten kaynaklanan genel güvensiz ortamdı. An­ cak kule evleri, bu evleri yaptıran ailelerin kudretini de simgeliyordu ve bu simge, görüntüsüyle kuşkusuz önce yöredeki çiftçi ve göçebelerin gözünü korkutmalıydı. Bu ayrıcalıklı evler, en azından dolaylı olarak, padişahın iktidarına karşı bir güç gösterisi olarak da algılanabilirdi. Ger­ çi taşralı iktidar sahipleri, âyân, çoğu kez bir gösteriye kalkıştıklarında aynı kaderi paylaşmış bir komşunun müdahalesiyle karşılaşırlardı, ancak genellikle bu komşu, uzak bölgelerdeki olaylara kendi askeriyle el koya­ mayan padişahın emriyle hareket ederdi. Ege bölgesindeki, ayrıntılı bir incelemeye konu olmuş Arpaz Kona­ ğı’nda (bkz. Resim 9 ), doğrudan bir ilişkisi olmasa da, ortaçağ Avru­ pa’sının kalelerinde sık sık rastladığımız, bir ikili oluşturan kule ile ika­ met yapısı beraberliğini görüyoruz.44 Kulenin yanındaki ev iki katlıdır ve Osmanlı evlerinde alışıldığı üzere, oturma mekânı birinci kattadır; taraça da ev sakinlerine Ege’nin güzel manzarasını seyretme olanağı ta­ nır. Bu bütünsel yapının kale benzeri karakteri bir dış duvarla daha da belirginleşmiştir. Kuşkusuz bu yapılar büyükçe bir ordu tarafından ku­ şatılmaya dayanabilecek donatımdan yoksundular; ancak kudret göste­ risi bakımından amaçlarına tümüyle ulaşmışlardı. Kentlerdeki eşraf evleri ise tahkim edilmiş değildi. Ege bölgesinde­ ki Birgi kasabasında bugün hâlâ varlığım sürdüren Çakır Fahir Ağa’nın 18. yüzyılın sonlarından kalma konağı iyi bir örnek oluşturur. Yapı aşı­ rı büyük değildir; Osmanlı eşrafı, aynı dönemdeki bir İngiliz ya da Fransız lordunun ikametgâhı büyüklüğünde ev yaptırmazlardı. Nedeni bu tür evlerin pek rahat ve samimi görünmemeleri olabilir.45 Yaşama mekânı olarak düşünülmüş olan üst katta, hem sokağa hem bahçeye açılan pencereler, köşelerde açık bir cihannüma özelliği gösteren iki oda, aralarında da küçük bir oda vardır. Bunlardan biri yazlık olarak dü­ şünülmüş, diğeriyse kışlık olarak kullanılmıştır. Bu gösterişli odalar oy­ 4 3 Arel (1 9 9 3 ). 4 4 a ge. 4 5 Eldem (t.y.), s. 7 1 ; Goodwin (1 9 7 1 ), s. 4 3 5 -4 3 7 .


ma ahşap tavanlarla süslenmiştir; tavanların ortasında ahşap bir göbek vardır. Bezenmesinde genellikle büyük bir düşgücünün varlığını hisset­ tiren böylesi tavanlar, 19. yüzyılın sonlarına dek varlıklı ailelerin evle­ rinde görülürdü. Osmanlı evlerinde yaşama mekânının önemli bir par­ çasını oluşturan sofa, bölgenin Akdeniz iklimine uygun olarak, bir ey­ van ile bahçe tarafına açılırdı. Mutfak ve hizmetkâr odalarının bulundu­ ğu alt kat da bahçeye açılırdı. Bezem e Çakır Ağa’nın evindeki nakışların önemli bir bölümü günümüze ka­ dar ulaşmıştır. Bu nakışlar yapıyı gerek dışarıdan, gerekse içeriden ay­ dınlık ve renkli gösterir. Dış duvarlar da soyut motiflerle süslenmiştir. Lale, karanfil ya da sümbül gibi vazoya konulmuş ya da bir fiyonkla bağlanmış çiçek demetleri de rağbet gören bir bezeme öğesiydi.46 Bu tür gerçekçi tarzda çizilmiş çiçek düzenlemeleri, padişah sarayında ve büyük camilerde sık sık rastlanan 16. yüzyıl çini bezemelerinin tipik bir özelliğidir.47 18. yüzyılda meyve düzenlemeleri bu bezeme motiflerine eklenmiştir. Topkapı Sarayı harem dairesindeki, 18. yüzyılın başlarında, olanaklar el verdiğince Avrupa’daki yaşam biçiminden esinlenerek süs­ lenmiş bir oda bu türün ilk örneklerindendir.48 Bu bezeme tarzı zama­ nın çeşme bezemelerinde de sık sık kullanılmış olan mermer işçiliğine de yansımıştır.49 Meyve ve çiçek kompozisyonlarına kadınların mezar taşlarında da rağbet edilirdi. Erkeklerin mezar taşlarında ise ulema sa­ rıkları ya da derviş başlıkları gibi simgeler kullanılırdı. Bu bezemenin ilk örneklerinden biri İstanbullu Saliha Hatun’un (ö. 1739/ 40) mezar ta­ şında bulunur. Mezar taşının ön tarafında kâseler içinde meyveler ve bir bölümü göz alıcı biçimde bezenmiş vazolara konmuş gül buketi kabart­ maları görünür. Arka tarafındaysa meyve dolu bir armut ağacı vardır ve iki meyvesi aşağıya düşmüştür. Belki de bununla ölünün çocukları sim­ gelenmek istenmiştir. 1812/ 13 tarihli bir mezar taşı daha alçak ve da­

4 6 Krş. Goodwin (1 9 7 1 ), s. 4 3 5 -4 3 7 ’deki fotoğraflar. 4 7 Örnek için bkz. Goodwin (1 9 7 1 ), s. 267. 4 8 Renda (1 9 8 9 ), s. 7 0-71. 4 9 Çeşmelerde su büyük bir hazneden akar, bu hazneye de su su şebekesinden gelir. Sebillerde ise su bardaklarla sunulduğundan böyle bir şebeke bağlantısına gerek yoktur.

284


ha kalın bir kabartmayla süslenmişti; ölen kişi burada gövdesine asma sarılmış bir selvi ağacı gibi düşünülmüştü. Şiirlerde pek narin bir güzel­ lik övülürken selvi imgesi kullanılırdı; ancak selvi mezarlıklara da diki­ lirdi.50 18. yüzyıldan itibaren sosyal ve siyasi statülerini göstermek iste­ yen aileler bu tür mezar taşlan yaptırmışlardır. Bu dönemden kalan me­ zar taşlarının sayısı daha eski dönemlere göre çok daha fazladır. Erkek mezar taşlarındaki işaretler doğrudan rütbeleri belirtir. Kadın mezar taşlarına da güzellik ve doğurganlıklarıyla ailenin oluşumuna dolaylı an­ cak önemli katkıda bulunduklarını belirten işaretler yerleştirilirdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında bezemede çiçek ve meyve öğelerinin ya­ nında manzara resimleri de yaygınlaşmıştır. Bu tür resme İstanbul’da padişah ve hanım sultanların saraylarında ilgi duyuluyordu, ancak büyük bir hızla taşraya da yayıldı.51 Çakır Ağa Konağı’nın yazlık sofasında, bu tür evlerde kapı ve pencere hattını tavandan ayıran pervazda büyük bir İstanbul resmi vardır.52 Bu motif, minyatür geleneğinden kaynaklanır, ancak buradaki temsili stilize resim birkaç metrelik bir alanı kaplamıştır. Resimde Sultan Ahmed Camii ve Ayasofya hemen göze çarpar; arka planda Kılıç Ali Paşa Camii ile Galata görünür, sağ tarafındaysa camile­ ri ve bugün artık bulunmayan sarayı ile Üsküdar büyük bir yer tutar. Ancak resmin en önemli öğesini ön planda küçük bir ada görünen de­ niz oluşturur. Ressam adayı kıyıya çok yakın resmetmiş olmasına karşın, burasının Kız Kulesi olduğu son derece açıktır. Kız Kulesi’nin o döne­ min İstanbul çizim ve anlatımlarında Osmanlı başkentinin simgesi olma özelliği diğer büyük anıtsal yapılara oranla çok daha fazladır. Ayrıca bir­ çok yelkenli gemi resme canlılık kazandırır. Ancak ressam deniz ulaşı­ mında en çok kullanılan kayıklara resimde yer vermemiştir; büyük bir olasılıkla kayıklardaki insanların görülebileceği kaygısı duyuluyordu. Çünkü 19. yüzyılın ikinci yarısına dek ev yaptıranlar ve nakkaşlar, insan ve hayvan tasvirlerinden kaçınmışlardır.53 Bu kaygıyı daha az taşıyan res­ samlar ise içinde insan görünmeksizin yol alan kayıklar çizmişlerdir. Manzara resimleri dini çevrelerce de tamamen sakıncasız görülmüş­ tü; çünkü bu süs dini yapılarda da kullanılmıştır. Özellikle taşrada, 5 0 Laqueur (1 9 9 4 ), Resim 14. 5 1 Renda (1 9 8 9 ), s. 73-7 4. 5 2 Resimler: Goodwin (1 9 7 1 ), s. 4 3 3 ve Arık (1 9 7 6 ), s. 87. 5 3 Renda (1 9 8 9 ), s. 7 8 -8 6 ; burada Osmanlı nakkaşlığının bir icmali yapılır.


manzara resimleriyle bezenmiş camiler vardı. Ancak İstanbul’daki cami­ lerde böyle resimlerin az oluşu, manzara resimlerinin, belki de daha sonra nakışları onaranlar tarafından ortadan kaldırılmış olması ile açık­ lanabilir.54 Cami süslemeleri arasında özellikle Mekke ve Medine resim­ leri göze çarpar. Bu resimlerde hacıların ziyaret ettiği bu kutsal kentler­ deki camilerin büyüklüğü vurgulanır. Böylece, minyatürcülükte yüzyıl­ lar boyunca kullanılmış bir m otif duvar resimlerine uyarlanmıştır. Ressamlar bu resimlerde ışık oyunları deneyerek sabah ve akşam kı­ zıllığında pembe ve açık sarı ışıltılar yayan gökyüzünü yansıtırlar. Işığın düşüşünü gösterebilmek için ağaçların tepeleri de sık sık gölgelendiri­ lir. Bu öğeler de büyük olasılıkla Avrupa’daki özgün örneklerden esin­ lenilerek kullanılmıştır. Çok sayıda Avrupalının yaşadığı İstanbul’un Pera (Beyoğlu) ve Galata semtlerinde görülen resimlerin, ayrıca resim­ li örnek kitaplarının, gravürler ve suluboya çalışmalarının da ressamlar için örnek teşkil ettiği söylenebilir.55 Bu manzara resimciliğinin Anado­ lu’ya ve Balkanlar’ın güneyine hızla yayılması gezgin sanatkârlara bağ­ lanır; ancak şimdiye dek bu insanların yaşamı ve çalışmaları üzerine hiç­ bir bilgi elde edilememiştir. Bazı durumlarda manzara resimleri rölyeflerde de kullanılmıştır.56 Bu ilgi çekici bir yenilikti; çünkü kimi mezar taşı bezemeleri derinleme­ sine incelendiğinde, rölyeflerin o zamana dek çoğunlukla soyut örnek­ lerle sınırlı kaldığı görülür. Rölyefler, İzmir’deki duvarları bu tür süsle­ meler için oldukça elverişli olan sebillere yapılırdı. En güzel örnekler, İzmir’deki kent manzaralarıyla bezenmiş olan, 1805 tarihli Çakaloğlu Hanı önündeki sebil ve yine 1 813/ 14 tarihli Dönertaş olarak bilinen sebildir. İzmir Hisar Camii’nin minberini süsleyen hemen hemen aynı döneme ait bir rölyef özellikle ilgi çekicidir (bkz. Resim 10). Bu kez söz konusu olan alışagelindiği üzere hayali bir kentin çizimi ya da bir İstanbul motifi değil, bir İzmir kent manzarasıdır.57 Muhtemelen 1 7 7 6 -1 8 3 9 yılları arasında İzmir’de o dönemin bezeme resimlerinde kullanılan motifleri rölyeflere uyarlayan bir taşçı ustası okulu vardı. İz­ 5 4 Arık’ın kitabından (1 9 7 6 ) cami bezemesi örnekleri, s. 2 7 -8 5 ; bunların büyük bir bölümü 19. yüzyıldan kalmadır. 5 5 Renda (1 9 8 9 ), s. 79. 5 6 Arık (1 9 7 6 ), s. 1 0 3 -1 1 8 ; Arel (1 9 8 6 ). 5 7 Arel (1 9 8 9 ).


mir’in bir m otif olarak kullanılması kuşkusuz bu aktif ticaret kenti sa­ kinlerinin bir kent bilinci geliştirmiş olmasıyla ilintilidir. Avrupa’ya Farklı B ir Bakış O dönemin Osmanlı mimar, ressam ve taş ustaları ile Avrupalı mes­ lektaşları arasında görüş ayrılıklarının olduğu birçok kez söylenmiştir. Pek seçkin olmayan Avrupalı sanatçıların da Osmanlı üst tabakasının hizmetine girdiği dönemler olmuştu. Yapılan araştırmalarda, Avrupa’ya duyulan yoğun ilgi, genellikle dönemin ekonomik ve siyasi krizlerinin elit tabakanın özsaygısını sarsmış olmasına bağlanmıştır. Araştırmalara göre, başarılı ülkelerin düzeyine ulaşmak için çözüm arayışına girildi­ ğinden, Avrupa’nın askeri, teknik ve sonraları da bilimsel gelişmelerine ilgi gösterilmişti.58 Her ne kadar gerçeği bütünüyle kapsamasa da bu açıklamada kuşkusuz doğru yanlar vardır. Alman tarihinden alınmış pa­ ralel bir örnek verelim: Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğraması ve Nazi cinayetlerinin ortaya çıkarılması, düşünen insanlarda kuşkusuz derin kaygılar uyandırmıştır; bu kendi kültüründen uzaklaş­ ma olgusu da Amerikan kültürüne özel bir ilginin duyulmasına yol aç­ mıştır. Ancak bu yoğun ilginin edebiyat ve sinemada açık bir öykün­ meyle kendisini gösterdiği ve yaratıcı gücün de özgürce kullanılmamış olduğu yargısına varmak anlamsız olur. Aynı şekilde, Avrupa’dan gelen bazı sanatçıların kendi kültürel değerlerini kozmopolit Osmanlı üst ta­ bakasına aktarmasıyla özellikle sanata duyulan entelektüel merak hiç de küçümsenmemelidir. Burada birkaç örneğini incelemiş olduğumuz ro­ koko ve barok üsluplarının Osmanlılarda küçük değişikliklerle uygulan­ masındaki güçlü yaratıcılık dikkat çekicidir.59 Eğitimli Osmanlılar o dönemdeki Avrupa yaşamıyla ilgili bilgileri se­ faretnameler aracılığıyla öğrenebilmişlerdir. Önce Fransız, ardından da İsveç sarayını elçi olarak yakından görme olanağı bulan Yirmisekiz Mehmed Çelebi 1 7 2 0 ’de bir sefaretname kaleme almıştır.60 Bazı sefa­ retnameler başlı başına bir yapıt olarak yayımlanırdı; diğerleri ise, tü­ müyle ya da kısaltılmış bir şekilde, Osmanlı sarayının siparişiyle yazılan,

5 8 Lewis (1 9 6 8 ), s. 41. 5 9 Krş. Cerasi (1 9 8 6 ); o bu görüşü mimarların bakış açısından ele almıştır. 6 0 Göcek (1 9 8 7 ) bu metinle ilgili bir tartışma başlatmıştır; Mehmed Efendi, derleyen Veinstein (1 9 8 1 ), Fransızcaya bir çeviri.


kimi basılan, çoğu yazma olan vakayinamelere geçirilirdi. Daha sonraki dönemde de, 1 7 5 7 / 5 8 ’de Viyana elçisi olan ve 1 7 6 4 / 6 5 ’te Prusya’da­ ki ilk büyükelçilik görevini yürüten Ahmed Resmî Efendi’nin yapıtları önemlidir. Ahmed Resmî, mimari yanı pek görkemli olan ancak, yaşam tarzı dikkate alındığında, henüz bir taşra kenti havasının egemen oldu­ ğu Berlin üzerine ölçülü bir ironik sefaretname kaleme almıştır. Sefaret­ namede o ana dek hiçbir Müslümanla karşılaşmamış olan Berlinlilerin merakı, sık sık, önemle kaydedilir. Derkenarında da Prusya kralının dip­ lomatik karşılama törenleri için harcanan paradan duyduğu rahatsızlık, yine alaylı bir dille anlatılmıştır.61 Zamanın Avrupa’sındaki iktidar ilişkilerinin iç yüzünü birçok büyük vezirden daha iyi bilen Ahmed Resmî Efendi, deneyimli bir diplomattır ama ilgisini görev alanıyla sınırlamamıştır.62 Berlin’de yaşayan ve hem nadiren gelen misafirleri merak eden hem de kendi zenginliklerini gös­ termek isteyen Prusyalı derebeylerinden sık sık davetler almıştır. Ahmed Resmî, sefaretnamesinde her türlü porselen eşyayla tıka basa dolu oda­ larda bahçedeymişçesine eğlenen varlıklı Berlinlilerin porselen tutkusu­ na işaret eder.63 Ayrıca egzotik çiçekler ekilmiş kış bahçelerinin görke­ mi de elçinin dikkatini çekmiştir. Bununla birlikte Ahmed Resmî, Sak­ sonya’nın Dresden porseleninin ülkeye ithalini yasaklayan ve bir porse­ len fabrikası yaptıran kralın ticari önlemlerine değinmeyi de ihmal etme­ miştir. Ahmed Resmî ülkenin zamanla ikinci bir Saksonya haline gelebi­ leceğini belirtmiştir. Ancak vatandaşlar kralın koyduğu ithal yasağı yü­ zünden önce olağanüstü yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalmışlardı. Ahmed Resmî Efendi komedilere ve maskeli balolara da davet edil­ miş, ancak bu baloları çoğunlukla rezillik olarak değerlendirmiştir.64 1 7 9 1 / 9 2 ’de, III. Selim’in tahta çıkışını, Habsburg sarayına bildirmek­ le görevlendirilmiş olan Ebubekir Ratib Efendi’nin tiyatro izlenimleriy­ le ilgili bir raporu ise daha ilgi çekicidir.65 Ebubekir Ratib Efendi o za­ 6 1 Ahmed Resmî (1 8 8 6 ), s. 4 5 -4 7 . Virginia Aksan’ın tarihçi ve diplomadar üzerine yaptığı araştırmalar ilerki bölümlere ışık tutmuştur. 6 2 Ahmed Rcsmî’nin siyasi durumu değerlendirmesi için krş. Ahmed Resmî (1 8 8 6 ), s. 3 9 -4 0 , 55. 6 3 ag e , s. 35-3 6. 6 4 ag e , s. 4 9 -5 0 . 6 5 Ebubekir Ratib için krş. Uçman (1 9 8 9 ). Bu yazıda Ebubekir’in tiyatroyu anlattığı bölüm Latin harflerine çevrilmiştir (s. 158).


manlar Habsburgların elinde bulunan Temeşvar’da uzunca bir süre kal­ mış, bir de trajedi izleme olanağı bulmuştur. Ebubekir Ratib Efendi trajedi, komedi ve operadan oluşan üç tür tiyatro oyunundan söz eder. Bizim için önemli olan, onun hayal oyunlarının göstermeliklerindeki manzaraları andıran dekorları nedeniyle, operayı Osmanlı hayal oyunla­ rıyla karşılaştırmasıdır.66 Ebubekir Ratib Efendi, mimiklerin önemli bir yer tuttuğu Osmanlı meddahlarının gösterileriyle komedi arasında da bir benzerlik olduğunu fark etmiştir. Opera ve komedilerde mutlaka bulunması gereken bale gösterilerini çengilerin gösterileriyle karşılaştırmıştır; bu dans gösterileri Levnî’nin, 1 7 2 0 ’deki sünnet törenini gösteren minyatürlerinde sık sık betimlenmiştir (bkz. Resim 11). Ebubekir Ratib Efendi, gösterilerin ko­ nusunu çoğunlukla eski zamanların aşk öykülerinin oluşturduğunu, an­ cak bunların da sık sık örtülü hiciv yoluyla geçmişteki kral, general ve seçkin kişilere gönderme yapmak için kullanıldığını belirtmiştir. Elçiler, Avrupa üst tabakasının yaşantısını gözlemleyerek öğrenmiş­ lerdir, ancak İngiltere’deki avam yaşantısı ile ilgili olarak da elimizde İs­ mail Beşe adlı eski bir yeniçerinin kaleme aldığı oldukça etkileyici bir anlatım var.67 Osmanlı ordusundaki görevini gösteren “beşe” adını İs­ mail Beşe İngiltere’de “Bashaw” diye değiştirmiştir. İsmail Beşe’nin 1735 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Edirne’de dünyaya geldi­ ği sanılıyor. Kendi anlatımına göre, deniz ticaretiyle uğraşmak için Os­ manlı yönetimindeki görevinden erkenden ayrılmıştı. Yine kendisi, İs­ panyollar tarafından tutsak edildiğini ve beş yıl boyunca köle olarak ka­ dırgalarda ve çeşidi inşaat işlerinde çalıştırıldığını belirtir. Sonunda Por­ tekiz üzerinden İngiltere’ye kaçmayı başarmıştı. Londra’da, deniz aşırı ticaretle uğraşan ve İngiliz tüccarlarla ilişkileri bulunan kardeşlerinden biriyle bağlantı kurmayı umuyordu. Ancak oraya ulaşamadan nerede ve nasıl biriktirdiği bilinmeyen tüm parası çalınmış ve böylece serseri bir hayat sürdürmek zorunda kalmıştı. Bu yokluklarla dolu hayat İngilte­ re’nin herhangi bir yerine yerleşmesine olanak tanımamış, bir İngiliz ile evlenmiş olması da ona kolaylık sağlamamıştı; çünkü evlendiği kadın da kendisi gibi yerleşik olmayan bir ortamdandı. Ishmael James Bashaw

6 6 Bu göstermelikleri krş. And (1 9 7 5 ), s. 4 5. 6 7 İsmail Beşe/Ishmael James Bashaw hakkındaki bilgi için bu kişi üzerine bir kitap hazırlamış olan Aykut Kansu’ya teşekkür ediyorum.


adını aldıktan sonra, Piskopos Lincoln tarafından vaftiz edilmesi bile sorunlarının çözümüne yetmedi. 1 7 9 7 ’de, oradan oraya dolaşan bir boyacı, şapkacı, ayakkabıcı ve demir işçisi olarak yaşadığı maceralarla il­ gili, ilk bakışta romanvari kurmaca olarak algılanıp okunabilecek bir an­ latı ortaya çıkmıştır. Ancak aile, mahkeme kararıyla çocuklarının adları ve doğum tarihlerini kilise kayıtlarına geçirtmiş, ayrıca hayırseverlerin yardımlarından yararlanmaya da hak kazanmıştır. Bu eski yeniçerinin sı­ radışı kaderinin değişmesi, büyük olasılıkla, birdenbire bir iş bulmasıy­ la açıklanabilir. Yaşamının belirli bir döneminde eski ülkesiyle tüm köp­ rüleri kesinkes atmaya karar vermiş olan bu adamın hangi koşullarda ya­ şamöyküsünü yazdığı ve olası değişiklikleri yaptığı özellikle merak ko­ nusudur. Fransız D evrim i’nin Etkileri Ahmed Resmî, Ebubekir Ratib, hatta Ishmael J. Bashaw Avrupa’da­ ki ilerlemeler ve endüstri devrimi gibi kısa ya da uzun soluklu süreçleri yaşamışlar, bu konular üzerinde de yıllar boyunca düşünmüşlerdir. En azından bizim bakış açımıza göre, Fransız Devrimi Avrupa tarihinin en önemli olaylarından birini oluşturur. Oysa, devlet borçlarının getirdiği baskının, soyluların vergiden muafiyetine gösterilen tepkilerin ya da zengin Fransız ekonomisinin aniden krize girişinin 1789 yılında İstan­ bul’da bilindiği söylenemez. Günümüz tarihçileri ise bu olayları devri­ min önemli koşulları olarak değerlendirirler.68 Bu noktada devrim Os­ manlılar için beklenmedik biçimde gelişmiştir. Osmanlı devlet yönetici­ leri başlangıçta devrimi, kâfirlere ve özellikle de Fransa’ya özgü egzotik bir olay olarak görmüştür. Devrimin Osmanlı toplumunu doğrudan et­ kileyebileceği önceleri düşünülmemiştir. Ancak Osmanlı yönetici sınıfı­ nın o dönemde karşı karşıya olduğu ağır sorunların, Fransa’daki olaylar nedeniyle kısa zamanda daha da artabileceği anlaşılmıştır. Henüz şehzadeyken genç XVI. Louis ile mektuplaşmış olan III. Se­ lim 1789 Nisan’ında I. Abdülhamid’in (hd. 1774-1789) ardından tah­ ta çıkmıştır. III. Selim askeri açıdan etkisi azalan yeniçerileri modern eğitimli bir orduyla değiştirmeyi tasarlıyordu; ancak bu girişimi onun 6 8 Fransız Devrimi ile ilgili tartışmalar kuşkusuz son bulmamıştır ve daha uzun bir süre de bu konu tartışılmaya devam edecektir. Tarih yazıcılığı ile ilgili daha yeni bir ekleme için krş. Hobsbawm (1 9 9 0 ).


