Haber Fotoğrafı: Baba Nakkaş motifi - Eser Nazmiye Önder


Tarihi oldukça eskiye dayanan ve Türk kültürü ile özdeşleşmiş bir sanat dalı olan Çinicilik, dünyanın pek çok yerinde kullanılan bir süsleme sanatıdır. “Çini” kelime anlamı olarak “Çin işi”, “Çin e ait” olup, porselen sanatını dünyaya tanıtan “Çin” isminden türetilmiş. Bu nedenle de Türk tarihine girişinin Çin kültürü ile yakından ilgisi olduğu düşünülmektedir.

Çini sanatının başlangıcı
Çini sanatının yolculuğu, insanlığın keşfettiği ilk malzeme su ve toprakla başlamış. Sırlı tuğlanın ortaya çıkışı, çini sanatının başlangıcı olarak kabul edilir. Tarihte ilk çini örnekleri eski Mısır ve Mezopotamya bölgelerinde tuğla üzerine renkli sır uygulaması ile ortaya çıkmış. Mısırlıların Sakkara’da bulunan mezarları firuze sırlı tuğlalarla bezedikleri, II. Ramses ve III. Ramses için yapılan saraylarda renkli sır tuğla kullandıkları bilinmektedir. Asur ve Babil mimarlığında çok başarılı örnekleri olan bu teknik daha sonra Perslere geçmiş. Orta Asya’da yapılan çalışmalarda, 8. yüzyılda Türklerin pişmiş topraktan yaptıkları çanaklara rastlanmıştır. Sır kullanılarak yapılan teknikler ise, Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce Uygurlar tarafından kullanılmış. İlk örnekleri Karahanlılar döneminde olduğu düşünülen çini sanatı, birçok medeniyette sanatsal etkiler bırakmış. Karahanlılardan sonra Uygur Harzemşahları ve Gazneliler de bu güzel sanata dair eserler bırakmış. İslam dünyasındaki ilk çini örneklerine Samerra kazılarında rastlanmış. İslamiyet’in İspanya’ya ulaşmasından sonra, ünlü Endülüs çinilerinin üretiminde ağırlık Granada dan Valencia ve Paterna’ya geçmiş. 15. Yüzyılda Endülüs çinisi Sicilya yoluyla Floransa ya; 16. yüzyılda Fransa, 17. ve18. yüzyıllarda ise Macaristan, Almanya ve İskandinav ülkelerine ulaşmış.






Selçuklu motifleri Eserler: Nazmiye Önder


Çinicilik, en parlak ve yaygın dönemini Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamış. Özellikle Osmanlı döneminden kalma ve çini sanatının ustalıkla kullanıldığı pek çok yapı halen günümüzde yaşamaktadır. Yaklaşık bin yıllık bir geçmişe sahip olan ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla farklı bir dönem yaşayan çini sanatı günümüze kadar ulaşmış. Tarih boyunca geleneksel Türk el sanatı olarak yaşayan çinicilik, 16. yüzyılda İznik ve Kütahya’da gelişim göstermiş ve zirveye ulaşmıştır. Selçuklular döneminde siyah, mor, kobalt mavi ve firuze renkleri kullanılırken, İznik’te üretilen çinilerde yeşil, kırmızı, turkuaz, lacivert ve kahverengi tonları kullanılarak farklılık yaratılmıştır.

İznik ve Kütahya
İznik ve Kütahya’da çinicilik tarihsel akış açısından birbirini takip eder. Çini denince ilk akla gelen İznik’te, 17. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nde yaşanan karışıklıklar ve ekonomik sıkıntılar, çini atölyelerinde de kendini göstermeye başlar. 18. Yüzyılda İznik çini atölyelerinin kapanmasıyla, aslında 14. yüzyıldan itibaren faaliyet gösteren Kütahya’daki çini atölyeleri öne çıkmaya başlar.

