Çernobil; Felaket Santrali

Patladığında yer yerinden oynamamıştı. Kimsenin haberi bile olmamıştı. Gün aydınlanırken havaya karışan radyasyon her yeri sarmıştı…

Yazı ve fotoğraf: Sinan Çakmak

Sessizce patladı. Pripyatlılar için, uzaklara düşen bir yıldırımınkinden fazla değildi çıkardığı gürültü, yaydığı parıltı. Uyuyanlar duymadılar bile patlamayı. Küçük çaptaki yangına yetişen itfaiye ekipleri çok zorlanmadan kontrol altına aldılar durumu. Ama herşey bitti sandıklarında gördüklerine inanamadılar. Çernobil Nükleer Santrali’nin 4. ünitesinin çatısında büyük bir delik vardı. Bunun anlamını kimse düşünmek bile istemiyordu.

Çernobil Nükleer Santrali’nin 26 Nisan 1986 gece yarısı saat 01:23’te patlamasının üzerinden bir gün geçmeden santraldeki grafit alev aldı. Yanmaya başladıktan sonra söndürülmesi neredeyse imkânsız bu madde itfaiye ekiplerini haftalarca uğraştırdı. Bu arada yangına ilk gelen ekip akut radyasyon sendromu nedeniyle Moskova’ya yollandı.

O gün yangına müdahale edenler ve santralde görev başlında olanlar artık Çernobil kasabasının meydanında dikili duran anıtla anılıyorlar. Çernobil interinform Ajansı’nda çalışan Julia Murusiç “Saatte 3 bin röntgene maruz kaldı bu görevliler” diyor. “Hiroşima’ya atılan atom bombasının 500 katı radyoaktif toz atmosfere karıştı patlamada.” Murusiç ve benim bulunduğumuz odada patlama sonrasındaki hasarı gösteren bir maketi var santralin. Odanın pencerelerindeki jaluziler kapalı. Panjurların sakladığı ise 30 metre ötemizdeki santralin kendisi. Patlama reaktördeki yakıtın sadece yüzde onuyla oldu. “fiimdi bizi uğraştıran” diyor Murusiç, “Patlamış santralde 200 ton olduğu tahmin edilen yakıt. Yani kalan yüzde 90”.

RMBK tipi nükleer santraller Sovyetler Birliği’nin gurur kaynağıydı. Bunlardan biri olan Çernobil, ülkedeki 51 nükleer santral içinde en önemlilerindendi. Pek çok bakımdan Amerikan santrallerinden üstün olduğu düşünülüyordu. “Kızıl Meydan’a bile dikilebilecek kadar güvenli olduğu söylenmişti bize” diyor rehberim Yuri Tatarçuk. Santralin 4. ünitesi 25 Nisan 1986 günü saat 01:06’da bakım amacıyla durdurulmaya başlandı. En yüksek verimi ve güvenliği ancak yüksek güçteyken koruyan RMBK tipi santraller düşük kapasitede dengesizdiler. Yetkililer bakım sırasında bazı deneyler yapmaya karar vermişlerdi. Reaktörün buhar kaynağı kesildikten ne kadar sonra duracağını görmek istiyorlardı. Reaktör güç düşürülerek durdurulacaktı. Amaç, reaktörün 3200 MW(t)’lık gücünü, 700 ila 1000 MW(t)’a indirmekti. Bakım başladıktan birkaç saat sonra reaktörün gücü yarıya inmişti bile.