1 807’de tahtını, birkaç ay sonra da yaşamını yitirmesiyle sonuçlanmış­ tır.69 III. Selim’in tahta çıkışı Fransız Devrimi’nin başlangıcındaki Etats-Gênéraux 'nun toplantıya çağrılması olayına (5 Mayıs 1789) rast­ lar. Kısa zamanda, İstanbul’daki Fransız devrim yandaşları ve karşıdan arasında çıkan tartışmalar Osmanlı devlet görevlilerinin dikkatini çek­ miştir. Örneğin, XVI. Louis’nin 1 7 9 2 ’de düşürülmesinin ardından Cumhuriyet yönetimi İstanbul’a özel bir elçi göndermiştir. Ancak ön­ celeri kralın temsilcisi, yeni elçinin görevi devralmasına karşı çıkmıştır. İstanbul’da yaşayan Fransız cumhuriyetçileri mavi-beyaz-kırmızı, kralın yandaşları da beyaz kokartlar taşımaya başlayınca; bu “kokart savaşı” şaşırtıcı ve alaycı tepkilere de neden olmuştur. Ayrıca padişah yönetiminden bu nedenle çıkan tartışmaların çözümlenmesi is­ tenmiştir. Önceleri Osmanlı yetkilileri “kokart savaşı” ve benzeri anlaşmazlık­ larda yansız kalmaya karar vermiş ve bunu Fransa’nın bir iç sorunu ola­ rak değerlendirmişlerdir. Ancak Napoléon’un 1798 yılında Mısır’a sal­ dırması ve üç yıl sonra ele geçirmesiyle bu düşünce değişmiştir. Robes­ pierre’in düşürülmesinin ardından Fransa’da iktidara gelen Direktuar, tehlikeli gördüğü Napoléon’u bir süre için Fransa’dan uzaklaştırmak istemiş, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki savaş 1 7 9 8 ’den 1802’ye dek sürmüştü. Durum Osmanlı-Fransız ilişkilerinin uzun ta­ rihinde yeni bir dönemdi ve kuşkusuz Osmanlı dış siyasetinden sorum­ lu olanların zorlu bir değerlendirme sürecine girmesine yol açmıştı.70 Bu sorunla karşılaşan yalnızca Osmanlılar değildi. Zira Fransız Dev­ rimi ve Napoléon iktidarına karşı aldıkları tavır, 1 8 0 0 ’lerde Avrupalı ay­ dınların yaşam ve toplumla ilgili görüşlerini bütünüyle belirlemiştir. Ayrıca Goethe, Schiller ve Beethoven’in da farklı tarihi dönemeçlerde bu konulara değinmiş olduklarını söyleyebiliriz.71 İstanbul’daki bazı

6 9 Shaw (1 9 7 1 ) bu karışıklıklara ayrıntılı bir açıklama getirmiştir. 7 0 ag e . s. 2 4 9 -2 8 9 . 7 1 Goethe, H erm an n ve D orothea'da Fransız Devrimi’nin gelişiminin kendisinde yarattığı hayal kırıklığını anlatmıştır; ancak 1792 yılında devrimi, çok daha yansız bir biçimde, bir dünya tarihi olayı olarak değerlendirmiştir. Schiller, Girondin’ler iktidardayken cumhuriyetin onursal vatandaşı ilan edilmiştir. Ancak ilerki gelişmder onu da hayal kırıklığına uğratmıştır. Beethoven Üçüncü Senfoni’sini (Eroica) önce Napoleon’a adamış, ancak Napoleon kendisini imparator ilan edince bu ithafı geri almıştır.


gayrimüslim aydınlar için de durum pek farklı değildi; o dönemde İs­ veç’in Osmanlı nezdindeki elçisi olan Osmanlı Ermenisi Mouradjea d’Ohsson’un hikâyesi konuyu yakından incelemeye olanak verir.72 M o­ uradjea d’Ohsson Katolik bir ailenin oğlu olarak Ignatius Muradcan Tosunyan adıyla 1740 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası uzun yıl­ lar İsveç Elçiliği’nde mütercim olarak çalışmıştır; oğlu da aynı yolu iz­ leyerek 1768 yılında İsveç Elçiliği’nin baş mütercimi olmuştur. Daha sonra İsveç aristokrasisine intisab edince Fransız çağrışımlı D ’Ohsson adını almıştır. 1 7 8 8 ’den itibaren bu adla Fransızca olarak yazdığı yedi ciltlik yapıtını yayımlamıştır. Tablean général de l ’Empıre ottoman gü­ nümüzde Osmanlı İmparatorluğu ile ilgilenen her tarihçinin çok iyi bil­ diği bir yapıttır.73 Bu konuyla ilgili diğer birçok yazardan farklı olarak D ’Ohsson yıllarca bu ülkede yaşamış ve Osmanlı devlet yönetiminin iş­ leyiş mekanizmasını kendi deneyimleriyle öğrenmişti; ayrıca mesleği ge­ reği Osmanlıca okuyup yazabiliyordu. Fransa’da iki kez basılmış olan yapıtı konuyla ilgili diğer kitaplarda pek az rastladığımız ilginç bir ba­ kış açısı sunar: Anlatıcı, her ne kadar kökeninden büyük ölçüde uzak­ laşmış olsa da, bir yandan bir Osmanlı azınlığının üyesi, diğer yandan yabancı bir diplomattır. Ayrıca Avrupa’daki entelektüel yaşamın merke­ zi olan Fransa ile güçlü bağları vardır. 1799 yılında Fransa’ya yerleşmiş ve 1 8 0 7 ’de Paris yakınlarında ölmüştür. Ancak Fransa’ya geçmeden önce İstanbul’da, Babıâli tarihinde ilk kez bir yabancı elçinin persona non g rata ilan edilmesiyle sonuçlanan, büyük bir skandala neden olmuştur. Henüz 1793’te D ’Ohsson Jako­ benler’e duyduğu sempatiyle dikkatleri çekmişti. Kralın sadık elçisi Cho­ iseul-Gouffier o dönemde İstanbul’u terk etmişti; Cumhuriyetin hizme­ tine girmiş olan eski Ste-Croix markisi Descorches, elçilikteki meslektaş­ larının yoğun protestoları arasında elçinin halefi olarak göreve başlamış­ tı. Bu aşamada D ’Ohsson bir aracı rolü oynayarak Osmanlı yetkilileri ta­ rafından kuşkuyla karşılanan Cumhuriyetçi elçinin Babıâli’ye girişini ko­ laylaştırmıştır. Napoléon’un Mısır’a saldırmasının ardından Fransız Elçi­ liği’ne Osmanlı yetkililerce el konulmuş ve burada D ’Ohsson’a Fransız

7 2 Bu bölüm siyasi arka planın yetkin bir anlatımını da içeren Beydilli’ye (1 9 8 4 ) dayandırılmıştır. Ayrıca bkz. Lewis (1 9 6 8 ), sayfa 53; Shaw (1 9 7 1 ), sayfa 247. 7 3 D ’Ohsson (1 7 8 8 -1 8 2 4 ).


elçi tarafından düzenli ödemeler yapıldığını gösteren belgeler bulun­ muştur. 1799 Nisan’ında İsveç hükümeti D ’Ohsson’u görevden almış­ tır; ancak kendisinin İsveç’e gitmediği, aksine hemen Fransa’ya yerleşe­ rek, burada yapıtının yayımlanmasıyla uğraştığı sanılıyor. Bu olayın ardından Ancien Regime’in Avrupa’nın diğer ülkelerinde­ ki yandaşlarına para yardımında bulunması epeyce yaygınlaşmış, bu ödemeyi kabul etmek artık onursuzluk olarak değerlendirilmemiştir. Ancak Fransız Devrimi ile birlikte politikanın ideolojik yapısının oluş­ turulması, bu konuyla ilgili görüşlerin değişmesine mutlak biçimde kat­ kıda bulunmuştur. Ne yazık ki, şu ana dek, D ’Ohsson’un kendisine yö­ neltilen suçlamalara değindiği bir metne rastlanmamıştır. Bu yüzden kendi yaklaşımını nasıl belirlediğini bilemiyoruz. Ancak belki de sus­ kunluğu tavrını gayet iyi belirtiyordur... Bir D önem in “ R ehabilitasyonu” Gerek yeni gerekse hâlâ geçerliliğini koruyan eski araştırmalar, 177 0 -1 8 3 0 arasındaki dönemin, burada yalnızca yüzeysel olarak deği­ nebildiğimiz ekonomik ve siyasi bunalımlarla dolu olmasına rağmen bir sanatsal yaratıcılık ve entelektüel maceralar dönemi de olduğunu orta­ ya koyar. Osmanlı tarihinde sık sık yapıldığı üzere, uzun süreli siyasi is­ tikrarı ve iktidarın güçlenmesini mutlak biçimde kültürel verimlilik dö­ nemleriyle özdeşleştirmek her zaman gerçeği yansıtmaz. Ulusal devlet ve buna bağlı ulusal kültürün artık tarihsel gelişimin non plus ultrası olarak geçerli olmadığı bu dönemde, 1800 yılındaki özel konjonktür­ den en azından kısa bir süre için kaynaklanan olanakları daha rahat de­ ğerlendirebiliriz. Canlılığını hep koruyan Osmanlı edebi ve mimari ge­ leneğiyle Avrupalı sanatçılara duyulan ilgi arasındaki denge, eşsiz güzel­ likte yapıtların ortaya çıkmasını olanaklı kılmıştır.74 Özellikle günü­ müzde postmodern sanat anlayışının kültürel alıntı olgusuna yaklaşımı­ mızı değiştirmiş olması ve birbirinden farklı öğelerin bir bütünde birle­ şiminin yeniden sanatsal açıdan kabul gören bir tarz haline geldiğinin açıklanması, bu ilginç dönemin daha yakından incelenmesinin yolunu açabilecektir.75

7 4 Cerasi (1 9 8 6 ), s. 9-10. 7 5 Holbrook (1 9 9 2 ) bu yönde düşünmeye sevk eder.


ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ALAFRANGA, TOPLUM ELEŞTİRİSİ VE DOMATESLER OSMANLI ÜST TABAKA KÜLTÜRÜNDE DEĞİŞİM (1840-1914)

Osmanlı tarihinin en iyi araştırıldığı dönem 19. yüzyıldır; bu, kültür tarihi alanı için de geçerlidir. İncelediğimiz zaman diliminde daha ön­ ceki yüzyıllarda da kabul gören bazı sanatlar, özellikle hayal oyunu ve tuluat özel bir önem kazanmıştır. Osmanlı eliti, bazen de bağımsız ça­ lışan zanaatkarlar, roman ve fotoğrafçılık gibi yazınsal ve görsel ifadenin yeni biçimlerini ülkelerine yerleştirmeye ve kabul ettirmeye çalışmışlar­ dır. Bu gelişmenin tüm ayrıntılarını bir bölümde vermek mümkün de­ ğil, bu yüzden bu kitabın ana bölümünde değindiğimiz alanlara ağırlık vereceğiz: kentlerin oluşumu ve mimarisi, gündelik yaşamda görsel ve yazınsal oluşumlar, yeme-içme sanatı. 19. yüzyıldaki yoğun değişimler bu sınırlı alanda ancak kısmen ele alınabilir. Yine de asıl sorun burada ortaya çıkmaktadır: Osmanlı yöneticileri aslında imparatorluğu ayakta tutabilmek için Avrupa’dan gelen kültürel yeniliklere izin verdiyse de, bu siyasi motif, birçok kadın ya da erkek yazar, fotoğrafçı, tiyatrocu ve­ ya eleştirmene sadece koşullu olarak hitap etmişti. Eleştirmenler, daha çok yeni bir mesleği bir yenilik ve macera heyecanıyla uygulama ama­ cındaydılar ve yaşamdan da tat alıyorlardı. Kuşkusuz, ilk dönemlerdeki Osmanlı yeni-mutlakıyetçiliği gibi -yeni oluşmuş olsa da- kutsal gele­ neklere karşı yeterli saygıyı göstermedikleri için suçlanmışlardı. Ortaya çıkan çatışma ve anlaşmalar bu bölümde sık sık dile getirilecektir. O vakitlerde “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tanımlanan Osmanlı İmparatorluğu, Napoleon savaşlarının sona ermesiyle (1815) başlayan ve bir yüzyıl süren süreç içinde, hızla çöküş devresini yaşamaya başlamıştı. Habsburg İmparatorluğu gibi Osmanlı devleti de, Batı Avrupayı örnek alarak birer ulusal devlet kurmak isteyen bazı tâbi halkların seçkin kesim­ lerinin saldırısına uğradı; Avusturya-Macaristan gibi Osmanlı İmparator­


luğu da bugün artık bazı kesimlerde, özellikle Araplar arasında belli bir nostaljik anlam taşımaktadır.1 Ayrıca Balkanlar’da Osmanlı-sonrası devlet­ lerin oluşumu, büyük Avrupa devletlerinin kendilerine bağlı devletler ya­ ratmak istemelerinden dolayı karmaşık bir süreç geçirmişti. Bu “düvel-i muazzama” önce İngiltere, Rusya ve Fransa’ydı; 19. yüzyılın sonuna doğ­ ru aralarına Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan da katıldı.2 Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını kaybettiği her savaştan sonra, Avrupa’nın büyük devletleri arasında bölme planları yapılmıştı. Fakat bu planlar, büyük devletlerin birbirleriyle çekişmesi ve Osmanlı yönetiminin hâlâ önemli siyasi imkânlara sahip olması nedeniyle gerçekleşmemişti. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı devletlerin hâkim oldu­ ğu dünya ekonomisine ekonomik açıdan her gün biraz daha bağımlı olma­ ya başlamıştı. Serbest ticaret sözleşmeleri ve kapitülasyonlar Osmanlı İm­ paratorluğu’nun kendi sanayiini korumasını engellemişti. 1875’den sonra Osmanlı yönetimi borçlarını artık ödeyemeyince Avrupa denetimi güçlen­ dirilmişti. Devlet ekonomisinin çöküşünün sebepleri arasında, ordunun ve ulaşımın modernleşmesi için yapılan harcamalar vardır, fakat uzun vadede bakıldığında, eşit olmayan antlaşmalar sonucu kaybedilen kaynaklar ve ka­ zanç getiren bölgelerin özerk olmaları ön plana çıkmaktadır.3 Osmanlı seçkinleri, bazı Avrupalı devletlerle ittifaklar kurarak bu krizin etkilerine karşı koymaya çalışmış, duruma göre de ortaklarını de­ ğiştirmişlerdi. 19. yüzyılın başında İngiltere en güvenilir müttefikti, ama Yunan bağımsızlık savaşını desteklemesi, yeni bir müttefik arama ihtiyacını doğurmuştu. Genel olarak Rusya, Çarlık rejiminin Balkanlar’a ve Akdeniz’e yayılma politikası nedeniyle en tehlikeli düşmandı. Alman İmparatorluğu’nun kurulmasından sonra, Osmanlı devletinin daha ön­ celeri Prusya ile yürüttüğü askeri ilişkiler daha da yakınlaştı. 19. yüzyı­ lın sonuna doğru Alman şirketleri, Bağdat demiryolunun finansmanı gibi işlerde İngiliz ve Fransız şirketleriyle belirgin bir rekabete girmiş­ ti.4 Bu durum, Jöntürk hükümetinin 1914 yılında Birinci Dünya Sava­ şı’na, neden İttifak Devletleri’nin karşısında ve Almanların tarafında ka­ tıldığını açıklamaktadır.

1

Bu dönemdeki siyasi olaylar için bkz. Shaw ve Shaw (1 9 7 7 ) ve Castellan (1 9 9 1 ).

2

Trumpener (1 9 6 8 ), Ortaylı (1 9 8 1 ).

3

Blaisdell, çev. Kuyucak ve Dalgıç (1 9 7 9 ); Shaw ve Shaw (1 9 7 7 ), s. 2 2 3 .

4

Trumpener (1 9 6 8 ), s. 5-7. Hilmar Kaiser bu konuda ayrıntılı bir çalışma yapmıştır.


Ü s t Tabaka Tecrü b e Kazanıyor Osmanlının Avrupa’yla ittifak girişimleri iç politikada da önemli olaylara sebep olmuştu. 1 8 3 9 ’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilan edildi. Bu fermanla Sultan Abdülmecid (hd. 1839-1861) din farkı gözetilme­ den bütün Osmanlı tebaasının can, mal, ırz ve namusunun korunacağı­ nı beyan etti. Bu somut koşullar altında, her şeyden önce imparatorluk topraklarında şu ya da bu şekilde barış içinde birlikte yaşayan bütün di­ ni toplulukların özel hak ve yükümlülükleri kalkıyordu.5 Gayrimüslim­ lerin ödediği cizye de kaldırılmıştı. II. Mahmud’un kanlı bir çatışma so­ nucu imha ettiği yeniçerilerin (1 8 2 6 ) yerine kurulan orduya gayrimüs­ limler de kabul edilmeye başlanmış, ayrıca, ilkede de olsa bürokraside yer alma hakkına sahip olmuşlardır.6 Fakat birçok gayrimüslim askerlik görevini yapmamayı tercih etti. Kuşkusuz birçok Müslüman tebaa da as­ kerlik yapmayı istemiyordu. Ancak, askere alınmama imkânı sadece gay­ rimüslimlere özel bir vergi karşılığında verilmişti. Osmanlı yönetiminin gayrimüslimlere bu hakkı sağlamış olmasının nedeni, örneğin Balkan Sa­ vaşı’nda Hıristiyanların sadakatine güvenememesiydi. Osmanlı üst tabakası için Tanzimat, “kul” olmaktan kurtulma anla­ mını taşımaktaydı. Oysa daha önce II. Mahmud, merkezi yönetimi ye­ niden güçlendirerek tehlikeli bulduğu vali ve paşaları astırmış, mal ve mülklerine el koymuştu. Bilindiği gibi çok sayıda yeniçeriyi de öldürt­ müştü. Ancak, Tanzimat’ın getirdiği yenilikler II. Mahmud’un yeni mutlakıyetçiliğini ortadan kaldırmamıştı. Tersine, II. Abdülhamid otuz yılı aşkın bir süre (1 8 7 6 -1 9 0 9 ) imparatorluğu otokratik rejimle yönet­ miş, üst tabakayı tutuklayarak, sürgüne göndererek ve rüşvet vererek boyun eğdirmek istedi. Gerçi 1 8 8 4 ’te Meşrutiyet sadrazamı Midhat Paşa T a ife sürgüne gönderidi ve öldürüldü. Ama siyasi hayatta seçkin­ lerin öldürülmesi yine de istisnai bir durumdu.7 1 8 3 9 ’dan Abdülhamid’in 1 8 7 6 ’da ilan edilen Meşrutiyet’i kaldır­ ması ve dizginleri eline almasına kadar, Osmanlı devlet mekanizması

5

Davison (2 1 9 7 3 ), s. 38 vd.

6

Findley (1 9 8 9 ), s. 1 4 2-143.