Rivayete göre Kütahya’nın adı, seramikle ilgili anlatılan bir hikâyeye dayanıyor. Buna göre, dul bir kadının çanak çömlek pazarına getirdiği birbirinden güzel testi, tabak ve vazolar hem çok zarif hem de çok sağlammış. Pazara gelen alıcılar kadının yolunu gözler, onun pişirdiği toprak kapları satın alabilmek için keseler dolusu para harcarmış. Çanak çömlek esnafı neredeyse iflas edecek duruma düşmüş. Toplanıp karar vermişler, “Bu ince işçilik, bu sağlam çanak çömlek kadının hüneri değil, kullandığı çamurun eseri. Bizim çamurumuz iyi değil. Kadını izleyelim, nereden toprak alıyorsa biz de oradan alalım” demişler. Bir pazar dönüşü yaşlı kadını gizlice izlemişler. Kadın bugünkü Kütahya’nın bulunduğu yere gelmiş, küçücük bir tepeden heybesine toprak doldurup geri dönmüş. Ondan sonra tüm çömlekçiler buraya yönelmiş ve atölyeler kurmuş, bir şehir yapmışlar. Adı o günden sonra “seramik şehri” anlamına gelen “Seramorum” olmuş. Bölgeye hâkim olan Frigler, M.Ö 11. yüzyılda kendi dillerinde seramik şehri anlamına gelen Kotiyum’u, Seramorum’un yerine kullanmaya başlamış. Daha sonra Kotiaetion, Katiaion, Cotyaeium, Cotyaeum ve Cotyaium şeklinde anılan kentin adı, Anadolu Selçukluları döneminde Kütahiye, zamanla da Kütahya olmuş.


Çini sanatında kullanılan teknikler ve aşamaları
16. Yüzyıldan bu yana çini ustalarının yaygın olarak kullandıkları sır altı tekniğine göre; çamur, reçetesine göre hazırlanarak hamur haline getirilir ve üzerine astar sürülür ve kurutulduktan sonra fırınlanarak “bisküvi” denilen pürüzsüz bir yüzey elde edilir. Bu saatten sonra çini çalışmalarının yaşam serüveni başlar.

Kâğıt üzerine “ajur” tekniği ile delinip hazırlanan birbirinden güzel desenler kömür tozuyla bisküvi üzerine aktarılır ve desenin dış kontuarları yani tahrir, ustalıkla kullanılan fırça yardımı ile yüzeyde hayat bulmaya başlar. Bir sonraki aşamada desen boyanarak renklendirilir. Son aşamada boyanan bisküvi üzeri “sır” ile kaplanarak ikinci kez 900-940 derecelik fırınlarda ateş ile buluşur; pişen çinilerin serüveni artık tamamlanmıştır ve sanat sahnesinde yerini almaya hazırdır.

Ancak çini sanatında son sözü fırın söyler. Fırın sonrası veya zamanla, çini yüzeyinde çatlaklar oluşabilir. Buna Osmanlı da “şahdar” adı verilmiş. Şahdar; Osmanlıca bir kelime olup, dallı budaklı demektir. Çini eserlerde nem ve rutubetin meydana getirdiği sırça üzerindeki çatlaklara “Şahdar” denmiş. “Her çini bir gün Şahdar yapacaktır. Kimisi birkaç günde, kimisi ise aylar veya yıllar sonra…” Bu; biz insanların yaşlandıktan sonra kaçınılmaz hale gelen kırışıklıklarımız gibi bir olaydır. Osmanlı dönemindeki sanatçılar çini üzerine işledikleri her motif ve renk için değişik anlamlar yükledikleri gibi “Şahdar” için de “Âdemoğlu nasıl yaşlandıkça cildi kırışırsa, Çini de şahdarlanır” demişler.

Pek çok evreden geçen bu sanatın her aşamasının ayrı bir püf noktası vardır. Hamurun kuruluğundan başlayan çizim, renklendirme ve pişme aşamalarının her biri ayrı ustalık ve emek gerektirir. Zaten çini sanatı her şeyden önce bir sabır işidir; çok uzun zaman ve emek isteyen zorlu bir sanattır. Hayal dünyasını ve yaratıcılığını kullanan sanatçı, seçtiği renkler ve desenler ile hayal aleminden eserler üretir.