Saat 14:00’te reaktörün acil soğutma sistemi kapatıldı. Sistemin deneyin ileri aşlamalarını etkilemesi istenmiyordu. Fakat bir süre sonra santralin elektrik sağladığı Kiev’den arayan yetkililer bir süre daha kentte elektriğe ihtiyaçları olduğunu söylediler. Görevliler deneye ara vererek santralin enerjisini 1600 MW(t)’ta tuttular. Saat 23:10’da santralde güç azaltma işlemine yine başlandı. 26 Nisan gününe girildikten yarım saat sonra güç 500 MW(t)’a indi. Çernobil Nükleer Santrali’ndeki reaktörün en düşük çalışma gücü 700 MW(t)’tı. Ama o gün deneyi yapanlar bunu bilmiyordu.
Bu güç azalmasıyla kontrol, otomatik dengeleme sistemine geçti. Ve güç aniden 30 MW(t)’a düştü. Bunun operatörden mi, yoksa sistemdeki bir hatadan mı kaynaklandığı bilinmiyor. Bunun üzerine operatör deneye müdahale ederek gücü 200 MW(t)’a yükseltti. Fakat reaktörü bu düşük seviyede kontrol etmek çok güçtü. En ufak bir güç artışı daha fazla artışı tetikliyordu.

Yarım saat kadar bir süre içinde zincirleme reaksiyonlarla reaktörün soğutma sistemindeki suyun buharlaşmasıyla güç, kapasitesinin 100 katını aştı. 26 Nisan 1986 günü saat 01:23’te ilk patlama meydana geldi. Fakat bu patlama ancak 28 Nisan günü İskandinav ülkelerindeki araştırma laboratuarları tarafından belirlenerek dünyaya duyuruldu. Sovyetler Birliği’ndeki televizyon ana haberlerinde ise bir patlama olduğu ve birkaç kişinin öldüğü ama durumun kontrol altına alındığı açıklandı.

Pripyat hastanesi, kadın doğum bölümü.

Arabada ilerlerken gördüğüm terk edilmiş çiftlikler ve bozulan yol, boşaltılmış bölgeye yaklaştığımı haber veriyordu. Hayat giderek azalıyordu. Sonunda bir bariyere geldim. Elimdeki “Programa”yı (izin belgelerini) ve pasaportumu kontrol eden milis önce birkaç telefon etti. Sonra gelip bariyeri açtı. Yarıçapı 30 kilometre olan boşlatılmış bölgeye girdim. Tehlikeli orandaki radyasyondan dolayı görevliler haricindeki insanlara kapalı bu bölgenin ortasında Çernobil Nükleer Santralı bulunuyor. Patlamanın ardından kısa sürede 135 bin insan buradan tahliye edildi. Bunların birçoğu Pripyat kentindendi. Santrale 12 kilometre uzaklıkta ve ikinci kontrol noktasının hemen dışındaki Çernobil kasabasında rehberim Yuri Tatarçuk’u buldum. “Bu bölgenin dışlında çok yüksek oranda radyasyon bulunan o kadar çok yer var ki” diyor Yuri. “Belarusya’nın yüzde 70’i ‘kirli’. Batıda, buraya 100 kilometre uzaklıkta çok tehlikeli yerler var.”

Zaten radyasyonun ilk olarak İskandinavya’da ölçülmesinin sebeplerinden biri de bu. Patlama sırasında batı-kuzeybatı yönünde esen rüzgâr 8-10 kilometre yükselen radyoaktif bulutu önüne katıp sürüklemiş, bu arada patlamanın da tetiklemesiyle pek çok lokal sağanak yağmur yağmıştı. “Kirli” bölgelerin düzensiz dağılmasının sebebi bu yağmurlardı. Güneydoğudaki Çernobil kasabasının nispeten daha güvenli olması da rüzgârların batıya esmesiydi. Yuri yine de kasabanın tam olarak temiz olmadığını söylüyor. “Ayda iki hafta çalışıyoruz, sonraki iki haftayı da güvenli bir yerde geçirmek zorundayız.”

Ortamdaki radyasyonu ölçmeye yarayan Geiger cihazı, 4. ünitenin hemen yakınında 0.170 ila 0.300 röntgen/saat değerleri arasında gidip geliyor. Bir uçakta uçarken aşağı yukarı 0.200 röntgen/saate maruz kaldığımız düşünülürse bu çok tehlikeli bir miktar değil. Yine de doğada doğal olarak ölçülen 0.015 röntgen/saate göre çok fazla. Esas tehlike “sıcak nokta” (hot spot) denilen, radyoaktivitenin çok yoğun bulunduğu yerler. Bu noktalarda radyasyon normal seviyenin altı yüz katına kadar çıkabiliyor. Pripyat kentinde de bu sıcak noktalardan var.