7

Shaw ve Shaw (1 9 7 7 ), s. 172 Abdülhamid’in saltanat dönemini “Tanzim at’ın Doruğu” olarak nitelendirir. Ama tarihçilerin çoğu için bu dönem Osmanlı meclisinin 1 8 7 8 ’de lağvı ile bitmiştir. Midhat Paşa'nın ölümü konusunda bkz. age, s. 2 1 6 .


padişah tarafından değil Fransızları örnek alan sadrazamlar tarafından epeyce otokratik tarzda yönetilmiştir. “Genç Osmanlı” yazar Namık Kemal (19. yüzyılda ortaya çıkan “genç Almanlar” ve diğer “genç” mu­ halefet hareketleri ile olan analojiye dikkat ediniz) yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla birlikte iç denetim mekanizmasının da ortadan kalktığı­ nı, yeni merkeziyetçi devlet yapısının da bu mekanizmanın yerini dol­ duramadığını belirtmiştir.8 Gerçekten de memnuniyetsizlik, askerlik görevi, kaybedilen savaşlar, yabancı devletlerin imparatorluğun iç işlerine karışması, imparatorluk­ tan kopan bölgelerden gelen mülteciler, İstanbul’da seyrek de olsa “aşağıdakilerin” ayaklanmalarına yol açmıştı. Büyük ayaklanmalar ara­ sında en bilinen örnek, 1 9 0 8 ’de asker ve bürokratların baskısıyla 1876 Kanun-ı Esasisini yeniden yürürlüğe sokmak zorunda kalan Abdülha­ mid’in 1 9 0 9 ’da iktidarı tekrar eline geçirmesini sağlayan isyandır. Bu ayaklanmanın amacı, kültürel açıdan yabancı diye bakılan bir bürokra­ siye karşı padişahın gücünü devam ettirmek ve yazılı olmasa da hüküm­ dar ile halk arasında kabul edilen “sosyal sözleşme”ye yeniden geçerli­ lik kazandırmaktı.9 Bu tür ayaklanmaların seyrek olması, kuşkusuz ön­ ce, yeniçeriler ortadan kaldırılınca İstanbul’daki alt tabakanın güçsüz kalmış olmasıyla açıklanabilir.10 Alternatif bir yönetim tabakası oluşturabilecek nitelikte olan ulema bu konuda birlikte hareket edemiyordu. İlmiye hiyerarşisinin tepesin­ dekiler belirgin bir aristokrasi oluşturmuşlardı, ama bu dönemde dini vakıfların de facto kamulaştırılmasıyla güçleri iyice sınırlanmıştı.11 Zaten 18. yüzyıldan itibaren halkla pek ilişkileri kalmamıştı. Çoğu, merkezi yönetimdeki asker ve bürokratlar gibi, imparatorluğun çöküşünü ancak radikal bir değişimle engelleyebilecekleri görüşündeydiler. Ama bu gö­ rüş, ilmiye hiyerarşisinin alt tabakasından destek almıyordu. Sultan Abdülhamid muhalefetin tarafsız kalmasını sağlamak için ye­ ni-mutlakıyetçi rejimini dini bir söylemle meşrulaştırmıştı. Şer’i mah­ kemelerde 19. yüzyılın sonunda artık davalar devlet hukukuna göre karara bağlanmaya başladığından, ulemanın politikayı etkileyebilme 8

Mardin (1 9 6 2 ), s. 216.

9

Mardin (1 9 8 8 ).

1 0 Shaw ve Shaw (1 9 7 7 ), s. 27 9 vd. 11 Barnes (1 9 8 6 ), s. 127.


olasılığı zaten sınırlanmıştı. Öte yandan rejimin dini doğrultusu Abdülhamid’in teknik yeniliklere olan ilgisini, özellikle kendi iktidarının meşrulaştırılmasına yarayanları kısıtlamamıştı. Bu kategoriye özellikle tren yollan, telgraf hattı ve fotoğrafçılık giriyordu. Dindarlık ve teknik gelişmeye olan ilgiden oluşan bu kombinasyon, bugün bile birçok Türk muhafazakârının önemli bir özelliğidir. Abdiilhamid’in bu ke­ simlerde popülaritesininin artması, büyük oranda bu kombinasyona bağlı olmuştur.12 Yabancı B ir K ü ltü rü n Benim senm esi ve O sm anlı’nın Aydınlanm a Çağı Osmanlı üst tabakasının yaşamlarının birçok cephesinde Avrupai biçimleri aynen benimseme kararını alması, kaybedilen savaşların do­ ğurduğu güvensizlik ortamıyla açıklanabilir.13 Padişah ve aydınlar bu Avrupai biçimleri Osmanlı kültürüne katmakla, o dönemde gelişmede pay sahibi olmayı ve en azından imparatorluğun bir bölümünü kurtar­ mayı ümit ediyorlardı. Avrupa romanı, tiyatrosu veya yaşam tarzının ak­ tarılmasıyla uğraşan yazar, gazeteci ve politikacılar da aynı düşüncedey­ diler. Namık Kemal, en ünlü eserlerinden birinde genç bir kadının er­ kek kıyafetine bürünerek kuşatma altındaki Silistre’nin savunulmasında gösterdiği kahramanlığı övmüştü.14 Ancak siyasi elitin bu söylemini abartmamak gerekir. Genç züppeler ve gösterişli yaşam biçimleri üzerine yazılmış hicivlerin gösterdiği gibi, Avrupai biçimlerin denenmesi bazen sadece yüzeysel bir oyun haline gelebiliyordu.15 Ama bu arada, bir kültürdeki değişikliklerin kabul edil­ mesinde yabancı kültürden alınanların yardımı olabileceğini söylemem­ iz gerekir.16 Bu kitapta ele aldığımız, 17. yüzyılın ikinci yarısından son­ ra oluşan “özel yaşam kültürü” ışığından bakıldığında, Osmanlı İmpa­

1 2 Shaw ve Shaw (1 9 7 7 ), s. 221 vd. 1 3 Lewis (1 9 6 8 ), s. 45. 1 4 And (1 9 7 2 ), s. 1 0 2 -1 0 3 , 367. Ortaylı (1 9 8 3 ) Osmanlı üst tabakasının karşılaştığı bu sorunu gayet iyi ortaya koyar. Ayrıca bkz. Neumann (1 9 9 4 ). 1 5 Evin (1 9 8 3 ), s. 8 5 -8 7 ; Mardin (1 9 7 4 ). 1 6 Örnek olarak 12. ve 13. yüzyıllar, 15 .-1 6 . yüzyıllar ve geç 18. yüzyıl ile erken 19. yüzyıllarda Avrupa “Rönesans”ı verilebilir. Bu rönesansta, Yunan Roma sanat ve edebiyatı yeniden yorumlanarak kültürün değişiminde araç olarak kullanılmıştır.


ratorluğu’nun son dönemlerinde meydana gelen kültürel değişiklikle­ rin özgün çıkış noktalarını, altını çizerek belirtmekte fayda vardır. 19. yüzyılda seçkin kültürde meydana gelen değişiklikleri, aydınlanmanın doğurduğu, ancak koşullar gereği sınırlı kalan sonuçlar olarak değerlen­ dirmek hatalı olmaz.17 Hatta ben, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında kaybedilen savaşları, kültür değişiminin bir taraftan sebebi olarak, diğer taraftan da önemli bir engeli olarak değerlendiriyorum. Çünkü, bu savaşlar ve sonucunda Avrupa medyasında “hasta adam”ın açıkça aşağılanması, Avrupa kültürünü benimsemeye hazır kimi seçkin­ lerin canını sıkıyordu.18 Tanzimat dönemi ve Sultan II. Abdülhamid devri siyasetçi ve aydın­ ları, yabancı bir kültüre teslim olarak halktan soyutlanmışlardı. Bu olgu günümüzde de göze çarpmaktadır. Bu soyutlanma mutlaklaştırılmaz, fakat üst tabakanın bazı kesimlerinin siyasi gruplarla ittifak kurmasını engellemiştir. Ulusallaşmanın ve daha sonra demokrasi idealinin ön planda olduğu bir dönemde özellikle yazarların soyutlanmış olması, büyük bir ahlaki kusur olarak değerlendiriliyordu. Birçok aydın yaşadık­ ları bu çelişkiyi eserlerinde konu olarak ele almıştır. Mimari, tiyatro ve edebiyatta sık sık ikili bir çabayla karşı karşıya geleceğiz: Bir taraftan mi­ marın veya yazarın getirdiği kültürel yeniliğe önem veriliyordu. Yeni araştırmaların ortaya çıkardığına göre özgünlük Avrupa’nın klasik ve romantik sanat geleneğinde olduğu kadar Osmanlıda da değerliydi. 18. yüzyılın sonunda, Avrupa sanat geleneğinin etkisinde kalmadan yazan Şeyh Galip, tasavvuf felsefesinin öğelerini kullanarak şiirde özgün, ben­ zersiz bir dil kurmayı denemişti.19 Öte yandan, Şeyh Galib’den farklı olarak 19. yüzyıl aydınları edebi­ yatın sosyal ve aydınlatıcı işlevini ön plana çıkarmaya uğraşıyorlardı. Ay­ dınlar başkentteki orta ve üst tabakanın mümkün olduğunca büyük bir bölümüne hitap edebilmek için, mevcut gelenekleri uyarlayıp baskın zevklerle uzlaştırmaya hazırlardı. Her şeyden önce roman veya tiyatro gibi yeni türleri kullanmaktaki amaç çoğu zaman edebiyat yapmak de­ ğil, çok eşliliğin kaldırılması veya her iki eşin de rızasıyla yapılan evlilik

1 7 Evin (1 9 8 3 ), s. 9 -2 1 ; Mastakova (1 9 9 4 ). 1 8 Bu sorunsalı benimle tartıştığı için Huri İslamoğlu İnan’a teşekkür ediyorum. Ayrıca bkz. Timur (1 9 8 6 ). 1 9 Mardin (1 9 7 4 ); Holbrook (1 9 9 2 ).


gibi yeni konulara geçerlik kazandırmaktı. Ancak, didaktik öğelerin böyle taraflı vurgulanışı olumsuz sonuçlar doğurmuştur: Günümüzde, 19. yüzyılın ikinci yarısında yazılan romanların ve tiyatro eserlerinin çok azı okur ve seyircilere hitap edebilmektedir.20 Laikleşme Sorunları 19. yüzyılda Osmanlı padişahları ve siyasi elitin yaşam biçimini de­ ğiştirme çabaları, az ya da çok siyaseti dinden ayırma denemesiyle pa­ ralel gelişmiştir.21 Bu dönemde hiçbir padişah ateist veya liberal dü­ şünceli değildi. Yazar Beşir Fuad, yüzyılın sonuna doğru ateist oldu­ ğunu açıkladığı ve bu düşüncesini intihar ederek somutlaştırdığı için bugüne dek bazı çevrelerde göz ardı edilmiştir.22 Dini olduğu gibi ka­ bul etme ve tartışmaya kapalı görme eğilimi, 17. yüzyıldan beri, belki daha önce bile vardı. Bu eğilim, özellikle, medreselerde eğitim görme­ yip çıraklıktan yetişmiş bürokratlar arasında yaygındı. Bu çevrelerde inanç sahibi olmanın olumsuz çağrışımları vardı. Örneğin, tarihçi, coğ­ rafyacı ve bibliyografya yazarı Kâtip Çelebi (ö. 16 5 7 ), “Kadızadeliler” diye bilinen ulema ile karşıtları olan dervişler arasında süregiden tartış­ mayı, bir cehalet ve kendini bilmezlik işareti diye nitelendirerek şiddet­ le eleştirmişti.23 Özellikle Sultan II. Mahmud tarafından hızlandırılan laikleşme eği­ limi, aslında önemli nedenlere dayanmaktaydı. Asıl amaç, orduyu finan­ se edecek parayı bulmaktı; bu nedenle, 18. yüzyılda başlayan vakıfları devlet denetimi altına alma denemeleri artık yoğunlaştırılmıştı.24 Nite­ kim 1 8 2 6 ’dan sonra vakıflar özel bir nezarete bağlanarak kamulaştırıl­ mıştı. Bu durum, o güne dek vakıf idaresinden önemli gelirleri olan ulema ve özellikle ileri gelenlerin siyasi nüfuzunun iyice azalmasına se­ bep oldu. Bir yandan medreseler devletin denetimine sokulurken, diğer yandan yeni kurulan teknik okulların yararına bu dini okullar bilinçli bir tavırla ihmal edildi. Bu nedenle entelektüel iddiası olan ulema başka

2 0 Evin (1 9 8 3 ), s. 9 -2 1 , 127. 2 1 Bu sorunsal için bkz. Berkes (t.y., muhtemelen 1978). 2 2 Selahaddin Hilav’ın Beşir Fuad hakkındaki önsözünde (t.y.) s. 8. 2 3 İnalcık (1 9 7 3 ), s. 185. Kâtip Çelebi de ulemadandı ama kendini dervişlere daha yakın hissediyordu. 2 4 Barnes (1 9 8 6 ), s. 8 4 , 118 vd.


eğitim alanları seçmek zorunda kaldı.25 Günümüzde Türkiye’de dine ilgi duyan entelektüel sayısının az olmasında, II. Mahmud’un ve ardıl­ larının aldıkları bu kararın epeyce rolü vardır.26 İlk bakışta II. Abdülhamid döneminde bu gelişmenin durduruldu­ ğunu düşünmek mümkün, çünkü bu dönemde hükümdarın dini meş­ ruiyeti ön plandaydı. Osmanlı padişahının tüm Müslümanların halifesi olması, özellikle imparatorluk dışındaki, Avrupa’nın sömürgelerindeki Müslümanların gözünde vurgulanıyordu.27 Hindistan’da Osmanlı pa­ dişahının bu imajı siyasi olarak da önem kazanmıştı; nitekim Osmanlı halifesine Hintli Müslümanların gösterdiği bu ilgi, Atatürk’ün 1924 yı­ lında bu kurumu lağvetmesine yol açtı.28 Öte yandan devlet kadroları­ na teknik ve idari uzman hazırlayan din dışı okulların kurulması, Abdül­ hamid döneminde de devam etti. Özellikle askeri okullar, laikleşme sü­ recinde önemli bir işlev üstlendiler. Örneğin, ortaçağ arkeolojisinde öncü olan ve tarihi eserlerin korunması sağlayan Rifat Osman Bey (1 8 7 4 -1 9 3 3 ), askeri doktordu; daha önce de kendisinden bahsettiği­ miz Beşir Fuad ise edebiyata atılmadan önce subay olarak başarılı yıllar geçirmişti.29 Ancak sanat alanında olduğu gibi laikleşme sürecinde de gerginlik­ ler yaşandı. Bir yandan sürekli artan sayıda entelektüel, cuma namazına gitmek veya oruç tutmak gibi dini görevlerden uzaklaşmaya başlamış­ lardı; diğer yandan ise dinin önemli bir rol aldığı kültür ortamlarında “halka yakın olmayı” istiyorlardı. Bu çatışma özellikle 1930 -1 9 7 0 yılla­ rı arasında yazılan romanlarda yansımıştır. Ancak doğuşu daha önceye dayanır; 19. yüzyılın sonlarındaki çelişkili ve çok sınırlı laikleşme çaba­ larının sonucunda ortaya çıkmıştır.30 M im arlık ve K ent Planması Avrupa motiflerinin sanata ve gündelik yaşama kısmen uyarlanması ve laikleşme çalışmalarından doğan gerginlikler, şehir planlamasına da

2 5 Chambers (1 9 7 3 ). 2 6 İhsanoğlu (1 9 8 7 ). 2 7 D eringil (1 9 9 1 ). 2 8 Azmi Özcaıı bu konuda çalışıyor. 2 9 Rifat Osman (çev.) Ünver (1 9 8 9 ); Okay (t.y.), s. 41 vd. 3 0 Nazım Hikm et’in (1 9 0 2 -1 9 6 3 ) eserleri bu açıdan incelenebilir.


yansıdı.31 Buna bağlı olarak yeni-mutlakıyetçiliğin izlerini taşıyan Os­ manlı egemenlik ideolojisini binalarda, caddelerde ve meydanlarda gö­ rüntüleme çabası ortaya çıktı. Bu dönemin bazı istisnalar dışında üst ta­ baka üyeleri ile Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid, özellikle başkentin yeni bir çehre kazanması gerektiği görüşünü sa­ vundular. Bu şekilde, en azından İstanbul’un ekonomik açıdan zengin bölgeleri “uygarlığın gelişmelerine” kavuşabilecekti. Aslında bu ifade­ nin vurgulamak istediği, Avrupa basınının iddiasının aksine Osmanlı devletinin eski, çökmekte olan bir imparatorluk olmadığı, hatta mo­ dern, dinamik bir devlete dönüştüğüydü. Kentsel örnek olarak, birçok Osmanlı bürokratının öğrencilik döneminde veya elçilikte çalışırken gördüğü Haussman dönemi Paris’i alınmaktaydı. Eski İstanbul’un dar sokaklarını arabaların geçebilmesi için genişlet­ mek bir yandan egemen ideolojinin başlıca motifiydi, diğer yandan da önemli bir ihtiyaca cevap veriyordu. Bu tür yolların yapımı, insanın kendini gösterebilmesini de sağlıyordu, çünkü özellikle kadınlar için arabaya binmek, yüksek statünün önemli bir göstergesiydi. İçindekiler görülmese de bir grup kadını taşıyan son derece gösterişli bir araba, Av­ rupalI fotoğrafçıların ve müşterilerinin en çok rağbet ettiği resimlerdi. 19. yüzyıl sonlarının sanatsal açıdan başarılı bir romanın adı da bu ol­ guya dayanmaktaydı: A raba Sevdası32 Edebiyatçı olmasa da iyi bir ai­ leden gelen İstanbullu bir bürokratın 1 9 0 1-1909 yılları arasında yazmış olduğu günlükte, arabanın, üst sınıf İstanbulluların yaşamlarında ne ka­ dar önemli olduğunu görmek mümkündür: Arabayı satmak zorunda kalmak sosyal konumun çöküşünün işaretiydi.33 Diğer yandan Osman­ lı İmparatorluğu’nun gelişme döneminde altın çağını yaşayan, 1 9 0 0 ’lerde de tekrar aynı niteliği kazanan başkent, daha çok arabaya ih­ tiyaç duyuyordu. Kentin değişik semtlerinde yaşayan İstanbullular bu trafiğe kızıyorlardı ama taşıtlar olmadan gıda, odun ve diğer tüketim mallarına başka yollardan ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Çok daha önemli bir konu yangınla mücadeleydi.34 Anıtlar hariç ah­ şap evlerden oluşan İstanbul’daki en büyük tehlike yangındı. Yangın, 31 Bu bölüm Çelik’e (1 9 8 6 ) dayandırılmaktadır. 3 2 Bkz. Evin (1 9 8 3 ), s. 1 5 8 -1 7 2 ; Moran (1 9 9 1 ), s. 57-67. 3 3 Dumont (1 9 8 6 ). 3 4 Denel (1 9 8 2 ), s. 58 vd.


kent yaşamını tehdit eden en büyük unsurdu. Yangınlar evlerde yemek pişirirken, atölyelerde, bazen de kış aylarında odanın nemini alması için yakılan mangalın üzerine atılan tandır örtüsünün tutuşmasıyla meyda­ na geliyordu. Artan nüfusla birlikte bu yangınlar çoğalmıştı; 1 8 4 5 ’te çı­ kan Hocapaşa yangını bu eski semtin neredeyse tamamını yakmıştı.35 Geçmiş dönemlerde yangınları söndürme görevini yeniçeriler üstlen­ mişti. 19. yüzyılda bu görevi, basit tekerleklerle hareket eden hortum­ larla su püskürten tulumbacılar devraldı. Tulumbacıların kısa bir süre sonra çok sevilen bir komediye konu olmaları dolayısıyla, pek de etkili olmadıkları anlaşılmaktadır. Ancak İstanbul’un eski semtlerinin daracık çıkmaz sokaklarının, çoğu zaman tulumbacıların zamanında yangın ye­ rine ulaşmasını imkansız kıldığını söylemek gerek. Bu nedenle, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun seçkinleri yangına karşı önlem olarak çıkmaz sokakların ortadan kaldırılmasını ve caddelerin düzeltilmesini amaç edindiler. Aynı sebepten ahşap evlerin yapımı yasaklandı. Yangınların yayılmasını sadece kâgir binalar gerçek anlamda engelliyordu. Öte yandan maddi imkânı olmayanlar kâgir in­ şaat için gerekli malzemeleri alamıyorlardı, bu yüzden Osmanlı yöneti­ mi kâgir bina yapımını sadece “değerli” caddelerde zorunlu tutmakla yetindi. Diğer sokaklarda ise evlerin arasına yangın duvarları yaptırttı. Ayrıca 19. yüzyılda çıkan yangınlar, caddelerin genişletilebilmesini sağ­ ladı. Bir bölgede ondan fazla ev yandıysa, 1 8 8 2 ’de çıkartılan bir yasaya göre bu bölge yeniden parselleniyordu; mal sahipleri ise caddenin ge­ nişletilmesi için arsalarının bir bölümünden feragat etmek zorunda ka­ labiliyorlardı. Bu düzenleme 1841 yılında çıkartılan bir Fransız yasası örnek alınarak yapılmıştı. Bu arada belirtmek gerekir: Osmanlı yasaları aynı konudaki İtalya ve Prusya yasalarından daha eskidir.36 Kentin yenilenmesi için yapılan projeler, yeni bir yönetim yapısı ge­ rektiriyordu. 19. yüzyıldan önce vilayetlerde zamanının çoğunu bugün belediyenin yapacağı işlerle uğraşarak harcayan kadıyı görüyoruz. İstan­ bul’da ise sadrazam başta olmak üzere şehir işlerinden sorumlu görev­ liler bu tür belediye işleriyle uğraşmıştı. Fakat bu işlerde uzman olan ve üst tabakadan kent sakinlerinin katılımını sağlayabilecek özel bir bele­ diye meclisi yoktu. 1857 yılından sonra Osmanlı bürokrasisi bu tür 3 5 Atasoy (1 9 8 9 ), s. 1 5 -1 8 ’de İstanbul tulumbacılarını anlatır. Çelik (1 9 8 6 ), s. 55. 3 6 Çelik (1 9 8 6 ), s. 167-168.


meclisleri denemeye başladı.37 Bu tarihlerde padişah ve nazırlar, Pe­ ra’da yaşayan Avrupalıların baskısını ciddiye almak zorunda kalarak, Al­ tıncı Daire-i Belediye diye adlandırılan bölgede, yol yapımı ve ışıklan­ dırma gibi modern şehir hizmetleri sunmaya başladılar. Gerekli finans­ manın sağlanması amacıyla, zengin Avrupalılar belediye yönetimine alındı. Altıncı Daire’nin çalışmaları, 1 8 5 7 -1 8 7 7 arasında gayet canlıydı; bu arada tabii ki üyelerin özel çıkarları ön planda tutulmuştu. 1 8 7 0 ’de Altıncı Daire, İstanbul’da türünün ilk örneği olan kendi belediye bina­ sına kavuşmuştu; bina bankaların bulunduğu bölgeye çok yakındı. Bu­ gün hâlâ kalabalık Şişhane meydanının arka cephesine hâkimdir.38 Galata’daki bankalar bölgesinin imarında büyük banka sahiplerinin sözü büyük önem taşımaktaydı. Bir bankacı ailesi olan Kamondolar’a ait arşiv kısa süre önce incelenmiştir.39 Kamondolar kuşaklar boyunca İstanbul’da yaşamış köklü bir Yahudi ailesiydi. Bankacı, sanat koleksi­ yoncusu, bilim ve sanatın koruyucusuydular. Aile 1 8 6 9 ’da Paris’e yer­ leşmiş, ama uzun yıllar Galata’daki mülklerini ellerinde tutmuşlardır. Kamondolar büyük olasılıkla Paris’in fınans çevresini örnek alarak Galata bölgesinde birçok iş hanı yaptırmışlardı. 19. yüzyıl sonu Levan­ ten/eklektik tarzdaki Kamondo binaları ve diğer hanlar son döneme kadar pek ilgi çekmemiş, hatta bir çoğu yakılıp yıktırılmıştır. Lübnanlı Prens Said Naum Duhani’nin 1 9 4 6 ’da yazdığı Pera-Galata’nın eski ev­ leri hakkındaki Fransızca monografi yayımlandığında fazla ilgi çekme­ mişti. 1 9 8 2 ’de yayımlanan Türkçe çevirisi ise büyük başarı kazanmış, Pera nostalji kültürünün oluşmasına büyük katkısı olmuştur.40 1 9 0 0 ’lerde, zengin gayrimüslim Osmanlıların, gezmeye gelen Avru­ palIların ve her geçen gün sayısı artan üst tabakadan Müslümanların bu­ luştukları Grand Rue de Pera’ya (bugünkü İstiklal Caddesi) dükkânlar, tiyatrolar ve kafeler dizilmeye başlamıştı. Buraya gelen zengin Müslü­ manlar genelde erkeklerdi; öte yandan bazı tiyatrolarda, özellikle kadın izleyiciler için kafes arkasında localar yapılıyor ya da sadece kadınlar için gösteriler düzenleniyordu. Yine 19. yüzyılın sonlarında bu caddeye yer­ 3 7 Ortaylı (1 9 8 5 ); Çelik (1 9 8 6 ), s. 45. 3 8 Çelik (1 9 8 6 ) s. 4 6 . 1 8 6 5 -1 8 6 9 arasında başkentin sokak planlama çalışmaları Islahat-ı Turuk Komisyonu tarafından yapılıyordu, age, s. 63. 3 9 Seni (1 9 9 4 ). 4 0 Duhani (1 9 8 2 ).