Çini süslemelerinde genellikle kozmik düşünceleri ve inançları simgeleyen geometrik şekiller, bitkisel süslemeler ve hayvan figürleri, değişik renk kompozisyonları ile kullanılmaktadır. Mimariye bağlı olarak gelişen çini sanatı bünyesinde pek çok üslup barındırır. Her birinin ayrı bir hikâyesi olan bu üslupları pek çok tarihî eserde görmemiz mümkündür.


Rumi motifi-Eser Nazmiye Önder

Türk motifleri

Geçmiş yüzyıllardan günümüze kadar ulaşan geleneksel motiflerimiz Türk kültürü içinde köklü bir geçmişe sahiptir. Bu motiflerden bana göre en göz alıcı ve anlamlı motiflerden biri “Çintemani” motifidir. Çintemani kelimesi Türkçede “dilek taşı” anlamına gelir. İlk kullanımı Uygur Türklerine kadar tarihlendirilen bu motif günümüzde halen pek çok sanat dalında kullanılmaktadır. Geçmişte farklı medeniyetlerde farklı inançlarda sembol olarak kullanılan motif, Uzakdoğu’da kutsal hale gelmiş ve daha sonra Osmanlı süsleme sanatında da çoklukla kullanılmıştır. Bereket, koruyuculuk, güç gibi kavramları temsil eden ve görsel olarak üçgen şeklini hatırlatan Çintemani motifi; ikisi altta biri üstte üç yuvarlak ve iki dalgalı çizgiden meydana gelmektedir. Üç yuvarlak, pars postundaki beneklere, iki dalgalı çizgi ise kaplan postuna benzetildiğinden Osmanlı döneminde Padişah ve Şehzade kaftanlarında sıkça kullanılmıştır.


Çintemani motifi -Eser Nazmiye Önder 

Bu motifte, üç daire ve dıştan içe hilaller çizerek gözler oluşturmaktadır. Bir diğer yoruma göre İç içe olan bu üç göz; “Gönül Gözü, Akıl Gözü, Dünya Gözü”nü simgeler. Her biri diğerine müdahale etmeyen bu gözler uyum içinde hayata bakışı simgeler.

Sarayın gözdesi olarak bilinen “Baba Nakkaş” üslubu adını, Evliya Çelebi’ye göre, Özbek asıllı 15. ve 16. yüzyıl saray nakkaşlarından asıl adı Muhammed B. Şeyh Bayezid tarafından geliştirilmiş bir üsluptan alır. Üstad, 1466 yılında Çatalca’da şimdiki adıyla “Nakkaşköy” denen ve Fatih Sultan Mehmet tarafından kendisine tahsis edilen beldede yaşamış. Sarayın önemli isimlerinden olan ve 15. yüzyılda sarayın baş nakkaşı olan Baba Nakkaş’a atfedilen bu üslupta ana renk kobalt mavisi ve tonlarıdır.


Baba Nakkaş motifi-Eser Nazmiye Önder


Milet İşi
, Haliç İşi, Şam İşi, Rumi, Hatayi, Saz Yolu, gibi pek çok üslup ve motif barındırır bünyesinde bu güzel sanat dalı. Her birinin ayrı hikâyesi ayrı bir anlamı vardır. Örneğin, gül ve gonca motifi aşk ve güzelliği simgeler. Lale, Osmanlıca Allah yazısı ile aynı harfleri içerdiğinden, Allah’ın birliğini işaret eder. Çiçek açmış bahar dalları cennet bahçelerini anlatır. Her ne kadar aynı desen fırça ile çizilse ve aynı boya ile boyansa, aynı fırında pişse bile hepsi tıpkı insanlar gibi ayrı bir ruha sahiptir. Kendisine hayat veren sanatkârın ruhundan kişiliğinden izler taşır.