Kentin en yüksek binasının tepesinde toplananlar 27 Nisan 1986 akşamı korkutucu ama heyecan verici görüntüyü izlediler. Yaklaşık üç kilometre ilerideki santralde alevler inanılmaz boyutlara ulaşıyor, helikopterler sürekli toprak, kurşun ve benzeri maddeleri yangının üstüne boşaltıyordu. “Komünist Parti’ye duyulan güven gerçekten çok yüksekti” diye anlatıyor Yuri. “insanlar gerçek bir tehlike olsa uyarılacaklarını düşünüyorlardı. Reaktör merkezinin havaya uçmuş olabileceğini kimsenin aklı almıyordu.”

Bu, parti yetkilileri için de geçerliydi herhalde. Patlamanın ertesi günü, güneşin yüzünü gösterdiği, senenin ilk bahar günü 48 bin nüfuslu Pripyat kentindekilerin birçoğu dışarıda zaman geçirmiş, yüksek oranda radyasyona maruz kalmışlardı. Kentin boşaltılması 28 Nisan günü başlamıştı. Birçok köyde ise bu çok daha uzun bir süre sonra yapılacaktı. İlk anda iyot tabletleri dağıtılsa binlerce tiroit vakası engellenebilecekti. Ancak Sovyet yetkililerinin onayının alınıp tabletlerin dağıtılması 23 Mayıs’ta yapıldı. Bu kadar süre sonra alınan tabletlerin ise bir etkisi yoktu. Ama bu açıklanmadı.

Yuri ile Pripyat kentinde dolaştık. Kimsenin yaşamadığı bir kent. “Lenin, Kızıl Ordu’nun kurucusu ve lideridir” diye yazıyor okulun toplanma salonundaki duvarda. Sınıf tahtalarında 25 Nisan 1986 Cuma gününün ders notları hâlâ yazılı. Kütüphanelerin kitapları yerlerde. Sessizliği bölmek için kendi kendime mırıldanıyorum. Havayı solurken korkuyorum. Boşlatılmış bölgenin kaç yüzyıl daha insanlara kapalı kalacağı kesin bilinmiyor. Ama 300 ila 1200 yıl arasında bir süre olarak tahmin ediliyor. Yok addedilmiş bu bölgede yine de insanlar yaşıyor. Bunlar 30 kilometre yarıçaplı bölgedeki köylerine geri dönmüşler. Bu köylerden birindeki Çikoloviyets çiftinin derdi büyük. Köyün deposunun anahtarını kaybetmişler ve votka stokları da depoda. Bir gün sonra ise 30 nüfuslu köylerinden arkadaşları Volodimir’in doğum günü var. “Üç bin büyükbaşlı çiftlik vardı köyümüzde” diye anlatıyor Nastasia kocası Nikolay’a fırsat vermeden. “Nüfusumuz da üç bindi.” Nastasia ve Nilolay 1986’da tahliye edilenler için Kiev yakınlarında yapılan toplu konutlara yerleştirilmişler. Orada 1987’de ölen amcalarını gömmek için köylerine geldiklerinde ise yeni evlerine dönmeyi reddetmişler. O zamandan beri de, daha önce yaptıkları gibi topraklarında yetiştirdikleri patatesleri, soğanları ve avladıkları balıkları yiyorlar. “Eh, yaşlandık artık” diyor Nikolay sağlığını sorduğumda. Sağlıklı ve mutlu görünüyorlar. İlkbaharda 60’ıncı evlilik yıldönümlerini kutlayacaklar.