leşen yabancı moda salonlarına uğramak da gündelik yaşamın bir par­ çası olmuştu.41 Bu dönemde zengin Müslüman aileler şehrin kuzey sınırında yeni oluşmakta olan Şişli’deki yeni apartman dairelerine taşınmaya başlamış­ lardı. 20. yüzyılın ortalarında ise, Şişli bir alışveriş merkezi olarak ün sa­ lacaktı. Bu taşınmaların en önemli nedeni, aydınlatılan caddeler ve alış­ veriş merkezleri gibi yeni sunulan hizmetlerdi. Hanımların yaşamların­ da yeni bir hareket alanı açılmıştı, o dönemin Avrupa’sında olduğu gi­ bi İstanbul’un yeni bölgeleri de özellikle hali vakti iyi olan hanımlara çekinmeden kendilerini toplum içinde gösterebilecekleri imkânlar sağ­ lamıştı.42 Yazları Adaların “modern” taze havası ve bazı Boğaz köyleri de benzer imkânlar sunuyordu.43 2 0. yüzyılda ise Beyoğlu ve daha son­ raları Ankara pastaneleri ailelerin ve kadınların gidebileceği merkezlere dönüştü. Taşra vilayetlerinde ise, çağın değişmesi gerektiğini gerçekten düşü­ nen paşalar, en büyük inşaat projelerini Bursa’da gerçekleştirdiler. Ö r­ neğin 1863-64 ve 1 8 7 9 -8 2 ’de valilik yapan Ahmed Vefik Paşa (18231891), hâlâ Bıırsa’nın merkezini oluşturan çarşı yollarını yaptırmıştır.44 Ahmed Vefik Paşa çalışmalarında diğer paşalara göre son derece titiz davranmıştı; oysa İstanbul’da Çemberlitaş’ta hâlâ görülebilen, bir cep­ hesi vahşice kesilmiş bir hamam ve ortasından bölünen Ali Paşa Med­ resesi, Ahmed Vefik Paşa’dan birkaç yıl önce girişilen Divanyolu’nu ge­ nişletme çalışmalarının tatsız birer anısıdır. Ahmed Vefik Paşa ise yeni bir cadde açtırırken Bursa’daki Yürüyen Dede Türbesi’ni, kentin tarihi görünümünü bozmamak için başka bir yere taşıtmıştır. Hâlâ var olan bir tiyatro yaptırtmış, oyun çalışmalarını büyük bir ilgiyle izlemiştir. Moliere’in birçok eserini bizzat çevirmiş, oynanmasını sağlamış, bir de büyük Osmanlıca sözlük hazırlamıştır. Ancak kentte birçok da düşman kazandığından, bu kültürel faaliyetler, sonunda onun Bursa’daki göre­

4 1 And (1 9 7 2 ), s. 100. 1900 yılında bir Osmanlı hanımının sokağa çıkışı hakkında bkz. Dumont (1 9 8 6 ). 4 2 19. yy. sonlarında Avrupa’nın büyük kentlerinde kadınların yürüyüşleri için bkz. Walkowitz (1 9 9 2 ), s. 4 6 -5 0 . 4 3 Belge (1 9 9 4 ), s. 2 5 5 -2 6 0 ’de bu adaların güzel bir özetini verir. 4 4 Erder (1 9 7 6 ), s. 2 39 vd; And (1 9 7 2 ), s. 8 9 ’da Ahmed Vefik Paşa’nın Bursa halkını tiyatrosuna nasıl zorba yöntemlerle getirdiğini anlatır.


vinden geri çağrılmasına sebep olmuştur. İstanbul’da da, Bursa’nın ge­ lirlerini devletin boşalan hazinesine vereceğine kültür ve mimari işlere ayırdığı için suçlanmıştır. Bir yandan Avrupa’nın büyük kentlerinde diğer yandan Tunus gibi sömürge merkezlerinde inşa edilen yapılar aynı dönemin Osmanlı yapı­ larıyla karşılaştırıldığında, ilk göze çarpan Osmanlı yapılarının müteva­ zılığı olacaktır.45 Sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kaynakların sınırlı olmasıdır. Bu sınırlı para o dönemde İstanbul’da sa­ yısı her gün artan AvrupalIların ve Osmanlı üst tabakasının oturdukları semtlere akıtılmıştı. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında çekilmiş fotoğraf­ larda görülebileceği gibi, siyasi baskı yapılamayan Altıncı Daire’nin so­ kaklarında bile, uzun süre pek az yenileme çalışması olmuştur. Öte yandan, İstanbul’da, sömürge kentlerinde görülen, kentin bir bölümünün Avrupai tarzda, diğer bölümünün ise az çok ihmal edilmiş bir eski kent olması gibi bir zıtlık yoktur.46 Oysa Ankara’da, eski ve ye­ ni kent arasındaki zıtlık, tarihi semtlerdeki caddelerin yenilendiği ve mo­ dern binaların kurulduğu İstanbul’a göre daha çok göze batmıştır. Hat­ ta 19. yüzyılın sonuna doğru, günümüzde okul, işyeri ve müze olarak kullanılan binalardan anlaşılacağı gibi Kapalıçarşı civarında üst tabakadan birçok aile yaşamıştı. Babıâli civarında, yeni kurulmakta olan gazete ve matbaalar bölgesi yer almaktaydı. Birbirinden bağımsız gerçekleştirilen ve İstanbul’un yenilenmesini amaçlayan bu inşaat projeleri, Osmanlı İm ­ paratorlıığu’nun son dönemine egemen olan karmaşık durumu yansıtı­ yordu; imparatorluk maddi ve siyasi açıdan bağımlıydı, ama üst tabaka, mimari alandaki değişim çalışmalarının denetimini elinde tutuyordu. G örsel K ültürde Yeni Biçim ler: Fotoğrafçılık ve M üzeler 19. yüzyıldan önce saraya ya da belirli tarikatlara mensup olmayan kent sakinleri, insan ve hayvan tasvirlerini sadece şenlikler çerçevesinde görme olanağına sahip olmuşlardı.47 Yüzyılın sonuna doğru fotoğraf

4 5 Çelik (1 9 8 6 ), s. 153-163. 4 6 age, s. 4 9 -8 1 . Janet Abu-Lughod (1 9 8 0 ) bu olgu için urban apartheid terimini bulmuştur. 4 7 Bu kesimlerde hat istifleriyle oluşan çeşitli hayvan tasvirleri revaçtaydı. Krş. Birge (yeni basım 196 5 ), resim 5, 6, 8, 9. Ama bu sanatın elimizdeki örnekleri büyük ölçüde 19. yy’dan kalmadır.


ve karikatür, resmin hızla gündelik kültürün bir parçası olmasını sağla­ mıştır. Bu gelişme, kendini belli etmeden, ama son derece yoğun bi­ çimde, laikleşme sürecini etkilemiştir. 1 8 5 0 ’lerde Osmanlı İmparator­ luğu’na giren fotoğraf sanatı, önceleri İstanbul’da yaşayan AvrupalIla­ rın (James Robertson, Guillaume Berggren) ve gayrimüslim azınlıkla­ rın, örneğin Basile Kargopoulos’un veya Abdullah Frères adıyla çalışan Aliksan biraderlerin ilgisini çekmiştir. Bu fotoğrafçıların müşterilerinin büyük bir bölümü Avrupalıydı.48 Müslümanlar arasında ise fotoğrafçı­ lık önce askerler arasında yaygınlaşmış, böylece daha önce manzara re­ simlerinde yansıtılabilen askeri binalar kolayca kağıda geçirilebilmiş­ tir.49 Ayrıca, büyük Osmanlı kentlerinde yaşayan erkek ve kadınlar, herkesçe seyredilmediği için dini açıdan bir sorun teşkil etmeyen insan resmine ulaşma imkânını da elde etmişlerdir. Örneğin Abdülhamid’in kızlarından biri, babasının uygun damat adaylarının fotoğraflarım önü­ ne koyduğunu ve evleneceği kişiyi bu fotoğraflardan seçtiğini anıların­ da anlatmıştı.50 Fotoğrafçının stüdyosunda toplum tarafından kabul gören kıyafet­ lerle ya da bayramlarda aile ortamında fotoğraflarını çektiren ilk O s­ manlı erkek ve kadınlarının adlarını bilmiyoruz. Bu nedenle bu insanla­ rın hangi dine mensup olduklarını söylemek mümkün değildir.51 19. yüzyılın son yirmi yılında ise iş yerinde grup halinde ya da üst tabaka­ dan Müslüman Osmanlı ailelerinde aile fotoğrafları çektirmek olağan hale gelmişti.52 Bu tabakaya mensup hanımlar, özellikle de genç kuşak­ lar, örtünmeden ve Avrupa kıyafetleriyle poz veriyorlardı; hatta hanım sultanların da böyle fotoğrafları vardır. Bazı fotoğraflarda ise hanımlar piyano başında veya ellerinde kemanla görünmektedir.53 Sultan Abdülhamid kendini fotoğrafçıların hamisi ilan etmişti; hatta bu dönemde faal olan nerdeyse tüm stüdyo fotoğrafçılarına resmi bir unvan ihsan edilmişti. Tabii, taşradaki makam sahiplerinin fotoğraflarla denetlenebilmesinin bu konuda önemli bir rol oynadığı tartışılamaz.

4 8 Öztuncay (1 9 9 2 ), Beaugé ve Çizgen (1 9 9 3 ). 4 9 Beaugé ve Çizgen (1 9 9 3 ), s. 2 2 2 vd. 5 0 age, s. 179. 51 age, s. 137 vd. 5 2 Duben ve Behar’da (1 9 9 1 ) güzel örnekleri vardır. 5 3 Renda ve diğerleri (1 9 9 3 ), s. 249.


Zira padişah fotoğraflara bakarak inşaat projelerinin kendisine bildiril­ diği şekilde yapıldığından emin olabiliyordu; o zamanki teknik, foto­ montajla yanıltma imkânı vermiyordu. Ayrıca Abdülhamid’in hazırlat­ tığı büyük albümler, Avrupa devletlerine ülkeyi tanıtma olanağını ver­ mişti. Yüzyıl ortalarında, tarihi yapılar, pitoresk manzaralar, yolda çalı­ şan zanaatkârlar, sokaktaki insanlar ve stüdyo portreleri üzerinde yo­ ğunlaşan AvrupalIların tersine, Osmanlılar ülkede gerçekleşen yenilikle­ ri fotoğraflara aktarmıştır.54 Bu fotoğraflar bir yandan resmi şölenleri göstermekte, diğer yandan da hastane, tren istasyonu, hatta bir tütün fabrikasının içini yansıtmaktaydı. Bu fotoğraflar bir belge niteliğinde değildir, çünkü fotoğrafı çekilecek mekân özenle şekillendirilirdi. Hat­ ta bazen insanlar, sosyal hiyerarşide sahip oldukları yere göre yerleştiri­ lirdi. Bazen de bir üretim sürecinin çeşitli aşamaları dikkat çekici şekil­ de sunulmuş, ön plana çıkartılmıştı. Böylece 19. yüzyıl Osmanlı fotoğ­ rafları, günümüzdeki Türk aydınlarının ilgisi bu fotoğrafların daha çok belgesel değeriyle sınırlı olsa bile, o dönemin siyasi ve sosyal ideolojisi­ ni anlamakta önemli birer kaynak oluşturur. Fotoğrafçılık ve müzeler, izleyicilere çok kısa bir zaman içerisinde çok sayıda resmi bir arada görebilme imkânı sağladıkları için aynı cüm­ leden sayılabilir. Gerçi birçok müze ancak Cumhuriyet döneminde ku­ rulmuştur, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Topkapı Sarayı arazisi içinde kurulan M üze-i Hümayun, Osmanlı topraklarında bulunan arke­ olojik eserleri önceleri sınırlı bir kitleye de olsa sunmuştur. Bu müze, oryantalist tarzdaki tarihi resimleri Paris’te değişik sergilerde birçok ödül alan Osman Hamdi’nin (1 8 4 2 -1 9 1 0 ) çabalarıyla ortaya çıkmıştır. Osman Hamdi tiyatro oyunları da yazmıştı.55 Osman Hamdi 1 8 8 1 ’de fazla zengin olmayan ve dağınık bir eski eser koleksiyonunu devralmıştır. O dönemin kavramlarıyla kazılar yap­ tırtmış, değerli arkeolojik eserlerin dışarıya kaçırılmasını önlemiştir. Gerçi çabalarında sınırlı bir başarı elde etmişti, ama yine de bu çabalar bugün bu çok ödüllü oryantalist ressamın sol liberallerin gözünde bir simge olmasının nedenini açıklar.56 Ayrıca Osman Hamdi’nin Osmanlı

5 4 Beaugé ve Çizgen (1 9 9 3 ), s. 2 0 0 -2 0 1 . 5 5 krş. “Othman Hamdi” maddesi, EI2 (P. ve S. Soucek). 5 6 Rona (1 9 9 3 ).


üst tabakasından kadınların portrelerini yapması da önemlidir; hatta re­ simlerinin büyük bir bölümüne kendi eşi modellik yapmıştır. T iyatro 19. yüzyıl İstanbul’unda üç tür tiyatro mevcuttu. Bu dönem, Kara­ göz ve ortaoyununun en yaygın olduğu dönemdi.57 Bir de Avrupa tar­ zındaki tiyatro vardı. Pera’da özellikle Fransız ve İtalyan kumpanyaları­ nın oynadığı oyunlara çoğunlukla yerleşik Levantenler (Osmanlı tabi­ riyle “tatlı su frenkleri”) rağbet ediyordu. Sadece ikinci sınıf kumpan­ yaların temsilleri değil, aynı zamanda Sarah Bernhardt gibi ünlü oyun­ cular da izlenebiliyordu. Bu yabancı tiyatroların yanı sıra tabii Osmanlı tiyatroları da vardı; hem çeviri hem telif eserler sahneye koyarlardı. 1870-18 8 0 arasında faaliyet gösteren Osmanlı Tiyatrosu bir repertuvar tiyatrosuydu ve Osmanlıca yazılmış oyunlar sunma tekelini elinde tutu­ yordu. Ancak 1 8 8 4 ’te oynanan bir oyun, Sultan Abdülhamid’in hoşu­ na gitmeyince tiyatro binası bir gecede büyük olasılıkla sultanın emriy­ le yerle bir edildi ve tiyatro topluluğu dağıldı.58 Ermeni Güllü Agop’un (din değiştirdikten sonra Yakup Efendi is­ mini almıştır) kurduğu İstanbul’daki bu ilk büyük repertuvar tiyatrosu­ nun neredeyse bütün oyuncuları da Ermeniydi. Türkler istisna oluştu­ rurdu. Anlatılanlara göre Schiller’in Haydutlar oyununun gösterimi sı­ rasında ekipte yer alan iki Türk oyuncu, sarık sarmak istemişlerdi (oysa o dönemde İstanbul’da artık sarığa pek rastlanmıyordu). Kadın oyun­ cular ise istisnasız Ermeniydi (ilk Müslüman kadın oyuncu olarak bili­ nen Afife Jale’nin kariyeri 1 9 2 0 ’li yıllarda başlamıştı). Bu yüzden oyun­ cuların diksiyonu sorun haline gelmişti, çünkü Ermeni oyuncular ( b a ­ zıları Ermenice eserlerde de oynuyordu) Türkçeyi kendi dillerinin şive­ siyle konuşuyorlardı. Ayrıca yazı diline, örneğin Namık Kemal’in (1 8 4 0 -1 8 8 8 ) veya Abdülhak Hamid’in (1 8 5 2 -1 9 3 7 ) oyunlarında kul­ landıkları yazı diline çoğu zaman hâkim değillerdi; bu sorunu az eği­ timli Müslüman oyuncular da yaşamışlar, aksaklıklar yanlış anlamalara yol açmıştı. Yeni repertuvar tiyatrosunu Karagöz ve ortaoyununun ak­ sine düzgün bir dil ve terbiye okulu olarak gören Osmanlı aydınları, bu

5 7 And (1 9 8 3 ), s. 118 vd. 5 8 And (1 9 7 2 ), s. 2 1 7 - 2 1 8 , 2 3 8 -2 4 4 .


tür aksaklıklara büyük tepki gösterdiler.59 Güllü Agop, oyunları çevi­ ren, düzelten, yazan ve oyunculara diksiyon dersi veren aydınlardan oluşan bir kurulu tiyatrosuna dahil ederek bu soruna bir çözüm bulma­ ya çalışmıştı. Bu tiyatroda bazı oyuncular, örneğin trajedi oyuncusu Hraçya, bü­ yük ün kazanmıştı. Ancak, yüzyılın sonundaki Ermeni ulusal hareketi, “Osmanlı kültürüyle kaynaşmış” olan bu oyuncuları zor durumda bı­ rakmış, hatta birçok oyuncu Kafkasya’ya göç etmiştir. Başka bir sorun ise uygun oyun seçiminin zorluğuydu. Viyana’daki Osmanlı elçiliğinde çalışan ve muhtemelen daha sonraki Sadrazam Ah­ med Arifi Paşa ile aynı kişi olan Arifi Bey, 1877 yılından önce Avustur­ yalI bir gazeteciyle yaptığı bir röportajda bu konuyla ilgili sorunları açıklamıştı.60 Osmanlı-Müslüman aile kutsal sayıldığı için aile ilişkileri­ ni anlatan oyunlar eleştiriye sebep olur diye kabul edilemezdi. Siyasi oyunlar devlet çıkarı nedeniyle sahnelenemezdi; nitekim çok kısa bir sü­ re önce Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyunu isyana yol açtığı için sahneden kaldırılmıştı. (O vakitler çok sevilen tarihi oyunların siya­ si içeriği olamazdı, aile içi entrikalar ise düşünülemezdi.) Geriye sadece çeviri metinler kalıyordu. Ancak bu oyunların konusu Osmanlı seyirci­ sine yabancı kalıyor, ilgisini pek çekmiyordu. Sansür yoğunlaşınca yüz­ yılın başlarında artık pek yeni oyun yazılmaz oldu, tiyatrolar sadece çe­ viri oyunlarla yetinmek zorunda kaldı. 1 9 0 8 ’de Kanun-ı Esasi’nin tek­ rar yürürlüğe girmesiyle özgün tiyatro eserlerine izin verildiğinde, ilk başlarda emprovize metinlerle uğraşılması gerekmişti.61 Osmanlı yazarları ve tiyatrocuları bu koşullarda sınırlarını genişlete­ bilmek için büyük çaba harcamışlardı. Üzerinde en çok yoğunlaşılan konu o dönemdeki aile yaşamının eleştirisiydi. Şinasi’nin (1 8 2 4 -1 8 7 1 ) Şair Evlenmesi adlı komedisi, ilk başarılı Osmanlı tiyatro oyunlarından­ dır; konusu, eşlerin birbirlerini görmeden evlenmeleridir.62 Ancak ko­ medi yazarı, kahramanın kadını görmeden nasıl aşık olduğunu açıkla­ makta güçlük çekmişti. Aşıklar birbirlerini nerede tanımış olabilirdi ki?

5 9 age, s. 1 1 6-135. 6 0 age, s. 1 0 4-105. 6 1 age, s. 2 5 3 . 6 2 age, s. 322.