Çini pek çok tarihi mekânı süslemekte
Estetik ve güzellik kaygılarının iç içe olduğu çini sanatı, kültür tarihimizin en önemli parçalarından biridir. Geçmişten günümüze gerek Anadolu’da gerek İstanbul’da en değerli ve tarihî mekânları süslemiş. Anadolu Selçukluları’nın en önemli merkezi olan Konya’da Alaadin Cami, Sırçalı Medrese, Sivas’ta Gökmedrese Selçuklu çini sanatının en nadide örneklerini gözler önüne serer. Osmanlılar’da çok büyük ilerleme ve zenginlik gösteren çinicilik, Bursa Yeşilcami ve Külliyesi’nin süslemeleri ile ulaştığı düzeyi sergiler. Kırmızı rengin ilk defa kullanıldığı İstanbul Süleymaniye Camii, lale, karanfil gibi natüralist motiflerin yer aldığı çiniler ile yeni üslubu ortaya koyar.


Rüstem Paşa Camii

Topkapı Sarayı’nın harem dairesi, sünnet odaları, Selimiye Camii hünkâr mahfilinin çini panolarını izlemeye doyum olmaz. Eğer bir gün yolunuz Eminönü’ne düşerse, Rüstem Paşa Camii’nin çinilerini seyretmek için kendinize uzunca bir zaman ayırın. Çini sanatında birçok tekniğin kullandığı ve çok önemli bir yere sahip olan Rüstem Paşa Camii’nde 41 çeşit lale motifinin olduğu söylenir. Sultan Ahmet Camii’nin çinilerinin, Türk çini sanatının en parlak dönemine ait çalışmaların toplandığı son büyük yapı olduğu söylenir. Kayıtlara göre 21.043 çini kullanılmış. Bu yapıda İznik ve Kütahya çinileri bir arada kullanılmış.

Topkapı Sarayı’nda hayranlıkla izlediğimiz Kaşıkçı Elması’nın bulunduğu rivayet edilen Tekfur Sarayı’nın kaderi, içerisinde çini atölyesi kurulmasıyla değişmiş. Sadrazam İbrahim Paşa’nın emri ile çini atölyelerinin kurulması için ilk girişimler başlamış. Böylece eski Bizans sarayı olan Tekfur Sarayı, kaybolmaya yüz tutan İznik çinilerinin yeni evi olmuş. Tekfur Çinileri ile süslenmiş ilk eser Hekimoğlu Ali Paşa Camii olarak bilinmekte. Saray, sonraki yıllarda Yahudihane (Yahudilerin toplu oturdukları sosyal mekân) olarak kullanılmıştır. Robert Kolej’in kurucusu Cyrus Hamlin de okulu ilk olarak burada yapmayı düşünmüş. Tekfur Sarayı 1864 yılında yaşanan yangından dolayı son zamana kadar dört duvar şeklinde kalmış. Yapılan restorasyonlar sonucunda, Bizans İmparatorluk Sarayından Cumhuriyet dönemi Çini Müzesi ev sahipliğine giden uzun bir yolculuk yaşamış bu tarihî yapı.

Günümüz Türkiye’sinde
Geleneksel çini sanatını günümüze taşıyan ve uygulayan Türkiye’de 5.000’den fazla çini ustası olduğu tahmin ediliyor. Yüzyıllardır kolektif olarak toplanan bilgiler, teknikler ve reçeteler bu ustalar sayesinde usta-çırak ilişkisi çerçevesinde günümüze kadar aktarılabilmiş. Bu ustaların yanı sıra günümüzde hobi olarak oldukça rağbet gören çinicilik, pek çok atölyede kursiyerlerine çini sanatının inceliklerini öğretmeye devam ediyor. Bin yılı aşkın bir tarihi olan, toprağın bize en güzel armağanı, toprak ateş ve sabrın en güzel birleşimi; çini sanatı…