Geçtiğimiz yıllarda Ukrayna Parlamentosu’nda boşlatılmış bölgenin bazı kısımlarının insanlara açılması önerildi. Gerçekten de teorik olarak bu bölgenin içindeki bazı yerlerde radyasyon düzeyi normale yakın. Çernobil kasabasında kaldığım sürede etrafımda tahminimden daha fazla yaşam gördüm. Bunların çok büyük kısmı “liquidator” denen “temizleyiciler”. Kasabada üç bin kadar insan çalışıyor. Gece gündüz burada yaşıyorlar. Bunlara “yaşıyor” demek pek mümkün değil. Rehberim Yuri gibi onlar da iki hafta burada kaldıktan sonra ailelerinin yaşadığı “temiz” köylerine dönüyor. Daha 18 yaşına gelmemiş gençler için bölgeye giriş izni çıkartılamıyor. “Ama çok sorumsuzca olurdu” diyor Yuri. “Belki bazı yerler daha az radyoaktif. Ama diyelim insanların bu yerlerde yaşamasına izin verdiniz. Çocukların tarlalarda, ormanlarda oynamasını nasıl yasaklayacaksınız? İnsanların mantar toplamasını, ava çıkıp tehlikeli düzeyde radyasyona maruz kalmış hayvanları avlamasını nasıl engelleyeceksiniz?”

Boşlatılmış bölgenin daraltılması değil, batıya doğru, o da belli bir şekilde değil, doğal koşullar gözetilerek genişletilmesi gerekiyor. Zaten “tercihen” tahliye edilmesi gereken yeni köyler belirlendi ve devlet buralardan başka yere taşınmak isteyenlere gerekli yardımları yapmakla yükümlü. Fakat yine de asıl boşlatılmış bölgede kalanlar kadar önemsenmiyor bu köylerde yaşayanlar. Ukrayna’da üç milyon insanın radyasyona bağlı sağlık sorunları yaşadığı tahmin ediliyor. Bunların çok büyük kısmı da batı bölgelerinde yaşayanlar. Nükleer santraller su kaynaklarının yanına kurulmak zorunda. Çernobil Nükleer Santrali’nin yanından Pripyat Nehri geçiyor. Bu nehir Ukrayna’nın atardamarı Dinyeper Nehri’yle birleşerek Kiev’in ve 30 milyonluk nüfusu kapsayan çok geniş bir bölgenin su rezervini oluşturuyor. Julia Murusiç en büyük aciliyetin radyasyonun nehre karışmasını engellemek olduğunu söylüyor. Pripyat Nehri’nin iki kıyısına büyük engeller inşa edilip topraktaki radyasyonun yağmurla nehre karışması engelleniyor. Bu girişimlerin başarılı olduğu söyleniyor. Yine de nehir az miktarda radyasyon taşıyor Kiev’e. Ölçümler devamlı yapılıyor ve durumun tehlikeli olmadığı söyleniyor. “Ama nehirdeki değil, Çernobil’deki suyu içmeyi tercih ederim” diye devam ediyor Julia. “Kasabanın suyu yeraltından geliyor ve daha temiz.” Radyasyon şu anda ancak toprağın 10 santimetre altına kadar nüfuz edebilmiş durumda.

Maria Ş. Çernobil Nükleer Santrali’ni merkez alan 30 km yarı çaplı yasak bölgede kalan köyüne izinsiz dönenlerden birisi.

Bu kadar yavaş hareket etmesi radyasyonun bölgede binlerce yıl kalacak olmasının nedeni. Yavaş yayıldığı gibi, gidişi de yavaş olacak. Patlamanın hemen ardından çok geniş bir alanda 10 santimetre yüzeydeki toprak katmanı buldozerlerle kürendi. Bölgede biraz daha uzun kalabilmek için bu gerekliydi. Yoksa radyasyon, koruyucu kıyafetlerin bile karşı koyamayacağı düzeye ulaşıyordu. Santralin batı duvarındaki küçük bir açıklığı gösteriyor Julia. Gerekli aletlerin taşınmasını hızlı yapabilmek için açılmış. “Zaman her şeyden önemliydi” diyor Julia. “Üç bin röntgen/saate kadar ulaşan radyasyon miktarında çok kısa bir süre çalışabilirsiniz. Zaten çalışanların kapıdan girip çalışacakları yerlere varmaları önemli zamanlarını alıyor.”