Bu sorunun en sevilen çözümü aşıkları uzaktan akraba yapmaktı, böy­ lece çocukluklarında birlikte oynamış olabiliyorlardı. Siyaset ve yurtse­ verlik konularını işleyen dramlar da, yoğun sansüre rağmen yazılmıştı; kaybedilen savaşlar ve mülteci akınıyla ağırlaşan atmosferde bu tür ko­ nular büyük beğeni kazanıyordu. Bütün bunlara rağmen yadsıyamaya­ cağımız bir şey var: Yüzyıl sonu Osmanlı kalem sahiplerinin düşlediği gibi, tiyatronun toplumda yenilik alıştırmalarının yapıldığı yer olabil­ mesi, genelde bir ütopya olarak kalmıştır. M ektuplar ve Anılar 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan kültürel değişimle birlikte artık anlatı birinci tekil şahıs ağzından yapılıyordu. Yazarların mektuplaşma­ ya yönelmesindeki (Fazlı Necib ve Beşir Fuad [1 8 5 2 / 5 3 -1 8 8 7 ] arasın­ daki mektuplaşmaya sık sık değineceğiz) asıl amaç, bu mektupların ya­ yımlanmasıydı. Fakat özel mektupların sayısı da artmaktaydı: Örneğin ünlü tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet (1 8 2 2 -1 8 9 5 ) karısının okuma yazma öğrenmesini istemişti, böylece sık sık seyahat etmesine rağmen üçüncü bir kişiyi araya koymadan hanımıyla mektuplaşma im­ kânına sahip oluyordu. Neyse ki bu mektupların bir kısmı korunabilmiştir.63 Bunun dışında ünlü kişilerin terekelerinde, fotoğrafların yanı sıra aile yaşamlarındaki önemli olayların yazılı olduğu metinler vardır. Örneğin kısa bir süre önce, Osman Hamdi’nin babasının, 1 8 4 1 ’de yap­ tığı evlilik ve bu evlilikten doğan beş çocuğu hakkında yazdıkları orta­ ya çıkmıştır.64 Anılara gelince, o dönemin Avrupa’sında da sık sık karşılaşıldığı gi­ bi üst düzey siyasi belgeler bulmak mümkündür. 19. yüzyılın son dö­ nemlerinde, birçok sadrazam anılarım yazıp bırakmıştır. En bilineni, öl­ dürülen sadrazam Midhat Paşa’nın (1 8 2 2 -1 8 8 4 ) oğlunun İngilizce ya­ yımlattırdığı anılardır. Bu yayın, Sultan Abdülhamid’in emriyle Ahmed Cevdet’in başkanlığında kurulan komisyonun Midhat Paşa’ya karşı yü­

6 3 Kütükoğlu (1 9 8 6 ), s. 2 0 2 ve ayrıca yazarla bu konuda yaptığım konuşmalar. Paşa, s. 2 1 0 ’daki mektupta karısına birden fazla evliliği tasvip etmediğine dair teminat verir: “ ...Ben evlenecek olduğum vakit başımdan bir nikâh geçmek niyetiyle evlendim ve Allahdan öyle istedim. Şimdiye kadar başka suret hatırıma gelmedi ve Allah göstermesün.” 6 4 Koç (1 9 9 3 ).


rüttüğü davada paşanın temize çıkmasını sağlayacaktı.65 Ahmed Cev­ det’in biyografisi de ailesinden biri, gazeteci-yazar olan kızı Fatma Ali­ ye (1 8 6 4 -1 9 3 6 ) tarafından hazırlanmıştır. Fatma Aliye, içinde büyüdü­ ğü muhafazakâr ortama rağmen “yeni üslubun” etkili kadın aydınların­ dandır.66 Orta sınıftan bir bürokrat, aynı zamanda bir derviş olan Aşçı İbrahim Dede’nin anıları ise daha mütevazı bir ortamda önemli bir rol oynamıştır.67 Ancak, burada sözü edilen eserlerin dışında da kuşkusuz bilmediğimiz pek çok belge vardır. Bir geç Osmanlı anı edebiyatı tari­ hinin eksikliğini duyuyoruz ve her zaman da duyacağız. K itaplar ve “M a tb u a t” Dünyası 68 19. yüzyılın ikinci yarısında basılı kitapların sayısı çok artmıştı. II. Mahmud döneminden itibaren kurulmaya başlayan teknik okullar, ki­ taplarının bir bölümünü kendileri basıyordu. Özellikle Fransız grandes écoles örnek alınarak yaptırılan Mühendishane-i Hümayun yoğun basım çalışmaları yürütmüştür.69 Ticari yayınevi kurucuları ise, kitap çıkarma sürecinde çeşitli işleri kendileri halletmek zorunda kalıyorlardı. İçlerin­ den biri uzun ve başarılı çalışmaları dolayısıyla ustalığı kabul edilen Ebuzziya Tevfik’ti.70 Ebuzziya Tevfık yayınlarının yorumculuk ve edi­ törlüğünü de yapıyordu. Ahmed Resmi Efendi’nin Berlin sefaretname­ sini dipnotlarla derleyen kişi yine Ebuzziya Tevfik’tir.71 Fakat Ebuzzi­ ya Tevfık uluslararası ününü yayınlarındaki yaratıcı grafik düzenle elde etmiştir; Leipzig’deki bir kitap basımcıları birliği, Ebuzziya Tevfik’in matbaacılığı hakkında devamlı bilgi vermişti.72 Gazeteci ve yazar Ahmed Midhat da kitaplarının yayımı ve basımıy­ la kendisi ilgilenmek zorunda kalmıştı. Üstelik çifte risk göze alıyordu: Bir yanda o dönemin edebiyat yazarlarının eserleriyle ilgilenen olup ol­

6 5 “Midhat Paşa” maddesi, EI2 (Roderic H. Davison). 6 6 Chambers (1 9 7 3 ) geniş ölçüde bu kaynaktan yararlanıyor. 6 7 Findley (1 9 8 9 ) bu metni verir. 6 8 Matbaacılık tarihini burada vermiyoruz. Bkz. “Matbuat” maddesi, İA (Vedat Günyol). 6 9 Strauss (1 9 9 3 ). 7 0 Bulgaristan’da matbaacılık ve yayınevlerinin başlangıcını çok daha iyi bilen Fidanı (1 9 9 3 ) ile krş. 7 1 Ahmed Resmi (1 3 0 3 / 1 8 8 6 ). 7 2 Strauss (1 9 9 2 ), s. 327.


mayacağı riski vardı. Diğer yanda tüm yazarların biraz da ortak derdi olan matbaa ve kağıdın finanse edilmesi sorunu vardı. Makina ve per­ sonel verimli kullanılmalıydı, nitekim Ahmed Midhat rakiplerinden Ebuzziya Tevfik’in çıkarttığı gazeteyi bir süre basmak zorunda kalmıştı.73 Sadece Ermenice değil, hatta özellikle Osmanlıca yazılı kitapları ba­ san Ermeni matbaacılar da vardı. Agop Boyacıyan, vali, sözlük yazarı ve tiyatrocu Ahmed Vefik Paşa’yla çalışmış, 19. yüzyılın sonuna doğru, modern teknik donanımıyla ünlenmişti. 1890 yılında günümüzde de kullanılmakta olan James Redhouse’ın Osmanlıca-İngilizce sözlüğünün ilk basımını yaptı.74 Arnavut kökenli yazar Şemseddin Sami’nin hâlâ kullanılan sözlüğünü Ermeni bir matbaacı, Kayseri kökenli Mihran Nakkaşiyan yayımlamıştır.75 Bu yayıncıların ve matbaa sahiplerinin en zor işi, kitapların müşteri­ lere ulaştırılmasıydı. 1 8 8 0 ’lerde bile paketlerin müşterilere ulaştırılması o kadar zaman alıyordu ki, abonelik sistemine geçmek mümkün değil­ di. Eleştirmen ve yazar Beşir Fuad, o dönemlerde çıkardığı edebi ve po­ püler bilim ağırlıklı dergisinin alıcı sayısının az olmasını, kahvehaneler­ de dergi bulundurulmasına bağlamıştı.76 Dar bütçeli okurlar dergileri kahvede okuduklarından abone olmaya ihtiyaç duymuyorlardı. Yazar ve yayıncılar bir de sansürle uğraşmak zorundaydılar. Sansürcüler, hiç umulmadık kelimelerin arkasında “art niyet” arıyordu. Bu sorun, arala­ rında bir iki matbaacı ve yayıncı da bulunan muhbirler yüzünden iyice büyümüştü.77 Bütün bu engeller yüzünden kitaplar az basılıyor, yayın­ cılar zarar ediyordu. Yayınevleri, özellikle sahibi İstanbul’dan sürgün edildiğinde, çok sık sahip değiştirmiş ya da kapatılmıştı; Ebuzziya Tev­ fik de bu sıkıntıyı çok çekmişti. İstanbul seçkinleri kitapları birer koleksiyon objesi olarak görüyor­ lardı, bu yüzden hem kağıdı kaliteli olan hem de çok güzel tezhipli hat örneklerini içeren yazmaları tercih ederlerdi. Yazma eserler yüzyılın so­ nuna doğru İstanbul dışındaki bölgelerde çokça bulunurdu; dini men­ 7 3 age, s. 3 1 4 -3 1 5 . 7 4 Redhouse (1 9 2 1 ), Strauss (1 9 9 2 ), s. 324. 7 5 Strauss (1 9 9 2 ), s. 322. 7 6 B eşir Fuad (t.y.), s. 59-60. 7 7 Strauss (1 9 9 2 ), s. 323.


kıbeler hâlâ elle yazılıyordu. Hatta 16. yüzyıl vergi kayıtlarının elle kop­ ya edildiği bile olmuş, özellikle tarla uyuşmazlıklarında kılavuz olarak kullanılmıştır. Seçkin Osmanlı erkeklerinin okuma alışkanlıklarını, sahip oldukları kitapların listesinden öğrenmek mümkündür. Bu listeler, sahiplerinin ölümünden sonra kitapların müzayedelerde satılmasını kolaylaştırma amacıyla hazırlanmıştır.78 Bugüne kadar aralarında Ahmed Vefik Pa­ şa’nın kitapları da bulunan aşağı yukarı otuz liste incelenmiştir. Ahmed Tevfik Paşa çok önemli bir kütüphaneye sahipti. Şeyhülislam Arif Hik­ met Efendi (ö. 1859) Medine’de bir kütüphaneye 5000 kitap bağışla­ mıştı, ama İstanbul’daki evinde hâlâ çok değerli bir kitap koleksiyonu vardı. Böyle istisnaların dışında, iyi eğitimli ve makam sahibi bir Os­ manlI’nın, yaşamı boyunca yüzlerce, hatta bine yakın kitabı olabiliyor­ du. En çok tercih edilen eserler Osmanlı tarihleri ve divanlardı. Arapça ve Farsça metinlerle de karşılaşılıyordu. Ö te yandan Fransızca kitaplar fazla talep görmüyordu, ancak kendisini çok yönlü yetiştirmiş olan Sad­ razam Ali Paşa’nın bu dilde aşağı yukarı kırk kitabı vardı. Maalesef ay­ dınların kütüphaneleri hakkındaki bilgilerimiz çok az. Beşir Fuad ve ga­ zeteci arkadaşı Fazlı Necib arasındaki mektuplaşmadan bu çevrelerde Fransızca eserlere ve özellikle konusu doğal bilimler olan popüler me­ tinlere de ilgi duyulduğunu anlamak mümkündür.79 Bu dönemin çeviri faaliyetleri ile ilgili kapsamlı bilgi bulamıyoruz, bu nedenle burada sadece bir örnekle, Victor Hugo çevirileriyle yetin­ mek zorunda kalacağız.80 Hugo, 19. yüzyılın son döneminde birçok Osmanlı edebiyatçısı tarafından takdir edilmiştir. Namık Kemal ve Sa­ mipaşazade Sezai (1 8 6 0 -1 9 3 6 ) dahil birçok önemli yazar, H ugo’nun şiirlerini çevirmişti; hatta bazı metinler birkaç kez Osmanlıcaya çevril­ mişti. Beşir Fuad, H ugo’nun ölümünden birkaç ay sonra, şairin “yeni üslup”taki ilk edebi biyografisini yazmıştır (1885). Ancak, Beşir Fuad, Hugo sevenlerden çok farklı bir edebiyat anlayışına sahipti. Roman­ cıların hiç yanına yaklaşmadığı doğa bilimlerini de dikkate alıyor, bu se­ beple Emile Zola’nın, Tanrıtanımazlığı ve “sanatkârane olmaması” yü­

7 8 Kut (1 9 9 4 ). 7 9 Beşir Fuad (t.y.), çeşitli yerlerde. 8 0 Kerman (1 9 7 8 ) bu konuda zengin malzemeye sahip bir çalışmadır.


zünden. sadece Osmanlı edebiyatçıları tarafından değil Fransız okurlar tarafından da reddedilen naturalist romanlarını savunuyordu.81 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı edebiyatçıları için Victor Hugo her şeyden önce şair olarak değer taşımaktaydı, oyunları ikincil kalırdı. Düzyazıları ise çok sınırlı bir ilgi uyandırmıştı; romanlarının uzunluğu, kuzey Fransa veya Normandiya adalarındaki yaşama ait ön bilgilerin ge­ rekliliği, ilginin azalmasına sebep olmuştu. Öte yandan Fransızca ilk baskısının çıktığı yılda, 1 8 6 2 ’de, Jean Valjean ve evlatlığı Cosette’in ya­ şamını anlatan romanının Osmanlıca çevirisi de yayımlanmıştı. Ancak bu daha çok “bir polis raporu üslubuyla” ele alınmış sınırlı bir özetti. Hugo’nun şiirlerinin bu kadar sık Osmanlıcaya çevrilmesinin sebe­ bi, o zamana kadar Osmanlı şiir geleneğinde hiç sözü edilmeyen konu­ lara değinmesidir. Özellikle çocuklar bu konular arasındaydı; Hugo ço ­ cukları önce babanın sonra da büyükbabanın perspektifinden anlatmış­ tı. H ugo’nun siyasi şiirleriyle uğraşmak güçtü; özellikle de III. Napoleon olarak 1 8 5 1 ’de Fransız tacını takan “Küçük Napoleon”a kar­ şı yazdığı mücadele ve eleştiri şiirleriyle. Osmanlı yazarları, sansüre uğ­ ramamak için metinleri masumlaştırmaya çalışmışlardı. Fakat Samipaşa­ zade Sezai, 1851 savaşında ölen bir çocuğun öyküsünü anlatan şiiri et­ kileyici bir dille çevirmiş ve taviz vermeyerek eseri sürgünde yayımla­ mıştı.82 İlk R om anlar Samipaşazade Sezai sadece bir çevirmen olarak değil bir düzyazı us­ tası olarak da öne çıkmıştır. 1 8 8 5 ’te yayımlanan Sergüzeşt adlı romanı, Osmanlı romanının başlangıç döneminin ikinci aşamasıdır.83 Burada yazdıklarımız nihai olarak görülmemelidir, çünkü Osmanlı romanının başlangıç dönemiyle ilgili sürekli yeni bilgiler ortaya çıkmaktadır. On yıl önce, bir Osmanlıca sözlük bir de coğrafya isimleri sözlüğü yayımlamış olan Şemseddin Sami’nin romanı, ilk Osmanlı romanı olarak bilinmek­

8 1 Yazar Sezai, babasının adıyla, “Sami Paşazade” diye ünlenmişti. Soyadı kanununun 1 9 3 0 ’larda çıkmasından sonra bile yazarlar sadece kendi adlarıyla tanınmaya devam ettiler (Yaşar Kemal, Nazım Hikmet vs). Ancak daha genç kuşaklar, 1 9 6 0 ’lardan itibaren hem ad hem de soyadlarıyla ünlendiler. Beşir Fuad (t.y.) çeşidi yerlerde. 8 2 Kerman (1 9 7 8 ), s. 3 5 1 -3 5 2 ; Özön (2 1982), s. 122; Kerman (1 9 7 8 ), s. 3 2 5 -3 3 3 . 8 3 Evin (1 9 8 3 ), s. 146 vd.


teydi (yayın yılı 1872). Oysa şimdiki bilgilerimize göre Hıristiyan Os­ manlılar yıllar önce bu yeni türü denemişlerdi. Evangelinos Misailidis ve Vartan Paşa’nın çalışmalarının uzun zaman bilinmemesi, Osmanlı edebiyat tarihçilerinin bu yazarların kullandıkları alfabeyi bilmemeleri­ dir. Tabii ayrıca, daha sonraki dönemde ortaya çıkan ulus rekabetinden dolayı, asimile olmuş, “Osmanlılaşmış” azınlık üyelerinin, deyim yerin­ deyse, bir “çıkmaza” girdiklerini göz ardı etmemek gerekir. Aynı zamanda matbaacı olan Evangelinos Misailidis’in yazdığı ma­ cera romanı Osmanlıcadır, ama Grek alfabesi kullanmıştır. Çünkü M i­ sailidis bir Karamanlı, bir başka deyişle bir Türk Hıristiyan topluluğundandır. Bu topluluk, 1 9 2 3 ’te Türkiye-Yunanistan arasında yapılan nü­ fus mübadelesine kadar Anadolu’da yaşamıştır.84 Osmanlı devlet hiz­ metinde kariyer yapmış olan Vartan Paşa, 1 8 5 1 ’de İstanbul’da zengin Ermeniler arasında sahnelenen Romeo ve Jülyet temalı bir oyun yayım­ lamıştı. Bu kesimlerde o zamanlar gündelik yaşamda Osmanlıca konu­ şulur, Ermenice ise edebiyat dili olarak kullanılırdı. Oyundaki aşıkların sonunu getiren aile çatışması Gregoryen Ermeni ve Katolik Ermeniler arasında geçiyordu. Sadece romanlarda değil, gerçek yaşamda da bazı ailelerin ve toplulukların din değiştirerek Katolikliği ve daha sonraları da Protestanlığı kabul etmeleri Ermeniler arasında çatışmalara yol aç­ mıştı; Vartan Paşa’nın hikâyesi hoşgörüye ve anlayışa bir davetti.85 Şemseddin Sami’nin eseri Taaşşuk-u Talat ve Fitnat, toplum eleşti­ risi de taşıyan bir aşk trajedisidir. On sekizinde olan Talat, bir tütün tüccarının üvey kızı olan Fitnat’ı kafesin ardında görerek aşık olur ve duygulan karşılık görür. Fitnat’ın evden çıkmasına izin verilmemesi üzerine henüz sakalı çıkmamış olan bu genç adam sevgilisini yakından görebilmek için kız kılığına girer ve evi ziyarete gider. Tam evlenme planları yapılmak üzereyken Fitnat zengin bir adamla evlendirilir, bu adamın sonunda öz babası olduğu ortaya çıkacaktır. Aşıklar intihar eder, baba ise çıldırır.86 İsteği dışındaki evlilikten kurtulma şansı olmayan genç kadın moti­ fi, romanda yan figürlerle de işlenir. O dönemin tiyatro eserlerinde ol­ duğu gibi bu romanın anlatıcısı da, kadına özgür karar verebilme hak­ 8 4 Misailidis, Anhegger ve Günyol’da (1 9 8 6 ). 8 5 Vartan Paşa, Tietze’de (1 9 9 1 ); Maştakova (1 9 9 4 ). 8 6 Evin (1 9 8 3 ), s. 55-64.


kı verilmeden mutluluğun olamayacağını belirtmiştir. İstek dışı birlik­ telik ile ilgili başka bir aşırı durum ise, kadın kahramanın bir köle olma­ sıdır. 19. yüzyılın son dönemlerinde özgürlük ve kararlılık konularıyla ilgilenen Osmanlı yazarları, bu motifi özellikle kullanmışlardır. Ayrıca kölenin (kadın) yeni alınması gibi, iki kahramanın nasıl tanıştıklarını açıklamaktaki rahatlık da bu motifin seçilmesinde rol oynamıştır. Bu so­ run, Talat ve Fitnat’ın durumunda da gördüğümüz gibi, özgür doğan bir kız söz konusu olduğunda daha zor çözülüyordu. Samipaşazade Se­ zai’nin Sergüzeşt (1 8 8 9 ) adlı romanında evin oğlu, satın alınıp eve ge­ tirilen güzel bir köleye aşık olur ve ailesinden onun azat edilmesini is­ ter, böylece onunla evlenebilecektir. Yazar bu romanda genç kölenin oradan oraya satılmasını ve kaderinden kurtulma şansının olmadığını gösterir. Romanın sonunda, kız kaçmayı başarır ama sonra intihar eder, çünkü kendi ayakları üzerinde durabilmesine olanak verecek bir işi yok­ tur. Çaresizlikten böyle bir sona başvurur. Kendi ayakları üzerinde du­ rabilmek, sadece köle kadınların değil, özgür kadınların da göğüs ger­ mesi gereken bir sorundu.87 Bu dönemde romanla uğraşan yazarların amacı “ne” anlatıldığı ol­ muştu, “nasıl” anlatıldığı değil. Samipaşazade Sezai kuşağı biçim tartış­ malarını ancak ucundan yakalayabildiler. Daha önce, 17. yüzyıldan be­ ri ve belki de daha önceleri, meddahların kullandığı eski Osmanlı anla­ tım biçimlerinde, anlatan olaya doğrudan müdahale ediyordu. Örneğin bir hikâyede bir paragraftan diğerine geçilirken anlatıcı şöyle diyebili­ yordu: “Onlar (önceki bölümün esas kişileri) gidedursun, sevgili okura Anton Ağa’nın evini anlatalım.”88 Eski Fransız romanında da bilinen bu sanatsal özellik, okuru sadece eğlendirmeyi değil, aynı zamanda eğitmeyi de amaçlayan yazara büyük kolaylıklar tanıyordu. Böylece ya­ zar, okura samimiyetle hitap etme ve mesajının önemli bölümlerini tek­ rar hatırlatma imkânını elde ediyordu.89 Öte yandan 19. yüzyılın son çeyreğinde romanla uğraşmak, döne­ min Fransız anlatım sanatıyla da, özellikle Zola’nın hem eleştirilen hem de hayranlık uyandıran romanlarıyla hesaplaşmak anlamını taşımıştır. Bu romanlarda anlatıcı her şeyi bilir ancak kendini hissettirmez. Öykü­

8 7 Mardin (1 9 7 4 ); Evin (1 9 8 3 ), s. 157; Parlatır (1 9 8 7 ). 8 8 Vartan Paşa, Tietze’de (1 9 9 1 ), s. 6. 8 9 Evin (1 9 8 3 ), 1 8 -2 0 , 32.


nün akışında yazarın hissedilmesi, onun beceriksizliğine bağlanırdı. Bu­ nun ötesinde bu biçim, çevrenin ayrıntılı tasvirini ve baş kahramanların iç dünyalarının açıklanmasını gerektiriyordu. Ancak bu tasvirler, yazar­ ların hâlâ didaktik bir tarz kullanmalarından dolayı Osmanlı romanla­ rında fazla görülmüyordu. Okuma alışkanlığı olan okur bu tasvirlerden hoşlanabilirdi, oysa pek okumayanlar bunları “can sıkıcı” bulacaklar­ dı.90 Eleştirmenler ve edebiyat bilimcileri, erken Osmanlı romancıları­ nın, romanın konusunu ve diyaloğu tek taraflılığa yol açacak derecede vurguladıklarını, kişi ile yaşadığı dünyanın sanatsal tasvirini didaktik tar­ zın arkasına attıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu durum ancak 1 9 0 0 ’lerde değişmiştir. B atı U ygarlığının Eleştirisi Genç, çaresiz kızlar Osmanlı romanında neredeyse hep olumlu fi­ gürlerdir. Öte yandan bazı yazarlar, özellikle erotik istekleri olan ileri yaştaki kadınları bir tehdit olarak görmüşlerdir: Meddahların çok kul­ landığı lanetli “hançerli kadın”, 19. yüzyılın romanlarında da entrika­ lar çevirmeye devam etmiştir.91 Ancak, toplum ve gelenekler eleştirilir­ ken karşı çıkılan, genelde erkeklerdir. Aşıkların mutluluğunu engelle­ meye çalışan anlayışsız, düşüncesiz muhafazakâr babalardan daha önce söz etmiştik. Avrupa kültüründen haberi olmayan, fakat parasını kah­ velerde, tiyatrolarda ve Pera’nın meyhanelerinde harcayan züppe delikanlı, tiyatrodan sonra artık romanların da capcanlı ve renkli kah­ ramanıydı. Bu tipler muhakkak vardı. Fakat roman ve oyun yazarlarının onları çok kullanmalarının sebebi başkaydı.92 Osmanlı İmparatorluğu’nun hem dıştan hem de içten tehdit altında olduğu bir dönemde, toplumu eleştiren ve Osmanlı kültürünün esaslı bir değişime ihtiyacı olduğunu

9 0 Emile Zola’nın romanlarında da kolaylıkla didaktik anlatıma kayabilecek bir mesaj vardır. Bu bölümlerde yazar, kalıtımın insanın kaderini etkilediğini anlatmak ister. Ama yazar, hikâyesindeki bu mesajın göze batmamasına ve didaktik olmamasına çalışmıştır. 9 1 Evin (1 9 8 3 ), s. 3 3 -3 5 . Tim ur’a (1 9 9 1 , s. 3 3 -3 7 ) göre, 1 9 0 0 ’den önce Hüseyin Rahmi Gürpınar, erotik ilişkilerinde kendi hayallerini gerçekleştirmek isteyen kadınları savunuyordu. 9 2 Bu konuda bkz. Mardin (1 9 7 4 ) ve ayrıca Timur (1 9 9 1 ), s. 38.


ilan eden yazarlar, haklı olduklarını göstermek zorundaydılar. Bazı ya­ zarlar Müslüman kadın ve erkeklerin ahlaki üstünlüğünü dile getirirken öte yandan her iki cinsiyetin de Avrupa eğitimi alması gerektiğini be­ lirtmişlerdi. Bu nedenle iyi eğitimli olmakla birlikte dişiliğini kaybetme­ yen kadın, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ve özellikle Cumhuriyet dönemi Türk yazarları tarafından büyük bir özenle roman kahramanı olarak kullanılmıştır. Genç alafranga züppe, bu kadın figü­ rünün zıddı olarak yansıtılmıştır. Züppenin gülünç halini -ve kötü so­ nunu- uzun uzun tasvir eden yazar, yenilikleri savunmasına rağmen hâ­ lâ bir Osmanlı olduğunu ve hiçbir zaman “düşmanın saflarına geçme­ diğini” okurlarına açıklamak istemiştir. Toplum sal Yaşam ve Yem ek K ültüründe D eğişim ler Osmanlı romanının da ortaya koyduğu gibi, 19. yüzyılın sonuna doğru birçok seçkin Osmanlı’nın gündelik yaşam kültürlerinde önemli değişiklikler oldu. Saray mensupları başta olmak üzere üst tabaka Fran­ sa’dan mobilya ithal etmeye başlamışlardı; ama kısa bir süre sonra İs­ tanbul’daki ustalar da sandalye, masa ve komodin imal etmeye başladı­ lar. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Müslüman üst sınıftan bir ev hanımı­ nın kocasıyla birlikte toplum yaşamına karıştığı pek görülmezdi. 1 8 4 8 ’deki başarısız bir ihtilalden sonra Osmanlı İmparatorluğu’na sığı­ nan Polonyalılar, teknik bilgilerinden dolayı kısa sürede yönetim meka­ nizmasında yer almışlar ve bazıları da Müslüman olmuşlardı, ama ka­ dınları toplum yaşamından dışlamama alışkanlıklarını sürdürmüşlerdi.93 Padişah sarayında da yüzyılın sonunda bu gelenek yer edinmeye başla­ mıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılında, 1 9 2 2 ’de, ressam olarak da ünlenen Halife Abdülmecid Efendi, verdiği ziyafete Osmanlı hane­ danından hem kadın hem de erkekleri davet etmişti. “Halk” kesimlerinin toplum yaşamındaki değişimin hızı hakkında elimizde henüz yeterli bilgi yok.94 Ama bu değişimi yemek tarifleriyle takip edebiliyoruz. 1 9 0 0 ’lerde kadın dergilerinin çoğalmasıyla, yemek yapmak yazılı kültürün konusu haline gelmişti; aslında yemek kitapları 1 8 6 0 ’lardan itibaren çıkmaya başlamıştı. Bugün artık Türk mutfağının

9 3 Ortaylı (1 9 8 3 ), s. 179. 9 4 Bkz. Dumont (1 9 8 6 ).


vazgeçilmez parçaları olan sayısız sebze ve yemek, o dönemde yemek listelerine yeni yeni giriyordu. Bu yenilerin arasında, özellikle de Ame­ rika kökenli domates vardı. Patatesin yaygınlaşması da bu döneme denk düşer. Ancak patates hiçbir zaman ekmek veya pilavın yerini almadı, hatta bugün bile patates kendi başına bir sebze olarak kabul edilir ve apayrı bir yemek türü oluşturur.95 Yemek lezzetinden söz edildiğinde Fransız mutfağı, özellikle de Italyan mutfağı konumuzla bağlantılıdır. İtalya’da da çok sonraları ulu­ sal yemek ilan edilen makarna, domates sosuyla birlikte Türk mutfağı­ na girmiştir. Ama bu yemeğin Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İstan­ bul’a Levantenler aracılığıyla gelip gelmediğinin araştırılması gerekmek­ tedir. Pasta kelimesi de Türk mutfağına bu dönemlerde girmiştir. An­ cak bu kelime örneğin İtalya’da olduğu gibi makarna değil, meyveli ve­ ya kremalı tatlı anlamında yerleşti. Çikolata veya Fransızların krem şo­ kolasının Osmanlı kültürüne nasıl girdiği bildiğim kadarıyla henüz araş­ tırılmadı. Çay ise ancak 1 9 3 0 ’lardan sonra, Türkiye’de de üretilmeye başlayarak Türklerin ulusal içeceği oldu; Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında çay sadece egzotik bir bitki olarak kabul ediliyordu. Türk mutfağıyla bugüne kadar sadece etnologlar veya aşçılar ilgilen­ miştir; bu nedenle de tarihsel incelemeler henüz başlangıç safhasında­ dır. Ama sonuç olarak İstanbul üst ve orta tabakasının kültür ilişkileri, mutfak repertuvarında iz bırakmıştır. Hatta günümüzde, Avrupa mut­ fak kültürü de Osmanlı mutfağından bazı yemekleri listesine katmıştır: Yaprak dolması, özellikle de döner ve cacık. Süreklilik ve Yeni B ir Başlangıç Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1 8 3 9 ) ile Osmanlı İmparatorluğu’nun resmen dağılması (1 9 2 3 ) arasındaki dönem, Cumhuriyet’in ön tarihi olarak da tanımlanabilecek bir geçiş dönemi sayılmaktadır. Cumhuriyet Türkiye’si, 19. yüzyılda Balkanlar’da kurulan devletler gibi bir ulusdevlet kabul edilmiş ve edilmektedir. Ancak Türk milliyetçiliği çok geç, 1908 yılından sonra oluşmaya başlamıştır. Bu nedenle bu kitapta “sa­ nat ve milliyetçilik” konusuna değinilmemiştir. Gerçi 1908 ve 1914 yıl­

9 5 Fransız mutfağının Osmanlı kültürüne girişinin getirdiği kültürel sorunlar için krş. Mardin (1 9 7 4 ), s. 4 3 0 .


ları arasında milliyetçi düşünce akımları bazı yapıların planında önemli bir rol oynamıştır ve Ömer Seyfeddin (1 8 8 4 -1 9 2 0 ) gibi yazarlar da bu bağlamda hikâyeler yazmıştır. Ancak günümüzde “milliyetçi” olarak değerlendireceğimiz metin ve resimler esas olarak Cumhuriyet dönemi­ ne aittir.96 Günümüzün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları son Osmanlı döne­ minde ortaya çıkan sorunlarla hâlâ karşılaşmaktadır. Osmanlı yönetici tabakasının devamlılığının hâlâ önemli izleri vardır: Atatürk, 1 9 1 5 ’te Çanakkale Savaşı’nda kendisini ispatlamış bir Osmanlı komutanıdır. 1908-1 9 1 8 yılları arasında yönetimde olan Jöntürkler, özellikle Cum­ huriyetin ilk dönemindeki siyasi mekanizmanın saflarında yer alıyordu. Ne var ki bir yandan da imparatorluğun çöküşünden sonra rejimin en ünlü isimleri sürgün edilmiş, bazıları da Cumhuriyet’in ilk yıllarında öl­ dürülmüştür.97 Kişilerdeki sürekliliğin kültür alanında da olup olmadığı araştırılma­ lıdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu veya Mehmet Akif Ersoy gibi edebi şahsiyetler, son padişah döneminde adlarını duyurmuşlardır; ancak Cumhuriyet döneminde de, bazı sorunlara rağmen, çalışmalarına de­ vam etmişlerdir. Türk tarihçileri ve özellikle halk, Osmanlı tarihinden söz ederken “bizim” tarihimiz der. Cumhuriyet tarihinin, Ankara’daki elit tabakanın kendini ihtilalci ve “taht deviren” ilan edip Osmanlı tari­ hini reddetmesiyle belirlenen “jakoben” dönemi kısa sürede sona er­ miştir.98 Buna rağmen Osmanlı’nın son dönemindeki kültür yaşamını sadece “Cumhuriyete hazırlık” gibi değerlendirmemek gerekir. Sonuçta bir ulusal devletin, tarihi gelişmenin sonucu ( non plus ultra) olup olmadı­ ğı kesinleşmiş değildir. Bizim için önemli olan, siyasi ve askeri krizlerin yoğun olduğu bir dönemde Osmanlı erkek, hatta kadınlarının, tiyatro, roman, yağlıboya resim ve fotoğrafçılık gibi yeni sanat biçimlerini öğ­ renmeye hazır olduklarım bilmemizdir. Osmanlı’nın son döneminde yaşayan birçok entelektüel, laik kültür deneyimlerinin sonucunda varo­ 9 6 20. yüzyılın başlarında yapılan yeni-Osmanlı tarzındaki binaların ima ettiği milliyetçi ifade için krş. Yavuz (1 9 8 1 ), s. 110 vd. Ömer Seyfeddin’in milliyetçi görüşleri için krş. Mardin (1 9 7 4 ), s. 438. 9 7 Kemal Tahir’in K urt Kanunu romanı (1 9 6 9 ) bu yılların atmosferini yansıtır. 9 8 Berktay (1 9 9 1 ), s. 1 06 vd.


luş ve vicdan sorunlarıyla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu kısa bölümde, bazı tiyatro adamlarının resmi çevrelerce suçlanmalarına rağmen “kut­ sal” devlet ve toplum kurumlanın mizah yoluyla eleştirdiklerini ve bu yüzden de yerlerinden edildiklerini gördük. Samipaşazade Sezai’nin sürgününden ve Beşir Fuad’ın intiharından söz ettiğimiz gibi yüzyıl dönemecinde ortaya çıkan siyasi kavgalar nedeniyle sürgüne gönderilen Ermeni tiyatrocuların trajik sanat hayatlarını izledik. Müslümanların ve gayrimüslimlerin bu girişimleri bir gerçeği ortaya koymaktadır: 19. yüzyıl sonlarında gerçekleşen kültürel değişimleri sadece Avrupa dev­ letlerini siyasi ve askeri alanda taklit etme çabasına bağlamak doğru ol­ maz. Aslında bu kadın ve erkekler Avrupa kültürüne dayanarak kendi ay­ dınlanma süreçlerini başlatma cesaretini göstermişlerdir. Burada, bu gi­ rişimlerin belirdiği siyasi ortamın nasıl iç gerginliklere ve aşılması güç sorunların ortaya çıkmasına yol açtığını gördük; dolayısıyla da sanatçı­ lar ve eleştirmenler elde ettikleri sonuçtan çoğunlukla memnun kalma­ dılar. Ama bu sonuçlar o dönemde sanatçının ve onu seyrederek, oku­ yarak, dinleyerek izleyenlerin cesaretine, deneme hevesine, esnekliğine ve her şeyden önce oyun sevincine olan bakışımızı değiştirmemelidir.


ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SONUÇ Kitabımızın sonuna geldik. Hassa Mimarları O cağı’nda eğitim almış ya da almamış inşaat ustaları, yazarlar, şenliklerde nahılları boyayanlar, günlük yazarları, dervişler ve Osmanlı üst tabakasına mensup kadınların hepsi bu hikâyede rol oynadı. Bu insanların seçimi m onografık ön ça­ lışmaların varlığı sayesinde ya da kimi kaynaklara birinci elden ulaşabil­ diğimiz için mümkün olm uştu. Örnek olarak anı yazarı Temeşvarlı O s­ man A ğa’yı veya şeyhiyle mektuplaşan Üsküplü Asiye H atu n ’u verebi­ liriz.1 İkisi de saray ya da ulema kültürüyle yoğrulm amıştı, esinlerini alt tabakada sözlü olarak gelişen kültür ortamından da almış değillerdi; on ­ lar okum a yazma bilen kentlilerdi. Son zamanlarda böyle kişilere duyu­ lan ilgi arttığına göre, mutlaka, Osmanlı İm paratorluğu’nun diğer böl­ gelerinde yaşamış benzer insanlar ve yazdıklarıyla da tanışacağız.

Vermek ve Almak Osmanlı saray kültüründen gelen kişilerle de karşılaştık: Örneğin M imar Sinan ve Mimar M ehm ed A ğa veya tarihçi ve edebiyatçı M usta­ fa Âli, tabii bir de her yerde hazır ve nazır Evliya Çelebi.2 Ancak biz bu­ rada bu kişilerin bir bütün olarak eserlerinden değil, bu kişilerin gün ­ delik yaşam alışkanlıklarını ifade edişlerinden ya da sıradan çağdaşları­ nın faaliyetleri karşısındaki tutum ve hareket tarzlarından söz ettik. O s­ manlı kentlilerinin kültürü, yüksek kültürün eserlerini öğrenip bilmeyi hiçbir şekilde dışlamıyordu. M im ar Sinan’ın ve M im ar M ehmed A ğa’nın camilerinde herkes ibadet edebiliyor, böylece camiye gitmek kadınların hayat tecrübelerinin bile bir parçası olabiliyordu. Mustafa Ali’nin (1 5 4 1 -1 6 0 0 ) kitapları tarih ve siyaset yazarlarının çalışmalarına kuşaklar boyunca esin olm uş, Ali bu sayede, dolaylı da olsa, Osmanlı

1 2

Osman Ağa (1954 ve 1962), Kafadar (1992). Kuran (1987), Ca’fer Efendi, yay. Crane (1987), Fleischer (1986), Evliya Çelebi (1896/97-1938).


bürokratları arasında geniş bir okur kitlesi edinmişti. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesindeki hikâyeleri 19. yüzyıla kadar çok az insan okum uş­ sa da, bu hikâyeler kulaktan kulağa geniş kitlelere ulaşmıştı. Osmanlı kentli kültürü, saray ortamıyla yakın ilişki içinde ve ulema­ nın düşünceleriyle amaçlarının etkisi altında gelişmiştir. Örneğin İstan­ bullu zanaatkârlar, bir sefer ya da sünnet düğünü sebebiyle padişahın emriyle düzenlenen alaylarda, bin bir zahmetle o canlı tabloları yarata­ bildiyseler, bu kişilerin sarayla hiçbir bağlantılarının olm adığı söylene­ mez. Bu alaylar hakkında “ surnam e” ler yazılması bir gelenekti, en ba­ şarılıları padişaha sunulurdu; hatta iki surname saray sanatçıları tarafın­ dan zengin minyatürlerle bezenm işti.3 Surnameleri yazan ve bezeyen­ lerin alayların planlanmasında da rol aldıklarını söylemek mümkündür. Bu durum da esnaf alayları, saray ile kent kültürünün bir araya geldiği bir noktada bulunmaktadır. 17. yüzyıldan itibaren de her gün daha çok zanaatkâr, yeniçeri ocaklarına alınmaya başlamıştı. Bu da muhtemelen İstanbul halkının saray kültürüyle ilişkisini artırmıştı, çünkü İstanbullu yeniçeriler padişahı ve sarayı yakından görebilme imkânına sahipti. Din konusuna gelince, hoca ve dervişler sadece dini bilgileri değil, dini tar­ tışmaları da aktarıyorlardı. “ Kadızadeliler” etrafında süregiden tartış­ malar, başkent sakinlerine dinlerinin içeriği hakkında ayrıntılı bilgi ve­ riyordu.4 Bazen dervişler de meddahlar gibi yazılı kültürün sunduğu bilgileri hikâyelerinde aktarmışlardı.5 Bu bilgiler sayesinde birçok m ed­ dah saray çevrelerinde de saygı görm üştü. Çalışmamız saray ve ulemanın temsil ettiği Osmanlı yüksek kültürü­ nün sadece “veren” olmadığını varsayıyor. Entelektüel ve siyasi elitin kültürü ile halkın sözlü kültürü arasında sürekli gelişen bir alışveriş var­ dı. Savımız ilk anda beylik gibi görünse de asla değildir. O rtaçağ Avru­ p a’sı tarihinde tersini iddia eden bir akımın ileri sürdüğüne göre, hal­ kın okuma yazma bilmeyen büyük çoğunluğu kilise ve soyluların yük­ sek kültüründen etkilenmiş, ama genellikle pasif kalmıştı.6 Bu, anonim halk ruhunun yaşam ve yaratıcılıkla ilgili romantik düşüncelerinin bir tepkisiyse, hatta haklı bir tavırdır. Ancak ortaçağ Avrupa’sında üst taba­

3 4 5 6

Atıl (1993), And (1982). Zilfi (1986). Köprülü (1966), s. 361-412. Duby (1973), s. 299-308.


kaların okum a yazma bilmelerine rağmen, bu bilgilerini çok az kullan­ dıklarına da dikkat çekmeliyiz. Bundan çıkan sonuç, ortaçağ ya da er­ ken yeniçağ Avrupa’sındaki üst tabaka ile sözlü kültür arasındaki ilişki­ nin, 18. ya da 19. yüzyıla göre daha yoğun olduğudur. Buna benzer bir durumu Osmanlı toplumu da yaşadı: Sıradan kent­ liler Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışımından oluşan bir kültür ve ede­ biyat dili olan Osmanlıcayı anlamakta güçlük çekiyordu. Birçok üst ta­ baka mensubu ise gündelik hayatlarında yoğun olarak sözlü kültürü kul­ lanıyorlardı. Bunun iyi bir örneği İstanbullu derviş Seyyid H asan’dır.7 Seyyid H asan’ın akıcı bir okuma yazması olmakla birlikte günlüğünde bahsettiği sosyal ilişkilerinin büyük oranda sözlü kültüre dayandığını görüyoruz. Daha üst düzey entelektüel alanda ise buna benzer bir örne­ ği, bir yüksek Osmanlı bürokratı olan Mustafa Âli oluşturur.8 M ustafa Âli medrese eğitimi görm üş ve bir saray adam ı olarak — genç yaşta Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayında kendine bir hami ara­ mıştı— Osmanlı yüksek kültürünün tam ortasında yer almıştı. Ama böyle biri bile, sıradan halkın kültürüne uzak kalmamıştır. M ustafa Âli tarikat şeyhleriyle yakın ilişki kurmuştu. Ancak, Âli’nin tanıştığı şeyhle­ rin tasavvufun entelektüel temsilcileri olarak değerlendirilmeleri m üm ­ kün değildir. Şeyhlere yakınlığı Â li’nin bu düşünce tarzının kimi tem ­ silcilerine karşı eleştirel bir tutum takınmasını engellememiştir; hatta Sultan III. M urad’ın (hd 1 575-1595) bu kuşku uyandıran şeyhlerden fazlaca etkilendiğini iddia etmiştir. Dem ek ki M ustafa Âli gibi O sm an­ lı yüksek kültürünün saygın bir temsilcisinin bile sözlü kent kültürüne yakın olduğunu söylemek mümkündür. Sözlü ve yazılı kültür arasındaki alışverişi araştırıyoruz; ama bu ki­ tapta sadece birkaç metnin çözümlemesiyle yetinmek zorunda kaldık. Bu metinler dini menkıbelerdir ve yazılma gayeleri belirli bir dergâhın doğuşunu açıklamaktır. Yazılı anlatılara geçen birer doğuş ya da ortaya çıkış hikâyesi haline gelmeden önce sözlü aktarılan bu kahramanlık ve kutsallık hikâyelerinde yapılan değişikliklerin izlerini bulmak da m üm ­ kündür. Karşılaştırma imkânını bize Evliya Çelebi’nin merakı ve ilgi alanının genişliği vermiştir; zira Evliya Çelebi, bağım sız birer yapıt ola­

7 8

Kafadar (1989). Fleischer (1986), s. 111-296.


rak elimize geçen menkıbelerden bazılarının paralel anlatımlarını sağla­ mıştır. Saray eğitimi alan Evliya Çelebi’nin bize sunduğu metnin sözlü anlatımın prototipi olduğu tabii ki söylenemez. Döneminin ünlü m ed­ dahlarını iyi tanıyan Evliya, bu sanatın birçok temsilcisinin ismini akta­ ran tek kaynaktır. Fakat seyahatnamesi sözlü değil yazılı kültürün kap­ samındadır. Denebilir ki Evliya’nın amacı, “ kültür coğrafyası” ile ilgili bilgileri, düşgücünden çıkmış hikâyelerle birleştirerek okurlarını eğlen­ dirmek ve eğitm ekti.9 Bununla birlikte evliya menkıbelerinin değişik bir versiyonunu sunması büyük bir nimettir. Çünkü elimizde birden fazla versiyon olup karşılaştırma olanağını bulduğum uz takdirde özgün söz­ lü anlatıya epeyce yaklaşabiliriz.