Toprak, kurşun ve birçok maddenin altına gömülmüş 4. üniteyi çevreleyen yapının bir adı var: Sarcophagus. Santralın patlayan ünitesini izole eden bu yapı beton ve kurşundan yapılma. Fakat çok acele yapıldığı için bazı sorunlar çıkmaya başlamış. Oluşan çatlaklardan etrafa yayılan radyasyon artıyor. Sarcophagus’u da kaplayacak ikinci bir yapının planları hazır. Santralın hemen yanına yapılacak bu dünyanın en büyük hareket edebilir cismi, raylar üzerinde kaydırılarak çürümeye başlayan eski korumanın üzerinde hangar benzeri bir görüntü oluşturacak. Bu yapı binlerce sene kımıldamayacak. Önceliğin “sabitleme” olduğunu hatırlatıyor Julia. Odalarının ancak yüzde 30’a ulaşılabilen santralin kirişleri sağlamlaştırılacak ve kayarak “Sarcophagus”a dayanmaları engellenecek. Kaçaklar durdurulacak. Bu, yoğun radyasyon altında yapılacak kısa süreli ama yüzlerce mesai demek.

Çernobil’deki patlamanın ardından akut radyasyon sendromu gösteren yaklaşık 125 kişi sıkı sağlık kontrollerine rağmen hayatlarını kaybetti. Kayıplar hâlâ sürüyor. Maria Filan geçen sene iki oğlunu kaybetti. Boşaltılmış bölgedeki köylerden Parişeff’te yaşayan Maria’ya ulaşmak için arabayı anayolda bırakıp Yuri ile kar fırtınasında kilometrelerce yürüdük. Kışın kar yolları kapıyor ve bu köy de artık sayılmadığı için yolların açık tutulmasının bir anlamı yok. Bacasından duman tüten Maria’nın evi köyün en ucunda. Küçük oğlu santralde çalışıyormuş. Patlamayı da ondan haber almış Maria. “Bizim hayatımız Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle değil Çernobil felaketiyle değişti” diyor. “Çernobil’den sonra değişecek bir şeyimiz kalmadı ki.” Maria patlamadan bir sene sonra bir akrabasının cenazesi için köyüne dönmüş ve burada kalmış. Geçen yıl da büyük oğlu karaciğer kanserinden ölmüş. Fakat bütün ülkeyi saran sebebi bilinmez diğer sağlık sorunları gibi o da oğlunun radyasyona bağlı olarak mı yoksa alkolden mi hastalandığını bilememiş. “Kiev’de nezle olan bunu Çernobil’e bağlardı” demeyi de ihmal etmiyor. Kendi yaptığı votkayı çay bardağında bize ikram ederken küçük oğlunu anlattı. “Kiev’de mezarlık yeri bulmak çok pahalı, o yüzden araç kiralayıp buraya getirttim oğlumu. Köyün mezarlığına gömülen en son o oldu.”

Nükleer santraldeki patlamanın en etkileyici anıtı Pripyat kenti ve giderek çürüyor. Camlar, kapılar, fayanslar, her şey kırık dökük. Hiç kullanılamayan gaz maskeleri kentteki okulun her katında etrafa saçılmış duruyor. Sanki nükleer bir saldırı olmuş da insanlar can havli ile gaz maskelerine saldırmış gibi bir görüntü var ortada.

Gerçek ise çok farklı. Boşaltılan bölgede giriş çıkışı kontrol altına almak çok zor. Birçok yerde çok sıkı kontroller olmasına rağmen bölgede yağma önlenememiş. Felaketten kısa bir süre sonra Kiev ve başka şehirlerdeki bitpazarlarında radyoaktif televizyonlar, ev eşyaları satılmaya başlanmış. Ayrıca filtrelerinde az miktarda gümüş bulunan gaz maskeleri de yağmacıların hedefi olmuş. Felaketin görüntüsünü bunlar daha filmleştiriyor. Gerçekte yıkımın çoğu yağmacılardan kaynaklanıyor. Ama bence koca bir kentin bomboş olması her şeyden daha dramatik. Artık güvenlik çok daha fazla. Çernobil bölgesindeki dördüncü günümün sonunda geçtiğim her kontrol noktasında ayrı ayrı aracımızdaki radyasyon miktarı ölçülüyor. Ayrıca milisler bagajlarımızı kontrol edip radyoaktif maddeleri bölgeden çıkarmaya çalışıp çalışmadığımıza bakıyorlar. Pripyat’taki ilköğretim okulunun İngilizce sınıfında “Sütü seviyorlar” afişi duruyor. Önümüzdeki yüzlerce yılda çürüyüp gidene kadar bu afişl boşlatılmış bölgede kapalı kalacak. Tabii Ukraynalı turizm acenteleri “Ekstrem Ekolojik Turizm”i başlatma konusunda yetkili makamları ikna edemezse.