Bir Kentin Özelliği Evliyaların türbeleri ve zaviyeleri çok değerli bir miras sayılırdı. B e­ lirli bir dergâhın derviş ve muhipleri de evliyalarla özdeşleştirildiğinde bu dergâhın bulunduğu kent kısa yoldan ün kazanıyordu. Evliya Çele­ bi’nin eserinde yer alan M erzifonlu Piri Baba bu kentin simgesi olmuş, bu kente farklı bir özellik kazandırmıştır. Örneğin bazı metinlerde Merzifon dendiğinde Piri Baba’nın kenti, Konya dendiğinde Mevlânâ Celaleddin Rum i’nin veya Şerefli Koçhisar dendiğinde Aziz M ahmud H ü d aî’nin kenti akla gelecektir. Yerel özellikler gündelik yaşam bağlamında da bir kenti diğer kent­ lerden ayırt etmeye yarıyordu. Dokum alar veya deri, yemek çeşitleri ve içecekler bu özelliklerden bazılarıydı. Bu arada belli bir yöreye özgü bir özellik başka bir yerde de taklit edilebiliyordu. Ayrıca pamuk ipliğinin ya da yünlü kumaşın adını aldığı kentte değil de çevre bölgelerde üre­ tilmesi ikincil önemdeydi. Bursalı ipekçiler, Ankaralı tiftik dokum acıla­ rı ve Kayserili dericilerin sanatsal yetileri, yaşadıkları kentlere bir çehre kazandırmıştı. Bunu 17. yüzyıl coğrafya kitaplarında ve Evliya Çele­ bi’nin yazdıklarında görebiliyoruz.10 19. yüzyıl öncesinde Osmanlı kentlerinin sadece birbirinden kopuk mahallelerden, iddiasız evlerden, dini kurumlardan ve loncalardan oluştuğunu düşünmek yanlış olur. Ya­ zılı ve resimli belgeler, Osmanlı kentlilerinin ayrı bir kent hukuku ve

9 Haarmann (1976). 10 Evliya Çelebi (1896/97-1938), çeşitli yerlerde.


kent yönetimi olm adığı halde yaşadıkları kente özellikle bağlı oldukla­ rını gösterm ektedir.11 Ayrıca, sadece Osmanlı üst tabakası tarafından kurulmuşsa da, cam i­ ler, kapalı çarşılar, medreseler ve anıtsal yapılar, her bir Osmanlı kenti­ ne diğerlerinden farklı bir kimlik kazandırmıştır. Evliya’ya göre bir kent öncelikle k ak , kagir camiler, medreseler, mahkeme binaları ve bu gibi binaların bileşimiydi. Osmanlı kentlerinin çoğu bir padişah, padişah ai­ lesinin üyeleri veya saray mensupları tarafından kurulan bir vakıf etra­ fında oluşuyor, bu da kent bilincinin gelişmesinde önemli bir rol oynu­ yordu. Osmanlı idari uygulamalarına göre gayet düzgün tutulan vakıf defterlerindeki listeler, kent olgusunu anıtsal binalardan oluşan bir bü­ tün olarak görm e eğilimini güçlendirmiştir. Bu listeler defterdarlık ar­ şivinde saklanıyordu, Osmanlı tebaası defterlere ulaşamazdı. Ama kitap yazan Osmanlıların büyük bir bölüm ü devlet görevlisiydi veya vakıf çevresine m ensuptu; bu nedenle Evliya Çelebi gibi yazarlar, dolaylı ya da dolaysız olarak, bu defterlerdeki betimlemeleri muhtemelen g ö r­ müşlerdi. Osmanlı kentleri içinde en çok başkent İstanbul ön plana çıkartılı­ yordu. 16. yüzyıldan itibaren bu kente hayran kalanlar sadece Avrupalı ressamlar değildi, Matrakçı Nasuh (ö. tahminen 1564) gibi Osmanlı ressamları da İstanbul’u resimlerine konu etm işlerdir.12 Evliya Çelebi, on ciltlik seyahatnamesinin bir cildini tamamen İstanbul’a ayırarak ken­ tin pek çok bölgesini betimlemiştir; örneğin, T eodosios surunu, Yedi­ kule’nin dışındaki mahalleyi, Eyüp Sultan türbesinin etrafında oluşan dini merkezi, limanıyla birlikte Galata’yı ve B oğaz köylerini anlatmıştır. Evliya Çelebi sadece yapıları anlatmakla kalmamıştır. Bir şekilde elde et­ meyi başardığı surnamelerden yararlanarak İstanbul’da yaşayan erkek nüfusun genel bir manzarasını çizmeye çalışmıştır.13 Evliya’nın oluştur­ duğu listeler, alaylarda padişahın önünden geçen İstanbul erkek nüfu­ sunu kapsıyordu: Vezirden gece bekçisine, yüksek düzeydeki din adam ­ larından, Galata meyhanecisine kadar değişik kişilerden söz etmiştir. Anlaşılan Evliya Çelebi için bu bütünlüğü yansıtmak çalışmasının asıl 11 Marcus (1989), Yusuf al-Halabî’nin 18. yüzyıl Halep kroniğini ayrıntılı olarak kullanmıştır. Bu kronik yerel yurtseverlik hakkında güzel bir belgedir. 12 Nasuhü’s-Silâhî, der. Yurdaydın (1976), III. 8B ve 9A; Evliya (1896/97-1938), c. 1. 13 Evliya (1896/97-1938), c. 1., s. 484 vd.


hedefiydi ve seyahatnamesinin birinci cildi, Matrakçı N asuh’un İstan­ bul panoramasının karşılığı olarak görülebilir. Bina yaptıranların ve mimarların gözünde eşsiz değerde bir kent olan İstanbul’un özellikleri arasında insan ve kültür çeşitliliğinin yanı sı­ ra deniz de küçümsenmeyecek bir paya sahipti. Deniz manzarasının bir binanın sahip olabileceği en önemli özelliklerden biri olduğuna dair eli­ mizde kanırt ar bulunmaktadır. Fatih Sultan M ehm ed’in Saraybur­ nu’nda yaptırdığı sarayın B o ğaz ’a ve M arm ara’ya bakan bir balkonu vardı. 16. yüzyılda ise padişahlar deniz kenarına küçük, zarif köşkler yaptırıyorlardı; Vezir Şem si Ahmed Paşa da M im ar Sinan’a deniz kena­ rına çok yakın bir külliye yaptırmıştı. Ancak, deniz manzaralı bina yapı­ mının altın çağı 18. yüzyıldır. B oğaz sahilleri yalılarla dolm uştu; padi­ şah denizde gezerken ricalin mal varlığı hakkında kendisine bilgi verile­ bilmesi için bu yalıların düzgün sicillerini de tutturm uştu.14 Boğaz ya­ lıları ve deniz, İstanbul’un iki denizin birleşme noktasındaki özel konu­ munun, Osmanlı üst tabakasını da bu özellikten mümkün olduğunca faydalanmaya teşvik ettiğini belgelemektedir. İstanbul’un yanı sıra imparatorluğun Halep, Şam ve Kahire gibi kent­ lerinin de özel bir “ itibar” ı vardı. Bu itibar özellikle Kahire ve Şam ’da eğitim veren ulemanın itibarından kaynaklanmaktaydı, ama düzenlenen şenliklerin ışıltısının da bu şöhrette katkısı vardı. Özellikle Kahire ve çev­ resi, her yıl Nil nehrinin taşmasıyla birlikte, hac kervanların gidiş dönüşü ve Tantali Ahmed gibi azizleri anma günlerinde debdebeli şenliklerin merkezi olmuştur. Evliya Çelebi ve çağdaşı Fransız Jean Thévenot bu kentte düzenlenen şenlikleri anlatmakla bitirememişlerdir.15

G ayrimüslimler Kitabımız, imparatorluğun Osmanlıca-Türkçe konuşan bölgelerin­ deki M üslüm an kent halkı üzerinde yoğunlaşıyor. Fakat bu bölgelerin kentlerinde başka dinlerden olan ve kendi kent kültürü varyasyonlarını oluşturan etnik ve dini cemaatler vardı. Osmanlı İm paratorluğu’nun 14 Osmanlı devlet bütçesindeki açığın had safhada olduğu 18. yy sonları ve 19. yy başlarında bir mülkün kayıtlara girilmesi, mülke el koymanın ilk adımı anlamına gelir. 15 Gran (1979), s. 35-91; Thévenot, der. Yerasimos (1980), s. 237-248; Evliya Çelebi (1896/97-1938), c. 10, s. 315, 393 ve çeşitli sayfalar).


çözülüş ve kopuş sürecinin 18. yüzyılda başlamasına rağm en, bu cema­ atlerin büyük bir bölüm ü 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar kendilerini Osmanlı olarak tanımlamışlardır. Gerçi istisnalar yok değildi: Dimitri Kantem iroğlu’nun yeni ve artık Osmanlı olmayan bir kimliğe, başka bir deyişle Boğdan-R us prensi kimliğine bürünme çabasını görm üştük. Çift kültürlü bu yazarın kimlik değiştirm e süreci sancısız geçmemişti; Kantemiroğlu yıllar sonra da Osmanlı kültürüne özlem duymaya devam etm işti.16 Kendilerine yeni bir kimlik arayan diğer gayrimüslimler arasında Lübnanlı Maruniler, Suriyeli Hıristiyanlar ve ayrı bir Katolik cemaati oluşturmak için Vatikan nezdinde teşebbüste bulunan Ermeniler yer alıyordu. 19. yüzyıl sonlarında ise Amerikalı misyonerler Osmanlı H ı­ ristiyanlara yeni bir seçenek sundu: Protestanlık. M ezhep değiştirenler ticarette çok başarılı oluyorlardı; 18. yüzyılın ikinci yarısında mezhep değiştiren Suriyeliler Mısır ticaretinde önemli bir yer edinm işlerdi.17 Bir yandan Avrupa’yla ilişkileri, diğer yandan da azınlıklar arasında sık rast­ lanan sosyal dayanışma sayesinde başarı kazanıyorlardı. Ancak Osmanlı kültüründen Avrupa kültürüne doğru bu ideolojik yönelim, çelişkileri­ ni de beraberinde getirmişti. Ö rneğin Vartan Paşa, rom anında bir aşk ilişkisini anlatırken Gregoryen ve Katolik Ermeniler arasındaki çelişki­ nin olumlu sonuca bağlanamayacağını çok iyi biliyordu.18

Yaratıcılık ve Dünyaya Açık Olm ak Araştırmamız bugüne kadar ihmal edilmiş bir zaman dilimini ele alı­ yor: Bu çalışma sırasında, 17. ve 18. yüzyılların kültürel açıdan, geçm iş­ te kabul edildiğinden daha önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Literatürde, çoğunlukla, birkaç nitelikli sanat eseri çıksa da bu dönem in bir sanatsal durgunluk dönem i olduğu, siyasi iktidarın çöküşüne paralel olarak sa­ natsal alanda da çöküşün başladığı kabul edilir. Ama araştırmamızın so­ nucunda pek çok açıdan yaratıcı ve yenilikler getiren bir sürecin yaşan­ dığı ortaya çıktı. Örneğin bu dönem de “ bu hakir” veya başka bir deyiş­ le “ ben” olarak yani birinci tekil şahıs olarak anlatım çoğalmaya başla­ 16 İnalcık’ın Kantemir’e giriş yazısı, der. Dutu ve Cernovodeanu (1973), s. 9. Christoph Neumann’a, bu sorunsalı benimle tartıştığı için teşekkür ederim. 17 Marcus (1989), s. 47, Raymond (1973-74), c. 2, s. 483. 18 Vartan Paşa, der. Tietze (1991).


mıştı. Bu bağlam da, öncelikle Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini ve çe­ şitli günlük ve otobiyografi yazarlarının çalışmalarını sayabiliriz.19 Ama 17. yüzyıl aynı zamanda bir grup kozm opolit İstanbullu entelektüelin ortaya çıktığı dönem dir; bu grup bir yandan coğrafya üzerinde düşünü­ yordu, diğer yandan da değişik kültürel bağlamlardaki güzellik olgusu üzerine tartışmaya açıktı. Ancak bu grup çok küçüktü ve tam tersi bir ideolojiye sahip olan Kadızadelilerin nüfuzu daha fazlaydı. U nutm am a­ lıyız ki, bir çağın dinamizmini anlayabilmek için o çağın çelişkilerini dikkate almak gerekir. 19. ve 20. yüzyıllar söz konusu olunca bundan kimse şüphe etm ez, ama daha eski dönemleri ancak bütün çelişki ve ge­ rilimleri hesaba katarak tatmin edici bir şekilde anlatabiliriz. 17. yüzyıl Osmanlı kültürünün yaratıcı yönleri neden bunca zaman gölgede kalmıştır? Bu soruya verilebilecek cevabın anahtarı, belki de, Osmanlı kültür tarihinin öncülerinden Franz Taeschner’in bir sözüdür. Taeschner’e göre Osmanlı coğrafya bilgisi daha gelişmesinin başlangı­ cında Avrupa’nın etkisi altında kalmış, dolayısıyla “ özgün lüğü” nden ödün vermişti.20 Bu sav başka alanlara da genişletilebilir. Ayrıca birçok insan için inandırıcı olm uştur ve olmaktadır; çünkü Avrupa’nın “ sanat­ çı ve bilimadamının özgün lüğü” hakkındaki düşünceleri, Türk milliyet­ çilerinin düşünceleriyle bu savda çakışmaktadır. Dünyanın hemen he­ men tüm milliyetçilerinin yaptıkları gibi Türk milliyetçileri ulusal gele­ neklerinin özgünlüğünü vurgulayıp “ kökü dışarıda” olan her şeyi red­ detm e eğilimindeydiler. Oysa kitabımız Taescher’in sözlerinin neredey­ se tersine çevrilebildiğini gösterm ek için kaleme alınmıştır: Yabancı bir kültürle kaynaşma macerası kendi içinde yaratıcı bir süreçtir. Ve bu m a­ ceraya atılma cesaretinde bulunanlara, bugüne kadar gösterilen anlayış­ tan daha fazlasını gösterm ek gerekmektedir. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda yaşamış birçok Osmanlı aydını, siyasi ve askeri inisiyatifi tekrar ele geçirebilmek için kâfirlerden öğrenilecek çok şey olduğu savıyla, Avrupa ile yoğun kültür ilişkileri kurulması gerekti­ ğini savunuyordu.21 Ancak şimdiye kadar yapılan incelemelerde işin bu yönüne tek taraflı bakılmış, dolayısıyla kültür alışverişinin bu pratik yan­ ları aşırı vurgulanmıştır. Bu çalışmada, pek de zarif olmayan bir dille sa­ 19 Kafadar (1989). 20 Taeschner (1923), s. 32. 21 Lewis (2. baskı 1968), s. 60, 83-89.


nat ve kültürün “ kullanılması” diye nitelendirebileceğimiz olgunun, işin sadece bir yönü olduğunu göstermeye çalıştık. Muhakkak ki bazı Osmanlı aydın ve yazarları, pratik amaçların ötesinde bir merak göster­ miş, denemelere girişmekten hoşlanmıştır. Evliya Çelebi’nin, Aziz Ste­ fan Katedrali’ne ve org müziğine duyduğu ilgiyi Eski A hit’teki Davud Peygam ber’e kadar inerek açıklamaya çalışması, bu tutum un hoş ancak pek dikkate alınmamış bir örneğidir.

“ D em ir Perde” lerden N asıl Geçilir? 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı yazarlarının kendi kültürlerine komşu olan kültürlere duydukları ilgiye pek dikkat çekilmemesinin başka ne­ denleri de vardır. Bazı Avrupa ve Türk tarihçileri, 18. yüzyılın son yıl­ larında Avrupa ve Osmanlı dünyası arasında bir çeşit “ demir perde” o l­ duğunu ileri sürmüşlerdir.22 Osmanlılarda hakim olan düşünceye göre doğru dinden olanlar aynı zam anda kültürel üstünlüğe de sahip oluyor­ lardı; kâfirlere ve onların bilim ve sanatına yaklaşmak gereksiz, hatta za­ rarlıydı. Bir M üslüm an Osmanlı bir kâfirle tanıştığında, hatta arkadaş­ lık kurduğunda, bu gayrimüslim arkadaşına M üslüm anlığı kabul etm e­ si için baskı yapmalıydı. Hiç şüphesiz birçok kişi bu düşünceyi olduğu gibi kabul etm işti. Ancak bu kitapta bu düşünce tarzına tereddütle ba­ kan insanlara da rastladık. Daha ılımlı davrananların mutlaka seçkinler­ den olması gerekmiyordu: Hacca gitm eden önce ya da dönüşünde, kö­ lesini -memleketine ve eski dinine döneceğini bile bile- azat eden kişi­ nin insani ilişki anlayışı, resmi çevrelerin benimsediği anlayıştan farklıy­ dı. Konuyu biraz geliştirirsek, diyebiliriz ki hayatının bir dönüm nokta­ sındaki bu adam , kölesini muhtem elen dini görevini yerine getirmek ni­ yetiyle azat etmişti. Bu özgürlüğü nasıl kullanacağını azat edilenin ken­ disi bilirdi, bu onun sorum luluğuydu.23 M uhakkak ki bu görüş azınlıkta kalıyordu. Ancak önemli olan, O s­ manlı kültürünü yekpare bir kültür olarak görmemektir. Tüccar, balık­ çı, denizci ve tabii ki askerler, Osmanlı toplumunun alt katmanlarında yer alıyorlardı. Osmanlı sınırlarını aşıp uzun yıllar dönmemeleri epeyce alışıldık bir durum du ve bu ayrılıklar zaman zaman ilginç görüş açılan

22 Lewis (1982), s. 39. 23 Bennassar ve Bennassar (1989), s. 455.


yaratıyordu. Örneğin Osman Ağa Avusturya’daki tutsaklığından sonra kaleme aldığı kitabının hiçbir satırında savaşın kendisinin kötü bir şey olduğunu açık açık yazmamıştı; ama savaşın sebep olduğu sefaleti ve yı­ kımı anlatırken savaş olgusunu yüceltmediğini anlamamak mümkün değildir.24 U zun lafın kısası, Osmanlı ülkesinde yaşayan kimi gruplar, çoğunlu­ ğun içinde yaşadığı kültürün sınırlarını aşmasını bilmişlerdir. Bu açıdan “ demir perde” simgesi öğretici olabilir. Bilindiği gibi 1948-89 yılları arasında Orta Avrupa’yı ikiye ayıran ve yaşamın her bir alanında etkisi­ ni gösteren sansür önlemlerinden ve gezi yasaklarından, aynı zamanda da telörgü, hatta beton bloklarından oluşan sınırlara tanık olduk. Oysa “ Soğuk Savaş” ın doruk noktasına ulaştığı ve görece kısa olan belirli d ö ­ nemleri hesaba katmazsak pek çok kültür alışverişi demirperdenin var­ lığına rağmen kesilmemiştir. Özellikle roman ve filmler pek çok engel­ lemelere rağmen sınırın her iki yanında okur ve seyirci bulabilmiştir. Ancak, resmi olmayan kültür alışverişlerinin meydana gelebilmesi için bir ön koşul vardır: Sınırın her iki yanında ilişkileri geliştirecek olan sanatçı, yazar, hatta sıradan insanların belirli ortak yanlan bulunmalıdır. Oysa Osmanlı-Avrupa kültür ilişkileri söz konusu olunca ilk olarak g ö ­ ze çarpan ortak yanlar değil, ayrılıklardır. Bu ayrılıkların en önemlisi dindir. Dinden kaynaklanan ayrılık hem Müslümanlar hem dc Hıristi­ yanlar için tayin edici olm uştur.25 Ayrıca Avrupalı eğitim görm üş kişi­ lerin açısından bakılırsa, 16. yüzyıldan itibaren buna bir de Rönesans ve H üm anizm a akımlarının beraberinde getirdiği eskiçağ merakını katmak gerekir. 18. yüzyıl ortalarında İstanbul’a gelen, kültürlü ve güzel Latin cesiyle hâlâ ünlü olan elçi O gier Ghiselin de Busbecq Osmanlı elitinin hâlâ her yerde varolan eskiçağ kalıntılarına karşı görece kayıtsızlıklarını yadırgamış ve ayıplamıştır. İster dini ister laik kültür alanında olsun, Osmanlı eliti ile Avrupa’daki karşıtlan arasında oldukça kesin bir sınır çizgisi göze çarpmaktadır. Kültür alanındaki farkların yanı sıra, iktisadi yaşam ve maddi kültür açısından Osmanlı dünyası ile Avrupa arasında pek çok yan bulunmak­ tadır. Bu bağlam da Fernand Braudel’in 16. yüzyıl için geliştirdiği “Ak­ 24 Osman Ağa, der. Kreutel ve Spies (1962), s. 34, 37 ve diğer sayfalar. 25 Bennassar ve Bennassar (1989), siyasi elitten olmayan kişilerin gündelik yaşamının nasıl dinsel farklılıkların etkisi altında kaldığını ayrıntılarıyla göstermektedir.


deniz Birliği” kavramını hatırlatmakta yarar vardır. Gerçi “ kültür” o l­ gusunun bazen aşırı derecede vurgulandığı günüm üzde Braudel’in bu yaklaşımı “ m odası geçm iş” gibi görünebilir.26 Ancak ortak iktisadi ve teknolojik koşullar özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda ve özellikle dar ge­ lirli insanlar arasında bazı ortak davranışlara zemin hazırlamıştır.27 H a­ sadın iyi veya kötü olması, soğuk mevsimde yolların kapanması, salgın hastalıklar gibi olgular değişik kültürlerde değişik bir şekilde yorumlan­ mış olabilir (bu fark özellikle salgın hastalıklara karşı takınılan tutum ­ larda göze çarpm aktadır).28 Ancak, mekân ve zamanın zorlamasından doğan paralellikler de eksik değildir. Tarlaların verimini sağlamak için dini simgeleri köyün arazisinde gezdirmek (bkz. s. 198) hem Trakya hem de Avrupa köylüsünün başvurduğu bir yöntem olm uştur. O sm an­ lı kaynaklarına antropolojik bir bakış getiren çalışmaların sayısı henüz pek az olduğundan bu kitapta kültür alanındaki karşılaştırmalara ancak arada bir yer verilebilmiştir. Yine de çalışma hipotezi olarak şunu ileri sürebiliriz: özellikle 18. yüzyıla kadarki dönemlerde Osmanlıların ve AvrupalIların gündelik yaşam kültüründeki paralellikler söz konusu yıl­ lar bizzat yaşamış insanların tahminlerinden çok daha önemli olmuştur.

Evlerde Özel Yaşam K ültürü Dış dünyaya duydukları ilgi kadar kendi “ özel” yaşamlarının belli yönleri de Osmanlı kentlileri için önem taşımıştır. Edebiyat alanında saptadığım ız “ özel yaşam kültürü” nün evlerin döşenm esinde bile para­ leli vardı. Osmanlı evleri 16. yüzyılın “ klasik” dönem inde görece kü­ çüktü ve kolay inşa edilebilir cinstendi. Ayrı ayrı ya da bağdadi tarzda kullanılan ahşap ve kerpiç tuğla gibi dayanıksız malzeme Osmanlı kent evlerinde daha çok görülür, erken yeniçağ Avrupa evlerinde ise daha az rastlanırdı. 19. yüzyıla kadar Osmanlı evlerinde bugünkü anlamda m o­ bilya diye niteleyebileceğimiz çok az eşya vardı: birkaç sandık ve kutu, üstüne kap kacak ya da sini koymak için tahtadan veya deriden bir yer sofrası altlığı, duvarda da üzerine lamba veya kitap konulan işlemeli raf­ lar. 18. yüzyılda, örneğin hali vakti yerinde Bursalı ailelerin evlerinde, Osmanlı İm paratorluğu’nun erken dönemlerine göre daha çok halı, ki­ 26 Hess (1978). 27 Bkz. Febvre (1977). 28 Panzac (1985), s. 279-311; Kafadar (1989).


lim, minder ve yastık bulunuyordu. Zira 18. yüzyılın başlarında O s­ manlı dokumacılığında yeni bir atılım gerçekleşmiş,29 ancak dokum ala­ rın sadece küçük bir bölüm ünün ihraç edilebilmesi nedeniyle zengin ai­ leler, giysiler için ve ev eşyasında kullanmak üzere büyük miktarda ku­ maş alabilir hale gelmişlerdi. 18. yüzyılda Bursa’da, sadece saraylarda alıcı bulabilen ağır diba kumaşların artık üretilmediğine dair bir çalışma hipotezi öne sürülebilir. Dokum acılar ve tüccarlar, kentli bir alıcı gru­ buna yönelik daha mütevazı kumaşlar üretip satmaya başlamış olabilir­ ler. Eğer bu hipotez doğruysa, demek ki sık sık sözünü ettiğimiz “ özel yaşam kültürü,” sadece edebiyatta rastlanan bir olgu değildir.

Kadınların R olü Bütün bu gelişmeleri kentli ailelerdeki kadınların rolünden ayırmak m ümkün değildir. Araştırmalar, Batı ve Orta Anadolu kentlerinde en azından 17. yüzyıldan itibaren, tek eşliliğin kural olduğunu ortaya çı­ karıyor. 19. yüzyıl sonlarından 1 9 4 0 ’a kadar İstanbul’da yaşayan aileler üzerine bir araştırmanın sahipleri de aynı sonuçlara varmışlardır.30 Bir erkek karısıyla anlaşamadığı zaman onu boşayabiliyordu, ama bu d ö ­ nemde iki kadınla evli erkekler istisnaydı. Saraylılar ve bazı ulema ise bu kuralın dışındaydı.31 18. yüzyılın başlarında birçok İstanbullu hanımın kocalarını tek eşliliğe zorlamaya çabaladıklarını görm üştük. Oysa işler hep böyle yürümüyordu: Osmanlı İm paratorluğu’nun 15. yüzyıldaki yükselme devrinde, köle sayısının yüksek olduğu Bursa gibi m etropol­ lerde küçümsenmeyecek sayıda erkek cariyeleriyle evlenmiş, veya bir ca­ riyeyle birlikteliğinden çocuğu olm uştu.32 Bir başka deyişle dönemin özgür doğm uş kadınları, kocalarının birlikte oldukları cariyelerle ve bu kadınların çocukları, cariyelerin çocuklarıyla rekabet etmek zorunda kalmışlardı.

29 Bursa’nın 15. ve 18. yüzyıl ait tereke kayıtlarının (Milli Kütüphane, Ankara) ince­ lenmesi sonucu ortaya çıkan ilk izlenim. 30 Ankara’daki veraset kayıtlarına göre 17. yüzyılda bir erkeğin öldüğünde ardında birden fazla dul bıraktığı örnekler nadirdir. Ancak bu temayla ilgili sistemli bir çalışma henüz yoktur. 31 Duben ve Behar (1991), s. 148 vd. 32 Bu veriler Bursa’nın 892-94/1487-89 yıllarına ait tereke kayıtlarından elde edilmiştir.


18. yüzyılın başlarında ise geçmişteki böyle olayları bilen kadın he­ men hemen kalmamıştı. Zira köle sayısı azalmıştı ve fiyatları çok yük­ sekti; artık ancak çok zengin birkaç ailenin evinde köle veya cariye var­ dı. Ayrıca kölelik konusundaki anlayışın değişmiş olabileceği de düşü­ nülebilir. Eğer Nam ık Kemal gibi romantik yazarlar 19. yüzyıl ortala­ rında özgür irade olmadan aşkın da olamayacağını vurgulamışlarsa, bu­ nu durduk yerde hayal etmemişlerdi. Yazarlar, hiç olm azsa bazı okuyu­ cularının beklentilerini kendi kurmaca dünyalarında belgeliyorlardı.

Özel Yaşam K ültürü ve Rom anın Başlangıcı “ Küçük çevreler” deki kültürel faaliyetlerin dışına çıkıldığında, ön ü­ müze ister istem ez Osmanlı egem en elitinden olmayan ve kararları sa­ dece kendi hayatlarını etkileyen kadın ve erkekler çıkar. Seyyid H a ­ san’ın, bir akrabasının ölüm ünden duyduğu kederi anlatırken bile pey­ nirin tadını ve meyvelerin güzelliğini kayda değer bulduğunu görm üş­ tük.33 Asiye H atun’un, şeyhine yazdığı mektuplarla belgelediği gibi, manevi dünya hakkında kendi kişisel düşüncelerini oluşturduğunu sap­ tamıştık. Bu yüzden vicdan azabı çektiyse de, kendisi için son derece önemli olan bir karar alıp şeyhini değiştirm işti.34 Böyle hikâyeler önemlidir, çünkü meddahların anlattığı hikâyelerle birlikte geç 19. yüzyıl romanı için birer kaynak oluştururlar. Araların­ da, kendi özel yaşamlarından kesitler anlatan kişilerin olmasını artık g a­ ripsemeyen beyler ve hanımlar yeni romana da böyle bir açıdan bakmış olabilirler. Ayrıca meddah hikâyelerinden bildikleri karikatürleştirilmiş sahneleri, kapı komşularında gözlemledikleri kişisel özellikler ve zayıf­ lıklarla birleştirebiliyorlardı. Ö rneğin Vartan Paşa’nın romanında baş kahramanın bir dükkândaki alışverişi anlatılır. Kahramanımız bir yan­ dan da şapkacı kıza kur yapmaya çalıştığından ne istediğini bir türlü an­ latamaz. Durm adan kendini göstermeye çabalar. Bu arada, şapkacı kı­ zın sorularıyla kahramanın cevapları arasındaki çelişki gayet eğlenceli bir sahne yaratır.35 Edebiyat tarihçileri, minyatür tarzı stilize şablonlar yaratmak yerine insan karakterini anlatabilmenin, ilk Osmanlı roman yazarı kuşağı için 33 Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Hazine 1426, c. 25a. 34 Kafadar (1992), s. 174. 35 Vartan Paşa, derleyen Tietze (1991), s. 2.


ne kadar zor olduğunu tekrar tekrar vurgulamışlardır.36 Gerçi 1900’ler­ de bazı romancılar inandırıcı karakterler yaratmayı başarmışlardı; üste­ lik bu başarı sadece Emile Zola, Alphonse D audet ya da Guy de M a­ upassant gibi yazarların etkisine de bağlanamaz. Bu etki tabii ki önem ­ liydi, özellikle de edebiyat tekniği açısından. Ancak Ahmed Midhat Efendi (1 8 4 4 -1 9 1 2 ) gibi “yeni üslup” taki erken Osmanlı yazarlarının romanı neden okuru etkileyebilecek bir araç gibi görüp didaktik m esaj­ larını iletmek için kullanmak istediklerini düşünm emiz gerekir. Bu d ö ­ nemin bazı okurları özel yaşam kültürünü dile getirmeyi başarmış ol­ masaydılar, henüz yeni ortaya çıkan roman türünde ısrar etmek pek an­ lamlı olamazdı. İlk Osmanlı yazarlarının, bu yeni türün okur üzerindeki etkisini gözlerinde büyütmüş olduklarını itiraf etsek de, romanın okur kitlesini genişleteceği varsayımının doğru çıktığını kabul etmeliyiz. Daha önce­ leri siyaset dünyasından uzak tutulan ve bu yüzden de siyasi-ahlaki risa­ leler ve ciltler tutan anıtsal tarihler gibi eski edebiyat türlerine çok az il­ gi gösterebilen yüksek tabakaya mensup kadınlar, roman okurlarının büyük bir bölüm ünü oluşturmaya başlamışlardı. Böylece, 17. yüzyıl sonlarından itibaren özel yaşamdaki kültür öğelerinin gittikçe artması romanın bir anlatı türü olarak çabucak yerleşmesini hazırladı.

Bir Sorun: İnsan ve Hayvan Tasvirleri Bu çalışmada, Tanzim at döneminde Osmanlı toplum unda görülen kültürel değişimlerin sadece dış dünyanın etkisine bağlanamayacağını göstermeye çalıştık. Tam tersine Tanzim at sonrası kültürel değişimin yerli kaynaklarının da varolduğunu tahmin edebiliriz. Bu bağlam da 19. yüzyılda güçlükle karşılaşmadan hızla yayılan resim sanatına daha yakın­ dan bakalım. Daha eski çağlarda da dinin insan ve hayvan resmi yapma yasağını aşan istisnalar olm uştu mutlaka. Örneğin Selçuklu döneminde bugün Konya M üzesi’nde sergilenen hayvan motifleri, hatta insan baş­ lı hayvan figürleri yapılmıştı. Ayrıca 13. yüzyıldan itibaren kimi zaman insan tasvirleriyle bezeli çiniler yapılmıştı. 15. yüzyıl mezar taşlarındaki koç motifi de dikkat çekmektedir.37 Osmanlı saray kültüründe de sul 36 Evin (1983), s. İ29. 37 Bkz. EI2'deki “Akhlat” maddesi (Franz Taeschner). Hans-Peter Laqueur’a bu önerisi için teşekkür ederim.


tanların zevkine göre az ya da çok insan tasviri vardı. İslamiyetin erken dönem inde, Emevilerden beri, hükümdarlar, sıradan faniler için geçer­ li olan şarap ve tasvir yasağını açıkça ihlal ederek ayrıcalıklı olduklarını kanıtlamaya çalışmışlardı.38 Fatih Sultan M ehm ed bu ayrıcalığım bol bol kullanmış, hatta ressam Gentile Bellini’ye kendi portresini yaptır­ m ıştı.39 Özellikle yaşlılığında şeriata uygun yaşamayı her şeyden üstün tutan Kanuni Sultan Süleyman bile saraydaki kabul törenlerini ve aske­ ri seferleri kalıcı kılmak için minyatürler ısmarlamıştı; bugün bu eserler Topkapı Sarayı’ndadır. 17. yüzyılda padişah ve saray m ensuplan tasvir sanatıyla daha az ilgilenmişe benziyorlar. Ancak bu dönem in bazı yapıt­ ları sonradan yok olmuş da olabilir. Oysa Lale Devri’nde (1 7 1 8 -1 7 3 0 ) ve hemen sonraki yıllarda saray için çalışan iki önemli minyatür ustası vardı: Levni ve Abdullah Buhari. 18. yüzyıl minyatürleri, ev yaşantısı temalarına daha çok ilgi duyul­ duğunu gösterir. Oysa 16. yüzyılda kent panoramaları ve şenlikler ek­ sik olm am ışsa da padişahın sefer ve zaferleri daha çok ilgi çekiyordu. Ayrıca klasik yazarların eserleri ve Hazreti M uham m ed’in hayatı da minyatür ısmarlayanların sevdiği konulardı. 18. yüzyılda eskiden oldu­ ğu gibi büyük şenlikler tasvir edilirdi. Levni ve okulu bu eğlencelerin “ gece” görüntülerini, özellikle havai fişek gösterilerini tasvir etme cesa­ retini gösterm işlerdi.40 Aslında amacımız açısından genç kadın ve er­ kekleri gösteren albüm yaprakları daha ilginçtir; örneğin Levni ve arka­ daşları hamam sahneleri vesilesiyle yarı çıplak bedenleri resmetmeyi de­ nemişlerdir. Anlaşılan bu ressamlar ve onlara sipariş verenler artık sara­ yın pırıltısını ve orduların zaferlerini resme değer tek konu olarak g ö r­ müyorlardı. Çoğunlukla saraydan olan bu küçük resim severler çevre­ sinde, artık insanların tek başına resimleri çok sevilen bir konuydu, ama bu sanat formu saklı kalmaya m ahkum du.41 Saraya özgü bu resim sanatı “ sıradan” Osmanlı kentlisinin gözün ­ den çoğunlukla uzak kaldı. Bu nedenle bu sanatı sadece tarihsel bir kay­ nak olarak kullandık, bu eserlerin üretildiği koşullara fazla değinmedik. Ancak, alaylarda arabaları süsleyen şekerden yapılmış hayvan ve insan 38 39 40 41

Grabar (1973). Necipoğlu (1991), s. 14. And (1982), III. 48-52. Renda ve diğerleri (1989), s. 63-68.


heykelleri ya da büyük şenliklerde seyredilebilen havai fişek gösterileri gibi tasvirlere gelince durum değişiktir. Bunlar da padişahın emriyle, ama saray dışındaki halk için yaratılıyordu. Bugüne kadar bu objelerin tasvir yasağına girip girm ediği sorununu inceleyen, o dönem den kalma bir metin bulunamadı. Alaylarda sergilenen insan ve hayvan tasvirleri­ nin putperestlik gibi bir tehlikeye pek yol açamayacağı gibi, kullanılan geçici malzemelerin, bu tasvirlerin kuşkulu durumunu bir şekilde hafif­ lettiği düşünülebilir. Bunun yanı sıra gündelik yaşama hâkim olan ku­ ralların şenlikler sırasında ihlal edildiğini düşünmek de mümkündür. Böylece padişahın ayrıcalıkları, kısa bir süre için de olsa, kentlilerin b ü ­ yük çoğunluğuna da verilmiş oluyordu. Fotoğrafçılık da Osmanlıların kent yaşantısına bir kudret işareti ola­ rak girmiştir. Bu seferki amaç diğer zamanda sadece saraylıların göre­ bildiği insan ve hayvan tasvirlerini bir şenlik çerçevesinde halkın da g ö r­ mesini sağlamak değildi. Aksine, hedef hükümdarı Osmanlı bürokratla­ rına ve halka mümkün olduğunca sürekli göstermekti. Fotoğrafın O s­ manlı yaşamına girişinin ilk örneği, dönem padişahlarının 19. yüzyıl or­ talarında makam odalarında giderek çoğalan portreleridir.42 Dem ek ki, 19. yüzyılın yeni mutlakıyetçi yönetim şeklinde, padişahın saray duvar­ larının ardındaki gizli, görünm eyen gücü, im paratorluğu yönlendirme­ ye yetmiyor, padişahın mevcudiyetini görünür kılması gerekiyordu. Tanzim at dönem i Osmanlı seçkinlerinin kendilerini artık padişahın kulu olarak algılamamaları sonucu, bu tür egemenlik işaretleri artık mutlaka padişaha özgü olarak da görülm üyordu. Paşalar ve askerler de rütbeleriyle, en ince ayrıntısına kadar özen gösterilen üniformaları ve pozlarıyla fotoğraflarda görünmeye başlamışlardı.43 Ayrıca fotoğraf, Osmanlı yüksek tabakasının etkisiyle çabucak özel yaşam kültürünün bir parçası oldu. 20. yüzyılın başında Osmanlı eliti, fotoğrafları bir aile hatırası ya da kartvizit olarak çoktandır kullanıyordu.44 Bu fotoğraflar­ da gururla küçük çocuklarını gösteren babalar, genç çiftler ve kayınva­ lide dahil üç kuşak aileler poz veriyorlardı. Hatta Osman H am di hay­ ranlıkla ve hafif gülümseyerek baktığı zarif gelininin yanında bir fo to ğ ­

42 Beaugé ve Çizgen (1993), s. 176. 43 age, s. 181. 44 age, s. 180.


raf çektirmişti. Yani fotoğraf, ev içi yaşamın ve aile çevresinin belgelen­ mesinde bir araç olarak işlev görüyordu. Şenliklerde tasvir sanatının çoktandır belirli bir rol oynuyor olması, fotoğrafların bu kadar hızlı ka­ bul görmesini kolaylaştırmış olabilir.

Bireyselliğin O lm adığı Bir Ç ağda Bireyler Osmanlı İm paratorluğu ile ilgili şimdiye kadarki tarih araştırmaları­ nın -birkaç istisna hariç- dayandığı varsayımları şöyle anlatabiliriz: D ev­ let yapısı, aile, mahalle ve din kurum lan insanları öylesine derinden et­ kiliyordu ki, kendi inisiyatiflerini kullanamıyor ya da bir maceraya atıla­ mıyorlardı. Özellikle genç insanlar üzerindeki katı sosyal kontrol m eka­ nizması, müşterek vergi ve kimin işlediği bulunamayan suçların sorum ­ luluğu, köyden kente göçte yaşanan zorluklar, vb kendi inisiyatifini kul­ lanmak isteyenler ve kendi başına bir işe kalkışanların işini hiç kuşkusuz kolaylaştırmıyordu. Avrupa ve Kuzey Amerika ile ilgili araştırmalar, bu toplumlarda da benzer risklerin ve sınırlamaların yaşandığını gösterm iş­ tir. Ancak tüm bunlar, bazı insanların kendi kararlarını gerçekleştirme­ lerini ve kaleme almalarını engelleyememiştir. Bu dönem de AvrupalIla­ rın yazdığı otobiyografilerle ilgilenen tarihçiler, bu kadın ya da erkek yazarların sadece aile ve komşuluk ilişkileri gevşediği için kendileri hak­ kında yazma fırsatı bulamadığı görüşündedirler. Başka bir deyişle, bu kişiler, böyle ilişkiler üzerinde daha çok düşünmeye başladıkları için ve ait oldukları grubun bir üyesi olduklarının bilincine vardıkları için yaz­ mışlardır.45 Osmanlı bağlamında da muhtemelen benzer bir süreçten geçilmiştir. Osmanlı tüccar, denizci ve dervişlerin de -gerek erkek g e ­ rekse kadın- toplumla ilişkilerini kesmeden bir bilinç geliştirdikleri ve tamamen kişisel olan tecrübelerini kaydetmeye değer gördükleri tespit edilmiştir. Örneğin Osman A ğa ve yoldaşlarının, savaş sırasında ve teh­ dit altında bile özellikle belirttikleri kiraz tadı böyle bir tecrübedir.46 15 5 0 -1 7 8 0 arasında Osmanlı kültürü, iki temel motifin karşılıklı et­ kileşimine dayanarak betimlenebilir. Bir yandan günüm üz sanat tarih­ çilerini çok ilgilendiren hükümdarlık simgeleriyle karşılaşmaktayız.47

45 Kafadar (1989), s. 135. 46 Osman Ağa, der. Kreutel ve Spies (1962), s. 21. 47 Özellikle Gülru Necipoğlu Kafadar’ın eseriyle krş.


D iğer yandan ise günlükleri ve kısa anı yazıları sayesinde dile gelmiş ba­ zı insanların yaşamlarına karşı merakın arttığını görüyoruz. U zun vade­ de bu iki temaya dair kaynaklar, Osmanlıların özel yaşamlarını hikâye edebilmemize olanak veriyor. Oysa on, on beş yıl önce böyle bir çalış­ manın yapılabileceği düşünülemezdi. Araştırmalarının ana teması özel yaşamın tarihi olan Avrupa yeniçağı tarihçileri, oluşmakta olan mutlakı­ yetçi devletin halkın kamusal olmayan hayatını nasıl biçimlendirdiğini araştırmıştır.48 Böylece Avrupa’da mutlakıyetçi devletlerde prens ile mütevazı bir evin efendisi -ki o da eş, çocuklar ve hizmetkârların hü­ kümdarıdır- arasındaki analoji üzerine birçok şey yazılmıştır.49 Özellik­ le 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başlarında, Osmanlı çevrelerinde de ben­ zer sorunlar ortaya çıkar. 18. yüzyılda üst tabakanın yaşam biçiminde ve sanat alanında büyük değişimlerin yaşanmasına rağmen kadınların ev dışı etkinliklere katılma girişiminin neden daha da kısıtlanmaya çalışıl­ dığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.50 Kadınları toplum ­ dan uzaklaştırma çabalarının ne kadar başarılı olduğu, bu niyetin ardın­ daki çıkarların ne olduğu ve padişahların hangi güdülerle bu çabaları destekledikleri bugüne kadar tam anlamıyla açıklanamamıştır. Ancak şöyle düşünülebilir: O dönem de üst tabakadan bazı kadınların ve özel­ likle Osmanlı hanedanı kadınlarının elde ettiği güç, böyle tepkilere yol açmış olabilir. Egem en tabakaya mensup kadınların bu gücü, sanat ese­ ri sipariş etmelerinde de kendini göstermiştir. Öyle görülüyor ki sosyal tarihçiler daha uzun süre, bir yandan hükümdar ve aile reisleri, diğer yandan aile reisleri ile ev halkı arasındaki ilişkiyi araştıracaklar. Ancak ar­ tık 18. yüzyılda sanatçılara ve yazarlara sipariş verenler sadece padişah ve saray değildi. Bu nedenle de sanat ve edebiyat tarihi Osmanlı halkı­ nın özel yaşamındaki gelişmelere yönelmek zorundadır.

48 Chartier (1989). 49 Wunder (1992), s. 261 vd. 50 Bu konuyla ilgili krş. Artan’ın çalışmaları.


RESİMLER

Resim 1. Kantemiroğlıı’nun (Dimitrie Cantemir) sarayı. Sarayın iki bölümden oluşması dikkati çekiyor. Belki de Osmanlı saray ve konaklarında olduğu gibi bu sarayın da bir bölümü selamlık, öbür bölümü harem olarak düşünülmüştür. Ön planda görülen çiçek tarhlarına geçit veren bahçe kapısının Avrupa klasisizmine özgü motifler içermesine karşılık yapılar genelde Osmanlı özellikleri taşımaktadır. Kaynak: Demetrius Cantemir, The History of the Growth and Decay of the Othman Empire, Londra: Huart, 1734.


Resim 2. Vehbi, Surname, İstanbul: Topkapı Sarayı Kütüphanesi. Minyatürlerini Levni’nin yaptığı, 1720’deki sünnet düğünü kutlamalarını gösteren surnameden mimari öğeler ve çiçeklerle süslenmiş iki nahıl.


Resim 3. Bir surnamedeki esnaf alayında şekerden yapılmış hayvan tasvirleri.


Resim 4. 1585 tarihli surnamede Atmeydanı’nda padişahın önünden geçen kuş tahnitçi­ leri. Ön planda burmalı sütun görülüyor (İstanbul, Topkapı Sarayı Kütüphanesi).


Resim 5. Levni’nin minyatüründe ön planda iki başlı, dev boyutlu bir kukla ve arkadaki tahtırevanda asılı kuzu postları dikkati çekiyor.


Resim 6. 1720 şenliğinde Aynalıkavak Sarayı’ndan Haliç’te düzenlenen cambaz gösterisini izleyen III. Ahmed. Vehbi’nin Surname’sinden Levni’nin minyatürü.


Resim 7. Levni’nin minyatürü. Bir çarpışma sahnesi. Tekerlekler üstünde çekilen bir kale maketi. Askerler, barut dumanları arasında saldıran düşmana karşı kaleyi savunuyor. Burcun üstündeki silahlı asker resimleri ve alttaki ağaçlarla süslenmiş kadırga maketi ilgi çekici. Aynı kitaptaki başka bir minyatürde kaleyi bir filin çektiği görülüyor.


Resim 8. Minyatürlerini Levni’nin yaptığı surnameden (Topkapı Sarayı Kütüphanesi, İstanbul). Geceleyin deniz kenarında havai fişek gösterisi. Ön planda bir fişek ustası var.


Resim 9. Arpaz, Beyler Konağı: Kule 1830’larda elden geçmiştir.


Resim 10. İzmir’in eski kesimindeki Hisar Camii diye de bilinen Yakub Bey Camii. 1592’de yapılan cami 18. ve 19. yüzyılda değişikliğe uğramıştır. Camiin doğuya bakan bölümünde bu dönemden kalma minberde birçok camiin göründüğü bir manzara rölyefi vardır. Muhtemelen bu bir İzmir manzarasıdır. Fotoğraf: Prof. Ayda Arel, İstanbul.


Resim 11. 18. yüzyıl minyatüründe sal üstünde dans eden köçekler ve onları izleyenler. Ebubekir Ratib Efendi bu gösterilerle 18. yüzyılda Avrupa’daki operayı karşılaştırmıştır.


KAYNAKÇA







358


359



























Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.