Türkiye’nin yüzlerce kilometre uzağında 1986’da meydana gelen Çernobil felaketi Karadeniz’i aşıp kuzey kıyılarda etkili olmuştu. Bugünse çok daha yakında, Iğdır’a 16 kilometre mesafede, tehlikesi gittikçe artan yeni bir nükleer santral Türkiye’yi tehdit ediyor. Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali hem komşu ülkeleri, hem de başkent Erivan’ı risk bölgesi haline getiriyor. Üretim kapasitesi 880 KW/saat olan santralde oluşabilecek herhangi bir kazada Kars, Iğdır ve Ağrı’nın yanı sıra Nahçivan, Gürcistan ve İran ciddi biçimde etkilenecek.

Birinci ünitesi 1977’de inşa edilen santral VVER-440/230 tipi. Birleşmiş Milletler Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ve Avrupa Birliği (AB) verilerine göre Metzamor Nükleer Santrali dünyadaki en tehlikeli nükleer santral olarak kabul ediliyor. Bunun yanı sıra Ağrı Dağı’ndaki fay hattının yani birinci derece deprem bölgesinin üzerinde yer alıyor. Santral 1988’de Ermenistan’ın kuzeybatısında yaşanan depremde hasar görerek 1989’da kapatıldı. Ancak enerji kaynağı eksiği öne sürülerek 1995’te yeniden faaliyeti başlatıldı. Bu tarihten itibaren santralde farklı boyutlarda 150 kadar kaza yaşandı.
Iğdır halkı, hayvanlarındaki ölü ve sakat doğumların artışını bu santraldeki kazalara bağlıyor. Ancak valilik kentte yedi noktada yapılan ölçümlerde tespit edilen radyasyon miktarının insan sağlığını etkilemeyecek seviyede olduğunu açıkladı. Eylül 1999’da Brüksel’de, Ermenistan hükümeti ile AB arasında Metzamor Nükleer Santrali’nin 2004 yılına kadar kapatılması konusunda bir anlaşma bile imzalanmıştı. Aynı şekilde Ermenistan, 25 Ocak 2001 tarihinde Avrupa Konseyi’ne üye olurken de Metzamor Nükleer Santrali’ni 2004 yılına kadar kapatacağını belirtmişti. Bu yönde bir aşlama kaydedilmek bir yana santralin üretim kapasitesi daha da arttırılmaya çalışıldı.

Türkiye yakın tarihte konuyla ilgili UAEA (Uluslararası Atom Enerji Ajansı) ve AB’ye başvurdu. AB, santralin kapatılması için Ermenistan ile tekrar görüştü. Ancak Ermenistan, enerji ihtiyacının yüzde 40’ını karşıladığı Metzamor Nükleer Santrali’ni kapatmaya yine yanaşmadı. Buradan yurtdışına da elektrik ihraç eden Ermenistan oluşabilecek ekonomik ve enerji zararının karşılanması için önerilen teklifleri de geri çevirdi. Santralin stratejik konumu ülkenin bu kararında etkili oldu.
Ermenistan Hükümeti’nin bu tutumuna karşılık kaza ve deprem riski hâlâ devam ediyor. Bölge insanlarının, hayvan ve bitki türlerinin korunabilmesi için santralin bir an önce işlevine son verilmesi gerekiyor.